Print Friendly and PDF

İngiliz Belgelerinde OSMANLI ERMENİLERİ (1856 —1880)



İstanbul Ermeni Patriği Nerses, dayanamadı. Tersane Konferansı arifesinde İngiliz Büyükelçisine çıktı. «Cemaatim pek heyecanlıdır» dedi. Ve şunları ekledi :
«Avrupa devletlerinin sempatisini kazanmak için ayaklan­ma çıkarmak gerekiyorsa (Ermeniler arasında da) böyle bir hareket yaratmak hiç de güç olmayacaktır.» 
(Ek belge No. 2)


Hzl: Bilâl N. ŞİMŞİR
Türkçesi : Şinasi Orel
Osmanlı Ermenileri üzerine yurt dışında çok yayın yapıl­mıştır. Bugün de yapılıyor. Dünya kitaplıklarını dolduran bu yayınlar, çoğunlukla tek yanlıdır. Bilimsellikten uzaktır; tarih­sel gerçekleri çarpıtmaktadır. Bu bakımdan Osmanlı yönetimi altında Ermeni azınlığı tarihini belgesel ve objektif olarak ele alma gereği duyuldu.
Bu amaçla arşiv kaynaklarına inildi. İngiltere Dışişleri Ba­kanlığı arşivlerine de gidildi. İngiltere, geçen yüzyıl sonlarında yaratılmış olan «Ermeni Sorunu»na adamakıllı bulaşmış olan ülkelerden biriydi. Bu yüzden İngiliz resmi belgeleri ilginçtir. Bu kitap, İngiliz belgelerine dayanılarak yayımlanması tasar­lanan bir dizinin ilk cildidir.
Osmanlı tarihi, altı yüzyılı aşar ve Osmanlı devleti, ku­rulduğu günden beri topraklarında bir Ermeni azınlığı barın­dırmıştır. Ama bu azınlık ancak geçen yüzyılın son çeyreğin­de politika gündemine getirildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Sa­vaşından sonra, yabancı devletler Osmanlı Ermenilerine res­men el attılar. Ondan sonradır ki, Osmanlı ülkesinde ciddi Ermeni kıpırdanışları ve silahlı ayaklanmalar görüldü. O tarih­lerden başlayıp İmparatorluğun çöküşüne kadar, yani yakla­şık yarım yüzyıl, Ermeni sorunu güncelliğini korumuş ve po­litika gündeminde kalmıştır. Altı yüzyıllık Osmanlı tarihinin asıl bu son elli yılı, Ermeni sorunu bakımından önemli ve hâlâ tartışmalıdır. Bu nedenle arşiv araştırmalarımız asıl bu dönem üzerinde yoğunlaştırıldı. Yalnız bu birinci ciltte, genel bir gi­riş niteliğinde olmak üzere, Islahat Fermanı dönemine (1856-1876) de yer verildi.
Islahat Fermanı, Kırım Savaşının son yıllarında hazırlan­dı. Bu savaşa son veren Paris Barış Antlaşmasının imzalanma­sından bir ay kadar önce, 28 Şubat 1856 günü, Babıâli’de törenle okunup ilan edildi. Törende bütün bakanlar, yüksek gö­revliler, şeyhülislam, patrikler, hahambaşı ve çeşitli cemaatle­rin ileri gelenleri de bulundular. Ferman okunduktan sonra,
Paris Antlaşmasını hazırlamakta olan devletlere de bildirildi ve 30 Mart 1856 günü imzalanan Paris Barış Antlaşması değer­lendirildi. Antlaşmaya Osmanlı Hıristiyanlarıyla ilgili şu tum­turaklı madde eklendi (Madde 9) :
«Tebaasının refah ve mutluluğunu başlıca iş bilen Padişah, ırk ve din ayrımı gözetmeksizin, tebaasının durumunu düzelt­mek için bir ferman vermekle, İmparatorluktaki Hıristiyan halk konusunda da yüksek ve cömert düşüncelerini açıkladık­ları gibi, bu yoldaki düşüncelerinin yeni bir delilini göstermiş olmak için bu fermanı, kendiliğinden, antlaşmayı hazırlayan devletlere göndermeyi uygun bulmuşlardır. Antlaşmayı imzala­yan devletler, bu fermanın yüksek değerini kabul ederler. Bu fermanın Padişahın ne kendi tebaası ile olan ilişkilerine, ne de Osmanlı devletinin iç yönetimine antlaşmayı imzalayan devlet­lere teker teker ya da toplu olarak karışmak için bir hak ve yetki vermeyeceği doğaldır
Bu madde, hesapça, Rusya’nın ilerde Hıristiyan azınlık­lar adına Osmanlı devletinin içişlerine karışmasını önlemek amacıyla antlaşmaya konmuştu. Mademki Padişah hiçbir ayrım gözetmeden tüm tebaasının refah ve mutluluğunu düşü­nüyordu ve mademki bir de ferman vermişti, öyleyse yabancı bir devletin Padişahın Hıristiyan tebaası adına Osmanlı içişlerine karışmasına gerek kalmayacaktı artık. Osmanlı devleti­nin toprak bütünlüğüne, bağımsızlığına ve egemenliğine say­gı gösterileceği ve hiçbir devletin Osmanlı içişlerine karışmayaca­ğı antlaşmada açıkça belirtilmişti. Görünüşe göre, Osmanlı devletinin içişlerine yabancıların karışması dönemi artık ka­panacaktı. Osmanlı yöneticileri öyle umuyorlardı.
Ama İngiltere, Paris Antlaşmasının Osmanlı Hıristiyanlarına ilişkin hükmünü başka türlü yorumladı. İngiliz görüşüne göre, gerçi Padişah, tebaası arasında hiçbir ayrım gözetmeyeceğine, Müslüman olsun olmasın herkese eşit davranacağına söz vermişti. Ama acaba bu sözünü tutacak mıydı?
 Hıristiyan Müslüman tebaa eşitliği getiren daha doğrusu bu eşitliği bir kez daha vurgulayan padişah fermanı acaba uygulanıyor muy­du, ya da nasıl uygulanıyordu?
 İngiltere bunları sorup soruş­turmaya, öğrenmeye kendisini yetkili görüyordu. Osmanlı ül­kesindeki İngiliz diplomatları, Osmanlı Hıristiyanlarına kanat germekle, bu yolda gerekli girişimlerde bulunmakla görevliy­diler. Bunu, Osmanlı içişlerine karışmak için değil, sözde Ba­bıâli’ye ve yerel Osmanlı makamlarına yardımcı olmak için yapıyorlardı ve yapacaklardı! İngiltere, Osmanlı Hıristiyanlar: üzerinde «koruyuculuk» rolünden vazgeçmek şöyle dursun, asıl bundan sonra bu görevi üstlenecekti. Paris Barış Antlaş­ması, Osmanlı Hıristiyanları üzerinde yabancı koruyuculuğuna son vermemişti. Tam tersine, bu koruyuculuğu genişletmişti. O zamana kadar yalnız Rusya’nın koruyuculuğu vardı. Ondan sonra ise Paris Antlaşmasını imzalayan bütün devletlerin ko­ruyuculuk dönemi açılıyordu. Antlaşmayı, Rusya ve Osmanlı devletinden başka, İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya da imzalamışlardı. Bunlar da artık Osmanlı Hıristiyanları konu­sunda yetkiliydiler. İngiltere bu görüşteydi. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord J. Russel bu konuda şöyle yazıyordu :
«1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından 1856 Paris Ant­laşmasına kadar, Babıâli’nin Rusya’ya karşı yükümlülükleri, Türkiye’nin iç yönetimini engelleye gelmişti. Art arda yapılan antlaşmalar ve sözleşmelerle, kimi silahlı saldırılarla kimi de sözümona koruma yoluyla, Türk imparatorluğunda yaşayan Hıristiyanlar, Osmanlı tebaası oldukları kadar Rus Çarının da tebaası durumuna getirilmişlerdi... Sivastopol kuşatması ve Pa­ris Antlaşması hükümleri, Osmanlı Hıristiyanları üzerindeki Rusya’nın tekelci koruyuculuğunu daha geniş kapsamlı bir yü­kümlülüğe dönüştürmüştür (Belge No. 13). 1856 Paris Ant­laşması, Babıâli’nin Hıristiyan tebaası üzerinde bir tek dev­letin koruyuculuğu yerine beş devletin ortak koruyuculuğunu (collective protoctorate) getirmeyi öngörmüştür.» (Belge No. 14) Kısacası, İngiliz Bakan, «80 yıldır yalnız Rusya Osmanlı Hıristiyanlarının koruyucusu rolündeydi. Şimdi biz de aynı ro­le sıvanıyoruz» diyordu. Bu görüşle İngiltere, Islahat Fermanı döneminde (1856-1876) Osmanlı Hıristiyanları üzerine eğildi. Paris Antlaşmasında Osmanlı Ermenilerinin adı geçmiyordu. Genel olarak Osmanlı Hıristiyanları, Padişahın Hıristiyan te­baası anılmıştı. İngiltere bu antlaşmaya dayanarak, Ermeni, Rum vb. gibi ayrım yapmaksızın, Padişahın tüm Hıristiyan tebaasının durumlarını inceden inceye araştırmaya koyuldu. Osmanlı topraklarında görevli İngiliz konsoloslarına 20 - 25 so­ruyu içeren ayrıntılı genelgeler, yönergeler gönderildi. Şöyle sorular soruldu ve bunların araştırılıp yanıtlanması istendi: Konsolosluğun görev çevresinde genel durum neydi?
 Hıristiyan ve Müslüman halkların karşılıklı durumları niceydi?
 Bu kit­leler çoğunlukla hangi işlerle uğraşıyorlardı, neyle geçiniyor­lardı?
 Hıristiyanlar mal mülk edinmede, iş tutmada güçlüklerle karşılaşıyorlar mıydı?
 Özgürce ticaret yapabiliyorlar mıydı?
 Bu açılardan Müslümanlarla aralarında eşitlik var mıydı?
 Mahke­melerde Hıristiyanların tanıklığı geçerli miydi?
 Son yıllarda Hıristiyanların durumları iyiye mi, kötüye mi gidiyordu?
 Hıristiyanlar Osmanlı ordusunda askerlik yapmayı mı, bedel öde­meyi mi yeğliyorlardı?
 Kilise yapabiliyorlar mıydı?
 Yeni kilise yapımında engelle karşılaşıyorlar mıydı?
 Ayinlerinde özgür müydüler?
 Hıristiyanlara baskı yapılıyor muydu?
 Yapılıyorsa bunu Osmanlı yetkilileri mi, bağnaz Müslüman halk mı, yok­sa öteki mezheplerden olan Hıristiyanlar mı yapıyordu?
 Hıristiyanlar yerel meclislerde temsil ediliyorlar mıydı?
 Sorular, sorular birbirini izliyordu. Ayrıca Osmanlı Hıristiyanlarının du­rumlarını iyileştirmek için ne gibi önlemler alınabileceği so­ruluyor ve konsoloslardan öneriler isteniyordu.
Bu gibi soruşturmalardan, araştırmalardan alınan sonuç­lar ilginçtir. İngiliz konsoloslarının raporları, Islahat Fermanı döneminde Osmanlı İmparatorluğunun Hıristiyan ve Müslü­man halklarının karşılıklı durumlarına oldukça ışık tutuyor­du. Birkaç örnek verelim. Kırk yıldan beri Türkiye’de görev yapan, ülkenin iç durumunu çok iyi tanıyan İzmir’deki İngiliz Konsolosu Charles Blunt, 28 Temmuz 1860 günlü raporunda şunları yazıyordu :
«Yetersiz yönetim sistemine ve âşâr vergisi toplanmasın­daki yolsuzluklara karşın, vilayetin genel durumu günden gü­ne iyiye gitmektedir. Ancak bu iyileşme genellikle Hıristiyan­ların yararına oluyor. Hıristiyanlar —tabirim hoş görülsünTürklerin varını yoğunu satın alıyorlar.» (Belge No. 10/1) Konsolos Blunt’un belirttiğine göre, bu genel iyileşme Tanzimatla başlamıştı. 1839 Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı Hıristiyanları can ve mal güvenliğine kavuşmuşlar ve tarım alanına da el atmışlardı. O zamana kadar daha çok Türk­lerin elinde bulunan tarım kolu, giderek Hıristiyanların eline geçmeye başlamıştı. Ölüm oranlarının az olması yüzünden Hı­ristiyan nüfus artmaktaydı. Dışardan da Anadolu’ya Hıristiyan göçmenler doluşmaya başlamıştı. Buna karşılık Türk nüfusu gittikçe azalıyordu. Türk gençleri birbirini izleyen savaşlarda eriyordu. Türklerin elindeki çiftlikler, tarlalar verimden dü­şüyordu. Türk çiftçisi gittikçe geriliyordu. Türk gençleri as­kere gidiyorlardı. Padişahın Hıristiyan tebaası ise, askerlik hiz­metinden bağışlanıyordu. Çocukları askere alman Türk aile­lerin toprakları işletilemeden kalıyordu. Askerlik hizmeti çok uzun sürüyordu. 1839 yılında beş yıllık zorunlu askerlik görevi konmuştu. Savaş zamanında bu beş yıllık askerlik daha da uzayıp gidiyordu. Yıllar sonra terhis olup köyüne dönen Türk gençleri, bozulmuş çiftlikler, boş kalmış tarlalar, yoksullaşmış, borca gömülmüş bir aile buluyorlardı. Bu gençler, epeyce yaş­lanmış da olduklarından, askere gitmeden önceki işlerinden so­ğuyorlardı. Yeniden işe sarılma coşkusunu ya da gücünü ken­dilerinde pek bulamıyorlardı artık. Kısacası, eski düzenlerini kuramıyorlardı. Babadan, dededen kalma toprakları, üçe beşe bakmadan, elden çıkarıyorlardı. İngiliz Konsolosu, «Elden çı­karılan Türk topraklarının alıcıları her zaman ya Ermenilerdir, ya da Rumlar» diyordu (Belge No. 10/1).
Konsolos Blunt sayılar da veriyordu : 1830-1860 yılları arasında İzmir’in Türk nüfusu 80 binden, 41 bine düşmüştü. Buna karşılık aynı 30 yıllık dönemde kentin Rum nüfusu 20 binden, 75 bine yükselmişti. İzmir’de ayrıca 6000 Ermeni ya­şıyordu. Ege yöresinde Hıristiyan nüfusunun hızla çoğaldığı, Türk nüfusunun ise hızla azaldığı gözle de görülebiliyordu. İngiliz Konsolosu, «Hıristiyan Müslüman karışımı herhangi bir kasabaya ya da köye gidiniz. Türk mahallesinde in cin top atar, ıpıssız sokaklarda tek Türk çocuğu göremezsiniz; Hıristiyan ma­hallesinin sokakları ise cıvıl cıvıl çocuk doludur» diyordu.
Kıyı bölgeleri hızla Hıristiyanların eline geçmişti. Hıristiyanlar, yayılma bölgelerini içerlere doğru genişletiyorlardı. Ama Anadolu içleri yine Türktü. Buralarda topraklar Türklerin elinden henüz çıkmamıştı. Türk halkı Anadolu içlerinde yine tarımla uğraşıyordu. Buralarda Hıristiyanlar tarımı henüz ellerine geçirememişlerdi, ama zanaatları ve ticareti ellerinde tutuyorlardı. Müslümanlardan daha iyi yaşıyorlardı. Daha varlıklıydılar. Konsolos Blunt, «Şunu kesinkes söyleyebilirim ki,» diyordu,«Hıristiyanlar Türklerden çok daha iyi durumdadırlar.»
Yalnız Ege yöresinde değil, Anadolu’nun öteki bölgelerin­de de durum az çok aynıydı: Anadolu’nun her köşesinde Osmanlı Hıristiyanları hem Türklerden daha iyi durumda idiler, hem de gittikçe zenginleşiyorlardı. Türkler ise günden güne yoksul düşüyorlardı. Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Palgrave, 1868 yılında Londra’ya şunları rapor ediyordu :
«Bugünkü durumda (1868’de), muvazzaf olsun, ihtiyat ol­sun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi Hıristiyanlar hâzineye küçük ve önemsiz bir bedel ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adam­akıllı yüklü olsa bile, yine de Müslüman tebaanın zavallı omuz­larındaki muazzam yükün altında düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez.
Şurası iyice bilinmeli ki, Müslüman nüfusun Hıristiyanlara oranla hızla azalmasının, buna karşılık Hıristiyan nüfusun gittikçe artmasının gerçek nedeni budur... İmparatorluğun üre­tici olmayan tüm unsurlarını Müslümanlar oluşturuyorlar. Bu, apaçık bir adaletsizliktir...» (Belge No. 23/1)
Konsolos Palgrave raporunu şöyle sürdürüyor :
«Müslüman halk, sorumsuz merkezi İstanbul Hükümetin­de kesinkes temsil edilmiyor. Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimsesi yoktur. Buna kar­şılık Hıristiyanlar, İmparatorluğun her tarafına yayılmış bü­tün yabancı konsolosluklara, ajanslıklara, kimi de İstanbul’daki elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar. Hıristiyanların dertleri can kulağıyla dinleniyor. Üstelik hiçbir şikâyetleri ol­madığı zaman da onlar adına haydi şikâyetler uyduruluyor.
Bunun kahredici sonucu olarak da bütün mali baskılarla yerel ve kişisel baskılar Müslümanlara yapılıyor, Hıristiyanlar a değil. Çünkü Müslümanın feryadına kulak asan yok. Hıristiyanın ise bin tane sözcüsü ve avukatı var.
Müslüman bir suç mu işlemiş?
 Hemen ve sert biçimde cezaya çarptırılır. Aynı suçu işleyen Hıristiyan ise şöyle böyle cezalandırılır ya da büsbütün bağışlanır. Çünkü işin içinde bir Hıristiyan olunca yabancı konsoloslar ve temsilciler ona kanat gererler ve adaletin eli kolu bağlanır» (Belge No. 23/1)
İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave, bunları 1868 yılında yazıyordu. Daha önce Anadolu içlerinde uzun incele­meler yapmıştı. Bu anlattıkları yalnız Trabzon yöresinde ya da kıyılarda böyle değildi. Anadolu içlerinde de durumun aynı ol­duğunu belirtiyordu. Anadolu’nun her tarafında Müslüman eziliyor, Hıristiyan ise korunup kayrılıyordu. Konsolos, bu gö­ze batıcı eşitsizliği örneklerle de gösteriyor, şöyle diyordu : «Anadolu’nun ta göbeğinde, Müslüman bağnazlığının mer­kezleri sayılan yerlerde de Hıristiyanlar, debdebeli evleri, şık giysileri, takıp takıştırdıkları gösterişli süsleri ve mücevherleri ile servet ve refah düzeylerini apaçık sergiliyorlar. Onların bu durumu, uzaklarda çok konuşulan sözde baskı iddialarıyla hiç bağdaşmıyor. Müslüman halk bakımından ise durum, acıklı bi­çimde bunun tam tersidir.» (Belge No. 23/1)
İngiliz Konsolosu raporunun sonunda şunları vurguluyordu: «Türkiye’deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namusluluk ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, şaşmaz biçimde, Rum ve Ermeni hemşehrilerinden kesinlikle bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hıristiyanlar ise, Osmanlı İmparatorluğun­daki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sü­rekli olarak zenginleşmişlerdir. Zenginleşmeleri de çok su gö­türür spekülasyonlarla, apaçık hilelerle ya da tefecilikle ol­muştur...» (Belge No. 23/1)
Bu sözlerin altları çizilse yeridir. Çünkü İngiliz, kimi Ermenilerin kof övünmelerine parmak basmıştır. Bugün bile öyle bağnaz Ermeni yazarları çıkıyor ki, bunlar, «Ermeniler Türklerden daha varlıklıydı, çünkü daha, yetenekliydiler, daha ça­lışkandılar» diyebiliyorlar. Bunu da Türkleri küçük düşürmek amacıyla yapıyorlar. «.Türk, yeteneksizdir, miskindir» demeye getiriyorlar. Oysa Anadolu Türkünün yoksulluk, Osmanlı Ermenisinin zenginlik nedenlerini İngiliz konsolosu ne güzel özet­lemiştir.
«Tek omza yüklenmektir bu», diyordu İngiliz Konsolosu. «Osmanlı devleti, kendi ağır yükünün tümünü yalnız Müslümanın omzuna yüklemiştir. Bu yük, Müslüman ve Hıristiyan tebaanın omuzlarına eşitçe bölüştürülmeli. Yoksa bu İmparartorluk sittin sene belini doğrultamaz» diye ekliyordu. Sonra sözünü şöyle düğümlüyordu :
«Bugün görülen odur ki, Osmanlı Hükümeti, Hıristiyan tebaa yararına Müslüman tebaasını ezmek gibi ağır bir suç­lama altındadır. Ben, bu suçlamayı üzülerek doğrulamak duru­mundayım(Belge No. 23/1)
Evet, kısaca, durum buydu. Osmanlı Hıristiyanları, genel­likle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Bir değil, beş büyük devletin koruyucu kanadı altındaydılar. Askere gitmiyorlardı. Ayrıcalıklı durumlarından yararlanarak ticareti, kü­çük zanaatları zaten ele geçirmişlerdi. Tanzimat döneminden başlayarak tarımı da ele geçiriyorlardı. Anadolu’da Hıristiyan nüfus günden güne artıyordu. Dışardan da Anadolu’ya Hıris­tiyan göçmenler akın ediyordu. Türklerin tarlasını, bozulan çiftliğini, bütün varını yoğunu satın alıyorlardı. Osmanlı Ermenisi köyde ağa, kasabada eşraf, kentte zengin işadamı ol­muştu. Başkentte sırmalı paşa oluyordu. Türk köylüsünün korkulu rüyası o mültezimlerin çoğu Ermeniydi, Rumdu. Dur­madan yakınansa, yine Padişahın Hıristiyan tebaasıydı. Herkes onlara kulak veriyordu. Antlaşmalar onlar içindi. Yabancı konsoloslar, hatta elçiler onlara arka çıkıyordu. Osmanlı Hı­ristiyanlarının yakınmaları Avrupa basınına kat kat abartıla­rak yansıtılıyordu... ve uzaktan davulun sesi bir başka türlü duyuluyordu.
Padişahın Türk Müslüman tebaasına gelince, onun hiç sesi sedası çıkmıyordu. Osmanlının gözünde o, «kaba Türk» idi. Soylu Osmanlı, ondan apayrı sayıyordu kendisini. O «kaba Türk» idi İmparatorluğun tüm yükünü omuzlayan. Küreyi omuzlayan Atlas gibi. Askerlikse askerlik, gazilikse gazilik, şehitlikse şehitlik ve vergiyse vergi. Hepsini o yükleniyordu. Ama kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyordu. Kol kırılır, yen içinde kalır, diyordu. Onun için derdini dışa sergilemek ayıptı. Hükümeti yabancıya jurnal etmek yurtseverliğe, dindarlığa sığ­mazdı. Derdini anlatsa anlatsa yine Osmanlıya anlatabilirdi belki. Ama sesine kulak asan olur muydu ki?
 Osmanlı yöne­ticisinin kendi derdi başından aşkındı. Rum, Ermeni yakınma­ları, yabancı konsolosların karşısına gelip dikilmeleri yetmezmiş gibi, bir de kaba Türkü mü dinleyecekti Osmanlı yöneticisi?
 Yöneticiler, yerlerinden olmak kaygısıyla, Hıristiyanın bir de­diğini iki etmemek için çırpınıyorlardı. Kaba Türke gelince, vur abalıya!..
Kaba Türkün tarihi henüz yazılmamıştır. Adına ister kaba Türk, ister yoksul Türk densin, isterse Türk halkı. Yazılsın onun da tarihi. Karşılaştırılsın Osmanlı Ermenisiyle. Kimmiş ezilen, kayrılan o zaman görülür. İngiliz belgelerinde bu ko­nuda epeyce aydınlatıcı bilgi vardır. Onlardan anlaşılıyor ki, Osmanlı Ermenisi, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmıştır. Hatta Türk komşusunu sömürmüştür Ermeniler yalnız esnaf, yalnız tüccar değildi. Aynı zamanda mültezimdi. Erme­ni mültezimi Türk köylüsüne aman vermiyordu. Köylüden toplanan âşâr vergisinin yarısı Osmanlı hâzinesine giriyorsa, yarısı da Ermeni ve Rum mülteziminin kesesine giriyordu.
Gerçi Ermeni köylüsünün de derdi yok değildi. Kilise ör­gütü, Ermeni köylüsünü soyuyordu. Ermeni ağası, Ermeni mül­tezimi kendi soydaşını da eziyordu. Osmanlının sözümona bas­kısı en sonda geliyordu. Ermeni köylüsü de dertsiz değildi, ama onun sıkıntısı, Türk köylüsünün yanında devede kulak kalıyordu. Bununla birlikte, bütün yabancı konsoloslar, Ermenilerin ne gibi dertleri bulunduğunu araştırıyorlardı. Kon­solosların hizmetinde birçok Ermeni çalışıyordu. Onların da yardımıyla neredeyse her Ermeninin kişisel sorunlarına kadar iniliyor ve bunlar abartılarak rapor ediliyordu. Kimi konso­loslar habbeyi kubbe, pireyi deve yapıyorlardı.
Bir örnek: 1875 yılında Erzurum’da Zohrab adında bir İngiliz konsolosu vardı. Ermeni kökenliydi. 22 Temmuz 1875 günlü raporunda bir kız kaçırma olayı anlatıyordu. Erzurum’a elli mil uzaklıktaki Hınıs’a bağlı, 20 hane Ermeninin ve 60 hane Müslümanın yaşadığı Khurt köyünde, bir Ermeni kızı, pınardan su almak için evden çıkmış ve bir komşu Müslü­man delikanlısıyla kaçmıştı (Konsolos, kaçırılmıştır diyor). Sonra kız bulunmuş. Erzurum’a getirilmiş. Birkaç gün bir ailenin yanma bırakılmış. Düşünmesine fırsat verilmiş. On­dan sonra Erzurum vilayet meclisinin önüne çıkarılmış. Kız, içinde Ermeni üyeler de bulunan vilayet meclisi önünde, Müs­lüman olmak ve komşu Müslüman delikanlıyla evlenmek is­tediğini bildirmişti. Resmi makamlarca artık yapılacak bir iş­lem kalmamıştı. Konsolos Zohrab, bunları anlattıktan sonra, akıl almaz bir genellemeyle, Osmanlı yönetimine ver yansın ediyordu: «Islahat Fermanı kâğıt üzerinde kalıyor, uygulan­mıyor. Hıristiyan çocuklar ailelerinden çalınıyor ve zorla Müs­lüman yapılıyor. Osmanlı İmparatorluğunda artık Hıristiyan­ların güvenliği kalmadı; Avrupalılar da tehlikede» diyordu. Oysa o tarihlerde Hıristiyan misyonerler Anadolu’da da kol ge­ziyorlar, insanlara din değiştirtmek için uğramadık köy, çal­madık kapı bırakmıyorlardı.
1868 yılında İngiltere’nin Erzurum konsolosu bulunan Taylor, o yöredeki Ermeni azınlığı konusunda ilginç bilgiler toplamıştı. Küçük bir azınlık olmalarına karşın Ermeniler, Er­zurum bölgesinde hemen hemen bütün ticareti ve tarımı elle­rine geçirmişlerdi. Kasabalarda alışveriş işleriyle sermayenin dörtte üçü Ermeni azınlığının elindeydi. Yine de Ermeniler haksızlıktan yakmıyorlar ve Rusya’ya eğilim gösteriyorlardı. Konsolos Taylor şöyle yazıyordu
«Bu yörenin her köşesinde Ermeniler, Türk hükümetinden acı acı yakınıyorlar. Aynı zamanda hiç sakınmadan Rusya’yı övüp göklere çıkarıyorlar... Daha önce de belirtildiği gibi, Er­menilerin hu tutumu kiliselerinin düşmanlık öğretilerinden ile­ri geliyor. Erzurum vilayetinde yaşayanlar, özellikle sınır boylarındakiler, Diyarbakır ve Harput Ermenilerinden daha çok bu duyguları paylaşıyorlar. Erzurum’da varlıklı Ermeniler ara­sında, böyle duygulan az çok içten paylaşmayan bir tek kişi bulunduğunu sanmıyorum. Çünkü Türk tebaası oldukları hal­de bu Ermeniler Rus pasaportu almışlardır. Elden geldiğince gizliden gizliye yürütülen Rus pasaportu ticareti bu yörede pek yaygındır. Benim görev çevremde bu sözde ‘Rusların’ bulun­madığı bir tek kasaba yoktur.» (Belge No. 25/1)
Boşuna dememiş atalarımız: «Hacı sandığımızın haçı kol­tuğundan çıktı.» Padişahın «sadık tebaası» sanılan Osmanlı Ermenisi meğer cebinde Rus pasaportu taşıyormuş! Elaltından yürütülen Rus pasaportu ticareti Doğu Anadolu’da almış yü­rümüş. Dışı Osmanlı, içi Rus, bir yığın insan türemiş ve bu «Ruslar» her kasabamıza sızmış.
Konsolos Taylor’un anlattığına göre, Erzurum’daki Rus konsolosu Ermenilerin çarpık duygularını sürekli körüklüyormuş. Yerel Osmanlı makamlarıyla ilişkilerinde bu Rus konsolosun çalımından geçilmiyormuş. Bu Rus ajanı, iddialı göste­rişleriyle cahil Ermenileri öyle etkilemiş, öyle inandırmış ki, varsa yoksa Rusya imiş. Ermenilere olsa olsa Rusya arka çıkabilirmiş. Bu düşünceye kendini kaptıran paralı Ermeniler, üçe beşe bakmadan, birer Rus pasaportu ediniyorlarmış. Cep­lerine Rus pasaportu koyunca, artık kendilerini Rus kanadı altında ve güvencede sanıyorlarmış. İngiliz Konsolosu şöyle diyor :
«Bu gibi düşünceleri körüklemek, aynı zamanda varolan sıkıntıları abartmak ve hayali yakınmalar uydurmak, Rus Hü­kümetinin ve dolayısıyla Rus ajanlarının izlediği bir politika­dır. Özellikle Rusya’ya komşu Doğu ülkelerinde, hoşnutsuz­lukları canlı tutmak Rusya’nın izlediği politikaya uygun düş­mektedir.» (Belge No. 25/1)
İngiliz Konsolosu bu satırları 1869 yılında Erzurum’dan yazıyordu, Anadolu’nun doğu ucunda Ermeni hoşnutsuzluğu sürekli canlı tutulmak isteniyordu. Aradan beş altı yıl geçti geçmedi, derken Osmanlı İmparatorluğunun bambaşka bir yö­resi, Rumeli kanadı karıştı. 1875’te Bosna Hersek, arkasından Bulgar ayaklanmaları patlak verdi. Ayaklanan Balkan Hıristiyanlan Avrupa’da büyük sempati topladılar. Avrupa basınının zembereği boşandı. Osmanlı yönetimi yerin dibine batırılıyor­du. Ayaklanan Balkan Hıristiyanları göklere çıkarılıyordu. «Zavallı» Osmanlı Hıristiyanları adına Avrupa ve Rusya çalka­lanıyordu. Bu hava içinde Osmanlı Ermenilerinin hoşnutsuz­lukları da körükleniyordu. Eylül I876’da İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sör H. Elliot, «Ermeniler arasında bir hoşnutsuzluk hareketi var» diyordu. Bu hoşnutsuzluğun giderek önem ka­zanabileceğine değiniyordu. «Bu harekete Rus ajanlarının entri­kalarının neden olduğunu» ekliyordu (Ek Belge No. 1).
Anlaşılan Ermeniler, Balkan Hıristiyanlarına özendirilmek isteniyordu. Özenmeye başlamışlardı bile. Bulgarlar ve Bosna Hersekliler için Avrupa harekete geçmişti. 1876 sonunda İs­tanbul’da önemli bir konferans toplanacaktı. «Tersane Konfe­ransı» diye tarihe geçecek bu konferansta, belki Balkan Hıristiyanlarına bağımsızlık ya da özerklik verilecekti. Ermeniler ise unutuluyorlardı. Ayaklanmadıkları için mi?
 Ermenilerin kafası kurcalanmaya başlamıştı.
İstanbul Ermeni Patriği Nerses, dayanamadı. Tersane Konferansı arifesinde İngiliz Büyükelçisine çıktı. «Cemaatim pek heyecanlıdır» dedi. Ve şunları ekledi :
«Avrupa devletlerinin sempatisini kazanmak için ayaklan­ma çıkarmak gerekiyorsa (Ermeniler arasında da) böyle bir hareket yaratmak hiç de güç olmayacaktır.» (Ek belge No. 2)
«Rumeli’nin bozgunu, Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını» demiş atalarımız. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Ru­meli’nin görülmemiş bir bozgunu oldu. Bu bozgun, Osmanlıların gelmiş geçmiş bütün felâketlerini bastırdı. Ulusal bir felâ­ket haline geldi. Rus panislavistleri Balkanlarda Bulgarlara bir yurt açabilmek için oralardaki Türk halk kitlelerini sö­küp atmayı önceden planlamışlardı. Bunun sonucu savaş, halk kitlelerine indirilmişti ve yedi ay içinde 400.000 Türk kılıçtan geçirilmişti. Kılıç artığı 1 milyon kadar Rumeli Türkü de perperişan Trakya’ya, İstanbul’a ve Batı Anadolu’ya sığın­mıştı (Bunun ayrıntılı belgeleri Rumeli’nden Türk Göçleri adlı iki ciltlik kitabımızda bulunacaktır). Doğu Anadolu’nun Rus işgaline düşmesi de o yörenin Türk-Müslüman halkı için pek acıklı olmuştu.
Osmanlı Ermenileri için ise 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı bir felâket değil, fırsat oldu. Anadolu’nun kimi uzak yerle­rinde Ermeni çeteleri, eli silah tutan Türklerin cepheye git­miş olmalarını fırsat bilip komşu Türk-Müslüman köylerine saldırdılar. Örneğin Maraş’ın Zeytun yöresinde, Babek adın­daki bir eşkıyanın 200 kişilik Ermeni çetesi, komşu Türk köylerini ve Yörük oymaklarını vurup yağma etti. Epeyce in­sanın canına kıydı (Belge No. 206/1).
Rusların Doğu Anadolu’ya girişleriyle o bölgenin Ermeni tüccarına ve esnafına gün doğdu. Erzurum’daki İngiliz Kon­solosu Trotter’in anlattıklarına göre, Doğu Anadolu Ermenileri Rus işgali sırasında pek kârlı iş yapmışlar, hele alkollü içki satışından bol para kazanmışlardı. Rus işgali sırasında Ermeni ticaretinin nasıl canlandığı gözle görülebiliyordu. Trab­zon-Erzurum yolu boyunca Ermeni dükkânları kapılarını aç­mış, arı kovanı gibi çalışıyorlardı. Yük taşıma ücretleri iki katına çıkmıştı. Her yerdeki eski ve bakımsız Ermeni evleri onarılmış, Ermeni sokakları şenlenmişti. Ermeniler, kimi Rus­ları evlerinde barındırıyorlardı. İşleri yolundaydı. Rus işgalin­de acıklı bir yoksulluk içinde inleyen Türk komşularına nis­pet yaparcasına kazançlarını gösterişle sergiliyorlardı (Belge No. 116).
Doğu Anadolu Ermenileri işgalci Ruslarla iş yapmakla kalmadılar. Rus işgal kuvvetlerinin hizmetine de girdiler. İş­galci Rusların arasında Ermeni asıllı subaylar da vardı. Kars’ta Korgeneral Lazareff, Erzurum’da Binbaşı Kamsaragan gibi. Bunlar, kimi yerli Ermenileri Ruslarla işbirliğine çektiler. Binbaşı Kamsaragan daha önce Erzurum’da Rus konsolosu olarak bulunmuştu. Rus işgalinde Erzurum polis şefi oldu. Kendisi gibi bir Ermeni olan yardımcısı Teğmen Nikolosoff ile birlikte, birçok Ermeniyi Rus polis hizmetine aldı. Ellerine biraz yetki ve silah verilen bu işbirlikçi Erzurum Ermenileri ilk iş olarak, Müslüman komşularına eziyet ettiler. Rustan fazla Rus kesildiler. İngiltere’nin Erzurum Konsolosu Trotter
«Hiç kuşku yok ki, Rus işgali sırasında yerel polis örgü­tüne alınan birçok Ermeni, fırsattan yararlanarak Müslümanlara eziyet etmişlerdir. Rus viskorısolos vekili de bunu doğruladı» diyordu (Belge No. 116).
Bölgedeki Ermeni Müslüman gerginliğinin kökünde işte bu yatar. Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edince yerli Ermenilerden bir bölümüyle işbirliği yapmışlardı. Ellerine silah ve­rilen bu işbirlikçi Ermeniler, silahlarını ilk önce Müslüman komşularına çevirmişlerdir. Böylece bölgede Ermeni Müslü­man sürtüşmesi tohumlan atılmıştır. Bu hava, Ayastafanos Antlaşmasına Ermenilerle ilgili özel bir madde konması için gerekçe, ya da bahane olmuştur. Ermeni adı, böylece ilk kez bir uluslararası antlaşmaya girmiştir. Ayastafanos Antlaşması İngiltere’yi harekete geçirecek, bu kez Berlin Antlaşmasına Ermenilerle ilgili bir madde eklenecektir. Ondan sonra yeni yeni gelişmeler birbirini izleyecektir...
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşıyla birlikte İstanbul’daki Ermeni aydınlarıyla kilisesi, kökten tutum değiştirmişlerdir. Savaşın ilk döneminde İstanbul Ermenileri Padişaha bağlı gö­rünüyorlardı. İstanbul Ermeni Patriği Nerses, birkaç kez, Pa­dişaha bağlı bir Osmanlı yurtseveri olduğunu açıklamıştı. Hat­ta Osmanlı Ermenileri, gönüllü asker yazılmayı bile düşündü­ler. Padişahın bir çağrısına uyarak, Ermeni meclisi 7 Aralık 1877 günü Patrik Nerses’in başkanlığında toplandı ve Ermenilerin gönüllü asker yazılarak Osmanlı yurdunu savunmaya ka­tılmalarına oybirliğiyle karar verdi (Belge No. 51). Ama sa­vaşın gelişmesiyle birlikte bu kararından döndü. Osman Pa­şanın Plevne’de teslim olduğu duyulunca, Ermeni meclisi ye­niden toplandı ve yüz seksen derecelik bir dönüş yaparak, gö­nüllü asker verme kararını değiştirdi (Belge No. 56).
Ruslar Balkan Sıradağlarını aşıp Trakya’ya doğru yürü­meye başlayınca, Ermeni kilisesiyle aydınları Osmanlı devleti­ne büsbütün sırt çevirdiler. Ellerini Rusya’ya uzattılar. Osmanlı Türk egemenliğinin artık sonu geldi, gelecek, sandılar.  Er­meni kilisesiyle aydınlarının tarihsel bir yanılgısıydı bu. Osmanlı devleti, her şeye karşın, daha elli yıl yaşayacaktı. Ermeni önderleri yalnız bu bakımdan yanılmadılar. Daha ilerisini de hiç düşünemediler. Osmanlı devleti tarihe karıştıktan sonra da Anadolu’da bağımsız ve egemen bir Türk devleti olacaktı. Geçmişte olduğu gibi ilerde de Türklerle Ermeniler, aynı dev­let içinde, bir arada yaşayabilirler, diyebilen ileri görüşlü bir Ermeni önderi çıkmadı.
Tersine, Patrik Nerses ile Ermeni meclisi, pek dar görüşlü bir tutum içine girdiler. İşgalci Ruslarla gizli ilişkiler kurdular. Rus orduları Edirne’ye girince, Patrik Nerses, üç kişilik bir Ermeni heyetini Rus orduları Başkomutanı Grandük Nicholas ile görüşmekle görevlendirdi. Ocak 1878’de, kılıç artığı on bin­lerce Rumeli Türk göçmeni, kar, buz, balçık, çamur içinde, bata çıka, düşe kalka, Trakya’da yol almaya, canlarını İstan­bul’a, Anadolu'ya atmaya çalışıyorlardı. Bozguna uğramış Ru­meli boşalıyor, perişan Türk kitleleri Avrupa’dan ön Asya’ya dönüyorlardı. Tam o günlerde, sırtlarında sırmalı Osmanlı üni­forması taşıyan Stefan Aslanyan Paşa ile Ohannes Nurian Efendi Edirne’ye gittiler. Orada Kevork Rusçukluyan ile bu­luşarak, Ermeni Patrikliğinin ve Ermeni meclisinin delegeleri olarak, Grandük Nicholas’ın huzuruna çıktılar. Osmanlı Er­menilerinin Rus Çarına bağlılığını bildirdiler ve Ruslardan lü­tuf dilediler. Grandük ile Rusya’nın İstanbul eski Büyükelçisi panislavist General İgnatieff kendilerine söz verdiler : Hazırlanmakta olan barış antlaşmasına Osmanlı Ermenileriyle ilgili özel bir madde konacaktı. Gerçekten, 3 Mart 1878 günü Ge­neral İgnetieff’in Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşaya dik­te ettiği Ayastafanos (Yeşilköy) Antlaşmasına Ermenilerle ilgili şu madde eklendi :
«Madde 16Ermenistan’da (Doğu Anadolu’da) Rus iş­galinde bulunan ve Türkiye’ye geri verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda, iki devletin (Türkiye ile Rusya’nın) iyi ilişkilerine zararlı karışıklıklara yol açabileceğin­den, Babıâli, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel durumun gerektirdiği iyileştirmeleri ve reformları zaman yitirmeden gerçekleştirmeyi ve Kürtler ile Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı üzerine alır.»
Bu madde ile, Ermeni adı ilk kez bir antlaşmaya girmiş oldu. Ermeniler, uluslararası politika gündemine getiriliyorlar­dı artık. Osmanlı Ermenileri tarihinde bu, bir dönüm noktasıydı.
İstanbul Ermenileri, hele Rus yanlısı Ermeniler, pek se­vindiler. Ama bir şeyi unutuyorlardı: Bu antlaşmayı Osmanlı devletine dikte eden panislavist General İgnetieff, Slav çıkar­larından başka bir şey düşünmüyordu. Gerçi, Rusya ilerde di­line dolayacaktı. Ama bunu Ermenileri düşündüğü için yap­mayacaktı.
Ayastafanos Antlaşması, İngiltere’yi telaşlandırdı, kamçı­ladı. Rus-İngiliz rekabeti yeniden kızıştı. Antlaşma, Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya katılmasını öngörüyordu. Bu, İngiltere’nin «hayati çıkarlarına» ters düşüyordu. Rusların da­ha Kars ve Erzurum’a girdikleri günlerde, İstanbul’daki İngi­liz Büyükelçisi Sör Henry Layard, Londra’nın dikkatini bu yöne çekti. Rusya’nın Kars, Ardahan ve Batum’u topraklarına katmasının, İngiltere’nin «hayati çıkarlarına» şu bakımlardan ters düştüğünü uzun uzun anlattı :
1-Orta Asya ve Hindistan Müslümanlarının gözün­de Rusya, gittikçe genişleyen ve önüne durulmaz bir devlet olarak büyük nüfuz kazanacaktı ve Büyük Britanya İmparatorluğunun Asya’daki nüfuzunu sarsabilecekti.
2-Rusya bundan böyle Anadolu ve İran içlerine doğru kolaylıkla yayılabilecekti.
3-Bu yayılma İngiltere’nin Hindistan’a giden en kestir­me yolunu kapatacaktı. İngiltere, bir gün herhangi bir ne­denle Süveyş Kanalınının kendisine kapatılabileceğini düşüne­rek Hindistan’a giden bir ikinci yolu açık tutmak zorundaydı. Bu yol Doğu Anadolu’dan geçiyordu ve en kısa yoldu.
4-Rus yayılması İngiliz ticaretini baltalayacaktı.
Bütün bu nedenlerle İngiltere, Doğu Anadolu toprakları­nın Rusya’nın eline geçmesini engellemeye çalışmalıydı (Belge No. 50).
İngiltere, Ayastafanos Antlaşmasını değiştirtmek ve İn­giliz çıkarlarıyla bağdaştırmak amacıyla, vakit yitirmeden Rus­ya ile gizli görüşmelere girdi. Bu görüşmeler sonunda 30 Mayıs 1878 günü gizli bir Rus-İngiliz antlaşması imzalandı. Rus­ya, Ayastafanos Antlaşmasının Balkanlarla ilgili hükümlerinde değişiklik yapmaya razı oldu. Ama Doğu Anadolu’ya ilişkin hükümlerini değiştirmeye yanaşmadı. Yani Kars, Ardahan ve Batum’dan vazgeçmek niyetinde değildi. Doğu Anadolu, As­ya’da İngiliz-Rus çatışmasının düğüm noktalarından biri du­rumuna geldi.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e göre, Rusya’ nra Kars, Ardahan ve Batum’u alması, geri kalan Doğu Ana­dolu halk kitleleri üzerinde öyle derin etkiler yaratacaktı ki, sonunda bu kitleler Rusya’nın kucağına düşebileceklerdi. Bu­nun sonucunda Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Anadolu toprakları bir kez daha parçalanıp Rusya tarafından yutulabilecekti. «Majesteleri Hükümeti, Büyük Britanya’nın Doğudaki çıkarlarını derinden etkileyecek böyle bir durumu kabul ede­mez» diyordu Lord Salisbury. İngiltere, bunu hiç değilse ön­lemeye çalışacaktı.
Bu amaçla, 4 Haziran 1878 günü İngiltere ile Osmanlı Hükümeti arasında ikili bir antlaşma imzalandı. «Kıbrıs Ant­laşması» olarak bilinen bu antlaşmaya göre, eğer Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u elinde tutup da ilerde Osmanlı devleti­nin Asya topraklarından bir bölümünü ele geçirmeye kalkar­sa, İngiltere, silahla Osmanlı devletinin yardımına koşacaktı. Buna karşılık Osmanlı devleti, Kıbrıs adasının yönetimini İn­giltere’ye bırakıyordu. Kıbrıs Antlaşmasına, belki Kıbrıs’ın İn­giltere’ye bırakılmasından daha önemli şu cümle de konmuştu:
«Buna mukabil Zatı Padişahi dahi Anadolu kıtasında bu­lunan Hıristiyan ve sair tebaanın iyi idare ve korunmaları hakkında devleteyn (İngiltere ve Osmanlı devleti) arasında sonradan kararlaştırılacak olan lüzumlu ıslahatı yapacağını İn­giltere devletine vaat eder.»
Bu tek cümle, İngiltere’nin Ermeni işine el atmasının en önemli hukuki dayanağı oldu. Gerçi burada açıkça Ermeni adı geçmiyordu. Anadolu’da yaşayan «Hıristiyan ve sair tebaa» deniyordu. Ama Doğu Anadolu’da yaşayan Hıristiyanlar de­nince Ermeniler anlaşılıyordu. Padişah, Ermenilerin «iyi yö­netilmesi ve korunması» için «reform» yapmaya söz veriyordu. Yapılacak reformlar İngiltere ile Babıâli arasında sonradan kararlaştırılacaktı. İlk bakışta reform sözcüğü masum bir söz­cüktür. Kim istemez reform yapılmasını?
 Ama, İngiltere’nin Doğu Anadolu’da yapılmasını istediği «reform» dan ne anla­dığı ilerde yavaş yavaş ortaya çıkacaktı. Bundan böyle İn­giltere de Osmanlı Ermenilerini diline dolayacaktı. Ama bunu Ermenilerin çıkarlarını düşündüğü için yapmayacaktı.
Ayastafanos Antlaşması üzerine hemen işe koyulan İn­giltere, kısa zamanda hem Rusya, hem de Babıâli ile ayrı ayrı birer gizli antlaşma imzalamıştı; aynı zamanda, Ayasta­fanos Antlaşmasının değiştirilmesi için Berlin Kongresinin top­lanmasına öncülük ediyordu. Berlin Kongresi öncesinde Osmanlı Ermenileri de kolları sıvadılar, yoğun bir çalışma içine girdiler. Amaçlan, fırsattan sonuna dek yararlanmaktı. Mart 1878’de, Babıâli’nin yüksek kademelerinde görevli bir Osmanlı Ermenisi, İngiliz Büyükelçisi Layard’ı gördü. Ermenilerin de, Bulgarlara tanındığı gibi, Anadolu’da özerklik istediklerini anlattı. İstanbul Ermenileri, «Ermeni Özerk Bölgesi»nin, ya da Ermeni Prensliğinin «anayasasını» hazırlamaya başlamışlardı. Bu belgeyi Berlin Kongresine sunacaklardı. Osmanlı Ermenisi İngiltere’den destek istiyordu ve bekliyordu. Berlin Kongresi, Ermenilerin «haklı» isteklerini kabul etmezse, Ermeniler so­nuna kadar uğraşacaklardı. Layard’m Ermeni ziyaretçisi, Ingilizin damarına basarcasına, «Hatta kendimizi Rusya’nın ku­cağına atabiliriz. Türk yönetiminde kalmaktansa Rusya’ya ka­tılmayı yeğleriz» dedi.
Kendisinin anlattığına göre, İngiliz Büyükelçisi, Ermeni ziyaretçisini pek umutlandırmamış, yüreklendirmemiş, ama he­men arkasından Osmanlı Ermenilerini Londra’ya salık vermiş­ti. Özetle şunları yazdı : «Osmanlı Ermenileri, bütün öteki Osmanlı Hıristiyanlarından daha fazla Türklere yakındılar. Türklere ısınmışlar, onlarla kaynaşmışlardı. Türkçe konuşuyorlardı. Ermeniler için İngiltere bir şeyler yapabilirdi. Adil bir yöne­time kavuşurlarsa Ermeniler yüzlerini Rusya’ya çevirmezlerdi. Türklerle daha fazla kaynaşırlardı. Bu, BabIâli’nin de İngiltere’nin de çıkarlarına uygun düşerdi.» Layard, «İngiltere bu ama­ca fiilen katkıda bulunabilir» diyordu. Ama Ermenilere özerk­lik verilmesinin yanlış olacağını belirtiyor ve aynen şöyle di­yordu :
«Şimdilik kendi kendisini yönetemeyecek durumda olan bir bölgeye özerklik vermek, kaş yapmak istenirken göz çı­karmak olur ve İngiliz çıkarlarına ters düşer.» (Belge No. 66) İngiliz Büyükelçisi, Osmanlı Ermenileri için «adil bir yö­netim», «hakça bir yönetim» (ne demekse) savunuyordu. Ama Ermeni özerkliği düşüncesine karşı çıkıyordu. İyimserdi. Hak­ça bir yönetim altında Ermenilerle Türklerin birbirlerine kaynaşabileceklerini umuyordu.
Peki, ya Ermeni liderleri ne düşünüyorlardı?
 Onların baş­ka düşüncede oldukları anlaşılıyordu. İstanbul Ermeni Patriği Nerses, Ermeni önderlerinin düşüncelerini, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e yolladığı 13 Nisan 1878 tarihli bir muhtırada açıkça ortaya koydu : «Ermenilerle Müslümanların bir arada yaşamaları (coexistence) imkânsızdır» deyip kestirip attı. Tek çözümün, Türkiye Ermenilerine, Lübnan gibi, özerk­lik verilmesi, Ermenilerin kendi kendilerini yönetmeleri oldu­ğunu ileri sürdü. Bağnaz bir Hıristiyan olarak şunları söyledi : «Doğu sorunu, (Şark meselesi), Müslümanlarla Hıristiyan­ların bir arada yaşamalarıyla daha da güçleşen, Osmanlı İm­paratorluğunun zayıflaması sorunudur. Bu bir arada yaşama (coexistence) artık imkânsızdır.
Eşitliği ancak bir Hıristiyan yönetim uygulayabilir. Ada­leti, Hıristiyan yönetim sağlayabilir. Vicdan özgürlüğünü de yalnız Hıristiyan yönetim uygulayabilir. Şu halde, Hıristiyan kitlelerin yaşadığı her yerde, Müslüman yönetimin yerini Hı­ristiyan yönetim almalıdır. Ermenistan (Doğu Anadolu) ve Kilikya, Hıristiyan yönetimin kurulması gereken yerler arasın­dadır.
Türkiye Ermenileri işte bunu istiyorlar. Yani, Türkiye Ermenistanında, Lübnan’da olduğu gibi, güvence altına alınmış bir Hıristiyan yönetim istiyorlar.» (Belge No. 69/1)
Türklerle Ermeniler artık bir arada yaşayamaz diyen Er­meni Patriği idi. Türkler ya da Osmanlılar değil. Buna şimdilik burada nokta koyalım ve geçelim.
Patrik Nerses, İstanbul’da yabancı elçiliklerin kapılarını çalmakla ve Avrupa hükümetlerine muhtıralar yollamakla ye­tinmedi. Berlin Kongresi öncesinde Avrupa’ya bir de heyet gönderdi. İstanbul eski Ermeni Patriği ve Beşiktaş Piskoposu Hrımyan başkanlığındaki bu heyet, çeşitli Avrupa başkent­lerini dolaştıktan sonra Berlin’e vardı. Gerçi Ermeni heyeti Berlin Kongresinin yapıldığı binaya sokulmadı, ama Ermeni iddialarını ve isteklerini dile getiren bir belgeyi kongre üye­lerine iletmeyi başardı.
Berlin’de Osmanlı delegeleriyle, büyük devletler delegeleri barış görüşmelerini sürdürürken, Patrik Nerses, 30 Haziran 1878 günü İstanbul’daki İngiliz büyükelçisini yeniden gördü. Bir Ermeni projesinin Berlin Kongresine sunulduğunu bildirdi ve bunun desteklenmesini rica etti. Büyükelçi Layard, «Ermenilerin adil ve iyi bir yönetime kavuşmalarını sağlamak için Berlin’deki İngiliz delegelerinin ellerinden geleni yapmakta olduklarını» söyledi. Patrik, Lord Salisbury’e teşekkürlerini yol­ladı. Osmanlı Ermenilerinin yalnız İngiltere’ye güvendiklerini de ekledi (Belge No. 73 ve 74).
On gün sonra Patrik, son bir kez daha İngiliz Büyükelçi­sini ziyaret etti. Berlin Kongresi sonuna yaklaşmıştı. Birkaç gün içinde Berlin Antlaşmasının imzalanması bekleniyordu. Patrik, antlaşmaya Osmanlı Ermenileriyle ilgili özel bir mad­de konmasını yeniden rica etti. Böyle bir madde olursa, Ermenilerin ilerde buna dayanarak büyük devletlerin koruyuculuğunu isteyeceklerini belirtti. Layard, Patriğin bu isteğini de Berlin’de bulunan Lord Salisbury’e iletti. Piskopos Hrımyan heyeti de Berlin’de kongreyi etkilemek için çabalarını sürdü­rüyordu (Belge No. 75).
Bütün bu çabalar sonucu, 13 Temmuz 1878 günü imza­lanan Berlin Antlaşmasına Osmanlı Ermenileriyle ilgili şu özel madde eklendi :
«Md. 61Babıâli, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde ye­rel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı ve Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı yükümlenir. Bu hususta alınacak önlemleri (büyük) devletlere bildirecektir ve devletler de alman önlemlerin uygu­lanmasını gözetleyeceklerdir
Bu birkaç satırlık madde, ilerde Osmanlı devletinin ba­şına pek büyük dertler açacak ve neredeyse Anadolu’nun bü­tünlüğünü tehlikeye sokacaktı.
Berlin Antlaşması üzerine Osmanlı Ermenileri arasında ateşli bir tartışmadır başladı. Ermenilerin bir bölümüne göre sanki «Dağ bir fare doğurmuştu»; yani Berlin Antlaşması onların beklentilerini boşa çıkarmıştı. Bir bölüm Ermeniye görey­se antlaşma, Ermenilere bir «altın madeni bahsetmişti»; bunu işleyip altını çıkarmak gerekecekti. Karamsar görünenler, Rusya yanlısı Ermenilerdi. İyimserler de İngiliz yanlısı olan­lardı.
Rusya yanlısı olan Ermeniler, Balkan Hıristiyanlarıyla Osmanlı Ermenilerini karşılaştırıyorlardı. İddialarına göre, Bal­kan Hıristiyanları, Berlin Antlaşmasıyla özerklik, hatta ba­ğımsızlık kazanmışlardı; çünkü, Osmanlı yönetimine karşı si­lahla ayaklanmışlar, sonra da Rusya’nın yanında Türklere karşı savaşmışlardı. Ermeniler ise ayaklanmadıkları ve Rusya ile silahlı işbirliği yapmadıkları için Berlin’de yüzüstü bıra­kılmışlardı. Osmanlı Ermenileri, özerklik ya da bağımsızlık istiyorlarsa, Balkan Hıristiyanlarını örnek alarak silaha sarılmalıydılar. Bu istekleri ancak silahla gerçekleşecekti. Gerisi boştu. Rusya yanlısı ya da aşırı uçtaki Osmanlı Ermenileri bunları söylüyorlardı. Ermeni aydınlarının hoşnutsuzluğunu kö­rüklüyorlar ve onlar arasında ihtilal tohumları saçmaya çalı­şıyorlardı.
Berlin'e gönderilen ve aşırı militan bir din adamı olarak bilinen eski patrik Hrımyan da az çok bu görüşteydi, Berlin dönüşü bu düşüncesini şöyle bir benzetmeyle dile getirdi : Er­meni heyeti Berlin’e bir muhtırayla, yani bir kâğıt parçasıyla gitmişti. Balkan Hıristiyanları ise bir «demir kaşık» ile oraya gitmişlerdi. Konferans masasına konan «Özgürlük Yemeği»ne onlar «demir kaşık» ile dalmışlar ve o nefis yemekten aslan payını almışlardı. Ermeniler yalnızca bir «kâğıt kaşık» ile yani dilekçeyle gittiklerinden «Özgürlük Yemeği»nden nasiplerini alamamışlardı. Eski Patrik, «Anlayana sivri sinek saz» de­mek istiyordu. Yani Balkan Hıristiyanları silahla savaştıkları için özgürlüğe kavuşmuşlardı. Ermeniler, bir dilekçeyle ya da muhtırayla (kâğıt kaşıkla) gittiklerinden elleri boş dönmüşlerdi Ermenileri Balkan Hıristiyanlarıyla karşılaştırmak, Erme­ni militanlara pek çekici görünüyordu. Etkin bir propaganda silahıydı bu. İlk bakışta Avrupalıları da etkileyebilecek gibi görünüyordu. Ermenilerin Balkan Hıristiyanlarından nesi ek­sik?
 Onlara da neden özerklik verilmez, denebilecekti. Ne var ki, bu düşünce temelden sakattı. Çünkü, Balkan Hıristiyanları, Rumeli’nin her yerinde değilse bile, belli bölgelerde topluca yaşıyorlar, o bölgede nüfus çoğunluğunu oluşturuyor­lardı. Örneğin Tuna vilayetinin doğu bölgelerinde Türkler, batı bölgelerinde Bulgarlar çoğunluktaydı, Bosna Hersek, Doğu Rumeli vilayeti vb. gibi yerlerde de Hıristiyan nüfus yoğun­luğu vardı. Anadolu’nun ise hiçbir yerinde bir Ermeni yoğun­luğu ya da çoğunluğu yoktu. Hiçbir vilayette, hiçbir sancakta Ermeniler çoğunlukta değildi. Kimi zaman amaçlı olarak «Er­meni vilayetleri» denen Erzurum, Van, Bitlis gibi doğu vilayet­lerinde de Ermenilerin Müslümanlara oranı beşte bir kadardı. Gerçi Ermeniler küçümsenecek bir azınlık değildi. Ama her tarafa dağılmışlardı ve Müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı. Böy­le bir nüfus yapısı üstüne bir Ermeni prensliği kurmayı um­mak, düş görmekti. XIX yüzyıl Avrupa’sında moda olan milli­yetler prensibine de ters düşüyordu. Bu bir.
Sonra, Anadolu, Türklerin öz yurduydu. En azından do­kuz yüzyıldan beri Türkler Anadolu’ya öylesine derin kök sal­mışlardı ki, onları buradan söküp atmak söz konusu olamaz­dı. Hele Rumeli’nden sonra Anadolu’dan da Türkleri atmayı düşünmek, hiç akıllıca bir iş değildi. Türkleri söküp atmadan, ya da yok etmeden Anadolu’da bir Ermeni prensliği, ya da devleti kurmayı düşünmek ciddi olamazdı. Ama Ermeni lider­ler bunu ciddi ciddi düşünüyorlardı ve Berlin Kongresinden sonra Ermeniler arasındaki tartışmalar sürüp gidiyordu.
Rus yanlısı Osmanlı Ermenileri Berlin Antlaşmasını acı acı eleştirirken, İngiliz yanlısı Ermeniler antlaşmayı övüyorlardı.
İstanbul’da çıkan İngiliz yanlısı Ermeni gazetesi Lirakir, Berlin Antlaşmasını Osmanlı Ermenilerine şirin göstermek için sü­rekli yayın yapıyordu. Eski Patrik Hrımyan ile birlikte Ber­lin’e gönderilmiş olan Nurias Çeras, 1879’da bir de broşür ya­yımladı. Soydaşlarına şöyle seslendi :
«Berlin Kongresi, Ayastafanos Antlaşmasının XVI. mad­desi yerine LXI. maddeyi koymakla kalmadı; yani maddenin sıra numarasını değiştirmekle yetinmedi. İlerde kuracağımız ulusal binanın (Ermeni devletinin) temellerini de attı.
Türk İngiliz antlaşması (Kıbrıs Antlaşması) da bizim için ayrı bir nimet oldu.
Gerçi Avrupa bize özerklik vermedi, ama bize öyle bir madde bağışladı ki, bu bizi, erişmek için yanıp tutuştuğumuz amacımıza ulaştıracaktır.
Babıâli, Ermenilerin yaşadığı yerlerde gereken reformları yapmaya söz verdi : Bu reformlar bir gün idari özerkliğe dö­nüşecektir...
Cesaretimizi yitirmeyelim; bize bahşedilen nimetlerden en büyük yaran sağlamaya çalışalım.
Avrupa elimize silahları verdi; paslanmadan bu silahları kullanalım.
Babıâli, Ermenistan’da (Doğu Anadolu’da) reform yap­maya söz verdi; bu reformlar gerçekleşmezse eyleme geçmek gerekir.
Babıâli, Ermenileri, Kürtlere ve Çerkezlere karşı koru­maya söz verdi. Kürtler ve Çerkezler cezalandırılmadan kalır­larsa eyleme geçmek gerekir.
Babıâli, gereken reformları yapmaya, büyük devletler de bu reformların yapılışını gözetlemeye söz verdiler. Büyük dev­letler bu gözetlemeyi yapmazlarsa, ya da yetersiz yaparlarsa eyleme geçmek gerek.
Ulusumuz umutsuzluğa kapılmasın; bir yandan Ermenis­tan’da, öte yandan da Avrupa’da çalışmak gerek.
Berlin Kongresiyle bir altın madeni elde ettik. Bu maden ocağını çalıştırmak ve altını çıkarmak bize düşer.» (Belge No. 309/1)
İşte, Nurias Çeras’ın broşüründen bir parça. Broşürün Ermenilere mesajı açıktır: Eylem, eylem, yine eylem deniyor. Türkiye’de eylem, Avrupa’da eylem. Durmadan eylem. Sözde ılımlı ya da Batı yanlısı Ermenilerin görüşü buydu. Rus yan­lısı Ermeniler silaha sarılmak gerek derken, Batı yanlısı Ermeniler eylem, eylem diye haykırıyorlardı. Her iki kanadın ilk amacı Ermeni özerkliği idi. Yolları biraz değişikti. Aşırılar amaca kestirmeden, ılımlılar ise biraz uzunca yoldan ulaşmak istiyorlardı. Her iki kanat da sakin Ermenileri kışkırtıyordu. O zamana kadar işiyle gücüyle uğraşan sakin Osmanlı Erme­nileri bundan böyle militan eylemci, ya da silahlı komiteci yapılacaktı, yapılmak isteniyordu. Osmanlı Ermenileri artık değişiyorlardı.
Berlin Kongresinden sonra İngiltere’nin Türkiye politikası da giderek değişmeye başladı. Bu değişmenin açık belirtileri, İngiltere’nin Osmanlı Ermenileri için reform isteklerinde görüldü.
Berlin Antlaşması ve 1878 Kıbrıs sözleşmesi ile Doğu Anadolu’da reform yapılması öngörülmüştü. Ama bu belgeler­de «reform» sözcüğü tanımlanmamıştı. Bu sözcük ya da terim, bir kapalı kutuydu. İngiltere, çok geçmeden bu kutuyu aralamaya başladı. Bakalım içinden neler çıktı.
Berlin Antlaşmasının imzalanmasından bir ay kadar son­ra, 8 Ağustos 1878 günü, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, İstanbul Büyükelçisi Sör Henry Layard’a uzun bir yönerge gönderdi. Berlin Antlaşmasıyla Türk İngiliz sözleş­mesinin yürürlüğe girdiğini ve BabIâli’nin yapması gereken re­formlara hemen başlaması gerektiğini bildirdi. Babıâli neler yapmalıydı?
 Lord Salisbury önce uzun uzun bunları anlatı­yordu. Uzunca bir giriş yapıyor, özetle şunları söylüyordu :
Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli bölgelerinde çeşitli re­formlar uygulanmıştı. Hıristiyanların topluca yaşadığı Girit adasına özerklik verilmişti. Adanın bir temsilciler meclisi, ken­di yönetimi vardı. Ama bu yönetim pekiyi işlemiyordu. Son­ra Lübnan’a da özerklik verilmişti. Orada da özerk bir yö­netim, bir meclis ve bir Hıristiyan vali vardı. Başında yete­nekli bir Hıristiyan Osmanlı valisi bulunduğu için Lübnan özerk yönetimi biraz daha başarılıydı. 1878 yılma kadar Gi­rit ve Lübnan örnekleri vardı. Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğunun Rumeli topraklarında da yeni özerk bölge­ler kurulacaktı. Örneğin, Balkan Sıradağlarının güneyinde «Doğu Rumeli Mümtaz Vilayeti» adıyla yeni bir özerk böl­ge öngörülmüştü. Bu henüz oluşma yolundaydı.
Lord Salisbury, saydığı bu özerk bölgelerden hiçbirinin Doğu Anadolu için bir model olarak alınamayacağını belir­tiyordu. Kimi zaman yanlışlıkla, ya da kasıtla, «Ermenistan» ya da «Türkiye Ermenistanı» diye adlandırılan Doğu Anado­lu, Girit’e, Lübnan’a, ya da Doğu Rumeli’ye hiç benzemiyor­du. Çünkü Doğu Anadolu’da bir Hıristiyan çoğunluğu yoktu. Gerçi bölgede bir Ermeni azınlığı yaşıyordu. Ama Ermeniler pek dağınık ve Müslümanlarla iç içe idiler. Salisbury, Girit’e, Lübnan’a uygulanmış ve Doğu Rumeli’ye uygulanacak re­formların Doğu Anadolu’ya uygulanamayacağını belirtiyor ve şöyle diyordu :
«Başarı şansları ne olursa olsun, o deneyler (yani Girit, Lübnan ve Doğu Rumeli deneyleri) Osmanlı İmparatorluğunun Asya vilayetlerinde taklit edilemez. Çünkü Asya vilayetlerinde muazzam çoğunlukta olan Müslüman ırklar, hiç değilse şim­dilik, geleneklerine ve düşüncelerine ters düşen benzer özerk kurumlara yatkın değildirler. Yerel temsil sistemi (özerklik) Hıristiyanlara belki uygun düşebilir, ama Hıristiyanlar ora­larda hem küçük bir azınlıktır, hem de pek dağınıktır ve Müs­lümanlarla iç içe yaşamaktadırlar. Bu bakımdan yalnız Hıristiyanlar için ayrı bir yönetim sistemi, son derece vahim pra­tik güçlükler yaratır.» (Belge No. 81)
Kısacası, Lord Salisbury, Ermeni özerkliği düşüncesini bir kenara itiyordu. Anadolu’da Ermenilere özerklik vermek «pek vahim» sonuçlar doğurur diyordu. Hiç değilse o tarihte, Ermeni liderlerinin özerklik istekleriyle İngiltere’nin politikası ayrılıyordu.
İngiltere, Doğu Anadolu’da Ermeni özerkliği değil, bir çe­şit İngiliz protektorası kurmak peşindeydi. Bölgenin kontrolü­nü doğrudan ele geçirmeyi düşünüyordu. Gerçi Salisbury bu amacını açığa vurmuyordu. Ama Babıâli’ye empoze etmek is­tediği «reformlar», Doğu Anadolu’da İngiliz protektorasına yol açabilecek nitelikteydi. İlk ağızda Lord Salisbury, dört ana mad­dede toplanan şu reform paketini ortaya koyuyordu :
1-Doğu Anadolu’da yeni bir jandarma kuvveti kurula­caktı. Ayrı bir ordu gibi olacak bu yeni ve bağımsız kuvvet, Avrupalı (yani İngiliz) subaylarca örgütlenecekti. Bu kuvve­tin komutanı da Avrupalı olacaktı. Bölgede yaşayan Ermeni­leri korumak için böyle bir kuvvet gerekli sayılıyordu. Ama jandarma, tek başına yetersiz kalırdı.
2-Lord Salisbury’nin projesine göre; Doğu Anadolu’da yeni bir adliye örgütü oluşturulacaktı. Gerekli görülecek her vilayette yeni birer yüksek mahkeme kurulacaktı. Bu mahke­melerin her birinin başında -—Mısır’da olduğu gibi— birer Avrupalı yargıç bulunacaktı. Bölgedeki bütün mahkemelerin ka­rarları bu Avrupalı (ya da İngiliz) yüksek yargıcın onayından geçecekti. Onun onayı alınmadan, hiçbir Osmanlı mahkeme­sinin hiçbir kararı kesinleşmeyecekti. Başka bir deyimle, bu Avrupalı ya da İngiliz yüksek yargıçlar, bölgedeki Osmanlı yargı organlarını kontrolleri altına alacaklar, onların bütün kararlarını veto edebileceklerdi. Osmanlı mahkemelerinin «adaletsiz» kararlarına karşı Ermeniler, ancak böyle koruna­bilirdi. Ama bu da yetmezdi. İngiliz projesinin arkası vardı.
3-Doğu Anadolu’da vergi sistemi kökten değiştirilecek­ti. Âşâr vergisi kaldırılacak, yerine, İngilizlerin Hindistan’da uyguladıkları vergi sistemine benzer bir düzen kurulacak; mak­tu bir vergi konacak ve bu vergi, para olarak ödenebileceği gibi mal olarak da ödenebilecekti. Doğu Anadolu’da kötü Osmanlı vergi sistemi ancak yetkili Avrupalı uzmanlarca değiş­tirilebilirdi. Onun için her vilayete birer Avrupalı vergi alımcısı (Revenue Collector) atanacaktı. Olağanüstü yetkilerle do­natılmış bir «süper defterdar» niteliğindeki bu Avrupalı ya da İngiliz «vergici», hem vilayetin vergi sistemini kökten değiş­tirecek, hem de o vilayetin tüm gelirlerini denetimi altına alacaktı. Vilayette toplanacak bütün gelirler bu Avrupalı uz­mandan sorulacak, onun onayından geçecekti. Böylece, Ana­dolu Ermenisi Osmanlı vergi sistemi altında ezilmekten kur­tulacaktı.
4-Son olarak Lord Salisbury, valiye de değiniyordu. Üç maddede sıraladığı yukardaki reformların etkin ve dürüst bi­çimde uygulanabilmesinde valinin kişiliği önem taşıyordu. Ama Salisbury, vali konusunda biraz kapalı konuşuyordu. Bölgede jandarma komutanı Avrupalı olacak, yüksek yargıçlar ve def­terdarlar da Avrupalı olacak dedikten sonra, vali de Avrupalı olacak diyecek gibiydi. Ama bunu demiyordu. Yalnız şunu söylüyordu: Doğu Anadolu’ya atanacak valilerin seçiminde İn­giliz büyükelçisi Padişaha yol gösterecek ve yardımcı olacak­tı. Ya da Padişah, vali seçerken İngiliz büyükelçisine danışa­caktı. Sonra Padişah, atanan valiyi istediği gibi değiştiremeye­cekti. Vali en az beş yıl görev başında kalacaktı. Aynı biçimde Doğu Anadolu’ya atanacak Avrupalı yüksek yargıçlarla Av­rupalı defterdarlar da uzun süre yerlerinde kalacaklardı (Belge No. 81).
Disraeli Başkanlığındaki İngiliz Muhafazakâr Hükümeti­nin, Ağustos 1878’de Doğu Anadolu için hazırladığı reform projesinin anaçizgileri işte bunlardı. Bu proje, ayrıntılı ge­rekçeleriyle birlikte, bir notaya döküldü ve 20 Ağustos 1878 günü Sadrazam Saffet Paşaya sunuldu (Belge No. 83/1).
İngiliz reform projesi benimsenince, Doğu Anadolu’da jandarma kuvveti Avrupa’nın ya da İngiltere’nin kontrolüne geçecekti. Osmanlı yargı gücü de İngiliz yüksek yargıçlarının denetimi altına girecekti. İngilizler bölgenin vergi sistemini de kökten değiştirecekler, oralarda toplanacak tüm vergilerin kontrolünü ellerine alacaklardı. Son olarak, valinin atanma­sında İngiliz büyükelçisinin Padişah’a «yol göstermesi» dola­yısıyla, Osmanlı yürütme erki de az çok İngiliz etkisinde ka­lacaktı. Böyle bir projenin Osmanlı devletinin bağımsızlığı ve egemenliği ile bağdaşmadığı apaçıktı. İngiliz projesi benimse­nip uygulanınca Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğinden geriye ne kalıyordu, diye sormak belki daha yerinde olur.
Evet, Lord Salisbury, Doğu Anadolu’nun Girit’e, Lüb­nan’a, Doğu Rumeli’ye benzemediğini ve benzetilemeyeceğini belirtmişti. Ama doğu vilayetlerimizi Mısır’a, hatta Hindistan’a benzetme amacı güdüyordu. Herhalde İngiliz reform projesi, Doğu Anadolu’da bir çeşit İngiliz protektorasına yol açabile­cekti. Sonra İngiltere daha işin başındaydı. Buzdağının yalnız bir ucu su üstüne çıkmıştı henüz. İngiliz reform isteklerinin arkası gelecekti. İngiliz Büyükelçisi Layard, 15 Eylül 1878 günlü bir telgrafında, «Babıâli, son kertede para sıkıntısı için­dedir; onun bu sıkıntısından yararlanıp Anadolu’nun önemli bir eyaletinde yönetimin kontrolünü elimize geçirebiliriz» di­yordu (Belge No. 90).
Ağustos 1878’den Mayıs 1880 tarihine kadar İngiliz Mu­hafazakâr Hükümeti, hazırladığı reform paketini Babıâli’ye kabul ettirmeye çalıştı. İngiliz iddiasına göre, bu reformlar yapılırsa, Doğu Anadolu’da yeni bir düzen kurulmuş olacak, yerli halk bundan hoşnut kalacak, Ermeniler Rus etkisine ka­pılmayacak ve dolayısıyla Anadolu, yeni bir Rus istilasından korunmuş olacaktı. Bu reformların, Padişahın egemenlik hak­larına ters düşmediğini de ileri sürüyordu İngiltere.
Osmanlı Hükümeti ve Padişah, Anadolu’da reform yap­mayı istiyorlardı. Ama İngiliz reform, projesi konusunda haklı kuşkulan vaıdı. Acı deneyimler geçirmişti Osmanlı devleti, Hıristiyanlar için reform diye diye İmparatorluğun Rumeli top­rakları parçalanıp gitmişti. Sıra şimdi Anadolu’ya mı geliyor­du?
 Reform adı altında Doğu Anadolu’da Osmanlı egemen­liği silinmek mi isteniyordu?
 Rus yayılmasını önlemek için İngiltere kendisi mi Anadolu’ya oturmak emelindeydi?
 Soru­lar, zihinleri kurcalıyordu. Herhalde sütten ağzı yanmış olan Babıâli yoğurdu üfleyerek yemek zorundaydı.
Babıâli, Osmanlı egemenlik haklarını İngilizlere kaptır­mamak için çaba harcıyordu. 24 Ekim 1878’de İngiliz nota­sına karşılık verdi. Doğu illerinde özel bir jandarma kuvveti kurmayı, bunun Avrupalı subaylarca örgütlenmesini, jandar­ma örgütünün merkezi bir idare organı olmasını ve burada Avrupalı subayların da görevlendirilmesini, bazı mahkemeler­de Avrupalı müfettişler kullanmayı düşündüğünü bildirdi. An­cak Babıâli, inisiyatifi elinde tutmak, ipin ucunu İngiltere’ye kaptırmamak niyetindeydi. Avrupalı uzmanların birer Osmanlı görevlisi gibi, Padişahın buyruğu altında iş görmelerini öngö­rüyordu. Reform yapabilmek için İngiltere’den borç para al­mayı da düşünüyordu.
Sonra Babıâli, 1879 yılında Doğu Anadolu’ya ıslahat ko­misyonları da gönderdi. Ermeni ve Türk üyelerden oluşan bu komisyonlar, Erzurum, Van, Diyarbakır yörelerinde araştır­malar yaptılar. Halkın dertlerini, isteklerini belirlemeye çalış­tılar. Kendi inisiyatifiyle reformlar yapmaya çalıştığını gös­termek istiyordu Babıâli.
Ama bu çabalar İngilizleri tatmin etmedi. Reform konu­sunda İngiliz baskıları giderek arttı. İngiliz Büyükelçisi Layard, reformlar yapılmazsa, Padişahın tacı tahtı gider diye tehditler savurdu. Yoksa, «Anadolu Bulgaristan’a benzer» di­yordu. Yani İngilizlerin istediği reformlar yapılmazsa Ermeniler de Bulgarlar gibi ayaklanırlar, bunun sonunda Anadolu da parçalanır demeye getiriyordu. O günlerde Bulgaristan’ı hatırlatmak BabIâli’nin kanayan yarasına tuz basmak gibiydi. Tuna vilayetinde bir Bulgaristan Prensliği kurulması ve bu yerlerin Osmanlı İmparatorluğundan kopmasının üzerinden he­nüz bir yıl bile geçmemişti. İngiliz büyükelçisinin bu gibi do­kunaklı sözleri Babıâli’yi daha da kuşkulandırıyor, dikkatli ol­maya itiyordu. İngiliz baskıları da günden güne artıyordu. Da­ha sonra İngiltere, diplomatik baskıdan silahlı tehdide kadar ileri gidecek, bir ara İngiliz Akdeniz filosuna Türk sularına doğru yürüme emri verilecekti. Bu baskılar, 1880 baharında Muhafazakâr Hükümetin iktidardan düşmesine kadar sürecek­ti. O tarihte İngiltere’de Liberal Gladstone Hükümeti başa geçecek ve Türkiye bakımından gelen gideni aratacaktı.
Bu arada Ermeniler özerklik isteklerini sürdürüyorlardı. İngiltere Doğu Anadolu’da bir çeşit protektorayı amaçlayan reformlar konusunda baskı yaparken, Ermeniler özerklik di­ye direniyorlardı. Kimi İngilizlere göre Ermenilerin özerklik emeHeri hem «aptalca», hem de «tehlikeli» bir düşünceydi.
1877 yılında Doğu Anadolu’da uzun bir inceleme gezisi ya­pan İngiliz General Baker Paşa bu konuda şunları yazıyordu : «Birçok ileri gelen Ermeni ile yaptığım konuşmalardan şunu anladım ki, Ermeniler gelecek için büyük emeller bes­lemektedirler. Bu emelleri uygulanabilir olmadıktan başka, kendileri için de tehlikelidir. Ermeni özerkliği planının ne ka­dar aptalca bir şey olduğunu anlayabilmek için bu ülkeyi tanı­mak gerek. Ermeniler her yerde azınlıktadırlar. Genel olarak nüfusun üçte biriyle beşte birini oluşturuyorlar, özerklik onları Kürtlerin insafına terk edecektir. O zaman durumları şimdi­kinden on kat daha kötü olacaktır. Sonra özerklik kışkırtma­ları Türk makamlarını kuşkulandırıyor. Bütün araştırmalarım şunu kanıtlıyor ki, bu vilayetlerin yönetilişi pekiyi olmamak­la birlikte, Hıristiyanlar, Müslümanlardan çok daha iyi durum­dadırlar.» (Belge No. 340/1)
Ermeni kilisesiyle militanları bunları pek düşünmeden ateş­li bir kampanyaya giriştiler. Berlin Antlaşmasından sonraki dönemde yabancı elçilikleri dilekçe yağmuruna tuttular. Avrupa’nın dikkatini Ermeniler üzerine çekmeye çalıştılar. Osmanlı yönetiminin dayanılmaz olduğunu, Ermenilerin ancak özerk bir yönetimle kurtulabileceğini ileri sürdüler. Kimi za­man ufak tefek olayları kat kat büyüterek anlatıyorlardı. Ki­mi zaman hiç yoktan yakınma konuları uyduruyorlardı. Kumkapı Ermeni Patriği Nerses, «arzuhalci başı» gibi durmadan yabancı elçiliklere dilekçeler, telgraflar yağdırıyordu. Olayları abartıyor, çarpıtıyordu. İngiliz Büyükelçisi Layard bile Patri­ğin bu tutumundan usanmaya başlamış gibiydi. 30 Haziran
1878 günlü bir yazısında «Araştırmalarla kanıtlanmıştır ki, Patriğin bu tür telgrafları, genellikle pek abartılmış sözler içe­rir» diyordu (Belge No. 120).
1878 yılında İngiltere, Anadolu’nun başlıca kentlerine bi­rer asker konsolos atadı. Sivas’a Albay Wilson, Erzurum’a Binbaşı Trotter, Van’a Yüzbaşı Gayton, Kayseri’ye Yüzbaşı Cooper gönderildiler. Meslekten asker olan bu kimselerin kon­solos olarak atanmaları yeni bir uygulamaydı. Pek alışılmış değildi. Asker konsolosların görevleri, anaçizgileriyle şöyle belirtilmişti: «Anadolu ahalisinin çeşitli sınıfları üzerinde araş­tırmalar yapmak», «Yerel Türk yöneticilerine öğütler vermek», «Yerel Osmanlı makamları katında girişimlerde bulunmak», «Anadolu’da yapılacak reformların uygulanmasını gözetlemek ve bu uygulamanın hakkıyla yapılmasını sağlamak»... (Belge No. 209)
Sivas’a başkonsolos olarak atanan Albay Wilson, bu gö­revle yetinmemiş, kendisini Orta Anadolu’da bir çeşit «Özel Komiser» olarak görmüş, olağanüstü siyasal yetkiler istemişti. Ancak bu konuda Büyükelçi Layard ile sürtüşmeye girmişti Büyükelçi, siyasal yetki konusunu zamansız buluyordu. «Ana­dolu’da görevlendirilen Majesteleri Konsoloslarına siyasal yet­kiler tanınması için direteceğimiz zaman gelecektir» diyordu (Belge No. 209).
İngiliz asker-konsoloslarının Anadolu’ya gelişleri Osmanlı Ermenilerini şöyle bir dalgalandırdı. Militan Ermeniler, hal­kı kışkırtmak için bunu bir fırsat saydılar. Köylere varıncaya kadar Ermeni kitlelerini kışkırtıp meydanlara döktüler. İngiliz konsolosları sanki Anadolu’yu yönetmeye geliyorlarmış gibi bir hava yarattılar. Gelenler sanki Ermenilerin «kurtarıcılarıy­dı». Kimi İngiliz konsoloslarının tutumları da Ermeni kaynaşmalarını kamçıladı. Bunlar, köy köy Anadolu’yu dolaşmaya koyuldular. Gidecekleri yerlere önceden haberler uçtu. Her yerde karşılama törenleri düzenlenmesi beklendi. İngiltere’nin Van Viskonsolosu Yüzbaşı Gayton, 31 Temmuz 1879 günü Muş’a varışını şöyle rapor ediyordu :
«Ertesi gün (31 Temmuzda) Muş un dört saat uzağında bir Ermeni heyeti beni karşıladı. Piskoposun evinde kalmam için beni resmen davet etti. Piskoposu Erzurum’da görmüş ve davetini zaten kabul etmiştim. Muş’a bir saat kala Piskoposun yardımcısıyla ileri gelen Ermenilerden oluşan kalabalık bir kit­le beni karşılamaya geldi. Kente yaklaşırken Muş Ermenileri­nin yarıdan çoğu beni karşıladı. Çeşitli okulların çocukları, kilise ayin elbiseleriyle süslenerek sıra sıra dizilmişlerdi. Biraz ilerde bir süvari albayı, birliğiyle bana eşlik etti. Hepsi beni piskoposun evine kadar götürdüler.» (Belge No. 255/2)
Kadın erkek, çoluk çocuk, Muş Ermenileri işi gücü bırakıp yollara dökülmüşlerdi. Yirmi yirmi beş kilometre ötelere kadar temsilciler salmışlardı. Âlâyi vâlâ ile İngiliz konsolos muavinini karşılıyorlardı!
Muş Ermeni Piskoposu Jean, kırık dökük bir Fransızca ile, bir de ateşli karşılama nutku çekmişti. İngiliz muavin konsolosuna, bir krala ya da prense seslenir gibi «Majeste», «Altes » diye seslendi. Olup bitenleri sessizce seyreden Osmanlı süvari albayının önünde, hiç sakınmadan, İngiliz viskonsolosuna şöyle seslendi :
«Ekselans,
Istırap dolu bir yürekle konuşuyorum. Bu halk, benim aracılığımla ve derin bir saygıyla gelişinizi selamlayıp alkış­lıyor. Gelişiniz bizim için bir gurur kaynağıdır.
Milletimiz, uzun zamandır, korkunç kötülükler, baskılar ve felâketler altında boğulmaktadır. Altı yüzyıldan beri bu zor­banın boyunduruğu altında inliyoruz. Bu vatanda mutluluk yok; her tarafta hıçkırıklar, gözyaşları ve sefalet var...
Siz, Altes, bahtsızların koruyucususunuz.
Bu halk, içine gömülmüş olduğu mezar kasvetini ve ses­sizliğini ai'tık görmeyecek. Siz, Majesteleri, bize özgürlük bah­şedeceksiniz; her tarafa özgürlük yayacaksınız. Umudumuz sizsiniz.
Saygıdeğer Efendimiz, size tapan bu halkı seviniz ve onu sefaletten kurtarınız(Belge No. 255/3)
Ermeni sorunu işte böyle böyle filizlendi. O gün yortu giysileri içinde İngiliz viskonsolosunu karşılayan ve Ermeni pis­koposunun bu ateşli söylevini dinleyen Ermeni çocuklarından bir bölümü, on beş yıl sonra silahlı birer komitacı olup çıka­cak ve bölgeyi kana bulayacaklardı. Ermeni militanları rüz­gâr ekiyorlardı, fırtına biçeceklerdi.
İngiliz asker konsolosları Anadolu’da «reform» yaptıra­caklardı. Başlıca görevleri yapılacak reformların uygulanışını gözetlemekti. Bu uygulamanın «hakkıyla» yapılmasını sağla­maktı. Peki, bu konsoloslar «reform» denince ne anlıyorlardı?
 Bu konuda kafalarında neler vardı?
 Van Viskonsolosu Yüzbaşı Clayton, 29 Kasım 1879 günlü raporunda özetle şunları yazı­yor :
İngiliz Konsolosu, Anadolu üzerinde ya bir İngiliz protektorası, ya da uluslararası bir protektora kurulması gerekti­ğini, reformları da bu yöne doğru çekmek gerekeceğini ileri sürüyordu. Yabancı protektorası altında Ermeniler, Türkiye üzerinde söz sahibi, hatta birinci derecede söz sahibi olacak­lardı. «Anadolu devletinin liderleri» durumuna geçeceklerdi.
Ama, İngiliz Konsolosu, Osmanlı devletinin yıkılacağı inan­andaydı. Öyleyse reformlar, İngiliz veya Avrupa protektorası altında bir Ermeni devleti kurulmasından yana yönlendirilme­liydi. İngilizin düşüncesine göre bu şöyle olacaktı :
Önce, Ermeniler, İngiliz veya Avrupa protektorası altında serpilecekler, güçleneceklerdi ve siyasal bakımdan hazırlana­caklardı. Sonra, dışardan Doğu Anadolu’ya Ermeni nüfusu getirilecekti. Böylece bölgede Ermeni nüfusu artacaktı. Ama ne kadar artarsa artsın Ermeniler yine azınlıkta kalacaklardı. Bunun için, ikinci adım olarak, Türk nüfus Doğu Anadolu’dan peyderpey uzaklaştırılacaktı. Geriye Kürtler ve Süryaniler ka­lacaktı. Süryanilerle Ermeniler, mezhep ayrılıkları bir yana bırakılıp kaynaştırılacaktı. Kürtler ise «silah zoruyla hizaya getirilecekler», Ermenilerle birlikte yaşamaya zorlanacaklardı. Bütün bunlar, Osmanlı yönetimi altında, reformları uygula­mak adı altında yapılacaktı. Zamanı gelip Osmanlı devleti çökünce de Ermenilere ayrı bir devlet kurdurulacaktı. Ama bu iğreti devlet kendi kendine yaşayamayacağı için, bunun üze­rinde «güçlü bir İngiliz protektorası» kurulacaktı.
İngiliz görüşüne göre, Rusya’nın güneye doğru yayılması ancak böyle önlenebilirdi. Yani, Doğu Anadolu’da güçlü bir İngiliz protektorası kurularak Rus yayılmasına bir set çekile­bilirdi. Bütün reform yolları İngiliz protektorasma çıkıyordu. İngiliz Konsolosu Clayton, görüşlerini düğümleyerek,
«Düşünülecek ikinci nokta, bu programı gerçekleştirmek için uygulanacak reformların özelliğidir» diyordu (Belge No. 326/9).
Bu program, Konsolos Emilius Clayton’un kendi kafasın­dan çıkmış kişisel düşünceler değildi. O zamanki İngiliz poli­tikası doğrultusunda kaleme alınmış bir programdı. Bunun unsurları, Lord Salisbury’nin 8 Ağustos 1878 tarihli yöner­gesinde de vardı. Yalnız Salisbury biraz kapalı konuşurken, Konsolos Clayton daha açık seçik yazabilmişti.
Babıâli, bu İngiliz reform programını ilaç değil, zehir ola­rak görmüş ve içmekten yan çizmiş ise, suçlanmamalıdır. Ru­meli’nden sonra Anadolu’nun da elden gitmesine varacağı bes­belli olan böyle bir programı hiçbir Osmanlı Hükümeti iste­yerek kabul edemezdi. Müslümanların halifesi sayılan Padişah­tan, Anadolu’nun ezici Müslüman çoğunluğunu küçük Ermeni azınlığına feda etmesini kimse bekleyemezdi.
İngiliz Büyükelçisi Layard, 12 Haziran 1879 günlü rapo­runda bir noktaya parmak basıyordu : «Babıâli, dikkatli, akıllı ve ileri görüşlü davranmazsa, yakında Anadolu’da, son savaşa neden olan Bulgar sorununa benzer bir Ermeni sorunuyla kar­şı karşıya kalacaktır» diyor ve ekliyordu: «Bir Ermeni ulusu yaratmak için aynı entrikalar bu kez Anadolu’da çeviriliyor Hıristiyan yaygarasına ve Avrupa müdahalesine neden olabi­lecek bir durum oluşturulmak isteniyor.» (Belge No. 210)
Bulgar ayaklanması, 1876 baharında, Rodopların kuzey eteğinde, Filibe sancağına bağlı dört köyde patlak vermiş ve bastırılmıştı. Bu köylerin toplam nüfusu dört bini bulmuyordu, ama Avrupa’da ve Rusya’da, «Türkler 100.000 Bulgari kılıçtan geçirdi» diye büyük bir yaygara koparılmıştı. Tozdan dumandan ferman okunmayan böyle yoğun bir propaganda havası içinde
Rusya, Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmış ve sonunda bir Bulgar Prensliği kurulmuştu. Ne var ki, Bulgar devletinin ya­ratılması 400.000 kadar masum Rumeli Türkünün canına mal olmuştu. Bir milyon kadar Rumeli Türkü de yurtlarından ko­parılıp atılmıştı.
Şimdi, üç yıl sonra, 1879’da aynı kanlı oyunlar Anadolu’da tezgâhlanmak isteniyordu. Açık açık yazılıyordu : «Doğu Ana­dolu’dan Türkler atılmalı, Ermenilere yer açılmalı, dışardan buraya Ermeni nüfus ithal edilmeli» deniyordu. Bu oyunu tezgâhlamaya çalışanlar çoktu ve çeşitliydi. Ama şunu söylemek gerekir ki, Sör Henry Layard’a doğrudan bağlı İngiliz konsolosları arasında da entrikacı tipte olanlar vardı. Bunlardan biri Halep’teki İngiliz Konsolosu P. Henderson idi. «Zeytun ola­yındaki Henderson’un tutumunun, Bulgar ayaklanmasında Rusya’nın Filibe Konsolosu Naiden Gueroff’un oynadığı rolden kalır yanı yoktu. Biraz açalım :
Zeytun, Maraş sancağına bağlı küçük bir kaza merkeziy­di. Anadolu’da Ermenilerin çoğunlukta olduğu birkaç küçük kasabadan biriydi. Kasabada 30 Müslüman, 1000 kadar Hıris­tiyan aile yaşıyordu. Kasabanın yakın çevresinde 7 Hıristiyan köyüne karşılık 22 Müslüman köyü vardı. Toros Dağlarının sarp tepeleri arasına gizlenmiş olan Zeytun, oldum olası bir eşkıya yatağıydı. Zeytun Ermenileri arasında her zaman sa­bıkalı Ermeni eşkıyaları yuvalanmaktaydı. Ermenilerin çoğun­lukta ve silahlı olduğu bu dağ kasabası, kışkırtmalara pek elve­rişli bir yerdi. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Zey­tun Ermenileri, Babek adında sabıkalı bir eşkıyanın elebaşılığı altında, civar Türk köylerine silahlı soygunlar düzenlemişlerdi. Bozdoğan Yörüklerine saldırıları sırasında 7 kişiyi öldürmüşler, birçok insanı da yaralamışlardı. Berlin Antlaşmasından sonra Zeytun’a dışardan kışkırtıcı ajanlar uğramıştı. Bunlar, o yö­rede «Deli Papaz» diye bilinen Furnous papazı ve sabıkalı eş­kıyalarla birlikte, Zeytun Ermenilerini ayaklanmaya kışkırtmış­lardı. Bir sabah Zeytun kaymakamı gözlerini açınca kasaba camiini ve hükümet binalarını alevler içinde görmüş ve Maraş’a kaçmıştı.
Bulgar ayaklanmasına benzer bir olayın tekrarlanmak is­tendiğini sezen Halep Valisi Kâmil Paşa, işi oluruna bırakma­yıp hemen harekete geçmiş ve yanma bir miktar asker alarak Zeytun’a gelmişti. Zeytun Ermenilerinden 1200 kadar silah toplamış, 200 kişiyi tutuklamış ve kocaları dağa kaçan 8 Er­meni eşkıyasının karılarını (hepsi sekiz kadın) alıp Halep’e dönmüştü.
Kâmil Paşanın bu enerjik davranışı Halep’teki İngiliz Kon­solosu P. Henderson’u çileden çıkarmıştır. Konsolos, Zeytun eşkıyalarıyla doğrudan işbirliği içindeydi. Onlarla mektuplaşmaya giriştikten başka, toplantılar da yapmıştı. Bu nedenle, Ermenilerin İngiliz himayesinde olduğunu, tutuklanan bütün Ermenileri serbest bıraktıracağını söylemiştir. Valiye ateş püs­kürmeye başlamıştır. Vali, tutukluları serbest bırakmayınca İngiliz Konsolosu büsbütün çileden çıkmıştır. Doğrudan Lord Salisbury’e gönderdiği raporlarla Vali Kâmil Paşayı yerin dibi­ne batırmış ve kendisinin derhal görevden alınmasını ısrarla istemiştir. Büyükelçi Layard, Salisbury’e gönderdiği gizli rapo­runda, Kâmil Paşayı «son derece dürüst, adil ve yetenekli» bir kişi olarak nitelendiriyor, «Türk valilerinin en iyisidir» di­yordu. Ama konsolosun sürekli entrikaları ve Londra’nın tali­matı üzerine, Kâmil Paşanın görevden alınmasını istedi. Osmanlı Hükümetine inanılmaz baskılar yapıldı ve Mart 1879’da Kâmil Paşa, Halep valiliğinden azledildi. İlerde dört kez sad­razamlığa gelecek olan Kâmil Paşa, sırf Ermeni ve İngiliz oyun­larını bozduğu için görevinden atılmıştı. Ermenilerin gözünde İngiliz konsolosunun ve İngiltere’nin prestiji yükselmiş, Osmanlı valisinin otoritesi ise beş paralık olmuştu. Bu, Erme­nileri daha da şımartacaktı. Böylece, ilerde patlak verecek daha kanlı Ermeni olaylarının tohumları atılmıştı.
Kâmil Paşanın azledilmesinden sonra, Nisan 1879’da, Zeytun’a bir araştırma komisyonu gönderildi. Komisyon, Mazbar Paşa ile Nurian Efendiden oluşuyordu. Nurian Efendi, Şûrayı devlet üyesi bir Osmanlı Ermenisiydi. Ermenilerin Çara bağlılıklarını bildirmek üzere, Rus Başkumandanı Grandük Nicholas’ın karargâhına gizlice gönderilen Ermeni heyeti için­de görev almış bir kişiydi. İngiliz Konsolosu bu kez Mazhar Paşanın da görevden alınması için ısrar etmeye başladı. İn­giliz büyükelçiliği, Henderson’un raporları üzerine, Mazhar Paşanın derhal görevden alınması için resmen girişimde bu­lundu. Sadrazam, «bir tek konsolosun iddiaları veya vetosu üzerine her Osmanlı görevlisi azledilirse, bunun sonu nereye varır», diyordu. İngiliz baskılarıyla sonunda bütün Zeytun Ermenilere bağışlandı, tutuklular serbest bırakıldı. BabIâli’nin otoritesi bir kez daha zedelenip sarsıldı.
İngiliz baskısıyla bir Osmanlı valisi görevden alınmıştı. Osmanlı mahkemelerinin kararları bozdurulmuş ve kanlı eşkıya­ların hepsi serbest bıraktırılmıştı. Babek adlı eşkıya da serbest bırakılanlar arasındaydı. İlerde bunlar yeniden sahneye çıka­caklardı. Yıllar önce Halep’te görev yapan Skene adlı bir baş­ka İngiliz konsolosu, Ermenileri yakından incelemiş ve şu hük­mü vermişti : «Ermeniler, korumasız kalınca pek aşağılık oluyorlar, ama gereksiz yere korununca hemen küstahlaşıveriyorlar» demişti (Belge No. 11). Şimdi, Kâmil Paşanın Halep valiliğinden atılması üzerine, Ermeniler arasında küstahlaşma ve şımarma açıkça görülmeye başlanmıştı. Osmanlı makam­larının saygınlığı çiğnenmişti. Ermeniler arasında inanılmaz düşünceler yayılıyordu : «İngiliz konsolosları Türkiye’yi yönet­meye geldiler, Bulgarları Ruslar kurtardı, Ermenileri de İngilizler kurtaracak» deniyordu. İngiliz konsoloslarına verilen Er­meni dilekçelerinde şöyle satırlar göze çarpıyordu: «Sör, siz bi­zim kurtarıcımız, şefimiz, babamızsmız. Siz, dayandığımız sağ­lam duvarsınız.» Bir Türk atasözü, «İnsana dayanma ölür, duvara dayanma yıkılır» diyordu. Ama Osmanlı Ermenileri bunu unutmuş görünüyorlardı. Babıâli’ye sırtlarını çeviriyor­lar ve yabancılara dayanıyorlardı.
1877 yılı ortalarında Osmanlı Ermenilerinin önemli bir bölümü, Doğu Anadolu’yu İngiliz protektorası gibi ve kendile­rini de İngiliz protektorası altında görmeye başlamışlardı. Heyheyler gelmişti Ermenilere. Ermeniler âdeta karakter de­ğiştirmişlerdi. O kadar ki, Ermenilerde görülen değişme İngilizleri bile şaşırtıyordu. İngiliz Konsolosu Trotter, «Son savaştan (1877 78 savaşından) beri Ermeniler hepten değişti. On­ları eskiden tanıyanlar şimdi şaşırıp kalıyorlar. Ama yazık ki Ermenilerin genel eğilimi hükümet otoritesine kafa tutma biçiminde görülüyor» diyor ve bunun Ermeniler için tehlikeli olabileceğini belirtiyordu (Belge No. 253). Bir başka raporunda da Trotter, «Ermenilerin bu kavgacı tutumları kendilerine bü­yük zararlar verebilir» diyordu (Belge No. 268).
Öte yandan Lord Salisbury, özerklik elde etmek için Osmanlı Ermenileri arasında gizli bir hareket başladığını haber almıştı. Bunu İstanbul büyükelçisine bildiriyor ve Ermenilerin Rusya’ya karşı tutumlarının ne olduğunu soruyordu. İngiliz yetkilileri, Ermeniler üzerindeki Rus etkisini izliyorlardı. Er­meniler, Rusya’ya mı, yoksa İngiltere’ye mi eğilim gösteriyor­lardı?
İngiliz Büyükelçisi Layard, Nisan 1880’de Londra’ya özet­le şunları rapor etti: Katolikler bir yana bırakılırsa, Anado­lu’daki tüm Hıristiyanlar, himaye için yüzlerini İngiltere’ye çevirmişlerdi.
Babıâli ile İngiltere arasında imzalanmış olan Kıbrıs Ant­laşması, Osmanlı Ermenilerini pek umutlandırmıştı. Doğu Anadolu’da reformların hemen yapılacağını ummuşlardı. Bu aşırı umutları gerçekleşmeyince, düş kırıklığına uğramaya baş­lamışlardı. Rusya, Osmanlı Ermenilerinin bu düş kırıklığından ustaca yararlanıyordu. Ermeniler, İngiltere’den umduklarını bulamayınca yüzlerini Rusya’ya çevireceklerdi (Belge No. 354).
Bilâl N. ŞİMŞİR
Türk Tarih Kurumu Üyesi
Sh:9-43
Kaynak: İngiliz Belgelerinde OSMANLI ERMENİLERİ-(1856 —1880)-Bilâl N. ŞİMŞİR
Türkçesi : Şinasi Orel Birinci BİLGİ YAYINEVİ Basım Mart 1986, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar