Print Friendly and PDF

Ermeniler Hakkında Okunması Gereken Bir Kitap





HİLAL. ALTINDA DÖRT SENE
ve
Buna ait bir cevap 

   Yazan: Rafael de Nögalis


Çeviren ve tenkit Kaymakam Hakkı

  Hilâl altında dört sene ve buna karşı bir cevap Kitabının fihristi

Başlangıç

4.                  Fasıl

Hasankale’de Ordu karargâhında

5.                  Fasıl

Erzurum’dan Vangölü’ne

6.                  Fasıl

Ermeni isyanı

7.                  Fasıl

8.                  Fasıl

Halil Bey kuvvei seferiyesi nezdinde

9.                  Fasıl

Ric’at ve Ermeni mezalimi

Hilâl altında dört sene adlı kitap hakkında mütalea

Ordunun sevk ve idaresine taallûk eden hususlar

Kürtler ve Ermeniler hakkında etnoğrafik malûmat Ermeni tehciri ve Ermenilere reva görülen zulüm ve itisaf  Başlangıç

Büyük harbin başlangıcında müracaat, ettiği Avrupa hükümetlerinin hiç birinden yüz bulamıyarak muhtemelen o zaman heyeti ıslahiyeyi teşkil eden Almanların delâletiyle Türk Ordusuna gönüllü sıfatıyle girmiş ve harbin nihayetine kadar Ordumuzda kalmış bulunan Venezuellâlı Rafael de Nögales adındaki şahıs tarafından yazılıp Berlin’de tabettirilmiş olan «Hilâl altında dört sene» [Vier Jalıre unter den Halbmond] adlı kitabın Şark darülharekâtma ait kısmının tercümesiyle uzun mübdet o cephede vaziyeti umumiyeye temini vukuf ettiren memuriyette bulunmuş olan E. Kay. ı Hakkı Bey’in buna ait cevabını ihtiva eden bu risale, ecnebilerin ve hele Nögales gibi sevabıkı ve hasep ve nesebi karışık kimselerin memleketin ve Ordunun en harim köşe ve bucağına ve en teferruatlı işlerine karıştırılmasının ne büyük mahzurlar doğurcağma gözel ve yeni bir örnek olmak itibariyle mütaleaya şayandır  

4                   • Fasıl

Hasankale’de Ordu karargâhında

Harpten evvel 70 000 kadar sekenesi [bunun yirmibini Ermeni] olan Harseııe-Rum [ Harzen «er» mm] yahut Erzııru mşehri daha Kurunuvustada büyük bir rol oynamıştı. Bu şehir, esasen volkanik olan yüksek bir ovanın Cenup kısmında, Fırat Garbındaki sulak mıntakada kâindir.

Şehri kuşatan yüksek dağlar meyanında Kargapazarı ve Palandö­ken dağlârı meşhurdur; berrak günlerde Aararatdağı’nın tarihî kaya­ları dahi görünür; Araratdağı’nın dik zirvesinde devam üzere duran kar, beyaz ziya halinde parlar. Erzurum’un Şark cephesi Rus hudu­duna çok uzak değildir. Şehir Ruslara karşı Hasankale boğazına hâkim ve yarım daire şeklindeki ileri mevzilerle müdafaa ve mu­hafaza olunur. Kafkas’a giden dört mühim kervan yolu Hasankale boğazından ayrılır.

Erzurum ve civarının umumî manzarası çok hazin ve fenadır, o derecede ki, Ruslar bile buraya «Türk Sibirya’sının payitahtı» diye ad koymuşlardır. Ne tarafa bakılsa nazara kar, buz ve bir mağmum sema çarpar; bu sema, kurşun kubbe gibi bedbaht şehrin üzerinde asılı zannedilir. Köylerin etrafında sıra sıra mezarlıklar vardır; buna rağmen birçok ölüler gömülmüyerek karlar üzerine atılmıştır; bunlar Kürt köpeklerine gıda vazifesini] görüyorlar. Sari hastalık ta şehirde çok tahribat yapmıştı. Ordu, kendi mevcudunun takriben yüzde yirmi­sini hastalık yüzünden kaybetmişti.

Sari hastalık ve kara rağmen Erzurum’da o sırada hummalı ve Şark şehirlerinin alışmadığı bir faaliyet daima mevcuttu . Her tarafta askerler, redif neferleri küme küme toplanıyorlardı; bu toplanış kıt’alarm hareketlerine, cepane nakliyatına mâni ve hail oluyordu .

Çarşı've pazarın dar yolları ve geçitleri insan gürültüleriyle çın­larken deri kaputlarına [Yamçı] sıkıca sarılmış, nargilesini devam üzere içen Türk satıcıları da nafiz nazarlarla önlerinden geçenleri   takip ediyorlardı. Bunlar bağdaş kurarak oturuyorlar ve bekliyorlar­dı ki, bir sinek ağa düşerek asılsın kalsın; zira mal sahipleri müşte­riyi asla çağırmazlar . Allah müşteriyi gönderir itikadmdadırlar. Şeh­rin aşağı kısmındaki büyük bir caddede Osmanlı Bankasının bir şubesi ve ayrıca iyi donatılmış, çok miktarda, mağazalar da vardır; bu mağa­zaların ekserisi Ermenilere aittir. Ermeniler oynak ve şüpheli nazarlarıyle derhal tanılıyordu. Hemen bütün Ermeniler büyük bir korku içinde idiler; birçok Ermeniler yeniden kıtal olup olmıyacağını sor­mak için Beni yanlarına çağırıyorlardı . Neticede bunların süallerinin makul sebeplere müstenit olmadığı kanaati bende hasıl oldu. İşin hakikatine vakıf olmak için, bundan sonra herşeyi dinlemeğe tetkik ve müşahedeye koyuldum; zira, işin doğrusunu öğrenmek için Şarkta an iyi çare budur ; burada kamların kulağı vardır ve dudaklarda da kilit asılıdır .

Harbin ilânından pvvelki günlerde Ermenilerin gayrı muntazam kıt’a [Milis] teşkili hakkında Hükümetin tekliflerini reddettiklerini de diğer faideli mevat meyanında duymuştum; Hükümet harp ilânından sonra, bu gayrımuntazam kıt’alarla Kafkasya’ya girmek niyetinde idi. Muhasamat başladıktan sonra Erzurum meb’usu Pastırmacıyan 3. Or­dudaki hemen bütün Ermeni zabitan ve neferleriyle Rus tarafına geçmiş ve müslüman köyler ahalisini bilârahmü şefkat yakmak, kat­letmek için Ruslarla birlikte Türk arazisine girmişti. Bu vaziyet üzerine Türk Hükümeti, henüz Ordudan kaçmağa muvaffak olamıyan Ermeni neferlerini toplıyarak yol inşasında yahut dağlık yerlerde erzak naklinde kullanmağa mecbur oldu . Bundan başka Ermeni aha­lisinin düşman hesabına çalışacaklarından korkuluyordu, buraya muvasalatinden birkaç hafta sonra Van vilâyetindeki Ermenilerin İran’a doğru yürüyen kuvvei seferiyelerimizin gerisinde isyan çıkarmaları bunun delilidir. Bu isyan neticesi Ermenilerin zararına olmuştur.

Ermeniler daha akıllı ve daha az haris adamlar olmuş olsalardı bugün ihtimalki Türkiye üzerinde kontrol hakkına malik olacaklardı. Fakat Ermeniler hayale kapıldılar ve Şark vilâyetindeki Türkleri boyundurukları altına almağa çabaladılar. Hayal peşinde koşmanın cezasını nasıl gördükleri malûmdur; biz iyi bir Hıristiyan sıfatıyle Ermenilere acırız. Ermeniler, Garp medeniyetinin irtikâp eylediği azîm hatalara rağmen gene Şarkıkaripte köprü hizmetini göre­bileceklerdir .

Sarıkamış meydan muharebesinden evvel ve meydan muharebesi esnasında 3. Orduda birkaç Alman zabiti vardı; fakat bunlar sonra­dan yavaş yavaş Ordudan çıkarıldı. Kafkas cephesine muvasalatimden beş yahut altı hafta sonra aynı sebeplerle Poselt Paşa da Ordudan ayrıldı. Poselt Paşa, tifüs hastalığından vefat eden İsmail Hakkı Paşanın yerine, hakkı olan Ordu kumandanlığı kendisine tevdi edilmediği için müteessir olmuş ve bu sebeple buradan ayrıl­mıştı . Enver Paşa, 3. Ordu kumandanlığını Mahmut Kâmil Paşaya tevdi eylemişti.

Bereket versin, Kafkasya’daki Ordumuzun kumandanı derhal aczini anladı ve Ordunun idaresini Erkân-ı Harbiye Reisi Kaymakam Göze Beye bıraktı, Göze Bey Kafkasya ve Şimalî İran’daki kıt’aları idare ettiği müddetçe Ordu, takriben 1500 kilometre uzunluğunda bulunan cephede tutunabilmişti. Fakat Göze Bey’in 18 ay hizmetten sonra Almanya’ya avdet etmesi herşeyi çığrığmdan çıkarmış, Moskof’un müthiş tazyiki karşısında 3. Ordu berbat ve perişan olmuştu .

Kaymakam Göze Bey o vakit 42 yaşında, ufak yapılı, kalkık bı­yıklı, narin, kuvvetli ve çok çalışkan bir adamdı. Bu cephede Goze’den başka şu zabitlere de tesadüf ettim ; Kaymakam Ştanke, Binbaşı Şitaseviski [ topçuda ], Biriııcimülâzim Şobner [ mülâzim Şobner bu ara­lık Erzurum’da Alman konsolosu idi]. Zabitvekili Mayer ve Til. İsim­lerini saydığım zabitler meyamnda dokuz aydanberi bu cephede hiz­met eden yegâne şahsiyet Göze idi. Her türlü entrikalara rağmen Göze Bey, Tifüs hastalığına tutuluncıya kadar Ordudaki mevkiim muhafaza etmiş ve berayı tedavi Almanya’ya avdete mecbur olmuştu. Görünüşe göre Rusların ileri hareketini durduran bu zât idi ; Goze’nin infikâkinden sonra Jeneral Yudeniç Kafkas Ordumuza taar­ruza geçti ve Orduyu hemen kamilen imha eyledi.

Mahmut Kâmil Paşa, Goze’siz işlerin ileri gidemiyeceğini anlamış ve Goze’yi geri çağırmıştı; bu hususta da çok geç kalınmıştı. Göze avdet ettiği vakit Ruslar Erzurum vilâyetini kamilen ve Bitlis vilâ­yetini de kısmen işgal eylemişlerdi.

Bu cepheye geldiğim zaman, (Rus —Türk — İran) cephesindeki harp karın çokluğu ve hareket imkânsızlığı sebebiyle, sükûnete münkalip olmuştu; gerek Osmanlı ve gerekse Rus kuvvetlerinin gayrikâfi olması bu sükûnete sebep olmuştu; her iki tarafın kuvveti, Karadeniz sahilinden Azerbaycan içerisine kadar uzayan vâsi cepheyi işgal et­meğe güç kâfi geliyordu .

Türkler Oltu civarında Rus arazisinde dar bir mıntıkayı işgal ettik­leri halde düşman üçkilise’yi ve Van vilâyetinin bütün Şimal kısmım ele geçirmişti. Bu sırada 3. Ordu cephesinde muharebe faaliyeti gös­teren yegâne kuvvet meşhur Van Jandarma Fırkası idi: bu fırkaya Binbaşı Köprülölü Kâzım Bey [Halen Büyük Meclisi Reisi Kâzım Paşa] kumanda ediyordu.

Van ve Bitlis vilâyetlerindeki nizamiye ve Milis kuvvetlerinin bakıyyesiyle takviye edilmiş olan bu fırka, Rus kuvvetlerini Urmiye gölü Garp sahiline atmış ve hattâ Tibriz’i de geçerek . İran’ın Karadağ vilâyetine kadar ilerlemişti. Kâzım Bey fırkası ile bir kuvvei seferiye başında Musul’dan İran’a doğru yürüyen Halil Beyin [Kûtül'amare kah­ramanı Halil Paşa] Dilman civarında Rusların tahkim eylediği mevzie müştereken taarruz etmeleri kararlaştırılmıştı.

Kafkas cephesinin merkez mıııtakasmda muharebe faaliyeti topçu ateşiyle ileri karakol müsademelerine inhisar ediyordu. Cephenin diğer kısımlarındaki kıt’alara düşen vazife, soğuğa katlanmak, Tifüsten korunmak, tekrar harekâta başlıyabilmek için kışın hitamını bekle­mek idi.

Bu atalet, can sıkıcı ‘idi; Hasankale’de Ordu Erkân-ı Harbiyesinin azası sıfatıyle geçirdiğim hayat benim için şayanı memnuniyet değildi; bu sebeple bir sabah Göze Bey’e, Van jandarma fırkasına naklim için ricada bulundum. Mirimumaileyh, uzun müddet beni oyalamaksızm ricamı derhal kabul etti. Seyahat hazırlığı ve veda için Mahmut Kâ­mil Paşa’yı ziyaret ettim. Ordu kumandanı, benim yalnız başıma hareket edeceğimi haber almış olduğu için, otuz atlı jandarmanın terfik edilmesini derhal emreylemisti. Fakat muhtelif sebeplerden dolayı bu kadar jandarmayı refakatime almadım: emirberim Kâzım Çavuş ve seyis neferim Ali ile iktifa eyledim; her iki nefer de çok iyi binici idiler, bu genç neferlerle yola çıktım; hali intizarda bulunan bir adamın nazarı gibi mağmum bir havada, aleddevam yağan kar taneleri altında, kanlı gözyaşı akıtan elem ve ıstırap çeken memlekete, Ermeni Urartusuna doğru, berayı tetkik gittim.

5                   Fasıl

Erzurum’dan Vangölü’ne

Cenuba, eski Ermenistan'a doğru seyahatim çok tehlikeli idi: çünkü evvelâ kış ortasında 13 000 kadem yüksekliğindeki Bingöl da­ğını geçmek mecburiyetinde idim; yazın bile bu mıntıkada seyahat   bir cesarete te vakkuf ederdi. Ermeni tarihinde büyük bir rol oynamış ve atiyen oynayacak olan meşhur Araş nehri bu yüksek mıntakanm yalcın, sarp' boğazlarından geçer. Ben. yalnız kar ve buzla değil, bu mıntakadaki yarı vahşi kabilelere karşı da kendimi müdafaa ve mu­hafaza, eylemek mecburiyetinde kalıyordum. Bu kabileler hemen münhasıran Kürtlerden ibaret idi ve Sultanın hükmü nüfuzu bunlar üzerinde yalnız ismen cari idi; bunlar hayatlarını az, çok eşkıyalık yaparak temin ederlerdi.

Müşkülât çoktu; (Türk — Iran) cephesine gitmek için başka yol olmadığından yüksek ovalardan tırmanmağa ve 2 000 sene evvel Yunan serdarlarından Ksenofon [ Xenofon ] un meşhur 10 000 kişi ile ric’at ederken takip ettiği yol ile harekete devam ettim, Kürtleri Ksenofon tarihinde tavsif edildiği şekilde buldum. O zamandan beri bunlar hiç değişmemişlerdir; bunların yalnız silâhları değişmiştir; ' ok ve yay yerine şimdi Mavzer tüfeği ve mükerrer ateşli tabanca kulla­nıyorlar. Fakat eğri hançerleri, âdetleri ve bilhassa fırınları [fırınları toprak içine gömülmüş tandır halindedir] ozamanda ne ise şimdi de odur .

Bingöl dağının karlı tepelerini hiç unutamıyacağım; bu tepeler solgun sis dalgalarına bürünmüş, ölüm uykusuna yatmış gibi görünü­yorlardı . Gözün görebildiği saha dahilinde ne bir ağaç, ne de bir ufak çalı vardı. Dağın ismini taşıyan sayısız göller dahi bu mıntakanın manzarasını asla değiştirmiyordu. Göller donmuş ve üzeri karla örtülmüş olduğundan bunların mevcudiyetlerini, göl üzerinde yürüdü­ğümüzü hayvanlarımızın ayaklarının çıkardıkları seslerden anlıyorduk.

5 — Nisan gecesini fakir bir köy olan Ketvan’da geçirdik; bu köy kar altında gömülmüş birkaç kulübeden ibaret. 6 — Nisanda Mesçit köyünde kaldık; bu köy fakirlik ve pislik itibariyle Ketvan köyünden hiç. farkı yoktur; 7, 8 — Nisanda Hacım ve Barşmak’ta geceledik. Bu köylerin kâffesi [Hacun hariç] muhtelif ırklardan mürekkep insan­larla meskûndur. Hacun köyü ise halis bir Kürt köyüdür. Bu köy bir kaya duvarına inşa edilmiş, şahin yuvasıiıa benzer; çatıları düz­dür . Evleri çok basıktır; ocak bacaları pencere vazifesini görmektedir.

Dışarıda hüküm süren acı soğuklara rağmen evlerin içerleri, ahır­daki hayvanlar sebebiyle çok sıcaktır; aile efradının oturdukları asıl oda ahırların bitisiğindedir.

Erkekler, bilaistisna beyaz külah giyerler, bu külahların tepeleri yuvarlak ve geniştir; külahın etrafına bir şal veyahut muhtelif renkli sarık biçiminde yemeni sararlar. Elbiselere gelince; bol ve boru şek­linde pantalon, kalın yün çorap, yemeni, siyah keçi derisinden bir yelek, yelek altına da bir gömlek; gömleğin kolları bileklere kadar uzun.

Kürtler aşiret halinde yaşarlar; bunların bir reisi bir de maiyyeti vardır. Reisler asıl Hint ve Cerman neslinden kırmızı kumral saçlı, açık yahut koyu mavi ve keskin gözlüdür; keskin ve sert bakışları nazarı dikkati uyandırırlar. Maiyyetleri ise mağlûp milletler ırkına mensupturlar ; bunlar reislerinin âdetlerini kabul etmişler ye hepsi de Kürtçe konuşurlar.  

Harem kadınları arasında, halis Çerkeş tipinde kadınlar bulundu­ğunu da haber almıştım. Kadınların kılık kıyafetleri çok azametli, alelûmum güzel gözlü, kartal burunlu, kar gibi beyaz “dişlidir; başla­rındaki saçlar şeride bağlı gümüş yahut altın paralarla tezyin edilmiştir .

Kürtleri, eski medeniyetin menfur ahlâksızlıkları ile malûl olma­dıklarından, Şarkıkaripte  nesli ati için elverişli bir unsur telâkki ediyorum. Bunlar yalnız Şimalî İran’ı ve Cenubî küçük Asya’nın büyük kısmını tahtı itaatlerine almakla iktifa etmeyip temasa geldik­leri nim vahşî milletleri de kendi tabiatlerini temsil etmeğe muvaffak olmuşlardır . i

Kürtlerde de çok Hıristiyan vardır; Nasturî mezhebine salik olan­lar, Yezidîler ve şeytana tapanlar bu meyandadır; fakat Kürtlerin çoğu Sünnî ve bir kısmı da Şiî mezhebine maliktirler. Tarihin bize hikâye eylediği en muteber Kürtler, 12. asır nihayetinde Kudüs’ü Ehlisalip’ten kurtaran Sultan Salâhattin’e mensupturlar.

12 — Nisanda Hınıs’a vardık; karlar eridiği için Hınıs bir bataklık halini almıştı; kaza kaymakamı beni burada zengin tüccarlardan bir Ermeni’nin evine misafir verdi. Ev sahibi beni izaz için ne mümkünse yaptı.

Çok makul ve dindar zanneylediğim, bu kabiliyetli milletin yaşayış tarzını tetkik etmeğe burada fırsat bulmuştum .

Rum, zengin olsa bile yemek ve içmek hususunda hasistir; Ermeni ise bilâkis sağlam elbise giyer, çok iyi yemek yer ve geniş, rahat ve iyi tanzim edilmiş bir mesken teminine çalışır. Ermeni’nin de meselâ; nankörlük ve hırs gibi büyük kusuru vardır; fakat buna mukabil, 1 500 senelik itisafa rağmen, iyi meziyetleri de vardır. Bu meziyetler meyamnda vatan muhabbeti, Hıristiyan dinine karşı merbutiyet zikre şayandır .

Gece, diğer eşraf meyanında Ermeni papazı ve uzun müddet Nevyork’ta yaşamış ve bir saat fabrikasında çalışmış olan genç bir adam beni ziyarete geldiler. Bunların kâffesi de büyük bir merak ve endişe içinde idiler, kıtal başlayıp başlamıyacağını benden soruyorlardı. Ak­şam yemeğinde hane sahibinin hanımı ve kızları da bulunmuşlardı; bunlar güzel, millî elbiselerini de giymişlerdi. Hane sahibi, harp bittikten sonra buradaki bütün mal ve mülkünü satarak bütün ailesiyle Amerika’ya hicret edeceğini sureti mahremanede bana söylemişti. Bu adanı bu arzusunu tatbika imkân bulamadı; köpek ve kurtlar bunları da kasabanın diğer Ermenileri meyanında yemişlerdi. Zira 19 — Mayısta yani ben Hınıs’tan ayrıldıktan 5 hafta sonra, Hınıs’ta kıtal başlamış ve buradaki bütün Ermeniler tamamıyle imha edilmişlerdi.

Ben Hınıs’ta iken silâhtan tecrit edilmiş bir Ermeni asker kafilesi buraya gelmişti. Bunlar, yük hayvanları gibi yüklü, arkalarında un çuvalları taşıyorlardı. Hükümet tarafından bunlara verilen istihkak, yevmiye yarım kilo ekmeği keçmiyordu. Bunlara refakat eden muha­fızlardan öğrendiğime göre bu kafiledeki, Ermenilerin yarısından çoğu yollarda açlık ve soğuktan ölmüşlerdir .

14 — Nisan öğleden sonra yolumuza devam ettik, derin ve çetin vadi ve boğazları aşarak karlı ve çamurlu bir düzlüğe geldik. Gece­lemek için dikenli bir çalılığın arkasında bir çukurluğa iltica ettik. Kurtların ulumasından bütün gece gözümüze uyku girmedi. Bazen karanlıkta kurdun gözlerinin parıltısını görebiliyorduk; maahaza yırtıcı hayvanlardan daha korkunç olan Kürtlerin nazarı dikkatini celbetmemek için bunlar üzerine ateş etmeğe cesaret edemiyorduk .

Ortalık ağardığı vakit âdeta bir deniz üzerinde sincabi bulutlarla yüksekten azemetli Bingöl dağının soğuk tehditkâr keskin zirvesinin manzarası son defa olarak gözümüze çarptı. Güneş doğarken, gölgeli yeşil tepeler etrafında kâin Gümgüm’e vardık; Gümgüm’ün manzarası ilkbaharın ferahfeza ilk nişanesi idi; keza ötede beride birtakım sarı, kırmızı çiçekler, kayalar arasında mahcup bir vaziyette, gelip geçenleri selâmlıyorlar gibi bakıyorlardı.

Geceyi zengin Kürt şeyhlerinden Mustafa Efendinin evinde geçir­dim ; haber aldığıma göre Mustafa Efendi Istabul’da Harbiye mektebin­de tahsil görmüş ve bilâhare bir Aşiret yahut Hamidiye alayına kumanda etmiş. 1895 — 1896 Ermeni katliamı esnasında çok hizmetler görmüştü. Bundan sonraki geceyi fakir bir köy olan Zarkat’ta geçir­dim ; burada bir jandarma deposunda yattım. Sabahleyin saat bire doğru başlıyan ve bunu bir yaylım ateş takip eden müteaddit mermi­ler beni uyandırdı. Birkaç mermi yatağınım karşısındaki duvara isabet etmişti , karakol kumandanını çağırıp dışarda ne olduğunu sorduğum zaman bana dedi ki, Ermeniler uzun zamndanberi her gece bu tarzda bize ateş ederler. Jandarma kuamandanının bu cevabı, bizim mühim vakayi arifesinde bulunduğumuz kanaatini tamamiyle takviye eylemişti.

Gündüz olduktan sonra Fırat nehrini [bu nehir Murat nehri olacak] geniş bir taş köprüden geçtik, Karasu’yun tozlu vadisi ile yolumuza devam ettik; vadi içindeki Eermeni köylerinin çatıları üzerinden hıristiyan kiliseleri uzaktan görünmeğe başladı. Öğleden sonra Muş kasa­basına geldik. Muş heybetli Antitoros dağlarının eteğinde kâindir. Bu silsilei cibal Darkuş ve Şeytan dağının gümüş gibi parlak kubbeleriyle yaldızlanmıştır.

Muş küçüktür, şayanı temaşa hiçbir yeri yoktur. Muş mutasarrıfı kendisini ziyaret ettiğim zaman, bana mevki kumandanının müstacelen vilâyet merkezi olan Bitlis’e çağrıldığını ve Muş’ta Alman misyoner­leri tarafından idare edilmekte olan bir kız mektebi mevcut olduğunu hikâye eylemişti. Verdiği bu malûmattan çok sevinmiş ve mektebi ziyarete gitmiştim. Fakat mektep, Alman mektebi olmayıp Danimarkalı kadınlar tarfından idare edilen Ermeni kız çocuklarına mahsus bir yetimhane idi.

Bu mektepteki talebelerden Ermenistan’daki vaziyet hakkında heyecanlı malûmat aldım ve bunların istikbal endişesiyle ufak bir himayeye iltica etmeleri sebebini anladım.

Kaymakam Veysel Beyin [acele Bitlis seyahati] münasebetiyle hâsıl olan suizanlara rağmen, bu heyeti teselli etmeğe çalıştım; heyet, Van’daki Misyonun Reisine verilmek üzere bana bir mektup tevdi etti.

Akşam üzeri, muteber bir Ermeni, Van’da Enver Paşanın eniştesi honhar Vali Cevdet Bey yüzünden vaziyetin çok fena bir şekil aldığını öğrendim; Vali kendi vilâyetindeki birçok muteber hıristiyanları katletmekle iktifa etmemiş, kurşuna dizmek veya asmak için Pisko­posu bile tevkif etmeğe teşebbüs eylemiştir.

Kâfi derecede mola verdikten sonra Muş’u arkamızda bıraktık, Fırat vadisinin [Murat vadisi olacak] Cenup kenarı boyunca yolumuza devam ettik; göneş gurup ederken Kodneh köyüne vardık; bu köy Nemrut dağı karşısındadır. Nemrut dağı 9 000 kadem irtifamda sönmüş bir volkan halindedir bu yanardağın menfezinde 8 kilometre vüs’atinde bir göl hâsıl olmuştur. Bu sebeple Nemrut dağı 5 Ermeni mucizesinden birisini teşkil eder.

Kodneh köyünün 4, 5 mil gerisinde yol kenarında akan bir dere­den hayvanlarımızı suladık; etraftaki harabelere göre bu derede bir manastır yahut köşkün mevcudiyetine hükmoluııabilir. Burası meşhur Karasu’yun kaynağıdır; bu kaynak, Ararat dağı civarındaki Aladağın Şimal eteklerinden çıkan Şarkî Fırat nehrinin menıbaıyle ekseriyetle karıştırılmaktadır. 17 — Nisan öğleden sonra Vangölü’nün Cenubugar bî köşesinde mahfuz vaziyette bulunan Tatvan’a geldik .

«Eski Arisa Palus » ismini taşıyan Vangölü deniz sathından 1 300 metre yöksektir. Suyu her ne kadar çok tuzlu ise de balığı boldur, bu gölün, bin sene evvel devamlı yanardağ halinde olan Nemrut dağı’nın lâvlarından hâsıl olduğu ve Dicle havzası dolayısıyle mecrasının kapandığı zannolunuyor. Vangölü Bitlis şehrine tahtezzemin kanallarla merbut olduğu gibi Şarkî Fırat nehriyle de Nazikgölü ismindeki küçük bir göl ile iltisak peyda etmiştir.

Tatvan, küçük bir dağın eteğinde, ufak bir kasabadır; yüzlerce, binlerce sene evvel Ksenofon ve Timürlenk bu dağın zirvesinden Vangölü’nün şeffaf mavi sularına atfmigâh eylemiştir. Benim takip etmek tasavvurunda bulunduğum yol bu ovadan geçer . Bu yolda çok kar bulunduğunu haber aldıktan sonra yolumu değiştirmeğe biraz uzak ve fakat daha rahat olan Şimaldeki yolu takip etmeğe karar verdim.

Öğleden sonra geç vakit yalnızca Tatvan tepelerinde tevakkuf edip Vangölü’ne baktığım zaman semadaki bulutlar dağılmış veSübhan daği’m köpükten bir ehram gibi semaya yükselmiş gördüm. Sübhan dağı akşa­mın karanlığıyle tedricen karardıktan sonra uzaktan Ararat dağı, erimiş bir kükürt damlası gibi, kızıllaşmağa başladı. Sönmüş bir şule, niha­yetsiz elemle dolu bir gözelliği ihtiva eden bu manzara, hedefime var­dığımı bana hatırlattı; artık eski Ermenistan’ın kalbigâhma gelmiştim.

19 — Nisanda da Nemrut dağı’nın eteğinden Ahlat’a doğru yoluma devam ettim. Ahlat, Vangölü’nün Şimaligarbî köşesi civarındadır; eski Ahlat harabelerinden çok uzak değildir. Bir vakit Timürlenk muharebe ile boru ve trampet sesleri arasında buraya girmişti.

Ahlat’ta oturduğum evin penceresinden, mevki kumandanının acele ile zabitlerine emir verdiğini ve aynı zamanda birçok kâtiplerin şifreli telgrafları açmakla meşgul olduklarım görüyordum.

Mutadın fevkinde gördüğüm bu faaliyet her nerede ise hücumun derhal başhyacağı hissini bende uyandırıyordu .

Bu hissiyatımda aldanmamışım.

Ertesi sabah, yani 20 — Nisan — 915 te Ahlat gerisinde yol kena­rında parça parça edilmiş birçok Ermeni cesetlerine tesadüf ettik ve bir saat sonra da gölün öteki sahilinde müthiş duman sütunlarının semaya yükseldiğini gördük. Duman sütunlarına nazaran Van vilâye­tindeki şehir ve köylerin alevler içinde yanmakta olduğu anlaşılıyordu. O vakit vaziyeti kavrıyabilmiştim. Piyango isabet etmişti. Ermeni ihtilâli başlamıştı, s   i

6 Fasıl

Ermeni isyanı

Karanlık basmadan az evvel eski kale olan Adilce vaz’a, vardık; bu kasaba, çıplak bir dağın ortasındadır, etrafında bodur ağaçlar ve zeytin ağaçları vardır. Ötede beride çiftlik binaları ve bunların ara­sında uzun kavak  ağaçları ve gümüş gibi parlak çayırlar ve ihtiyar çınar ağaçları altında azametli camilerin ve türbelerin istirahate çekilmiş harabeleri mevcuttur. Göl kenarında da küçük bir kayık yalpa vuruyordu.

Fakat sönük bir halde bulunan çarşının manzarası çok fecidi. Ermeni dükkânları yağma edilmiş, akmış olan kan, katilin kılıcı altında kurbanların kesildiği yerleri irae ediyordu. Tepeden tırnağa kadar silâhlanmış olan Türk ve Kürt kıt’aları sükûnetle sokaklarda dolaşıyorlarken uzaktan akseden mermilerin sedası insan avcılığının henüz nihayet bulmadığını gösteriyordu .

Kaza Kaymakamı eşrafla birlikte, hükümet konağı karşısında idi­ler; kısa bir görüşmeden sonra, kıymetli hah ve yazılarıyle — altınla yazılmış Kur’anı kerim sureleri — müzeyyen meclis odasına girdik, burada vaziyetin ciddiyetine ve bizi tehdit eden Ermeni tehlikesine muttali oldum; şehir etrafındaki tepelerin de Ermeniler tarafından tu­tulduğu söyleniyordu .

Güneş gurup ediyordu; maamafih Şarkta sema kızıllaşmıştı. Şarkta Ermeni Payitahtı Van alevler içinde idi ve gürültüsü kızıl geceyi sarsan Türk bataryalarının tesiri altında münhedim ve münkariz oluyordu .

21 — Nisanda ilk fecirde, tüfek ateşi beni uyandırdı. Ermeniler şehre taarruz etmişlerdi. Vak’a hakkında malûmat almak için derhal atıma bindim ve atlı bir kıt’a refakatinde Hükümet konağına gittim . Mütaarrız Ermeni olmayıp bizzat jandarma kıt’aları olduğunu öğren­diğim zaman çok hayret etmiştim. Jandarmalar Kürtlerin ve diğer  halkın muavenetiyle Ermenilere hücuma geçmişler ve Ermeni mahal­lelerini yağma etmişler; 300 : 400 Hıristiyan, ümitsiz bir cesaretle çapulcu çetelerine karşı kendilerini müdafaa ediyorlardı. Mütaarrızlar kapıları kırıyorlar ve çitler üzerinden athyarak evlere giriyorlardı. Müdafaaya gayrı muktedir mazlûmları süngüleyorlar, bedbaht kadın, ana, kızları ayakları önünde ve kollarında bulunan cesetleri sokağa atmağa icbar ediyorlar, diğer bir güruh ta elbiselerini soyarak ceset­leri çıplak bir halde [Karga ve çakallara gıda olmak üzere] oldukları yerlerde bırakıyorlardı.

Sokakların devamlı ateş ile seddedilmesine rağmen kanlı şenliğin mu­harriki olan belediye reisinin bulunduğu yere gitmeğe muvaffak oldum ; katliama nihayet verilmesini belediye reisine emrettim . Fakat ancak tahrirî bir emirle bu işe nihayet verileceğini bana söyledi; bu hal çok hayretimi mucip oldu. Bu katil hakkmdaki emir vilâyet valisi tarafından imza edilmiş ve 12 yaşından yukarı bilûmum erkek Ermenilerin imha edilmesi mealinde imiş. Sırf mülkiye tarafından verilmiş olan bu emrin icrasına asker sıfatıyle mâni olamamıştım; binaenaleyh refaka­timdeki atlıları [jandarmaları] geri çektim ve çaresiz mukadderata tâbi oldum .

Bir buçuk saat devam eden kıtalden sonra Adilcevaz’da berhayat yalnız 7 Ermeni kalmıştı; bunları da cellatların elinden üzerlerine birkaç el tabunca atmak suretiyle kurtarabildim . Bu bedbaht adamlar etrafımı almış, atımın boynuna sarılmışlardı; kanlı ve ganimet yüklü adamlar arasından kendime yol açarak, birçok insan kalabalığını yararak bunlarla birlikte şehre girdim. Kalabalığın ekserisini Türk ve Kürt kadınları teşkil ediyordu; bunlar bir heykel gibi sokaklarda ya­hut evlerin damları üzerinde bihareket duruyorlardı.

Belediye binası önünde hayvandan indiğimiz zaman kaymakam karşı gelerek, şehri Ermenilerin şiddetli taarruzundan kurtardığım için, hükümet namına bana teşekkür etti. Bu azîm küstahlık karşı­sında nutkum tutuldu; ne cevap vereceğimi bidayette kestiremedim. Bana iltica eden bu Ermenilere şefkat gösterilmesini kendisinden rica ettiğim zaman kemali tazim ve hürmetle bunların hayatlarını kendi başından aziz tutarak muhafaza edeceğine söz vermişti. Halbuki kimse farkında olmadan bunları gece öldürtmüş ve cesetlerini göle artırmıştı; bunlar meyanında kendilerini saklamış olan diğer 43 Ermeni de imha edilmişti.

Şarkta yeminler ve Hükümet memurları tarafından verilen sözler bu tarzda tutuluyordu .  14                 Hilaf altında dört serle

Bir müddet sonra telgraf muhabereleri tekrar açıldı ve Bitlis vali­sinin seyahate devam için emrime tahsis eylediği bir motor sahile ya­naştı ; motöre bindim. Veda için göl sahiline toplanmış olan Adilcevaz Belediye heyeti ve ahalisini son defa olarak selâmladım; bundan sonra Van istikametinde seyrimize devam ettik .

Van uzaktan görünüşünde dünyanın en sakin bir yeri zannolunan bu korkunç mahalden çabuk uzaklaştık .

Gemi mürettebatı bir kaptan, birkaç jandarma, makinist ve tayfa vazifesini gören 4 Ermeni’den ibaretti.

Biraz yorgun olduğum için istirahate çekilmiştim . Uyandığım vakit öğleden sonra saat Solmuştu; fakat biz sahilden hayli uzaklaşmıştık. Geminin güvertesinde aşağı yukarı gezmeğe başladım, gemideki 4 Er­meni’den ikisinin ancak mevcut olduğunu müşahede eyledim; diğerleri ne olmuştu ? Şarkta böyle süaller sormak budalalıktır.

Türk sivil memurları gürültüsüzçe, en muvafıkı, vampirler gibi, geceleyin suikastlar yapıyorlar, cesetlerin akıntı sebebiyle sahillere gelmemesi için tercihan gölün en derin ve akıntı olmıyan yerine atı­yorlar ... yahut köpek ve’ çakalların yardımıyle izleri kaybetmek için bu cinayeti kasabalardan uzak dağ yarlarında yapıyorlardı.

Karanlık bastığı vakit küçük Akdamar adası yanından geçiyorduk bu adada eski, güzel bir kilise görünüyordu; görünüşe nazaran bu ki­lise Van Katolik piskoposunun ikametgâhı idi. Binanın cephesinde tasavvufa ait birtakım işaretler vardı; fakat alaca karanlık sebebiyle gemiden bunları tamamiyle anlamak mümkün olmıyordu. Kilisenin eşiğinde ve methalinde üst üste konmuş piskopos ve rahiplerin ceset­leri vardı; fili katli yapan birkaç jandarmadan başka adada zihayat kimse yoktu .

Bu jandarmalar da cellat vazifesini görmüşlerdi. Bunlar bizden cepane istiyorlardı, daha kimleri öldüreceklerini Allâh bilir. Bunlara 5 000 fişek verdikten sonra sahil boyunca seyrimize devam ettik; esnayı seyirde yanan köylerin yükselen kızıllıkları tekrar görünmeğe başladı. b

Ertamit köyünde devamlı ve şiddetli ateş huzmesi görülüyordu. Bu köy, Van’ın zengin tüccarlarının sayfiyesi idi. Kilise, meşale gibi yanıyor ve bize kılavuzluk vazifesini görüyordu .

Akşam saat 10 dan az evvel koyu karanlık ve sükûn içinde karaya çıktık; bu sükûneti, uzaklardan arasıra işitilen tüfek ve çakal sesleri ihlâl ediyordu . Ortalık ağarıncıya kadar burada kalmak istemedik; gemiyi jandarmalara bıraktıktan sonra ben ve kaptan tarlalardan ve çayırlardan dolaşarak bir saat yol yürüdükten sonra bir Türk kara­kolunun (Kimdir O) sözü üzerine tevakkuf ettik. Köyün ilk hanelerine yaklaştığımız zaman Artamit köyünün askerî kumandanı bizi selâmladı ve selâmetle geldiğimizden dolayı bizi tebrik etti; zira kumandanın ifadesine göre bizim geçtiğimiz yollar Ermeni komitacıları tarafından işgal edilmiş imiş; hakikatte de böyle idi, muvasalatimizden birkaç dakika sonra geldiğimiz istikamette mermilerin şimşek gibi çakması, kurtuluşumuzun tesadüfe medyun olduğu kanaatini bizde hâsıl eyledi.

Bulunduğumuz pazar yeri yangın ateşleriyle ışıklanmıştı, yangınlar bir ifrit gibi yanan kilisenin enkazı altından başlarını yükseltiyorlardı, etraftaki evlerin pencerelerinde, heryerde, başıbozukların tüfeklerinin namlıları görünüyordu. Bunlar fişek ve fişeklikleriyle şayanı temaşa bir vaziyet arzediyorlardı. Başıbozukların elinde mükerrer ateşli tüfek ve kemerlerinde enli bir bıçak yahut mavzer tabancası vardı. .. Ahali arasında bir takım kürtler de bulunuyordu . Bunlar ertesi sabah gele­ceği beklenen yüzlerce kişi mevcudunda bir kıt’aya mensup kimselerdi, bu kıt’a burada mevcut Ermenilerin kökünü kesecekti.

Düşman ateşi şiddetlendiği ve yanan Ermeni cesetlerinin kokulan bizi tazip ettiği için burayı terkederek yürümeğe başladık, bir beyaz sayfiyenin cephesine tesadüf edinciye kadar bağçeler arasında yürüdüki geceyi bu binada geçirdik .

Istirahate koyulduktan az zaman sonra, bir pencere açmak ve yangınların hâsıl eyledikleri korkunç manzaraya son bir nazar atfet­mek fikri hatırımdan geçti. Başımı pençereden dışarı çıkarırken mü­teaddit mermilerin kulağımın dibinde vızıldadığını işittim; bu mermi lerden birisi ceketimin kolunu delip geçmişti. Mütezayiden artan atış­lara rağmen ertesi gün sabaha kadar güzel uyku uyudum. Mermilerin ve yaylım ateşlerinin vücude getirdiği müthiş bir çığlıkla uyandım. Kürtler, Ermenilere arkadan taarruz etmişlerdi. Oturduğum evin balkonunda beni ziyarete gelen birtakım Kürt reisleriyle kahvealtı yap­tığım zaman tasviri gayrıkabil müthiş bir dram gözlerimizin önünde oynuyordu.

Kürtler Ermenilere ateş ediyorlardı ve bu ateşle düzinelerle Er­meni yere seriliyordu; Ermeniler korkunç hayvanlar gibi öteye beriye koşuyorlardı. Birkaç Ermeni yere oturmuş, mihraba bağlanmış kur­banlık hayvanlar gibi, şaşkın birhalde ölümü bekliyorlardı. Yalnız birkaç genç adamlar bir duvar arkasında yeisaver bir cesaretle ken­dilerini müdafaa ediyorlardıbunlar da neticede Kürtlerin dipçik ve bıçak darbeleri altında yere serildiler. Kürtler fişekten iktisat yapmak için daha ziyade eslihai carihalarını kullanıyorlardı. Bahçelerde bu hâdiseler cereyan ederken komitanın [çete] keşif kolları gelip gidiyor ve tslâmlarm kuyu ve evlerine saklanmış, gizlenmiş Ermenileri arı­yorlardı; buldukları Ermenilerin kafalarını yatağanla parçalıyorlardı, yahut bıçakla boğazlarını kesip bırakıyorlardı.

Kurban olanların ölüm raşesiyle vücutleri titrerken dudaklarda beliren ıstırap tebessümlerini gördüğüm zaman bende hâsıl plan tahassüsatı izah etmeğe hacet göremem. Bu manzarayı hatırladığım zaman ihtizar halinde bulunanların canhıraş feryatlarını duyuyor gibi olu­yordum .

Herşey olup bitmeden az evvel çeteler kılık kıyafetleri çokiyi iki genç kimseyi bana getirdiler, bunlar kollarını kaldırarak benden himaye talep ediyorlardı. Neye mal olursa olsun bunları kurtarmak istiyordum ve civar samanlıklardan birisine koydurdum; akıbetleri hakkında tarafımdan bir karar verilinceye kadar bunlara ilişik edilme­mesi hakkında emir verdim. Fakat birdenbire birkaç Kürt peyda oldu, benim verdiğim emri hiç bilmiyorlarmış gibi bunlara saldırdı ve kapı­nın arkasında yakalayıp yere serdiler. Atımların vızıltısı ve ölüm çığlıkları bunlara yapılan muamelenin mahiyetini bana izah ediyordu. Fakat hiçbirşey görmemiş gibi bir vaziyet takındım; çünkü, Şarkta hayatla çok alâkadar olmamak, çok hassas görünmemek, değiştirilmesi mümkün olımyan hususlara karşı protesto etmekle iktifa eylemek zarurîdir .

Volkan halinde yanmakta devam eden kiliseye nazarımı çevirdiğim zaman birçok başıbozuklar gözüme ilişti; bunlar katledilen Ermenilerin karılarına ekmek dağıtıyorlardı. Bu hâdise gaddarlık ve merhamet gibi hislerin el ele verdiklerini gösteriyor ve Şarkın tezat memleketi olduğunu ve daima böyle kalacağını ispat ediyordu .

Burada kadınlar pantolon ve erkekler ise bilâkis entari giyerler; camiye girdikleri vakit müslümanlar ayakkaplarmı çıkarırlar ve feslerini başlarında muhafaza ederler; yokuş yukarı dörtnalla ve düz yerlerde ağır ve sükûnetle at sürerler. Türk umumiyetle hayır demez; bugün derse yarın zanneder, fakat yarın derse, o işin hiç olmıyacağım anlar.

Öğleden azevvel, Vali Cevdet Beyin bana yolladığı atlı jandarma­dan mürekkep refakat kıt’ası geldi. Artık bu cehennemi yerden kur­tulduk, ötede göl kenarında küçük bir sayfiye gördük, burası Van’daki Amerikan misyonerine aitti. Binanın kapısının önünde birkaç ceset vardı. Yolun sağ ve solunda siyah kargalar öterek uçuşuyorlar, kö­peklerin dağıttıkları Ermeni cesetleri üzerinde gıda arıyorlardı. Garp istikametinde, dalları kesilmiş kavak ağaçlarının arasından minareler ve Ermeni payitahtının siyah kubbeleri görünüyordu.

Bu şehir, duvar gibi dik kayalıklı kale tepesinin Cenubunda dik bir sırtın eteğinde kâindir. Bu sarp kale Şarktan Garba doğru takri­ben 1 kilometre uzunluğundadır; kalenin girintili çıkıntılı kubbesi 80 metre yüksekliğindedir. Bu kubbenin etrafı, gayet muazzam bir kale duvarı ve bir de çok eski kale burçlarıyle tezyin olunmuştur. Bu kalenin Asurî Kıraliçelerinden Semiramis devrine ait olduğu anlaşılıyor.

Van, Ermenistan’ın yüksek yaylasındaki bütün Ermeni şehirleri gibi çok hazin bir tesir uyandırıyor. Burası sathı bahirden 5 : 6 bin kadem yüksekliğindedir, senenin 6 ayında etraf karla örtülüdür. Gayrı kâfi olan sekenesi, tesiratı havaiyeden kendilerini korumak için nehir yataklarına iltica etmişlerdir. Buraları çok münb ittir. Van’daki evlerin çoğu iki ve hattâ üç katlıdır; evler tuğladan ve temelleri taşla çimen­todan yapılmıştır. Hemen bütün evlerden duman sütunları ve alevler semaya yükseliyordu; bir çağlıyan gibi görülen kale burçlarının şehir üzerine düşeceği zannediliyor, Türk topçularının muayyen fasılalarla gürleyen yaylım ateşleri Ermenilere gece gündüz hiç rahatlık ver­miyordu .

Birkaç kilometre Cenupta Bağlar mahallesi (Aikesdan) görünüyor­du; bu mahalle kasabaya geniş ve iyi inşa edilmiş bir şose ile mer­buttur . Şosenin heriki tarafında etrafı bahçeli yüksek sayfiyeler, yahut kanallarla sulanan tarlalar mevcuttur. Bu tarlalar, Semiramis zama­nında inşa edilmiş olan pek eski su bentleriyle sulanmaktadır.

Bağlar mahallesi, münferit ve etrafı tuğla duvarlarla çevrilmiş sayfiyelerden ibarettir. Ermeniler bu sayfiyeleri meharetle birbirine raptetmişler ve bu suretle kuvvetli sistemde mevziler vücude getirmiş­lerdir . Topçularımıza mukavemet edebilecek bu tesisattan başka Ermeniler, Van’ın etrafında 80 noktai istinat yapmışlardı; bunların ateşi etrafa hâkimdi.

Ateş mıntakası haricinde kalan Ermeni evleri Îslâmlarm avam tabakası tarafından kıymetli eşya araştırılırken hemen kâmilen tahrip edilmiştir. Çünkü Şarkta parasını bankalara verenlerin adedi mahdut­tur; ekseri insanlar paralarını duvarlarda yahut kilerlerde bazan da tavan arasında saklarlar. Bu sebeple kıymetli eşyalar ararken evlerin altı üstüne çevrilmiştir.

Van şehrine geldiğim vakit hükümet temizlikle meşguldü; ilerde hesap vermeğe mecbur olmamak için Ermeni cesetlerini ortadan kaldırtıyor ve cinayete taallûk eden izleri belirsiz etmeğe bütün faaliyetle çalışıyordu. Bu mesaiye rağmen ötede beride üzerleri az toprakla örtülen ceset yığınları, köpekler tarafından çıkarılırken müşahede ediliyordu .

Yığılı cesetlerin neşrettiği koku okadar keskin idi ki, bunun dere­cesini valinin oturduğu hükümet konağına geldiğim zaman takdir ede­bilmiştim ; hükümet konağında valiyi bulamadım. Müşarünileyh bu esnada kaleyi teftiş ediyordu. Valinin avdetine kadar burada kalmak istemedim; kalede kendisini selâmlamak için yoluma devam ettim . Müşarünileyhe mülâki oluncıya kadar birçok dolaşık yollardan yürü­düm ; çünkü, Ermeniler iyi nisan alarak şiddetli ateş ediyorlardı; birkaç mermi yüzüme yakın vızlıyarak geçti.

Ermeniler mavzer tabancalarıyle iyi teslih edilmişlerdi; bu taban­calarla kısa mesafelerde iyi netice istihsal ediyorlardı; âdeta makinah tüfek gibi.

4 İlâ 6 tabanca ekseriya aynı zamanda aynı hedefe ateş ediyor­lardı . Bundan başka bir nevi burgu icat etmişlerdi; bununla evlerin tuğla duvarlarım çabuk deliyorlardı. Ermenileri bir mevziden attıktan sonra tabancaları diğer yerde birçok deliklerden görünmeğe başlıyor­du; biz vaziyetin ne şekil aldığını anlaymcıya kadar bunlar ateşleriyle aramızda ölüm saçıyorlardı. Mahsurinin çoğu, bilhassa çocuklar ve kadınlar kaya duvarın eteğindeki evlere iltica etmişlerdi; bu duvarlar amudî vaziyette yükseldiği için kale topçularına karşı mahfuziyet temin ediyorlardı.

Bu kaya duvarlar birtakım kitabelerle tezyin edilmiştir. Kitabeler, Urarto Kıralı Siduni zamanında yazılmıştır. Kitabelerin en büyüğü üç lisanla yazılmıştır; yazılar Darius’un oğlu Kserkes (Xerxes) ten bah­seder. Bu duvarlar mahsurinin ateşi altında bulunduğundan buralara yanaşmak ve kitabeleri tetkik etmek mümkün olamamıştır.

Sütun ankazlarmdan, kale duvarlarındaki kitabelerden Van kalesinin yüz defa tahrip ve Türk, Selçukîler, Bizans, Roma, Part [Parteh], İran, Midya, Asurî Babilî, Sümeria [Sûmerisch] Fatihleri tarafından yüzlerce binlerce sene evvel Ermenistan’ın yüksek ovasından geçtikçe tekrar tamir edildiği anlaşılıyor. Ermenistan da tıpkı Suriye , Filistin gibi, büyük bir geçit mıntıkasıdır; Anadolunun bütün Fatihleri evvelâ bu mıntıkadan geçmişler, sonra Orta Asya’da zuhur eden yeni Fatih Ordularına karşı kendilerini muhafaza için buraları tahkim etmeğe mecbur olmuşlardır.  Kale birbirine girift binalardan, kışlalardan ve dayanıklı taşlar içinde yapılmış barut anbarlarından ibarettir Tepede bir beyaz cami vardır ; karargâhımı burada tesis ettim . Mermer sütun gibi semaya yükselen cami minaresinden, duvarda asılı harita gibi Van şehrine topçularımızın yaptığı ateşi tarassut ve idare ediyordum. Her evi, sokaklarda dörtnalla koşan münferit adamları hattâ bazen dürbünsüz bile görebiliyordum.

Birkaç kilometre ötede Garpta göl sahilinde kâin İskele köyünün beyaz evleri, bir güvercin sürüsü gibi, görünüyor, Şarkta koyu renkli arazide Arçak, Hazeran, Boğazkesen, Şusans ve diğer köyler sarı bir leke halinde nazara çarpıyordu; bu köylerin sekeneleri kâmilen Ermeni’dir .

Bu köyler bir hilâl şeklinde Van kasabasını kuşatmışlardır ; bu yarım ay Şimalde küçük Ercik gölüne ve Cenupta Erk dağına dayan­maktadır, Bu kütlenin Garp eteklerinde Yedikilise namiyle maruf büyük bir manastır vardır ; bu manastır bir kale gibi inşa edilmiştir. Ermeniler buradan itibaren, kervan yolunun geçtiği aynı isimdeki boğaza hâkim bulunuyorlar; bu kervan yolu Van vilâyetinin dahilî kısmını Havasor vadisiyle İran hududuna raptediyor .

Buraya geldiğim gün Van’ın muhasarası başlamıştı. Aram Pş. maiyyetindeki Ermenilerin miktarı Mis Knap ve Müsyü Ruşduııi [ Ruschduni ] tarafından vaki olan neşriyata göre 30 000 ve daha fazla tahmin edilmektedir. Şehri ihata eden surlar ve Aykestan [Aikesdan] yani Bağlar mahallesi Ermenilerin elinde idi. Biz de kaleye ve şehir civarına hâkim idik, buralarda demir bir çember vücude getirmiştik ; bu çenber hergün yaptığımız ilerleme nisbetinde darlaşıyordu . Van’ın muhasarası esnasında yapılan muharebeler gibi şiddetli muharebeleri nadiren görmüştüm. Dar bir saha dahilinde bilâ fasıla çarpışılıyordu. Ekseriya bir tuğla duvar bizi düşmandan ayırıyordu. Hiçbir taraf, Hıristiyan, İslâm birbirlerinden af talebinde bulunmuyorlardı. Düşmanın eline düşen kendisini ölmüş addediyordu. Esirleri kurtarmak teşebbüsü ümitsiz idi ; Her iki taraf ta ellerine düşen ganimeti aç. kaplanlar gibi parça parça ediyorlardı. Van’daki evlerin duvarlarım yıkmak için top­ları evlerin içersine tabiye etmeği lüzumlu gördüm. Elimize geçen evleri, düşmanın geceleyin tekrar zaptedememesi için derhal yıkıyorduk . Saçlar dağınık , yüzler bant dumanıyle siyahlanmış, top gürültüleriyle yarı sağır bir halde, yakından gelen tüfek ateşleri altında ilerlemeğe ve anudane müdafaa edilen şehrin kalpgâhma kadar, höyük güçlükleri atlatarak yanaşmağa muvaffak olduk. Ermenistan’ın halâsı ve mukad­des Salibin galebesi için, evlerinin kararmış ankazları arasında son nefese kadar mücadele eden Ermenilerin bize gösterdikleri müşkülât çok büyüktü. Fakat fena tali yüzünden din kardeşlerimin felâketi için sarfettiğim zamana lânet ediyordum.

7 • Fasıl

Hükümetin nafiz erkânından Enver Paşanın Eniştesi , Van valisi Cevdet Bey kale methalinde beni karşıladı. Cevdet Bey kırk yaşla­rında, dikbıyıkh, narin ve güzel yapılı, Paris’in son modasına uygun kıyafette bir zattir; kömür gibi kara gözleri ve saçları, nazara çarpan beyaz simasile bir tezat teşkil ediyordu. Doğru bir Osmanlı gibi, terbiye görmüş, kibar, sevimli ve mert [ alicenap ] olan Cevdet Bey lakikatta insan kıyafetinde bir kaplandır. Muhitini rahatsız eden dmseleri imha ettirtirdi ; -fazla bilgisi olanları da ortadan kaldırırdı. Vlahrem emirlerinin icrasına yüzbaşı Reşit Efendiyi ve bunun kumanlasmdaki yeniçerileri memur ederdi. Bunlar zehir, ip ve tabanca ile ledeflerini elde ederlerdi.

Türk etiketine uygun debdebeli selâmlaşmadan sonra kaledeki tara­malardan biri üzerine oturduk. Ayaklarımızın altındaki şehir bir volkana lenziyordu ; bu volkandan devam üzere şiddetli dumanlar ve bazan cızıl ateş demeti havaya yükseliyordu. Hertaraf kıvılcım yağmuru ile lulanıyordu.

Bataryaların, etrafı sarsan, gürültüleri ve piyade ateşinin devamlı larbeleri altında Cevdet Bey bana bu kanlı facianın evveliyatı vesaire lakkmda malûmat veriyordu. Gece başladığı vakit maiyyetimizle birikte hayvanlarımıza bindik ve ateş yangınlarıyle aydınlanmış olan ehlikeli sahayı çabucak geçtik .

Az zaman sonra saraya geldik ; saray zarif, Avrupadaki binalar ,’ibi inşa ve iyi tefriş edilmiş bir sayfiye idi ; etrafı kavak ağaçlarıyle evrilmiş ; Aikestan’a giden yol üzerinde idi; Rengârenk camlarla ezyin ve Arap usulü lâmbalarla tenvir edilen küçük bir odada yattım. Mada kıymetli halılar, altın ve gümüş kakmalı silâhlar ve fağfurî orselenler, bunlardan başka mükemmel bir yatak veya yataktan iyade tentene ve yeşil ipekten mamul hakikî bir yuva vardı .

Elbisemi değiştirdikten sonra bir uşak beni yemek salonuna götürü; salonun ortasında ışıklı bir masa vardı. Gümüş takım ve kristal taaklar, Avrupada bile nazarı dikkati celbeden, bir zarafçt nümunesi idi,  Sofrada beyaz kıravatlı kusursuz akşam elbiseli valinin karşısında oturdum; müşarünileyhi adeta düğme deliğine takılmış bir çiçek zan­nediyordum .

Jandarma Yüzbaşısı Reşit Bey, zarif oniformasını lâbis olduğu halde, sol tarafıma oturdu; mumaileyh Lâz taburu kumandanı ve vali­nin itimadını kazanmış idi. Meclisteki terbiyeli vazı ve tavrı, yüzüklerle tezyin edilmiş ellerini, düzinelerle ve hattâ yüzlerce masumların kanı­na bulaştırdığını tahattur etmekten nefsimi kolayca menedemedim.

Sağ tarafımda Ahmet Bey oturuyordu; mumaileyh güzel bir Ingiliz spor elbisesi giymişti; birkaç lisanı kusursuz konuşuyordu, İstanbul’­daki en iyi kulüplerden birkaçının azası idi; uzun müddet Londra’da yaşamıştı. Asilâne vazı ve tavrı ve traşh çehresi, kendisini Haydepark’ta 4 koşulu araba ile gezmeği itiyat edinmiş bir Ayan azası zanneder.

Bu Ahmet Bey, çete Yüzbaşılığıyla maruf ve namdar Çerkez gö­nüllü kıt’ası kumandanı Çerkez Ahmet idi; mumaileyh bilâhare Hükü­metin emriyle Ermeni meb’uslardan Zührap [Zorab] ve Vartakis, Dağavaryan’ı şeytan dersinde kesmiş ve bilâhare Cemal Paşa tarafından yapılan takibat üzerine Şam’da asılmıştı.

Dört kişi, ziyadar masa başında oturmuş ve son haberleri konu­şurken yahut masallar anlatırken saray pençerelerinin çerçeveleri sallandı. Kahraman Van şehrini temelinden sarsan ve burasını ateşten bir denize çeviren ateş fırtınası bütün şiddetiyle devam ediyor, hergün yüzlerce masum çocuklar, kadınlar yere seriliyordu.

Kalenin ve Van’ı muhasara eden kuvvetlerin kumandasını deruhde etmek için ortalık ağardığı sırada hayvanıma binip jandarma fırka­sının karargâh binasına gittim; bu bina hendeklerle Cenubuşarkî mıntakasına raptedilmişti.

Kalede 2 topçu bataryası, 1 Kürt taburu, bir de Türk gönüllü ta­buru bıraktım. En tehlikeli olan Garp mıntıkasınıı 3 gönüllü taburu ve birkaç atlı jandarma ile tutturdum; buradaki kuvvetleri Yüzbaşı Salahattin ve Hakkı Efendilerin emrine verdim. Cenubugarbî mıntakasmda da Çerkez gönüllülerinin tecrübeli kumandanı Canbulat Beye bıraktım; Canbulat Bey de Binbaşı Ahmet Bey gibi, Başkale jandar­ma taburu kumandanı idi. Mumaileyh ile muhasaraya memur kuvvet­lerin başında 21 gün devam eden müşterek mesaimiz esnasında itimadımı tamamen kazanmış dürüst bir zat idi.

Cenup ve Cenubuşarkî mıntıkası yukarda ismi geçen Ahmet Bey İle Binbaşı Bürhanettin Beyin kumandaları altında idi, hemen bütün muvazzaf ve birkaç gönüllü taburları Ahmet Bey kumandasında, bir­kaç ihtiyat süvari ve piyade kuvvetleri ise Bürhanettin B. emrinde idi; bu kuvvet jandarma fırkası karargâhında iskân ettirilmişti. Bu kuvvetlerden başka emrimde daha iki gönüllü taburu 1 200:1500 kadar Kürt çeteleri vardı; gönüllü taburlara Kaymakam Süleyman B. kumanda ediyordu.

Kürt çeteleri iyi avcılardır. Göğüs göğüse muharebeye çok elve­rişlidir; fakat inzibata alışkın olmadıklarından uzaktan muharebelere elverişli değildir. Ganimete konmak ümidi bunları buraya bağlamıştır; muhasaranın uzaması üzerine bunlar da küme küme ortadan savuşup kaybolmuşlardı.

Modern topçu olarak emrimizde birkaç sahra topu vardı; bunlar­dan iki buçuk batarya mantelli, birkaç düzine, yuvarlak mermi atan, eski toplardan vardı. Yuvarlak mermi atan toplar bilâhare çok işime yaramıştı: Çünkü bu topların kâfi miktarda cepanesi vardı; yalnız şarapnel noksandı. Binaların tuğla duvarlarına karşı bu mermilerin tesiri de çok iyi idi; zira bunların yuvarlak mermileri beyzî uçlu mer­milerin yaptığı gibi duvarları delecek yerde, çekiç darbesi gibi evleri yıkıyor, yani binanın katlarını tahrip ederek binayı zemin tesviyesine indiriyordu.

Vali Cevdet Bey, dağ topçularıyle diğer mantelli topları seyyar kollar için alıkoymuştu; bu toplarla Ermenilerin Bağlar mahallesini hurdehaş etmiş, henüz Ermenilerin ellerinde bulunan civardaki köylere taarruz eylemişti.

Emrim altında bulunan kıt’alann kuvveti 10 000 :12 000 kişiye baliğ olmuştu; şu halde aşağı yukarı bir fırka kuvveti demekti. Bunların hepsi de harp tecrübesi görmüşlerdi; başlarında tecrübeli zabitler vardı; Ruslar’m yaklaşmasıyle vaziyetin .daha tehlikeli bir şe­kil almasına rağmen zabitan ve efrat dağılmamışlar, son zamana ka­dar sebat eylemişlerdi. Ruslar, Van’dan birkaç saat uzakta bulunu­yorlardı ve Barğiri, Kotur boğazlarında yahut Hanazon [ Hanasun ] dan Van’a doğru yol açmağa çabalıyorlardı. Boğazlar birkaç jandarma taburu tarafından kahramanlıkla müdafaa olunuyordu; jandarmalar ay­rıca Kürtler ve Erciş, Başkale kazalarının gönüllü efradından da mü­zaheret görmüşlerdi.

Van’da mahsur vaziyette kalan 30 : 40 bin Ermeni, mızıka bando­su teşkil edecek yerde muvakkat bir Hükümet teşkil edip madalya ve harp nişanları imal ve taarruz! harekâta ictisar eylemiş olsaydı ve bizzat sopa, balta, bıçak ile silâhlanıp kütle halinde huruç hareketine teşebbüs etseydi, kim bilir, vaziyetimiz ne olurdu; bu hareketle Ermeniler muhtemelen bizi geri atar ve belki de Bitlis vilâyeine doğru geri çekilmeğe icbar ve bu suretle İran’daki kuvvei seferiyenin ric’at hattını da kesmiş olurdu. Bu takdirde, Van vilâyetinde Kürtlerin kılıç­ları ve gönüllülerimizin kurşunları altında hayatlarına hatime çekilen binlerce dindaşlarının hayatlarını kurtarmış olacaklardı.

Mahsurların ellerindeki topçu, kendilerinin bizzat imal eyledikleri eski bomba topları idi. Bu topları tuğla evler içinde muhafaza ediyor­lar; bunları evler arasından hertarafa, köşelere, methallere ve bara­kalar arasından müdafaa edilebilecek sokaklara kolayca gönderiyorlar­dı. Ermenilerin elinde binlerce mavzer tabancasından başka çok mik­tarda filinta ve tüfek te vardı; bunları senelerce satın alarak depo etmişlerdi. Ermenilerde, bize çok zayiat verdiren, elbombası da mebzulen mevcuttu.

Biz filhakika kaleye sahip idik; fakat topçumuzun şehre karşı istimali hemen gayrı mümkündü. Her noktai nazardan vaziyet Ermeniler için daha müsaitti; hele adeden üstünlük tamamıyle Ermeniler tarafında idi. Kendileri tarafından işaa edildiğine göre Ermenilerin kuvveti — yukarıda zikredildiği gibi — 30 000 den fazla idi; hergün civardaki köy ve kasabalardan kaçarak Van’a gelenlerin miktarı buna dahil değildir.

Mevzileri ve kıt’aları teftiş ettikten sonra bir işaret hizmeti tertip ettim. Bazı zabitlerin geceleri ordugâhtan ayrılarak hususî evlerde kaldıklarını haber almıştım; bunu da şiddetle menettim . Tupçu ateşi­nin, hiç fasıla verilmiyerek sabahtan akşama kadar devam etmesi, vaziyet icap ettiriyorsa geceleri dahi topçu ateşine devam edilmesini bir yevmî emirle tamim ettim .

Garp mıntıkasınıda bir sabah, birkaç hanenin yıkılmasıyle burada birkısım yer zaptettik, ağır ağır büyük bina istikametinde ilerledik; büyük binaya (Büyük konak) adını verdik. Şark mıntıkasına Ermeniler, minareler ve maruf noktai istinatlar sayesinde ova kenarına kadar şehre hâkim bulunuyorlardı.

Büyük olduğu için (meyva konak) adım verdiğimiz bu noktai istinatlardan birini öğle vakti bir hücumla elimize geçirdik. Kuvvetle­rimizin gevşemiş olan cesaretini tekrar canlandırmak için bu hücumu bizzat ben idare ettim.

Cenup mıntıkada, Ermenilerin elinde kuvvetli bir noktai istinat mevcut olduğu için burada Ermenilere yaklaşamadık. Muhasara devam ettiği müddetçe Ermeniler taarruzlarımıza karşı muvaffakiyetle muka­vemet ettiler; bu mukavemeti, kalenin topçularına karşı kendilerini saklıyan ev kümelerinden icra eyledikleri yan ateşe medyundurlar.

Öğleden sonra saat dörde doğru vali beni arattırmış; bana bağlar mahallesi etrafında yaptırdığı tahkimatı göstermek istiyormuş . Ovadaki firarilere yolu kapamak için Şark taraf bililtizam açık bırkılmıştı. Mahsurinin erzaklarının çabuk azaldığı söyleniyordu .

Valinin emrindeki kıt’alar vazifelerini iyi yapmışlardı. Topçulrımız için çok iyi ve cazip bir hedef teşkil eden Amerikan Misyonerinin oturduğu yüksek binaya tevcih edilmiş olan iki mantelli toponun vaziyeti hiç hoşuma gitmedi. Bu halin beynelmilel kavaide mühalif olduğunu Cevdet Beye söylediğim zaman bu tertibatın alınmasında bir suitefehhüm mevcut olduğunu dokunaklı bir tarzda cevaben bana söyledi.

Bunun üzerine topların başka yere doğru tabiye edilmesini derhal emreyledi. Amerikan Misyonerini topa totmak hususundaki ufak hilenin keşfedilmesi müşarünileyhin hiçte hoşuna gitmediği minnettarane tebessümlerine rağmen anlaşılıyor ve nazarı dikkatimi daima şehrin muhasarasına celbetmek istiyordu.

Yukarıdaki mülâkatm vuku bulduğu yerden ayrılmak ve saraya gelmek istiyorduk; bu sırada Başkale’den birkaş atlı jandarma ve 300 kadar atlı Kürt geldiler. Bonlar, Ermeni komitası rüesasmdan Kojuncan tarafından, birçok siperlerden ve Yedikilise manastırından edilen ateşe rağmek Erek boğazından geçip gelmeğe muvaffak olmuşlardır.

Bu kıt’anm zabiti ile görüşürken civardaki bir Ermeni köyünden kesif bir duman yükselmeğe başladı; jandarmaların yahut yardımcı Kürtlerin buköy civarından geçerken burasını ateşledikleri anlaşılıyor. Cevdet bey bu dumanı gördüğü vakit çok hiddetlenmişti. Müşarün­ileyhin arzularının Kürt rüesası üzerinde pekte müessir olmadığı zannolunuyordu; rüesa, Valinin hiddetinin göründüğü gibi, pekte ciddî olmadığına şüphesiz kanidiler.

Sarayda akşam yemeğini yerken dışarda ateş muharebesi o derece şiddet peyda eylemişti ki, Ermenilerin kütle halinde huruç hareketleri yapmalarından korktum ve atıma binerek dörtnalla karargâhıma gittim. Orada yaverim Ahmet Efendi’den vaziyetin bidayette çok mühim olduğunu ve Ermenilerin, neferlerimi aleyhime isyan çıkarmak için teşvik ettiklerini öğrendim maiyyetimdeki askerler Ermenilere, benim de gâvur olduğumu yani dinsiz köpek — Ermeniler kibi — oldu­ğumu siperlerden Ermenilere bağırmışlar.

24                —Nisan :

Sabahleyin erkenden ateş hafiflemişti; binaenaleyh biraz istirahat edebilecektim. Fakat azzaman sonra, topçularımızın şiddetlenen ateş faaliyetleri üzerine muharebenin şiddeti yeniden ziyadeleşmeğe başladı. Bu defa başlıyan muharebe bidayette olduğu gibi tesadüfi olarak başla­mış olan münferit muharebeler değildir, bilâkis muntazam bir muha­sara etrafında devam eden muharebedir. Bu muharebelerde işaretlerle verdiğim emirlerin noktası noktasına icra edildiğini ben bile görerek mütehayyir olmuştum.

Vahdeti idare olmadan ya az ilerliyorduk, yahut hiç ilerliyemiyorduk; çünkü Erminilerin gösterdikleri mukavemet çok takdir ve sitayişe lâyıktı. Kıt’alarımız nerede kendilerini gösterirse her tarafta Ermeniler tarafından derhal iyi nişan alınarak şiddetli ateş altına almıyordu. Ermeniler için her ev bir kale halinde idi; bunların teker teker zaptolunması lâzım idi; düşmanın nazarı dikkatini başka taraflara çevirmek için yaptığım nümayiş taarruzlarına rağmen, hücum kollarımı şehrin kalpgâhına tevcih ederek, hedefime varmağa muvaffak olamiyordum.

Bunun sebebini evvelâ, Türk gönüllülerinin Kürt ve Çerkezleri müşterek bir taarruza sevketmekteki güçlükte; saniyen Ermeniler tehdide maruz cephelerdeki kuvvetlerini az zaman içinde takviye etmelerinde aramak icap eder.

Kimseye haber vermeden, bir binayı hücumla ele geçirmek ve burasını nokta! istinat olarak kullanmak istiyordum; fakat ertesi gün ortalık ağardığı vakit, düşmanın geceleyin, burasını tahkim ettiğini haber aldım. Demek ki Ermeniler fikrimi keşfetmişlerdi. Bir akşam Vali bir Kürt süvari kıt’asını Şuşans ismindeki müstahkem bir köye karşı göndermişti. Burası Erekdağı’mn eteğindedir; Ermeniler Ova mıntıkasından gelen firarileri toplıyarak geceleyin Bağlar mahallesine getirmeğe muvaffak oluyorlardı. Ermeniler müfrezenin muvasaletini beklemeden Yedikilise işgal kuvvetlerini tam vaktinde emniyet altına aldılar.

Bu günden itibaren avcı siperlerini hiç terketmedim. Hattâ saray­da akşam yemeğine bile kalmadım; çünkü gecenin hulûliyle muharebe daha ziyade şiddet peyda ediyor, düşmanın kütle halinde taarruza geçmesi ihtimali artıyordu. Böyle bir taarruz vuku bulsaydı şüphesiz Kürtlerin ve hattâ Türk gönüllülerinin de kuvvei maneviyeleri kırılırdı. Bu gönüllülerin ve Kürtlerin kâffesi Van civarındaki köylerin sekenesi idi; bunlar silâha sarıldıkları zaman memleketleri terkedilmiş ve

bu sebeple ailelerini komşu İslâm köylerine göndermeğe mecbur kalmışlardı.

25              — Nisan :

Gündüz başladığı vakit topçu ve piyade ateşi tekrar şiddetlendi; gecenin hulûliyle tekrar hafifledi.

Sark mıntıkasını teftiş ederken bir binanın çatısına konan bir sahra topunun, sarsıntısıyle hanenin yıkılarak neferlerin bir kısmının toprak altında kaldıklarını haber aldım .

Topun, mahsurinin eline düşmemesi için Ermenilerin bu aralık girdikleri yarı yıkık bir haneye bir onbaşı ve bir çavuşla beraber gittim. İleriden ve her iki yandan bize taarruz eden düşmanı ben ve çavuş bıçak ve tabanca ile tardederken onbaşı da topun kundağına kaim bir ip bağlamağa muvaffak oldu; gerideki diğer neferler de ipten çekerek topu bina dişarsma çıkarmağa çalışıyorlardı. Bundan sonra çavuş ile ben yanımızda yıkılan duvarın tozu ve mermi dumanı ara­sında yarı boğulmüş bir halde geri çekildik. Gerçi topu korlardık; bu kurtarış bize beş şehit ve bir miktar yaralıya mal olmuştu.

Son zamanda bir mermi çavuşun başını parça parça etmişti.

Bu vak’adan takriben 1 saat sonra Lâzistan taburu 300 atlı Kürtle, Şahbağı köyünü işgal etmek üzere hareket etti; burada 4 : 5 yüz Ermeni tahkimat yapmışlardı. Lâzlar topçu ateşi himayesi altında süngüleriyle taarruza geçtikleri zaman Kürtler de arkadan Ermenileri yakalıyarak hepsini imha ettiler .

Cevdet Bey ve ben kalenin burçlarından bu muharebeyi tarassut ederken Ermeniler de şehirde Peterpavles adım taşıyan başkilisenin kubbesinden müteamzlar üzerine ateş etmeğe başladılar. Bu mukaddes yeri şimdiye kadar korumuştum; burasının ibadethane olmasından değil, daha ziyade tarihî kıymeti haiz bir tarzı inşaya malik olmasın­dan dolayı korumuştum.

Binanın harabisine mahsurinin akılsızça hareketi sebep olmuştur; zira Cevdet Bey mermilerin geldiği tarafı tesbit eder etmez burasının ateş altına alınmasını emretti. Fakat kilise çok kuvvetli bir tarzı mi­marîde inşa edildiği için birkaç saat ateşimize mukavemet gösterdi; gece olduğu vakit bu kilise de bir harabeye çevrilmişti.

Ermeniler başkiliseden de tardedildikten sonra büyük caminin mina­resinden bize ateş etmeğe başladılar; bunun üzerine valinin protes­tosuna rağmen derhal burasını da ateş altına aldırdım; çünkü [bu mu­harebedir] bu suretle aynı gün içinde Van şehrinin iki muazzam ma­bedi ortadan kaybolmuşlardı; beriki mabette de kıymetli sütunlar ve abideler vardı, bunlar takriben 9. asırda inşa edilmişlerdi.                       Van'ın muhasarası esnasında                     27

              26 — Nisan :

Şark mıntıkası kumandanı Ahmet Bey ileriden arazi kazanarak gerideki, evleri yanar lıalda bıraktığı gibi Garp mıntıkası kumandan­ları da (Büyükkonak) önüne kadar ilerlemişler ve bunun önünde tavakkuf eylemişlerdi.

              Bu kuvvetli noktai istinadı zaptetmek için, Ahmet Beye kendi

mıntıkasınıda taarruza devam eylemesini emrettiğim gibi Canbulat Bey’de kendi Çerkezlerinin başında olarak baskın tarzında, yukarıda ismi geçen Büyükkonağa doğru ilerliyecek ve burasını hücumla zaptedecekti. Bu noktai istinadı kabili hücum bir hale getirmelerini bütün topçulara vazife olarak verdim; saat onbirde topçular Büyükkonağa ateş açtılar ve birçeyrek saat içinde binanın birinci ve ikinci katlarını (                     yere serdiler. Fakat Ermeniler enkaz dumanları içinden büyük bir                     cesaretle Çerkezlerimize ateşe devam ediyorlardı. Bereket versin Türk

ve Kürt gönüllüleri, hücuma iştirak zamanım iyi takdir ettiler; bunlar hücuma başladıkları zaman Ermeniler de takviye kıtaatı almışlardı. Türk vaziyeti inkişaf etmekte idi. Büyükkonak mıntıkasına gitmeğe karar verdim. Reşit Beyi kale topçularının kumandanı olarak geride bıraktım ve dörtnalla tehlikeli mıntıkayı geçtim. Tütmekte devam eden Büyükkonağm enkazı içindeki tahkimata yerleşmiş olan Ermeni­lerle bizim aramızda yarı yıkılmış yalnız bir tuğla duvar vardı.

Derhal hücum emrini verdim; Canbulat ve maiyyetindeki Çerkezler hücuma kalktılar. Bu sırada yaverim bir mermi ile alt çenesinden vurularak yere serildi; ben de bihuş bir halde bir duvar parçası altında yıkılı kaldım, büsbütün duvarın altında kalmamak için Canbulat bacak­larımdan tutarak beni kendine koğru çekmişti.

Meşhur Büyükkonağı ele geçirmek için giriştiğimiz ilk teşebbüs bu yüzden akim kalmıştı.

27                —• Nisan :

Bu aralık muhasara topçumuzu çok eski birkaç havanla takviye etmeğe çabaladım; bu havanlar büyük taş mermileri atıyorlardı.

Pek iptidaî olan bu toplarla alelâcele imal ettiğimiz bombaları atı­yorduk; Van şehrinin büyük kısmı bunlarla tahrip edildiği gibi müdafilerden çoğu da bunlarla öldürülmüştür. Bu topun mermisi bir binaya isabet ettimi, bina derhal yıkılıyor ve içindekiler enkaz altında kami­len mahvoluyorlardı. Zannıma göre, bir isabette 60 kişiden fazla za­yiat verdirmesi nadirattan değildi. Türklerin (Havan topu) tesmiye eyledikleri bu topların mermileri yuvarlak ve o kadar büyük idi ki,   bazen dürbün yardımıyle havadaki yolunu görmek mümkün olabili­yordu . Aksine olarak birgüıı dolduruş yapılırken ateş aldı ve bu yüz­den Binbaşı Reşit Bey şehit oldu. Şehadet hatırası olmak üzere me­zarında mermiden bir ehram yaptırdım; bu ehramı belki de bugün kalenin enkazı arasında bulmak kabildir.

28  —Nisan:

Gün başladığı vakit bütün topçu ateşini Büyükkonak ve civarın­daki binalara tevcih ettirdim. Binalar sıra ile tahrip ediliyordu . Hü­cum işaretini çaldırdığım zaman Çerkezlerin bu defa hücumdan çekin­diklerini teessürle müşahede eyledim; fakat Türk ve. Kürt gönüllüleri muntazam surette taarruza geçtiler, fakat bunlar da muvaffak olama­dılar; muharebe meydanında çokça şehit ve yaralı bıraktılar.

Büyükkonağı almak için giriştiğimiz ikinci teşebbüs te bu suretle neticelendi. Burası bir enkaz yığınına çevrilmekle beraber yine ateş ve ölüm saçmakta berdevam idi.

Bugün, Ermeniler bir lâğım yardımıyle Reşadiye mahallesinin ya­rısını berhava ettiler; bu mahallede Yüzbaşı Reşit Bey ve Bargiri kaymakamı, Bağlar mahallesinin büyük kısmına ateşleriyle hâkim bulu­nuyorlardı .

Bu felâket, Cevdet Beyi çok tehyiç ettiği için, Çerkez Ahmedi çetesiyle birlikte civar Ermeni köylerini imha için gönderdi.

29  — Nisan :

Sabahleyin sis kalktığı vakit yeniden topçu ateşini açtırdım. Tüfek ateşi, bilhassa Şark mıntıkada devam üzere şiddetleniyordu; bu cep­kenin kumandanı uzun zamanda göz koyduğu bir-kısım mevzileri zap­tetmek için kararı zatîsiyle taarruza geçmişti.

Kale topçusunun [Binbaşı Ahmet Bey tarafından yapılan taarruzu] bütün kuvvetiyle himaye edip edemediğini tetkik için yanımda birkaç zabit, Kürt, Lâz, Çerkez Reisleri olduğu halde hayvanla kalenin tepe­sine çıktık . Bu tepenin bin sene içinde, Türk, Bizans, Roma, Fart, İran, Midye, Asurî, Babilî, Zumemerliler tarafından kaç defa hücumla zaptedildiğini Allâh bilir. Aynı tahribat işi birçok tarihî tesadüfler sebebiyle şimdi yani 915 senesinde Katolik mezhebinden Amerikalı bir zabite tevdi edilmiş oluyor.

Muntazam şekilde insan avlamağı seyretmek fırsatına da mazhar oldum. Ahmet Bey ve ben bir avluda idik, bulunduğumuz yeri düşman ateşi tuttuğu için bir köşeye çekildik; yeni bir taarruz plânı hakkında görüşmeğe başladık, bir Ermeni bizim yerimizi keşfederek pencereden üzerimize ateş etmeğe başladı.

Düşmanı aldatmak için kalpaklarımızı bir duvara asarak siper içine girdik, Ermeni’nin kalpaklarımıza ateş ettiğini görüyorduk; ateşe de­vam ettiği halde kafalarımızın mermilere ne kadar çok mukavemet ettiğine hayret ediyordu.

Şimdi Ahmet Bey benden ayrıldı ve arazide sürünerek bir kaplan gibi Ermeni’ye yaklaştı. Avına birkaç metre kaldığı vakit ayağa kal­karak nişan aldı, Ermeni bir şevki tabiî ile ve çabuk kendisine iltica etti.

Fakat bu dakikada fildişi gibi beyaz iki küçük kol Ermeni’nin boynuna sarıldı ve bir çocuk sesi anlaşılmaz kelimelerle kulağına fısıldıyordu. Bedbaht adam bu vakitsiz kucaklamadan bidayette tatlı­lık ile kurtulmak istedi; bunda muvaffak olamayınca sağ kolunu hare­kete getirerek kurtulmağa çabaladı. Fakat gitgide fazla sıkan iki kola karşı bu teşebbüsü de faide vermedi. Bir an için nazarı küçük kızma teveccüh etti helâk olması için bu an kâfi geldi; Ahmedin attığı bir kursun alnına isabet etmişti.

Mahsurinin ateşi biraz yavaşladıktan sonra, akşam yemeğini vali Beyde yemek üzere yaverim ile birlikte yürüdüm. Tehlikeli mıntakayı geçer geçmez düşman üzerimize bir yaylım ateş yaptı ve biz de hay­vanlarımızı mahmuzlayarak bu ateşten kurtulmağa çalıştık.

Sarayın yakınında 3 asker gördük; bunlar hiçbir şey yemeden 9 gün civar bir kuyuda kalmış olan bir Ermeni’ye yiyecek veriyorlardı. Bu Ermeni, valinin katli için tertip edilen suikaste iştirak etmeği reddeylediğinden, arkadaşlarının takibatından korkarak kendini bu ku­yuya sakladığını hikâye ediyordu; Arkadaşları bunu imha için arayorlarmış. Açlığı geçtikten sonra Ermeni bir hastaneye yatırıldı. İyi oluncaya kadar birkaç gün orada tedavi edildi; sonra kurşuna dizildi. Bu Ermeni ile sofrada bana hizmet eden silâhsız bir jandarma ve tercümanlık vazifesini gören terzi Başan isminde bir Ermeni, Van’ın muhasarası esnasında bizim tarafta görebildiğim yegâne Ermeniler idi.

Vali sarayda beni bekliyordu. Vali, maiyyetleriyle birlikte geri çe­kilmek isteyen birkaç Kürt Reislerini bu fikirlerinden vaz geçirmekle meşgul idi. Kürt reisleri ise emin bir vaziyete girmek istiyorlardı. Zira Ruslar’m Kotur boğazını zaptetmek üzere oldukları şayiası burada duyulmuştu. Cevdet Bey, bu teşebbüsün faide vermediğini görünce hiddete geldi ve yumruğunu masaya vurarak bağırdı; ( Vallahi, Billâhi) Allah intikamını siz korkaklardan ve katillerden alır. Bundan sonra hakaret olmak için arkasını bunlara çevirdi ve beni kolumdan tutarak selâmlık odasına götürdü; burada rahat koltukta oturduk, kahve ve sigara içtik birkaç saat olsun vazifemizin tahmil eylediği zahmet ve mes’uliyetleri unutmuştuk .

30        — Nisan :

Muharebe bütün kızgınlığı ile devam eylediği gibi yavaş dahi olsa biz de Van şehrinin kalbine doğru ilerliyorduk: Vilâyete mensup ka­zaların kıt’alara da yalnız cesaretleriyle Bargiri boğazında tutunmağa çalışıyorlar ve mahsurini kurtarmağagelen Rus Ordusunun ileri hare­ketini menetmeğe uğraşıyorlardı. Buna rağmen düşman tarafından taarruza uğrayacağımızdan, düşman avcılarına av olmaktan korkuyor­duk . Bu ümitsizlik Kürt reisleri üzerinde, izalesi gayri kabil bir tesir icra eyledi; bu sebeple rüesa, aile ve sürülerini Ruslardan emin bir yere götürmek için birer ikişer maiyyetleriyle birlikte bizi bıraktılar.

Türk gönüllüleri de aynı hareketi ihtiyar ettiler: bunlar da Kürtle rin savuştuklarını gördükleri zaman, rahat durmamağa, başladılar .

Bu hâdiseler bu küçük Orduda, bizi endişeye ilka eden cesaretsiz­lik havasını meydana getirdi.

Tam bir inhizam başladığı takdirde yapılacak işleri müzakere etmek üzere ertesi gün Cevdet Beyi aradığım zaman müşarünileyhin ahalinin kısmı-azamım ve vilâyetin hemen bütün servetini imha eden bu hâdi­seye nihayet vermek üzere Ermenilerle bir mütarekename imzaladı­ğını hayretle haber aldım. Cevdet Bey, kısmıazamı gönüllü olan kuv­vetle muhasarayı aynı şiddetle idame ettirmek imkânsızlığına kanaat getirmiş olduğu gibi Rusların Bargiri boğazında ve Kotur boğazında kahramanlıkla sebat eden gönüllülerimizi geri atabilecekleri imkânını da hesap etmişti.

Ermenilerin de bu mütarekeyi kabul ettiklerine emniyetle kanaat getirdikten sonra bütün cephede ateşi kestirdim. Emrin icrası maksadıyle husule gelen derin sükûn bende büyük bir tesir yaptı; biz topla­rın tarrakasma ve tüfek ateşlerinin bilâ fasıla devamına ünsiyet eyle­miştik .

Birbuçuk saatlik müzakereden sonra murahhasımız Piskoposun cevabını getirdi. Gelen cevapta Ermeniler Sultanın hakimiyetini daima kabul ettiklerini, İran’a hicret etmek için şehri tahliyeye hazır olduklarını temin ediyorlar ve fakat emin bir kefalet olmak üzere valininin şahsen kendilerine refakat etmesini şart koyuyorlardı. Valinin bu teklifi reddedeceğine kani idim; halbuki, ben de kan dökülmesine nihayet verilmesini çok arzu ediyordum; bu sebeple kendisine vekâle­ten benim Ermeniler nezdine gönderilmekliğimi rica ettim; fakat vali bu teklifimi işitmemezliğe geldi ve bu suretle müzakere inkıtaa uğradı 1 — Mayıs tam saat 7 de topçumuzun ateşi tekrar başladı.

Kahvaltı yaparken, askerî hastanede 2 hasta bakıcı Alman kadını mevcut olduğunu ve bunların birçok müşkülâta katlandıklarını hizmet­çim bana söyledi. Derhal hayvanla hastaneye gittim; bunlardan birisi Alman hemşire Martha diğeri Şimalî Amerikalı Mis Me Laren idi. İkisi de Van’daki misyona mensuptular. Fakat muhasara başlarken Türklerin eline nasıl düştüklerini bilmiyorum. Bunların askerî hasta­nede bulunduklarım daha evvel haber almış olsaydım, ihtimalki bazı güçlüklerden kendilerini kurtarmış olurdum. Görünüşe nazaran hastane Başhekimi İzzet Bey bunlara gösterilmesi lâzım gelen hürmeti esirge­miştir . Hemşire Martha bilâhare Tifüs hastalığından Bitlis’te ölmüştür. Bunların anlatışlarına göre Türkler bütün Ermeni hastalan ve me­murlarını derhal hastaneden çıkarmışlardır. Bundan başka bütün yaralıları da yangında yakmışlardır. İzzet Bey bir kol yahut bacağın kat’nıdan sonra aletleri de dezenfekte ettirmezmiş: genç madamların canını sıkan diğer şeyler de ölü taşıyan aynı arabalarla sebze, ekmek ve sair erzak ve hasta taşıttırılması keyfiyeti idi.

Bu mülâkattan sonra Vali Beyin yanma geldim. Hastanedeki madamlar hakkında bana tebligat yapılmadığından dolayı şikâyette bulundum. Hemşire Marta tarafından bildirilen fenalıklar için kendi­sinin mes’ul olduğunu söyledim. Cevdet Bey, bu vaziyetten dolayı çok mütessir oldu ve başhekimi nezdine çağırarak şiddetle muaheze eyledi ; bu muahezenin tesiri görüldü.

2 ve 3 — Mayısta vaziyet fena değildi, maahaza gene o kadar ağır muharebe oldu ki, doğan yıldızlar 100 : 200 kadar yeni kurbanların solgun yüzlerini ve sönmüş gözlerini aydınlatıyordu. Yüzbaşı Reşit Bey seyyar bir müfrezenin başında olarak isyan çıkaran bazı kıt’aları tedip için hatırımda kaldığına göre 2 — Mayısta hareket etmişti.

Fakat i sat. bu müfrezenin takarrübiyle siperleri tahliye etmişler ve Erek boğazını emniyet altına almışlardı. 4 — Mayıs sabahı Hasankale [Erzurum] jandarma taburu, yüzbaşısı Kâzım Ef. nin kumandasında olarak, buraya geldi ve bir miktar da dane beraber getirdi; bizde dane, mermi çok azalmıştı.

Bugünlerden birinde, lâyikıyle tahattur edemiyorum, Vali Doktor «Uscher» den bir mektup aldı; Doktor bu mektubunda, birkaç danenin Yandaki Misyonun oturduğu binalara doğru atıldığından protesto ediyordu; halbuki bu binalar Amerikan bayrağıyle belli edilmişti.

Cevdet Beyin bana Fransızca olarak tercüme eylediği bu mektup çok kaba bir tarzda yazılmıştı. Vali bundan dolayı çok hiddetlenmişti; benim teklifime muhalif olarak tehditkâr bir cevap verdi; Şimali Amerika Misyonerleri, Ermenileri Hükümet aleyhine tahrike devam ettikçe ve ihtilâlciler bu binalarda toplandıkça büsbütün sistematik bir tarzda bombardımana devam edeceğini bildirdi.

Bu aralık Ermeniler kütle halinde Yedikilise manastırı etrafında toplanmışlardı; geri çekilmemiz halinde toplanan bu Ermeniler bizim için hakikî tehlike teşkil ederdi. Bu sebeple Erzurum jandarma tabu­runa, Ermenileri bulundukları yerden dağıtmak vazifesi verildi. Ermeniler böyle bir taarruzu hiç beklemiyorlardı ; bu tarihî binayı, binlerce senelik kütüphanesiyle Türklerin eline düşmemesi için, derhal ateşlediler.

O sırada, artık bizde hiçbir Kürt kalmamıştı. Kaymakam Halil Beyin Dilman civarında mağlup olduğu ve kuvve-i seferiyemizin Türk — İran hududuna çekilmekte olduğu haberi musibeti de geldi.

Hergün muhtelif mıntıkalarda mütebeddil muvaffakiyetlerle muha­rebe devam ediyordu; bu muharebeler, Ruslar yaklaştıkça daha ziyade şiddetleniyordu. Cebren Van’ı zaptetmek ümidi artık münselip olan Vali Cevdet Bey bu defa şehri açlıktan teslime icbar etmek istiyor u. Bu hedefe varmak için Vali etrafındaki köylerde bulunan bütün Ermeni çocuklarını ve kadınlarının mahsurinin siperleri önüne kadar gönderdi ve bunları şehre sokmak istiyordu . Vali bunda da aldandı. Ben tesa­düfen kalenin taraçasmda bulunuyordum; şehirde cereyan eden hâdi­seyi görebiliyordum. Ermeniler bu bedbaht adamları kabul edecek yerde yaylım ateşle karşıladılar, bu ateşle birkaçı yaralandı, diğerleri öldü, kurtulabilenler ise korkudan bağırarak bizim tarafa iltica ettiler ; gözümle gördüğüm bu manzaraya bir türlü inanmak istemiyordum.

Gayrı İnsanî bu muameleden bir hıristiyan sıfatiyle çok hiddetlen­dim ; bu gayrı insani adamlar, yiyeceklerini bunlara da taksim etmemek için kendi çocuklarını ve ailelerini kurşunla öldürmekten korkulıyor­lardı. Bunun üzerine ben de Ermenilere ateş açtırdım ve Ermenilerin sığındıkları binalar tarümar oluncıya kadar ateşe devam ettirdim; bina ankazı altında bunların da et ve kanları yırtıcı hayvanlara yem oldu .

12 — Mayısta Van şehrinin üçte ikisine hâkim bulunuyorduk. Ermeniler büyük binaların üçte birine sahip idiler. Bunları da tahrip için buralara geceli, gündüzlü dane yağdırıldı. Ermenilerin mukave­metleri çok iyi idi; muhasaranın ilk haftasında Van şehrine 16 000 bomba ve dane atılmış idi.

Şehrin son parçasını da ele geçirmek için evvel emirde lokanta tabir edilen noktai istinadı almak lâzımdı; burası düşmanın Cenup nımtakadaki müdafaa tesisatının âdeta anahtarı idi.

Erzurum jandarma taburu, civardaki birkaç haneyi ele geçirdikten sonra bütün topçu ateşini bu noktai istinada tevcih ettirdim. Bina yıkılmaya. kadar ateş devam etti.

Fakat Ermeniler yarı yıkılmış duvarların menfezlerinden, yarık­larından ateş ederek mücadeleye devam ediyorlardı.

Askerlerimizin kurşun ve ateş püsküren ankaz yığınlarım büyük müşkülâttan sonra ateşe vermelerine rağmen hedeflerine varmağa asla muvaffak olamadılar ; zira müdafiler duman bulutunun yükseldi­ğini gördükleri yerlere ve en tehlikeli mahallere su kovaları ile ve ölümü istihkar ederek koşuyorlardı .

Müteaddit teşebbüslerin akim kalmasından müteessiren yalnız ba­şıma ankaz yığınları üzerine atıldım ; daha ilerdeki binaları ateşlemek istiyordum. Ben, siperi terkeder etmez birdenbire bir el bombası yukar­dan aşağı düştü; benimle beraber ilerlemeğe cesaret etmiyerek siperde kalanlar kâmilen, kısmen yaralandı ve kısmen de, şehit oldu.

Bu dakikada Vali geldi ve Kotur boğazındaki gönüllülerimizin gittikçe şiddetlenen Rus taarruzları karşısında geri çekilmeğe başladıklarını tebliğ etti; Rusların bu hareketi bizim Dilman civarında mağlûp olan kuvvei seferiyenin hattı ric’atini kesmek maksadına müstenit olduğu anlaşılıyordu .

Tehlikenin takarrübü sebebiyle hastanedeki memurlarla hastaların göl tarikiyle Bitlise gönderilmesi emredildi.

Gerek bu tedbir, gerekse İran hududundan gelmekte olan fena haberler İslâm ahalinin hicretini ve aynı zamanda ailelerini tehlikeli mıntıkadan çikarmak için gönüllülerimizin büyük kısmının dağılma­larını intaç eyledi

Kale garnizonunda yalnız meselâ birkaç yirmi kişiyle, Ahlat mıntıkasına mensup 2 Çerkez aşiret bölüğü kalmışlardı.

İhtiyat zabitlerimiz arasında da karışıklık başlamıştı; bu zabitlerin kâffesi de civar mıntıkalara mensup yaşlı adamlardı. Bunlardan mü­lâzım Ağa Ef. muhafazası kendisine tevdi edilen barut ambarının anahtarlarını teslim etmeksizin savuşup gitmişti; Topçulara cepane vermek için ambarların kapılarını balta ile kırmağa mecbur oldum . Ermenilerin, kalede husule gelen za’fımızı hissetmelerine mâni olmak için güneş batmaya kadar topları bizzat kullandım; efrat ve birkaç zabit binlerce mazeretlerle yavaş yavaş avdet ediyorlardı.

Ermeniler sabahleyin bizdeki panikten istifade etmiş olsalardı, kaleyi tarümar eder ve topçularımızı tamamen perişan ederlerdi. Bugünden sonra artık hiç kimse Van’ın zaptedilmesini düşünmedi;   herkes Halil Beyin ric’at hattını kesmek üzere bulunan Rusların ileri hareketlerini durdurmağı düşünüyorlardı.

Muhasaraya devam etmenin maksatsızlığmı artık takdir etmiştim; Kâzım Efendi, benim vazifemi deruhde etmek istediğinden muhasara kumandanlığını mumaileyhe teslim ettim, müteakip günlerde yani 14 — Mayısta (Türk — İran) hududuna gitmek için yol hazırlıklarına başladım .

8-               Fasıl

Halil Bey Kuvvei Seferiyesi Nezdinde

Erk dağı boğazında Ermeni komitacılarından mürekkep bir müfreze ile ehemmiyetsiz bir müsademeden sonra Ermeni köylerinin enkazın­dan çıkan dumanla örtülü geniş Havasor vadisinden inmeğe başladık.

Öğleden sonra saat 4 e doğru Van istikametinden son top seslerini işitiyorduk. Gecenin hulûlünden az evvel Hoşap kasabasına vardık.

Burada kitabeti ve güzel taş bir köprü ve ayrıca İranlılardan yahut Araplardan kalma eski ve muazzam bir kale, yani bir Güvercin kalesi vardı; Güvercin kale denmesine sebep kalesinde muhtelif delik­ler mevcut olması ve güvercin sürülerine kılavuzluk vazifesini görmüş olması idi.

Ertesi gün öğleden evvel Kurt dağının karlı tepelerini aştık; bu dağı Yüzbaşı İbrahim Efendi kumandasında bir piyade kıt’ası işgal eylemişti. Hayvandan indiğim zaman Yüzbaşı bana Başkale Kayma­kamı Şefik Bey’in bir mektubunu verdi; Kaymakam bu mektubunda, şimdiye kadar Rusların ileri hareketlerini tevkife çalışmış olan Kotur dağı boğazındaki kuvvetlerin kumandasını deruhde etmekliğimi benden rica ediyordu .

Bereket versin tam vaktinde buraya gelmiş ve Rusların, müttefik­leri Ermenilerle ikinci defa ve çok şiddetli olarak giriştikleri taarruzu durdurmak için mukabil tedbirde bulunmağa muvaffak olmuştum. Piyadeler tarafından himayeye mazhar olan Rus Kazaklarının taarruzları bende büyük bir tesir hâsıl eylemedi. Kürtlerimiz bu taarruz karşısında yerlerinde sebat ettiler; zafer bizim tarafta idi.

Müteakip günlerde müdafaa için iktiza eden hazırlıkları bitirdikten sonra gece yoluma devam ettim. Dir yakınından Zap suyunu geçtim, ortalık ağarırken Başkale’ye geldim; burada Şefik Bey, elinde bir telgraf, beni bekliyordu.  Telgraf muhteviyatına göre, ben ayrıklıktan sonra Ruslar Kotur dağı etrafından dolaşarak ilerlemeğe muvaffak olmuşlar ve bu yüzden gönüllü ve jandarmalarımız mevzilerini tahliye ve Cuh dağı eteğine çekilmeğe mecbur olmuşlar: burada yeniden emre intizar edeceklerdi.

Kotur dağında mukavemetten vazgeçildikten sonra, çok miktarda erzak ve malzemei harbiye iddihar eylediğimiz Başkale üzerine Rusla­rın ilerlemelerini durdurmak imkânını artık görmüyordum.

Vaziyetin ciddileştiğini düşündüm ve mes’uliyeti üzerime alarak Başkale’nin derhal tahliyesine karar verdim. Kasaba sekenesini Ka­zaklarla Ermeni gönüllülerinin mezalimine maruz bırakmamak için bu ağır kararı vermeğe mecbur oldum; ahalinin fikirlerine göre Kazak ve Ermeniler sırf cinayet arzusıyle adam öldürüyorlar ve tercihan kadın ve çocukları imha ediyorlarmış .

Düşmanın eline düşmemek için ağır yaralılarımızdan birkaçının diz çökerek çekilmeğe çabalaması manzarası görüldüğü vakit kalple­rimiz parçalanıyordu. Muntazam Türk kuvvetleriyle Rus Orduları ellerine geçen harp esirlerinin hukukuna hürmet ve riayet ediyorlar; Kazak ve Ermeni gönüllüleri ve Kürt aşiretleri ise ellerine geçen düşman yaralılarını yahut silâhsızları kamilen bilâ rahmü şefkat öldü­rüyorlardı .

Öğleden sonra saat birde Başkale ahalisinden 300 yahut 400 Ermeni çocuklarından yahut kadınlarından mürekkep bir grup ve takriben 12 kişi kadar Ermeni san’atkârı geri kalmışlardı; hükümeti mülkiye san’atkârları hayatta bırakmıştı; askerî imalâthaneler için bunlara ihtiyaç vardı. Bunlar beni görünce bacaklarıma sarıldılar, muhafazasız bırakılmamalarını rica ettiler ; bunların söylediklerine bakılırsa Başkale gönüllü taburu bunları tuzağa düşürmek istiyormuş. Bu manzara bana çok tesir yaptı; kaza kaymakamı bana; bunların müvacehesinde, erkekleri kadın ve çocukları emniyeti kâmile ile ve müfreze refakatinde Tokarağua’ya göndereceğini yemin ile temin eyledi. Faciayı ikmal için em­rine riayet etmiyen jandarmaları idam ile tehdit etti. Şefik Beyin sözlerine itimat ederek bedbaht adamlara gidecekleri yolu gösterdim ; ıninnetkârlıklarma işaret olmak üzere ellerimi, üzengiyi ve hattâ hay­vanımın boynunu ve saçlarını öpüyorlardı.

Bu esnada Rusların öncüsü de Başkale istikametinde ilerliyordu; bunların ilerisinde yaya ve atlı olarak Kazaklarla Ermeni gönüllü kıt’aları vardı. Ruslar yarım kilometre yakınımıza yaklaştıkları zaman üzerlerine birkaç el yaylım ateş ettik, sonra geceyi geçirdiğimiz Sava köyüne çekildik; Rus keşif kollan bizi takip etmişlerdi,  Ertesi sabah Zap suyunu yüzerek geçtik ve öğlden evvel Tokarağua köyüne geldik. Bu köy Cuod, Hanis’in birkaç mil Şimalişarkîsinde kâindir; Cuod, Hanis’te Nasturî patriki Marşimon [Mar Şemun] oturu­yordu; burası Kürdistan’m merkez noktasını teşkil ediyordu. Burada misafir kabul etmez, çok yüksek dağ silsileleri (Türk — İran) hudu­dunu teşkil ediyordu. Eskiden bu dağların gümüş gibi parlak sağrıla,, rmda zümrüt gibi yeşil ve lâtif mer’alar, buralarda İlkbaharın zinetini teşkil ediyorlarmış . Hayvanla geçtiğimiz bir patikanın bulunduğu tepeden derelerin tatlı şarıltıları işidiliyordu; bu dere suları keskin meyildeki mecralarından akarak gidiyordu. Fakat yukarıda ufak ufak köyler bu ivicaçh ve dik sırtlara yapışmış kalmışlardı; romantik bir arazi, fakat misafir kabul etmez ve vahşi.

Tokarağua köyünde bizim fırkanın kumandam Kâzım Beye tesadüf ettim. Mirimumaileyh aslen Arnavuttur; namuskâr, makul ve cesur bir askerdir. Emri altında yalnız jandarma fırkası ve bir «de Cevdet Bey vilâyetinin Türk , Kürt gönüllü kıt’aları olduğu halde Rus Ordusunu beş ay işgal etmiştir. Mirimumaileyhin cesaret ve azimkâr lığı Ruslar üzerinde büyük bir tesir bırakmıştır; Ruslar, Kâzım Beyin hududa geleceğine hiç ihtimal vermiyorlar bilâkis Başkale ve Saray mıntakalarmı tahliye edeceğine intizar eyliyorlardı. Vaziyet aksi zuhur edince Ruslar Şimalî İran’a çekilmişler ve Tebriz’den ilerisini Türklere bırakmışlardı.

Kaymakam Halil Bey [ bilâhara Kütül’amare kahramanı Halil Paşa] bu sahnede göründüğü zaman (Rus -Türk İran] hududunda vazi­yet bu merkezde idi; Halil Beyin gurur ve hırsı herşeyi bozdu .

Başkale’de Ruslar eline düşen erzak ve cepane ambarlarını kurtarmak istiyordum; bu iş için Kâzım Beyden maiyyetindeki muhafızlar­dan altmış atlı rica ettim. Gönüllü olarak bana iltihak eden bir zabit grubu ile Şimal istikametinde yürüyüşe geçtim; mümkün olursa aynı gece içinde Başkale’ye bir baskın yapacaktım. Güneş batmadan az evvel Zap suyu’nıı geçtik . Saat dokuza doğru Başkale karşısında sükû­netle ava yayıldık. Kasabaya, mümkün olduğu kadar yaklaştıktan sonra birkaç el yaylım ateş ederek Kazakları baskına uğrattık; bu ateş baskını üzerine Kazaklar kasabayı terkederek firara koyuldular.

Düşmanla teması muhafaza için derhal dört hücum kıt’ası ileri sürdüm. Aynı zamanda Kâzını Beye de bir mektup yazarak bana bir miktar takviye kıt’ası yollamasını rica eyledim; kendisi geride kalan kıt’alarla gelinciye kadar bunlarla Başkale’yi muhafaza edebilecektim,

Zira Başkale Kurtdağı boğazının anahtarı idi. Kurtdağı ise Van’ı muhasara eden kıt’alanınızın arkasına düşüyordu.

Gecenin bakıyyesini ayakta eğerli hayvanlarımızın yanında geçir­dik . Gece birkaç defa yanlış yere silâhbaşı yapmaktan başka bir hâdise olmadı. Gündüz başlayıp ta güneş şuaatıyle İran dağının beyaz zirvesini kül rengine garkeylediği zaman uzakta iki Rus piyade ala­yını tefrik edebiliyorduk; birkaç Kazak bölüğü ihtiyatlı hareket ederek bizimle temas peyda ettiler. Daima süngü takılı vaziyette olan Rus süngülerinin parıltısı her iki kolu tozlu ovalardan kayıp gelen altın pullu ejderhalara benziyordu. Rica eylediğim takviye kıt’ası tam vaktinde gelemiyeceğini görünce Başkale’nin büyük binalarına gaz döktürdüm, Ruslar geldikleri vakit şehrin dört köşesinde yangın baş­lamış bir halde bulacaklardı.

Tokaragua köyüne gelmeden yarım saat evvel bir kürt grubuna tesadüf ettik ; ortalarında yeknazarda Efganlı bir dilenciye benzer bir adam götürüyorlardı. Şefik Bey bu adamı söyletmek istiyordu, fakat ne yaptı ise muvaffak olamadı. Kurşuna dizilmek için tertibat alındığı zaman benimle konuşmak istediğini işaret eyledi.

Talebi üzerine yanma gittim ve bunu bir tarafa alarak konuşmağa başladım. Çok fasih bir Fransızça ile benimle konuştu. Lisanından ve Paris’teki hayatının hatıralarından kendisinin zannedildiği gibi bir Ermeni casusu olmadığını derhal anladım. Fermanferma ailesine mensup İran prenslerinden; birisi idi; hatırımda kaldığına göre hükü­mete taallûk eden sebeplerden dolayı dilenci maskesiyle dağlardan geçerken yolunu kaybetmişti. Bu adamı tevkif için artık bir sebep kalmamıştı; kendisini serbest bıraktık ve bir miktar muhafız ile İran hududnna yolladık. Bir sene sonra, refakatinde kâtibi olduğu halde bu adam beni Halep’te ziyarete geldi; benim ne olduğumu sorup anla­madan göğsüme İranların yüksek bir nişanını talik etti bugün dahi o nişanı taşıyorum.

Akşam şafağının gölgeleri, girintili, çıkıntılı dağların aşağılarını kaplarken uzakta dar bir vadinin methalinde boz bir leke gördük; bu görülen yer kuvvei seferiyemizin çadırlarının kurulduğu mahal idi; kuvvei seferiye İran’dan buraya gelmişti. Biz buraya yaklaştıkça tepe­nin eteğinde otlıyan koyon, sığır, ester, at sürülerini lâyikı ile tefrik edebiliyorduk. Ordugâhta karınca kümeleri gibi hareketler vardı; karakol ateşini pırıldayan ziyasıyle renkleşen arabaların, topların beyaz çadırların arasında yaya piyadeler, atlılar dolaşıyorlardı,

Akşam yemeğinden sonra Kâzım Bey beni kuvvei seferiye kuman­dam Kaymakam Halil Beye takdim etti; mirimumaileyh Şarka mah­sus seremoni ile beni kabul etti; bu usulü biz en samimî usul olarak telâkki ederiz; ekseri halde bu tarzı kabul makûs ta telâkki edilebilir. Bu ipek eldiven fırsat düşünce boğaza sarılacak ipek ip yahut fincan içinde zehirli kahve gibidir.

Halil Bey, o zaman takriben 38 yaşında idi; şeklen zayıf, veçhen güzeldi; kendisi 3 sene içinde Yüzbaşılıktan Miralaylığa kadar irtika eylemişti. Bu terakki, iktidarından dolayı değildi, çünkü askerlikteki malûmatı gönüllü bir kıt’a kumandanının malûmatından fazla değildi; Harbiye Nazırı Enver Paşanın amcası olduğu için çabuk ilerlemişti.

Halil Beyin İstanbul’dan getirmiş olduğu kuvvet, Miralay Nikolay Bey tarafından yetiştirilmiş nizamiye alayları idi. Bu kıt’alarm cesaret ve inzibatları ve bilhassa teçhizatları çok mükemmel idi. Bu seçme [ güzide ] kıt’a bir Halil Beyin ellerinde çok fena oldu; Halil Beyin intizamsızlığı bir vakit Orduda hemen darbımesel olmuştu. Mirimuma­ileyh bu cephede parlak tavr ve hareketiyle nam bırakmış olan Kâzım Beyi de kıskandı; bu sebeple Kâzım Beyin fırkasını da emrine aldı. Moskof askerlerinin ileri hareketlerini kendi kazaları dahilinde kahra­manlıkla durduran Şatak, Bargiri, Saray kaymakamlarına da kendi bulunduğu yere kadar kuvvetlerini derhal çekmelerini emreyledi. Bu suretle Rus Ordusuna tam bir serbesti verilmiş oldu; beklenildiği gibi hemen bütün Van vilâyeti ve Bitlis vilâyetinin bir kısmının hasım tarafından zapt ve işgali gecikmedi. Halil Bey, iyi kumandan­ları birbiri ardınca feda ediyordu ; halbuki bunlar 6 ay Iran hududunun kâh bu tarafında, kâh diğer tarafında şanlı hilâli müdafaa ve muha­faza eylemişlerdi.

İstanbul’dan getirdiği kuvvei seferiyeden çok birşey kalmayınca bunu kendi haline bıraktı ve kendisi Erzurum’a gitti; Burada ümidinin boşa gittiğini görünce iyi 2 fırka ile Irak’a gitti; bu yüzden Kafkas cephesi zayıflamış oldu. Ruslar, tabiî derhal bu vaziyetten istifade ettiler ve 3. Orduyu geriye atarak Erzurum vilâyetinin büyük kısmını [916 — Mart] işgal ettiler. Halil Bey bu cepheden aldığı kuvvetlerle Bağdad’a hareket etti. Miralay Nurettin Bey’in Selmanıpak meydan muharebesinde istihsal eylediği muzafferiyeti kendisine mal etmeğe başladı. Daha sonra da Felt Mareşal Golç Paşanın ölümünden istifade ederek Kûtül’amare galibi namım aldı; halbuki Kûtül’amare zaferini ihzar eden Felt Mareşal idi.

Bütün komediler gibi, Halil Paşa da nihayet son nasibini buldu ; Felt Mareşalin vefatından az evvel kendisine tevdi eylediği 6. Orduyu berbat ve perişan etmeden evvel irtika eylediği mevkiden sukut etmedi. Mütarekeden sonra Halil Paşa Cevdet Beyle ve diğer 200 İttihadı terakkiye mensup rüesa ile birlikte tevkif edilmişti; iki sene evvel, İstanbul’da Divanı Âlinin hakkında vereceği karara intizar eyliyordu.

Bu aralık Halil Bey, Van’ı kendi taliine terketmesi ve Hoşap üzerinden Tokarağua’ya gelmesini vali Cevdet Beye emreylemişti. Bu emir üzerine vali kendi adamlarını yanma alarak hareket etti; fakat müşarünileyh Kurtdağı’ndan inerken az daha Dir’de Ordugâh kuran Moskof Ordusunun eline düşecekti ; buradaki Ruslar Çuğ [ Dschug ] civarında yolu kesmişlerdi. Maahaza Cevdet Bey, Kazaklara 50 ölüye mal olan kısa bir muharebeden sonra düşmanı buradan at­mağa muvaffak oldu.

Yardım için kendisine yolladığımız 2 taburla da himaye edilerek birgün sonra Tokarağua’da bizimle birleşti.

Kendisi Van’dan çekildikten sonra Ermenilerin ovaya hâkim ol­duklarını ve bütün Müslüman ihtiyar, kadın ve çocukları servetlerine tamaan kestiklerini o vakit Vali Beyden haber almıştık; halbuki, Kürtlerde bile bu derece şeni hareketler görülmezdi; zira Kürtler yalnız erkekleri katlediyorlardı, kadın ve çocuklara karşı daha mutedil hareket ederlerdi ve alenen birşey yapmazlardı. Bu hadise bana, Van’ın muhasarası esnasında yaşadığımız bir vak’ayı hatırlattı. Vak’a şu idi :

Topçumuzun ateşini tarassut için birkaç zabitim ile bir tavan arasında bulunuyordum. Civardaki evin damında Müslüman ihtiyar bir kadın bir ip üzerine çamaşır asıyordu. Ermeniler bunu görür görmez üzerine şiddetli ateş açtılar ve ihtiyar kadının vücudünü delik deşik ettiler. Bundan sonra da bize ateş ettiler, yarım düzine zabit oldürmektense böyle bedbaht adamları öldürmekte Ermeniler fazla bir zevk duyuyorlardı. Halbuki, biz Ermenilere ihtiyar kadından daha yakındık.

9-               Bu ve bunun gibi zikredebileceğim hâdisat ihtimalki Ermeniler hakkındaki fikrime bir dereceye kadar tesir etmiş veyahut fikrimi zehirlemiş olacaktır. Bazı hususatta diğerlerini mes’ul görmekliğime rağmen onların da birçok harekâtını beğenmedim. Zira gazetelerde haksızlık, kıtal ve mezalimi okumak ile ekseriya başıma geldiği gibi onları menetmek için birşey yapmağa muktedir olmadan heriki taraftan bunlara seyirci olmak arasında çok fark vardır .  Fasıl

Ric’at Ve Ermeni Mezalimi

5 — Mayısta Tokarağua’daki karargâhımızı Sava mıntıkasına kaldırdık ; burada daha müsait mevzilere yerleştik . Bu mevziler Musul istikametini de kapıyordu. Hoşap ve Başkale üzerinden Van’a gitme­mize mâni olmak için Ruslar da bizim karşımızda siper kazıyorlardı . Bitlis’e doğru açık olan yegâne ric’at yolu, Vastan üzerinden giden yoldu; bu yol da Vangölü Cenup sahili boyunca gidiyordu. Biraz istical etmiş olsaydık, çok kuvvet sarfetmeden bu yolu işgal edebilir­dik . Fakat Kâzım Beyin tavsiyelerine rağmen Halil Bey bu cihete yanaşmıyordu. Kâzım Bey eski bir asker idi, düştüğümüz tehlikenin azametini takdir etmişti. Halil Bey, Dilman civarında uğradığı hezi­metten korkmuş olduğundan kendine yol açmak için taarruz! harekete cesaret ve itimadı olmadığı anlaşılıyordu .

Etrafımızda kurulan tehlikeli ağ günden güne daha çok darlaşıyordu; kaybettiğimiz kıymetli zamanlardan düşman istifade ediyordu.

Bir Rus taarruzuna intizaren böylece birkaç gün vakit geçirdik, biz yani Halil Bey ve karargâhı, dağlarda cevelânlar yaparak tavşan, yabandomuzu, keklik avlamakla meşgul olduk . Kürdistan’ın sarp ve dağlık memleketinde bu gezintiler herhalde faidesiz olmadı; kartal yuvası gibi tepeler üzerinde derebeylerinin kaleleri vardı : daha aşa­ğıda Zap’ın yeşil suları ve bunun tevabii akarken biz de uçurumların kenarına yapışmış kalmış ufak köylerden geçiyorduk .

Ne tarafa bakılsa nazara beyaz ve kırmızı çiçeklerle süslenmiş ıçık yeşil renkte sağrılar çarpar. Şelâleler, çağlayanlar halinde vadilere ikan dereler boyunca narin, sarı zanbaklar ve zakkum ağaçları inci ve altın gibi parlak bir sema altında, hafifçe ihtizaz ediyorlardı; çünkü o tepelerde kubbei sema, daha berrak ve şeffaf görünmek için ıçık mavi rengini kaybediyordu .

Rusların gelmesi Kürtleri baskına uğratmıştı. Her tarafta Kürtlerin sürüleriyle birlikte kaçtıkları görülüyordu; çünkü Moskof askeri ve aunun müttefikleri olan Ermeni gönüllüleri ellerine düşen adamlara hiç aman vermiyorlardı. Dağ tepelerinde vadiler içersinde, her tarafta Kürtlerin garip manzaralı Ordugâhları nazara çarpıyordu ; bu Ordu­gâhların manzarası, Hara müdürü [ Covboy ] iken ziyaret etmeği itiyat ittiğim Amerika’daki kızıl derili yerli ahalinin Ordugâhlarına benzerdi.  En nihayet Halil Bey de bizi tehdit eden tehlikeye kanaat hâsıl ederek Yastan üzerinden çekilme kararını verdi.

Dağlarda harekete alışkın ve çok askerlik etmiş 12 taburdan mürekkep Van jandarma fırkamız öncüyü teşkil etti ve Şahmans etrafında Ordugâh kurmuş olan eski Van garnizon kıtaatını da aldık­tan sonra Yastan üzerine taarruz edecekti. Kuvvei seferiyenin bakıyyesi de jandarma fırkasını yakından takip edecekti.

Sava mevzilerinde geçirdiğimiz 6 yahut 7 gün içinde yalnız ufak çarpışmalar olmuştu ; çünkü bizim atıl durmamız düşmanın işine yarı­yordu; düşman bu vaziyetten istifade ederek, bize karşı kurduğu ağı kapamak için Şimal mıntıkada bir çark hareketi yaptı. Rusların intizarlarının hilâfına olarak bizim yürüyüşe geçtiğimizi görünce şiddetli topçu ateşi açtılar ve artçılarımıza süngü hücumu yaptılar. Rusların bizi tesbit için yaptıkları teşebbüs akamete uğradı; kıt’alarımız Yastan istikametindeki Bervar ve Nârdoz dağlarına dahil olmuşlardı.

26 — Mayısta Kâzım Bey ve ben refakatimizde karargâhımız ve bir de dağ jandarma bölüğü olduğu halde Şahmans’a doğru hareket ettik ; eski Van garnizonu burada bizi bekliyordu ; bu garnizon fırka büyük kısmının ilerisine alınacak idi. Geceyi Kişam isminde bir köyde geçirdik ; bu köyün sekenesi evvelce zannettiğimiz gibi Kürt değildi . Nimvahşi Yahudiler idi : bunlar yarı Kürtçe ve yarı Aram lisanı konuşuyorlardı. Kadın nüfusu daha çoktu .

Akşam yemeğinden sonra bu köyün eşrafından, ziyaret için yanıma gelen birkaçı ile uzun müddet konuşmak fırsatını bulmuştum. Bu adamlardan şayanı dikkat birçok vak’alar duydum; ezcümle Babilî Kıralı Nebukadnesar zamanında Yahudilerin, Babilîlerin esaretine nasıl girdikleri, bunlar sanki bir gün evvel olmuş gibi, tabiî bir lisanla anlatıyorlardı. Yadigâr olarak muhafaza eyledikleri eşya meyamnda dayanıklı Parşümen kâğıdına yazılmış çok eski bir Tevrat kitabı (Hazreti Musa’nın 5 kitabı vardı) bu kitap gül ağacından bir asaya sarılmıştı; nadir yazılarla yazılmış birçok dosyalar da vardı; bunları Türkler görmesin diye saklıyorlardı ; niçin Türklerden sakladıklarını bilmiyorum. Kişam köyü civarında nimvahşi muhtelif Yahudi köyleri vardır. Bu köyler Kartuş ve Cebelitura dağları eteğindedir. Bu köylerin sekenesi, sarp ve kısmen gayrıkabili nüfuz Zağros dağ silsi­lesinde ve Bothansu’da meskûn Yezidî, Kürt ve Nasturîlerle vifakı tam içinde yaşıyorlardı.

Ertesi gün, yani 27 — Mayısta, müteaddit Boğaz, dere ve yarları ihtiva eden yüksek bir tepeden geçtik ; burası o kadar sarp idi ki, 6 hayvanlarımızı yedekte sevketmeğe mecbur olmuştuk. Bu yürüyüş benim için hiçte hoşa gider bir yürüyüş değil idi; çünkü bir vakitten beri mide hastalığına yakalanmıştım. Bir gün evvel de şiddetli bir dizanteri ishali başlamıştı. Ertesi gün öğleden sonra, ismini hatırla­madığım bir köyde sevimli Başhekimimiz İzzet Beye tesadüf ettik ; İzzet Bey bize çok mükemmel bir akşam yemeği hazırlamıştı. Burada, vaktiyle Timurlengin ikamet eylediği eski bir köşkün harabeleri arasında geceyi geçirdik. Yüz sene evvel bir şose olan bir patikada çakıl taşından yapılmış, Devekuşu yumurtası büyüklüğünde, Piramitler gördüm. Timurlengin askerleri bu yoldan geçerken birbiri ardında bu Piramitleri yapmışlardı. Eski zamanda, Şarkıkaripte ilerlemekte olan kıt’alarnı kuvveti bu usul ile hesap edilirdi; bu usul bugün dahi Kafkasya’nın bazı yerlerinde ve Şimalî İran’da (Talimname) ismi al­tında tatbik edilmektedir .

Nihayet 29 — Mayısta Şahmans köyüne geldik; burada Van’ın muhasarası esnasında harp arkadaşlığı yaptığım Ahmet ve Bürhanettin Beyleri selâmlamakla şerefyap oldum. Arkadaşlarımdan yalnız Canbulat Bey noksandı; bu da haber aldığıma göre Ruslarla yapılan bir muharebede esir düşmüştü . Ertesi sabah öncünün atlarıyle bir­likte Kasrik boğazına giden yol ile hareket ettim; bu yol doğru Yastan’a gidiyordu . Düşmanın sağ yanımıza karşı bir taarruza mâni olmak için bir gece evvel 200:300 kişilik bir kıt’a ile burasını [Kasrik boğazı] işgal eyledik.

Kasrik köyüne yaklaştığımız zaman evvelâ piyade, sonra da bilâ fasıla topçu ateşi işittik ; biz ilerledikçe piyade ve topçu ateşi de mütezayiden şiddet peyda ediyordu. Bu muharebe gürültüsü, Kasrik bo­ğazındaki küçük müfrezemizin Rus kıt’alarıyle gönüllü Van Ermenilerinin taarruzuna duçar olduğunu gösteriyordu; Ruslar 3000 :4000 kadar piyade, 800 Kazak, 3 yahut 4 dağ bataryasından ibaret bir kuvvetle müfrezemize taarruz etmişlerdi.

Çıplak sağrının tepesinde ümitsiz bir halde kendini müdafaa eden cesur müfrezemizi kurtarmak için Erzurum taburunu muharebeye soktum; bu tabur düşmanın sağ yanında birdenbire göründüğü gibi Musul taburu da düşman topçusunu ateş ile yakalayabilecek tepeleri işgal eyledi. Bu suretle bir buçuk saat içinde Kasrik boğazına hâkim olduğumuz gibi karanlık basmadan evvel vaziyete de tamamen hâkim olduk. Fakat başka bir istikamette yürüyüşe devam etmek için Kasrik’i terketmek ve yanımdaki kuvvetimle filân istikamette kendisine mülâki olmak üzere Kasrik’in terkedilmesi hakkında Kâzım Beyden tahrirî bir emir geldi.

Bu emir gelmemiş olsaydı biz ertesi gün Van şehrini bile zaptedebilecektik; çünkü düşman adeta firar edercesine Şimale doğru ric’ate koyulmuştu; bu manzara bütün Ordu ile kendini takip ediyormuşuz hissini bize verdi.

Akşam saat 10 da Kâzını Beye mülâki olduğum zaman, çabuk yardım talebinde bulunan Halil Beyden almış olduğu bir emir üzerine kendisinin bu emri vermeğe mecbur olduğunu öğrendim. Çünkü kuvvei seferiyemizin büyük kısmının vaziyeti bu aralık çok vahamet kesbetmişti.

Sava’dan çekilmemize mâni olmak için beyhude yere yaptıkları süngü hücumu Ruslara 600 kişiye mal olmuş bundan sonra Ruslar bütün süvarilerini takibe memur etmişler; bu takip hareketi Halil Bey kuvvei seferiyesim perişan etmekle kalmamış aynı zamanda hattı ric’atini de kesmiş.ve bunu Mervana istikametinde çekilmeğe icbar etmiş. Kuvvei seferiyeyi kurtarmak için düşmanın sağ yanım tehdit etmek mecburiyetinde kaldık. Bu maksatla Piridelan üzerine bir gece yürüyüşü yaptık; bu yürüyüş yolsuz arazide yapıldı; bir kısım yüklü hayvanlarımız dağlardan yuvarlandı, mahvoldu. Zifiri karanlık hüküm sürüyordu; biz bile yürürken düşmemek için hayvan­larımızın kuyruğunu tutuyorduk. Unutmıyacağım bu gece esnasında fırkamızın hakikî kıymetini ve kıt’anıızm kıymeti harbiyesini takdir ettim.

Jandarmalarımızın çoğu evvelce çete ve komitecilik yapmış adam­lardı; itaatsizlikten ve sair sebeplerle buralara nefyedilmişlerdi; fakat bunlar bizim elimizde kuzu gibi olmuşlardı; mafevklerine karşı edna itaatsizlikte bulunanlar idam cezası ile tecziye edilirlerdi.

Kâzım Bey 40 kişiden fazla adam kurşuna dizdirmiştir; fenalıklara ve yağmalara mâni olmak için ben bile bazan elde tabanca ve kılıç olduğu halde yürüyüşe devam ediyordum, fakat bunlara rağmen fır­kamız her hususta çok mükemmel kıt’alardan mürekkepti; arazinin en küçük faidelerinden istifade etmeği biliyorlardı, manevra kabiliyet­leri iyi, gerek küçük muharebelerde ve gerekse toplu birliklerle mu­harebede aynı kudret ve kabiliyeti gösteriyorlardı.

Jandarmalarımız, en kritik vaziyetlerde bile; metanetlerini kay­betmiyorlardı. Bir hezimetten sonra asla firar etmiyorlardı bilâkis kemali intizamla ve düşmana mukabele ede ede çekiliyorlardı.

Ertesi gün Pirildelan köyü karşısında Şafak suyunu, üzerindeki küçük ağaç bir köprüden geçtik. Kazaklar tarafından takip edilen

Kürtler de on binlerce koyun, keçi sürüleriyle o civardaki dağlardan aşağı iniyorlar ve köprü üzerinde izdiham hâsıl ediyorlar ve burada daha evvel köprüden geçmek için birbirlerine kurşun atıyorlar, bıçak çekiyorlardı. Fırkamız buraya geldiği ve dipçik darbeleriyle bu adam­ların arasından bir yol açtığı zaman ne derece gürültü ve karışıklık hâsıl olduğunu söylemek fazladır; çünkü Halil Bey kuvvei seferiyesinin halâsı kıtlarımızm tam vaktinde yetişmesine vabeste idi.

Artçılarımız hu ağaç köprüyü geçer geçmez Kürtler yeniden bu köprüye koşuştular; köprü üzerinde hâsıl olan izdihama köprü taham­mül edemedi, yıkıldı ve üzerindekiler Şatak suyuna döküldüler; Şafak suyu bu suretle ikinci bir Beresina oldu [ Rusya’da bir nehir ].

Gece Piridelan köyünde kaldık, ertesi gün uzaklardan akseden muharebe sesleri bizi uyutuncıya kadar beyhude yere Halil Beyden haber bekledik. Onbeş dakika sonra dürbünle bir yürüyüş kolunu görebildim; bu kol muharebe sesinin geldiği istikametten sarp kaya­lıklı tepelerden aşağı inerek bize doğru hareket ediyordu. Yürüyüş nizamı çok iyi idi; temadi eden tüfek gürültülerinden bu kolun, kuv­vei seferiyemize ait olduğu fikri hiç hatırımızdan geçmedi. Düşman süvarisinin büyük kısmı da etekte takip ediyordu . Buna karşı hare­ket ettiğimiz zaman bizimle kuvvei seferiye arasındaki bir dağ silsilesinin meçhul bir kıt’a tarafından işgal edilmiş olduğunu gördük. Bereket versin bunun Halil Bey öncüsüne mensup bir kıt’a olduğu anlaşıldı, bir çeyrek saat sonra da Halil Bey bize mülâki oldu; tekrar fırkamı­zın himayesi altında bulunduğuna çok sevindi.

Bundan sonra bizim artçı ile düşman arasında pek ciddî bir mu­harebe inkişaf etmişti. Moskof kuvveti birkaç Kazak alayından iba­retti; her Kazağın terkisinde bir de yaya avcı vardı; bunlar icap ettiği yerlerde süvariyi piyade ateşi ile himaye için hayvanlardan aşağı iniyorlardı.

Kazakların manevralarını görmek bizde hususî bir tesir uyandırdı. Arının kovanından çıkıp etrafa saldırışı gibi, Kazaklarda evvelâ cephemize saldırdılar ; sonra yanımıza doğru saldırmak için birdenbire ortadan kayboldular ; bu esnada intizar vaziyetinde bekliyen makinalı tüfeklerimiz Kazakları, büyük zayiat verdirerek kaçırttı.

Öğleden sonra saat bir buçukta topçumuz ateş açtı ve düşmanı geri çekilmeğe icbar eyledi. Benim karşımda bulunan düşman ancak gecenin karanlığından istifade ederek çekilebildi. Öğleden sonra ancak ötede beride tek tük piyade ateşi oluyordu. Bugünün hasılası Kazakları ve bunlarla beraber gelen avcıları geriye atmak olmuştur ; fakat   düşman mağlup edilmemiştir. Maahaza geceleyin, düşman mukabil taarruzumuzdan endişe ederek çok geriye çekilmiş: ertesi sabah tekrar bizimle temas peyda eylemiştir. Bu temastan kastı bize taarruz etmek değil bizim vaziyetimizi, kuvvet inkısamım, topçularımızın grupmamm keşfeylemekti. Bu aralık yaklaşmakta olan Rus piyade­leri Şatak yolunu tutmuşlar ve bizim Yastan üzerinden Bitlise gitmek için istifade edeceğimiz ric’at yolunu kesmişlerdi. Biz deniz sathından 8,500 metre yükseklikte bir tepede Ordugâh kurmuştuk. Havanın derecei harareti Sibiryadaki gibi idi ve bir kar fırtınası gece rahatı­mızı ihlâl eyledi. Şiddetli bir piyade ateşiyle uyandım; fakat rahatımızı ihlâl eden, çok şükür, Kazaklar değildi, korku saikasıyle Ordugâhımıza saldıran birkaç ayı idi; neferler tarafından birkaç el ateş edilmek suretiyle ayılar öldürülmüştür.

Vaziyetimiz çok endişeli idi, nereye teveccüh etmek muvafık ola­cağım ancak Allah bilir; Allah ta bize yardım etmezse akıbetimiz ne olur; bu düşüncede iken Allahtan olacak bir Kürt reisi Nuri, idam cezasıyle mahkûm olan çete yüzbaşılarından meşhur Marmuhi’yi cezadan affettirmek için, bunun namına yanımıza geldi ve bizi Bütan suyunun hâsıl eylediği buzlu çöllerden ve Cudi dağından geçirerek Siirte götürdü. Böyle bir adamın sözüne itimat ederek kuvvei seferiye ile yeniden henüz keşfedilmemiş, ayak basılmamış mıntıkadan geçtik ; Cevdet Beyin bana söylediği gibi, ilk yabancı [ Ecnebi ] olarak bu mıntıkadan geçen benim .

5                    — Haziranda tekrar kar düştü ve bir fırtına başladı; bu fırtına sebebiyle birkaç mekkâre ve takriben 100 asker telef oldu .

6                    — Haziranda jandarma fırkamız kuvvei seferiyenin artçısını teşkil ederek yürüyüşe devam ettik. Bidayette Ruslar bizi çok yakın­dan takip ediyorlardı, fakat derhal başka bir yol tuttular; ihtimal ki bir tuzaktan korktular.

Akşam üzeri güzel bir vadiye indik; vadi, yüksek dağlar arasında gizlenmiş, çayırlar, çiçek açmış bahçeler, üç, dört küçük ve aralarında yemiş ağaçları bulunan köylerle örtülü idi. Bu köyler boştu ; sekene­leri bizim yaklaştığımızı haber alarak derhal savuşmuşlardı. Yalnız bir su değirmeninin kapısında un çuvalı yüklü birkaç eşek bırakılmış idi; bu eşekler de sahibi kaçarken burada kalmışlardı.

Bu vadiden sonra tekrar yokuşa tırmandık; dağdan dağa, tepeden tepeye aşarak Hartoş’un beyaz tepelerine kadar çıktık. Hartoş dağı bulutlar içinde kaybolmuştu. Bundan sonra akar dereler boyunca Cenup istikametinde inmeğe başladık ; bu derelerin kırmızı suları kayalıkları deliyor, buz kütlelerini yarıyor ve şelâleler teşkil ederek müthiş gürültü ile uçurumlara doğru akıp gidiyordu.

Mevaddı iaşe çok azalmıştı, güzel kokulu nebatatın köklerini yemeğe mecbur olduk ; Kürtler bu kökleri peynir yaparken kullanırlarmış. Soğan gibi tat verir.

.6 — Haziran akşamı kaputuma bürünerek bir Ordugâh ateşi önüne oturdum, yorgun bir halde, kuşların gece ötüşlerini dinliyor yahut erguvan! bir renk hâsıl eden buz kütleleri ile örtülü koyu renkteki taş kütlelerini seyrediyor idim . Keskin ve hayretaver bir inilti gecenin  sükûtunu çok defa ihlâl eyledi .

Kürtlerimiz bu gürültüyü işittikleri zaman korkularından Ordugâh ateşinin etrafına toplandılar ; afetten yahut dağ afetinden kurtulmak için Kuranikerim okudular. Bu afet, sesine nazaran, bir Panter [yani yırtıcı hayvan ] idi .

Bu seda ve uzaktan kurtların uluyuşu aklımı başıma getirdi. Bizim insanların hüküm sürdüğü mıntıkada olmayıp, münhasıran vahşi hay­vanların yaşadığı Kelihan eteğinde bulunduğumuzu hatırlattı.

7  — Haziranda, bir dağ sırtından aşağı indik ; bu sırt dikenli çalı­lar, yabani armut ağaçları ve bodur meşe ağaçlarıyle örtülü idi; akşama doğru geniş bir vadiye geldik ; burasını Kürtler «Maziro vadisi» diyorlardı. Burada suyu bol bir nehir [galiba Bühtan suyu yukarı kısmı] Cenubüşarkî istikametine doğru akıyordu.

Güneşin şuaı altında elmas gibi parlıyan dağlardan ibaret Hakârinin sarp mıntıkasındaki bu yüksek vadiler, unutulmuş memleketler senenin sekiz ayında karla örtülüdür; buraları yalnız Kürtler ve Yezidîlerce malûmdur ; bunlar, sürülerini otlatmak ve ormanlarının meşe yapraklarını toplamak için yaz aylarında buralara giderler.

Bu gece yukarıda ismi geçen nehri geçtik ve budala zannedilen bu insanların bizim için ne kadar çok faideli olduklarım gördük. Nehrin suyu buğaza kadar çıktığı halde bu adamlar topçu mermilerimizi çok sert akan sudan geçirmişlerdir; halbuki buna mümasil başka vaziyet­lerde atlar ve esterler yüzerek karşı sahile geçebildiklerinden yükle­rimizi olduğu gibi bırakmağa mecbur olmuştuk .

Etrafımızdaki manzara çok güzeldi; bilhassa Cenup istikametinde, mavi ufukta bir dünya ortasında Cebeli Turun karlı, ıssız zirvesi yükseliyor, Garpta ise eski Aram ahfadından sonra, eski zamanlarda Hazreti Nuh un gemisinin yanaştığı Cudi dağının gümüş tepeleri parlıyordu .

Buradan sonra yolumuzda artık kar yoktu ; fakat çok ıssız ve taşlık idi ; yorulan ve topallıyan hayvanların çoğunu burada terketmeğe mecbur olduk.

Bundan başka Halil Bey kıt’alarının, vesaiti nakliyeniıı azlığı sebebiyle terkeyledikleri hastaları, yaralıları da toplıyorduk; Kürtlerin yahut vahşi hayvanların eline düşerek telef olmağa mahkûm bu bedbaht adamlardan hiç olmazsa birkaçını beraber götürebilmek için bütün cephane sandıklarını bırakmağa çok defa mecbur olmuştum .

9 — Haziranda Cudi dağının eteğinden geçtik; bu dağ adeta Şarktan Garba doğru mümtet bir buz kütlesine benziyordu.

Öğleden sonra saat dörtte Kâzım Beyle birlikte küçük bir kasaba olan Kisgir köyüne geldik. Burası bahçelerin ve fındık ağaçlarının ortasında çok güzel bir mamureye benziyordu.

Burada güzel bir sayfiyede Halil Bey’e tesadüf ettik; mirimuınaileyh yalınayak bir hah üzerinde oturmuş, birkaç kâselisle üzüm rakısı yahut düziko içiyordu.

Aynı zamanda, Kaymakam İshak Bey ve meşhur Hatip Ömer Naci Bey de bizimle beraber vâsıl olmuşlardı. Her ikisi de İtalya’nın harp ilân eylediklerini haber aldıkları için çok müteessir görünüyordu .

Birkaç kişi, bu meyanda Ömer Naci Bey de, Türkiye’nin muhare­beye girdiği zamanı münakaşa ediyorlardı; bunlar şu fikirde idiler: Türkiye her halde Düveli Mutelife ile münferit bir sulh akdetmelidir; bunun için memleketin bir parçası feda edilmek icap ediyorsa bunu da yapmalıdır.

Bir haftadan beri mahrumiyet içinde yaşayan askerlerim için erzak tedarik etmek üzere bir köye geldiğim zaman dükkânları ve pazar yerlerini kamilen boş buldum. Halil Bey’in askerleri bir çekirge bulu­tundan daha ziyankâr olarak etrafa dağılmış, götüremediklerini imha yahut telvis eylemişlerdi. Hiç bir şey bırakmamışlardı.

Ertesi gün susuz bir mıntıkadan geçtik; saat 11 de Ambar, Gün­deş köylerine geldik; Halil Bey bu köyleri de yağma ettirmiş; sebebi köyün sekenesi askerlerimizin birkaçının tüfeğini almış olması imiş.

Nehir kenarında boğazlarından asılı yarım düzine Kürt cesedi gör­düm; biraz ötede, dağlara saklanmış ve askerlerimiz tarafından yaka­lanmış 20 kadar Ermeni’ye rastgeldik; bu Ermeniler Nasturî tarafına savuşmağa teşebbüs etmişler; bütün uğraşmaları boşa gitmiş. Bu Ermenileri artçı teslim aldı; tekrar yürüyüşe geçtiğimiz zaman işitilen birkaç el yaylım ateş 20 Ermeni’nin hangi tarafa gittiklerini bize haber vermiş oldu.  Pirelerin hücumu ve dizanteri isali sebebiyle geceyi çok fena ge­çirdim; dizanterinin tifüse çevireceğinden korkuyordum.

Buralarda çok miktarda köpek ve at sinekleri vardı; bunlar hay­vanlarımıza hiç rahatlık vermiyorlardı.

Kafkasya’nın karlı şahikalarından Elcezire’nin ve yüksek Mezopo­tamya’nın mutedil mıntıkasına inmiştik.

12 — Haziranda Kazaklarla ufak bir müsademeden sonra, Dicle nehrinin bir tâbii olan Bühtan suyunu Saman köprüden geçtik; artık Bitlis vilâyetine gelmiştik.

Bugün yollarımız ayrıldı. Halil Bey, Cevdet Bey’in yardımı ile Siirt, Bitlis, Muş Sason mıntakalarında yapılacak tedip işini tanzim için Şimal istikametinde yürüyüşe devam etti; Kâzını Bey de, Van vilâyetinin istirdadına başlamak için Karahisar’a yürümek emrini aldı.

Kuvvei seferiye kumandam Miralay Halil Bey tarafından değilse de fakat mirimumaileyhin malûmatı tahtında yapılmış olan birçok Hıristiyanların katlinden çok müteessir olarak jandarma fırkasının Erkân-ı Harbiye Reisliği vekâletinden çekildim. Bir gece karanlığının himayesi altında, jandarma elbisesini lâbis olduğum halde, Bitlis şeh­rine gittim; burada Hemşire Marta [Martha] ile Mis MC Laren’in ne olduklarını görmek istiyordum.

Maalesef bunları bulamadım; ortalık ağarmadan evvel kıt’amın bulunduğu Farkan’a bir toz yuvasına döndüm. Burada köyün ağası, Almanya İmparatorunun İslâm olduğuna dair, İstanbul’dan bir haberin geldiğini bana söyledi.

Siirt yolunda gönüllü Başkale taburundan birkaç zabite rasgeldim; bunlar bana memnun bir çehre ile, taktil işine başlamak için Bitlis’te Hükümetin her şeyi hazırlamış olduğu ve Halil Bey’in işaretini bekle­diklerini söylediler; bugünkü Ermeni tarihinin serd ve izah eylediği taktil budur.

Türklerin bana karşı izhar eyledikleri arkadaşlığın şevkiyle — ih­timal ki, lisanlarını iyi bildiğim için — Siirt’te vali Cevdet Bey tarafmdan idare edilecek olan büyük kıtali görmek istiyorsanız hareke­timde istical etmekliğimi bana tavsiye ettiler ve belki de şimdi kıtal başlamıştır, bile.

18 — Haziran öğleden evvel Siirt’in önüne geldik; Siirt beyaz ve çatısı sivri evleriyle aslen Babilî şehri olduğunu gösteriyordu. Birisi eğri olan 6 minare, mermer sütun gibi Mezopotamya’nın mavi sema­sına doğru yükselmişti. Sığır ve manda sürüleri ovada sükûnetle otlayorlar, develer bir kaynak etrafında istirahat ediyorlardı.

Bu güzel manzaranın letafeti ile, bozuk mizacım, zevkıyap olduğu bir dakikada nazarını birdenbire müthiş bir manzaraya çarptı; yol kenarındaki bir tepede yarı çıplak, kanlı binlerce cesetler vardı; cellâtların kurşun ve bıçaklarıyle bu cesetler yere serilmişti. Bazı cesetlerin azalan henüz hareket halinde, bir kısım ölülerin gözleri çıkarılmış ve bunların yanma üşüşen köpekler bağırsakları vücutten ayırmışlardı. Bu manzaranın canhıraş tesiri altında yolumuza devam ettik; ekseri yerde atlarımız cesetler üzerinden atlıyarak geçmeğe mecbur oluyordu; nihayet Siirt’e geldik. Burada polisler ve ahali Hıristiyan evlerini yağma etmekle meşgul idiler.

Hükümet konağında, vilâyetin jandarma kumandanı Yüzbaşı Nazım Efendinin yanında içtima etmiş olan birçok vilâyet memurlarına tesadüf ettim; jandarma kumandanı bu kıtali şahsen idare etmişti.

Bu kıtale bir gün evvel Cevdet Bey tarafından karar verildiğini, Başkale taburu zabitamnm bahsetmiş oldukları diğer kıtallere başla­mak için Cevdet Bey’in bu sabah erkenden Bitlis’e hareket eylediğini jandarma kumandanının sözlerinden derhal istihraç eyledim.

Bundan sonra Nasturîlere ait güzel bir haneye yerleştim; bu hane de diğerleri gibi talân edilmişti. Mobile namına ev içinde birkaç rık sandalya kalmıştı; döşeme ve duvarlar kan lekelerine boyanmıştı. Metruk bir köşede bir İngilizce lügat ve Hazreti Meryem’in küçük bir tasvirini buldum; bunlar da her hangi bir şahıs tarafından acele ile bu köşeye atılmıştı. Azıcık istirahatten sonra askerî gazinoya gittim; Van’ın muhasarasında emrim altında bulunmuş olan birçok zabitler burada beni bekliyorlardı. Siirt şehrinin maruz kaldığı fecaiyii bu zabitlerle birlikte teferrüatıyle takip edebiliyordum . Tebessüm ile bakmağa mecbur olduğum bir musibet yani depdebeli bir alay, baştarafta bir jandarma kıt’ası, bunun ortasında ihti­yar belli başlı bir adam götürülüyordu. Siyah setresine ve dut rengindeki takyesine nazaran bir Nasturî papası olduğu anlaşılıyordu. Alnındaki bir yaradan kan damla damla aşağı sızarak solgun yanaklarından akıyor ve mazlum gözyaşlarıyle birleşerek kızıl bir renk hasıl ediyordu. Önümüzden geçtiği vakit nazarı bana ilişti; benim de Hıristiyan olduğumu sanki hisseylemişti; bir tepe istikame­tinde yürümeğe devam etti; ölüm yolunda kendisine takaddüm etmiş olan arkadaşlarının sürüsüne bu da iltihak etti; katiller bunu da de­mirle parça parça ettiler. Bundan sonra çocuk ve ihtiyar cesetlerin­den mürekkep alay geçti ; bunların başları kaldırımlar üzerinden sür­tülerek götürülüyordu; yanlarından geçenler ölülere tükürüyorlardı.

Çok hazin ve kanlı alaylar gözümün önünde akıp gidiyordu; bu fecî manzaralara baka baka yoruldum . Nihayet ikametgâhıma dön­düm ve böyle cinayetlere rıza gösteren Halil Paşanın bayrağı altında hizmet etmemeğe kat’î olarak karar verdim,

Nihayet gece oldu, parlak ay kemali sükûnla hurmalıkların ve camilerin üzerinden yükseliyordu; camiler, sihirengiz saraylar gibi azemetli şekilleriyle mavi ufuklardan nazara çarptığı gibi trampet seslerinin karanlıklar içindeki hafif aksi sedası gibi, sırtlanların da esrarengiz feryatları işidiliyordu.

Güneş yükseldiği vakit ben hayli yol almış ve Siirt şehrinden uzaklaşmıştım; hangi istikamete gideceğimi kimseye hissettirmeksizin Koşinan mıntıkasından geçtim.

Öğle vakti, birkaç Kürd’ün yardımıyle şiddetli akan bir nehirden geçtik; Kürtler bizi diğer sahile geçirdiler, sonra da arkadan bize bas­kın yapmağa teşebbüs ettiler. Maahaza biz de hazır bir vaziyette idik ; bunların ilk taarruzu hemen hepsinin otlara serilmesiyle nihayet buldu.

O zaman oralarda insan hayatının kıymeti çok az idi. Altın dişli olanların vay haline;

Kürtler altın dişli adamları günlerce takip ediyorlar, sonra öldü­rerek altın dişleri söküp çıkarıyorlardı.

Gece olmadan az evvel Zokıt isminde bir köye geldik; bu köyde sağır ve dilsiz şeyh Mehmet Şefik Ef. ikamet ediyordu; nafiz şeyhlerden Mehmet Ef. niıı biraderi idi; Mehmet Ef. nin etraftaki düzlükte 70 parça köyü vardı; Van önünde bizimle beraber düşmanla muharebe ediyordu; fakat şeyh sonradan şahsî sebeplerden dolayı düşman tara­fına geçmişti. Kürtler bidayette beni köye kabul etmek istemiyorlardı; gûya şeyh Ef. benim köye girmeme muvafakat etmemiş; hakikatte ise beni yoluma devam ettirmek ve geceleyin benimle beraber maiye­timde bulunan 7 askeri bu tenha mıntıkada öldürmekmiş.

Namlısı tesadüfen sağır ve dilsis şeyhe müteveccih olan bir mav­zer tabancanın görülmesi ve oradaki adamlardan birçoğunun beni ve adımı tanıması üzerine şeyh Mehmet Şefik efendi kararını değiştir­meğe mecbur oldu ve kendi evini ikametgâh olarak bana teklif etti. Kürtleri ve bunların hainane tabiatlerini kâfi derecede bildiğim için bir bahane serdederek bu teklifi reddettim, diğer evlere hâkim olan münferit bir evin bize tahsis edilmesi kâfidir, cevabında bulundum.

Akşam yemeğini yedikten sonra mükemmel bir panorama gibi her tarafı gören küçük kalenin damına çıktım; Şarkta güzel bir manzara teşkil eden Yahudi dağının penbe renkteki tepesi semaya yükseliyor, Garpta Sasun ve Antok dağlarının mavi kütlesi ufukta dalgalanıyordu; 1896 senesinde Ermeniler Dicle’nin yukarı kısmında Sasun dağlarında Ali Pasa kumandasındaki Türk — Kürt kıt’alarına karşı muzafferane mukavemet eylemişlerdi.

Beş hafta sonra burada Bitlis vilâyetinin hemen bütün Hıristiyanları Kürtlerin kılıcı ve Cevdet Bey gönüllülerinin kurşunları altında imha edilmiş. Cevdet Bey, vazifeye aşık olmaktan ziyade vatanına ve dinine hizmet ediyor kanaatiyle bu cinayetleri yaptırıyordu; tıpkı Gothfried Fon Bacillon’un kumandası altında bulunan Ehlisalibin 1099 senesinde Kudüs’teki Yahudi ve İslâm ahaliyi kamilen kes­tirdiği gibi.

Mavimsi dağ silsileleri, her tarafa doğru imtidat eden bir kılıç gibi sarı renkte, geniş ovalar, her harabe ve hattâ her taş bana şaşaalı Orduları ve Roma asilzadelerini titreten İran atlılarının gök gürültüsünü andıran hücum taarruzlarını hikâye ediyordu .

Kürtler ve yerli Mezepotamyalılar sıcak mevsimlerde düz çatılar üzerinde yatmağı âdet edinmişlerdi; kimsenin dama çıkmaması nazarıdikkatiıni celbetti; yalnız akşam namazım eda eden birkaç kişi ve bizi kollayanlar müstesna olarak damlara çıkmışlardı. Bu şayanı dik­kat ahval bunların bize karşı bir tuzak kurmakla meşgul oldukları kanaatini uyandırdı. Muhtemel bir baskına karşı ben de muktazi ihtiyat tedbirleri aldırmış ve neticeyi bekliyordum.

Geceyarısı geçmişti, civar evlerden birisinde tuhaf bir ses işittim; bunu güç işidilir bir ıslık takip etti, bunların evvelce kararlaştırılmış bir işaret olduğu aşikârdı; neferlerimi uyandırmak için herçibadabat bir el ateş ettim; bu atını Kürtlere işaret yerine geçmişti; çünkü bunlar, sabaha kadar devam etmek üzere, derhal üzerimize şiddetli ateş açtılar.

Bir aralık, muharebe gürültüsü, civardaki dağlarda saklanmış olan bir, iki düzüne Türk firarilerini de buraya cezbetmeğe sebep oldu; bunlar Kürtlerin toplandıklarını gördüler ; Kürtlere taarruz ederek bize doğru yol açacak, yerde firar etmeğe başladılar; Kürtler bunları takip ettiler, ve yakaladıklarını kestiler; Kürtlerin memulün hilâfına olarak firarilerin peşlerine düşmeleri işimize yaradı; hernekadar 4 yaralımız varsa da atlara bindik kılıçları ve tabancaları çekerek bir yol açtık ve tozu dumana katarak dörtnalla oradan savuştuk . Fakat daha evvel, ikamet ettiğimiz evi de yaktık, veda makamına kaim ol­mak üzere pencerelere birkaç el yaylım ateş ettik; Mehmet Şefik Ef. ve kendi şeyhlerinden birkaçı pencereler arkasına saklanmışlardı .

Sabah hiçte güzel geçmedi; hayvanlarımız bile bizimle hemfikir olduklarını kişnemekle ilân ediyorlardı.

Işık ve kurtuluşu temsil eden bu güzel manzarada bizi en ziyade iz’aç eden, evvelce Hıristiyan köyleri iken bu defa harabeye çevrile­rek tüten ve içindeki cesetlerin etrafa intişar eden kokuları idi.

Bu esnada Kürtler baskının husule getirdiği şaşkınlıktan kurtularak bizi takibe başladılar ve güzel koşu beygirleriyle bize hayli yaklaş­tılar, fakat kendilerine vermiş olduğumuz ders ve Zok kasabasının [Garzan] yakınlığı bunların aklını başına getirmiş olmalı ki, derhal cemaatleriyle tozu dumana katarak ortadan kayboldular .

Mevkiin kaymakamı Bulgar’dan dönme ve benim eski dostumdu, beni görür görmez boynuma sarıldı ve bana Cevdet Beyden gelen müstacel bir telgrafı gösterdi; Cevdet Bey benim buradan geçip geç­mediğimi kaymakamdan soruyordu . Bu tebligat beni müteessir etti ; fakat ben Bulgar’ın asil seciyesini bildiğim için vaziyetimi bütün tafsilâtıyle kendisine açıkça izah ettim . — Kendisinden başka birşey beklemediğimden — Cevdet Beye buradan geçmedi cevabını ver­dirdim .

Ertesi sabah kahvaltı yaparken Hükümet konağı penceresinden dışarıya baktım; yüzlerce Hıristiyan kadın ve çocuklardan mürekkep bir kafilenin kasabanın pazar yerinde istirahat ettiklerini gördüm ; ölüm damgasını taşıdıklarından dolayı bunların yanakları solmuş, gözleri çukura batmıştı. Genç kadınlar arasında birkaç ana da vardı ; bunlar çocuklarını yahut iskelet halindeki çocuklarını kollarında taşı­yorlardı. Kadınlardan birisi akimı kaybetmişti; bu, yeni doğurmuş yarı ölüm halindeki bir cesedi de beraber götürüyordu . Bir diğeri de oturmuş bihareket duruyordu ; bu da ölmüş idi . Bu kadının iki çocuğu analarının uykuya daldığını zannederek bunu uyandırmağa çabalıyor­lardı; bunun yanında, güzel genç bir kadın can çekişiyordu; buda muhafızlardan bir askerin kurbanı. Yüksek bir sınıfa mensup olduğu anlaşılan bu kadının lâtif bakışları insanda tasviri gayrıkabil bir tees­sür uyandırıyordu . Bu kadına bir bardak su vermek için, Kürtler arasında kırbaçla kendime bir yol açtığım zaman kadın son gayreti sarfederek elimi öpmeğe çabaladı, bundan sonra hayata veda etti.

Hareket işareti üzerine bu kirli ve pejmürde kıyafetli iskelet kafi­lesi birbirini müteakip ayağa kalktılar ve ağır hatvelerle yürümeğe başladılar; refakatlerinde muhafız olarak sakallı bir jandarma kıt’ası vardı; Kürtler de bu kafileyi takip ediyorlardı. Muhafızlar taşla vur­mak suretiyle bu kafileyi yürütmeğe çabalıyorlardı, bununla kafileyi korkutamıyorlardı; bir kıt’anın döküntüleri gibi, birbiri ardında. kur­banlar bırakıyorlardı. Muhafızların silâhla bu bedbahtları tehdit edişi bile küretmiyordu; bu felâketin saikı bunların Hıristiyan olması idi.

Uzun zamandanberi tanıdığım Hükümet memurlarından birisi, böyle birkaç kafilenin bir hafta içinde Sinan istikametinde hareket ettiklerini ve fakat hiç birisinin mezkûr mahalle varmadıklarını sureti mahremanede bana söylemişti. Bunun sebebini sorduğum zaman; bana mütevekkilâne şu cevabı verdi; (Allah büyük ve rahimdir).

24                Saatlik bir istirahatten sonra yolumuza devam ettik .

Mezopotamya’nın güneşi bütün parlaklığıyle sarı başakları tenvir ederken, Dicle nehri tevabiinden Batmansuyu’nun gümüş gibi berrak suları da uzaklarda parlıyordu ; Batmansuyu’nu kürekle işler kayıklarla öğle üzeri geçmiştik. Saat birde, 36. fırkanın öncüsünü teşkil eden bir mızraklı süvari bölüğüne tesadüf ettik, bu fırkanın kumandanı Miralay Ziya Bey idi; mirimumaileyh vaktiyle İstanbul’da Askeri akademide hocalık etmiş sempatik bir zatti; çok güzel Almanca konuşuyordu .

Bu zat Halil Beyin de hocası idi; fakat birkaç hafta sonra gûya kendisine gölge ettiğinden dolayı Halil Bey tarafından kumandadan elçektirildi ve rütbesi refedildi.

Bu geceyi Sinan köyünde geçirdim; bu köyün muhtarı, sarı saçlı genç bir arap idi; bu adam bidayetten itibaren bende iyi bir tesir uyandırmadı. Hemen bütün Araplar gibi bu da herşeyi bilmek ve tecessüs etmek istiyordu. Meselâ; kıtal hakkında fikrimi dinlemek istedi; asker sıfatıyle bunların bize taallûku yoktur, cevabını verdim . Buna rağmen yanındaki kâtibe [benim işidemiyeceğim bir sesle ] hafif sesle Istanbuldaki Harbiye Nezareti makamına (benim herşeyi bildi­ğim hakkında telgraf) yazılmasını emreyledi.

Birşey anlamamazhğa geldim ve kendisinden ayrılırken şimdilik kahvealtı yapmak ve sonra da Rıdvan tarikiyle Akrabi köprüsünden geçerek Musul’a gitmek istediğimi söyledim . Sözümü hakikaten yap­tım, birkaç saat sonra yolu ve istikameti değiştirdim, şimdi Garba doğru yoluma devam ettim; gecelediğim Bismil köyüne geldim.

Beni evine kabul eden köy muhtarı çok ketum bir Çerkez’di; ertesi sabah kendisinden ayrılırken hafifçe gülümsiyerek herşeyi bildiğini, fakat bunları tekrar unuttuğunu söyledi; kendisinin misafiri olduğumu da unutmuştu; bir Çerkez için misafir mukaddestir .

25             — Haziranda Cevdet Bey, Kakigyan [ Kakighian ] Efendiyi Bitlis’ti 200 kadar muteber Ermeni’yi kendilerinden 5000 altın aldık­tan sonra asdırmış ve bu parayı Halil Beyle birlikte aralarında tak­sim eylemişti. Cevdet Bey bununla da iktifa etmemiş şehrin bütün erkek Ermenilerini ellişer kişilik kıt’alar halinde, civar dağlardaki tenha köylere şevketmiş ve verdiği emirle oralarda katledilmiş ve kendilerine kazdırılan kuyulara gömdürülmüştü; bunlardan ancak birkaç düzine saıı’atkâr sağ bırakılmıştı, çünkü askerî imalâthanelerde bunlara ihtiyaç vardı.

Genç kadınlar alçak güruh arasında taksim edilmiş, ihtiyarlar ve 12 yaşma kadar çocuklar başka memleketlere nefyedilmişlerdi.

Bu suretle Bitlis ve civarında birgün içerisinde 15000 Ermeni imha edilmişti. Bitlis’te ikamet eden bir ecnebi madam bu kıtal hakkında 23 — Haziran ve müteakibi günlerde şunları yazmıştı; ( Ermenilerin hapsinden sonra Türkler, kadınları başka memleketlere nefyetmeğe başladılar. Bunu gördüğüm zaman Vali Beye müracaat ettim, bu bed­baht adamlara merhamet edilmesi ricasında bulundum . Arzu etse bile bu emri değiştireni iveceği cevabını verdi; çünkü bu emri bizzat Halil Bey kendisine tebliğ eylemişti. Sonra Halil Beye müracaat ettim; Halil Bey bu müracaatime hiç cevap vermedi).

Bu ecnebinin evvelki fasılda ismi geçen Hemşire Marta olduğunu zannediyorum. Bitlis’teki kıtalden kurtulmağa muvaffak olan birkaç Ermeni ile Silvan, Beşiri taraflarından kaçan Ermeniler de kısmen Muş mıntıkasına dahil oldular. Bunlar, Belik, Bekran, Şego köylerinin Kürtleri tarafından takip edildiklerini görünce yavaş yavaş yolsuz ve yüksek dağlık olan Sasun mıntıkasına çekildiler .

Bu yüksek mıntıkanm gümüş gibi parıldayan tepelerinde, sönmüş volkanlarında 30 000 erkek, kadın, çocuk toplanmışlardı. Bunlar Kürtlerin ve Cevdet Bey gönüllülerinin eline düşmemek için boğazlar­dan, uçurumlardan aşağı kendilerini düşürerek helâk ediyorlardı. Cevdet Bey uzun zamandan beri artık Ermenilerin Azraili olmuştu ; şimdi kendisi Halil Beyin elinde, her şekle uyan bir alet idi. Hıris­tiyanlardan intikam almak için Halil Beyin verdiği her emri yapardı ; çünkü Ermeniler, Dilman meydan muharebesinde ve bunu müteakip Van vilâyetinin zapt ve işgalinde Ruslara maddî ve manevî yardımda bulunmuşlardı.

Bitlis şehrindeki Ermenilerin, Güldanîlerin, Suriye Katoliklerinin ve Nasturîlerin katlinden sonra Cevdet Bey, Kâzım kara Bekirin refakatinde olarak — bilâhare bizzat Cevdet Beyin bana hikâye eylediği gibi o zaman Kâzını Bey kaymakammış — Muş vadisine gitti; bu mıntıkadaki ve Sasun dağlarındaki asileri tedip için gitmişti . Kıtalden bahsedildiği vakit Türkler bu usatı ileri sürüyorlardı. — Muş ve civarı ve Sasun mıntıkası jandarmalar ve aşiret kıt’alarıyle kuvvetli kordon altına alınarak seddedildikten sonra Cevdet Bey — âdeti veç­hile — cebri istikraza başladı; bunu, katil, yani bu Vilâyetlerdeki Ermeni ahalinin büyük kısmının ifna ve imhası takip etti.

Bu katle Muş vadisindeki 80 — 100 Ermeni köylerinin sekenesi ve hattâ Muş’taki umumî isyan sebebiyet veriyor; Ermeniler sevkulceyş hatalarını burada da tekrar ediyorlar ; yani Türk topçuları tarafından derhal tanzim ateşi yapılabilecek büyük binalarda ve kiliselerde tah­kimat yapıyorlar, Muş içinde ve etrafında 14 gün içinde cem’an 50 000 Ermeni öldürülmüştür. Civardaki bazı köylerde, ezcümle Alecan, Magrakon ve Keskeg’de müthiş katliâm olmuştur. Kadın ve çocuk­ların bir kısmı toplattırılmış ve canlı olarak yakılmıştır; diğerleri de Fırat suyuna atılarak ölmüşlerdir.

Bu sırada — gizlenmiş silâhlar bahanesi ile — Mardin, Diyarbekir, Mezraa, Harput ... ilâahirihi şehirlerinde kütle halinde nefiy ve tağrip, katil suretiyle buralarda Hıristiyan ahaliden kâmilen tecrit edilmiş, bu yüzden Harput, Diyarbekir Vilâyetlerinde ticaret ve sanayiin büyük kısmı sönmüştür .

Diyarbekir’deki katilden sonra kan ve takip illeti Adana vilâyetine ve Şimalî Suriye’ye intikal etti [ Zeytun, Urfa, Meraş ve saire]; Mer­kezî Anadolu’dan ve Şimalî Anadolu’dan [ İzmir, İstanbul, müstesna ] buralara çok miktarda menfiler gelmişti. Almanya ve Avusturya’nın tazyiki üzerine İstanbul ve İzmir’de takibattan sarfınazar olundu.

Van, Bitlis, Diyarbekir ve kısmen de Mamuretülâziz Vilâyetinde kelimenin tam manasıyle katil yapılmıştır. Hükümetin diğer vilâyet­lerinde nefiy şeklinde başlamış olan takibatta aynı neticeye müncer olmuştur, çünkü Karadeniz sahilinden, merkezî Anadolu’dan ve Şarkî Anadolu’dan Suriye ve Irak çölleri istikametinde sevkedilen binlerce kişilik birçok kafilelerin dörtte üçü dahi yüzde doksam yollarda tifüs hastalığından ve mahrumiyetlerden dolayı helâk olmuşlardır.

Açlıktan kaçanlar Kürt ve Çerkez eşkıyaları tarafından katledilmiş­lerdir ; muhafızlar tarafından öldürülenler de nadir değildir ; muhafız­lar da — bedbaht adamlarla birlikte gitmek mecburiyetinden dolayı yorgun bir halde — dipçik darbeleriyle bunların işlerini bitiriyorlar yahut ateş ile tehdit ederek çıplak bir halde şiddetli akan nehirlere   atılmağa icbar ediyorlardı; bunlar nehire atıldıktan sonra bir daha görünmiyorlardı. Ben bile Fırat nehri sahillerinde yüzlerce Ermeni çocuklarının, kadınlarının cesetlerini gördüm ; bunlar vahşi hayvanlara, çakallara yem vazifesini görüyorlardı. Cesetlerin ötede beride açıkta duruşu hayretimi mucip oldu .

Sırtlanlarla Hilâlin müştereken işledikleri bu cinayetin, kargaların üzerlerinde uçuşmasından, köpeklerin etraflarında dolaşmasından belli olmaması için sivil memurlar cinayete müteallik eserleri umumiyetle ve itinalı surette belirsiz ediyorlardı .

Katillerle, nefiylerin, mevkii iktidardan çekilen Fırkanın hazırladığı esaslı bir plân dahilinde icra edildiğine hiç şüphe yoktur ; bu plânı başta Sadrıazam Telât Paşa olduğu halde sivil hükümet memurları ihzar eylemiştir.

Evvelen Ermenileri, sonra da Rum ve diğer Hıristiyanları Türkiye arazisinden çıkarmaktır.

Bunun da delili Siirt, Cezire ve o civardaki Vilâyetlerde yapılan katillerdir; bu takdirde 200 000 den fazla Nasturî, Suriyeli Katolik, Kıpti ve saireniıı imha edilmesidir; bunların Ermenilerle hiç bir münasebetleri yoktur ve hükümetin daima sadık teb’ası olarak yaşa­mışlardır . Ölümü İslâmlığa tercih eden Ankaralı Ermeni Katoliklerinin teb’idi, Greğoriyen Ermenilerinin büyük kısmının Türkler tarafından aynı teklif ve şeraite tâbi tutulması bu plânın neticesidir. 

«HİLÂL ALTINDA DÖRT SENE» ADLI KİTAP HAKKINDA MÜTALEA

Yazan: Kaymakam

1             Hakkı

Kitabın müellifi Venezöellâlı Rafael dö Nögalis, kitaptaki malûmattan anlaşıldığına göre, Avrupa’da Büyük harp başladıktan sonra itilâf Orduları saflarında gönüllü sıfatı ile harbe iştirak etmek üzere evvelâ Fransa’ya, sonra sırası ile Belçika, İngiltere hükümetlerine müracaat etmiş, buralarda hüsnü kabul görmemiş; bilâhare İtalya tarikiyle Sırbistan’a geçmiş, burada da maksadına muvaffak olama­mış ; hâsılı hangi kapıyı çalmış ise açılmamış; neticede İstanbul’a gelmiş, Başkumandanlık vekâletine müracaat etmiş; gûya bulunmaz bir meta imiş gibi Türkiye hükümeti mumaileyhi süvari yüzbaşısı rütbesi ile ve gönüllü olarak Orduya kabul eylemiştir.

Bu zat evvelce gazetecilikle de meşgul olduğu için bu husustaki kabiliyeti çok işine yaramış, daha İstanbul'a ayak basar basmaz Almanca gazeteler ve bunlardan naklen Türkçe gazeteler « Jeneral Nögalis» başlığı altında uzun uzadıya medhiyeler yazmışlardır.

Nögalis, bu gazeteleri vesika makamında üzerinde taşımış, nerede hüviyeti hakkında kendisinden malûmat sorulmuş ise derhal üzerinde taşıdığı bu gazeteleri göstermiştir.

Hasankale’de 3. Ordu karargâhına geldiği vakit, daha ilk teması­mızda bize de bu gazeteleri göstermiş ve okumuştur.

Mumaileyh «Hilâl altında dört sene » adlı kitabında Türkiye’deki maceralarım hikâye ederken tamamıyle bitaraf kalamamış, birçok hususlarda hakikatten ayrılmıştır.

Dört sene Türkiye hükümetinin nân ve nimetiyle yaşadığı ve her yerde, kendi itirafı veçhile, aziz Türk milletinden insaniyetkârane muamele gördüğü halde, maalesef Hıristiyanlık hissiyatına mağlûp olmuş, nankörcesine bir sürü tezyifkâr mütalea ve fikirlerle kitabını doldurmuştur.

Hakikate uymıyan fikir ve mütaleaları umumî surette üçe ayırmak mümkündür:

1                    — Ordunun sevk ve idaresine taallûk eden hususlar;

2                    — Kürtler ve Ermeniler hakkında etnoğrafik malûmat;

3                    — Ermeni tehciri ve Ermenilere reva görülen zulüm ve itisaf.

Bunlar hakkındaki malûmatın doğrusunu yazmağı vicdanî, millî vatanî bir vazife telâkki ettim .  Ordunun sevk ve idaresine taallûk eden hususlar Nögalis, Erzurum müstahkem mevki kumandanı Poselt Paşa’nın 3. Ordudan ayrılmasına sebep olarak diyor ki: « Tifüs hastalığından vefat eden Ordu kumandanı Hafız Hakkı Paşa’nın yerine tayin olun­mak hakkı Poselt Paşa’nın imiş; kendisine bu vazife verilmediği için müteessir olmuş, Ordudan ayrılmıştır».

Nögalis, ihtimal ki. 3. Ordudaki Alman zabitlerinden aldığı ilham üzerine bu mütaleayı serdetmiştir. Çünkü Hafız Hakkı Paşa, daha Ordu kumandanı iken Poselt Paşa’nın İstanbul’a iadesi takarrür etmiş ve bu baptaki emir kendisine tebliğ edilmişti.

Poselt Paşa esasen ağır topçu zabitidir; Meşrutiyetin ilânından sonra 326 senesinde Türkiye’ye gelmiştir. Muhtelif müesseselerde va­zife görmüş, bazı müstahkem mevkilerin tahkim komisyonlarında bu­lunmuş. Umumî seferberlik ilân edildikten sonra Erzurum müstahkem mevki kumandanlığına tayin olunmuştur.

Bu zat Erzurum’a geldikten sonra kaleyi tetkik etmiş ve seyyar Ordunun zararına olarak kale için bir takım tekliflerde bulunmuştur. Bu tekliflerin kabul edilmesine imkân yoktu; esasen vaziyet te buna müsait değildi. Binaenaleyh Türkiye hükümeti Umumî harbe iştirak etmeden az evvel, Başkumandanlık vekâleti, Erzurum kalesini bir kale olarak kullanmaktan sarfınazar eylemişti; kaleye ait bilumum seyyar kuvvetler Ordu emrine verilmişti. Sabit malzemelerden kabili istifade olanlardan da Ordu istifade edebilecekti. Bu vaziyet hâsıl olduktan sonra kale kumandanına artık fazla bir iş kalmadı; müşarünileyhin faaliyet, sahası darlaştırılmış oldu.

Poselt Paşa, bundan sonra işi siyasete döktü . Bilerek veya bilmiyerek Ermeni komitacılarla temasa geldi. Ermenilerin Alman hima­yesine girmeleri için sarfı mesaide bulundu. Bu müsait vaziyetten istifade eden Ermeniler Poselt Paşa’nın himayesi altında mektepler açmağa teşebbüs ettiler. Halbuki, bu sırada Ermenilerin Türkler aleyhindeki faaliyetleri başlamıştı; bu faaliyet günden güne artıyordu; bu hal hükümetin ve Ordunun nazarı dikkatinden kaçmadı; Başku­mandanlık vekâleti ile muhabere edilerek müşarünileyhin İstanbul’a avdeti temin edildi ve merhum Hafız Hakkı Paşa zamanında İstanbul’a iade olundu.

Müşarünileyh, Erzurum’da beş altı ay kadar vazife görmüştür. Şayanı zikir bir hizmeti sebkat etmemiştir. Müstahkem mevki o za­man fırka salâhiyetinde bir makam idi; böyle bir makamı işgal eden bir zatın, meydanda birçok kıymetli Kolordu kumandanları dururken, Ordu kumandanlığını tahayyül eylemesi çok gariptir.

3. Ordu erkânı harbiye reisi Kaymakam Göze Bey hakkında da çok balâpervazane nıütalealar yürütülmüştür. Gûya Ordu kumandam Mahmut Kâmil Paşa sevk ve idare hususunda aczini anlamış, Ordu­nun idaresini Göze Bey’e bırakmış; Göze Bey de Kafkas ve Şimalî İran’daki kıt’aları idare ettiği müddetçe 1 500 Km . genişliğinde bulu­nan bir cephede tutunabilmiş ; Göze Bey ayrıldıktan sonra her şey çığırından çıkmış, Ordu düşman taarruzu karşısında berbat ve perişan olmuştur .

Bu safsatalara bakılırsa Nögalis’in, Erkân-ı Harbiye reisinin Ordu kumandanına karşı vazife ve salâhiyeti hakkında bir malûmatı olma­dığı anlaşılıyor. Erkân-ı Harbiye reisi, maiyetinde bulunduğu, kumanda­nın müşaviridir. Reis yapılacak işler hakkında, harekât şubesi müdü­rünün de mütaleasını dinledikten sonra, kumandana mütalea ve tekli­fini arzeder.

Kumandan da, maiyeti tarafından vaki olacak mütalealara karşı hazır bulunmak için, her vaziyeti kendiliğinden tetkik ve mütalea eder. Maiyeti tarafından arzedilecek mütalealar kendi fikir ve mütaleasma uygunsa kabul, değilse reddeder. Şu halde son söz ve karar kumandana aittir . Hiçbir Erkân-ı Harbiye reisi veya Erkânıharp zabiti kendi fikir ve mütaleasını kabul ettirmek için kumandana karşı ısrar edemez .

Kumandanlık hiç bir zaman iştirak kabul etmez ; asıl mes’ul ku­mandandır; Erkân-ı Harbiye reisi değildir. Erkân-ı Harbiye reisi de kuman­dana karşı mes’uldür. Kumandanlık karargâhındaki bütün işlerin na­zımı Erkân-ı Harbiye reisidir; karargâhta işler kumandanın arzusu dahi­linde ve yolunda cereyan etmezse kumandan, Erkân-ı Harbiye reisini mes’ul ve muaheze eder .

Düşünmelidir ki bir Erkân-ı Harbiye reisi karargâha ait bütün işleri yalnız başına yapamaz. Bunun da yardımcılara ihtiyacı vardır. Kârargâh heyetlerinin teşekkülü bu ihtiyaçtan doğmuştur. Ordu Erkân-ı harbiyesi vazifesini muvaffakiyetle yapmışsa bundaki şeref hissesi yalnız Erkân-ı Harbiye reisine değil, bütün karargâh hey’etine şamildir .

Göze Bey 3. Ordu Erkân-ı Harbiye reisliğinde bulunduğu müddetçe vazifesini hüsnü ifa için çok çalışmış, her türlü güçlüklere göğüs ger­miş, kumandana karşı birçok mütalea ve tekliflerde bulunmuştur. Kumandan kendi fikir ve düşüncesine uygun gelen mütalea ve tek­lifleri kabul etmiş, uygun gelmiyerıleri bilâ tereddüt reddeylemiştir.  Kabul edilmiyen mütalealara karşı Göze Bey ne müteesir ve ne de münfail olmuştur. Çünkü Göze Bey kumandan ile Erkân-ı Harbiye reisi­nin mütekabil vaziyet ve salâhiyetlerini tamamen müdriktir; nitekim Ordu Erkân-ı Harbiye riyasetinde bulunduğu müddetçe kumandanlarla arasında böyle bir münakaşa olmamıştır .

Göze Beyin kendine mahsus bir siyaseti vardı; daima taarruz. En çetin vaziyetlerde bile işin taarruzla halledilmesini teklif ederdi. Ancak taarruzla Kafkas cephesinde fazla Rus kuvveti tutulabileceği ve kat’î netice alınacak Avrupa cephelerine bu cepheden kuvvet şev­kinin men’i mümkün olacağı kanaatinde idi. Filhakika umumî çerçeve dahilinde vaziyeti mütalea etmek çok doğrudur; fakat biraz da bulu­nulan mıntakamn hususiyetini, arazi vaziyetini, ikmal işini, düşman vaziyetini de nazarı mütaleaya almak lâzımdır. Bunlar düşünülmeden yapılacak taarruz bir muvaffakiyet vadetmez .

Mahmut Kâmil Pş. çok yüksek bir sevk ve idare adamı idi. Karar­larını, şahsî kanaatine dayanarak verir, hiçbir tesir altında kalmazdı; Ordunun harekâtı ile devam üzere meşgul olurdu . En edna vaziyeti bile nazarından kaçırmazdı. Erkân-ı Harbiyesinin mütaleasını dikkatle dinler, kanaatine uygun olmıyan mütalea ve teklifleri kabul etmezdi. Sarıkamış meydan muharebesinden sonra Ordunun, insan ve malzeme itibarı ile çok üstün bulunan düşmana karşı Erzurum Şarkında 13 ay tutunması Mahmut Kâmil Pş. nm kararlarındaki isabete ve ihtiyatlı hareketine medyundur .

Göze Bey : (Kafkas cephesindeki muharebeler) hakkında yazdığı eserinde Mahmut Kâmil Pş. için kurnaz ve akıllı olduğunu, sevk ve idare hususunda çok ihtiyatlı hareket ettiğini, İstanbuldaki Türk un­surlarından çok atılgan olanlara karşı bu tabiatinin iyi olduğunu, yalnız cür’ete taallûk eden bazı karar ve vaziyetlerde bu halin menfi tesirler yaptığını söylemektedir .

Göze Bey 331 [915] Ağustos ayında tifüs hastalığına yakalanmış ve çok zayıf düşmüştü . Çalışacak halde değildi, Ordu heyeti sıhhiyesi kendisine birkaç ay tebdili hava verdi. Mirimumaileyh tebdili hava müddetini Almanya’da geçirmek istedi ve 10 — Teşrinievvel — 331 de [915] Erzurum’dan hareketle İstanbul’a ve Teşrinisani bidayetinde de Almanya’ya gitti. Bu aralık kafkas cephesinde Rus taarruzu başladı. Vaziyet çok nazik idi . Ordu kumandam da İstanbul’a gelmişti. Bu taarruz üzerine derhal Erzurum’a avdet etti. Göze Bey daha fazla tebdili havada kalamazdı ; tebdili hayası bitmeden vazifesi başına dönmeğe mecbur oldu ,  Göze Bey tebdili havaya gitmeseydi gene bu akıbet mukadderdi . Çünkü Ruslar neye mal olursa olsun Erzurum’u zaptetmeğe karar vermişler ve bu maksat için aylardanberi esaslı hazırlıklar yapmışlardı; kuvvet ve malzeme itibariyle bize çok üstün bulunuyorlardı. Gerek bu üstünlük ve gerekse vaziyeti yanlış mütalea neticesi iki fırkanın [51, 52] Irak cephesine gönderilmesi Erzurum’un sukutunu ve binııetice Ordunun da mahvu perişan olmasını mucip oldu .

Nögalis bu iki fırkanın Irak cephesine şevkinde o zaman mürettep K. O. — ki bilâhare 18. K. O. namını almıştır — kumandanı Halil Pş. nın âmil ve müessir olduğunu iddia ediyor ki, bu iddia ve mütalea tamamen yanlıştır .

Bu iki fırkanın Irak cephesine sevkini Başkumandanlık vekâleti emreylemiştir .

Ordu kumandanlığı buna itiraz etmiş, Rusların taarruz için esaslı hazırlıklarda bulunduklarını yazmışsa da Başkumandanlık vekâleti kararından dönmemiştir. Başkumandanlık vekâleti, karargâhında top­lanmış olan malûmata ve umumî vaziyete göre Rusların kışın Kafkas cephesinde ciddi taarruzda bulunacaklarına ihtimal vermiyordu . Sarı­kamış tecrübesinden sonra bu kışın tarafımızdan bir taarruz yapılması düşünülmiyordu. Irak cephesinde ise vaziyet çok gayrı müsait idi. Nite­kim bu iki fırkanın Irak cephesine yetişmesi ile orada vaziyet büsbütün değişti; Bağdat kurtarıldı, sonra Kûtül’amare muzafferiydi istihsal edildi.

Göze Bey Şubat bidayetinde tekrar Orduya iltihak etti; Ordu bu esnada (Gibice — Kopdağı — Çoruh) hattına çekilmişti. Bundan sonra 3. Ordu emrine taze, dinç ve mevcutları dolgun, Çanakkale muharebesinde çok tecrübeler görmüş üç fırka geldi. Buna rağmen Ordu (Mamahatun —-Bayburt — Rize) mıntıkasınıda tutunamamış, yüzlerce kilometre geride (Kemahboğazı — Çardaklı — Harşıtderesi Garbı) hat­tına atılmıştı.

Göze Bey bu esnada vazifesi başında idi ve Ordudan hiç ayrılma­mıştı . Gerek idi ki, bu geri çekilmenin önüne geçseydi.

Nögalis Van’da Ermeniler tarafından çıkarılan ihtilâlde Van’daki Türk kuvvetlerinin kumandasını deruhte eylediğini ve sonra da Van jandarma fırkasında Erkân-ı Harbiye reisliği vekilliğini yaptığını sövü­yor ki bunlar da hakikate muvafık değildir.

Nögalis Hasankale’deki 3. Ordu karargâhına 331 [915] mart orta­sında gelmişti. Karargâhta iki hafta kadar kaldıktan sonra bir gün cephedeki kıt’alardan birisine gitmek arzusunu gösterdi. Esasen hal ve tavrı calibi şüphe idi. Mühim cephelerde kullanılmak istenilmi­yordu .

Tâli mıntıka addedilen Van havalisine, Van jandarma fırkası emrine gönderildi. O sırada ötede beride Ermeni isyanları, vukuatı tevali ediyordu. Van’daki Ermenilerin de bugün yarın isyan çıkaracakları haber alınmıştı. Nögalis daha yolda iken Van’da ihtilâl başlamış ve ihtilâlciler Türkler tarafından muhasara edilmişti. Van’da esasen nizamiye kuvveti yoktu. Yalnız zaif Türk jandarmaları ve bir miktar eski top vardı, ihtilâl haberini duyan civar köyler halkı ve kasabada silâh kullanabilecekler Van valisi Cevdet Beyin kumandası altında toplandı. Nögalis Van’a girdiği vakit Vali tarafından icap eden tertitibat alınmıştı. Nögalis tab’an ihtilâlci idi. Vali Cevdet Bey ihtimal ki siyasî mülâhazalar dolayısıyle bunun yanından ayrılmadı; misafir etti ; izaz ve ikramda bulundu. İhtilâlcilere karşı hareket eden kuvvet­leri Vali idare ediyordu.

Erzurum’dan yardımcı kuvvetler Van’a yetiştikten sonra Erzurum seyyar jandarma taburu kumandanı Yüzbaşı Kâzım Bey Van’da kumandayı deruhte eyledi. Fakat bu da müstakil değildi; yine Valinin emrinde idi.

Van’dan ayrıldıktan sonra Nögalis Van jandarma fırkasına iltihak etti. Fırka kumandanı Kaymakam Kâzım Bey [ Hâlen B. M. M. Rs. ] bunu karargâhta istihdam etti.

Esasen bu fırkanın, diğer fırkalar gibi karargâh teşkilâtı, Erk ânıharbiyesi yoktu. Kâzım Bey yanma aldığı birkaç emir zabiti ile fırka­nın harekâtını idare ediyordu. Mirimumaileyli bir ecnebi zabitinin yardımına hiç te muhtaç değildi.

Nögalis, birinci kuvvei seferiye Bitlis mıntıkasına çekildikten sonra birdenbire ortadan kayboldu ; haftalarca izi bulunamadı. O zaman bunun Rus tarafına geçtiğine hükmolundu. Bilâhare hasta olduğu ve kendiliğinden diğer Ordular mıntıkasına geçtiği haber alındı.

Günün birinde Mamure’de menzil emrinde iken Göze Beye bir telgrafı geldi ; bunda Van ihtilâlinde ve sonra da Van jandarma fırkasında gördüğü hizmetlerden bahsile muharebe madalyası ile taltif edilmesini rica ediyordu. Kendisine verilen cevapta, maiyetinde hizmet ettiği zevat tarafından inha edilmesi lâzım geldiği tebliğ olundu . Bundan sonra kendisinden bir ses çıkmadı. Halbuki kitabındaki fotoğrafında harp madalyasından başka muharebe gümüş liyakat, gümüş imtiyaz , kılıçlı beşinci mecidî, üçüncü mecidî nişanları bulunmaktadır . Bunları ne zaman ve hangi hizmete mukabil aldığına dair hatıratında bir kayıt yoktur. Yalnız harp madalyasını Goltz Pş. nın ve kılıçlı beşinci mecidî nişanını da müşir Abdullah Pş. umumî mütareke senesinde harbiye nazırı iken verdiğini ve misafir­liğine hürmeten kendisinin Türk Erkânıharp kaymakamlığına terfi ettirildiğini, fakat buna ait buyurultuyu henüz almadığını hatimei kelâm olarak yazıyor. Binbaşılığa terfii hakkında da hiçbir malûmat yok. Bütün bu hayali rütbe ve nişanlar muharririn şahsı hakkında kâfi bir derecede bir fikir verebilir zannmdayım.

Kürtler Ve Ermeniler Hakkında Etnoğrafik Malûmat

Nögalis Kürtler hakkında şu mütaleada bulunmaktadır : «Kürtler aşiret hâlinde yaşarlar; aşiretlerin birer reisi vardır; aşiret halkı reisin maiyetini teşkil eder. Reisler Hindu Germeni neslindendir. Maiyetleri ise mağlûp milletler ırkına mensupturlar. Kürtlerde de çok Hıristiyan vardır ; Nasturîler, Yezidîler ve şeytana tapanlar bu meyandadır. Fakat Kürtlerin çoğu Sünnî ve bir kısmı da Şiî’dir. Tarihin bize hikâye eylediği en muteber Kürtler 12. Asır nihayetinde Kudüs’ü ehlisalipten kurtaran Sultan Salâhaddine mensupturlar» .

«Van tarihi ve Kürtler hakkında tetebbuat» adlı kitapta Kürtler ve aşiretler hakkında çok kıymetli malûmat vardır. Bu kitaptan aynen iktibas edilen malûmata göre Kürt adlı bir millet yoktur. Asur kitabe­lerinde de şimdiye kadar Kürt ismine tesadüf edilmemiştir. Avrupa uleması Kürtlerin menşeini tetkik etmiş, Kürt namı altında müstakil bir millet bulamamışlardır; nihayet bunların uzun müddet Iran harsi altında kalmış, muhtelif zamanlarda müteferrik surette gelerek bu mıntakaya yerleşmiş Türklerden ibaret olduğu neticesine varmışlardır. İngiliz ansiklopedi’si Kürtlerin Türk olduğunu sarahaten zikretmektedir.

Halk arasında da Kürt kelimesi bir milliyet ifade etmiyor. Kürt cahil, dağlı, çapulcu mânasına gelir. Aşiret hayatını terkedip kasabaya yerleşen, ticaret hayatına atılan kimseler dağlılara Kürt demeğe başlamışlardır.

Kürtler arasında Hıristiyan yoktur. Diğer milletlerden muhacir olarak bu havaliye gelenler, an’ane, ruh itibariyle bu halk ile kayna­şanınmış ; ayrılıklarını muhafaza eylemişlerdir. Yahudiler, Ermeniler gibi.

Bu havalide mevcut aşiretler, asırlardan beri devam edip gelen muayyen nesillerden ibaret değildir. Bu havalideki aşiret teşkilâtı tabiî sebeplere dayanmamakta, gelip geçen hükümetlerin ihmali, daha doğrusu himayesi yüzünden birtakım açıkgözlülerin cebrü tazyikiyle vücude gelmiş Sün’î teşekküllerden ibarettir. Bu Sün’î teşekküller paydar olmamış, zamanla, hükümetin nüfuzu ile diğer bir zorba türemiş; değnek kuvvetiyle bu adamları toplayıp kendisine ümmet, yani, aşiret yapmıştır. Bu zorbanın kuvvet ve nüfuzuna ve muame­lesine göre bir aşiretten diğer aşirete geçmeler olmuş ; bu intikaller yüzünden bazan aşiretler arasında kavga bile zuhur etmiştir.

Aşiret reislerinin tazyiki kalktığı zaman aşiretlik kalmamıştır. Aşiret reisleri kısmen kurunu vustadaki idare memurlarının ahfadından ibarettirler; o zaman bir yer fethedildiği zaman o yerin idaresini muktedir bir ümeraya tevdi ederlerdi. Bunlar da kendi adamlarını muhtelif mevkilere memur ederlerdi. Bunlar bulundukları yerlerde birer derebeylik hanedanı teşkil etmişlerdir. Abbasîler zamanında kumandanlar kâmilen Türk idi ve bunların kullandıkları memurlar da Tük idi. Kudüs’ü ehlisalip’ten kurtaran Salâhaddin Eyyubî de aslen Türk’tür. Salâhaddin Eyyubî Mısır meliki olduğu zaman hulefayi Abbasiyye namına hutbe okutmuştur. Kürtlerin Salâhaddin’e mensubiyetleri de bunların Türk olduğunu teyit eder . Nögalis ihtimal ki Kürtlerin Diyarbekir tarafından etrafa yayıldıklarına dair tarihlerde mevcut an’ane üzerine muteber Kürtlerin Salâhaddin’e mensup olduklarına kail olmuştur. Diyarbekir tarafından bu havaliye gelmiş olan Kürtler Halidîlerin ahfadındandır ; Halidîler ise Hititlerden ibarettir; Hititler ise tamamen Türk’tür.

Nögalis kendi macerasında Van havalisini Ermenistan addetmiş ve buraya Ermeni orartor’u adını vermiştir. Halbuki, Van havalisi öteden beri bir Türk yuvasıdır; Ermenistan değildir. Ermeniler Milât­tan 6 asır evvel Firijya’lılarla beraber Anadolu’ya muhacir olarak gelmişlerdir. Asırlarca İranîlerin idaresi altında kalmışlardır ve 4. asra doğru ancak bir kabile hükümeti tesisine muvaffak olmuşlarsa da bu da çok devam etmemiştir.

Ermeni tarihleri de hükümetlerinin kablelmilât 328 tarihinde teşek­kül ettiklerini yazarlar. Şu halde Halidî Türkleri orartor'da istiklâlle­rini kurtarmak için uğraşırlarken Ermeniler henüz Tesalya’da idiler . Türk ittihadına çalışan Halidî kırallarına orartor hükümdarları namı verilirdi.

Nögalis Van’daki Ermeni bağlarına, Hayık masalına nisbetle Hayıkistan adını vermiştir ki, böyle bir tabirden bu havali sekenesinin malûmatı yoktur. Ermeniler, siyasî teşekküllerini temin edebilmek için bu ismi vermişlerdir. Rus haritalarında da bu isme tesadüf edil­mektedir. Bu isim, Ermeniler bu mıntakada bir müstakil Ermeni hükümeti teşkil etmek emelini takibe başladıktan sonra ibda edilmiştir.  Ermeni tehciri ve Ermenilere reva görülen zulüm ve itisaf Nögalis’in Ermeniler hakkında verdiği malûmat çok mübalâğalıdır ve hakikate de uygun değildir. Ötede beride baş gösteren isyan ha­reketleri, yollarda tesadüf eylediği muhacir kafilelerinin manzarası bu zatin efkâr ve hissiyatı üzerinde çok müessir olmuş; bu tesirin şevki ile daima Ermeniler lehinde mütalea serdeylemiştir. O sırada Van, Bitlis havalisinde binlerce Türk aileleri kafile halinde sefil, peri­şan bir vaziyette dahile hicret ediyorlardı. Birçok Türkler yollarda Ermeni çetelerinin taarruzuna uğrayorlardı. Bunları tamamen meskût [söylemeden] geçmiştir. Acaba bunları hiç görmemiş mi? Ermenilerin tehcirine asıl saik nedir? Nögalis bu mes’eleye hiç temas etmemiştir. Yapılan muamelenin derecei isabeti hakkında bir fikir ve kanaat edinebilmek için mes’elenin evveliyatını, tehcir muamelesinin asıl sebeplerini bil­mek lâzımdır. Ben bu hususu hükümetin resmî vesaiki ile ve şahsî müşahedelerimle izah etmeğe çalışacağım. O zaman Nögalis görecek­tir ki, yapılan muamele haklı olarak yapılmıştır. Bu muamelenin icra ve tatbiki hususunda hükümet geç bile kalmıştır.

Mes’eleyi daha iyi izah edebilmek için Meşrutiyetten evvelki idarei mutlaka devrine rücu etmek, buradan işe başlamak faideli olur. Er­meni milleti idarei mutlaka zamanında Türk idaresinden memnun değildi. Avrupa'da tahsil görmüş Ermeni gençlerinin çete halinde Türkiye’de icrayı faaliyet etmeleri idarei müstebideyi devirmek; bunun yerine meşrutiyeti idareyi kurmak maksadını istihdaf eylediği zannolunuyordu. Aynı maksat için genç Türkler de çalışıyorlardı. Neticede mutlakıyeti idareye nihayet verildi ve Meşrutiyet ilân olundu.

Artık bundan sonra muhtelif fırkalara, komita ve çetelere düşen vazife siyasî mahiyeti haiz faaliyetlerine nihayet vermek, tam manasıyle meşrutiyete nigehban olmak, memleketin medenî ve İktisadî yükselmesine çalışmak idi.

Maalesef Ermeni komitaları istiklâl peşinde koşmağa başladılar; her vasıtaya baş vurarak millî mefkûrelerinin tenmiyesine ve istiklâl­lerinin teminine çalıştılar. Türklüğe ve Türklere karşı buğzü nefreti arttıracak eserler yazdılar. Ayrıca da gençlerin fikirlerini zehirliyecek ihtilâl, milliyet, istiklâl esasları üzerine kitaplar çıkardılar.

Ötede beride verdikleri konferanslarla hükümetin, Türklerin izzeti nefsini, hissiyatı diniyesini tezyif ve tahkirden de geri durmadılar.

MEŞRUTİYETİN DAHA İLK GÜNLERİNDE ZAHİREN MEŞRUTİYET DERSİ VERMEK İÇİN ERMENİ KÖYLERİNDE DOLAŞAN KOMİTA REİSLERİ KÖYLÜLERE ŞU YOLDA TELKİNATTA BULUNUYORLARDI: «Türk’ün meşrutiyet ve hürriyetten maksadı Ermenileri kesmektir. Müsavat, uhuvvet kelimelerine sakın aldanma­yın . Ermeni’nin hürriyeti silâh ve bombası ile hâsıl olacaktır. Öküz­lerinizi satın; silâh ve bomba alın ».

Ayrıca bomba imalini öğrenmek için Erzurum, Kayseri, Sivas, Diyarbekir, Van, Bitlis gibi mühim yerlerden Amerika’ya, Avrupa’ya, Rusya’ya adamlar gönderdiler.

Patrikhane, murahhashaneler birer komitacı yatağı oldu; buraları martin, mavzer ve bombalarla süslendi. Bunlar dinî vazifelerini terkederek tamamen siyasî işlerle uğraşmağa başladılar. Mekteplerde, en muhterem mevkii, Ermenistan timsali, Ermenistan haritası gibi levha­lar işgal etti; evvelce Ermeniler bu faaliyetlerini çok gizli yaparken, meşrutiyet devrinde daha aşikâr bir surette yapmağa başladılar. Şu halde meşrutiyeti idare bunların siyasî faaliyetlerine daha müsait bir zemin ihzar etmiş oldu. Bir müddet sonra Balkan harbi başladı. Meşrutiyetin ilânından sonra bilâ tefriki cinsü mezhep herkes askerlikle mükellef idi. Ordu saflarında Ermeni zabitleri bulunduğu gibi kıt’alarda Ermeni neferleri de vardı. Komitalar, Türk Ordusunun esbabı mağlûbiyetini ihzar için Ermeni neferlerini firara teşvik ediyorlardı. Komitalar bununla da iktifa etmediler.

Çete reisi Antranik Osmanlı Ermenilerinden bir «İntikam çetesi» teşkil ederek Rumeli’ye geçti. Rumeli’nin birçok yerlerinde biçare, âciz İslâm kadın ve çocuklarını boğazladı. Aynı zamanda Boğos Nobar Paşa riyasetinde bir Ermeni heyeti de Osmanlı memleketindeki Ermenilerin muhtariyetini istihsal için Avrupa kabineleri nezdine gönderiliyordu.

Diğer taraftan, Ermeni patriki de Ermenistan’da (?) ıslahat yapıl­ması hakkında devam üzere Babıali’ye takrirler yağdırıyordu. Ruslar da bu son senelerde Kafkas Ermenilerine karşı siyasetini değiştirmiş­ti; bu hal, o zamana kadar, Ruslardan nefret eden Ermeni ihtilâlci­lerinin kendilerine temayülünü mucip olmuştu. Rusların maksadı Şarkî Anadolu’daki Ermenileri himayesine almak, daha doğrusu bu havaliyi işgal etmekti. Ermenistan’da ıslahat talebindeki hedef bu olunca buralarda daima asayişi muhil göstermek ve Avrupa’nın nazarı merhametini bu havaliye celbetmek lâzımdı.

Rusların bu müzahareti komitaların çekişine yaradı. Türkiye’deki faaliyetlerine daha esaslı bir tarzda devam edebilirlerdi. Komitacılar teşkilâtlarını tevsi ettiler. Komitacılık en ufak köylere varıncaya kadar kol saldı.  Harbi umumî ise, senelerden beri maskeler altında saklı kalan asıl çehreyi meydana çıkardı. Öteden beri hükümet bütün taşkınlıkları bir hizbi kalilin eseri teşviki addediyor ve müsebbiplerini ele geçire­rek tedibe çalışıyordu. Fakat Harbi umumîde ötede beride patlak veren isyanlar, ihtilâller bu harekâtın öyle zannolunduğu gibi bir iki sebükmağzın tertip ve teşebbüsü ile olmadığını ve bütün Ermenilerin komitacıların teşkilâtına dahil olduklarını meydana çıkardı.

Harbi umumîde Ermeni teşkilâtı belli başlı iki safha arzeder: Biri­si seferberlik ilânından bilfiil harbe girinciye kadar geçen safha, diğeri de Harbi umumîye girdikten sonraki safha.

Birinci safha :

Osmanlı hükümeti Balkan harbi meş’umundan yeni çıkmıştı. Dahilî ve haricî birçok gaileler ile meşguldü. Tam bu sırada Avrupa’da Umumî harp başladı. Almanya ile ittifak aktedildiği için Osmanlı hükümetinin ergeç harbe iştirak edeceği muhakkaktı . Zaten hükümetin de maksadı, terakki ve inkişafımıza engel olan ve dahilî istiklâlimize birer darbe teşkil eden ne kadar mukarreratı düveliye varsa bunların kâffesinden kurtulmak, dahili memlekete lüzumlu gör­düğümüz ıslahatı bizzat kendimiz yaparak hür ve müstakil milletler gibi yaşamak idi.

İşte bu maksadın husulü için Osmanlı hükümeti 21 Temmuz — 330, [3 — Ağustos — 914] te seferberliği ilân etmişti. Umum efradı milletten, bilâtefrikı cinsü mezhep bütün tebaasından hizmet ve fedakârlık bekliyordu.

Fakat Ermeniler bu vaziyeti kaçırılmaz bir fırsat telâkki ettiler. Bilfiil harbe dühulümüze kadar, geçen zaman zarfında, itilâf devletlerinin vilâyetlerdeki konsolosları ve İstanbul'daki sefaretleri ile temasa geldiler; bunlarla hariçle ve memaliki Osmaniye’deki komitalarla muha­berelerini, para, silâh gibi ihtiyaçlarını temin ettiler. Vaziyeti siyasiye ve askeriyemiz hakkında bunlara çok mükemmel casusluk yaptılar.

İtilâf devletleri de Ermenilere büyük bir ümit bağlamışlardı. Bun­lar, öteden beri siyasî menfaatlerine alet ettikleri Ermenileri hükümeti Osmaniye aleyhinde kullanmak için tahriklere ve teşviklere başladılar. Rus, İngiliz, Fransız konsolosları bulundukları yerlerdeki komita reislerine ihtilâl için , Türk Ordusunu arkadan vurmak için icap eden talimatı verdiler.

Van, Bitlis, Erzurum, Trabzon gibi harp mıntakası olması muh­temel vilâyetlerdeki Ermenilerin kısmı azami kendi silâhları ile, silâh altında bulunanları da firar suretiyle Ruslara iltihak etmişler, Rus hükümeti bunları bir kat daha teslih ve teçhiz ve kendilerinden hususî çeteler teşkil ederek muayyen vazifelerle huduttan içeri sevk eylemişti. Daha seferberlik esnasında hudut mm takalarında Ermeni çeteleri ile bir takım müsademeler olmuştu. Erzincan mıntıkasınıdaki Ermenilerin hemen dörtte üçü İran ve Rusya hudutlarından geçerek Rusya’ya savuştukları gibi nizamiye ve amele taburlarına almanlar da firar ederek yollarda tesadüf eyledikleri yolculara, perakende nefer­lere, hasta ve tebdilhavahlara taarruz ediyorlardı.

Diğer vilâyetlerde de vaziyet aynı idi, Askere gitmemek için türlü türlü hile ve desiselere müracaat ediyorlar; kaçıyorlar, en yakın olan Rusya’ya gidiyorlardı.

İngiltere, Romanya, İtalya, Amerika’daki Ermeniler de Ermeni gönüllü alayları teşkil ediyorlar, Türklerden intikam almak için bun­ları en ziyade şiddetle arzu ettikleri Kafkas cephesine gönderiyorlardı. Kafkasya’daki Ermenilerden de Rusya Hükümetinin müzahereti ile ılaylar teşkil ediliyordu.

Komita ve fırkalar reisleri Türkiye dahilindeki şubelerine şu talimatı vermişlerdi.

«Rus Ordusu huduttan ilerler ve Osmanlı askeri çekilirse her tarafta birden eldeki vesait ile kıyam olunacak; Osmanlı Ordusu iki ateş arasında bırakılacak, mebani ve müessesatı emiriye bombalarla berhava edilecek ; yakılacak. Hükümetin kuvveti dahilde işgal oluna­cak, levazım kafileleri vurulacak, bilâkis Osmanlı Ordusu ilerlerse Ermeni askerleri Ruslara iltihak edecek ve kıt’alardan firarla çeteler teşkil edilecek » .

Ermeniler bu talimatın filiyatma daha evvel başladılar. Sabrede­mediler . Daha seferberlik esnasında gerek Ordudan ve gerekse askere çağırılan Ermenilerden akın akın firar vukuatı başladı. Hükümetin aldığı tedbirler bu akının önüne geçmeğe kâfi gelmedi. Bir kısım Ermeni meb’uslar da Rusya’ya geçtiler; Rusya’da faaliyete başladılar. Erzurum meb’usu Karakin Pastırrnaciyan bu meyanda idi . Karakin Pastırmaciyan Tero ve Heço çeteleri ile Kafkasya’da Ruslar’a iltihak etmiş, Ruslar ilerlerken bu çeteler de yakaladıkları İslâm ahaliye karşı, tüyler ürpertecek mezalim ve şenayide bulunmuşlardır. İşte hariçteki Ermeniler itilâf devletlerinin yardımları ile teslih ve teçhiz edilerek intikam alayları halinde sürü sürü Kafkas ve İran cephesine koşarken silâh altında bulunan, yahut askere çağrılanlar da düşman tarafına firar ederken bililtizam dahilde kalmış olanlar da itilâf hükümetlerinin muzafferiyetini tesri ve bu sayede millî emellerinin istihsali için mıntıka mıntıka müsellâhaıı isyana başladılar,

İsyan hazırlığı için komitalar seferberlik esnasında geçen üç aylık zamandan çok istifade ettiler; muntazam ve mükemmel bir ihtilâl çıkarmak için hertürlü vasıtaları ikmale çalıştılar. Daha sefer­berlik esnasında ilk isyan hareketi filen Zeytin’de başladı.

Zeytinli Ermeniler hizmeti askeriyeye mukabil kumandan ve zabit­leri gene kendilerinden olmak üzere «Zeytin fedai alayı;» unvaniyle memleketlerini muhafaza için aralarında bir milis teşkiline müsaade edilmesini Hükümete teklif ettiler. Bu, teklif hükümet tarafından kabul olunmadı. Bu nev'anına bir imtiyaz demekti. Hükümetçe kabulüne bittabi imkân yoktu.

Zeytindiler bunu bahane ederek martin ve mavzerlerle mücehhez çeteler teşkil ederek dağlara çıktılar; kafilelerle, yolculara tecavüze başladılar, jandarma müfrezelerine, bizzat Hükümet konağına da taar­ruza geçtiler.

Kayseri’de de Ermeniler isyan için hazırlık yapıyorlardı. Bu hazır­lıklar çabuk duyuldu; ihtilâl tertibatı meydana çıktı. Bu tertibat ta şu suretle meydana çıkmıştı:

Kayseri’ye tâbi Everek’te Ermeniler tarafından bomba imal edilirken kazaen bir bomba patlıyor. Mes’ele Hükümete aksediyor. Tahkikat neticesinde dörtyüzden fazla silâh, yüzlerce muhtelif sistem bomba, dinamit, mevaddı infilâkıye ele geçiriliyor. İhtilâle ait birçok talimat ve komita beyannameleri meydana çıkıyor. Ermeniler, henüz ele geçmiyen silâh ve bombaları ile 20 :30 ar kişilik çeteler teşkil ettiler. Kayseri mıntıkası dahilinde faaliyete başladılar. Tecavüz, suikast, katil, gasp gibi vak’alar tevali etti.

Sivas; Elâziz, Diyarbekir vilâyetlerinde de çete faaliyeti başlamıştı. Çete faaliyetlerinin şiddetlendiği mıntıkalarda yapılan taharriyatta külliyetli miktarda tüfek, bomba, dinamit ve saire elde edildi. Bunların fotoğrafları Hükümet tarafından çıkarılmıştır. Silâh ve saire yakalanan yerler şunlardır: Harput, Diyarbekir, Malatya, Arapkir, Maraş, Adana, Dörtyol, Hacin, Urfa, Sivas, Merzifon, Amasya, Suşehri, Hafik, Gürün, Zara, Trabzon, Kayseri, Yozgat, Halep, Bursa, Adapazarı, İzmit.

ikinci safha:

Osmanlı Hükümeti Umumî harbe girdikten sonra Ermeni faaliyeti daha ziyade artmış, isyan hareketleri çoğalmıştır.

Sivas vilâyeti dahilinde köyleri dolaşan Ermeni papazlar şu yolda telkinat ve teşvikat yapmışlardır: «Osmanlılar mağlûp olacakları harbe başladılar. Az zaman sonra Ruslar Erzurum’a girecekler, bura­lara kadar gelecekler. Ruslar önden biz arkadan Osmanlı Ordusunu işgal edeceğiz, size vaktiyle verilen silâhlarınistimali zamanı hulûl etti. Vaktiyle silâhları almakta tereddüt ediyordunuz. Bugün anlıyacaksınız ki, silâhlar elimizde fena alet değilmiş. Hayatını feda ederek silâh tevzi etmeğe çalışanları siz de takdis edeceksiniz ».

Komitanın faaliyeti bu kadarla da kalmıyor; her şeyin hazır oldu­ğunu, ufak bir ihtilâl hareketinin Osmanlı Hükümetini hercümerç edeceğini, yalnız Sivas vilâyeti dahilinde otuzbin müsellâh Ermeni kuvveti hazırlamış olduklarını, Türklerin eli silâh tutanlarından işe yarar dahilde kimse kalmadığını Ermeni köylülerine söylüyorlar.

Ruslar Osmanlı hududunu tecavüz eyledikten sonra işgal eyledik­leri mıntıkalarda bulunan Ermeni köyleri ahalisi kâmilen Rus tarafına geçmiş ve bunlar içinde eli silâh tutanlar Orduya girerek Türklere karşı ateş etmişlerdir.

Her hangi bir sebeple Ordudan savuşmağa muvaffak olamayan Ermeni askerleri de ilânı harbi müteakip ilk fırsatta düşman tarafına geçmişlerdir .

Rusların hududu tecavüz etmeleri âni olmuştu. Hudut civarındaki İslâm köylüleri geri çekilmeğe zaman ve imkân bulamamışlardır. Rus Ordusu ilerlerken Orduya refakat eden Ermeni gönüllüleri ve Ermeni çeteleri İslâm köylerini kâmilen yağma ve muhadderatı İslâmiyeye tasallut, çoluk ve çocukları şehit eylemişlerdir.

Ermeniler tarafından muntazam bir plân dahilinde icra edilmekte olan tecavüz, gasp, zulüm ve işkence muameleleri İslâm halkı üzerinde çok müthiş tesir bırakmış ve bu tesirin şevkiyle muharebenin mütea­kip safhalarında İslâm ahali köylerini terkederek hicrete mecbur olmuşlardır.

Rus Ordusuna iltihak etmiş olan Ermeni çeteleri Rus Ordusuna öncülük vazifesini yaparken dahilde kalmış olan çeteler de arkadan Osmanlı Ordusunu işgal etmeğe çalışıyorlardı.

Öteden beri Ermeni komitalarının harekât ve faaliyetlerine, Ermeni isyanlarına çok müsait bir muhit olan Bitlis vilâyetinde en büyük ve kanlı vukuat zuhur etmişti. Harbi umumîye girdikten sonra bu vilâyet dahilinde Hizan kazasının Şikâr kariyesinde filen isyan başlamıştır. Firarı derdesti, asker celbi için bu kazanın köylerine giden jandarma müfrezelerini kariye ahalisi: «Osmanlı Hükümetine asker vermeyecek­lerini ve Hükümeti tanımı yacaklarını» söyliyerek silâhla karşılamışlar ve jandarmaları şehit etmişlerdir.

Aynı vukuat Muş köylerinde de olmuştur. Takibat için Muş’a üç buçuk saat mesafedeki Arak manastırına müfrezeler sevkedilmişti,

Manastırdaki papazların kimse olmadığı teminatına rağmen müfreze manastıra 20 adım kadar yaklaştığı esnada manastırdan yaylım ateşle müfreze kumandanı ve müfrezelerin çoğu şehit düşüyor. Manastırdaki çeteler de papazların muavenetiyle geceleyin kaçmağa muvaffak oluyorlar.

Esasen Ermeni çete ve eşkıyaları kilise ve manastır gibi kuvvetli yerlerde tahassun ederlerdi. İsyan için hazırlanan çeteler daima cesim ve kârgir kiliselerde toplanmışlar ve kilise rühbanları tarafından hi­maye görmüşlerdir. Kiliseler aynı zamanda esliha ve bomba deposu vazifesini de görüyordu .

Erzincan mıntıkasınıda da suikastlar, kasaba dahilinde memurin ve asker üzerine ateş açmak adi vukuat sırasına geçmişti. Buradaki hanelerde müdafaa için hususî tertibat yapıldığı gibi gizli yollar, maz­gallar, menfezler, her haneyi yekdiğerine rapteden yer altı dehlizleri inşa edildiği görüldü.

Erzincan Ermeni murahhasahanesiyle evlerden binden fazla firarı yakalandı. Bu firarilerin iaşe ve muhafazası murahhasahane tarafın­dan temin edilmişti. Burası bomba deposu haline getirilmişti. Sürpâgop kilisesinden bomba çıkarılırken kazaen bir bomba patlamış, bu yüzden diğer yüzlerce bomba infilâk etmişti. Mes’ele Hükümet tarafından duyulmuştu. Yapılan tahkikat ve takibatta çete reislerinden Erzincanlı Papazyan Dikran ele geçmişti. Bu şahıs isticvap edilirken: «Üç, beş gün daha geçmiş olsaydı komitaların aldıkları tertibat ile Erzincan’ı kâmilen ateşler içinde bırakacakları, bütün İslâmları doğrayacaklarını» biperva söylemiştir. Ermenilerin tehcirinden sonra Ermeni evlerinin bahçelerinde ve kuyularında birçok İslâm cesetleri çıkarılmıştır.

Diyarbekir’de: Askere icabet etmiyenlerle Ordudan kaçan Ermeniler (Tam taburu) adlı tabur teşkiline cür’et ediyorlar. Bu taburdaki eşirranın derdesti için icra kılman taharriyatta mahut taburu teşkil eden 500 kişi de silâhları ile ve bombaları ile derdest olundu. Ayrıca birçok eslihai memnua ve bombalar yakalandı.

Tahkikat neticesinde komitaların burada da aynen: «Ruslar Van cihetlerinde muzafferen ilerledikleri takdirde umum Ermenilerin mürettep plân ve hususî talimat dairesinde kıyam ve İslâmları katliâm, şehri ihrak, emakini resmiyeyi bombalarla berhava etmeleri ve Kaf­kasya hududundaki Ordumuzun arkasını tehdit ve diğer taraftan Hükü­meti işgal ederek Ermeni teklifini kabule icbar eylemeleri ve aynı zamanda Rusların ilerlemelerini teshile çalışmaları» tebliğ edildiği anlaşıldı.  Elâziz’de isyan tertibatı alınmıştı. Dersim ahalisini hükümet aley­hine teşvik ve Kürtlerle bu hususta ittifak etmek üzere Dersim içeri­sine de birçok komitalar gönderilmiştir.

Bu vilâyet dahilinde de yapılan taharriyatta yalnız merkezi vilâ­yette beşbinden fazla silâh, bomba, bomba fitili ve dinamit bulunmuştur.

Sivas vilâyeti dahilinde ilk ihtilâl ateşi Suşehri kazasının Pürk kariyesinden başladı. Bir asker kafilesi güzergâhtaki Pürk kariyesin­den geçerken ağırlıklarını taşımak için ilk tesadüf edecekleri köyden değiştirilmek üzere iki mekkâre talep ediyorlar. Köyün muhtarı Agop vermek istemiyor, bu talebi reddediyor. Halbuki, 250 haneli zengin bir köy olan Pürk için iki mekkâre hiç bir şey değildi. Köylü bu mekkâreleri verebilecek kudrette idi. Agop kâhya bu talep üzerine kafile memurunu tabanca ile karşılıyor ve yaralıyor.

Bu ateşi bir işaret telâkki eden yüze yakın müsellâh eşhas mevzi alıp ateş etmeğe başlıyorlar. Kafile efradı silâhsız olduğu için hayli telefat veriyor. Derhal mahalli vak’aya kuvvet gönderiliyor. Bu isyan etrafa sirayet etmeden çabuk söndürülüyor. Yapılan tahkikatta Ermeni köylerindeki tertibat ve silâhlar meydana çıkıyor. Yalnız Suşehri kazası dahilindeki Ermeni köylerinden binden fazla memnu silâh elde ediliyor .

Ermenilik cereyanını, ruhunu anlamak için en ziyade şayanı tetkik saha Van vilâyetidir. Burada komitaların vaziyeti ve istihdaf eyledikleri gaye daha vazıh olarak nazara çarpar.

Bunların gayesi: «Avrupa kontrolü altında Ermeni muhtariyeti» idi. Bu vilâyette her zaman Ermeniler Hükümeti değil komitayı tanımış Hükümet te daima komitayı görmüştür.

Yukarıda izah edildiği gibi bu mıntıkadan Iran ve Rusya’ya geç­miş birçok Ermeniler maruf komitacılardan Antranik, Muşlu Sembat, Van’h Hamazasp gibi rüesa maiyetinde taburlar teşkil etmişler, Rus zabitanmın nezareti altında talime başlamışlar. Îlân-ı harbi müteakip Rusların Ermeni gönüllü taburları ile hudutlarımıza taarruz etmeleri üzerine Van’daki Ermenilerin hâl ve tavrı derhal değişti. Hükümet memurları, jandarmalar ötede beride Ermenilerin hakaret ve tecavü­züne maruz kaldılar .

Rusların ileri harekâtı, Ermeniler tarafından tasavvur edildiği gibi, seri olmıyordu. Vaktinden evvel isyan ve ihtilâl çıkarılması dahildeki Ermeniler için tehlikeli olabilirdi.

Bunu düşünen komitalar biraz daha vakit kazanmak istiyorlardı. Bu maksatla yeniden vilâyetteki şubelere şu mealde tebligat yaptılar :  Dahildeki rüfekayı tehlikede bırakmamak için Rusların yaklaşmasına intizar etmeliyiz.» Fakat bu tebligat her tarafa vaktinde yapılamadı. Bu tebligattan vaktiyle heberdar olamıyanlar evvelce aldıkları talimatı tatbikte istical eden Ermeni köylerinden bazılarının jandarmalarımıza taarruzları, telgraf tellerinin tahribi; bazı mühim yolların işgal olun­ması vukuatin zamanı muayyeninden evvel zuhurunu intaç etmiştir.

Şubat 330. [ Şubat — 915 ] te Timar nahiye merkezinde ağnam tadadı mes’elesinden dolayı isyan zuhur etti. Civardan iltihak eden Ermenilerle usatm adedi ilk günde bini geçti. Kıyam ve isyan Gevaş ve Şafak kazalarına da sirayet etti. Vilâyet mekezinden bura­lara kuvvet göndermek icap etti. Esasen vilâyet merkezinde de çok kuvvet yoktu. Hafif Türk jandarmalarıyle birkaç eski top vardı.

Van’dan kuvvet ifraz olunduğunu bilen ihtilâlcılar Van’da da isyan ettiler, Ermeni mahallelerine civar jandarma, polis kuvvetlerine kışla­daki askerlere ateş etmeğe başladılar. îçşehir denilen kısımda çok şiddetli tecavüzlerde bulundular.

Van ihtilâli Nisan bidayetinde başlamıştı; bu ihtilâl Ermenilerin taarruzu, Hükümetin müdafaası ile Nisan nihayetine kadar devam etti. Nögalis, Van içinde cereyan eden muharebeler hakkında çok mufassal malûmat vermiştir.

Hükümet bu zamana kadar, Ermeniler tarafından yapılan taşkın­lıklara, isyanlara karşı sükûnetini mahafaza eyledi; bunları mevziî tedbirlerle, büyümeden, mahallinde söndürdü. Her tarafta bu hareket­lere karşı müdafaa vaziyetinde kalmağı tercih etti.

Daha evvel Ermeni patrikine ve komitalara mensup Ermeni meb’uslarına harp esnasında dahilde muhafazai asayiş için istediği kadar jandarma ve asker bulunduramıyacağından Ermeniler tarafından bir ihtilâl vukua getirildiği takdirde asayişi memleketi muhafaza ve isyanı tevsi etmeksizin derhal teskin için şiddetli tedbirler ittihazına mecbur olacağını anlattı. Alman tedbirlere, hükümetin müsamahasına rağmen komitaların faaliyeti günden güne artıyordu. Faaliyet öyle bir dereceyi buldu ki artık bir gün bile ihmal ve müsamahanın devlete çok babalıya mal olacağı anlaşıldı. Binaenaleyh memleketin en buhranlı bir zama­nında vazifei vataniyeden firar eden, casusluk yapan, hayatımıza kasteden, askere, jandarmaya, Islâm ahaliye karşı en müthiş cinayet ve şenayii irtikâp eden, ateş ve kan saçan Ermeni komitalarına ait merkezlerin derhal şeddine ve efradının dağıtılmasına lüzum gördü ve bu kararını 11 — Nisan — 331 [ 24 — Nisan — 915 ] te icraya mec­bur oldu.

Fakat bu tedbir de sükûn ve asayişi, memleketin müdafaasını temine kâfi gelmedi. Ötede beride zuhur eden isyanlar mıntıkai harp olan Şark vilâyetlerinde Hükümeti çok tehlikeli bir vaziyete sokacak renk almıştı. Bu tehlikeyi menedecek yegâne çare ise o havalideki Ermenileri devletin hayat ve istikbali mevzuubahis olduğu sırada mazarrat ika edemiyecekleri ve haricin nüfuzundan uzak kalacakları bir mıntakaya sevk ile kabil olabilecekti. Bidayette yalnız isyan zuhur eden ve ihtilâl tertibatı meydana çıkarılan havalideki Ermenilerin tehcirine karar verildi. Tehcir hakkında Hükümet tarafından çıkarılan kanunun tarihi 14 — Mayıs — 331 dir. (27 — Mayıs — 915). Bu tarihten de anlaşılacağına göre Hükümet onbir aylık bir tahammülden sonra tehcir kararını vermeğe mecbur olmuştur .

Hayat ve bakasım temin için binlerce evlâdını harp meydanlarında feda eden bilâ tefriki cinsü mezhep bütün ahalisinden vatana karşı her zamandan ziyade bir merbutiyet bekliyen bir Devletin kendisini dahilde işgale, arkadan vurmağa çalışanlara karşı tehcir kararını ittihaz etmesi en tabiî ve meşru bir haktır. Hükümet bu hakkını istimalde geç bile kalmıştır.

İhracın yalnız komitacılara hasrına imkân yoktu. Çünkü komita­ların teşkilâtı en ufak köylere kadar tevsi edilmiş, her köyde komita şubeleri tesis, çete teşkilâtı icra olunmuştu .

Van ihtilâlinden sonra Haziran 331 de Şibinkarahisarı’nda isyan başladı. Firari derdesti için Ermeni mahallesine giden polisler ile birkaç jandarma üzerine evlerden ateş edilerek polis ve jandarmalar öldürülüyor. Telgraf ve telefon telleri kesiliyor. Ermeniler şehre hâkim olan Karahisar kalesine çıkıyorlar ve burasını işgal ediyorlar. Ayrıca İslâm mahallesine de ateş veriyorlar.

Yangın şiddetle devam ediyor. İkiyüz haneden maada bütün Kara­hisar muhterik oluyor. Peyderpey civardan yetişen askerî kuvvetlerle kale muhasara ediliyor. 25 gün muhasaradan sonra dahildekilerin yaptıkları bir huruç hareketi ile üçyüzü mütecaviz eşkıya firar etmeğe muvaffak oluyor. Bu dağılan eşkıyalar vilâyetin muhtelif yerlerine dağılarak icrayı mezalim ve şenaiye başlıyorlar.

Bilâhare Karahisar kalesi tetkik edildi. Burasının Ermeniler tarafından isyanda istifade etmek için iyi hazırlanmış, üç dört ay kadar idare edecek erzak, cepane ve bilhassa çok miktarda bomba konulmuş olduğu görüldü .  Bu isyanı tertip ve idare eden komita rüesasından meşhur Sivas’tı Murattır.

Amasya Ermenileri de kasabaya ateş verdiler. Bu yangında 14 mahalle tamamen yandı. Fmdıcık. Yozgat, İzmit, Hacin’de yangınlar çıkarılmıştır. Ayrıca da Urfa’da isyan başlamıştır.

Bütün bu vak’alar mıntıkai harp haricinde kalan Ermenilerin de dahile tehcir edilmelerini intaç etti.

Tehcir edilen Ermenilerin muntazam surette sevkedilmeleri hükü­metçe çok arzu ediliyordu. Bunun için de her tarafa lâzım gelen tebligat yapılmıştı. Fakat memleket hali tabiîde değil hali harpte idi. Bütün vesaiti nakliyesini Ordu ve memleketin ihtiyacatı uğrunda kul­lanıyordu. Bu hususta yapacağı yardım ancak imkânla mütenasip •olabilirdi.

Maamafih vesaitin mühim bir kısmını bu hususun temini için terketti. Memurlarını, asker ve jandarmadan büyük bir kuvveti kafilelerin müreffehen ve salimen şevklerine tahsis etti.

Fakat şahıslarına büyük bir kıymet veren komitalar bu kafilelere seyirci vaziyette kalamadılar. Kafilelerin tahlisi kendileri için millî bir vazife telâkki olunuyordu. Kuvvetli Ermeni çeteleri bu kafilelerin yol­larını kestiler, ekseri yerlerde muhafızları şehit ederek kafileleri dağı­tarak tahlis ve hakikat halde sefil ve perişan ettiler.

Bundan başka kafilelere yardım maksadı ile iaşe merkezleri açıldı. Tehcir edilen Ermenilerin emvali menkule ve gayrı menkulelerini ziyadan muhafaza için Hükümet tarafından bir kanun neşredildi. Tehcir mıntıkalarına teftiş heyetleri gönderdi; suiistimali görülenler tecziye edilmek üzere divanıharbe tevdi olundu.

Esasen Şark vilâyetlerinde müreffeh hayat geçiren, servet ve tica­rete hâkim olan Ermenilerdi. Her Ermeni vaziyetinden, hayatından memnundu. Memnun olmıyan komitacılardı. Komitacılar Ermeniler üzerinde müthiş bir istibdat yapıyorlardı, bu istibdadın tesiriyledir ki teşkilât en ufak köylere kadar teşmil edildi. Her Ermeni köyünde bir teşkilât vardı. Komitaların her tarafta vücude getirdikleri teşkilât sayesinde ihtilâl ve isyan fikirleri her tarafa aşılandı. Siyasî gayele­rini elde etmek için Büyük harp çok müsait bir fırsat teşkil etmişti. Gerek seferberlik esnasında ve gerekse Büyük harbe girdikten sonra Van, Muş, Bitlis, Karahisar, Zeytin, Urfa mevkilerinde filen başlıyan isyan ve diğer yerlerde de yakalanan ihtilâl tertibatı ve elde edilen silâh ve bombalar Ermenilerin hayatı Devlete kasdettiklerini kat’iyyen tevil götürmez bir surette ispat etmişti.  Hükümetin Ernıeni’Iere karşı mukabelesi ıztırarî müdafaadan başka birşey değildi. Bu müdafaa esnasında her iki taraftan da zayiat olmuştur .

Nögalis sadece Bitlis, Siirt havalisinde Ermeni muhacirlerine yapı­lan muameleleri bertafsil hikâye ediyor. Bitlis, Muş vilâyetleri dahi­lindeki Ermeni köylerinin esnayı ihtilâlde Türkler ve Kürtler aleyhine irtikâp eyledikleri şenaat ve fecaatten hiç bahsetmiyor.

Filhakika Bitlis, Muş havalisinde katliâmlar olmuştur. Fakat buna sebep olan ve bu uğurda ilk silâh atan Ermenilerdir. Ermeniler de Avrupa’nın tahrikât ve telkinatı ile ihtilâller, isyanlar tertip etmişler­dir. Türkler sadece müdafaa vaziyetinde kalmışlardır. Ermeniler bu işte daha zararlı çıkmışlarsa, daha çok zayiata maruz kalmışlarsa bunun sebebi kâfi derecede hazırlanmamış ve ihtilâl hareketlerine' daha erken başlamış olmalarındandır. Maahaza Ermeniler tarafından gerek Ruslar’ın ileri harekâtı esnasında ve gerekse Ruslar’ın işgal eyledikleri yerleri tahliye ettikten sonra katil ve imha edilmiş olan Türklerin miktarı milyondan çok fazladır. Buna ait malûmat 3. Osmanlı Ordusunun (Ermeni mezalim dosyası)nda mevcuttur.

Yukarıda arzedilen malûmat resmî vesaika müstenittir. Bu malûmat bize gösteriyor ki Ermeni tehcirine ve binnetice birçok Ermeni’nin mahvına sebep olanlar yine Ermenilerdir.

Ermeniler 3. Kafkas Ordusunun inhizamını mucip olacak ve ana vatanı tehlikeye koyacak ihtilâllere teşebbüs eylemişlerdir; vatanî vazifelerinden kaçmışlardır, düşmanlara casusluk yapmışlardır, pera­kende olarak tesadüf eyledikleri İslâmları imha eylemişlerdir; askere' ve jandarmaya karşı silâh kullanmışlar, Hükümetin davetine icabet etmemişlerdir. Muhtariyeti idare peşinde koşmuşlardır. Etrafa dağılan çetelerle Ordunun gerisinde asayişi ihlâl, birçok İslâm köylerine teca­vüz, İslâm muhacir kafilelerine taarruzlarda bulunmuşlardır.

HÜKÜMET DAHİL VE HARİÇTE CEREYAN EDEN BU MUAMELELERE KARŞI EYUBANE BİR SABIR İLE AYLARCA TAHAMMÜL ETMİŞ, ANCAK BİR SENE SONRA TEHCİR İŞİNE GİRİŞMİŞTİR.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar