Print Friendly and PDF

DİYARBAKIRLI ERMENİLER KONUŞUYOR -SESSİZLİĞİN SESİ - II





Önsöz/ ALİ BAYRAMOĞLU
Elinizdeki kitap, Hrant Dink Vakfı'nın sözlü tarih çalışmalarının ikinci ayağını oluşturuyor.
İlk çalışma Türkiye merkezliydi; Türkiye'de yaşayan Ermenilerin ve Ermeni toplumunun taşıdığı siyasi ve kültürel belleğin izlerini sürmüştü. Bir sözlü tarih çalışması kapsamında. Ermeni kimliğine mensup kişilerin kendilerini ve 'öteki" olarak gördüklerini nasıl algıladığını anlamak ve Türkiye'de halen yaşamakta olan Ermenilerin içinde bulundukları 'gerçekliği' siyasi, kültürel ve tarihsel boyutlarıyla ortaya koymak amacını taşıyordu.
Bu ilk çalışmanın takdiminde şu ifadeler yer alıyordu:
"Bizim için bellek önemli meseledir. Çünkü bu toplumun derinlerinde kan var. On binlerce insan, gayrimüslim, bu topraklardan kovulmuş, giderken mal, mülk ve can bırakmış; dahası, on binlerce gayrimüslim, özellikle Ermeni kimliklerinden ötürü kırılmış.
Kıran taraf bilmek, hatırlamak istemez. Bu tür öyküler barındıran yeni uluslar, unutarak ulus olmaya çalışılar. Politikaları, devlet yapıları, eğitimleri, söylenceleri, masalları bu yüzden 'seçmeci' ve 'amnezik' olur. Bizim ülkede toplumsal varoluş bu yüzen tümüyle amneziktir ve bu yüzden, vicdan ve demokrasi kavgasının kesiştiği ana kavşak 'hatırlama, bilme, yüzleşme ve arınma' dörtlüsüdür."
İkinci çalışma bu hatta yapıldı. Türkiye'de, Ermenistan'da ve Diasporada yaşayan Diyarbakırlı Ermenilerin izlerini süren bu çalışma kapsamında, 22'si İstanbul'da, 16'sı Diyarbakır'da, dokuzu Lübnan'da, dokuzu New York'ta, yedisi Montreal'de, dördü Toronto’da, dördü Los Angeles'ta, dördü Yerevan'da, üçü de New Jersey'de olmak üzere, toplam 81 kişiyle görüşüldü. Görüşülen kişilerin 41'i kadın, 40'ı erkekti. Bunlar arasında Ermeni kimliğiyle yaşayanlar da var, Müslümanlaştıktan sonra Ermeni kimliğine dönen ya da dönmeye çalışanlar veya kendini hem Müslüman hem Ermeni olarak tanımlayanlar da...
Bu kitapta, bu görüşmelerden 16'sı yer alıyor. Görüşmecilerden sekizi kadın, sekizi erkek. Altısı, halen Diyarbakır'da yaşayan, aileleri 1915 ve sonrasında Müslümanlaştıktan sonra Ermeni kimliğine dönen ya da dönmeye çalışan kişiler; beşi ise, İstanbul'da Ermeni kimliğiyle yaşıyor. Geriye kalanların ikisi Lübnan'da, biri Yerevan'da, biri Los Angeles'ta, biri New York'ta, biri de Toronto'da yaşıyor. Türkiye dışından görüşülen kişilerin bir kısmı Diyarbakır'da doğup büyüdükten sonra yurtdışına gitmiş; bazılarının ise aileleri Diyarbakırlı, kendileri yurtdışında doğup büyümüş.
Mülakatların ortak noktası şu:
Konuşulan Ermenice lehçesi, örf ve âdetler, mutfak kültürü, 'Diyarbakır Ermeniliği' olarak tanımlanan bir olguya işaret ediyor. Diasporada yaşayan Diyarbakırlı Ermenilerin, kendilerine özgü gelenek ve görenekleri, bulundukları ülkede yaşatmaya çalıştıkları ve bunda belli ölçüde de olsa başarılı oldukları ortaya çıkıyor.
Görüşülen kişilerin Kürtlere ve tarih içinde Kürt-Ermeni ilişkilerine dair kanaatleri söz konusu olduğunda, halen Diyarbakır'da yaşayan ve kendini Ermeni olarak tanımlayan kişiler ile, İstanbul'da ya da Diaspora'da yaşayanlar arasında belirgin bir farklılık görülüyor. Halen Diyarbakır'da yaşayanlar kendilerini Kürtlere daha yakın hissediyorlar. İstanbul'da ya da Diaspora'da yaşayanlar ise Kürtlere daha mesafeliler ve Kürtlerin 1915 ve sonrasında yaşanan olumsuzluklarla ilgili rolüne daha çok vurgu yapıyorlar.
Çalışma, Müslümanlaşan ancak Ermeni kimliğine dönmek isteyen insanların ne tür sorunlar yaşadığına dair verilerde içeriyor. Ermeni kimliğine dönme çabası içinde olan kişiler, çocuklarını Ermeni okullarına göndermekte sıkıntı yaşıyorlar. Ayrıca, Ermenice öğrenme isteği taşıyan yetişkinler de bu taleplerine cevap verecek eğitim kurumlan bulmakta güçlük çekiyorlar.
Bu bulguların ötesinde, bu çalışma, aynı zamanda, Diyarbakır'daki Ermenilerin kültürel varlığını yeniden tasavvur etme, bir tür kurma girişimidir. Kentin, 1980 li yıllara kadar kullanılan, ancak daha sonra cemaatsizlik nedeniyle hızla harabe halini alan Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin, yakın tarihte, Diyarbakır Belediyesi ve Ermeni kurumlarının işbirliğiyle restore edilerek yeniden ibadete açılmış olması, bu tasavvur ve yeniden kurma girişimleri açısından büyük bir önem taşıyor. Bu kitap da, bu anlamda, yitik bellek denizini oluşturan damlalardan biridir.
Sh: 1-3
1915'de Diyarbakır'da doğdum. Benim annem de, babam da Diyarbakır'da doğmuş. Tek fark, ben Diyarbakır merkezde doğdum, onlar Diyarbakır'ın Eğil denen bir kazasında. İki tarafın ailesi de yine Diyarbakırlı.
1915'ten sonra, zavallı ninem, babamla birlikte Diyarbakır'a gitmiş. Dedemi de zaten yolda öldürmüşler. Kalmış ninemle babam yalnız. Yokluk içindeler. Orada çok meşhur bir zurna-kaval ustasıyla tanışıyor, ninem babamı onun yanına çırak vermiş. Kendisi de naturalık yapmış; yani hamama giden kadınların hamamda kullandıkları eşyaları, yedikleri yemekleri taşıyormuş, onlar da bunun karşılığında ona bir miktar para veriyorlarmış. Babam bayağı kabiliyetli bir çırak oluyor. Sonra ustası diyor ki birgün, "Oğlum, ben dayanamıyorum artık, Beyrut'a gideceğim. Dükkânı da sana bırakacağım." Adam zaten yaşadıklarından dolayı esrar bağımlısıymış. Her akşam işler bitince, babama esrar, bir de sonrasında yemek için baklava aldırırmış hep. Neyse, adam gidiyor, babam da çok namlı bir usta oluyor. Uluslararası bir ünü vardı. Mesela her sene Ermenistan'a iki-üç tane kaval veya zurna yollardı. Suriye'ye de yollardı. Bizde var babamın yaptığı kavallar ve zurnalar. Diyarbakır'daki kilisede babamın ve -o zaman pek çoğu Ermeni olan- Diyarbakır esnafından insanların bu eserlerini sergileyeceğiz. Tabii, babam sadece zurna ve kaval yapmıyor orada; marangozluk, tornayla ilgili ne varsa yapıyor - kazma sapından tut, çekiç vs. Üç kız, üç erkek, altı çocuğunu bu işle geçindirdi. Çalışıp çabalayıp aldığı üç evi vardı, 1915'ten sonra bir de Varlık Vergisi yaşandığı için, iki tanesine el koymuşlar, bir de babamı askere almışlar. Annem bir başına, o iki evi satmış o zaman, vergiyi ödemek için. Babam da askerden kaçıp gizli gizli çalışarak bakmış bize.
"Saldırırlarsa çocuklarımı kendi ellerimle öldüreceğim"
Ben annem ve babamla aynı odada yatardım. Hiç unutmam, annem bir gün bana dedi ki "Git, babandan bizim delici bıçaklarımız var, onları al gel." Aldım geldim bıçakları. Gece yatarken konuşuyorlar sessizce, ama ben duyuyorum. Annem dedi ki "Saldırırlarsa ben çocuklarımı kendi ellerimle öldüreceğim' Yani, nasıl korkunç şeyler varsa kafasında geçmişe dair; başımıza o tür şeyler geleceğine, bizi o öldürecek... Annem çok cesur bir kadındı. Bu arada, aslında çok varlıklı bir ailenin kızı. Babamla aralarında sınıf ve kültür farkı var. Annemin babası semerciler loncasının başındaymış. Oradaki Ermenilerin yüzde 93'ünü katletmişler ama bunlara bir şekilde dokunmamışlar, annemin babası çok faal bir adam diye. Bu dedem, şartlar kötü olduğundan, aradaki farka bakmadan, babamla annemi evlendirmiş. O dönem köle gibi satılan pekçok Ermeni çocuğu da toplamış civar yerlerden. Ermenilik yok olmasın diye onları birbirleriyle evlendirmiş hep.
Evimiz çok güzeldi. Geniş bir bahçesi, içinde tulumbası vardı. Babam 1971'e kadar Diyarbakır'da yaşadı. Ben İstanbul Teknik Üniversitesine gittim. O dönem Diyarbakır'dan korkunç bir göç başladı. Her yaz gidiyordum Diyarbakır'a. Bir gidişimde baktım ki babam rahatsız. Babamızı o yıllarda İstanbul'a aldık, sonra da evimizi satılığa çıkardık. Bizim ev Gâvur Mahallesi'nde değildi. Etrafımızda akrabalarımız vardı. Bir de işte, Diyarbakırlı dönmeler... Aramız onlarla pek iyi değildi. Döndüler diye, onlara iyi gözle bakmazdık, onlarda bize iyi bakmazdı. Birde, kendilerini ispatlamak için koyu dindar olmuşlardı. Neyse; bizim ev bir türlü satılmıyor. "Önce komşulara söylemek lazım, âdettir" dedi babam, ama satılmıyor. Sonra bu dönme komşulardan bir kadın bana geldi, "Biliyor musunuz, sizin niye eviniz satılmıyor? Mahallede toplantı yaptılar. 'Bırakın, kimse almayınca fiyatı çok düşürürler, o zaman alırız, zaten adam da çok hasta' diye karar aldılar" dedi. Ben bunu duyunca çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Komşularımız, ki bir yere giderken kızlarını bize emanet ederlerdi, o kadar severlerdi bizi  eee? Menfaat bu kadar mı önemli yani? Neyse, babam ünlü bir kaval ustası olduğu için müşterileri de genellikle Kürtlerdi. Kaval çalan adamlar bunlar, köyden geliyorlar. Babam bunlara diyor ki, "Ne alacaksanız alın. Ben gidiyorum, evimi de satıyorum." Bunlardan biri gelmiş, demiş "Ben senin evini alıyorum." Babamın istediğinin birazcık altına oldu ama o adam verdi bize parayı, o parayla İstanbul'a geldik hep birlikte.
Sol içinde de Ermenileri aşağılama vardı
Liseye kadar Diyarbakır'da okudum. İlkokuldayken, hatırlıyorum, bizim evde babamlar kendi yaşıtlarıyla toplanırlardı ve Diyarbakır Ermenicesi konuşulurdu. Katliamda milleti nasıl toplamışlar, nereye götürmüşler, kim ne yapmış, isim vererek, yer göstererek anlatırlardı. Ben o küçücük halimle bunları duyduğumda içimde isyan olurdu. Onlardan duyduğum şeylerle benim ruhum biçimlenmiştir. Nasıl? Okula giderdim, zaman zaman millet bize, nereden anlıyorlarsa, "gâvur oğlu gâvur" falan derdi. "Nereden anlıyorsunuz?" deyince de, "Ulan, sizin suratınız değişik" derlerdi. Teyzemin kızıyla birlikte giderdim okula. Bazen saldırırlardı bize. Teyzemin kızının tırnakları uzundu, milletin suratını çizerdi. Ben de, babamın verdiği bavul gibi büyük bir çantam vardı, onula vururdum. Aynı şekilde, cenazelerimizi kiliseden mezarlığa götürürken de taş atarlardı. Papazımız sakalını kesmek zorunda kalırdı. Öyle zor günlerimiz oldu... Fakat benim için asıl kabullenmesi zor olan, bizimkileri götürüp öldürmüşler ve bizimkiler de bir şey yapmamış ya, budur. Söyleyemiyorum, konuşamıyorum kimseyle o zaman. Ama okulda bazen gelip saldıran çocuklar olurdu; kim ki bana saldırmaya kalksın, hiç korkmadan, dövmeye kalkardım., Kavga ettim, ağzımı burnumu da kırdılar ama pes etmedim. Sonra iki-üç kişi gelip beni döverlerdi ama ben de o adamı dövmüş olurdum. İki-üç sefer böyle oldu ilkokulda, ortaokulda ve lisede. Baktılar ki korkmuyorum, dövüyorum, sonra bana kimse kolay kolay karışmadı.
1960’larda bize bakış değişti. Mesela Diyarbakır'da her yerde 'Ziya Gökalp’ vardır  okul ismi, o ismi, şu ismi... Bunlar tartışılmaya başladı o dönem. Adam Türkçülüğün mimarı, ama Kürt'müş. O dönem öğrendik hep bunları. Ailesi, Ermeni Soykırımında büyük zulüm yapan ailelerden... İşte bunlar konuşulmaya başladı, bir şeyler değişti. Seni hep kötü gören insanlar, bu sefer başka türlü oldu. Sol akımlar Diyarbakır'ı çok etkiledi. Diyarbakır bölgesel olarak geri kalmış bir yerdi. İnsanlar bu geri kalmışlığın sebeplerini araştırdıklarında kendi etnik yapılarının farkına vardılar. Yani o dönemde büyük resme bakabildiler. Bir kitapçı, bir de terzi vardı, yanlarına giderdik. Bir tek ben vardım aralarında Ermeni; hepsi Kürt... Mehdi Zana bu terzinin çırağıydı. O terzi derdi ki "Asıl önemli olan ırk değil oğlum. En önemli şey sosyalizmdir, sınıftır, ezilenler ve ezenlerdir." Bu değişim, tabii, adamların bize bakışını da değiştirdi. Eskiden aşağılayarak bakarlardı, hakaret ederlerdi. Bunlar değişmeye başladı o dönemde.
Ben sonra Teknik Üniversitedeyken de sol hareketlerin içinde oldum, ama eleştireldim hep. Mesela bunların Ortadoğu’dan anladıkları bir tek Filistin meselesidir. Bir gün bir toplantıda dedim ki "Eğer Türkiye Ortadoğu meselesini tartışacaksa, önce Ermeni ve Kürt sorununu çözecek.'" Ama bir şey ifade etmedi onlara. Sovyetçi gelenek bana cazip geliyordu, Ermenistan orada diye. Fakat sol içinde de bizi aşağılama vardı. Neymiş, Ermeniler emperyalizmin işbirlikçisiymiş... Şimdi yani, öyle mi o mesele? Eleştirmemin bir nedeni de, Ermenistan’dan insanlarla konuşunca, yaşadıkları sosyalizmin bizim sosyalizm diye öğrendiğimiz şeyle hiç de ilgisi olmadığını görmemdi. Ben sola saygı duyarım, ezilenlerin yanında olduğu için, ve ben de ezilenlerden olduğum için. Fakat işte, o zaman tarihimizi çok da iyi bilmiyorduk. İttihat ve Terakki nasıl Ermenileri kullandıysa, sol da bizim zamanımızda Ermenileri kullanmaya çalıştı. Sonra çıktım solun içinden, hiç de pişman olmadım.
Niye bu kadar içiyordu Diyarbakırlılar?
Biz çocukken çok içe kapalıydık, izoleydik. Ermeni çocukları olarak biz bize oynardık. Kilisede toplanırdık. Avlu çok genişti, orada top oynardık, çember çevirirdik. Birlikte pikniğe giderdik. Zaten çok çocukludur bizimkiler. ıgıs'teki kıyımdan sonra zaten kilisede falan da söylenmiş, "Çok kıyıma uğradık, en az altı çocuk yapın" diye. Ben çocukken, kiliseye kafaları tıraşlı insanlar gelirdi. Anlardık ki askerdi bunlar. İşte Sivaslı, Kayserili, İstanbullu... Kökenlerinde Ermenilik var ya, kiliseye gelirlerdi hemen. Liseye geçtikten sonra benim Müslüman ve Türk arkadaşlarım da oldu. Onlarla birlikte yürüyüşe çıkardık. Dicle Nehri'nin kenarına gider, oturur sohbet ederdik. Bir de, Diyarbakır'da bir musiki ortamı vardı. Bizim Ermeniler çok iyiydi o konuda. Bir-iki Kürt arkadaş hariç, enstrüman çalanların hepsi Ermeni'ydi neredeyse. Düğünlerde genellikle bunlar çalıp söylerlerdi. Diyarbakırlılar çok fazla içki içerdi. Niye? Bir travma mıydı yani, neydi? Bu kadar niye içiyorlardı ki o sıcak havada? Bir de, çok sinirli insanlardı Diyarbakırlılar.
Mühendis olduktan sonra bir mevzu için Türkiye'ye döndüm. Teyzemin oğlu evlenecek. Kız da Ermeni ama evrakı yok. Ermeni olarak kilisede evlenmek istiyor fakat babası alamıyor evrakı. Nüfus dairesinden ben alacağım teyzeoğlunun evrakı. Ben gittim daireye, dilekçemi verdim. "Ağabey, böyle bir kimse yok” dedi bana adam. "Nasıl yok?” dedim, "Sen şu karşındaki adamı görmüyor musun? Ben burada doğdum. Bizim defterimizin numarası 84. Defterimizi nereye koydunuz?" Bağırarak konuşuyordum. Müdür geldi, "Burası devlet dairesi beyefendi, nasıl bağırıyorsunuz?" dedi. "Valla beyefendi" dedim, "Sen bana 'yoksun' diyorsun. Dua et, sadece bağırıyorum. Şimdi daha çok bağıracağım." Sonra bu adam bir şekilde benim işimi halletti. Para teklif ettim, çünkü orada işler öyle yürüyor. "Yok" dedi. "E gel bari bir yemeğimi ye akşam" dedim. "Yok" dedi fakat geldi. Oturduk; konuşmaya başlayınca adam dayanamadı, kendisinin dönme olduğunu, amcalarının Suriye'de bilmem nerede olduğunu anlatmaya, isimlerini falan söylemeye başladı. İşte bu sinirin, terlemenin ardında hep bu travmalar var.
Fakat ben Diyarbakır'da yaşarken bu meselenin tarihini çok iyi bilmiyordum. Çocukken ve sonrasında duyduğum hikâyeleri anlamam zaman aldı. Ne zaman ki Toronto'ya geldim, orada kütüphaneye girip çeşitli kitapları okudum, o zaman anladım. Diyarbakır'ın merkezinde o zaman 53 bin Ermeni yaşıyormuş. Bunların yüzde 93'ünü öldürüyorlar. Kasabalarda da bir dolu insan var, onlar da öldürülüyor feci şekilde.
Yani öyle sade öldürmek değil, bin bir türlü acıyla, işkenceyle... Ben bu yüzden Kürtçe öğrenmeyi reddettim mesela. Annem de, babam da Kürtçe bilirdi ama ben o zulmü öğrenince kabul edemedim bunu. Süryanilerle de hep mesafeli olduk. Çünkü onların bazı papazları Soykırım zamanında bizim evlerimizi gösterdiler, biz bunu biliyoruz. Tabii, bir milleti böyle yargılamak yanlış ama Diyarbakırlı olunca ve geçmişi öğrenince insan çok objektif bakamıyor. Yani, bir insanın bir insana bu kadar ızdırap çektirmesinin altında ne var, nasıl bir şey var? Bu soruların cevaplarını bulmak benim hayatımı aldı. İşte bugüne kadar da, hâlâ araştırıyorum.
Bu adamlar öldü, ruhları bir yere gitmedi
Diyarbakır'daki kilisenin açılışına gittik. İnkâr etmeyeceğim, bize çok büyük ilgi gösterdiler. Fakat çok enteresandır, kiliseye gidinceye kadar içimde bir sıkıntı, bir gerginlik vardı. Ayin başladı, içeri girdim, haçımı çıkardım, mumumu yakıp dışarı çıktım, hafifledim. Dışarıda duruyorum. Şimdi New Jersey’de yaşayan bir ağabeyim var, onu gördüm. "Ağabey, ben hafifledim kiliseye gelince, size de aynı şey oldu mu?" dedim. "Bir enerji mi var içeride, nedir" dedi o da, "ben de hafifledim..." Kendi kendime dedim ki "Bu adamlar öldü, ruhları bir yere gitmedi.” Bu belki bilimsel değil ama benim kendi açıklamam böyle. Oradaki insanlar bizi çağırıyorlar, "Bizi bırakmayın, gitmeyin, nereye gidiyorsunuz?" diyorlardı. O eseri ortaya çıkarıp orada onlar için dua edince bir nevi borçlarımızı ödemiş olduk. Mezarlığımıza da gidip dua ettik. Rahatladık. Yani, tam bir rahatlık değil ama görece daha iyi hissediyorsun. Demokrat Parti döneminde de bir onarım olmuştu. Seçimlerden önce Demokrat Parti "Bize oy verirseniz kilisenizi vereceğiz" demişti. Seçim sandığı kilisenin içine kurulmuştu hatta, hiç unutmam. Bizimkiler sözünü tuttu, oylar Demokrat Parti'ye çıktı. Kiliseyi de verdiler, ama nasıl yıkık dökük... Hep kadınlar temizledi. Babam direklerini yaptı. Biz çocuklar da annelerimize su taşırdık.
Bu son açılışa gidince aklıma bir sürü şey geldi. Mesela, biz Diyarbakır'da yaşarken okulda bir kız vardı. Aynı sınıftaydık. Ailesi epey zengindi. O zaman öyle herkeste çikolata olmazdı, bu kızın cebinde her zaman bir çikolata olurdu. Yere otururdu, yarısını da bana verirdi çikolatanın. Ben de yerdim. Bu katliamı işleyen aileler var Diyarbakır'da, bir sürü insan var. O zamanın ileri gelenleri Soykırımca dahil olmuşlar. Mallarımızı, eşlerimizi, kızlarımızı almışlar. O kız, Soykrım'a katılan sülalelerden birinin kızı. "Biliyor muydu acaba?" diye düşünüyorum şimdi. Sonra, başka bir kız daha vardı. Çok güzeldi, asılıyorlar falan diye ben korumak zorunda kalırdım. Yanında otururdum - ki o zaman Diyarbakır'da bir kızla bir erkek yanyana oturamazdı. Ben çalışkan bir talebeydim. Bir gün birlikte onlara ders çalışmaya gittik. Bir şeyler ikram ediyorlar. Kız dedi ki "Bayzar, dondurma getir." Benim annemin ismi de Bayzar'dı. "Kim bu Bayzar?" diye sordum; "Annem" dedi kız. "Sen falan hanımın kızı değil misin, kaç tane annen var?" dedim. İki-üç tane annesi varmış, biri de Ermeni'ymiş işte...
Unutamadığım bir şey daha var. Bir aile vardı, bana anormal ilgi gösteriyorlardı. Evlerine giderdim. Ailenin iki kızı, iki de oğlu vardı. Anneleri diyordu ki "Keşke Müslüman olsan da sana şu küçük kızımı versem." Bir de yaşlı bir kadın vardı evde. Gözleri görmüyordu, devamlı namaz kılıyordu. Ben üniversite için İstanbul'a gitmeden önce bana dediler ki "Gel, bize bir şarkı söyle, bir şiir oku, teybe kaydedelim. Biz senin sesini her gün duymak zorundayız." Allah Allah, garip geliyor ama yapıyorum bunları biryandan da. Sonra ben de dedim ki, "Bir hatıra getireyim, beni onunla hatırlayın." Babam bir soğan tahtası yaptı. Aldım tahtayı, gittim kapılarını çaldım. Açan yok. Bir daha vurdum kapıya; bu sefer "Dur oğlum, geliyorum" diye seslendi o gözleri görmeyen nine. "Soğan tahtası getirdim, onu bırakıp gideyim" dedim. "Yok, gitme" dedi. O nine bana bir sarıldı, başladı ağlamaya. "Nine, ne oldu?" dedim. "Oğlum" dedi, "Ben Ermeni'yim." "Nine, sen nasıl Ermeni'sin? Günde beş vakit namaz kılıyorsun?" dedim. Üç aylıkken almışlar bunu bu aileye. "Nasıl hatırlıyorsun peki?" dedim. "Her gün hatırlattılar oğlum" dedi. Yani, aynı o Fethiye Çetin'in kitabındaki gibi, o kadına da her kızdıklarında "kılıç artığı", "gâvur artığı" demişler. Kadın Hıristiyan olduğunu da unutmamış. O zamanın parasıyla bana 12 lira verdi. Dedi ki, "İstanbul'a gidersen Meryem Ana Kilisesi'ne gidip mum yakacaksın benim için." Ben İstanbul'a geldim ama Meryem Ana Kilisesi nerede bilmiyorum tabii. Sonradan anladım ki Patrikhane'nin kilisesi. Gittim oraya, onun namına 12 liralık mum aldım, duamı ettim, çıktım. O evin bir oğlu hâlâ arkadaşımdır, görüşürüz. Kadın ona bile söylememiş bunu.
Lisanımızı konuşamıyoruz ama biz de varız
1960lı yıllarda kimse kalmadı oralarda. Bizim Diyarbakır'da kilisemiz, kilisemize ait evlerimiz vardı. Durumu iyi olmayanlara veriyorduk bu evleri. Kasabalarda çok az Ermeni kalmıştı. Kimi hayatını Müslüman olarak devam ettiriyordu. O yıllarda Diyarbakır'a gittiğimizde kilisenin bahçesinde toplandık. Bir sürü Diyarbakırlı geldi; kadınlı erkekli, büyük bir grup... Hepsi bize dedi ki "Bizim ninelerimiz Ermeni." Ama işte, "Siz de dönün" falan diyorlar bize. Kraldan çok kralcıydılar yani. Biz de onlara mesafe aldık, dışladık onları. Şimdi bunu çok yanlış buluyorum ben. O insanlarla ilişkilerimizi koparmayabilirdik aslında.
İstanbul'a gelmek bir yandan iyi oldu ama bir yandan da, bir çeşit hiyerarşi vardı orada. Mesela bize "Siz neden Diyarbakırlısınız?" diye sorarlardı. Sanki bir tek İstanbul'da Ermeniler var gibi bir algı vardı. Diyarbakır'da oralı olmayan biri kiliseye gittiğinde kimse onu ayırmazdı, bilakis daha çok ilgi olurdu. Mesela Diyarbakır'a askerlik için gelenleri nereye koyacağımızı bilemezdik; onlara evci kâğıdı alırdık, bizim Ermenilerin evinde kalırlardı. Düğün olurdu, götürürdük, yedirirdik, içirirdik. İç çamaşırlarını bile yıkardık. İstanbul'da hayret ediyorduk "Siz niye Diyarbakır'dansınız? Biz zannediyoruz ki bir tek biz varız" gibi laflara. Evet, belki Ermeni kültürü İstanbul'da daha yaygın, ama biz de varız. Tabii, İstanbul'da işler daha bilinçli yürümüş hep. Bize katliamdan sonra kimse fazla bir şey anlatamadı. Kendi lisanımızı konuşamıyoruz, yazamıyoruz, okuyamıyoruz. Yani bu büyük bir travma yaşadık İstanbul'a ilk geldiğimizde. Sonraları, Diyarbakır'dan gelenler İstanbul'da eski cemaat bağlarını yitirdi. Herkes başka bir semte yerleşti, uzaklaştı birbirinden. İstanbul Ermeniliğine devam edildi ama Diyarbakır'daki kimliğimizi sürdüremedik.
Ne yapacaksak, Türkiye'de yapacağız
Kanada'ya 1983'ten sonra geldim. Ağabeyim bir Ermeni okulunda yöneticiydi; o dönem tutuklandı ve 19 gün işkence gördü. Bu olay benim için dönüm noktası oldu. "Ben mi kurtaracağım dünyayı!" deyip gittim. Ama tabii, zor oldu, hiç kolay değildi. Bir kere, kültür şoku yaşadık. Burası tamamen değişik bir yer, Türkiye ile hiç ilgisi olmayan bir toplum. Buna alışmak lazımdı. Bunun için de biraz efor sarf ettik. Mesela ben mühendisim ama burada 2000'lere kadar kuyumculuk yaptım.
Kanada'daki Ermeniler de bizi çok sıcak karşılamadı. Aynı İstanbul'da olduğu gibi, bir mesafe, kopukluk... Seni başka türlü görüyorlar, bakışlarında bir çarpıklık... Bir gün oradaki Ermenilerden biriyle tartıştım. Dedim ki "Sen ne kadar Ermeni'sin ki benim yanımda? Ben bütün ömrüm boyunca orada çarpıştım, sen hiçbir şey yapmamışsın. Siz burada oturun, mutluluğunuzu sürdürün. Konuşun konuşabildiğiniz kadar." Sonra, "İki şey yapabiliriz" dedim, "Ya Türkiye'ye, ya Ermenistan'a gideceğiz." Ama bana kalırsa, ne yapacaksak Türkiye’de yapacağız. Yani Kanada'da evimiz var, arabamız var, işimiz var ama Ermeniler için ne yapıyoruz? Bu kilise projesini desteklediysek, bu bize bir fırsat verdi. "Biz varız, Anadolu'da vardık, şimdi de varız" dedik bir nevi. Bu adamlara da dedim, "Gelin, niye gelmiyorsunuz?"
Diyarbakır'daki açılışa çok kararlı geldim. Yalnız, açılıştan sonra dedim ki "Keşke burada kalsaydık. Çok işler yapabilirdik." Yani, Türkiye'de kalsaydım daha faydalı olabilirdim belki de. Ama zamanı da geriye çeviremem. Hayat bizi buraya itti. Bir yandan şuna da inanıyorum; Eğer köklerini unutmazsan, kimlik problemin olmazsa, her yerde bir şeyler yapabilirsin. Şimdi ben Türkiye'de kalsaydım belki daha iyi bir durumda olurdum, daha güzel şeyler yapabilirdim ama Toronto'da da kendi çapımda bir şeyler yapmaya çalışıyorum.
Diyaloga girersen aşama aşama değişir bir şeyler
Agos gazetesi kurulduğu zaman, bir Agos satmak için 60 kilometre yol yapardım. Yıllarca Agos'u destekledik, Hrant'ı destekledik. Her konuda aynı fikirde miydik? Yok, bir sürü fikir ayrılığımız olmuştur. Yani Türkiye'deki bütün Ermeniler aynı şeyleri düşünmüyor, homojen bir grup değiller. Mesela İstanbul Ermenileri Ermenice bilir ama Türkçe konuşur. Tabii, adam Türkiye'de yaşıyor, başka türlü bakıyor Suriye'dekin den, Mısır'dakinden. Politiktirler. Biz çok politik olmadığımız için biraz kopukluk vardır mesela arada. Ama Hrant bize karşı çok saygılıydı. Allah gani gani rahmet eylesin. Ondan sonra buradaki Ermeniler de çok değişti. Bence yeni bir vizyona ihtiyaç var. Her zaman fikir ayrılıkları oldu, olacak da. Yani hâlâ Türklerle 1915 konusunda aynı fikirde değiliz ama şimdi 24 Nisan’ı Ermeniler ve Türkler birlikte anıyor. Ben tarihimize saygı duyuyorum ve sahip çıkıyorum. Fakat aynı zamanda diyaloga da ihtiyaç var. Türklerle, Kürtlerle, Diaspora’yla, Ermenistan'la ilişkiler açısından eski alışkanları gözden geçirecek yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. Çözüm için bu şart.
Şimdi sınır açılmıyor mesela, çünkü Azerbaycan istemiyor. Aslında Türkiye istiyor, çünkü hem Türkiye hem de Ermenistan kazanacak bu işten. Ama Azerbaycan baskı yapıyor. Biryandan, sınır açılırsa Türklük ya da Ermenilik elden gider diye düşünenler de var. Bu yersiz önyargılar ancak diyalogla çözülür. Türkiye'de insanlar kişisel olarak diyelim ki sınırın açılmasını istiyor ama bunu açıkça söyleyemiyor toplum içinde. Ama sen diyaloğa girersen, aşama aşama da olsa değişir bir şeyler. Aksi takdirde her şey aynı kalır. Bugün Türkiye’de üç büyük partinin de bu sorunu çözmek için bir vizyonu ya da programı olduğunu düşünmüyorum. İnsanların bir araya gelmesi ve bir çeşit beyin fırtınası yapması lazım. Eskiden Türkiye’de kimse bu meseleleri konuşmuyordu ama şimdi açık açık konuşuyor. Bir değişim var. 'Ne yapılmalı’yı tüm taraflar bir araya gelip konuşmalı, tartışmalı. "Ben kazanacağım - sen kaybedeceksin” mantığı yok burada.
Diaspora da tanımıyor Türkiye’yi. Gelmemiş, bilmiyor. Uzaktan anlamaya çalışıyor ama olmuyor tabii. Ben bile Türkiye’yi tanımıyorum ki... Çünkü Türkiye'den ayrılmamın üzerinden geçen yıllar içinde Türkiye değişti. İnanması güç ama değişti. Hrant Dink’in cenazesine 200 bin kişi katıldı, düşünün... Kaçı Ermeni’ydi? Ancak 10 bini. Şimdi insanlar açık konuşuyorlar. Kürt halkı mesela; bizim soykırımımıza katıldılar, biliyorlar. Açıkça konuşuyoruz, açık bir şekilde itiraf ediyorlar. Diyarbakır’a kilisenin açılış törenine gittiğimde gördüm bunu. "Diyarbakır’a hoş geldiniz, burası sizin eviniz” diye karşılandık. Diyarbakır benim evim tabii, bunu hissediyorum. Kahveye gidip oturdum mesela, biri geldi çay söyledi, öteki geldi, ben kahve söyledim. Kürtçe müzik çalıyordu, onu durdurup Ermeni müziği koydular. Bana hiçbir şey söylemediler. Şahsım adına, bu değişikliği görünce çok iyi hissediyorum. Hem şimdi medya da çok güçlü, sosyal medya var. Tüm olup bitenleri, konuşulanları takip etmek mümkün.
Sh: 167-177
Ben Diyarbakır-Kulpluyum. Diyarbakır'da mali müşavirlik yapıyorum. Ermeni bir ailenin torunuyum. Çocukluğum, gençliğim hep Diyarbakır'da geçti. İşim de hâlâ Diyarbakır'da. Biz aslında 1980 sonrasında geldik Diyarbakır'a; daha önce Kulp'taydık. Yaşadığımız köy, Kulp'un en modern, çağdaş, okuma düzeyi en yüksek köylerinden biriydi. Tabii, köyün üç tane ismi vardı: Zazaca 'Ağdeges' derlerdi, Kürtçe Tiyatz', Türkçe 'Narlıca'. 'Ağdeges', yanılmıyorsam aslında Ermenice. Çocukluğumuz orada geçti. İlkokulu orada okuduk, sonra şehre geldik.
1996'da evlendim. Eşimin ailesi zaten biliyordu biz kimiz, neyiz... Şimdi iki kızım, bir oğlum var. Çocuklarımın hepsi geçmişimizi, hikâyemizi biliyor. İlginçtir, daha tam olarak anlatmamıştım onlara; oğlum dördüncü sınıftaydı, bir gün geldi, dedi ki "Baba, ben bugün okulda 'Andımız'ı okumadım." "Niye?" dedim. "Sözlerine bakıyorum, bize hakaret ediliyor" dedi. "Niye, bunu nereden çıkardın?" dedim. "Ben Türk değilim ki, neden varlığım Türklere armağan olsun. 'Ne mutlu Türk'üm diyene'... Biz Türk değilsek mutlu değil miyiz?" gibi bir cevap verdi bana. "Peki nesin sen?" diye sordum bu sefer. "Ya baba, ne olduğumuzu bilmiyor musun sanki... Ben Ermeni'yim ya" dedi. Çocuklarımda bu bilinç var yani. "Evet, biz Ermeni'yiz. Babam Ermeni, annem Kürt'tür" hep söylerler böyle. Korkmuyorum. Bana bir şey olmadı, onlara da olmaz.
Ancak biz, ailemizin yaşayışına bakıp, araştırıp sonradan öğrenmeye çalıştık Ermeniliğimizi. Dedem 14-16 yaşlarındaymış olaylara tanık olduğunda, ailesini kaybetmiş. İyi hatırlarım, 1980li yıllarda, rahmetli, bize "Oğlum sakın ha, Ermeni olduğumuzu, dönme, kılıç artığı olduğumuzu kimse bilmesin, söylemeyin” derdi. Gençlik yıllarında ailesini kaybedişini, o manzaraları hep hatırladığından, bu korku hep vardı dedemde, 1990lı yılların başına kadar. Gerçek ismi Domingo'ymuş, babasınınki de Kaspar'mış yanılmıyorsam. Sonradan ismini Mehmet koymuşlar.
Ermeni olduğumuzu öğrendiğimde günlerce ağladım.
Ben Ermeni olduğumuzu öğrendiğimde ilkokuldaydım. Günlerce ağlamıştım, hiç unutmuyorum. Bir kapı komşumuz vardı, Allah rahmet eylesin, bir gün bahçesinde domates çapalıyordu; ben de bizim evde su yok diye çeşmeden su almaya gitmiştim. Elimde bir bidon vardı. Çeşmeden doldurdum, getirdim, o da beni çağırdı. Benden suyu alacağını düşünerek, "Gelmiyorum" dedim. "Niye?" dedi. "Sen benim suyumu alacaksın. Suyumuz yok, bu suyu eve götürmem lazım" dedim. Kalktı, "Gel lan, sana diyorum!" falan... Ben de elimde bidonumla küçük küçük kaçıyorum. "Gel, Ermeni oğlu Ermeni!", şu bu... Annem de bizi izliyor. Eve gittim, annem "Oğlum, al bu suyu götür, amcaya ver" dedi. Dedim "Vermiyorum.” "Niye?" dedi. Dedim, "Bana 'Ermeni' dedi." Ama annem anlatmadı bana. Ablam vardı, "Sen bu suyu götür ver, ben sana dönünce bir şeyler anlatacağım" dedi. Götürdüm, verdim suyu. Vatandaş içti, sonra da bir tane tokat vurdu enseme. Hiç unutmam ben bunu. Geldim ablama. Sağlık Meslek Lisesi'nde okuyor o zaman. Anlattı bana, "Biz böyle böyleyiz. Buradan gelmeyiz, şuradan gelmeyiz" diye. Tabii, ilk başlarda kabullenemedim. Sonra birazcık büyüyünce bazı şeylerin farkına vardım.
Hakikaten, kendini inkâr etmek doğru değil. Biz buyuz. Aşağılık bir toplum da olsa, hikmetli bir toplum da olsa, neyin parçasıysak onun parçasıyız yani. Kürt olmak, Türk olmak kutsallık değildir. O zaman çocuktum, çok ağlamıştım, çünkü ne anlama geldiğini bilmiyordum Ermeniliğin. Bizde Ermenilik bir inanç biçimi olarak bilinirdi. Şimdi de biraz öyle. Mesela ben bir meslek odasının ikinci başkanlığını yaptım dört yıl boyunca. Bir gün oda başkanıyla Adıyaman'a gidiyoruz. Bu "Senin baban Müslüman'dır, nasıl Ermeni oluyorsunuz?'” gibi sorular sordu. Dedim ki "Babam Müslüman olabilir. Dinini değiştirmiştir. Bu en doğal hakkıdır. İnancını orada görmüş.” Hoş, onun tercihi de değilmiş yani de... Dedim, "Babamın inancı ile onun Ermeni oluşu arasında nasıl bir ilişki var?” Türkiye'nin en seçkin üniversitelerinin birinden mezun, akademik eğitim almış bu kıymetli arkadaşıma, Ermeniliğin bir inanç biçimi olmadığını, bir ırk olduğunu anlatıncaya kadar göbeğim çatladı.
Tabii, biz de böyle bir kültürle büyüdük. Hakaret için söylendiğini biliyorduk bazı şeylerin. Ermeni olduğumuz için hep aşağılandık, hor görüldük. Biri bizim başarımızı gördükleri zaman "Bu Ermeni'dir, Fılla'dır, bu yapar" derlerdi. Başarısızlığımızda da yine "Ermeni'dir, Fılla'dır, yapamaz" derlerdi. Bunları hep aşağılamak için söylerlerdi. Bizim durumumuz da bir garipti. Bazen erkek kardeşimle gider, bağomuza (dedemize bağo derdik), "Bizim eskiden kalma antikamız mantikamız yok mu?" diye sorardık. Çünkü bizde de Ermenilerin hep çok zengin olduğu kanısı vardı. Dedem bize "Oğlum, ben çok yoksul, annesiz babasız büyüdüm. Millete uşaklık ettim. Ben böyle antika falan bilmiyorum. Bilseydim dahi gidip çıkartmazdım, karışmazdım onlara. Ben asla öyle bir şey bilmiyorum. Sormayın bana böyle şeyler" derdi.
Bazen de "Anneni, babanı, arkadaşlarını, kardeşlerini nasıl kaybettin?" diye sorardık. "Nasıl böyle bir olay oldu, durup dururken niye böyle bir şey oldu? Bu insanları nasıl öldürdüler, kim öldürdü?" falan derdik. Hiç unutmuyorum; bir yanında ben, bir yanında kardeşim, öyle dinlerdik anlattıklarını. Dedemiz de olanı biteni, hatırlayabildiği, ağlamadan ifade edebildiği kadarıyla anlatırdı. Kısım kısım anlatırdı bazen. Bir gün bir şey anlatırdı, bir ay sonra bir şey daha anlatırdı. Dedemizden bunları öğrendik. Ama asıl meseleyi büyüdükten sonra kavradık. Dedemin anlattıklarıyla birleştirmeye çalışıyorduk, sonradan öğrendiklerimizi.
Güzergâhlar belli, olanlar sistematikti
Dedem aslen Sason bölgesine bağlı Ermenilerden. Kulp'un Yaylak köyünde yaşamış. Kulp Sason üçgeninde, Dorşin tepesinde hâlâ bir kiliseleri var. Yani, yıkık dökük ama kalıntıları orada. Yaşamlarını, Türkçe 'Yaylak', Ermenice 'Eskar' dedikleri bir köyde geçirmişler. Bizim buradaki Ermeniler Kürtçe konuşur; dedemler de o zaman Kürtçe konuşurlarmış. Olaylar başladığında bir telaş başlamış köyde. Herkes malını mülkünü bırakıp dağlara çıkmış. "Böyle dağıldık biz" diye anlatırdı. Tabii, o zaman yaşı küçük olduğundan ne olduğunu tam anlayamamış dedem. İlk baskını Eskar'da, Smetağtz denen köylerinde yemişler. Zaten bütün köy akraba, aile. Köydekilerin bir kısmı kumaş dokurmuş, ipek ve ipekböcekçiliğiyle uğraşırmış. Bir kısmı da kasabanın demir, doğrama, nalcılık dediğimiz nalburiye işlerini yaparlarmış. O bölgenin bu türlü ihtiyaçlarını bizimkiler karşılarmış.
Köy meydanında toplamışlar herkesi. Dedemin gözlerinin önünde, annesini oracıkta süngüleyip öldürmüşler. Amcasını, amca çocuklarından birkaç kişiyi de... Sonra bir kargaşa çıkmış, o arada dedemin de içinde olduğu bir grup genç dağa kaçabilmiş. Bir kısım insan ise orada rehin kalmış. Dedemin, biri kız, dokuz kardeşinden iki ağabeyi de varmış yanında, dağa kaçarken. Dağda iki-üç gün boyunca aç kalmışlar. Sonra açlığa dayanamayıp, ceviz ağaçlarının olduğu, kanyon gibi bir yere gitmişler. Ağabeyleri ağaca çıkmış, dedem aşağıda kalmış, ona cevizleri atıyorlar. Karınlarını doyurmak için ceviz yiyecekler. Birden, ağabeyleri dedeme "Sen kaç git!" demişler. Meğer Hamidiye Alaylarının askerleri gelmiş. Yakalanmışlar. Ekmek su vermişler bizimkilere, sonra da demişler ki "Sizin çok değerli yataklarınız varmış, bize onları verirseniz sizi öldürmeyiz.” Bu arada, bunu diyen adam da dedemlerin kapı komşusuymuş... "Bizim ipek tezgâhlarımız, değerli eşyalarımız bir mağarada, oraya gidelim, size verelim eşyaları" demiş bizimkiler. Mağaraya gitmişler. Sarp bir yerde, üstten girişi varmış mağaranın. Bizimkileri oradan iple sarkıtmışlar aşağıya. Bizimkiler de ipleri kesmiş tabii içeri girince, böylece askerler dışarda kalmışlar. Onlar girişe tırmanamamışlar ama bir taş yuvarlayıp kapatmışlar o girişi ki, bizimkiler içeride ölsün. Dedemler mağaranın içine bir bakmışlar ki onların köyünden pek çok insan orada. Millet oraya sığınmış. Dedem diğer kardeşlerini, babasını, kuzenlerini falan görmüş orada. Mağaranın ikinci bir çıkışı varmış bizimkilerin bildiği, oradan çıkmışlar dışarı. Kaçacaklar, akıllarında bu var...
Palu'ya doğru gitmek istemişler, çünkü orası da Ermeni bölgesi. Zaten en büyük kıyımlardan biri orada oldu; bir de Sason var öyle. Fakat yolda yine yakalanmışlar Hamidiye Alayları'na. Bunların ellerini bağlamışlar askerler. İslamköy denen biryervar, oraya götürmüşler. "Oradazaten bir karargâh kurulmuştu" derdi dedem. Bunları toplamışlar yine meydana. Bir grubu da alıp götürmüşler, dedem de var içlerinde. Maksat, grubu ikiye bölüp öyle katletmek. Bu geride kalanları, Gavgas denen bir dağ var, orada öldürmüşler. Dedem böylece kaybetmiş ağabeylerini, babasını, kuzenlerini. Kendi bulunduğu 63 kişilik grupla epey biryol gitmişler. En son Kaynak köyüne gelmişler. Burada bir efendinin, havlı denen küçükbaş hayvan barınağına koymuşlar bunları. (Bizim orada, 'efendi', köyde devlet adına yöneticilik yapan, devlete uşaklık edenler için, aşağılamayla kullanılır.) Sabah havlıdan çıkarılırlarken, bu efendi tutmuş dedemi, "Ben bunu gavan (yani çoban) yapacağım" diye istemiş komutandan. Komutan demiş, "Emin misin, bak Ermeni'dir, şöyledir, böyledir..." "Yok" demiş adam, "ben bunu gavan olarak yetiştireceğim." Birkaç gün sonra dedemi başka bir asker grubu almaya gelmiş. O zaman da bu adam, dedemi bir hasır sepetin altına saklamış. Diyarbakır'da o zaman köylerde, yoğurt, süt gibi şeyleri saklamak için ters sepetler örülürmüş, üstlerine de taş konurmuş. O köyün efendisi dedemi koymuş bunlardan birinin altına, öyle kurtulmuş dedem. Grubun diğer üyeleri, çoluk çocuk, Hartz Deresi dedikleri bir yerde katledilmiş. Dedemler büyüdükçe bu katliamların belli bir mantığa göre yapıldığını anlamışlar. Bir köyü bir bölük alıyormuş mesela, bölüyorlarmış grubu, yürütüyorlarmış, başka bölüğe teslim ediyorlarmış, sonra onlar da bu grubu başka bir yere götürüp orada katlediyormuş. Güzergâhlar belli, olanlar sistematik yani.
"Öyle bir şey oldu ki, biz anne baba sevgisi falan, hepsini unuttuk”
Dedem aslında bize bunları daha önce anlatabilirdi. Ama dedim ya, korkuyordu. O vahşeti bir daha yaşayabileceğimiz korkusuyla, bizden hep gizlerdi bunları. "Aman ha, bizim Ermeni soyundan geldiğimizi anlatmayın kimseye" der dururdu. Artık biz biraz büyüdük, "Bak, anlat olanları" diyerek baskı kurduk resmen dedemize, öyle anlattırdık. Herhalde biraz da güven duydu, "Gerçekten dünya artık değişmiş herhalde" dedi kendine, artık bilmiyorum... Sonra akademik eğitim almış aile bireyleri bu meseleyi kurcalamaya başladı. Mesela babam "Yok ya, ben Ermeni değilim" falan der sorunca. Çok trajik, 100 yıllık bir acımız var ama dedemin korkusu geçmişti babama. Babam evin erkek olarak en büyüğü, ve sürekli dedemin yanında kalmış, dedemin o telkinleriyle büyümüş. Ben babamı da, dedemi de, amcamı da hiçbir zaman yadırgamadım, çünkü biliyorum onların yaşadığı şeyi. Yakın tarihte Kürtlere de yaptılar, onlara da tanık olduk. Emin olun ki, Kürtlere yapılan, Ermenilere yapılanın binde biri bile değil; o ayrı... Kürtlerin de malına canına yapıldı ama en azından karşılıklı cephe var, karşılıklı savaşıyor bu insanlar. Kayıplar bu açıdan olağan. Ama Ermenilerde öyle bir şey yok. Düşün, kadının karnını deşip, karnındaki çocuğu süngüleyip çıkaran bir zihniyet var; böyle bir kin ve nefret... Onun için dedemi ve babamı hiçbir zaman yadırgamadım, ve gerçekten de, ben böyle bir dedenin torunu olmaktan da çok gurur duyuyorum. Bir kere, çok zeki bir adamdı, hayatımda tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. "Keşke dedemin o zekâsından biraz alabilseydik, biz anne tarafına çekmişiz" diyorum. Keşke alabilseydik...
Dedem bize bunları anlatınca "Peki, sen nasıl geldin Narlıca'ya, anne baba sevgisi olmadan nasıl büyüdün?" diye sorardık bu kez. Dedem "Öyle bir şey oldu ki, biz anne baba sevgisi falan, hepsini unuttuk" derdi. Can derdine düşmüşler. O efendi onu Kaynak'a geçiriyor, sonra oradan kaçarak kurtuluyor dedem. Dedemin, onları bu ilk topladıkları İslamköy'de onun gibi bir arkadaşı varmış. Onu bulurum umuduyla ilk oraya gitmiş, bakmış kimse yok. Sonra tanımışlar dedemi köyde, asker peşine düşmüş falan, ama kaçmış dedem. Sonra da Narlıca'ya gelmiş. Narlıca'da Ermenilerle Zazalar iç içe yaşarmış daha önce. Sonra oradaki Ermeniler sürülüyor. Hâlâ o köyde bir mahalle var, 'Ermeni Mahallesi' derler. Ama kimse yok tabii. Kiminin malına, kiminin eşine ya da kızına el konmuş. Dedem ilk önce köyün içine de girememiş zaten; Meloli diye bir tepesi var, o civara gitmiş. Oradayken bir evden bir çocuğun ağlama sesini duymuş. Çocuk susmayınca, sonunda girmiş bakmış ki bir kadın, Narlıca'nın Ermenilerinden, öldürülmüş, yatıyor. Çocuk da başında ağlıyor, küçük bir kız çocuğu. Dedem "Alıp kaçayım" diye düşünmüş ama civarda hep nöbetteymiş askerler, pusu olur diye cesaret edememiş. Sonra üç gün boyunca o evde o kız çocuğunu izlemiş dedem. Çocuk akşama doğru acıkır, gider annesinin memesini emermiş. Üçüncü günün sonunda oda ölmüş.
Dedemi Müslüman yapmışlar
Sonra dedem bir kere daha yakalanmış. O zamanın varlıklı bir Kürt ailesine... Ağlamış, başına gelenleri anlatmış bunlara, Kürtçe. Dedem ağladıkça bunlar anlamış onu. Fakat bu sefer de köyde "Kürt aile Ermeni çocuk besliyor" diye duyulmuş. Evin etrafını askerler sarmış. Dedemi samanlığa saklamışlar. Ev aranmış, sonra samanlığı da süngülerle şişleyerek aramışlar. Dedem yüzüne kesik almış ama ses etmemiş. O iz dururdu dedemin yüzünde, hatırlıyorum. Kimseyi bulamayınca evi yakmayı da düşünmüşler ama bu aile varlıklı olduğundan vazgeçmişler. Sonra da bu aile dedemi büyütmüş. Müslüman yapmışlar tabii. Dedem sonradan kendi de iyi bir Müslüman olmuş. İlk birkaç sene kendi Incil'i varmış, onu okurmuş gizliden gizliye ama sonra Müslüman olmaya karar vermiş hakikaten. İlginçtir, namazdayken öldü. 100 yaşını devirmişti öldüğünde. Ben sorardım, "Memnun musun?" diye. "İyi ki Müslüman olmuşum" derdi. İnsan birtakım şeylere yenik düşüyor tabii; toplumun birey üstündeki etkisi dediğimiz şey... Ben onu hiç yargılamıyorum. Tam da şekil verileceği bir yaşta Müslüman yapılmış zaten. Bir de, toplumda yer edinmek istiyorsun, çok doğal. Başka bir yaşta olsaydı, "İnsan inandığı şeyler için ölür bile" derdim ama çok da küçükmüş. Adını Mehmet koymuşlar, zamanı gelince evlendirmişler.
Dedem Kürt bir ailenin kızına âşık olmuş. Zaten o köyde sadece dedem, bir de Abdullah diye biri varmış Ermeni olarak. Önce kızı vermek istememişler dedeme, Ermeni diye. O da kaçırmış kızı. Nenem 40 yaşlarında ölmüş. Bir daha evlenmemiş dedem, o derece âşıkmış karısına. Ama nenem de çok sahip çıkmış dedeme, kendi ailesine karşı, herkese karşı. Altı çocukları oluyor. Bir oğulları 19’unda ölüyor, bir kızları 2i’indeyken veremden ölüyor. Nenem de çocuklarından sonra ölüyor. Şimdi babam 80 yaşında, amcam 78 yaşında. Dedem 60 yıl evlenmedi bir daha, Havva neneme kavuşmayı hayal etti hep. Öldüğünde babam başındaymış dedemin. Namazda düşmüş dedem, yatağa almışlar. Artık ölüm rüyaları görmeye, eşiyle diyalog kurmaya başlamış. İşte o gençlik evresinde birbirlerine anlattıklarını konuşmaya başlamış. Böyle gitti.
Merkezdeki Ermeniler taşradakileri yalnız bıraktı
Neyse... Köydeki diğer Ermeni olan Abdullah demircilik yaparmış. Dedem bir süre onun yanında çalışmış. Sonra, köyün Ermenilerinden kalan bir dokuma tezgâhı bulmuş. İpekböceği işçiliğiyle, ipekle uğraşmış. Hayatını böyle kazanmış. Evlendikten sonra eşinin tarafı da çok sahip çıkmış, bir daha biri de laf edememiş dedeme, "Bu Ermeni'dir" diye. Çalıştıkça, zamanla, o yokluktan, köyün en zengin yaşayan ailesi konumuna gelmişler. Dedem "Tamam, doğrudur, bizim malımız mülkümüz yoktu ama herkesten daha zengin yaşıyorduk. Herkesin yiyemediğini biz yiyorduk, herkesin giyemediğini biz giyiyorduk" derdi. Ermenilikte şöyle bir kültür vardır: İnsan kendine hizmet eder. Öyle yaşam sürmüşler hep. Mesela Ermeniler en güzel hayvanını kendisi için ayırır, kendisi için keser. "Biz mutlaka ayda bir tane keçi keserdik. Diğer Kürtler yılda bir sefer keserlerdi, o da kavurma için" derdi dedem.
Ölene kadar Narlıca'da yaşadı. Biz 1980 sonrasında Diyarbakır'a geldik. Diyarbakır'daki Ermenilerin varlığından haberdardı dedem ama ulaşabildi mi onlara, hiç bilmiyoruz. Zaten şunu söylemek lazım: Taşra kesimindekiler, merkezdeki Ermeniler tarafından biraz yalnız bırakıldı. Bu çok ciddi bir sıkıntı. Zaten Soykırım 1915 olaylarıyla başlamıyor aslında, daha öncesi var bunun. Büyük Diyarbakır yangınında Diyarbakır'daki Ermenilerin çoğu buradan gidiyor. Aslında Diyarbakır Ermenileri, Lice'deki, Sason'daki, Kulp'taki diğer yerleşim yerlerine, sahip çıkabilirlerdi. Yani, iletişime geçmek gibi, ne bileyim...
" Zo”ları bitirdik, sıra “lo”larda"
Dedemin hayatını Kürt bir aile kurtarmış da, öyle babacanlıktan falan değil... Hizmet temelinde kurtarılıyor, hizmet ediyor dedem onlara. Kürtler için "Lav Kurmanç kavma kevun" derdi dedem. "O ne demek?" deyince anlatırdı: "Kendi Kürt dostlarımdan, arkadaşlarımdan özür diliyorum ama öyle çok şey gördüm, yaşadım ki... Kürtler keklik soyundan gelen insanlardır. Kendi ırkına ihanet eden tek bir hayvan vardır, o da kekliktir. Çıkar, dağlarda kayalarda öter, kavmini bir tane kalleş avcının tuzağına düşürmek için. O 'kakıbı kakıbı kakıbo' der, çağırır, 'gelin, burada ucuz yem var, birlikte yiyelim' diye. Halbuki öyle bir şey yok. Kavmini kalleş avcının tuzağına düşürür, sonra belki o avcının çektiği tetikle kendi de ölür. Onun hesabını da yapmaz. İşte Kürt milleti böyle bir millettir." Sonra ben bu tabiri, "kurman kavma kevun" diye, Musa Anter'in kitabında okudum. Yani "Biz Kürtler keklik soyundan gelmeyiz" diyordu, rahmetli Musa Anter.
Dedem hiç Ermenice bilmezdi. O zaman, yanılmıyorsam, sadece kilisedekiler bilirmiş Ermeniceyi. Tamamı Kürtçe bilir tabii. Özellikle Sason, Kulp, Muş, Lice bölgesi; buralardaki Ermenilerin geneli Kürtçe bilir, Ermenice bilmez. O yüzden bizim de anadilimiz Ermenice değil Kürtçe oldu. Kürtlerde lo' vardır, Ermenilerde 'zo'. Mehmet Uzun bir kitabında iki subayın kendi aralarındaki konuşmasını aktarır. Subaylar "Zo'ları bitirdik, sıra 'lo'larda" diyorlarmış. Tarihçilerin bu işleri incelemesi lazım aslında. Türkiye'nin Ermenilerle yaptığı o kirli savaş, bana göre hakikaten bir katliamdır. Orada, o dönem uygulanan metotların aynısı günümüzde başka halklar üzerinde uygulanıyor. Bu çok acı. Mesela 1990'larda uygulanmaya başlayan koruculuk sistemi, Hamidiye Alayları modelidir. O zaman Hamidiye Alayları'nın yüzde 70'i, 80'i Kürt. Şimdi korucuların yüzde 100'Ü Kürt. Ya da 'bölge valiliği' kavramını, katil denen Çerkeş Doktor Reşit getiriyor o dönemde. Ermenilerin aydınlarını öldürdüler, aynı şekilde 1980 sonrası süreçte Kürt aydınları da öldürüldü. Bu tarz modellerin 2000'li yılların Türkiye'sine taşınması bence çok vahim. Fakat geçmişte Ermenilerin yaşadıkları gerçekten ciddi bir kıyım, ciddi bir vahşet, ve bunun adı da soykırımdır. Aslında bu tarihçilerin işi.
Şimdi ben 90 yaşındaki dedemin ifadelerinden varıyorum bu sonuca, ama bunlar da ne kadar sağlıklı, bunu sormak lazım. Belki az ya da abartılı anlatıyor. O yüzden bunları tarihçiler çalışmalı. Günümüz dünyasında, Türkiye'nin geçmişiyle mutlak surette yüzleşmesi gerekiyor. Ben iktisatçıyım ve şunu görebiliyorum verilerden de: Ne zaman ki Süryaniler, Ermeniler, diğer bir ifadeyle gayrimüslimler bu bölgeden göç etmek zorunda kalmış, bölge ekonomik gücünü, huzurunu yitirmiş, adeta lanetlenmiş. Dikkat edin, 1923'te Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne kadar bu bölgede savaş var, kavga var, kardeş kanı dökmek var.
Diyarbakır merkezde Ermenilerin bir halk olduğu bilinir
1980lerde Diyarbakır'a taşındık. Buradakilere Ermeni olduğumuzu söylüyorduk. Mesela birlikte siyaset yaptığımız, partiden bazı arkadaşlarımız ya da vatandaş bana soruyor. Ben de espri yapıyorum, gülerek "Ya, bana ne Kürtlerden falan" diyorum. Bu sefer diyor "Niye?" Ben de "Ben Ermeni'yim, ne işim olur sizle!" diyorum mesela. Latife yapıyoruz yani, ama işte böyle böyle, kendimiz söyledik Ermeni olduğumuzu.
Ortaokula burada başladım. Kulp ile Diyarbakır arasında, bu meseleler açısından en büyük fark şu: Diyarbakır'da Ermenilerin bir halk olduğu bilinci vardır. Ama Narlıca'da Ermenilik bir inanç biçimidir. Bu coğrafyadaki en büyük sıkıntılardan biri, zamanında Kürtlere "Ermenilik bir halk değildir, bir inanç biçimidir" fikri verilmiş olması. İşte, "Kâfirdir Ermeni. Kim bir Ermeni öldürürse, kâfir öldürür, sevaptır" şeklinde söylenmiş. İki kâfir öldürürsen, daha çok sevap... Ama bu dönem artık bitti. Türkiye'de son süreçte düşünce özgürlüğü adına ciddi mesafe alındı. Sonra diasporadaki Ermeniler konuştukça, buradakiler de konuştukça... Genç jenerasyon bu mantalitenin hâkim olduğu siyaseti bitirdi.
Biz 1989-1994 arasında burada üniversiteydik. Bölge gergindi o dönem ama Diyarbakır merkezde, üniversitede bir şey yoktu. Basına yansıdığı gibi değildi yani. Sonra siyasete girdik. Hak-Par üyesiyim. Üniversite yıllarında partiyle çok yoğun ilgilendik. Halen de kurucu üyesiyim partinin. PKK çizgisinden ayrılan arkadaşlarımızla beraber, silahlı mücadelenin olmayacağı, insan öldürerek bir yere varılamayacağı, kan üzerinden siyaset yapılamayacağı gerçeğini her iki tarafa da söyledik. Biz 1978 sonrası Kemal Burkay'ın çizgisini devam ettirmeye çalıştık. Benden önce bu Hak-Par içine girmiş birkaç Ermeni arkadaşım daha vardı. Ben hep Diyarbakır'da yaşadım, okudum ama çeşitli sivil toplum kuruluşlarındaki, derneklerdeki çalışmalarımdan dolayı her zaman İstanbul, Ankara, İzmir'le diyaloğum vardı.
Hrant'ın bu ülkeye, bu ülkenin Hrant'a ihtiyacı vardı
Hrant Dink'i basından, çok yakından takip ediyorduk. Çok kıymet verdiğimiz gazetecilerimizdendi. Yani sadece biz değil, Türkiye'nin geneli bunu biliyordu. Kürtler içerisinde de çok değer verilen, düşüncelerine çok saygı duyulan bir insandı, bir düşünürdü. Hani, bilinsin isterim,
Hrant Dink ölümünden önce de biliniyordu burada. Bugün bir Ahmet Türk, bir Leyla Zana Kürtler içinde nasıl biliniyorsa, Hrant Dink de öyle biliniyordu. Nihayetinde bu bölgenin insanıydı.
O öldürüldüğünde hissettiklerimi ifade etmem güç. Çünkü ben Hrant Dink'e gerçekten çok kıymet veren, düşüncelerini takip eden biriydim. Çok kıymetli, cesur yürekli insanımızı kaybettik. Emin olun ki, bir yerde, Türk olması, Kürt olması, Ermeni olması bir şey ifade etmiyor. Önemli olan, kıymetli binlerinin kaybedilmesi. Fakat bir Ermeni olarak Hrant'ı kaybetmek daha derinden etkiliyor, daha çok acı veriyor. İnsanı öfkelendiren, çileden çıkaran, bazen insanda kin uyandıran bir şey oldu onun öldürülmesi. Diyarbakır'dan, ülkenin doğu yakasından bakıldığı zaman da, insanlar çok etkilendi. Zaten Türkiye'de genel olarak, azılı milliyetçilerin dışında herkes çok etkilendi Hrant'ın ölümünden. Türk arkadaşlarımız da öyle. Hrant'ın bu ülkeye, bu ülkenin Hrant'a ihtiyacı vardı. O bu ülkenin demokratikleşmesi için, kardeş kavgasının sonlanması, aradaki sorunların çözülmesi için uğraşıyordu.
Kürtler o soykırımda yer almasalardı...
Bu konuda Türk cephesinden çok ümitli değilim. Kürtlerin baskısıyla, dayatmasıyla belki bir şeyler yapılabilir. Türklerde halen şey var... Mesela Kars, Erzurum, Ardahan bölgesine bir gidin, nasıl bir kin ve nefret hâkim... Bir toplantı için Kars'a gittim. Orada Ermenilere duyulan kin ve nefretin boyutunu görünce resmen korktum. "Hâlâ böyle bir şey var mı?" diye şaştım kaldım. Diyarbakır'da bu yoktur mesela. Diyarbakırlıyı Diyarbakırlı kılan da budur, Diyarbakır'ın farklılığıdır. Yani Çingeneleri, Süryanileri, Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, bu kadar halkı kendi içinde barındıran tek bir il var, o da Diyarbakır. Bir de İstanbul var. Geçmişte Diyarbakır nüfusunun sadece yüzde 20'lik kısmı Kürt'müş. Büyük kısmı gayrimüslimmiş, gayrimüslimlerin büyük bir kısmı da Ermeni'ymiş. Yani geçmişte Diyarbakır bir Ermeni kentiymiş aslında.
Türkiye'de proje 1800'lerin sonlarından itibaren Ermenilermiş, sonra da Kürtler olmuş. Metot aynı. Ermenileri yok etmeyi başardılar ama Kürtlerde başaramadılar bunu, çünkü başta Kürtleri kullandıkları için Kürtler asli unsur gibi hissetmiş, davanın bir parçası gibi görmeye başlamış kendini. Bugün Kürtler üzerine yürütülen metotlar geçmişte
Ermenilere yapılanların aynısı. Ermeni olayı bittikten sonra Kürtlere yöneldiler ama tabii, Ermenileri kıyıma uğratmak, Kürtleri uğratmaktan daha kolaydır. Bence "Ermenilere yapılanı Kürtlere de yaparız" diye düşünülmesi yanlış. Zaten Kürtlerle olan kavganın bu kadar uzun sürmesinin en büyük sebeplerinden biri, Kürdistan coğrafyasında güçlü bir Kürt toplumu olmasıdır. Yani bugün kendi milisini, gerillasını kendi besliyor, silahını kendi temin ediyor, cebine parasını koyuyor... Baskıya karşı kendi çoluğuyla çocuğuyla, annesiyle, dik duran bir Kürt toplumu var. Onun için, aynı metotlar uygulanıyor ama başarı getirmez. Ama şunu söyleyeyim: Kürt sorununun da başlangıç noktası, Ermeni Soykırımında aldıkları roldür. Çok yazıktır ki Ermeniler de, Kürtler de bu yüzden acı çekti, çekiyor. O gün Kürtler o soykırımda yer almasalardı, ne soykırım yaşanırdı, ne de bugünkü durumlar.
En başta özür dilenmeli
Bence Türklerin ve Kürtlerin her şeyden önce geçmişte yaptıklarıyla, tarihleriyle yüzleşmeleri gerekiyor. Bu yüzleşme özür boyutunda mı yapılır, başka türlü mü yapılır bilmiyorum ama Ermenilerin davası tazmin davası değildir. Bu, Uludere'de yaşanan gibi 'ölüm parası' falan değil yani... Dünya kamuoyunun önünde, "Geçmişte bir halk böyle acı çekti" diye deklare edilmesi gerekiyor bence. İkincisi, bu insanların geri dönüşü ile ilgili bir altyapı oluşturulmalı. Bu vatandaşların kayıpları mutlak surette giderilmeli diye düşünüyorum. Bir kere, ben bir Ermeni olarak, geçmişte ne kadardık, kaç kişiydi benim ailem, bunu bilmek istiyorum. Bu çok kıymetli benim için. Atalarımın yerleşim yerlerini bilmek istiyorum. Bugün Soykırım'dan dolayı Amerika'da, Fransa'da ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların bu ülkeye gelişini sağlamamız gerekiyor. Biz şimdi bu toprakların insanları olarak, başka memleketlerde yaşayan insanlara buraları gezdiriyoruz. Yani devlet özür dilemiyor ama biz diliyoruz. Hani, "Evidir, gelsin görsün" diyerek... Bu çok önemli, ama en başta özür dilenmeli.
Öte taraftan, Erivan'la bir köprü mutlaka kurulmalı diye de düşünüyorum. Türkiye Ermenistan sınırı açılmalı, çünkü hapsedilmiş durumda orada insanlar. Bir taraftan Azerbaycan, bir taraftan Türkiye, hapis altında Ermenistan. Bu iki kardeş halk yıllar boyu burada kardeşçe yaşamış; bunun tekrar sağlanması gerekiyor. Buradaki yıkılmış, harabeye dönmüş, terk edilmiş ibadethaneler, kiminin değeridir. 0 kiliselerde anıları, acıları, kederleri vardır. Bu yapıların mutlaka restore edilip, tekrar kendilerine teslim edilmesi gerekir. Bunlar ilk etapta yapılması gerekenler bana göre. Sonra, yitirilen insanların bir envanterinin oluşturulması gerekir. Yani en azından isim olarak bilinirse bu insanlar, kim kimin neyiydi anlayabiliriz. Mesela ben Aram Dikran’ın bizimkilerle akraba olduğunu bilmiyordum. Anneannesi tarafından bizimkilerin akrabasıymış... Anlatabiliyor muyum? Bu tarz verilerin artık gün yüzüne çıkması gerekir.
Sonra, dil meselesi var bir de. Nihayetinde biz Ermeniler bu bölgenin asli unsurlarıyız, Kürtler ve Türkler gibi. Ben bir Ermeni'yim ve gerçekten Ermenice öğrenmek istiyorum. Ermeni alfabesini öğrenmek, Ermenilerle dostane ilişkiler kurmak istiyorum. Kendimizi yalnız hissediyoruz şu anda Diyarbakır’da. Yani "Evet, bu Ermeni soydaşımdır, gidip kapısını çalayım" diyebileceğim, gidebileceğim çok az insan var. Ermenicenin yasal bir şekilde yaşatılması, yaygınlaştırılması için Milli Eğitim müfredatına alınmasını ya da bu konuyla ilgili özel teşebbüsler olması gerektiğine inanıyorum. Bütün bunları milliyetçi duygularla söylemiyorum; gayet insani gerekçelerle, bunların Türkiyelilik çerçevesinde yapılmasını istiyorum. Ben bu coğrafyayı gerçekten çok seviyorum, Türkiyeli olmaktan çok gurur duyuyorum. Bunu bir Ermeni olarak söylüyorum. Etkin, zengin, yaşanabilir bir Türkiye yaratmak temelinde, biz Ermeniler oyunbozanlık yapan taraf olarak lanse edilmeyelim; öyle değiliz. Ama, bu coğrafyanın en fazla acı çekmiş insanlarıyız; onu da biliyoruz. Ona rağmen, bizim bu ülkenin biraz daha demokratikleşmesi, daha ileriye gitmesi, temel hak ve özgürlüklere saygı duyan, insanların düşüncesine önem veren bir ülke olması temelinde etkin bir rol oynayabileceğimizi düşünüyorum. İnançlarımız, yaşam kültürümüz farklı olabilir, hiç önemli değil. Birlikte yaşamak tamamen bizim elimizdedir.
Sh: 47-59
Doğum yerim Diyarbakır. 1979'da doğdum. 1994'e kadar Maden'de yaşadık. Orada geçti çocukluğum. İki kardeştik. Babam 1978'de Diyarbakır'da öldürülmüş, faili meçhul. Annem Etibank'ta, bakır madenlerinde çalışıyordu. Sabah kilitlerdi kapıyı, akşam gelir açardı. Yarı hapis bir çocukluk geçirdim. Mecburiyetti onunki. Dul bir kadındı, ben de dul bir kadının kızıydım. Kitaplarla büyüdüm. 9-10 yaşından sonra dış dünyayı tanımaya başladım. Sonra annemle dostluk başladı. Anne-kız gibi değil, iki arkadaş gibi olduk. Her şeyi konuşabiliriz. Politiktir. Çocukluğumda her şeyi konuşabildiğimiz için çabuk politize oldum. Annem çok yönlendiriyordu beni.
“Siz Kürt'sünüz' diye ev vermediler”
1994'te Elazığ'daki bakır madenleri özelleştirilince annem Bursa'ya tayin oldu, Bursa'ya taşındıktan iki yıl sonra da emekli oldu. Orada çok sıkıntı yaşadık. "Siz Kürt'sünüz" diye ev vermediler bize, "Biz sadece soydaşlarımıza ev veriyoruz" dediler. Sonra benim üniversite maceram başladı. Annem Bursa'da kaldı. Bir yıl sonra, 1995'te üniversiteyi kazandım. Üç üniversite değiştirdim. 1999'da Ankara'yı kazandım, sosyal antropolojiyi. Çok da severek okudum. 2004'te mezun oldum.
ODTÜ'de yüksek lisans yaptım. Orası bitince Belediye’den teklif aldım. Ben Diyarbakır'a gelince annem de geldi. Kürt gibi yaşıyoruz. Çok uzun süredir Kürt hareketindeyim. Belediyece beni önermişler. Mezun olur olmaz burada çalışmaya başladım. Altı yıldır burada yaşıyorum. Şanslıydım biraz.
Annemin sandığından çıkanlar
Ailem "Kürdüz" diyordu ama kültür çok farklıydı. O kadar farklıydı ki, gözümüze batıyordu. Mesela annemin sandığından çıkan objeler... Kundak elbisesinin üstünde melekler işliydi. Ona kundak elbisesi dediler. Aslında vaftiz elbisesidir. Bu bölgede kimsede yoktur. İşte bunun gibi farklılıklar... Kimse oruç tutmaz bizde. Gizli bir kültür vardır. Çekirdek ailemde Müslümanlığa dair hiçbir şey yoktur. Annem "Ben dinlere inanmam" der. Komünisttir. 68 kuşağından bir insandır. Politiktir. Dini inançları çok zayıftır. Bir tek bayram temizliği yapılırdı bizde, o da misafir gelecek diye. Ocak'ın ilk haftası aşure kesinlikle pişerdi bizde. Bunlar annelerinden kalan, hafızaya kazınmış şeyler. O da neden yaptığını bitmiyor ama değişmek çok zor.
Diyarbakır'a taşındığımızda hem Süryani hem de Protestan kilisesi ile bağlantım vardı. Protestan kilisesindekilerle tanışıyordum. Surp Giragos yıkıktı. Elazığ'dan tanıdığımız Diyarbakır'da yaşayan Ermeniler vardı. Diyarbakırlı diğer Ermenilerle tanışmam Meryem Ana Süryani Kilisesi aracılığıyla ile oldu. Buradaki Ermenilerin Kilise'yle pek bağları yok. Ben daha inançlı biriyim. Bayramlarda falan görünce "Sen de mi Ermeni'sin?" diyorlardı. Kiliseye gidip geldikçe yavaş yavaş tanışmaya başladık. Diyarbakırlı Ermenilerle diğerleri arasında kültürel farklılıklar var. Elazığlılar Türklerle yaşıyor, buradakiler Kürtlerle. Buradakiler Kürtçe biliyor, Kürtler gibi düşünüyor.
Antropoloji okuyor olmam beni kökenimi araştırma konusunda tetikledi. Alan araştırmalarında karşılaştığımız hikâyeler ilgimi çekiyordu. Annemlerin gündelik dilde kullandığı Ermenice kelimeler vardı. Bunların izini sürmeye başladım.
Deli Haçik'in torunları olduğumuzu öğrendik
Antropoloji okurken bir gün anneme "Nerden geldik?" diye sordum. Anne tarafımın yarısı Zaho'dan, diğer yarısı 'Gümüş Madeni' diye bir yerden gelmiş onun da Gümüşhane olduğunu anladık. 'Deli Haçik' denen birinin torunları olduğumuzu öğrendik. Yıllardır arkadaşım olan biriyle aslında kuzen olduğumuzu öğrendim. O kadar ilginç bir tesadüftü ki, annesine hikâyeyi anlattığımızda kalp krizi geçirecekti. Yemek masasında sohbet ediyorduk. "Gümüş Madeni" dedim, bunları anlattım. "Deli Haçik" deyince, kadın şok oldu. "Emin misin?" dedi. Abisini aradı. Ondan birkaç isim aldık, gittikleri yön hakkında bilgi almaya çalıştık. Güneye doğru inmişler. Bir kısmı Karabağ'a, diğerleri güneye gitmiş. Güney derken, Erzincan'a kadar gittiklerini biliyoruz ama ondan sonra nereye gittiler, neler yaşadılar bilmiyoruz. O Haçik bu Haçik değilse bile, biz birbirimizi akraba kabul ediyoruz.
Ailemin geçmişine dair yazılı hiçbir kaynak yok, hep sözlü... Teyzemin kayınvalidesi Diyarbakır'ın Eğil ilçesi Ermenilerinden. Eğil'e yerleştirilmiş Türkmenler var. 1915 olaylarında, bunlar "Öleceksiniz zaten, bebeklerinizi bize verin" demişler. Teyzemin kayınvalidesi de o bebeklerdendir. Çok dindar, İslam'a bağlı biriydi, sürekli dua ederdi. Çok sevimli, kendi halinde bir kadındı. Komşuları bir şey olduğunda hemen "gâvur" derlerdi. Ne kadar namaz kılarsan kıl...
Teyzemin çocukları da benimkine benzer bir süreç yaşadı. Dört kardeşler, onların da üçü yeniden Hıristiyan olmuş. Annem 63 yaşında, komünisttir. Hacettepe'den atılmadır. Her şeyden önce eşitlik, kardeşlik bildik. Hiç kimseye kin tutmadık. Türk arkadaşlarım vardı; annem ayrım yapmadığım için çok sevinirdi.
Yazlıktaki komşularımızın hepsinde çift isim vardı. Çocukluğum onlarla geçti. Ağızlarından hiç "Ermeni'yiz" lafı çıkmadı. Onlar da benzer kelimler kullanıyordu. Ben de onlardan birine, bir abiye sordum, on yıl kadar önce. "Hay mısınız?" dedim. Şok oldu, "Ermeni demek başka, Hay demek başka. Kim söyledi?" dedi. Birinin bana hakaret olsun diye söylediğini sandılar. "Kimse söylemedi" dedim. "Neden söylemiyorsunuz?" diye sordum. Geçen sene kilise açıldığında gelip canla başla çalıştılar. ıo sene önce bunları yapamıyorlardı. O zamanki durumlarının korkudan olduğunu düşünüyorum.
Annem, Hrant Dink'in katledilmesinden sonra kendine gelemedi. Sabah akşam doktor geliyordu eve, sakinleştirici iğne yapıyordu. Benim durumumdan da etkilendi. Arkasından Hrant Dink ve Malatya katliamı geldi. Malatya'da katledilenleri de tanıyorduk. Bütün bunlar üst üste gelince annem çok korktu.
Her şeye rağmen burada kalmayı tercih ettim. Bu benim Kürt kimliğimle, radikal ideolojimle ilgili. Ben dışarda biri Kürtlere laf etse kavga çıkarırım. İstanbul'da, Ankara'da kendimi rahat hissetmiyorum.
Ben bile fuzuliydim ama o çok gerekliydi
Hrant Dink cinayeti bana daha dün olmuş gibi geliyor. İşyerindeydim. Arkadaşım "Hrant Dink'i öldürmüşler!'' diye bağırdı. Durmadan telefonunu arıyordum. Sadece yaralı olabileceğini düşünüyordum. Biri açacak diye bekliyordum. Sonra Sarkis Amca'yı aradım. O da bir kere açtı, cevap veremez haldeydi. "Doğru mu?" dedim, "Doğru" dedi. Çok kötüydü. Kendimi kaybetmiştim. Sonra acaba duydu mu diye annemi aradım. Televizyon izlemiyormuş, duymamıştı. Eve gidene kadar söylemedim. Akşam telefon geldi. Söyleyince annem şok oldu. Televizyonu açtı. O gece fenalaştı. Doktor geldi. Sakinleştirici yapıldı. Çok severdik onu. Hep söylüyorum, onun gibiler gerekiyor bu dünyaya. İsteselerdi ben canımı verirdim. Ben bile fuzuliydim ama o çok gerekliydi. Gitmemesi gerekliydi. Sonra cenazesine gittik işte... Ben hâlâ inanamıyorum. Sürekli yanına giderdim, sohbet ederdik. Bana çok şey öğretti. Hatta o yaz geleceklerdi, birlikte gezecektik.
Hrant Dink'in arkasından Zirve katliamı oldu, "Tamam, sıra bize geldi" dedik. Uzun süre bu psikolojiyle yaşadık. Buradan Protestan cemaatiyle birlikte Malatya'ya, cenazeye gittik. Öldürülenlerden Alman Tilman Geske'nin evine gittik, başsağlığına. Eşi çok rahattı. Cemaatten bir abimiz çok şaşırmıştı. Döndü bana, "Aramızdaki farkı görüyor musun? Onlar Batılı, onlar doğuştan Hıristiyan" dedi. Kadın kocasının cennete gideceğine o kadar inanıyor ki, rahat... Bizimse ağlamaktan gözlerimiz şişmiş. Hem kültür, hem inanç farkı... Ben cenazelerde sakin olmayı başaramam. Direkt cennete gitmek beni sarmıyor. Ben daha Doğuluyum.
Diyarbakır'a çok bağlandım
O sıralar Hıristiyan olduğumu, Ermeni olduğumu bilmeyen kimse yoktu. "Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye soruyordu insanlar. "Biz arkanızdayız, kimse bir şey yapamaz size” dediler. "Benden uzak dur” diyen kimse olmadı. Belki de bu yüzden Diyarbakır'a daha çok bağlandım. Herkes "Geri gelin” diyor.
Hıristiyan Ermeni biriyle evlenmek istiyorum. Öyle biriyle de birlikteyim. İstanbul'da yaşıyor. Sason'un Haylarından (Erm. 'Ermenilerinden') o da. Ortak arkadaşlarımız tanıştırdı bizi. Ben İstanbul'da yaşayamam. Turist olarak gitmek çok güzel; git, gez, alışveriş yap gel ama ötesi yok. Arkadaşım için hiçbir sorun yok, burada, Diyarbakır'da yaşamak istiyor ama buralarda mesleğiyle ilgili iş bulamaz. Kuyumcu ustası, sadekâr. Burada o işi yapacağı yer yok. Ne yapacağız, karar verebilmiş değiliz.
Ermeni olduğum kadar Kürt, Kürt olduğum kadar Ermeni'yim. Öyle tanımlıyorum kendimi. Bu kültürün içine doğdum. Kendimi Kürt de hissediyorum. Ama evlenirsem düğünüm kesinlikle kilisede olmalı. Başka bir seçenek yok. Çocuklarımın Ermeni okulunda okumasını çok isterim. İstanbul'da yaşayacaksam eğer, tek sebebi çocuklarımın Ermeni okulunda okuması olur.
Türklere tepkim var ama Kürtlere yok
Geçmiş beni ilgilendirmiyor. Türklere tepkim var ama Kürtlere yok. Onlar hatalarını fark etti. Özür dileyecek kadar olgunlaştılar. Türkler için algı değişikliği yok. Ermeniler onların gözünde hâlâ vatan haini. Uzun süredir Kürt hareketinin içindeyim. Hiç gizlemedim Ermeniliğimi. Bu kimliğimle, Ermeni kimliğimle kabul edildim.
Süryanilerle ilişkilerim çok iyi. Bazı yerlerde açık Ermeni kilisesi olmadığı için Süryanilerle Ermenilerin dini ilişkileri var. Okulun son yılında Deyrulzafaran Manastırı'nda bir yıl Süryanilerle birlikte yaşadım. 10-12 yıldır Süryanilerle iç içeyiz. Diyarbakır'da Süryani olmak da, Ermeni olmak da, ikisi de rahattır.
İstanbullu Ermeni gençler bizi çok köylü buluyor
Buradakilerden çok İstanbul'daki Sasonlularla aram iyidir. Bunun nedeni sosyalist bir çevreden geliyor olmaları. Bir de, onlar İstanbul'a en son gidenler olduğu için kendimi onlara yakın hissediyorum. İstanbul'daki Hay gençler ile hiç işim olmaz. Yaşam tarzlarımız çok farklı. Onlar bizi çok köylü buluyor, biz de onları çok yoz buluyoruz. Bu yüzden Adıyamanlı ve Sasonlu Hayları daha çok seviyorum. Onlar daha az bozulmuşlar.
Ermenistan benim için hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir organik bağım yok orayla. Kürdistan daha çok şey hissettiriyor bana. Suriye nasılsa Ermenistan da öyle benim için.
İstanbullu Ermeniler gibi diaspora Ermenileri de uzaktan ahkâm kesiyorlar. Biraz da paranız varsa, buradaki ne yaşıyor, ne sıkıntısı var, hiçbir şey bilemezsiniz. Mesela, benim bir vaftiz kızım var. Siverekli bir Ermeni kızı, benden iki yaş küçük. Buradaki Süryani papaz "Siz dönmesiniz, vaftiz olamazsınız" dedi. Kız da "Protestan değilim, Protestan kilisesinde vaftiz olmak istemiyorum" dedi. Götürdük, Metropolit tarafından vaftiz edildi. Böylece Ermeni kız Süryani nüfusuna geçti. Benim için de aynı şey geçerli.
Bulgar kilisesinde vaftiz oldum
Benim vaftizim Şişli Bulgar Kilisesi'nde oldu. O başka bir hikâye zaten. İstanbul'da bir Süryani rahibe var. Onun erkek kardeşi, Süryanilikten dönme Müslüman bir kızla evlenmek istedi. Ailesi Müslüman kimliği taşıyor. Kız "Ben Hıristiyan'ım" dedi. Evlenmek için vaftiz olması gerekiyordu. Süryaniler kabul etmedi. Bulgaristan'dan bir papaz gelmişti İstanbul'a. Duymuş böyle bir sıkıntı yaşandığını. Demiş ki, "Hıristiyan'ım diyen herkes kabulümdür. Çağırın, ben vaftiz de edeceğim, nikâh da yapacağım. Benim için İman ediyorum' demesi yeter." Cennetlik bir adam... Arkadaşım aradı, "Vaftiz oluyorum. Nikah da kıyılacak. İstersen gel, sen de vaftiz ol" dedi. O zaman Ankara’daydım. 23 yaşındaydım. Apar topar, Bulgar kilisesinde Ortodoks olarak vaftiz oldum.
Ermeni Patrikhanesine başvurmadım, çünkü reddedileceğimi biliyordum. Daha önce bunu yaşayan pek çok kişi tanıyorum. Vaftiz olmak istemişler, olamamışlar. Birçoğu Protestan kilisesine gitmek zorunda kalmış. Reddedilmek beni ve inancımı çok yıpratırdı, bu yüzden göze alamadım. Önemli olan vaftiz olabilmekti zaten. Benim için hiçbir fark yok. Milli kiliselere karşıyım.
Annem ve çevremdekiler ben vaftiz olunca önce şaşırdılar ama sonra unuttular. Çevremdeki herkes duydu. Çok uzun zaman önce Hıristiyanlığı kabul ettim. Her 24 Nisan’da kiliseye gider, mum yakarım. Ama mutlaka bir Ermeni kilisesinde...
Sh: 129-135
Ben 1928'de, Lice'de doğdum. Mamamın ikinci çocuğuyum. Babamlar Liceliydi, anne tarafım Palu'dan gelmiş Lice'ye. Mamam 12-13 çocuk doğurmuş. Bir abim 17 yaşındaydı, öldü. İki de kız öldü. Yedi kardeş sağız.
Çocukluğum Lice'de, çok güzel geçti. O zamanlar başkaydı. Dereye gidip su getirirdik. Yan yana oturup konuşurduk. Yemek yapardık, çörek yapıp yağda kızartırdık. İp atlardık, top oynardık. Ermenice konuşurduk, Türkçe yoktu. İçerde de, dışarda da Ermenice konuşurduk. Onun için "gâvur" diyorlardı bize. Lice merkezde 20-25 ev vardı, geri kalanı Kürt'tü. Zaza yoktu hiç. Bizim Kürt komşu vardı, bırakmıyordu sinek konsun bizim üstümüze. Sahip çıkıyordu bize. Komşularla Kürtçe konuşuyorduk, biz bize Ermenice.
Pazar günleri Surp Harut Kilisesi'ne gidiyorduk. Yıkıktı ama mum yakıp dua ediyorduk. Bizim zamanımızda Lice'deki bütün kiliseler yıkıktı. Dört kilise vardı; Surp Agop vardı, Surp Sarkis vardı... Cenaze [dualarını] okuyan vardı Lice'de. Babam okuyordu, basmacı Agop da okuyordu.
Lice'de Ermeni olmak zor değildi
Annem Lice'deyken köylere terzilik yapardı. Biz üç kız kardeş de ona yardım ederdik. Babam da ayakkabı dikerdi. Oralarda babamın diktiği ayakkabılara 'yemeni’ derlerdi. Kayınbabamın bağı vardı, üzüm toplardık. Salça yaparlardı, dolma kuruturlardı, tarhana yaparlardı. Pekmezden sucuğa kadar her şeyi yapardık. Lice'de Ermeni olmak hiç zor değildi. Çok kıymetliydik biz. İş yapanlar kıymetliydi. Demirci, ayakkabıcı, kalaycı çok vardı. Liceli Ermenilerin yarısı dikiş dikerdi. Toprakla uğraşanımız yoktu. Kürtleri çok tanımazdık, daha çok birbirimize gidip gelirdik ama bir Kürt komşumuz vardı, Hamit; onlar Ermenilere sahip çıkıyordu, değer veriyordu.
Zadig olduğunda yıkıkda olsa Surp Harut'a giderdik. Herkes, Lice'deki bütün Ermeniler giderdi. Dua ediyorduk orada. Küçük-büyük, 50 gün oruç tutardık. Sonra üç gün Zadig kutlardık. Erkekler de dükkânları kapatıyordu. Gelen misafirlere rakı veriyorduk, şeker veriyorduk.
'Allah sizin hakkınızı onlardan alsın"
Dedem öldüğünde babam mamasının karnındaymış. Bir kilisenin yanında kolej varmış, babam orada okumuş. Sonra bir Kürt aldı, ev yaptı orayı ama sabaha kadar evden ses geliyordu. O yüzden Kürt, evi bırakıp kaçtı. Sonra orası askerlik şubesi oldu. 1915'ten önce Lice'de çok Ermeni varmış.
Babam on iki, mamam altı yaşındayken kesmişler Ermenileri. Babamı, yayamı, amcamı, amcamın kızını bir ağa kurtarmış. Diğer yayamı, amcamı, amcamın oğlunu öldürmüşler. Ağa onları koruyamamış. Çok asker gelmiş. Ağayı da şikâyet etmişler, Ermenileri koruyor diye. Babam 1915'te canını kurtarmak için kaçmış, kaçmış, sonra bir Kürt'ün evine sığınmış. Kürt ağlamış, babama "Allah sizin hakkınızı onlardan alsın" demiş. Babam o Kürt ağanın evinde büyüyor. Ama ağa, babamı Müslüman yapmıyor. Babamın amcasının kızını da kurtarmış. O da önce Suriye'ye, sonra Kanada'ya gitti, çocukları orada.
Annem de altı yaşındaymış. Onun ailesinden hayatta kalan bir yayası var. Yayamın üç yaşındaki kızını jandarma almış, tavuk keser gibi başını kesmiş. Anlatırken titrerdi. Üç kızı, bir de bir buçuk yaşında bir oğlu varmış. Yayamın Müslüman olmuş bir amcazadesi varmış, adı Mardo, onun yanına sığınmış. Üç ay orada kalmışlar. Mardo'nun kızları varmış, evlenmişler, ama oğlu yokmuş. Yayam, Hüseyin Ali diye bir Kürt'le evleniyor. Annemle teyzem de yayamla gidiyor ama oğlan Mardo'da kalıyor. Yayam ikinci karısı oluyor adamın. Ama bir süre sonra kuması istemiyor yayamı. Yayam da iki kızıyla, teyzemle ve mamamla Lice'de boş bir eve yerleşiyor. İki kızı almış, bir boş evde oturmuş, ne çul var ne yatak... "Akşam oldu, baktım birisi geldi, 'Bu yorgan, döşek sizindir’ dedi" diye anlatırdı. Serip üçü yatmışlar. Sonra birisi kaşık vermiş, birisi tabak, birisi tencere vermiş. Boş evde oturuyorlar. Herkes bir şey veriyor. Derken mamam biraz büyümüş, yayam gitmiş çamaşır yıkamış, buğday yıkamış, böyle böyle kızlarını büyütmüş.
Annemle babam Lice'de evleniyorlar. Agop Basmacıyan vardı, o dua okumuş, kıymış nikâhlarını. O zaman Protestan kilisesinde kalan Ermeniler var. Annemle babama da orada bir oda veriyorlar ama yatak yok. Bir komşu, yorgan, yastık, bir de çul getiriyor. Karı-koca, bunları serip yatmışlar.
Rakımızı, şarabımızı kendimiz yapardık
Lice'de Beyler Mahallesi'ne okula gidilirdi. Sadece erkekler giderdi, kızlar gitmezdi, çünkü o mahalledekiler "gâvur" deyip bizi taşlarlardı. Çocukların kafaları kırılırdı. Beyler Mahallesi'nde hiç Ermeni yoktu, hepsi Kürt'tü. Bizi hiç sevmezlerdi. Sonra bizim mahalleye de okul yapıldı da biz kızlar da okula gitmeye başladık. O dönemler bolluk vardı. Bir tarafta ekmek vardı, bir tarafta kavurma, pekmez, bal... Babam da çalışıyordu. Rakımızı da, şarabımızı da kendimiz yapardık. Şarap, zengin-fakir, herkesin evinde olurdu. Yayam da, babam da şarap yapmasını bilirdi. Akşamları evlerde toplanırdık. Hep birlikte oturup yemek yerdik. Adetleri, Paskalya'yı, her şeyi kutluyorduk.
Papazın kızı hoca nikâhıyla evlenmiş
17 yaşında evlendim. Lice'ye çok yakın olan bir köye gelin gittim. Lice'ye atla 10 dakika mesafedeydi. Kocamın ailesi gelip istedi beni. Nişan yaptılar. Kına da yaptılar bana. Yayam yemek yaptı. Elime kına yaktılar, sonra kırmızı bezle bağladılar. Kırmızı gelinlik giydim. O zamanlar hep kırmızı gelinlik giyilirdi. İkinci gün beni götürdüler. Belki vardı 50 kişi, atla geldiler. Atla gelin gittim. Bir sene o köyde kaldık, sonra Lice'ye taşındık. O köyde iki hane Hay vardı. Gerisini hep kesmişler.
Kaynanamın gözü görmüyordu. Onu da kesimden bir Kürt kurtarmış. Babası papazmış. Kurtarmışlar ama sokaklarda kalmış. Babasını, kardeşlerini öldürmüşler, bir kaynanam kalmış hayatta. Kayınbabam da "Bu papazın kızıdır, sahipsizdir" diye evlenmiş onunla. Evlenmiş evlenmesine ama nikâhlarını hocaya kıydırmışlar, mecburen. Papazın kızı hoca nikâhıyla evlenmiş, ne yapsın...
Ben kaynanamın ikinci geliniydim. Evlerine gittim ki kaynım, eltim, iki görümcem, kayınbabam, kaynanam, hep bir evde yaşıyorduk. Bir görümcemi kaçırdılar. 20 yaşında vardı. Komşuları kaçırdı aslında, başka köyden de yardım ettiler. Yazdı, balkonda yatıyorduk. Kocam köylerde çalışmaya gitmişti. Kaynım da askerdeydi. Evde bir erkek kayınbabam vardı, o da yaşlıydı. Dört kişiydiler. Önce beni kaçırmaya kalktılar. "Ben gebeyim, karıyım" deyince beni bıraktılar. Görümcemi gece gece götürdüler. Korkudan Diyarbakır'da başına menenjit vurdu o görümcemin, öldü. Bir de oğlu olmuştu. Diğer görümcem Lice'de evlendi.
Varto'da dönme Ermeni çoktu
Ben çocuklarımın hepsini Lice'de doğurdum. Sonra, orada iş olmadığı için Varto'ya taşındık. Varto, Lice'den daha güzeldi aslında. Varto'da dönme Ermeni çoktu, o yüzden bizi çok seviyorlardı. Kürtler kızınca dönmelere de "gâvur" derlerdi ama onlar hâlâ Varto'da yaşıyorlar. Onların malı mülkü çok...
Varto'da Aleviler ve bir de Kürtler vardı ama ayrı ayrılardı. Evde Ermenice konuşuyorduk. Diyarbakır'a sık sık gidip gelirdik. Kocam ayakkabı, şeker, pirinç satıyordu, 11 yıl orada yaşadık. Depreme yedi cenaze verdik. 1966 yılıydı, hiç unutmam. Kaynanam, görümcem, kaynımın kızı, benim kızım gitti. Cenazeler Diyarbakır Surp Giragos'tan kaldırıldı.
Depremden sonra hemen İstanbul'a gitmedik. Önce Diyarbakır'a gittik, sonra Lice'de annemlerle vedalaşıp İstanbul'a geldik. Bu arada babamlar Diyarbakır'a taşındılar, babam orada öldü. Dokuz sene sonra, 1975'te Lice'ye gittim. Baktım ki Lice yıkılmamış, ayaktaydı o zaman.
Geçti artık
O zamanlar Ermeniliği İstanbul’daki gibi oralarda da yaşıyorduk. Herkes bilirdi Ermeni olduğumuzu. İsimlerimiz de Ermeniceydi. Âdetimizi, bayramımızı orada da yapıyorduk. Kim karışıyordu ki... Ninnilerimiz hem Ermeniceydi, hem de Kürtçe. Ama hiç aklımda kalmadı. "Bu yaşında Lice’ye dönüp orada yaşar mısın?’’ dersen, bizim evler yıkılmış, nerde yaşayacağız ki? Şimdi gidiyor akrabalar Lice’ye. Pek kıymetli olmuşuz oralarda. "Gelin” diyorlarmış, "Evinizi yapalım, kilisenizi yapalım’’ diyorlarmış. Ama geçti artık. Biz buralara yerleştik, bir daha dönülmez oralara. Keşke o zamanlar böyle yapmasalardı. Kardeş gibi geçinir giderdik Kürtlerle, ne var ki?
Sh: 149-153
Diyarbakırlıyım. 37 yaşındayım. Babamın altıncı çocuğuyum. Yedi kardeşiz; beş oğlan, iki kız... İlkokulu şehir içinde okudum. Okulda Suna diye bir arkadaşım vardı. Ermeni olmak o kadar gizlenirdi ki, sonradan öğrendim onların Ermeni olduğunu. Orta ikiden terkim. İnsanın içinde ukde kalıyor okuyamamak. Bazıları okuyamadığım için bende bir eksiklik görüyor. Bu yüzden inat ettim, "Okuyacağım" dedim. Ortaokulu, liseyi dışarıdan okudum. İki yıllık üniversite kazandım. Bilgisayar okudum. "Okuyabiliyorum" demek istedim. Babamdan da marangozluk, ağaç işleri öğrendim.
Elektroniğe, bilgisayara da merakım var ama ağaç işlerinde daha başarılıyım. Dükkânım var. Sanayide kullanılan kesici aletleri köreldikten sonra keskinleştiriyoruz. Şu anda mermer tezgâhları ile ilgili bir makine projem var. Kısmet olursa kredi alıp onu yapacağım. Maddi durumum yerinde.
2000'de halamın torunuyla evlendim. İki çocuğum var, biri kız, diğeri erkek. Eşim Ermenilik mevzularına girmeyi pek doğru bulmuyor. Daha doğrusu, biraz kararsız. Babam da, ben de, Müslüman'dan daha Müslüman'ız. Göstermelik değil. Babam sabah namazını kılar, kimse de bilmez. Topluma da uymuş oluyoruz ama inanıyoruz da...
Cami ile kilise arasında
14 yaşında filandım. Annem biraz bahsetti. Babamı sıkıştırdım. Hiç unutmam, bizim arka odada "Baba, biz neyiz ya?" dedim. Şimdi İstanbul'da olan ablamla beraber konuştuk. Babam lafı dolandıra dolandıra "Evet, Ermeni'yiz" dedi. Öyle bir sevindik ki o akşam... Sonunda öğrenmiştik nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu.
Hrant Dink'in bir sözü vardı, "Su çatlağını bulur" diye; bizimki de öyle olduğu için bu söz hoşumuza gitti. Zaten Ermeniliğimizi duymadan önce de babam hiçbir zaman kiliseye karşı ters bir şey söylemezdi. Halen de öyledir. Kilisenin bir parçasına zarar gelsin istemez.
Çocukken Meryem Ana Kilisesi'nin önünden geçerken "Bu gâvurlar çocukları iğneli beşiğe yatırıp öldürür, sonra da kanlarını içerler. Çağırırlarsa sakın gitmeyin" derlerdi bize. Ergenlik çağma girince aştık böyle şeyleri. 14 yaşından beri beş vakit namazımı kılarım, hiç kaçırmadım. Askerde bile, çok zor durumda kalmama rağmen kıldım. Ondan bundan değil, Allah'a olan inancımdan namazımı kılarım. Bir laf vardır, cami ile kilise arasında kalmak diye; bizimki de böyle bir karmaşa işte.
Var olduğumuzu, yaşadığımızı göstermeliyiz
2005'te askere gittim. Önce İsparta, sonra Kıbrıs... Hayatımın en zor günleriydi. 24 saat dayak yedim, dişlerim kırılana kadar. Bölükte Kürtler vardı. Bana casusluk teklif ettiler, kabul etmeyince de sürekli dövdüler. Acaba Ermeni olduğumu biliyorlardı da, o yüzden mi dövüyorlardı? Kendi kendime onu düşünüyorum ama... Düşün, 140 kişinin içinde bir tek beni döverlerdi. Beni "terörist" diye çağırırlardı. Halbuki benim hiç öyle şeyim yoktur. Ben Kürtçe bile bilmem. Anlıyorum, zorlaşan konuşurum çat pat ama, belki ilgi de duymadığım için çok bilmem. Biraz da, Kürtlere soğuk bakıyorum, herhalde ondan. Onları 1915’te celladın yardımcısı olarak görüyorum.
Askerde çok ezildim ama sivil hayatta bunun çok faydası oldu; hayatta bir daha ezilmemek için belli bir seviyeye gelmeyi kafama koydum. Askerden dönünce, önce babamın marangoz atölyesinde bir süre çalıştım. Daha sonra babam beni abimle beraber İstanbul'a gönderdi. Orada birkaç ay çalıştım ama İstanbul kafama yatmadı. Biraz da para kazanma hırsı var... 1999’da burada dükkân açtım. 2001'e kadar işler hızlandı. Şu anda bulunduğum küçük dükkânı, oturduğumuz evi aldım. Sonra babamla beraber bir dükkân aldık. 2008'e kadar ağaç işi yaptım.
Bugün Diyarbakır'da, benim yaşlarımda olup benden daha iyi ağaç işi yapabilecek kimse yok. Babamla abim de çok iyidir ama ağaç işi tükendi artık. Geçen yıl, annem vefat etmeden önce bir ev daha aldım. Hayat standardımı oturttum. Artık Ermeniler için bir şeyler yapmak istiyorum. Bu konunun aydınlanmasını istiyorum.
O korku var ya...
Babam kendisinden ayrılıp dükkân açmamı istememişti. Hep o korku var ya... O kalıcı korku yüzünden de hâlâ çalışıyor. Bende babamdaki korku yok. O kadar insan ölmüş, sırf Ermeni olduğu için. Ben onlardan daha mı kıymetliyim? Var olduğumuzu, yaşadığımızı göstermeliyiz, bana kalırsa. Beni dinleseler, bütün ailemi alır "Ermeni'yiz" derim. Ama işte, dışlanırız, başımıza türlü işler gelir diye korkuyorlar. Ablalarım falan kızıyorlar bana. Bunları anlattığımı duysa, büyük ablam beni parçalar. Tabii, benim onları dinlemediğimi biliyorlar. İnsanlar kendini o kadar dine kaptırmış ki, Ermeni olduklarını hatırlamak bile istemiyorlar. Ölmemek için, hayatta kalmak için bazı şeyleri kabul ediyorlar.
Bir amcam var İzmir'de. Kendisi de, bütün ailesi de MHP'li. Bir ara Muş'ta bir arazi konusu çıkmıştı. Hemen telefon etti. Adam oradaki üç-beş tarlanın peşinde... Amcamın tutumuna çok öfkelendim. Biz bir aileyiz. Bakıyorsun, bazıları başka saflara geçiyor ama mal-mülk olunca peşinden koşuyorlar.
Ninemin fotoğrafını görseniz...
Altı yıl önce babamı aldım, Muş'a, ninemin memleketine götürdüm. Orayı görünce, yaşananları daha bir sahipleniyorsun. Ninemin fotoğrafını görseniz, yüzünden anlarsınız neler yaşadığını. Hayattan bıkmış, suyun akışına bırakmış kendini. Kesimden sonra Derikli bir Kürt sahiplenmiş onu. Sonra da onu dedemle evlendirmiş. Ama dedem üç çocuktan sonra onları bırakıp Amerika'ya gitmiş. Nineme para gönderirmiş. Ninem de kendini sağlama almak için o paralarla ev almış, Bismil'e yerleşmiş. Sonra Bismil'den Diyarbakır'a gelmişler, babam yedi-sekiz yaşındayken. Babam askere gidip geldikten sonra kimsesiz kalmasın diye annemle evlendirmişler. Annemler Türkmen'dir.
Çok seviyordum annemi. Onu Ankara'ya götürdüm, gezdirdim. Bir beyin hastalığına tutuldu. Hastalıktan küçüldü. Onu kucağımda görsen, sanki bebek gibi... Ölürken elimizin içinden kayıp giden sabuna benzettim biraz. Sekiz ay oldu öleli. Bu Perşembe gittim mezarına. Baktım, mermeryapmışlar. Öyle bir ağırıma gitti ki... O toprağın kenarı mermer oldu ya, sanki kayboldu annemin mezarı. Çok üzüldüm. Ağlamadım ama çok kötü oldum, iştahım bile kesildi.
Babam ölünce onu da Müslüman mezarlığına gömeceğiz tabii. Ne yapalım, Müslüman olarak yaşamış... Benim için o da önemli değil. İnsan neye inanırsa inansın, Allah'ın huzurunda, yaptıklarıyla yargılanır. Ben öyle inanıyorum.
Hepsi sessiz, çünkü susturulmuşlar
Askerden döndükten sonra bütün kiliselere gittim. Surp Giragos'a gittiğimde yıkıntıydı; hiç unutmam, çok etkilenmiştim. Burada bir hayat var. Diyarbakır'daki evlerin çoğu Ermenilere ait. Diyarbakır Suriçi'nde bir sürü Ermeni vardı. Hepsi sessiz, çünkü hepsi susturulmuş.
Surp Giragos'un tadilattan sonraki halini hiç görmedim. Bana göre, evet, kilise yapıldı ama insanlar oraya dönmedi. Açılış gününde iş için İstanbul'daydım zaten. Bir sürü Ermeni gelmiş de, ne yapayım, geldikten sonra da geri dönmüşler. Bence kilise bina değil sadece, cemaat olmak lazım. Bunun için çalışmak lazım. Geçmişi geri getiremeyiz ama bir şeyler yapalım istiyorum. Önce bir Ermeni tabanı oluşması lazım Diyarbakır'da ama öyle bir şey yok.
Geçen yıl Diyarbakır'daki kitap fuarında Agos gazetesine abone oldum. Agos'u Hrant Dink öldürüldüğünde öğrenmiştim. Kitap fuarından kitaplar da aldım. Bir şeyler yapmak istiyorum, öğrenmek istiyorum. Bazı şeyleri okurken geçiyorum, bildik şeyler... Farklı bir şeyler arıyorum.
Ermenice öğrenmeyi çok isterdim ama Sur Belediyesi'nin açtığı kursu kaçırdım, geç kaldım kursa. Sonra da gidip tanışmadım. Kim bilir, belki ben de korkuyorumdur.
Böyle kader olmaz
Protestanlarla görüşüyorum. Onlar da kendi derdinde. "Ne yapalım, kaderdir, olmuş" diyorlar. Böyle kader olmaz arkadaş! 1915 ufak bir olay değil ki... Organize; her şey planlanmış. Unutulacak bir şey değil. Protestanlarla bu yüzden anlaşamıyorum.
Kürt arkadaşlarım var elbette ama bir yere kadar samimi olurum, güvenmem. Yani "Arkadaşım, ben Ermeni'yim" dedikten sonra bir ihanetle karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilemem. Ama Ermenilere güvenirim. Bir Ermeni bana kötülük ederse kendi cemaatine zarar vermiş olur. O yüzden, kötülük yapmadan önce bir düşünür. Ben Ermenileri bir aile olarak görüyorum; birbirlerinden uzak olsalar da, geniş ve büyük bir aile...
Ermenistan'a gitmek istiyordum, gidemedim. Kıbrıs'a gittim. Türk kesiminde kaldım bir süre. Rum kesimine gitmeyi düşünüyordum, belki orada birileriyle tanışırım diye. Orada Ermenilerin köyleri var. Çalıştığım işyerinde, patron "Ermenilerin köyüne gidip hepsini yakalayacağız" dedi. Çok zoruma gitti, işi bıraktım.
Benim çocuklarım Ermeni'dir
Hıristiyan olmayı çok düşündüm ama karar veremedim. Allah'a "Bana bir sebep göster, kısmi bir mucize olsun ki ben de doğruyu bulayım" dedim. Allah'a inanıyorum, çok seviyorum fakat doğru olanı İslam, 1915'te yaşananları bir dine mal etmek doğru değil. Bu olayları yapanların ideolojisi böyledir. Dinim Müslüman olsa da kendimi Ermeni hissediyorum. Benim çocuklarım da bence Ermeni'dir, ama sonrasını kendileri bilir. Onlara "Ben buyum, siz bilirsiniz" diyeceğim.
Şimdi biri 11, diğeri altı yaşında. Daha küçükler, dışarıda çok konuşmasınlar diye şimdilik anlatmıyorum ama zamanı gelince anlatacağım. Bir arkadaşım var, Ermeni olduğumuzu biliyor. Bana kırıldığı zaman hemen Ermeni olduğumuzu millete anlatır. Açığını yakalamış ya, seni hançerlemek istiyor. Çocuklarım bunları küçükken yaşamasın istiyorum, o yüzden şimdilik anlatmıyorum. Babam da Ermeni olduğunu açık etseydi Diyarbakır'da barınamazdı. Bunu biliyordu, bu yüzden bize bile söylemek istemedi.
Annem de pek istemezdi bu konuları konuşmamızı ama beni engellemezdi de. "Eğer doğruysa yap ama çevrene zarar verme" derdi. Çevreme zarar vermek istemiyorum elbette ama bu konuların takipçisi olacağım. Neticede bu bizim geçmişimiz, bilmeye hakkım var.
Sh: 157-162
Diyarbakır-Ergani'de doğdum. Babam, annem, iki kız kardeşim ve erkek kardeşimle birlikte büyüdüm. Altı yaşına kadar güzel günlerim oldu. Ben altı yaşındayken babam vefat etti. Annemle, ailemle babamın vefatından sonra zor günler yaşadık. Annemin kardeşleri vardı; biri Konya'da, diğeri Diyarbakır Maden'de. Onlar, tabii, bizi devamlı kolluyorlardı. Bir süre sonra hep birlikte İstanbul'a yerleşmeye karar verdik. İstanbul'a önce amcamlar yerleşti, sonra bizi de aldırdılar. Amcamlarım amacı fabrika kurmaktı, çünkü dede mesleğimiz iplik imalatı ve iplik boyamaydı. Küçük dayım da okudu, kimyager oldu. Hep birlikte fabrika açtılar.
Şeyh Sait, dedemin komşusuymuş
Annemin babası Diyarbakır'a yakın bir köydenmiş. Ben o köyü hiç görmedim. Dedem iplikçiymiş. Orada bu işi yapan tek kişiymiş, bütün köy ona gelirmiş. Dedem bu iplik işiyle uğraşırken Kürt isyanı oluyor, Şeyh Sait İsyanı patlıyor. Şeyh Sait, dedemin komşusuymuş. Bitişik otururlarmış, çok da samimilermiş. Dedemin siyasetle hiç ilgisi yok... Mesleği dışında, hobi olarak da avcılık yaparmış. Orman içinde bir kulübede silahları varmış, boş zamanlarında keklik vururmuş. Hâlâ keklik tüyleri vardır bendeki yastıklarda. Dedemi çekemeyenler "Şeyh Sait'e silah veriyor" diye onu ihbar ediyorlar. Dedem ne söylerse söylesin, suçsuzluğunu ispat edemiyor. Karakolda falakaya yatırıyorlar, döve döve öldürüyorlar. Evde Şeyh Sait'i yayamdan duyardım, kim olduğunu İstanbul'a gelince öğrendim.
Dedemin mesleğini kimse yapamıyor ama yayam öğrenmiş. Dedem kadar olmasa da, daha ufak çaplı sürdürmüş bu işi. Benim hatırladığım, yayam Maden'de kalıyor büyük dayımla. Annem en büyükleri, sonra büyük dayım, kimyager olan küçük dayım, en küçük de kız kardeşleri... Annem dahil, dört kardeşin hepsi İstanbul'da öldü.
Anadolu'da kumalık yaygın
Benim yayam, dedemin ikinci eşi oluyor. Daha önce başka bir kadınla evliymiş dedem. O ilk karısıyla evliyken kesim oluyor. Kesim mi, isyan mı, onu tam olarak bilmiyorum ama, dedemle haberleşiyorlar, "Birbirimizi kaybedersek ve hayatta kalırsak yine beraber olalım” diyorlar. Ne kadar ağır bir travma geçiriyorlarsa, birbirlerini kaybedeceklerini biliyorlar ve kaybediyorlar da.
Olaylar bittikten sonra dedem kaç zaman bekâr kalıyor, bilmiyorum. Sonra benim yayamla evleniyor. Yayamla evlendikten beş-altı ay sonra, eski karısı, sora sora dedemin evini buluyor. Kapıyı dayayam açıyor. Bakıyor, bir yabancı kadın, dedemi soruyor. O zaman dedem çıkıyor kapıya, hemen sarılıyorlar. "Biz sözleşmiştik, bu olaylardan sonra sağ kalırsak birleşelim diye. Benim artık gidecek yerim yok, sizinle yaşayacağım" diyor ve dedemlerle beraber kalıyor. Biz o yayamı çok severdik, çünkü bize çok ihtimam gösterirdi, çok severdi bizi. Benim öz yayam da onu sahipleniyor, abla-kardeş gibi anlaşıyorlar. Onun hiç çocuğu olmamış. Anadolu'da zaten kumalık yaygın. Hatta, dedemin mesleği de boyacılık ve iplikçilik olduğu için ikisi beraber evde çalışıyorlar.
Babamın ailesinin tamamı kesimde ölmüş
Babamın ailesi ise Dicle'nin bir köyünden. Ailesinin tamamı kesimde öldüğü için babam tek başına kalıyor. Altı kardeşlermiş, bir tek babam sağ kalmış. Onu da bir komşuları kurtarmış. Babam, annemin babasının uzaktan akrabası oluyor galiba. Dedem onu yalnız bırakmıyor, yanma alıyor. Hem mesleği öğretiyor, hem de oğlu gibi yetiştiriyor. Askere gönderiyor, askerden geldikten sonra tekrar yanına alıyor. Bu arada benim annem 15 yaşına geliyor. Dedem onu babamla evlendiriyor. Annem yedi yaşındayken Kürt isyanı başlıyor. Kaçarlarken teyzem altı aylıkmış; dedem onu taşıyamıyor ve mağara gibi bir yere bırakıyor. Annem de acıyor, kardeşi tabii, dayanamıyor ve kendisi kucaklıyor. (Kürt isyanı zamanı galiba kesimle isyanı karıştırıyorum.) Annem yaşasa şimdi 95 veya 100 yaşında olacaktı.
Ergani'de bayram yaptığımızı hatırlamıyorum
Ergani'de çok az Ermeni olduğu ve onlar da Müslüman gibi yaşadıkları için orada hiç yumurta boyadığımızı, kiliseye gittiğimizi, bayram yaptığımızı hatırlamıyorum. Diyarbakır'daki akrabalarımız yaparlarmış fakat bunu sonradan duydum. Kiliseye giderken güzel giyindikleri zaman Müslüman komşuları onları rahatsız ederlermiş. Gelenekleri yayamlar biliyordu ama yapamıyorlardı. Diyarbakır'daki Ermeniler yapıyorlardı mutlaka.
Yayam perdeleri çekerek ibadet ederdi Ergani'de, çünkü haç çıkarırdı. Bize Ermenice dualar öğretmediler. Ablam Kuran okurdu. Arapçayı öğrenmişti. Mahallede arkadaşları Kuran kursuna gidiyor diye heveslenmiş, annem de göndermiş... Ben de ilkokula Ergani'de başladım ama birinci sınıftayken babam vefat etti. Orada Müslüman mezarlığında yatıyor, çünkü Ermeni mezarlığı yoktu.
Bizimkiler Diyarbakır'a mecbur kalmadıkça gitmezlermiş. Ergani’de kilise olmadığı için (ya da vardı ama yıkıktı) ben de, ablamlar da Diyarbakır'da, Surp Giragos Kilisesi'nde vaftiz olmuşuz. Mamamla babamın düğünü de Dicle'de olmuş. Kesimden sonra olduğu için, kilisede değil kendi aralarında yapmışlardır. Diyarbakır Kilisesi'ni hatırlıyorum. Kocaman bir kapısı vardı. Oraya bakan yaşlı kadın, kocaman bir anahtarla açardı kapıyı. Dua eder, çıkardık.
Biz İstanbul'a gelmeden önce küçük dayım kimyager çıktı. Konya’da çalışırken yengemle tanışıyor. Yengem Müslüman’dır ama anlaşıp evleniyorlar. Fakat dayım yayama Müslüman bir kızla evlendiğini söylemiyor, çünkü yayam çok dindar bir kadındı, istemezdi. Biz de söylemedik. Dayımın iki çocuğu olduktan sonra Diyarbakır'a getiriyor yengemi, ailesiyle tanıştırmaya. Yayamlar, mamamlar (Erm. anne), "gelinimiz" diye çok güzel karşılıyorlar. Dayım evlendiği için bir şey diyemiyorlar, seviyorlar da yengemi. Ama yengem yayamın ibadetini görünce "Aaa, bunlar gâvur" diyor ve ayrılmaya kalkıyor ama sonra barışıyorlar. Kuzenlerimle kardeş gibi büyüdük ama dayımın kendi dinini bilmemesinden, yengemin de Müslüman olmasından dolayı onlar da Müslüman gibi büyüdüler, Müslümanlarla evlendiler.
Ermeni okullarına gidemedikleri için...
Ben altı yaşında İstanbul'a geldiğim için Diyarbakır'a dair çok az şey hatırlıyorum. Oturduğumuz muhitte Hıristiyan olan ama Müslüman gibi yaşayan birkaç kişi daha vardı. Korkudan isimlerini değiştirmişler. Hatta bize bile Müslüman isimleri konmuş. Erkekler askerde zorluk çekmesin diye böyle olmuş. Dayılarımın nüfusu, annemin nüfusu hep 'mühtedi' olarak çıkmıştı. Mühtedi, 'dönme' demek. Yani dininden döndürmüşler, Müslüman yapmışlar, nüfus kâğıdına da 'mühtedi' yazmışlar. 0 zaman bilmezdik ne demek olduğunu, sonra anladık ki dönme olunca böyle yazılırmış.
İstanbul'a gelince, yayam nüfus kâğıtlarını değiştirmek için Patrikhane'ye götürmüş. Dayımların kini de götürmek istemiş ama dayımlar fabrika kurmaya çalıştıkları için demişler ki "Şimdi nüfusumuzu çevirirsen bizim hükümetle işlerimiz zorlaşır." Gitmiş yayam, geri almış Patrikhane'den nüfusları. Yine Müslüman olarak kalmışlar. Böyle olunca da, Ermeni okullarında okuyamadıkları için Müslüman gibi büyümüşler. Babam ise nüfusta Hıristiyan olarak çıktı. O sayede bizim nüfusumuz da Hıristiyan.
İstanbul'a gelince Avrupa'ya gelmiş gibi olduk
İstanbul'a gelince hayatımız tamamen değişti. Sanki Avrupa'ya gelmiş gibi olduk. Daha serbestti burası. Gedikpaşa'da oturmaya başladık. Kilise yakınımızdaydı, yayam her gün giderdi. Çok seviniyordu kiliseye gittiği için. Ermeni komşuları vardı. Rahatlıkla ibadet ediyor, rahatlıkla bayramını kutluyordu. Annem, yayam, biz, tamamen Ermeni âdetlerini yaşamaya, uygulamaya başladık.
Babamın nüfusu Hıristiyan olduğu için, ben de Bezciyan Okulu’na gittim. İlk zamanlar okulda biraz zorlandım ama zamanla alıştım. Ermenice duaları ve Ermenice okuma yazmayı öğrendim. Bezciyan'da okumak beni daha çok adapte etti Ermeni kimliğime. Abim burada Türk okuluna gitti. Onu Ermeni okuluna koymadılar, çünkü Ergani'de Türk okulunda başlamıştı. Liseye devam etti, bitirdi.
12 Mart ihtilali olduğu zaman Bezciyan'a gidiyordum. Bizi sokağa çıkarmadılar darbenin olduğu gün. "Evlerinize gitmeyin, grup halinde göndereceğiz sizi" dediler. Darbenin ne olduğunu da bilmiyorduk. Gedikpaşa'da oturduğumuz için üniversitedeki olayların içerisindeydik her zaman. Cuma günleri sık sık öğrenci olayları olurdu. 1980 darbesinde benim yakın akrabalarım, genç çocuklar olayların içindeydi. O zaman farkındaydık olayların ama bilemiyorduk, sağcı, solcu... Dayımın oğlu burada üniversitede okurken, çatışmalardan dolayı okulu bırakıp Almanya'ya gitti, oradan mezun olup geri geldi.
Ermeni okulundan sonra Türk okulunda kurslara gittim. Akşam Sanat Okulu'nun tüm kurslarına devam ettim. Hem Türk arkadaşlarım oldu, hem de Ermeni arkadaşlarım. Türk arkadaşlarımla da güzel anlaşıyorduk. Aydın insanlar oldukları için hiç dışlanmadım. Hatta benden, benim kültürümden bir şeyler öğrenmek için bana daha çok yaklaşmaya çalışıyorlardı.
Akşam Sanat’ı bitirdikten sonra ablamla beraber evde çalıştık. Dikiş dikerdik. İki ablam da bekârdı, çalışıyorlardı. ıg68'de Almanya'ya işçi olarak gittiler. Dört sene orada yaşadılar; geldiler, burada evlendiler. İkisinin de düğünü Feriköy'de, kilisede oldu. Küçük ablam bir yıllık evliyken vefat etti. Büyük ablamın da bir kızı oldu. O da Hıristiyan'la evlendi. İki çocuğu var. Onlar da Hıristiyan ortamında büyüyorlar.
Annem torununu vaftiz ettiremedi
En küçük kız olduğum için ben aslında evlenmeyi düşünmüyordum. Fakat ablamlar Almanya'ya giderken "Bizi bekleme, istediğin zaman evlenebilirsin" dediler. Abim de o sıralar okulu bitirmişti, muhasebecilik yapıyordu. Müslüman bir kızı sevdi, evlendi. Bir de oğlu oldu. Her bayram gelirler, ben de onların bayramını kutlarım. Karısıyla abim beş-altı yıl iş için Almanya'da yaşadılar. Oğullarını hem ben büyüttüm, hem de anneannesi. Bende kaldığı zamanlarda kiliseye götürdüm çocuğu. O zamanlar annem de hayattaydı. Torununu vaftiz ettirmek istedi ama çocuğun annesi Müslüman olduğu için yasakmış meğer yaptıramadık. Babası kütükte Hıristiyan olmasına rağmen, çocuğu nüfusa Müslüman olarak geçirdiler. Aramız bozulmasın diye bir şey diyemedik. Oğlan bana çok düşkündür. Gelinimiz "İsterse sizden birini alabilir" dedi ama cesaret edemedim, "Kimi tercih ederse" dedim. O da Müslüman bir kız seçti.
Eşimle görücü usulüyle tanıştım. İki yıl nişanlı kaldık. Kayserilidir. Eşimin Diyarbakırlı olup olmaması fark etmezdi benim için. Problem çıkmadı. Eşim de Kayserili biriyle evlenmek istememiş, akraba olmasın istemiş. Eşimin sülalesi çok geniş. Hepsiyle görüşürüm. İki kızımız oldu, ikisini de Hıristiyan okuluna gönderdim, ikisi de Hıristiyan'la evlendi. Bir Müslüman'la evlenmek istemezdim. Kızlarımın da Müslüman'la evlenmesini istemezdim. Mesela abimin çocuğunu vaftiz bile yapamadık. Öte yandan, bir ablam Hıristiyan'la evlendi ama adam alkolik çıktı. Ablam ondan çok çekti ve erken öldü. Ablam öleceğine, kocası alkolik bir Hıristiyan değil de iyi bir Müslüman olsaydı.
Diyarbakırlı Ermeni olmak farklı bir şey
Mıgırdiç Margosyan anne tarafımdan akrabamdır. Annemle kuzen oluyorlar. Hatta Mıgırdiç talebeyken gelir bizde kalırdı, yayası da bizde kalırdı. Onun 'Gâvur Mahallesi' kitabını okuyunca Diyarbakır'ı daha iyi tanıdım. Diyarbakırlı Ermeni olmak farklı bir şey.
Elimden geldiğince oradaki âdetleri sürdürmeye çalışıyorum. Mesela, İstanbul'a küçükken geldiğim için buranın çöreklerini yapıyorum ama akrabalarımdan Diyarbakır çöreklerinin nasıl yapıldığını da öğreniyorum. İçli köftemiz de meşhur; onu annemden öğrendim, çocuklarıma da öğrettim.
Kızlarıma Diyarbakır'la ilgili bildiğim her şeyi, her fırsatta anlatıyorum. Oraya altı yaşından sonra bir daha gitmedim ama ilk fırsatta gideceğim. Surp Giragos Kilisesi’ni onardıklarına çok sevindim, çok memnun oldum, çünkü perişan halde olduğuna çok üzülüyordum.
Her şeye rağmen yurtdışına gitmek istemedim
Her kötü şeyi Ermenilere yüklemeye çalışıyorlar. Fırsat buldukça gerçekleri, Ermeniliğin kötü bir şey olmadığını anlatmak lazım ki, Ermenileri yanlış tanımasınlar. Büyük kızımın yurtdışında devlet dairelerinde işi oluyor. Bir Türk memur Ermeniler hakkında çok yanlış şeyler söylemiş. Kızım da adamla soğukkanlı bir şekilde tartışmış. Kızım Ermenilerle ilgili "Ruslarla işbirliği yapıp, ihanet ettiler" gibi çok sık tekrarlanan sözlerin doğru olmadığını o memura anlatmış. O memur eve gidince kızımın söylediklerini karısına da anlatmış. Kızım tekrar o devlet dairesine gittiğinde adamın bakışının değişmiş olduğunu görmüş. Ben de bir gün pasaport için karakola gittim. Kapıdaki çocukla sohbet etmeye başladık. O da Malatyalıymış; başladı bana tanıdığı Ermenileri anlatmaya, methetmeye. Ben de iyi şeyler anlattım ki, kötü bir intiba varsa değişsin.
Çocuklarıma geçmişte yaşananları anlattım, hâlâ da anlatırım. İkisini de Ermeni okuluna gönderdim, kimliklerini bilsinler, öğrensinler diye. Agos kurulduktan sonra daha çok konuşulur, anlatılır oldu her şey. Hepimiz daha çok cesaret bulduk. Sevag Balıkçı askerde öldüğünde inanmak istemedim. "Hrant'tan sonra böyle bir şey artık olmaz" diyordum. Demek ki olabiliyormuş.
New York'ta ve Kanada'da akrabalarım var. 25 yıl önce gitmişler. Biz Diyarbakır'dayken annemin bir akrabası bizi de Amerika'ya götürmeye çalışmış ama yayam gitmek istememiş, "Ben gurbetlik çekmek istemiyorum, burada yaşamak istiyorum" demiş. Ben de, her şeye rağmen, hiç yurtdışına gitmek istemedim. Büyük kızım ve damadım yurtdışında. Senede iki defa geliyorlar. Buranın her şeyini özlüyorlar. Ben yurtdışına sadece gezmek için gitmek isterim. Diyarbakır'dan da küçükken ayrıldığım için, İstanbul'dan başka bir yerde yaşayamam. Ermenistan'a da gittim; hoşuma gitti tabii Ermenice sokak isimleri filan, ama orası "Bir gün gidip yaşayabilirim" diyeceğim bir yer değil. Ben orada doğmadım ki...
Sh: 63-69
SONSÖZ /ARZU ÖZTÜRKMEN
Diyarbakır Ermenileri Konuşuyor'da yer alan anlatıları okurken, sözlü tarihin türlü cilvelerini düşünmeden edemedim. Bunlarar asında, hayat hikâyelerinin dinleyicisini 'hakikate çağrısı', farklı iktidar katmanlarının duygular ekseninden ifadesi, ve belki de bu kadim şehrin, herkesin, her şeyin üstünden bizlere müstehzi bakışı var. 'Sessizliğin sesi' kadar, Diyarbakır'ın bize yüklediği duygusal ağırlığı da hissetmemek mümkün değil bu anlatılarda. Bugünün çok-yerli yerelliği içinde bile hâlâ kendisi olmayı sürdürebilen şehirlerimiz var. Diyarbakır Ermenileri konuşurken, insan ister istemez, yılların sırlarının şehrin surlarından çıkıp bize sorduğu yeni sorular üzerine tefekkür ediyor.
Sözlü tarih anlatıları, bizlere bir yandan yazılı kaynaklarda bulunamayan farklı bilgilere ulaşmanın bir yolunu sunarken, diğer yandan da yazılı kaynakların 'iktidarı'nın ötesindeki bilgilere ulaşmamızı sağlar. Böylelikle, tarih disiplininin tam da kendisine eleştirel yaklaşabilir ve tarihçinin tarihi yazma iktidarını sorgularken, arşiv tarihçiliğinin bilimselliğine de meydan okumuş olur. Sözlü anlatıyla elde edilen bilginin bilimselliği konusundaki kuşkular, sözlü tarihe yöneltilen en temel eleştiridir. Bugün, "Söze nasıl güvenilir?" sorusuna, pek çok sözlü tarihçi "Pekiyi, ya yazıya?" diye cevap vermekte. Polise verdiğimiz ifade resmi belge olarak kayda geçiyor, ama dili, anlatımı, anlatanın özünden sözünden çok daha farklı bir biçimde yazıya aktarılıyor. Belki bundan da önemlisi, sözlü tarihle gelen bilginin, izlenimci bir bilgi olması. Alessandro Portelli'nin deyimiyle, sözlü tarih "olaylardan çok, onların anlamlarını aydınlatıyor.
[Sözlü anlatının tarihçilikteki meşruiyeti hakkında bkz. Alessandro Portelli, 1998, , What Makes Oral History Different", The Oral History Reader, der. Robert Perks & Alistair Thomson, Londra: Routledge, s. 63-74.]
Geçmişten gelen sözlü birikimin araştırılmasından söz açılmışken, folklorun tarihle olan ilişkisine de değinelim. Folklorcular uzun yıllar sözün yazıya geçirilmesi zanaatıyla uğraştılar; topluluklar ve onların ürettiği sanatsal türlere odaklandılar. Folklor, tarihçiler için, epik gelenekler, halk hikâyeleri ve efsaneler gibi anlatı türleriyle, her zaman ilgi çekici bir kaynak oluşturdu. Ne var ki, sanatsal ifade geçmişe dair bilgileri derlemenin önemli bir yolu olsa da, tek yolu değildi elbette. Anlatılmamış olanlar, bir anlatı halinde billurlaşmamış metinler de tarihçilerin araştırmalarına kaynak oluşturabilirdi. Yaşamöyküleri, kuşkusuz, bunlar arasındaki en önemli anlatı türünü oluşturur. Sözlü tarih, biraz da, yazılı kaynakların araştırmacılar için yetersiz kaldığı belli tarihsel dönemlerin ve dönüşümlerin, bunları bizzat yaşamış kişilerin yaşamöykülerinden yola çıkılarak araştırılması ve incelenmesiyle başladı. Diğer bir deyişle, sözlü tarih, kendi bilgisini, belli temalar etrafında derlenen yaşamöykülerinden üretti.
2000 li yıllarda, yeni bir araştırmacı kuşağının Osmanlı dünyasının Ermeni aydınlarını inceleyen çalışmaları, Osmanlı çalışmalarına yeni bir soluk getirdi. Osmanlı düşünce tarihine farklı etnik topluluklar üzerinden bakan bu yeni yaklaşım, özellikle biyografik çalışmalarla ivme kazandı. Birkaç örnek vermek gerekirse; Melissa Bilal, Lerna Ekmekçioğlu ve Belinda Mumcu’nun, Hayganuş Mark’ın (1885-1966) hayat hikâyesi ve feminizm anlayışı üzerine yaptıkları çalışmadan başlayabiliriz. Bu, Ermeni kadınların birinci dalga Osmanlı feminist hareketi içindeki duruşlarını ilk kez gösteren, öncü bir çalışma olmuştur.  Rober Koptaş'ın çalışması ise, Jön Türk döneminin en önemli Ermeni figürlerinden biri olan Krikor Zohrab'a (1861-1915) odaklanır.  Ohannes Kılıçdağı'nın, 1908 Devrimi sonrasında canlanan Osmanlıcılık tartışmaları içerisinde Ermeni aydınların kendi kamuoylarını nasıl oluşturdukları konusuna farklı bir perspektif getiren çalışması da, bu açıdan önem taşır. Kılıçdağı, Osmanlı’nın son zamanlarındaki kritik ve kaotik döneminde, özellikle Anadolu Ermenileri arasında yaygın olan 'Osmanlıcı' söylemi ele alır. Ermeni aydınların kendi Osmanlı kimliklerini, kendi dillerinde ve kendi cemaatleri içerisinde tartışma biçimlerini inceleyen Kılıçdağı, bu tartışmaların diğer Osmanlı aydınlarının söylemleriyle nasıl örtüştüğünü gösterirken, dönemin Osmanlı-Türk entelektüellerinin bu tartışmalardan pek de haberdar olmadıklarını ortaya koyar.
Osmanlı Türk ve Ermeni aydınlarının nasıl bir etkileşim içinde olduklarıyla ilgili çalışmalar, esasında Ermeni kültürü ve tarihini konu alan, daha geniş çaplı bir araştırmalar bütününün parçasıdır. 2000 yılından bu yana, yeni araştırmaların, hatırat ya da yabancı dillerden çeviri biçiminde yayımlanan çalışmaların sayısında dikkate değer bir artış oldu. Bunların bir kısmı Ermeni mitolojisi, resim, müzik, sanat, halk kültürü ve ritüeller gibi, özellikle kültürel meselelere odaklanmaktadır.  Bir başka önemli yayın alanı ise, Osmanlı geçmişinin farklı cephelerine ışık tutan anı literatürü olmuştur.
Bunlardan bazıları kişisel deneyimler olarak kaleme alınmıştı;  diğerleri ise, 'Ermeni Olayları' olarak adlandırılan tarihi süreci yorumlayan üst düzey Osmanlı bürokratlarına aitti.  Sözlü tarih ve toplumsal hafıza çalışmalarının da, 2000'li yıllarda önemli araştırma alanları olarak karşımıza çıktıkları görülür.
Ermeni kültürü ve tarihi üzerine yapılan Türkçe araştırmaların toplu bir değerlendirmesi, kimi önemli yapısal özellikleri de ortaya koyar. Cumhuriyet döneminin ilk altmış yılında, araştırmalar hem oldukça kısıtlı, hem de sadece konuyla gerçekten ilgilenen bir grup okuyucuya hizmet eder nitelikteydi. 1980'li yıllarla beraber, her iki tarafta da, soykırım meselesi üzerine yapılan araştırmalarda bir artış yaşandı. 1990'larda ve 2000'lerde ise, farklılaşan paradigmayla beraber, Ermeni kültür mirası üzerine hem yeni araştırmalar yapılmaya başlandı, hem de mevcut çalışmalar görünürlük kazandı. Bu üç aşamaya 'duygular tarihi’ bağlamından bakacak olursak, ilk dönemlerin temkinli sessizliğini, soykırım literatürünün farklı katmanlarıyla dışa vurulan öfkesini, ve son olarak da daha fazla duymaya ve duyulmaya yönelik bir merakı görürüz.
Mıgırdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi adlı kitabının yayımlandığı 1992 yılındaki toplumsal etkiyi ve duyguyu hâlâ kuvvetle hatırlarım. Kendi hayat hikâyesiyle o dönemin meraklı okuyucusuna 'ilk ses’ olan bu kitap, Margosyan’ın, bir Ermeni okulunda eğitim almak için çocuk yaşta Diyarbakır’dan İstanbul’a gelişini ve hem Ermeni, hem de 'Doğulu' olarak Türkiye'de maruz kaldığı çifte ayrımcılığın hikâyesini anlatıyordu. Kitabın İnsan Hakları Derneği’nde yapılan, ilk tanıtım toplantılarından birinde, salondaki kalabalığın tedirginliğini, hatta o salonda kahramanca duruşlarım da bugün hâlâ hatırlarım. Hrant Dink'i ilk olarak o gün görmüştüm. Provokatif birkaç laf atıp kalabalığın arasından hızla çıkan iki kişinin arkasından "Niye gidiyorsunuz? Kalın da konuşalım. Bu kadar insan buraya bunun için toplanmadık mı?" diye seslenmişti.
Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor’ da yer alan hayat hikâyelerine verilen üst başlıklar, yakın dönemimizin duygusal tarihine ışık tutmuyor mu?
Peş peşe okuyalım: "Müslüman da olsan senin kemiklerin haramdır", "Ermenilerin göçmesi Diyarbakır'ın ruhunu almış", "Ermeni tarihini Los Angeles'ta öğrendim", "Dedem 'Kimse bilmesin kılıç artığı olduğumuzu' derdi", "Dininden döndürmüşler, nüfus kâğıdına da 'mühtedi' yazmışlar", "Özür dilerlerse affedebilirsin belki ama unutamazsın", "Müslümanlaşmış akrabalarımız 1915'i bizden daha iyi biliyor", "Bir insan kendini Ermeni olarak hissediyorsa Ermeni'dir", "Ermenilerin Diyarbakır'da yaşamış olduklarını unutturmamak istiyoruz", "Ermeni olduğum kadar Kürt, Kürt olduğum kadar Ermeni'yim", "Türkiye'yi göreceksem Diyarbakır'dan başlamak isterim", "Ninnilerimiz hem Ermeniceydi, hem Kürtçe", "Dinim Müslüman olsa da kendimi Ermeni hissediyorum", "İstanbul’da da, Kanada'da da Ermeniler bizi sıcak karşılamadı", "Annem 'kılıç artığı, Moskof' derdi babama"... Bu başlıkların duygusal yükü, bize, sözlü tarihin asıl katkısının, toplanan bilgilerin doğruluğu veya yanlışlığı olmaktan öte, bu bilgilerin hafızada nasıl kaydedildiği olduğunu bir kez daha hatırlatmıyor mu?
Sh: 193-197
Kaynak: DİYARBAKIRLI ERMENİLER KONUŞUYOR -SESSİZLİĞİN SESİ – II, Hrant Dink Vakfı Yayınları, Derleyen: Ferda Balancar, Yayına Hazırlayan: Altuğ Yılmaz Aralık 2012 , İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar