VAHHABİ HAREKETİ ve KÜRESEL TERÖR
ÜNİVERSİTESİ
İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
THE UNIVERSITY OF KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ IMAM
REVIEW OF THE FACULTY OF THEOLOGY
YIL / YEAR : 1 SAYI / NUMBER : 2
TEMMUZ-ARALIK / JULY- DECEMBER 2003
ISSN- 1304-4524
KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM
ÜNİVERSİTESİ.
İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
KSÜ İlâhiyat Fakültesi
Adına Sahibi / Publisher
Prof.Dr. M.Kemal ATİK (Dekan)
Yazı İşleri Sorumlusu /
Editor
Yrd.Doç.Dr.Faruk ÇİFTÇİ
Yayın Kurulu /
Editorial Board
Prof.Dr.M.Kemal ATİK (Başkan)
Prof.Dr.Hüsnü
Ezber BODUR / Prof.Dr.Mehmet ÖZKARCI
Yrd.Doç.Dr.A.Hamit SİNANOĞLU / Yrd.Doç.Dr.Faruk ÇİFTÇİ
Yrd.Doç.Dr. Zekeriya PAK
Yrd.Doç.Dr.Faruk ÇİFTÇİ / Yrd.Doç.Dr. Zekeriya PAK
KSÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi hakemli bir dergidir.
Yılda
iki sayı olarak yayımlanır. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Dergide
yayınlanan yazılar, yayıncının izni olmadan kısmen veya tamamen basılamaz, çoğaltılamaz ve elektronik ortama taşınamaz
Yazışma adresi: KSÜ İlâhiyat Fakültesi, Aksu / Kahramanmaraş
Tel: 0 344 237 68 87 / 88 Faks: 0344 237 68 76
e-mail: ilahiyat@ksu.edu.tr
Basım Yeri: İstanbul 2003
Basıldığı tarih: 2003
Bu
sayıdaki hakemler / Referees on this issue
Prof.Dr.Celal Erbay - Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Harun Güngör
- Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Hayri Kırbaşoğlu - Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Niyazi Usta - Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Selahattin
Polat - Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Ünver Günay - Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof.Dr.Yunus Vehbi
Yavuz - Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç.Dr.İlhami Güler - Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç.Dr.Mustafa Ünal -
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yrd.Doç.Dr. Ali Küşat - Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yrd.Doç.Dr.Hasan Kayıklık - Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İÇİNDEKİLER
VAHHABİ HAREKETİ VE KÜRESEL TERÖR Prof.Dr.H.Ezber BODUR ... 7
HUKUK AÇISINDAN CEZA VERMENİN TELEOLOJİK BOYUTU
Yrd.Doç.Dr. Nuri KAHVECİ ................................................................... 21
PAZARCIK YÖRESİ ALEVİLERİNDE ÖLÜM VE ÖLÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR
Yrd.Doç.Dr.Hamza KARAOĞLAN ........................................................ 37
KÜRESEL BİR MODEL OLARAK TÜRKİYE VE TÜRK
MÜSLÜMANLIĞININ İMKANI Yrd.Doç.Dr. M. Ali KİRMAN ............... 53
“SÜNNET ve HADİSİN ANLAŞILMASI ve YORUMLANMASINDA
METODOLOJİ SORUNU” ADLI KİTABIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yrd.Doç.Dr. Yavuz
KÖKTAŞ
.................................................................. 69
DEĞİŞİM VE HUKUK Yrd.Doç.Dr. İzzet SARGIN ................................. 103
YAŞLILIK DÖNEMİNDE ÖLÜM PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR ALAN ARAŞTIRMASI
Mustafa KOÇ ......................................................................................... 117
EBU HANİFE’NİN HABER’İ VÂHİD’İ DELİL OLARAK KULLANMASI
Yazan: Sahiron SYAMSUDDIN
Çev: Yrd. Doç. Dr. A. Kadir EVGİN ...................................................... 145
“KUR’AN’IN MAHLÛK OLMADIĞI” DOĞMASI
Yazan: L.İ. KLİMOVİÇ Kazakça’dan Çev: M. Kemal ATİK ............... 161
KSÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi 2(2003) s.7-20
VAHHABİ HAREKETİ ve KÜRESEL TERÖR
Prof.Dr.H.Ezber BODUR*
Üç
kısımdan oluşan bu makalenin
birinci bölümünde Hanbelî ekolünden türeyen ve 1740’larda Orta Arabistan’da
kabile lideri olan Muhammed b. Suud’la dînî vaiz Muham- med b. Abdi’l-Vehhab
arasındaki ittifaktan oluşan
Vahhabilik hareketi hakkında kısa bilgi verilecektir. Daha sonraki kısımda,
Vahhabî-Suudî ittifakının bir sonucu olarak Suudilerin sosyal ve siyasal
hayatlarında dini doktrinin etkisi üzerinde durulacaktır. Üçüncü bölümde ise
Vahhbiliğin izlerini taşıdığı düşünülen küresel terör tehdidi analiz edilecektir.
Anahtar
Kelimeler: Vahhabili, küresel terör, köktendincilik, Suudi Arabistan, İhvan hareketi
ABSTRACT
Having
analyzed the Wahhabism derived from the Hanbali school and was first preached
in Central Arabia in the 1740s by Mohammad Ibn Abd al-Wahhab. Immediately the
expansion of it was realized with the alliance between the preacher and the
tribal leader Mohammad Ibn Saud in 1744. After the developments of
Wahhabi-Saudi alliance I have tried to show the influence of religious doctrine
on social and political life of Saudis. At the end of this article it was shown
that the threat of global terror which has been considered to carry the seal of
Wahhabism.
Key
Words: Wahhabism, global terror, religious fundamentalism, Saudi Arabia,
Ikhwan Movement
GİRİŞ
İslam’ın en katı yorumunu meydana getiren Hanbeli ekolünden doğan Vahhabilik,[1] [2] Orta Arabistan’ın Necd
bölgesinde Muhammed b. Abdi’l-Vahhab (1703-1792) tarafından başlatılmıştır. İlk dönem Müslümanlığına dönüş çağrıları yaparak İslamiyet’i tarih dışına iten Abdulvahhab, tarihsel süreç
içerisinde İslamiyet’e girmiş her türlü ilaveleri bid’at olarak değerlendirmiş ve İslam’ı bunlardan arındırmayı amaçlamak suretiyle kurtuluşu “altın çağ” mitinde gör- müştür.[3] Vahhabilik hareketi, 17. ve 18.
yüzyılda bilhassa Hintli müslümanlar arasında görülen dinsel hareketlilikten
kısmen etkilenmiş izlenimi vermesine rağmen daha çok kendi lokal şartlarının etkisiyle nativistik bir karakter arz eden ancak
siyasal yönü ağır basan dini bir
oluşum olarak görülebilir. Aslında 16.
yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da uygulamaya konulan merkantilist ekonomi
politikasının Orta Arabistan ve Hint alt-kıtasındaki yansımaları da İslam dünyasındaki püritanist eğilimlerde etkili olan dışsal bir faktör olarak Vahhabilik üzerinde
dolaylı bir etkiye sahip olmuştur, denilebilir.
Bilindiği gibi 17. yüzyıl başlarında İbn Teymiye (ö:1328) çizgisindeki Hanbeli Ahmed
Sirhindi’nin(ö:1624), geniş ölçüde Hindistan’daki dinsel gelişmelere reaksiyondan kaynaklanan ihyacı faaliyetleri, bir yandan
aktivist karakterdeki neo-sufizmin şekillenmesinde, bir yandan da selefiyeci anlayışın gelişmesinde etkili olmuştur. Aynı şekilde 17. yüzyılda İslam dünyasındaki genel şartlar ve Batı medeniyeti karşısında takınılan tutum çerçevesinde püritanist köktenci düşüncelerin kuvvet yoluyla empoze
edilmesi şeklinde bir anlayışın da gelişmeye başlamasından söz edilebilir. O halde Ahmed Sirhindi’nin Nakşi mistisizmi içerisinde başlattığı Kur’an ve hadise vurgunun öne çıkarıldığı Müceddidlik hareketinde; tasavvuf
anlayışının medreseye yönlendirildiğine ve güçlü bir İslami siyasal yapılanmaya yönelik dini
söylemin geliştirildiğine şahit olunmaktadır.[4]
Ulemanın İslam’a dinden öte bir kültür bütünü olarak bakması, bir yandan da
aktivist karakterdeki yeni sufiliğin faaliyetleri sonucu sosyo-dini toplumsal yapılandırma girişimleri[5], bugüne kadar İslam tarihinde iki farklı yönde yer
almış bu akımların tek bir amaca
yönlendirilmesi çabaları belirginleşmeye başlamıştır. Nitekim Osmanlı’da 16. yüzyılda Hanbeli Mehmet Birgivi’nin ve
17. yüzyılda bu çizgiyi sürdüren Kadızadeler’in cihat çağrıları da toplumda militan bir
taassubun doğmasında etkili olmuştur.[6] O halde 17. yüzyıl İslam dünyasında gelişme gösteren İslam’ın en sert ve katı yorumunu
meydana getiren Hanbe- lilik ekolünün İbn-i Teymiyyeci versiyonuna bağlı, Mekke ve Medine’de yetişmiş Hanbeli ulemanın
faaliyetleri ile İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde gözlenen dinsel akımların, Harameyn'in meydana getirdiği bu ortak kültürleşme mekanlarındaki etkileşimleri çerçevesinde, Vahhabilik
hareketinin doğduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı yönetimi altındaki Arap eyaletlerinde mahalli liderlerin
gücü ele geçirmek için fırsat kolladıkları bilinmektedir. Her şeyden evvel merkezi yönetimin durumu,
ticaret yollarının Akdeniz’den Atlantik Okyanusu’na kayması, yabancı
tüccarların yerli ortaklarla iş birliği yaparak bölge ticaretine nüfuz etmeleri, yeni piyasa ve
zenginlik kaynaklarıyla iletişim ağlarının genişletilmesi bu süreci hızlandıran başlıca iç ve dış faktörler arasındadır. Elbette bu yeni du-
rum, ticaretten büyük menfaat elde eden bazı kabile liderlerinin
yüz yüze geldikleri ekonomik kayıplar karşısında dini ideolojik söylemlere sarılmalarını kolaylaştırmıştır.
Ancak ticaretin değişen mahiyeti Necd bölgesinde gözlenen gelişmelerin ana motifi değildir. Kültürel bağların da son derece önemli olduğunu belirtmemiz gerekir.[7] Nitekim
Deriye emiri Muhammed b. Suud’la Abdulvahhab’ın oluşturduğu dini-siyasi ittifakın ana motivasyon kaynaklarından birini, bu
birliği kabul etmeyenlerin mal ve canlarının
kendilerine helal olması biçimindeki köktenci söylemin oluşturması ilginçtir. Hatta Mekke ve
Medine’yi sırasıyla 1803 ve 1805’te işgal eden Vahhabilerin çeşitli bölgelerden Hac ziyareti için gelen Müslüman kafilelere
saldırmaları ve yağmalamaları tek tek hacılara kendi inanç ilkelerini zorla kabul
ettirme girişimleri
fanatikliklerinin çok açık işaretidir. Böylece Vahhabilik bir yandan Orta Arabistan’da yerli
gruplara karşı üstünlüğü ele geçirme yolunda siyasi bir
protestonun ideolojisi olmuş, bir yandan da Osmanlı yönetimine karşı ayrılıkçı bir mücadeleye kaynaklık
etmiştir.
VAHHABİLİĞE GENEL BİR BAKIŞ
Vahhabiliği Necd bölgesinin içlerinden Hindistan’a kadar mallarını satmak
için giden tüccarların ticari faaliyetlerinde[8] meydana gelen değişmelere bağlamak gibi tek “girdi”li bir açıklama ile izah etmek elbette
yeterli değildir. Hint
alt-kıtası gibi İslam dünyasının çeşitli yerlerinde meydana gelen ve Orta Arabistan’da da 18. yüzyıl
ortalarında etkili olan kültürel gelişmelerin, bu hareketin ortaya çıkmasında etkili olduğunu söylemiştik. Bu bağlamda İbn Teymiyye’nin formüle ettiği, İslam’ın ilk yıllarındaki dindarlığa dönüş anlamındaki selefiyeci akımın yeniden canlanması ve bu bölgelerde
belli bir taraftar kitlesini çekmeye başlaması dikkate değerdir. Öte yandan sufilikle sünnilik arasında hararetli tartışmaların 17. yüzyıldan sonra yeniden
alevlenmesi, tasavvufun senkretik bir hüviyetle doktriner gevşekliği karşısında ulemanın katı ve değişmez bir tevhid
prensibini temsil etmesi ve çevrenin merkeze muhalefetinin dini bir söylemle
ortaya çıkması gibi yeni sosyal, siyasal ve dini şartlar Vahhabiliğin doğmasında ve gelişmesinde etkili olan sebepler arasındadır.
Bu çerçevede Orta Arabistan’da Hanbeli ekole bağlı bir ailede yetişen Mu- hammed b. Abdi’l-Vahhab, Ahmed
b. Hanbel’in (ö:780-855) öğretileri doğrultusunda ilk dini eğitimini aldıktan sonra, Mekke ve Medine’de, aralarında Hintli
Muhammed b. Hayat el-Sindi’nin de yer aldığı çoğunun Hanbeli olduğu ho-
calardan dersler almış ve hadis eğitimi üzerinde yoğunlaşmıştır.[9] Şüphesiz bunların, hadislerde tasvir
edilen ideal toplumla yaşanan toplum arasındaki farklılığı sürekli vurgulamaları, Abdulvahhab’ı katı bir taassup içinde
reaksiyoner bir tavır almaya sevketmiştir. Böylece, daha sonra siyasal İslamcı düşüncenin hareket noktasını oluşturacak olan tevhid ilkesiyle dinin entegre bir yaşam tarzını vurguladığını belirtecek olan Abdulvahhab, bu
prensibi, başlattığı hareketinin ideolojik temeli haline
getirecektir. İslam’ın eski saflığını büyük ölçüde yitirdiğinden söz edecek olan Muhammed b.
Abdilvahhab, ideolojik donanımının etkisiyle “İslam garip başladığı gibi garip dönecek, ne mutlu o gariplere!” hadisini dayanak
edinerek toplumu kendi görüşleri doğrultusunda değiştirme mücadelesine,
dini söylemi dayanak edinerek, girişecektir.[10] Böylece bu
hadis çerçevesinde İslam öncesi dönem nasıl cahiliye olarak değerlendirilmiş ise Vahhabilik öncesi dönem de aynı şekilde tasvir edilerek hareket kutsal
bir zemine oturtulacaktır.
Muhammed b. Abdilvahhab, görüşlerini hayatiyete geçirme alanı olarak
dağınık, küçük, nispeten soyutlanmış, kabile dışındakilerle sosyal temasın yok denecek
kadar az olduğu, kendi dışındakilerden nefret eden, okuma-yazma
oranının son derece düşük olduğu, kültürel gelişmenin fazla görülmediği, geleneksel değerlerin toplumsal hayatı yönlendirdiği, dinin tüm sosyal yapıya nüfuz etmek suretiyle çok önemli rol
oynadığı, ekonomik, siyasal, ailesel ve eğitimsel aktivitelerin dini olarak
tanımlandığı, siyasi ve dini
gibi bir ayrımın olmadığı, ekonomik davranışların dini davranışlar olarak görüldüğü, kutsal toplum tipinin[11] aşağı yukarı tüm özelliklerini bünyesinde barındıran, doğum yeri olan Necd bölgesini seçmiştir. Aslında haricilik gibi
fundamentalist hareketlerin faaliyet alanı olan bu bölgelerde radikal İslamcılığın beslendiği dini- kültürel gelenek, potansiyel olarak hep varlığını korumuştur.
Görüldüğü gibi Abdulvahhab, çok fazla farklılaşmamış bir toplumun neredeyse tüm özelliklerine sahip olan ve bedevi
Araplardan oluşan Necd toplu-
mundaki faaliyetleriyle, kendisinden olmayanlara bilhassa yerleşik yüksek kültürü temsil eden
Osmanlı’ya karşı, tepkiselliğini açıkça dile getirmek istemiştir. Bunun için de ayrı bir grup kimliğini vurgulayarak daha geniş bir müslüman topluluğundan kendisini soyutlamış ve Vahhabilik yoluyla bir üstünlük
duygusu hasıl etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda grup dayanışmasının oluşturulmasında ve siyasal aksiyonun teşvik edilmesinde hayatın tüm boyutlarını
düzenleyen bir bütünsel doktrin olarak tevhid ilkesi önemli bir grupsal ölçüt
haline getirilmiştir. Buna göre en iyi müslümanın; grup kimliğini dışa vuran, her türlü işaret
ve sembolü vurgulayan ya da aşağı seviyedeki bedevi bir Arap için oldukça yalın ve açık hale
getirilen tevhid prensibini eyleme geçiren kişi olduğu söylenmiştir.
Kabile yapısında egemen olan davranış biçimlerinden biri, kendileri dışındakileri “öteki” olarak görüp dışlama tutumudur. Aslında Araplar arasında düşmanlarını Müslüman olsalar dahi kafir
olarak damgalama geleneği hep var olagelmiştir. Vahhabilerin Necd bölgesinde dağınık halde yaşayan kabileler arasında bir aidiyet duygusu yaratıp bölgesel gücü
ele geçirmek için bu geleneği yeniden canlandırdıklarını söyleyebiliriz. Bu çerçevede görüşlerini paylaşmayanlar düşman sayılarak mal ve canlarının
kendilerine helal olduğu yolunda insanlık dışı bir anlayışın benimsenmesiyle[12] özelde
Türklere, genelde tüm Müslümanlara cihat (kutsal savaş) ilan edilmiştir. Kendi din anlayışının tek doğru olduğunu vurgulayan Abdulvah-hab’ın bu partikülaristik yaklaşımı, bugün İslam adına cinayet işleyen teröristlerin beslendiği temel kaynaklardan biri haline gelmiştir.
Vahhabilik, asırlar boyu gelişen İslami düşünceye karşı çıkışını, bid’at anlayışı çerçevesinde yürütmüştür. İbn Teymiye’nin çalışmasının önemli bir parçasını oluşturan bid’at, davranışsal olarak temel dini prensiplerden ayrılma, daha açık bir ifade
ile Vahhabi görüşlerden ayrı bir anlayışı benimseme biçiminde anlaşılmıştır. Her türlü gelişme ve yeniliğe bid’at gözüyle bakılıp karşı çıkılmak suretiyle son derece hoşgörüsüz bir toplum meydana getirilmiş ve kendileri dışındakilere saldırı meşrulaştırmaya çalışılmıştır. Daha sonra kurulacak olan Suudi Devletlerinde krallık dışındaki her türlü modern yönetim tarzları
bid’at sözcüğü çerçevesinde,
Vahhabilik anlayışına ters olarak yorumlanacak ve böylece yönetimin meşrulaştırılmasına girişilecektir.
Buna karşılık kökleri İslam öncesi dönemlere uzanan geleneksel Türk hoş- görüsü[13], her türlü dine ve kültüre karşı anlayışlı tutum sergileyerek dinsel düşüncede bir zenginliğe neden olmuştur. Oysa fikre ve inanca yönelik hoşgörüsüzlüğü dini doktrinle pekiştiren Vahhabilik, katı bir şekilciliğe ve kuralcılığa yönelmiş olarak dini-kültürel çeşitliliğe hoşgörülü yaklaşımı imkansız hale getirmiştir.
Vahhabilik anlayışında bir kimsenin müslümanlığı, kabul edilen inanç sistemine bağlılıktan ziyade gözlemlenebilir davranışlarla bunu aşikar biçimde ortaya koyabilmesine bağlanmıştır. Böylece püritanist köktenci düşüncelerin kuvvet yoluyla empoze edilmesi yolunu seçen Vahhabilikte
amel, imanın bir parçası haline getirilmiş, daha doğrusu amel ile imanı birbirinden ayırmayan Hanbeli görüş, tavizsiz biçimde uygulamaya sokulmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi liberal yönelimli Türk İslamiyetinde amel, imanın bir parçası
olarak görülmeyerek daha geniş bir din anlayışını ortaya çıkarmıştır. Hanbeliliğin İbn
Teymiyeci yorumu üzerine doktrinini
temellendiren Abdulvahhab ise, dini pratikler için esnek bir çerçeve sağlayacak temel prensipler geliştirmeden çok bunların katı bir şekilde uygulanmasını istemiş, hatta pratiklerde ihmali olanlara karşı cihadın gerekli olduğunu vurgulayarak misli görülmemiş bir taassup örneği sergilemiştir.
Muhammed b. Abdilvahhab'ın, öğretileri arasında yer alan, dini
konularda ekol oluşturmuş alimlerin fikirlerini benimseme anlamındaki taklit anlayışına şiddetle karşı çıkması, yalnızca kendi fikirlerinin doğru olduğunu ve benimsenmesi gerektiğini vurgulaması, partikülaristik eğilimini besleyen bir başka kaynak olarak değerlendirilebilir. Böyle bir anlayış, dini-fikri hoşgörüsüzlüğe eğilimi artıracak, ilk dönemlerin dinamizminden sonra meydana gelen
durağanlığın kökleşmesi yönündeki zihni alışkanlığı daha da şiddetlendirecektir. Bu çerçevede Abdulvahhab'ın hadis üzerindeki
vurgusu da kendinden önceki din alimlerinin fikirlerini reddetme anlamına[14] geleceğinden içe kapanmaya ve statikleşmeye neden olacaktır. Bu bağlamda Sirhindi çizgisindeki neo-sufilik
temelindeki aktivist tasavvuf anlayışının Arap toplumundaki kazandığı form dışında, dini düşünce üzerinde etkili olmuş tasavvuf anlayışına şiddetle karşı çıkılması da gelenekçiliğin ve durağanlığın artmasında etken olan bir başka faktör olarak düşünülebilir.
Aslında Vahhabi doktrininin tevhit, taklit, cihad, şirk, tekfir, ve sair gibi ana temaları
asırlardır dini literatürde tartışılan konular arasında yer almaktadır. Ancak bunların Vahhabilik
yoluyla militan İslamcı siyasal bir yapılanmanın ifadesi haline getirilişi yenidir. Öte yandan kutsal metinlerin
literal anlamları üzerindeki vurgunun yanında, Vahhabilik doktrininde içtihada
hiç önem veril- memesi[15], ya da bunun
Abdulvahhab ve taraftarlarının öğretileri ve yazılarıyla sınırlı kalması, bu harekete bir yandan şekilcilik ve kuralcılık temelinde katı
bir muhafazakarlık hüviyeti kazandırırken, bir yandan da anti entelektüel bir
tutumun gelişmesine neden olmuştur.
Görüldüğü gibi otoriter figürlerin mutlak doğru olarak kabul edilmesi bağlamında “biz” duygusunun geliştirilmesi amaçlanarak grup bağlılığı güçlendirilmek istenmiş, grupsal her türlü doktrin ve pratik “iyi” ve “kötü” kategorisinde
değerlendirilerek dogmatik düşünceye yol açılmıştır. Buna göre doğru kategorisinde yer alanlar “biz”le
özdeşleştirilmiş “kötü” ise kendi dışındakilerin tümünün sıfatı haline getirilerek şeytanlaştırılmıştır. Böylece Abdulvahhab, doktrininin mutlaklığı ve tartışılmazlığı çerçevesinde karizmatik bir lider hüviyeti ile Necd bölgesinde
çeşitli kabile liderlerinin ittifakını
arayacak, sonunda Suud ailesi ile 1744’te sağladığı ittifakla Arap siyasi kimliğini oluşturma faaliyetlerine dinsel motivasyon çerçevesinde girişecektir.
VAHHABİLİK VE SUUDİ MONARŞİSİ
Arabistan tarihinde devlet oluşturmak için hep aktivist bir dini
doktrinden yararlanılmıştır.[16] Bu geleneğe uygun olarak Muhammed b. Abdilvahhab
da 18. yüzyıl fundamentalist din yorumlarının ana temalarını birleştirerek Vahhabilik hareketini başlatmıştır. Bu nedenle doğduğu yer olan Necd
bölgesinde dini-siyasi ittifak oluşturma teşebbüsünde ilkin başarısız olmasından sonra Riyad'ın kuzeybatısındaki Deriye
kasabasının emiri Muhammed b. Suud'un desteğini almayı başarmıştır.[17] Böylece düşlediği din devletini kurma yolunda ilk adımı atmıştır.
Fundamentalist bir vaiz ile savaşçı bir kabile lideri arasındaki işbirliği, asabiyete dayandırılmayan bir dini oluşumun başarıya ulaşamayacağını ifade eden İbn Haldun'un tezine uygun olarak, birbiriyle ilişkili iki oluşuma yol açmıştır. Bunlar İslami düşüncenin gelişmesi karşısında dar, sınırlı ve katı bir anlayışı temsil eden Hanbeli ekolünün, sürekli
taraftar kaybına maruz kalıp zayıfladığı bir dönemde Vahhabilik formu altında yeniden bölgede etkin hale
gelmesi ve Arap yarımadasının büyük bir bölümü üzerinde egemenlik kuracak olan
militan bir din devletinin yani Suud hanedanlığının kurulmasıdır.
"Ümera" ve "ulema"
arasında meydana getirilen bu birliktelik sayesinde hem dinin kolektif kimliğin güçlendirilmesinde bir araç olarak
kullanıldığına, hem de yönetici
ailenin meşrulaştırılmasına katkı sağlandığını belirttikten sonra Vahhabiliğin modern dönemde her iki partinin çıkarlarına hizmet etmek üzere
geliştirildiğini söyleyebiliriz. Nitekim kendi orijinal fikirlerini geliştirmek yerine Ahmed b. Hanbel'in öğretilerinin en katı yorumcusu olan İbn Teymiyye'nin siyasal fikirlerini
uygulamaya koyduğu anlaşılan Abdulvahhab, din ve devletin birbirinden ayrılamayacağını vurgulayarak siyasetin desteği olmadan dinin tehlikede olacağını, öte yandan dine dayalı olmayan
devletin de yaşayamayacağını ifade ederek dar kafalı, fanatik,
fundamentalist grupların doğmasında etkili olmuştur.
Muhammed b. Suud’un, ana girdileri
arasında kabilevi bağlılığın, geleneksel liderlik ve siyasal güç ilişkisinin ve belli bir toprak parçası
üzerinde hak iddia etmenin sayılabileceği geleneksel yönetim tarzı bağlamında dini siyasal alana dahil ederek halkı mobilize etmesi,
Necd'de diğer rakiplerine göre
belli bir avantaj elde etmesine neden olmuştur.[18]
Vahhabilerin, Abdulvahhab'ın öğretilerine dayanarak kendilerinden olmayanlara karşı cihat etmenin gerekliliği yönündeki telkinleri sonucu, komşu kabileler kılıç zoruyla bir bir
Vahhabi yönetimi altına sokulmuş ve bir Necd bölgeselciliğinin doğuşuna şahit olunmuş-
tur. Böylece Arap siyasi kimliğini oluşturma girişimi olarak görebileceğimiz bu, ilk Vahhabi-Suudi devletinin kuruluşu, daha sonra dini temelli siyasal
formlar oluşturmaya yönelik
hareketler için ilham kaynağı olacaktır.
Suud hanedanı egemenliğine dayalı patrimonyal yönetimin
gelenekçi, ka- rizmatik bir toplum yaratma girişimi[19], zaten kapalı
olan bir toplumun iyiden iyiye içine kapanmasına ve kendisini dış dünyadan tecrit etmesine yol açmıştır. Böylece çetin çöl şartları altında oldukça sade ve monoton
bir hayat sürdüren bedevi Arapları kutsal bölgelere doğru hareketlendirmek, mabedlerdeki süslemelerin
Hz. Muhammed zamanında olmadığını belirtip, bunları din dışı uygulamalar sayarak, her türlü sanat eserini bir saldırı nedeni
olarak göstermek suretiyle çok zor olmamıştır.[20]
Vahhabilerin, tehditlerini Necd
bölgesindeki komşu prensliklerin yanında Kerbela, Necef, Şam ve Halep gibi yerlere ve nihayet
Harameyn’e yöneltmeleri karşısında Osmanlı devleti buna kayıtsız kalmamıştır.[21] İlkin askeri güce başvurmadan bunu nasıl sona erdireceğinin yollarını araştıran merkezi otorite, militan Vahhabiliğin hac için diğer bölgelerden gelen farklı kültürlere
mensup hacıları ve Harameyn'e yerleşen bazı hocaları etkilemek suretiyle İslam dünyasında yayılma istidadı
göstermesi karşında, bu ilk Vahhabi
devletini Mısır valisi Mehmet Ali Paşa vasıtasıyla etkisiz hale getirmiştir.
Daha sonra Suudi ailesinin önderliğindeki Vahhabi güçleri, dinin mutaassıp
yorumunu siyasal amaç için kullanmak suretiyle Necd bölgesinde köktenci II.
Suudi devletini (1821-1891) kurmuşlardır. Bu yeni siyasal yapılanmada Arap tarihinde devlet oluşumunun klasikleşmiş biçimi olarak dinin militan boyutunu öne çıkaran doktrinler
çerçevesinde çöl kökenli bedevi Araplar mobili- ze edilmek istenmiştir. Böylece Suud ailesi, bu kabileleri
kendi siyasal güçlerine boyun eğmeye zorlamış, yönetimi kalıcı kılmak için de Vahhabiliği tavizsiz uygulayarak siyasal
otoritelerinin temel ideolojisi haline getirmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede İkinci Suudi-Vahhabi devleti, kendisi Vahhabiliği benimsemiş ve daha önce Suudilerin etki alanına
girmiş olan Cebel Şammar emiri İbn Raşid’in Riyad’ı ele geçirmesi, Suud ailesi içindeki iktidar mücadelesi
ve iç çatışmalara yol açan
saray entrikalarıyla hayli zayıflamış ve kısa zamanda yıkılmıştır. Yirminci yüzyılın başında Suud ailesinden İbn Suud olarak bilinen Abdulaziz b. Suud (1880-1953), Riyad’ı
1902’de işgal ederek şimdiki Suudi Arabistan Krallığını kurmuştur.
Daha evvel de belirttiğimiz gibi, geleneksel ilişki tarzları üzerinde yürütülen yönetim
biçiminde gücü ele geçiren idarecilerin kişisel becerileri, siyasal
yapının geleceğini belirlemede etkili olmuştur. Bu yüzden belli periyotlarla
Suudi-Vahhabi ittifakının yeniden canlanması, yeni bir siyasal sistemin benimsenmesinden
ziyade, geleneksel düzenlemeler çerçevesinde cereyan etmiştir. Bu bağlamda İbn Suud, demokratik sistemin alt yapısını teşkil ettiği iddia edilen, ancak kabilevi temele dayanan şura sistemi çerçevesinde çeşitli kabile liderleri, dini otoriteler
ve etkili tüccarlar arasında denge kurmada başarılı olmuş, bu grupların desteğini alarak yönetimini meşrulaştırmak istemiştir. Günümüzde Suudi Arabistan kralının Vahhabi imamı ve kabile
liderlerinin başkanı gibi resmi
sıfatları da taşıması yönetimin
gücünün bir yandan da bu kaynak- 21
lardan beslendiğini göstermektir.
İbn Suud, şimdiye kadar Suudi yönetimi altına
girmemiş bulunan kabilelerin savaşçı performanslarından yararlanmak
amacıyla bunları vahalarda yerleştirmek için bir projeyi de hayatiyete geçirmiştir. Göçebeliğe ait adetlerini, alışkanlıklarını terk etmeleri istenen çöl
kökenli bedevi Araplar arasında kabile savaşlarının sona erdirilmesi ve onların merkezi otoriteye bağlılıklarının sağlanması, Suud-Vahhabi devletinin
bölgesel gücü elde etmesi için hayati öneme haizdi. Bu bakımdan Vahhabi
yayılmacılığının İngiltere’nin çıkarlarına hizmet edeceği düşünülerek Suud ailesi içinde kralın en yakın danışmanlarından biri haline gelen John
Philiby’nin oynadığı merkezi rol sayesinde İngilizle- rin, Suudi Arabistan krallığının doğuşunda formatif bir
rol üstlendikleri de daima hatırda tutulmalıdır.[22] [23]
İbn Suud’un göçebe
Arapları Vahhabilik esasları çerçevesinde yetiştirip kendisine bağlı birer savaşçı yapmak için çeşitli vahalarda yerleştirme girişimi, ihvan hareketi olarak bilinir. İhvan yerleşim bölgeleri, bedevilerin kendilerini
yeni yaşama stiline ve din anlayışına vakfetmelerini sembolize etme
anlamında hücer olarak isimlendirilmiştir. Aslında İbn Suud öncülüğünde çeşitli kabilelere mensup bedevi yerleşmecilerden oluşturulan bu ihvan grupları, Vahhabilik doktrini etrafında Suudi
yayılmacılığında kullanılacak
savaşçılar olarak yetiştirilmiş, örneğine daha önce bu bölgelerde rastlanan birliklerin adıdır.
Yaşam tarzları dini
propagandistlerin etkisiyle değiştirilmeye zorlanan
bu göçebelerin yeni yerleşim yerleri, çok kısa zaman sonra kendilerinden olmayanlara selam
vermeyecek kadar katılaşan ve onları birer müşrik olarak görüp öldürülmeleri gerektiğini vurgulayan fanatikliğin ve fundamentalizmin kaleleri haline
gelmiştir. Nitekim İbn Suud’un otoritesini güçlendirmede ve
siyasal amaçlarını gerçekleştirmede şart olduğuna inandığı motorlu araçlar ve iletişim alanındaki teknik yenilikleri ülkeye sokma girişimi, bunların şeytanın icadı olarak
görülmesi nedeniyle ihvanın muhalefetiyle karşılaşması ilginçtir. İbn Suud, bunları meşrulaştırmak için ulemayı harekete geçirmiş, daha önce uz-
laşma kabul etmeyen,
son derece katı Vahhabilik esasları çerçevesinde faaliyette bulunan bu dini
liderler, önceki görüşlerinin aksine, şimdi siyasal yapının çıkarları doğrultusunda dini radikalizmin etkilerini hafifletmeye çalışan bir fonksiyon üstlenmişlerdir.[24] [25]
Orta Arabistan bölgesindeki çeşitli kabileler arasından seçilerek oluşturulan ihvan yerleşim yerlerindeki çöl orijinli gençler,
kendileri dışındakilerle temasın
olmaması durumunda gerçek inananlar olarak kurtuluşa erebileceklerine dair bir kanaati
benimsemişlerdir. Şüphesiz böyle bir tutum içine giren bu militan Vahhabilerin din
kisvesi altında her türlü yeniliğe ve modern fikirlere mukavemet etmelerinin altında, geleneksel
yaşama biçimlerini koruma istekleri ve güç
tabanlarının erozyona uğrama endişesi gibi sosyo-kültürel ve siyasal 24 nedenler
yatmaktadır.
İbn Suud liderliğindeki askeri genişlemenin ana güç kaynağını oluşturan ve köktenci davaya bağlılıkla kendi dışındakilere karşı nefret duygularıyla yetiştirilen bu ihvan birlikleri kısa zaman sonra kralın takip ettiği iç ve dış politikalara karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu durumun, Suud hanedanının siyasi otoritesini sarsacak
boyutlara ulaşması karşısında ihvan birlikleri ile silahlı
mücadeleye girişilecektir (1928-1930)[26]. İbn Suud’un ihvan gruplarına karşı silahlı mücadeleye girişip onları etkisiz hale getirmesinin
altında bunların modernizasyon sürecine karşı çıkmalarından çok Suud hanedanını devirerek onun yerine
yönetimi ele geçirme girişimi yatmaktadır. Nitekim Cuheymen el- Uteybi’nin[27] liderliğinde bir grup fanatik vahhabinin 1970
Kasımında Mescid-i Haram’ı işgal etme gerekçesi olarak, Suud ailesinin ve ulemanın gerçek İslam’dan sapmaları dile getirilse de,
Uteybi’nin ihvan yerleşim bölgesinde İbn Suud’la silahlı mücadeleye giren bir aileden geldiği göz önünde bulundurulduğunda, bu baskının gerçek nedeninin dini
olmaktan çok, sosyo-kültürel ve siyasal olduğu anlaşılır. Bugün tabii bilimlerde gözlenen gelişmelere rağmen hala fiziki olayları dinsel çerçevede açıklama eğiliminde olan Vahhabi ulemasının kendi
dini doktrinleri dışında bilimsel açıklama getirenlerin katlinin vacip olduğunu ileri sürmeleri fanatiklik ve hoşgörüsüzlükte hiç de ihvanı aratmayacak
boyutta olduklarını göstermektedir.
VAHHABİ-SUUDİ BİRLİKTELİĞİNİN BUGÜNKÜ DURUMU
Dinsel organizasyon ve hareketlerde
dini-teolojik faktörler hakim öge olarak görülse de, bunların ortaya çıkışında sosyolojik gözlemlerin de son
derece
etkili olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede sanayi öncesi dönemin şartlarının oluşturduğu değişim olgusuna bir
tepkinin yanında sosyal sınıf faktörünün ve bölgeselciliğin, Vahhabi inanç ve aktivite
tercihlerinde önemli olduğu söylenebilir. Nitekim 18. yüzyılda çeşitli müslüman topluluklar arasında
mali- ekonomik durumun kötüleşmesinin, tarımsal alanda durgunluğun artmasının, demografik bozuklukların, sosyal ve siyasal
huzursuzlukların radikal İslami söylemli hareketlerin doğuşuna neden olduğu görülmektedir.
Araplar arasında zaman zaman mehdiliği canlandırma yönünde bir eğilimin varlığından söz eden Gibb’in bu yaklaşımı doğrultusunda[28], egemen siyasal
güce alternatif oluşturarak sonuçta dini ideoloji ile bölge halkını harekete geçirmeyi
düşünen Muhammed b. Abdulvahhab’ın,
Muhammed b. Suud’a her türlü krizden kurtarma vaadiyle yaklaşması bu geleneğin yeniden canlandırıldığını akla getirmektedir. Çünkü Vahhabilik
doktrininin o güne kadar çeşitli biçimlerde tartışılan konulardan meydana getirildiğini ve bu temaların militan siyasal biçimde empoze edilmesinin
hareketin tek yeniliği olduğunu dikkate alacak olursak Abdulvahhab’ın böyle bir misyonla
ortaya çıktığı sonucuna varabiliriz.
Bu çerçevede fundamental militan bir hareket olarak Vahhabilik,
yönetici hanedanın elinde geleneksel güç odakları arasında denge oluşturmada kullanılan bir araç haline
getirilmiştir. Böylece kraliyet ailesi, yerine
göre Vahhabilikten, mevcut düzeni ve siyasal yapıyı meşrulaştırma vasıtası olarak yararlanmış, bazen de bunun uzlaşmaz ve militan yüzünü kullanmıştır. Yani dar, sınırlı ve katı bir İslami anlayışın temsilcisi olan Hanbeliliğin iyice zayıfladığı bir dönemde ortaya çıkan Vahhabilik hareketi, bir yandan Suud
hanedanına meşruluk sağlayan bir araç haline getirilirken, bir
yandan da katı ve otoriter bir dini yapılanmanın geliştirilmesiyle bireylerin tutum ve
davranışlarını motive eden ana kaynaklardan
biri olmuştur. Böylece dini kültürel çeşitlilikten söz etmenin imkansız olduğu ve son derece homojen bir yapının
görüldüğü Necd bölgesinde Vahhabilikle, tamamen
hoşgörüsüz bir toplum meydana getirilmiştir. Nihayet İbn Suud’la birlikte Hicaz bölgesini
sınırları içine dahil edip kutsal şehirleri merkez haline getiren bu Vahhabi topluluğunun en temel motiflerinden birini,
toplumsal dini hayatı biçimlendiren Vahhabi-Suudi din bürokrasisinin
faaliyetleri oluşturmuştur.
İslam coğrafyasında gözlenen modernleşme girişimlerine karşı sert bir tutum içinde olduğunu saklamayan resmi din kurumu, buralardaki reaksiyoner
fundamentalist hareketleri desteklemektedir. Nitekim çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle
terörist eylemleri öven, hatta intihar bombacılarını birer kahraman olarak
gösterme gayreti içerisine giren din adamlarının Suudi kraliyet aile-
sinin resmi memurları oldukları hatırlanırsa[29], küresel ölçekte görülen
terörist köktenci hareketlerin arkasında Vahhabiliğin güçlü etkisinden söz edilebilir.
Kendilerine aykırı inanç ve fikirlere karşı hoşgörüsüzlüğü bir norm haline getiren ve dinin daha çok mutaassıp biçimine
hayat verme teşebbüsü olarak
görebileceğimiz Vahhabiliğin, Osmanlı döneminden kalma mimari
eserleri sistemli biçimde yok etmesi de bu hareketin ideolojik bir yansıması
olarak görülebilir. Tarihte nasıl Osmanlı Türkiyesi Vahhabilerin cihat
eylemlerine hedef olmuşsa, bugün de Türkiye Cumhuriyeti, Mekke ve Medine’de yüksek Türk
kültürünü temsil eden mimari eserlerin tüm dünyanın gözleri önünde tahrip
edilmesi karşısında, Vahhabiliğin bir başka yüzüyle karşı karşıya gelmiştir.[30] Çok
önemli kültürleşme objesi olan sanat
eserlerinin bir bir yok edilmesi, Vahhabilerin kendileri dışındaki her türlü inanç, fikir ve
sembole hayat hakkı tanımama yönündeki genel eğilimlerinin bir tezahürü olarak anlaşılabilir.
Bu çerçevede değişen şartlara karşı esnek bir tutum sergileyemeyen ve otoriter
bir yapılanma içinde gelişme gösteren din kurumunun etkin olduğu bir toplumda, şehirleşme sürecine maruz kalmış ancak geleneksel yaşam tarzını yeniden diriltmeye çalışan çöl orijinli gençlerin terör eylemlerini destekleme ya da
onlara katılma potansiyeli taşıdıklarını kestirmek zor değildir. Kaldı ki Vahhabi-Suudi ittifakının, Vahhabiliği uluslararası düzeyde etkin kılma ve İslamcı hareketlere mali destek sağlama girişimleriyle terörist köktenci hareketleri cesaretlendirdikleri ve
bunları kendi siyasal çıkarları yönünde harekete geçirdikleri de ifade edilmektedir.[31]
Dini inanç ve motiflerin, bireylerin sosyal aksiyonları üzerinde
oldukça etkili olduğu hatta bunların maddi faktörlerden bağımsız da gelişebileceği bilin- mektedir.[32] Bu bağlamda dinsel bakış açısından beslenen Vahhabiliğin daha başlangıcından itibaren bağlılarını mobilize eden bir hareket
ideolojisi haline getirilişinden söz etmiştik. Bugün de Suudi din bürokrasisinin Vahhabiliği küresel boyuta taşıma girişimi çerçevesinde dinsel motifli terörist eylemlerin arkasında bu
doktrinin etkili olabileceği ihtimal dahilindedir.[33] Mesela Pakistan’da öğrenci kitlesini genelde kırsal
bölgelerden ve fakir muhitlerden toplanan muhtaç çocukların oluşturduğu geniş medrese ağının finans kaynaklarını zengin Suudluların oluşturduğu belirtilmektedir.[34] Kolayca
etkilenebilen ve dünyada olup bitenlerden habersiz, cahil gençlerin; tevhit,
cihat, tekfir, şirk,
taklit vb. gibi temalar etrafında yoğunlaşan bir dini eğitime maruz kaldıkları dolayısıyla bu medreselerin terörist
gruplar için son derece verimli yerler oldukları söylenebilir.
Suudi Arabistan ile ilgili yazılarıyla dikkat çeken Stephen
Schwartz’ın son yıllarda Batıya karşı gerçekleştirilen her büyük terörist saldırının Vahhabilikle bir şekilde ilişkisi olanlar tarafından gerçekleştirildiğini belirtmesi, Vahhabilikle terörist köktenci hareketler
arasındaki bağlantıyı gözler önüne
sermektedir. Zaten Suudi rejiminin kendi dışındaki dünyayı ve moderniteyi düşman olarak gören Vahhabi tutumunu benimsemesi, ayrıca uzlaşma kabul etmez dini dogmayı destekleme
ve yayma yönündeki faaliyetlere aktif biçimde katılması, konu ile ilgili araştırma yapanların gözlemlerini doğrulamaktadır. Nitekim Ferid
Zekeriya’nın da Suudi Arabistan’ın dünyaya petrol ve dini fanatiklik olmak üzere
iki tür mal ihraç ettiğinden söz etmesi,[35] [36] Vahhabiliğin, küresel terör tehdidinin bir ayağını oluşturduğu tezini güçlendirmektedir.
Önce İngiltere ardından da ABD olmak üzere Batı dünyası, daha başlangıçtan itibaren Vahhabi yayılmacılığına göz yummuşlardır. Çeşitli batılı ülkelerde, sözgelimi 19.
yüzyılda din özgürlüğü çerçevesinde İslam Dinine meşru statü kazandıran Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda Bosna-Hersek’li ve 35 diğer müslüman
topluluklara arap dînî mirasını benimsetme çabaları ilginçtir. Yine 18. yüzyıl
başında Ruslara karşı mağlup olan İsveç kralının Osmanlı’ya sığınması ve İstanbul’daki beş yıl ikameti esnasında kendi inanç ve pratiklerini özgür bir şekilde yerine getirmesi, Türk İslamiyetinin engin dini hoşgörü anlayışının bir tezahürüdür. Bütün bunlara rağmen batı dünyasının İslam hakkında- ki önyargıları devam
etmiş ve bu geleneksel önyargı, bugün İslam’la şiddet arasında bir bağ kurmaya kadar vardırılmıştır. Bütün bu eğilimin gerisinde İslam’ı Suudi yorumuyla özdeşleştirerek monolitik
bir İslam imajı oluşturma teşebbüsü yatmaktadır. Elbette İslam’la şiddet arasında bağ kurmaya çalışan yaklaşımlarda, Vahhabi hareketiyle dolaylı ya da dolaysız irtibatlı olan
Rabıta, Cemaati İslami, İhvanı Müslimin ve bunlardan kaynaklanan Taliban, el-Kaide,
Ensaru’l-İslam gibi örgütlerin faaliyetlerini İslam’la bir tutma anlayışı, bu negatif tutumun gelişmesinde önemli yere sahiptir.
Medeniyetler çatışmasında Batı’ya kontrast teşkil edecek şekilde, bir uca İslamiyeti koyma yönündeki çabalar, bir devlet ideolojisi haline
getirilen Vahhabilikle sanki güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Nitekim yukarıdaki analizlerimiz ışığında Vahhabilik, tarihte daha önce gerçekleştirilmiş temel bir modele göre toplumu biçimlendirme girişimi olarak, günümüzde de köktendinci modellere
ilham kaynağı teşkil etmektedir. Bunlara ilaveten bugün
Suudi rejimi-
nin anti-laik karakteri, demokrasiye
karşı uzlaşmaz tutumu, kadının statüsü ve hadd cezalarını ısrarla uygulaması,
birçok terör olayının arkasında Suud’luların oluşu İslam hakkındaki
geleneksel negatif imajı güçlendirmektedir. Aslında Vahhabi-Suudi ittifakının
uluslararası düzeydeki faaliyetleri tek bir merkez oluşturma yönündeki siyasal otoritenin
sürdürülmesine yöneliktir[37]. Bunun için
terörizme karşı bir çok cephede
savaş açılması gerektiğini vurgulayan ABD başkanı Bush’un açıklamaları doğrultusunda bu cephelerden biri, antidemokratik
Arap rejimlerine karşı siyasal baskıyı içeren mücadelenin hayatiyete geçirilmesi
olmalıdır.
Sonuç olarak Atatürk devrimleriyle
Aydınlanma Çağı felsefesine dayalı
laik bir rejimi benimseyen Türkiye Cumhuriyeti; özgürlükçü demokrasi anlayışı, serbest piyasa ekonomisi, farklı
inanç ve kültürlere hoşgörüyü bir norm haline getirişi, her alanda ılımlılığı ve toleransı önemli bir değer olarak benimsemesi ve çağdaşlaşma hamlesiyle örnek ülke konumundadır.
KSÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi 2(2003) s.21-36
HUKUK AÇISINDAN CEZA VERMENİN TELEOLOJİK BOYUTU
YrdDoç.Dr. Nuri KAHVECİ[38]
Suçlar, toplum düzenini
bozmaya yönelik davranışlardır.
Her toplum için değişmekle birlikte genel kabul gören suçlar da vardır. Toplam düzenini
ve insanların maddi ve manevi menfaatlerini korumak için suçluların cezalandırılması
gerekir. Cezayı devlet koyar ve uygular Ancak cezaların hukuka uygun olması
gerekir. Suçluya ceza uygulanırken mutlaka amaca uygun olması gerektiğine özen gösterilmelidir. Zira cezalar gerek suçlular açısından
gerek toplum için belirli amaçlar taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler: İslam Hukuku, suç, ceza, cezanın amacı
ABSTRACT
The crimes are behavirous
that cause to social disorder. There are different forms of crime in every
society. Guilties should be punished as maintaining the rights or advantages of
other people. Punishments should be codified and practised by state and
certainly appropriated to written law. All punishments have a goal, therefore
it should be paid attention that they approprate to their goals.
Key Words: Islamic law, crime, offender, punishment, goal of punishment.
GİRİŞ
Cezalandırmanın gayesinin, cezanın uygulanmaya başlandığı ilk dönemlerden günümüze devlet idarecilerinin, filozofların,
hukukçuların, sosyologların, psikologların, fikir adamlarının, ahlak bilimcilerin,
kısaca tüm toplum bilimcilerin hatta toplumun tamamının ilgisini çektiği söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında ceza vermenin gayesi sadece
hukukçuları ilgilendiren bir problem olarak değerlendirilmez. Günümüzde kamu hukukunun bir alt bölümü olarak ön
plana çıkan cezada amaç ve gaye problemi de özellikle hukukçuların ele alması
gereken meselelerdendir. Ancak bu durumun sadece hukukçular tarafından
çözülmesi gereken bir problem olduğu anlayışının da yanlış olacağı göz ardı edilmemelidir. Zira cezanın sosyolojik boyutuyla
sosyologların ilgilenmesi, ferdin psikolojisine tesirini psikologun tahlil
etmesi, elbette bilimsel açıdan ve cezaların toplumda meydana getirebilecekleri
sıkıntıları aşabilme noktasında
bazı menfaatler sağlayacaktır. Bu manada sosyolog, psikolog, düşünür, ahlak bilimci vs. gibi bilim
adamlarının bir cezanın gayesine ulaşmasında hukuk-
22 / Ceza Vermenin
Teleolojik Boyutu
çulara desteklerinin olacağı muhakkaktır.
Hukuk alanındaki gelişmeler değerlendirildiği zaman cezaların amaçlarının genel hatlarıyla iki ana prensip
içerisinde ele alınabileceği görülmektedir:
1.
Eski hukukçular cezayı geçmişe yönelik olarak uygulanan bir tedbir
niteliğinde değerlendirmişlerdir. Bu anlayışa göre, ceza, bir öc alma hakkıdır ve bu hakkın mağdurdan devlete geçmiş olması ve devlet otoritesi tarafından
kullanılmasını ifade eder. Böylece ceza, suç oluşturan fiilin meydana getirdiği kötü sonucu telafi ettirici, keffaret teşkil edici bir araç olarak kabul edilir.
Bundan dolayı ceza, suçluya acı ve ıstırap verici nitelik taşır[39]. Eski hukukçuların bu düşünceleri keffaretin ıslah edici ve pişmanlık uyandırıcı yönünün bulunduğu anlayışına dayanır.
Medeniyetin gelişmesi, toplumsal şartların değişmesi, insanlık
unsurunun önemli oranda ön plana çıkmasıyla suçluya karşı mağdurun şahsî öc alma hakkına sahip olduğu anlayışının değişmesi sonucunda her
hangi bir suçtan dolayı suçlu kişiyi cezalandırma hak ve yetkisi de tamamen devlete bırakılmıştır.
2.
Batıda hukuk alanında belli bir merhale
katedildikten sonra hukukçular çoğunlukla, cezayı sırf geleceğe yönelik kabul ederek cezaların hukukiliğini faydasına bağlayan görüşü ön plana çıkarmaya başlamışlardır. Bu anlayış, suçlulara gerek acı ve ıstırap çektirmek, gerek yeniden suç işlemelerini önlemek için uygulanması
gereken tedbirin farklı cezalar olması gerektiği fikrine dayanır. Yani suç oluşturan fiil aynı olmasına rağmen failler farklı olduğundan faillere göre değişebilecek cezaların
uygulanması esas olmalıdır. Bu görüşe göre, olan olmuştur, gideni artık hiçbir şey geri getiremez. Toplumu meydana getiren fertlerden birisi
olması dolayısıyla suçlu, suç unsurundan daha önemlidir. Zira insan olması
hasebiyle suçlu, hareket edebilen ve tehlikeli suçları tekrarlayabilecek,
saldırılarını yenileyebilecek bir varlıktır. Bunun için önemli olan, suçluyu
uslandırmak suretiyle suçun tekrarını önlemektir[40].
Son devir hukukçuların çoğunluğunun genel itibariyle kabul ettiği bu görüş cezanın eğitici olması gerektiği kanaatini ortaya çıkarmıştır. Zira cezalar sırf suçluları cezalandırmayı değil, onu kötüye sevk eden düşüncelerden arındırarak yeniden sağlıklı bir fert olarak topluma
kazandırmayı amaçlamalıdır.
Batıda hukuk alanındaki önemli gelişmeler neticesinde suçluyu cezalandırma hak ve yetkisinin tamamen
devlete devredildiği görülür. İslam hukukun
da bu ilk dönemlerden beri kamu otoritesini elinde bulunduran güce
ait olarak kabul edilmiştir[41]. İlk kaynaklar cezalandırma yetkisinin
ululemr (devlet başkanı) veya naibine (bu işle görevlendirilmiş kişi veya kurum) ait
olduğu hususu üzerinde önemle durmaktadır[42]. Buna göre
ancak devlet adına kendisine bu görev verilmiş olan kişi ya da kurumlar cezaya karar verme ve uygulama hakkına
sahiptirler. Cezalar ancak kamu adına infaz edileceği[43] için tatbikatta düzensizlik,
aşırılık, dengesizlik, haksızlık ve şahsî düşmanlık söz konusu olmayacak dolayısıyla cezalandırmada kanunilik,
genellik ve adalet gibi ilkeler ortaya çıkmış olacaktır[44].
İslam hukukuna göre mağdur şahsî mağduriyetini gidermek adına suçluyu asla cezalandıramaz. Şahsî suçlardan kabul edilen ve cezanın
uygulanabilmesi için belli ölçülerde velinin (mağdurun birinci derece yakınları) onayına ihtiyaç duyulan kasten
adam öldürme fiillerinde cezanın veli tarafından infaz edilmesi halinde bu
kişinin suçlu olarak değerlendirilmesi gerektiği[45] fikrini benimsemiş olan İslam hukukçularının bu düşünceleri özellikle ceza hukuku tarihi açısından önemlidir.
İslam hukukunda hakim olan bu görüş, “Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (maktulün
hakkını talep hususunda) bir selahiyet vermişizdir. O da katlde israf etmesin”[46] ayetiyle de delillendirilebilir.
Genel itibariyle İslam dini insanların, Allah’ın koyduğu ölçüler dahilinde hareket etmelerini ve bu sayede suç veya günah
oluşturabilecek nitelikteki fiillerden sakınarak
yaşamalarını amaçlar. Bundan dolayı İslam hukuku nasslarında insanların emir
ve yasaklara kendi iradî fiilleriyle uymalarını teşvik edici hükümler yer almaktadır. Bu
bağlamda İslam hukuku, şahısların kendi iradeleriyle suç doğuran fiillerden kaçınmalarını sağlamak için Kur’an’daki ahiret hayatıyla ilgili ifadelerden
yararlanarak hukuka içsellik kazandırmaktadır. Teorik bağlamda İslam hukuku içselliği sağlam olan bir hukuk olmakla birlikte bu hukukun uygulandığı her bölgedeki insanlar aynı ölçüde hukuk
normlarını içselleştirmiş olamayacağı gibi bu hukukun uygulama alanında sadece müslümanların yaşamayacağı gerçeğini de göz önüne alarak belirli prensipler doğrultusunda İslam ceza hukukunun formel hale
getirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
1.
Genel Olarak Cezaların Gayesi
İslam ceza
hukukundaki hadd, kısas ve diyet gibi bazı suçların cezaları doğrudan şari’ tarafından tayın ve tespit edildiğinden bu tür cezaların amaçlarının
kesin sınırlarını belirleyerek bu cezanın amacı şudur gibi kati ifade kullanmak doğru değildir. Ancak ayetlerden, sünnetteki belirgin bazı ifadelerden ve İslam hukukçuları tarafından kabul
edilen ta’zîr cezaları gibi tayın ve tespitinin hatta uygulama biçiminin kamu
otoritesine bırakılmış olması mentalitesinden hareketle, genelde İslam ceza hukukunun gayesine, özelde
ise ceza vermenin amacına matuf bazı hususlar belirlemek mümkündür.
a)
İslam ceza hukukunda fail-suç-toplum üçlüsü her zaman göz
önünde bulundurulduğu için suç işleyene ceza vermek ne onları sahip oldukları insanî değerlerden uzaklaştırma ne de onlara zulmetme gayesi taşır. Zira İslam hukukuna göre ceza verme yetkisini elinde bulunduran
otoriteye böyle bir hakkın tanınmadığı, “(Habibim) onların üzerine muslallat (zorba) değilsin”[47] ve “Sen onların
üstünde zorba değilsin”[48] gibi ayetlerin de
açık ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ayrıca insan olmaları dolayısıyla suçlulara rıfk ve
güzellikle muamele edilmesi gerektiğinin genel bir ilke olarak benimsenmesi, “Biz seni alemlere
ancak rahmet için gönderdik”[49] ayetinden istinbat
edilebilecek bir husustur. Kaynaklarda fukahanın bu husus üzerinde hassasiyetle
durdukları da bilinmektedir.
b)
Peygamber de suçlulara işkence yapılarak cezalandırılmalarının
yanlışlığına dikkat çekerek cezalandırma yetkisiyle atanmış kişilerin müsle (el, ayak, burun, kulak keserek, göz oyarak / işkenceyle cezalandırma) ile muamelelerde
bulunmalarını kesinlikle yasaklamıştır[50]. Bunun gibi
yine peygamber suçun boyutu, ölçüsü ve toplumda uyandırdığı infialin derecesi ne olursa olsun
suçluları cezalandırırken azab etmek maksadı güdülemeyeceğine de dikkat çekerek, “Allah’ın
azabıyla azab etmeyiniz”[51] talimatını vermiştir.
İslam ceza hukuku
açısından bir şeyi yapmanın veya
terk etmenin suç olarak kabul edilebilmesindeki esas; yapılan veya terk edilen
fiilin toplumun istikrarlı bir şekilde muhafazasını, geleceğini, nizamını sosyal ve psikolojik yapısını tehdit suretiyle
topluma zarar vermesine ve hukukun fertlerin menfaatlerini ve şahısları koruma arzusuna tecavüz
neticesi kişilerin ve toplumun
alayhine bir zararın meydana gelmiş olmasına dayanmaktadır. Klasik kaynaklarımızda belirtildiği üzere, İslam hukukunun korumayı hedeflediği menfaatler; din, can, akıl, nesil (ırz), ve mal[52] ile
alakalıdır. Bunlar aynı zamanda İslam dininin genel amaçları olarak kabul edilmektedir.
Yukarıda sayılan beş esasın aslında ilahî dinlerin tamamının genel amaçları olduğu gibi felsefenin bile bu amaçları taşıdığı bilinmektedir[53].
Fert ve toplum menfaatlerine zarar veren fiil ve terklerin suç
kabul edilmesi esasında genel prensip olarak bugünkü ceza kanunları İslam ceza hukukuyla paralellik arzetse
de bu genel prensibin cari olduğu saha ile uygulama nispetinde ve hedeflenen amaçlarda İslam ceza hukukundan ayrıldıkları
görülmektedir. İslam ceza hukukunun
dine, zinaya, aklı ifsad eden şeylerden onu korumaya son derece önem verdiği bu suçlar için öngörülen cezalardan
anlaşılmaktadır. Bu manada, belirli şartları haiz irtidat suçuna karşılık ridde cezası, zanilerin şikayete bağlı olmaksızın cezalandırılmaları
(hadd-i zina) ve içki içmenin tek başına suç olarak kabul edilerek karşılığında, miktarı tartışmalı da olsa, bir cezanın (hadd-i şirb) uygun görülmüş olması İslam ceza hukukunu günümüz ceza hukuklarından ayıran farklılıklar
olarak görünmektedir.
Cezaların belirlenmesinde İslam ceza hukukuyla pozitif ceza hukukumuz arasında yukarıda da
ifade etmeye çalıştığımız bazı
farklılıklar vardır. Bu farklılıklar bir takım fiillerin veya terklerin her
iki hukukun mentalitesine göre suç kabul edilip edilemeyeceği hususundaki farklılıktan
kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi ise; her hangi bir fiilin veya terkin fert ve
toplum menfaatlerine zarar vermiş olma ölçüsünün, İslam hukukunda ve diğer hukuk anlayışlarında mevcut fikir ve değer yargıları çerçevesinde menfaatlerin takdir edilmesine ve değerlendirilmesine bağlanabilir[54].
Bu açıklamalardan sonra İslam ceza hukukuna göre, suç oluşturan fiilinden dolayı suçluya ceza uygulamanın amaçlarını iki
genel başlık altında toplayarak incelemenin
mümkün olacağı kanaatindeyiz.
1.1.
Cezaların Genel
Önleme Gayesi (Sosyal Fayda)
İslâm hukukçularının
ceza hukuku alanında çizdiği çerçeve içerisinde değerlendirilebilecek bütün cezalarda sosyal faydanın varlığı, kamu yararını temin ve toplumu oluşturan fertleri doğru olana yönlendirme, hatalı davranış ve yanlışlardan uzaklaştırma amacının bulunduğu hususunda ittifak vardır[55]. Cezalarda genel ya da
kollektif önleme amacının bulunduğu, yani sosyal faydanın gözetildiği hemen hemen bütün hukukçular tarafından da kabul edilen bir hu-
sustur[56].
Klasik kaynaklarımızda ifade edildiği üzere, bazı fukahanın aleniyet prensibi olarak, cezaların
halkın gözleri önünde tatbikini (cezanın infazı) esas kabul etmiş olmaları aslında cezanın infazı
sırasında orada bulunan ve suç işlemeye meyyal başka kişilerin de muhtemel suçlarını önleyebileceği anlayışına dayanmaktadır. Aslında bu değerlendirme kendi sosyo-kültürel şartları içinde doğrudur. Ancak bu durumun özellikle ağır cezaların infazı sırasında orada bulunan kişilerin psikolojik yapılarında önemli
ölçüde bozulmalara da sebebiyet verebileceği göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Bundan dolayı günümüz
şartları ve toplumun sosyo-kültürel
yapısı dikkate alınarak fukahanın aleniyet prensibi olarak ortaya koydukları
hususun yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
Cezaların genel anlamda bir önleme fonksiyonu icra edebilmesi için
ibret anlamında değerlendirilebilecek olan aleniyet ilkesini toplumsal şartlara göre en faydacı bir şekilde uygulamak gerektiği kanaatindeyiz. Bu durum pozitif ceza
hukukçuları tarafından da benimsenmiş olmasına rağmen ceza kanunlarında gereği gibi yer bulabilmiş değildir[57].
İslam ceza hukukuna göre cezaların infazı sırasında aleniyetin bir
prensip olarak kabul edilmesi Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilmektedir. Bu
hususun dayandırıldığı ayet, “...münminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun”[58] şeklindedir. Bu ayet günümüz şartları açısından değerlendirildiği zaman aslında cezanın insanların
gözleri önünde infaz edilmesi yerine suçlunun işlemiş olduğu suçun kendi yanına kâr kalmadığının toplum tarafından bilinmesini ifade ettiği söylenebilir. Burada cezaya şahit olmaktan maksat, cezanın tam ve
eksiksiz olarak infaz edildiğine olan toplumsal inanıştır. Yani cezaların infazında yetkili müessesenin şeffaf olması ve istenildiği zaman herkese izah edilebilmesi
gerekir. Bu şekilde suça denk
cezanın suçluya uygulandığının basın ve yayın organları vasıtasıyla duyurulması aleniyet
prensibi çerçevesinde değerlendirilebilir.
Cezalardaki genel önleyicilik fonksiyonu, sadece cezaların
aleniyetiyle de yerine gelmiş olmaz. Bunun yanında cezaların hukukçular tarafından etraflıca değerlendirilmiş ve kanun maddesi olarak kodifike edilmiş olmaları da gerekir. Hatta cezaların
bir şekilde topluma yansıtılması, ceza
müeyyidesiyle karşılaşma korkusunun insan üzerindeki psikolojik etkisi olarak tezahür
edeceğinden pek çok kişiyi suç işlemekten uzak tutacaktır[59]. Bütün bunlara ilave olarak insanların
suç işlediklerinde mutlaka cezalarını
çekeceklerine de inandırılmaları gerekmektedir. Burada ceza hukukunda yer alan
cezaların varlığından haberdar olan
kişinin onların acı ve ıstırabından
korkacağı ve böylece suç işlemekten çekineceği[60] genel anlayışı hakimdir.
İslam ceza hukukunda yer alan ceza çeşitlerinden bazılarının kısa bir değerlendirmesini yaparak; cezalar önleyici bir fonksiyon icra
eder veya cezalar sosyal gaye taşımalıdır şeklindeki genel prensipleri temellendirmeye çalışacağız.
1.1.1.
Devlet Otoritesine
Yönelik Suçlara Verilen Cezalarda
İslam ceza hukukunda yer alan ve şâri’ tarafından vazedilmiş olan cezaların bazılarında sosyal amacın ağırlıklı olarak gözetildiği açık bir şekilde görülmektedir. Bunlar daha çok
toplumsal barışa yönelik suçlara
tatbik edilen ceza türleridir. Bu cezalar klasik kaynaklarda el-bağy ve kat’u’t-tarîk gibi başlıklar altında genişçe tartışılmıştır. el-Bağy (kamu otoritesine karşı isyan hareketi) suçuna verilecek cezaya ilişkin Kur’an ve sünnette doğrudan bir delil bulun- mamasına[61] rağmen onun dayandırıldığı delil, “Müminlerden iki taraf vuruşacak olursa aralarını bulup barıştırın. İçlerinden biri ötekine tecavüz ederse
mütecavizlere karşı Allah’ın emrine dönünceye kadar vuruşun, tecavüz eden taraf Allah’ın emrine
dönerse iki tarafın arasını adalete riayetle uzlaştırın; hak ve adaletten ayrılmayın
Allah adalet ve insaf sahiplerini sever”[62] ayetidir. Bu ayet ülke insanlarından
haksızlık yapanları ve kamu otoritesini sarsacak hal ve davranış içerisine girenleri devlet otoritesinin
ıslah etmesi için gerektiğinde güç kullanabileceğine de delalet etmektedir[63].
Grup olarak nitelendirilebilecek kadar bir kalabalığın isyan hareketi başlatarak mevcut otoriteye baş kaldırması anlamına gelen el-bağy,[64] İslam hukukçularına göre, kamu otoritesince gerektiğinde silah gücüyle dağıtılmasını ifade eden sosyal içerikli
bir suçtur. Ebu Hanife, bu tür olayları fitne olarak nitelendirerek fitnenin
ortadan kaldırılması toplumsal şartlar içerisinde nasıl mümkün olacaksa o şekilde muamele edilmesi gerektiği hususuna dikkat çekmiştir.[65] Kısaca İslam hukukçuları ehl-i bağyın fiillerinden vazgeçmemeleri halinde
toplum barışını, sulh ve
sükuneti sağlayacak şekilde, öldürmek de dahil olmak üzere,
onlara her türlü muamele yapılabileceği görüşündedirler.[66]
İslam ceza hukukunda kat’u’t-tarîk (yol kesme) olarak ifade
edilen cürüm de toplum huzur ve güvenliğini tehdide yönelik bir suç olduğundan bu çeşit fiiller için takdir edilecek cezalar da sosyal barışı ve toplumsal huzuru sağlamaya yöneliktir. Klasik kaynaklarda kat’u’t-tarîk
başlığı altında genişçe izah edilen bu suçun hukukî dayanağı, “Allah ve peygamberine savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk
çıkaranların cezası (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının
çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada
çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara büyük bir azab vardır. Ancak sizin
onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler olursa bilin ki Allah, bağışlayan, esirgeyendir[67] ayetleridir. Burada
suçlunun kendiliğinden pişmanlık duyarak kendisini ıslah etmiş olması, durumunu düzeltip topluma uyum sağlayan bir fert haline gelmesi,
cezalandırmadaki genel amacın gerçekleştiği anlamını taşıdığından cezanın düşürülmesi gerektiğine açık bir delalet vardır. Bu durum cezalandırmadaki genel ve
özel gayenin ne olması gerektiği hususunda da bir fikir vermesi açısından dikkate şayandır.
Bir çeşit ölüm cezası olan kısasın[68], toplumu muhafazaya yönelik
bir fonksiyon icra ettiği, “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır”[69] ayetinin
delaletinden anlaşılabilir. Zira burada mefhumun delaleti açık bir şekilde görülmektedir. Bu ayetle ilgili
İslam alimlerinin genel değerlendirmeleri; başkasını öldürmeyi tasarlayan kişi, öldürme fiilini gerçekleştirmesinin ardından kendisinin de ceza
olarak öldürüleceğini bildiğinden dolayı bu düşüncesini fiiliyata aktarmaktan kaçınacağı[70] şeklindedir. Zira herkes için bizzat kendi hayatının önem
açısından öncelik arz edeceği bir gerçektir. Yani kısas cezasının nasslarda yer alması başkasını kasten öldürmeyi planlayan kişiyi bu fiilinden caydırmış ve böylece hem kendisi hem de öldürmeyi
planladığı kişi hayatta kalmış olur.
1.1.3.
Özel Mülkiyeti
Korumaya Yönelik Cezalarda
Özel mülkiyet, nasslarda yer alan ifadelere göre, hukukun koruması
alanında değerlendirilmiştir. Mülkiyete karşı yapılacak tecavüzlerin haksız sonuçlar
doğuracağı, tazminat ve cezaî sorumluluğu gerektireceği de, “Ey iman edenler karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı
aranızda batıl (haksız) yere yemeyin...”[71], ayeti ile veda haccında Hz. Peygamberin;
“Bu gününüz, bu ayınız ve bu beldeniz haram olduğu gibi, kanlarınız ve mallarınız da
birbirinize haramdır...”[72] ifadelerinden
açıkça anlaşılmaktadır.
Özel mülkiyeti korumaya yönelik cezalardan biri şüphesiz hırsızlık cezasıdır. Hırsızlık
cezasına ait Kur’an’da son derece düşündürücü bir cezaî müeyyide bulunmaktadır. “Hırsızlık yapan
erkek ve kadının, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza
olarak ellerini kesin...”[73] Bu ifade
bütün toplum fertlerinin dikkatlerine sunulmuştur. Kur’an’da yer alan bu ifade hırsızlık cezasının ibret
maksatlı olduğunu da açıkça beyan
etmektedir. Kanaatimize göre buradaki ibret ifadesi cezanın sadece varlığının bilinmesinin bu nevi suçları
önlemeye matuf olduğuna da işaret etmektedir.
1.1.4.
Zina Cezasında
Kur’an’da yer alan ve çalışmamızda örnek olarak değerlendireceğimiz bir başka ceza çeşidi de zina cezasıdır. Bu ceza ile aileyi Kur’an iki temel
iradenin sahipleri arasında hıyanetin ortaya çıkmasına ve cemiyet hayatında
izzet ve nezahetin yokluğuna sebep olan en deni fiilin önlenmesi hedeflenmektedir[74].
Bu cezanın hukukî dayanağı, “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer (celde) değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah’ın dini konusunda
o ikisine acımayın. Onların ceza görmesine inananlardan bir topluluk da şahit olsun”[75] şeklindeki ayettir. Burada aleniyetin
varlığı açıktır. Bazı İslam hukukçularına göre bu aleniyetten
maksat diğer insanların bu olaydan ibret
almalarıdır[76]. Bu ayete
göre zina cezasının gizli kapalı olacak bir şekilde tatbik edilmesinden kaçınmak ve bu cezanın tatbik edildiğinden tüm toplumun veya topluluk niteliğini taşıyan bir kalabalığın haberdar edilmesi gerekmektedir.
Zina cezasının herkesin müşahede edebileceği bir mekanda infaz edilmesi gerektiği klasik kaynaklarımızda, geçmiş dönem İslam hukukçuları tarafından detaylı bir şekilde ortaya konulmuştur. Cezanın infazı bu bağlamda değerlendirildiği zaman cezanın infazını bizzat müşahede eden kişiler için bu durumun caydırıcılık niteliği taşıyacağına da dikkat çekilmiştir[77]. Bu anlayışa göre insanın cezanın infazına bizzat
şahit olması her hangi bir suçu işleyeceği zaman benzer şekilde cezalandırılacağını düşünerek suç oluşturabilecek nitelikteki fiillerden uzak durmayı tercih edeceği[78] realitesi, cezaların
infazındaki aleniyetin genel önleme amacı taşıdığı anlamına gelmektedir.
Cezaların formel olarak bizzat toplumdaki fertler tarafından varlığının bilinmesi yanında İslam ceza hukukuna göre cezaların
infazında aleniyetin esas ilke olarak kabul edilmiş olması; insanların bir şeylerden menfaatlenmekten ziyade
nefislerinin eziyet görmemesini tercih edecekleri mentalitesine
dayandı- rılabilecek psikolojik bir durum olarak değerlendirilebilir.
1.2.
Cezanın Özel Önleme Gayesi (Uslandırma)
Suçluların cezalandırılmalarındaki önemli amaçlardan biri de şüphesiz cezaların özel önleme
(uslandırma) gayesi taşımalarıdır. Bu durum İslam hukuku nasslarından istinbat edilebilir. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi el-bağy cezasının dayanağı olan ayetin devamında bu hususa
dikkat çekilmektedir. Bunun gibi hırsızlık cezasının hukukî dayanağı olan “Hırsızlık yapan erkek ve
kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima
üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. Kim yaptığı haksızlıktan tevbe eder, uslanırsa şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul
eder. Çünkü Allah bağışlayan, acıyandır”[79] ayeti de cezanın
özel önleme fonksiyonu taşıması gerektiğine işaret etmektedir. Zira burada işlediği suçundan pişmanlık duyup kendisini uslandıran kişinin cezalandırılmaması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
İslam hukukçularının
çoğunluğu yukarıdaki hırsızlık cezasıyla ilgili ayette ifade edilen
hırsızın tevbe ederek kendini ıslah etmiş olması haline malı çalınarak mağdur duruma düşen kişinin rızası şartıyla cezanın düşürüleceği şeklinde görüş beyan etmişlerdir. İmam Şafii'’den rivayet edilen bir görüşe göre ise onun, mal sahibinin yani suç mağdurunun iznine (rıza) gerek olmaksızın
cezanın düşürüleceği kanaatinde olduğu şeklindedir[80].
Fukahanın çoğunluğu da hadd-i sirkatin (hırsızlık cezası) zecr (önleme, men etme,
engelleme) maksadına binaen vaz’ edildiği, telef etme (ortadan kaldırma, yok etme) gibi bir maksat taşımadığı kanaatindedirler. Hatta İslam hukukçuları hadd cezalarını insanları büyük suçlardan
(haram) zecr maksatlı olarak teşrii edildiği, İslam’a göre muhterem (hukukun koruması altında) kabul edilen
canları ortadan kaldırmak için meşru kılınmadığı kanaatindedirler[81].
İslam’a göre insan şari’ için önemli bir varlıktır. Bu durum, “Ben yer yüzünde bir
halife varedeceğim”[82], “Şüphesiz biz ademoğlunu şerefli kılmışız- dır”[83], “Andolsunki,
biz insanı en güzel surette yarattık”[84] gibi ayetlerle de
delillendirilir. Suçlular da birer insan olduğuna göre Allah yer yüzünün en önemli varlığı olarak yaratmış olduğu insanlardan suç işleyenler için ceza vazederken onları, tabir caizse, sırf sadistçe
cezalandırmayı, kişileri veya onların önemli bazı organlarını ortadan kaldırmayı
amaçlamış olamaz. Bunun için suçlar kişilerin insanî değerlerden sapmaları olarak anlaşılmalı ve cezalar da bu sapmaların
düzeltilmesi, sapan kişilerin insanî değerlere tekrar döndürülmesi için bir vasıta olarak uygulanmalıdır.
Allah’ın vazetmiş olduğu cezaların bazılarında insanları ıslah etmek ve normalden sapan
davranışlarını düzeltmeleri için onları
uslandırma potasına girmeye zorladığı da açıkça görülmektedir. Nitekim insanların büyük emekler
vererek elde ettikleri şeyleri, sapma olarak görünen bazı davranışlarının neticesi olarak elinden
çıkarmaya zorlanmalarının sonucunda eylemlerini kontrol altına almaları sağlanmış olacaktır. Kur’an-ı Kerim’deki, hataen adam öldürmenin cezası
olarak mümin bir köle azadı ve diyet ödenmesi[85], zihar yapanın köle azadı[86], yemin edip
yemininden dönen kişinin köle azad etmesinin zorun- luluğu[87] gibi
hususlarda bunu açıkça görmek mümkündür. Bu ve benzeri olaylarda faillere
keffaret ödettirilmesi kişileri emek sarf ederek kazandıklarından vazgeçmeye zorlamak
suretiyle yapılan bir ıslah faaliyeti olarak değerlendirilebilir.
Bunlar gibi, normal davranışlardan sapan insanları bazı davranışları yapmaktan kısıtlamak suretiyle de ıslah etme metodunun
uygulanabileceği yine Kur’an-ı
Kerim’de ifade edilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz hususlarda maddi imkanları müsait olmayanların hataen adam
öldürme ve ziharda iki ay aralıksız, yemin keffaretinde ise, üç gün aralıksız
oruç tutmaya zorlanmaları oruçla insanların ıslah edilebileceğini ifade etmektedir.
İslam hukukçuları arasında cezaların, suçlunun uslandırılması,
topluma uyum sağlayacak bir şekilde yeniden iadesi gibi bir işlevi yerine getirdiği fikrine sahip olanlar çoğunluktadır[88]. Bugün cezanın suçluyu
uslandırma amacına yönelik olma olgusunu özel önleme fonksiyonu veya
caydırıcılık fonksiyonu isimleri de verilmektedir[89]. Esasen ceza, suçundan dolayı
ceza gören kişiyi ıslah suretiyle
yeniden suç işlemesine mani olacak
niteliğe sahip olmalıdır[90].
İslam ceza hukukundaki klasik bölümlemede ta’zir grubuna
giren suçlardan her hangi birini işleyen kişinin şahsını ıslah etme, uslandırma ve suçluda ortaya çıkan bozuk düşünce ve davranışları düzeltme gayesinin gözetildiği açıkça anlaşılmaktadır[91]. İslam hukukçularının çoğunluğu ta’zîr cezalarının bu amaca yönelik bir işlev gördüğü hususunda fikir birliği içindedir[92].
Dini kaynakların bir kısmında, hukukî
cezalar suçluyu ıslah ve onu terbiye etmeyi hedef aldığından dolayı, ceza suçlulara Allah’ın
bir rahmeti olarak değerlendirilir. Yani cezalar Allah’ın insanlara rahmetinin bir
tecellisi olarak görülür. Bundan dolayı babanın evladını terbiyesindeki,
mürebbiyenin kendisine teslim edilen çocuğu terbiyesindeki, doktorun hastayı tedavi etmesindeki maksatları
gibi suç işleyenin de işlediği suç karşılığı ona iyilik ve bir nevi merhamet olarak ceza uygulamak gerekeceği hakim kanaattir[93]. Çünkü kişiyi suça iten şey onun ahlakının kötü yönü olarak
kabul edilir. Cezalandırmayla ise, suçlunun kötü ahlaktan kurtulması, ahlaken
iyiye yönelmesi sağlanacaktır. Burada hastaya faydası dokunacak fakat aynı zamanda
acı ve ıstırap verici ilacı kullanmaktan doktorun kaçınmaması gibi suçluyu
ıslah edip düzeltecek olan cezayı uygulamakta da tereddüt bile etmemek gerektiği şeklinde bir mantık yürütülebilir. Nitekim hastaya öncesiyle fazla
korkulu anlar yaşatan, sonrasıyla acı ve ıztırap veren ameliyat, şayet hastayı tedavi edecekse
geciktirilmeden uygulanması gereken bir yol olarak kabul edilmektedir.
Çağdaş hukuk anlayışında suçluyu topluma yeniden intibak
edebilecek hale getirmek ve böylece onu tekerrüre düşmekten korumak cezanın başta gelen amaçlarından biri olarak kabul
edilmektedir. Ondukuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra hukukçuların pek çoğunun cezanın, suçluyu yeniden topluma
intibak ettirme fonksiyonu üzerinde ısrarla ve önemini belirterek durmaya başladıklarını görmekteyiz[94].
İslam ceza hukukunda ta’zîr bölümünde ele alınan cezaların ağırlıklı bir şekilde suçlunun durumu gözetilerek
uygulanması gerektiği önemli bir husustur. Burada suçlunun toplumu oluşturan fertlerden her hangi birisi olduğu mentalitesinden hareketle onu tekrar
sağlıklı ve uyumlu bir kişi olarak topluma kazandırma anlayışının hakim olduğu bir gerçektir. Ta’zîrler için
el-Maverdî, cezaların, suçlunun durumuna ve onu ıslah kabiliyetine göre değişik şekillerde uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır[95]. Ta’zîr
cezalarının zamana, şartlara, suça ve suçlulara göre değişiklik gösterir özellikte
kabul edilmiş olması da İslam hukukuna göre bazı cezaların özel
önleme gayesi taşıdığını ortaya koyabileceğimize delil teşkil eder.
İslam hukukçularının ta’zîrlerle ilgili genel yaklaşımları, suç ve suçlunun durumuna göre
hakimin takdir yetkisinin geniş olduğu ceza çeşitleri şeklinde- dir[96]. Belki de bu
duruma işaret etmek için bazı İslam hukukçuları ıslah oluncaya
kadar ifadesini özellikle kullanmışlardır. İslam hukukçularının bu ifadelerine göre, özellikle şari’ tarafından tayin ve tespit edilmemiş olan cezalarda özel önleme, ıslah
(uslandırma) amacının ağırlıklı bir şekilde gözetilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olmakla birlikte ta’zîr cezalarında da toplum
menfaatlerinin gözetildiğini göz ardı etmek mümkün değildir.
Burada şari’in şahsî suç kategorisine giren suçlar (takibi şikayete bağlı suçlar) için mağdur olanlara affetmeyi tavsiye etmiş olmasının da suçlunun kişiliğiyle ilişkilendirilerek değerlendirilmesi gerektiği hususu[97] konumuz
açısından önemlidir.
Peygamber de şüpheli durumlarda amme suçlarının karşılığı olan cezaların (hadd cezaları) düşürülmesini tavsiye etmiş ve afta hata etmenin cezada hata etmekten daha hayırlı olacağına dikkat çekmiştir[98]. Cezaların tatbikinde suçlunun
durumunun gözetilerek muamele edilmesi hususunda İslam hukukçularının hassasiyetle durduklarının[99] vurgulanmasında fayda
olacaktır. Çünkü İslam alimleri İslam hukukundaki hükümlerin insanları ahlaken kemale ulaştırmak için konulduğu hususunda hemfikirdirler.
SONUÇ
Cezaların gayeleri, genel anlamda
toplumun bütün fertlerini ilgilendiren bir husus olmakla birlikte öncelikli
olarak ceza hukukçularının meseleye eğilmeleri gerektiği bir gerçektir.
Bu manada cezalandırmanın gayesi meselesi tarih boyunca
hukukçuları meşgul etmiş ve bu konuda değişik görüşlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Toplumun çıkarı, yararı, korunması ve suçlunun durumu ile
ıslahı gayelerini göz önüne alarak, bugünkü hukukçuların çoğunluğunun da kabul ettiği gibi, İslam ceza hukukuna göre cezaları iki kategoride değerlendirmemiz mümkündür. Buna göre İslam hukuku nasslarında ifade edilen
hadd, kısas ve diyet cezalarını doğrudan doğruya toplum düzenine karşı işlenmiş ve toplumu tahrip etmeyi hedef almış suçlara uygulanacak cezalar olarak değerlendiriyoruz. Bu çeşit cezalarda suçludan ziyade toplumun
menfaatleri yani kamu yararı gözetilmektedir. Buna cezanın genel önleme amacı,
yani sosyal faydası ve gayesi diyoruz.
Bunların dışında kalan ta’zîr cezalarında ise, doğrudan doğruya suçlunun şahsını ıslah etmenin hedeflendiğini söyleyebiliriz. Bu durumu da cezanın özel önleme, yani
uslandırma amacı olarak değerlendiriyoruz. Genel tasnif böyle olmakla beraber cezaların
gayelerini birbirinden tamamen bağımsız olarak özel ve genel önleme şeklinde düşünmek ve böyle bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Ancak müşahhas bazı şeyler ortaya koyabilmek için cezadaki amacın hangi yönü ağır basıyorsa o kategoriye dahil
edilerek değerlendirilmesi belki
sistemli bilgi verme açısından bir kolaylık sağlayacaktır.
İslam hukukçularının şari’in ceza vazetmedeki gayesine bakış açılarını da; suçluyu ıslah ve suç oluşturabilecek nitelikteki fiillerin önüne
geçebilmek şeklinde genel bir
ilke olarak ifade edebiliriz.
KAYNAKÇA
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,
Beyrut, tsz.
Akşit, M. Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları, İstanbul, tsz.
Bardakoğlu, Ali, “Ceza”, DİA, İstanbul, 1993, VII
-------------- , “Had”, DİA,
İstanbul, 1996, XIV
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, tsz.
Buharî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, İstanbul, tsz.
el-Cassâs, Ebu Bekr Almed b. Ali
er-Razî, Ahkamu’l-Kur’an, Beyrut, 1985
Dağcı, Şamil, İslam Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara, 1999
Damad Efendi, Abdullah b. Muhammed b.
Süleyman, Mecmau’l-Enhur fî Şerhi Multeka’l-Ebhûr, Beyrut, tsz.
Dönmezer-Erman, Sulhi-Sahir, Nazari
ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1987
Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistanî, es-Sünen,
Beyrut, 1988
Ebu Ya’la, Muhammed b. Huseyn el-Ferra,
el-Ahkamu’s-Sultaniyye, Beyrut, 1983
Ebu
Yusuf, Yakub b. İbrahim, Kitabu’l-Harac, Kahire, 1972
Erdem,
Hüsamettin, Din-Felsefe Münasebeti, Konya, 1997
Erem,
Faruk, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 1974
el-Gazalî, Ebu Hamid b. Muhammed, el-Mustasfâ
min İlmi’l-Usûl, Mısır, h. 1322
İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetü Reddi’l-Muhtar, İstanbul, 1984
İbn Humam, Kemaliddin Muhammed b. Abdilvahid es-Sivasî, Şerhu Fet- hi’l-Kadir, Beyrut, tsz.
İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, es-Sünen,
Beyrut, 1975
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1987
el-Kasanî, Alauddin Ebu Bekr b. Mes’ud,
Kitabu Bedai’u’s-Sana’i fî Tertîbi’ş-Şerai’, Beyrut, 1986
36
/ Ceza Vermenin Teleolojik Boyutu
el-Maverdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, el-Ahkâmu’s-
Sultaniyye ve’l-Vilâyetü’d-Diniyye, Beyrut, 1985
el-Mavsılî, Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, İstanbul, 1984
es-Sabunî, Muhammed Ali, Revai’u’l-Beyan Tefsiru Ayâti’l-Ahkam
mine’l- Kur’an, Mekke, tsz.
es-Serahsî, Şemsu’l-Eimme Ebu Bekr Muhammed b. Ebi Sehl, Kitabu’l- Mebsût,
Beyrut, 1986,
Şafak, Ali, “Bağy”, DİA, İstanbul, 1991, IV
eş-Şatibi, Ebu İshak İbrahim b. Musa, el-Muvafakât li Usûli’ş-Şeri’a, Beyrut, t.siz
Udeh, Abdulkadir, et-Teşriu’l-Cinaiyyi’l-İslamî Mukarinen bi’l-Kanuni’l- Vad’i, Kahire, tsz
Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, tsz.
Zeydan, Abdulkerim, İslam Hukukuna Giriş (Çev.: Ali Şafak), İstanbul, 1985
KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi
2(2003) s.37-52
PAZARCIK
YÖRESİ ALEVİLERİNDE ÖLÜM VE ÖLÜ İLE İLGİLİ
UYGULAMALAR
YrdDoç.Dr.Hamza KARAOĞLAN[100]
ÖZET
Ölüm olayı Türk kültürü ve
düşüncesinde önemli bir
yer işgal etmektedir.
Hayatın önemli geçiş menseklerinden biri
olan ölüm karşısında duyulan ve
sonrasında görülen uygulamalar araştırmamızın ana konusunu oluşturmaktadır. Bu çerçevede Pazarcık yöresi Alevilerinde ölüm ve ölü
ile ilgili yapılan uygulamaların tespitleri yapılmış ve bu pratiklerin İslam öncesi Türk kültür ve inanç sistemi ile benzerlikleri
üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Pazarcık, ölüm,
inanmalar, ritüeller.
ABSTRACT
The phenomenon of death occupies an important position in Turkish
culture and thought. The pain feeled on death which is one of the very
important stages of life and the practices fulfilled after this are the subject
of this study. We studied in this work the death and the practices related with
death in Alevi’s (a kind of popular Islam) of Pazarcık and their relationship
and similarity with Pre-Islamic Turkish culture and belief structure.
Key Words: Pazarcık,
death, beliefs, rituels.
GİRİŞ
İnsanlığın yaşadığı ortak olaylardan birisi olan ölüm, hemen her toplumda hayatın en
önemli geçiş evrelerinden
birisini oluşturur. Bu geçiş sırasında ve sonrasında tüm toplumlarda
bir takım dini ritüeller, adetler ve törenler uygulana gelmiştir. Bu törenlerin şekli ve uygulanış biçimi toplumların yaşadıkları kültür ve medeniyetleri ile
yakından alakalı görülmektedir. Ölüm karşısında oluşturulan farklı tutum ve davranışları bu çerçevede değerlendirdiğimizde, Türklerin ölümle ilgili adet ve inanmalarının izlerini,
içerisinde yaşadığı medeniyetin yanında, geçmişten günümüze taşıdığı değerler sistemi içerisinde de aramak gerektiğine inanıyoruz. Pazarcık yöresi
Alevilerinde ölüm ve ölüm sonrasında uygulanan pratikleri de bu çerçevede değerlendirmek istiyoruz. Bunu yaparken,
günümüzde, yörede uygulanan pratiklerle, İslam öncesi Geleneksel Türk Dininde var olan uygulamaların paralel
olanlarına da konumuz içerisinde yer vereceğiz. Bunun yanında yörede tespit edilen manevî halk inanışları yanında Alevî-Bektaşî anlayışından kaynaklanan ortak inanmaları da değerlendi
receğiz. İncelememizi ölü ile ilgili yapılan uygulamalar, ölüm etrafında oluşturulan inanmalar ve anma günleri şeklinde üç başlık halinde ele alacağız.
Araştırmayı mülakat ve descriptif metotla ele alıp inceledik. Konu ile
ilgili verileri, 2002-2003 yılları içerisinde farklı zamanlarda konuya ilgisi
olan kişilerle yapılan görüşmelerde elde ettik. Bilgi elde
edilmesinde; ilgili kişilerle mülakat yapılırken teyp kullandık. Daha sonra, teyp
kayıtlarındaki bilgileri ilgili konulara göre tasnif ettikten sonra yazılı hale
getirdik.
1-
ÖLÜM VE ÖLÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR
Ölüm olayının vukua gelmesiyle beraber, ölünün çenesi bağlanır, başı kıble tarafına çevrilir ve ayakları başparmaklarından birbirine bağlanır, cesedin üzerindeki elbiseleri
ise yırtılmak suretiyle çıkarılır. Elleri göğsünün üzerine konulur ve yıkanıncaya kadar bu durumda bırakılır.
Ölenin gözleri, uzakta ve yurtdışında olan en yakınlarının (çocukları, hanımı, kardeşleri vs.) isimleri tek tek sayılarak
kapatılır. Gözleri açık gidenlerin sevdiklerini göremeden öldüğü için gözlerinin kapanmadığına inanılır. Akşamdan ölen kimsenin şişmemesi için karnına ip yumak konulur. “Teni topraktandır,
topraktan geldi toprağa gidiyor, bir an evvel yerine kavuşsun” denilir. Ertesi gün ölünün gömülmesi
sağlanır. Şayet ölen kimsenin cesedi donmaz ve diriymiş gibi görünürse, sevdiklerinden birkaç
kişiyi daha yanına çağıracağı şeklinde yorumlanır.
Bu durumda ölüye “Güle güle git, yolun açık olsun, ölüm senin olsun,
diğerlerine başka acı verme” şeklinde hitap edilir.
Yörede ölümün verdiği acı ve sıkıntının biran önce evden gitmesi ve ölenin öbür
dünyada giyeceksiz kalmaması için yapılması gereken başka bir işlem de ayakkabılarının evin eşiğinin dışarısına çıkarılması ve mümkünse aynı
saat ya da gün içerisinde bir fakire verilmesidir. Bunun yanında ölenin çamaşırları, yatak ve yorganı yine evin dışarısına avluya çıkarılmakta ve aynı gün
yıkanarak üç gün süreyle evin içerisine sokulmadan avluda bekletilmesi temin
edilmektedir.
Ölenin ruhunun evini kolayca bulabilmesi için, onun odası üç gün
süreyle geceli gündüzlü aydınlatılır. Bu süre içerisinde en yakın dostları ve
akrabaları cenaze sahiplerini yalnız bırakmazlar ve geceleri kimse uyumaz.
Aynı uygulamanın İslam öncesi Geleneksel Türk Dinine mensup Beltir’lerde de olduğu görülmektedir. Beltir’lerde “Mezardan
dönenler hep beraber ölünün çıktığı eve gelirler. İyice yıkandıktan sonra yemek yer ve içerler. En yakın dostlarından
ve akrabalarından bazı kimseler, bu evde üç gün misafir olurlar; geceleri kimse
uyumaz. Her yemekten önce ateşe, yiyecekleri ve içecekleri şeylerden de bir miktar atarlar.”[101]
a.
Ölünün Yıkanması
1990’lı yıllara kadar bayan ya da erkek olsun yörede ölüler, yöre
halkı tarafından “duldalık” olarak isimlendirilen evin avlusunun bir köşesinde yıkanırdı. Bayanların yıkandığı yerin etrafı bez örtülerle kapatılır
ve erkeklerin görmemesi temin edilirdi. Kadınları kadın, erkekleri erkek
yıkayıcılar yıkarlardı. Kadınları köyden yıkama işinde tecrübeli birisi yıkarken, erkekleri dedeler veya
dede naipleri yıkarlardı. Ancak günümüzde, erkekleri yıkama işini, kendilerine Hoca denilen kimseler
yapmaktadır. Yıkama işinde hocaya yardım eden kişiye “sâkî” denilir ve yıkama işi bu ikisi tarafından yapılır. Ölüyü yıkamak
için gerekli olan malzemeler (kokulu sabun, yün, sabun köpürtme leğeni, peşkir, eldiven ve kolonya) yakınları tarafından alınır ve yıkama işi bittikten sonra bunlar, eve
getirilmeyip, ya bir fakire verilir ya da ayak değmeyen temiz bir yere gömülür.
Günümüzde, her köy mezarlığının içerisine, bir gasilhane
yaptırılmış olup kadın-erkek tüm
ölüler burada yıkanmaktadır. Ayrıca cenaze işlemleri için gerekli olan kazma, kürek, tabut, su ısıtılan kazan
vs. gibi malzemeler de evlere getirilmeden tek odalı bu gasilhanelerde muhafaza
edilmektedir.
b.
Ölünün Kefenlenmesi
Yıkama işi bittikten sonra, ölen şayet kadınsa, ellerine ve başına kına yakılır ve ölünün başı, adına “poşi” denilen bir tülbentle bağlanır. Kadınlarda kefenlikler, renkli kumaşlardan özellikle sarı ve kırmızı[102] olurken,
erkeklerde yalnızca beyaz kefenler kullanılır. Yörede, Sünnî Türklerde
uygulandığı gibi kefenlik bezin daha önceden
alınıp bir köşede saklanması şeklinde bir gelenek yoktur. Kefen bezi
aynı gün yakınları tarafından temin edilir. Yörede ölü asgarî gömlek, eteklik
ve sargı olarak üç parçadan oluşan kefene sarılır. Ancak bu sayının getirilen kefenlik bezlerin
hepsinin kullanılması ile yirmi kata hatta daha da fazlaya çıktığı ve bunların tamamının ölüye sarıldığı belirtilmiştir.
Kefenleme işi bittikten sonra, ölü tabuta konulur ve tabut üç defa yere bırakılıp
tekrar kaldırıldıktan sonra, omuzlarda namazının kılınacağı yere götürülür. Bu yer, genellikle
mezarlığın içerisindedir. Tabut, burada bulunan
musalla taşı veya yüksek bir
zemin üzerine konulur. Cenaze namazı için toplanan halktan, üç sıra halinde
saf tutmaları istenir. Namaz ayakta ve dört tekbir ile “Sün- niler” de olduğu gibi cenazeyi yıkayan hoca,
tarafından kıldırılır ve namaz bitiminde hoca topluluğa dönerek: “Cemaat! Ölüden razı
mısınız?” diye sorar. Onlar da “Biz ondan razıyız, Allah da razı gelsin,
güle güle gitsin” derler.
Akabinde tabut tekrar omuzlara alınarak
gömüleceği yere götürülür.
c.
Ölünün Gömülmesi ve
Mezar
Pazarcık yöresi Alevi köylerinde gördüğümüz mezarlıkların çoğu, yüksek tepelere kurulmuştur.[103] Etrafı taş duvarlar ya da tel örgülerle çevrilmiş olan mezarlıklar, köyden gönüllü
kimseler tarafından korunur ve bakımları da yine bu kimseler tarafından
yapılır. Ölüm olayı olduğu gün mezar, bu işte ehil olan kimseler tarafından kazılır. Doğu-batı istikametinde kazılan bu
mezarların derinliği, erkekler için göbek, bayanlar için göğüs hizasında olur. Tabuttan çıkarılan
ölü, mezara inmiş olan iki kişi tarafından, başı kıbleye gelecek şekilde konulur. Bu sırada orada hazır bulunanlar, mezara birer
avuç toprak atarlar. Şayet mevsim kış ise mezara yatak, yorgan da konulur ve mezar bu şekilde kapatılır. Diğer mevsimlerde ise ölü, kıymetli bir
halı ve battaniye ile birlikte gömülür. Gömülen bu eşyaların daha önce kullanılmamış olmasına dikkat edilir. Bunun dışında, ölen kadınsa sağlığında kullanmış olduğu saat, ayna, tarak, parfüm, küpe ve çeyiz sandığından çıkarılan el işi dantel, yazma vs. gibi eşyalarının yanında, severek giydiği elbiseleri de beraber gömülür. Bekar
olarak ölmüş genç kızların
kabrine gelinlikleri de konulur. Erkeklerin mezarlarına da sağlıklarında kullanmış oldukları şahsî eşyaları (ayna, tarak, tıraş takımı, kolonya vs.) konulur. Hocanın telkin[104] vermesiyle tören sona erer.
Ölüyle birlikte çeşitli eşyaların gömüldüğüne dair bilgilere İslam öncesi Türk topluluklarında da rastlamaktayız. Mezara gömülen
eşyaların neler olduğu konusunda bilgi veren araştırmacılar, çeşitli listeler sunmuşlardır. Bunlardan Plan Carpin, ölüyle
birlikte fazla miktarda altın ve gümüş gömüldüğünü söylerken, İbn Batuta, halıların, silahların, altın ve gümüş kap-kacağın da gömüldüğünü kaydeder.[105] Gmelin, Şamanların “tüm büyücü donanımıyla”
birlikte gömüldüklerini, Tunguzların ise ölülerini yaylar, oklar ve öteki
dünyada kendilerine yarayabileceğine inandıkları birkaç kap-kacakla gömdüklerini söyler. Pallas,
Katschinsky Tatarlarının mezarlarına “ufak eşyaların”, Çuvaşların mezarlarına da “aletlerle bıçakların” konulduğunu, P. Huc ise ölülerin öteki dünyada
ihtiyacı olacak her türlü nesneyi gömdüklerini kaydeder.[106] Cazeneuve, günümüzde de
Geleneksel Türk Dini inanç sistemini sürdüren Altaylıların bu eşyaları, ölüye ihtiyacı olacak
nesneleri sağlamak; ihtiyacı olan
şeyi aramak için geri gelmesine engel
olmak ve canlıları murdar nesnelerden kurtarmak için gömdüğünü söylemektedir.[107]
Ölülerin çeşitli eşyalar ile gömülme âdetinin Hunlar, Göktürkler, Oğuzlar ve Kıpçaklar gibi bütün Türk
topluluklarında görülmesi, şüphesiz eski Türkler- de ölümün bir son olmadığı, ölümden sonra da bir hayat ve ahiret
inancının var olduğuna inandıklarını göstermektedir. Türklerin çok eski dönemlerden
beri, ölülerini atları ve silahları ile birlikte gömmeleri, onların bu hayvanlara
binerek cennete gideceklerine dair bir inancın neticesi olsa gerekir.[108]
d.
Ruhla İlgili İnanmalar
Yörede ruhun, ölenin ağzından çıktığına ve sineğe benzediğine inanılmaktadır. Kanatları olan ve sineğe benzeyen ruhun kediler tarafından
yenilmesinden korkulduğu için ilk gün ölünün bulunduğu odaya kediler sokulmaz ve ruhun odayı kolay terketmesi için
pencereler açık tutulur[109]. Odayı terk
eden ruhun kırk gün süreyle evin çevresinde dolaştığına inanılır. Hatta
ruhun bu süre içerisinde evini ve ev halkını merak edeceği, dolayısıyla da kendi siması ve
elbiseleriyle ev halkından bazılarına görünebileceği, ancak dış kapıdan içeri giremeyeceği inanışı tespit edilmiştir. Ruhun bu ziyaretleri, kırkı çıkıncaya kadar sürdüreceğine ve bundan sonra evi terk edeceğine inanılmaktadır.
Aynı inanışın Altay kavimlerinde de var olduğunu anlatan Eliade, ölülerin ruhunun
üç, yedi veya kırk gün süreyle evin etrafında dolaşmaya devam ettiklerini, ancak cenaze şöleninden sonra yeni yurtlarına doğru yola çıktıklarını belirtir.[110]
2-
ÖLÜM ETRAFINDA OLUŞTURULAN İNANMALAR
Ölümden hemen sonra yapılan işlemlerin bir kısmı doğrudan ölü ile ilgili iken, bir bölümü de ölünün yakınları ve
çevresiyle ilgilidir. Toplumsal dayanışmanın belki de en güzel örneklerinin sergilendiği bu günde, acılı ailenin yanında yer
almak, onları teselli etmek gibi birtakım görevlerin ifa edildiği görülmektedir. Bunlar arasında ölüm
olayının duyurulması ve yaslı ailenin yastan çıkmalarının sağlanması gösterilebilir.
a.
Ölümün Duyurulması
Bir evde ölüm olayının duyurulmasının en tabii şekli, ölenin yakınlarının feryat ve
figanlarıyla olur. Ağlamanın şeklinden, birisinin öldüğünü anlayan komşular, hemen ölü evinde toplanırlar. Ölüm olayı 5-10 dakika gibi
kısa bir süre içerisinde “ağızdan ağıza” bütün köy halkına duyurulur. Komşu köylerde bulunan en yakın dost ve
akrabalarına ise, ölüm haberi telefonlarla aktarılır. Ayrıca komşu köylerde muhtarlık hoparlörlerinden
“Falan köyden Falanca ölmüştür. Şu saatte kaldırılacaktır, yas yerine gitmek isteyenlere
duyurulur.” denilerek ölüm olayı ilan edilmiş olur.
Elektrik ve telefonun olmadığı geçmiş yıllarda ise, komşu köylere ölüm haberi, isimlerine “sail”[111] denilen
haberciler tarafından ulaştırılırdı. Bu görevi yapan kimseler, genellikle ölenin yakınları
ve komşularından oluşurdu. Sailler, uzak mesafelere at
üstünde, yakın mesafede olan köylere ise yaya olarak gider ve ölüm olayını
haber verirlerdi. Ölen kimse çevrede saygınlığıyla bilinen birisi ise, cenaze törenine katılım daha çok olur,
hatta ölene hasım olan kimseler de cenaze törenine iştirak ederler. Bir bakıma bu vesileyle
iki taraf arasında barış tesis edilmiş ve düşmanlık sona ermiş olur.
Günümüzde olduğu gibi, geçmişte de ölüm olayının herkese duyurulduğu, böyle günlerde barışın tesisinin daha kolay sağlanacağının bilincinde olan kabileler ve komşu devletlerin de bu türden törenlere en
üst düzeyde temsilcilerini göndererek katıldıkları anlaşılmaktadır. Kül-tegin öldüğünde, hakanlığın bütün sınırlarında barışın tesis edildiği, bir yıl sonra yapılan yuğ merasimine komşu devletlerin elçilerinin de
hediyeleriyle katıldıkları ve Kül-tigin için ağlayarak yas tuttukları,[112] Gök-Türklerde de, hanların
matem (yuğ) merâsimlerine gelen Çin ve Bizans
elçilerinin başlarını açmağa, yüzlerini yaralamağa ve saçlarını yolmağa mecbur edildikleri bilinmektedir.[113]
b.
Yas ve Yastan Çıkma
Anadolu’nun diğer yörelerinde olduğu gibi, Pazarcık yöresinde de yas, ölüm tarihi ile başlar. Ölüm karşısında duyulan acılar; ağlama, bağırma, saç baş yolma, dizlere vurma şeklinde kendisini gösterir. Bu durum, ölenin yaş durumu, ölüm biçimi ve toplumsal
statüsü gibi konulara bağlı olarak birkaç hafta sürebilir. Bu süre içerisinde dışardan taziyeye gelen kadınların da ağlamalarını sağlamak için “ağıtçı”[114] kadınların yas
yerinde bulundurulmasına dikkat edilir. Daha çok kadınların yaşamını etkilediği gözlemlenen yas, özellikle yakın çevreden
olan ölenin annesi, eşi, kız çocukları, halası, teyzesi, yeğenleri gibi kesimler üzerinde daha
fazla etkili olduğu görülür.
Yörede ölen kimse için yas tutma süresi kadınlar ve erkekler
arasında değişiklik arz eder. Erkeklerin yastan çıkma
süreleri bir hafta-on günle sınırlı olurken, kadınlarda bu süre kırk gündür.
Erkeklerin yastan çıkmaları, yakın dostların araya girmeleriyle olur. Bu
kimseler, yaslı ailenin erkeklerine, “Geleniniz gideniniz oluyor, yaslı
olun ama paslı olmayın ölenle ölünmez, Allah’ın emrine kimse karşı gelemez” vs. gibi avutucu
sözler söyleyerek onları ikna etmeye çalışırlar. Akabinde de dışarıdan getirttikleri bir berbere yaslı erkeklerin sakallarını
tıraş ettirerek onların yastan çıkmalarını sağlarlar. Kadınların yastan çıkmaları da
yine yakın çevreden olan kadınların teşvikiyle olur. Bunlar, yaslı evin kadınlarının bir aydan daha fazla
süredir giymiş oldukları siyah
elbiselerinin yerine, değişik renkte
elbiselerin giymesini sağlarlar. Ayrıca başlarına kına yakarlar ve böylece kadınların yastan çıkmaları temin
edilmiş olur.
Yas süresi içerisinde saç beliklerini çözen kadınlar, başlarına kına da yakmazlar. Siyahın dışında renkli elbiselerin giyilmediği bu dönemde süslenmek, gösterişli ziynet eşyaları takmak, düğün ve eğlencelere katılmak, müzik dinlemek, banyo yapmak, çamaşır yıkamak gibi pratikleri yapmaktan
kaçınırlar. Yine bu süre içerisinde ölenin yakınlarının tarihi önceden
belirlenmiş düğün, nişan, sünnet vs. gibi eğlenceyi çağrıştırıcı programları
varsa bunlar da ertelenir. Akrabadan olmayan komşular da mümkün olduğu kadar bu süreye uyarlar. Ancak bunun istisnaları da olabilmektedir.
Bu durumda, düğün, nişan gibi programları olan ailenin
kadınları, yaslı aileye kına götürerek durumlarını arz eder ve ölü
evinin de rızasını alarak düğünlerini yaparlar.
Ölenin yakınlarının yas alameti olarak siyah giyinmeleri, ellerine
kına yakmamaları gibi uygulamalara Oğuzlarda da rastlanmaktadır. Yas âdetleri hakkında Dede Korkut’ta şu bilgiye rastlanır: “Beyrek’in babası
kaba sarığını kaldırıp yere vurdu, çekti yakasını
yırttı. Oğul, oğul diyerek ağladı, inledi. Ak perçemli anası ağladı, al yanağını çekti yırttı; simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini gülmez
oldu. Kızıl kına ak ellerine yakmaz oldu. Yedi kız kardeşi ak çıkardılar, kara elbiseleri
giydiler, Beyrek’in nişanlısı kara giydi, ak çıkardı. Yâr ve yoldaşları akı çıkarıp kara giydiler.
Kalabalık Oğuz Beyleri Beyrek
için büyük yas tuttular.”[115].
Anma günleri, ölüm olayından sonra
ölünün çeşitli vesilelerle anıldığı günlerdir. Pazarcık yöresinde
yapılan anma günleri ölümün olduğu gün, üçü, kırkı ve ölüm yıldönümünde gerçekleştirilmektedir. Bu günlerde yapılan
ritüellerin bir kısmını, İslam öncesi Geleneksel Türk Dini İnanç sistemi içerisinde yer alan birtakım uygulamalar teşkil ederken, bir kısmını da İslam dini ve onun etrafında şekillenen âdet ve inanmalar
belirlemektedir. Ölüm gününden itibaren yapılan anma günleri aşağıdaki gibidir:
a.
Ölümün İlk Günü
Yörede yapılan uygulamalardan, ölümün
ilk gününü de anma günleri içerisinde değerlendirmek mümkündür. Ölüm olayını haber alan yakınları ve komşuları ölü evinde toplanırlar. Bir kısmı
cenaze ve mezar işlemleri ile meşgul olurlarken bir kısmı da yemek hazırlığı telaşına düşerler. Cenaze sahipleri adına komşuları tarafından ilk gün genellikle bir büyük baş hayvan kesilerek yemekler yapılır ve
yas yerine gelenlere bu yemeklerden ikram edilir. Yine aynı gün amca, hala,
dayı, yeğen gibi ölenin en yakın akrabalarından
olan kimseler tarafından ölü evine en az bir olmak üzere küçük baş hayvan ya da hayvanlar gönderilir.[116] Bu
hayvanlar kırk günlük yas süresi içerisinde aralıklar halinde kesilerek
taziyeye gelen kimselere ikram edilir. Taziyeye gelen akraba olmayan
kimselerden de küçük baş hayvan getirenler olmaktadır. Ölü evine eli boş gelme âdetinin olmadığı yörede fakir olan kimseler de
durumlarına göre küçük bir hediye getirirler.
b.
Ölümün Üçüncü Günü
Defin işleminin üçüncü günü yapılan anma törenidir. Defin işleminden sonra ölenin mezarının ilk
defa ziyaret edildiği gündür. Bu gün yapılan kabir ziyaretine ölenin yakın dostları ve
akrabaları katılır. Ayrıca söz konusu ziyarete cenaze alayına katılmalarına
izin verilmeyen ölenin hanımı, kızları ve büluğ çağına ermemiş çocuklarının yanında yakın akrabadan
olan kadın ve çocuklar da katılırlar. Buraya gelen kadınlar, ölü için ağıtlar yakarken, erkeklerden bir kısmı
da mezarın etrafını düzeltme ve üzerine toprak ilave etmekle meşgul olurlar. Öğleden önce gidilen mezarlıkta ikindi
vaktine kadar kalınır. Buraya “üçüncü gün hayrı” olarak bilinen hayır
yemeğinden de götürülür ve mezarlığa gelenlere bu yemekten birer lokma
ikram edilir. Bunun yanında, özellikle ağzı tatlandırıcı şeker, baklava, lokum gibi şeylerin götürülmesine dikkat edilir. Şayet mevsim kış ise elma, portakal, mandalina gibi şeyler götürülür, bunlardan bir miktar
da mezarın üzerine bırakılır ve böylece tören sona ermiş olur.
Ölümün üçüncü günü mezarı başında yapılan ziyaret ve ziyafetin Abakan Tatarları,[117] Beltirler
ve İrandaki Şahseven Türkmenlerinde de aynı şekilde uy- gulandığı[118]
belirtilmektedir. Yine Kırgızların, İslam öncesinde ölü etrafında üç kere döndükleri, ağladıkları ve cesedi yaktıkları
bilinmektedir.[119] Sagaylarda
ölü aşına iştirak edenler, ölünün mezarını üç defa dolaşırlar ve üç defa “Sen gerçek dünyaya
git! Biz de Tanrıya dönüyoruz!” derler.[120] [121]
Ölümün üçüncü günü töreninin dışında, yörede üç ve üç rakamı etrafında oldukça fazla inanç ve
uygulamaların da olduğu görülmektedir. Bunlar arasında ölenin odasının geceli gündüzlü
üç gün süreyle aydınlatılması; ölü evinde yemek yapılan kazanların hepsinin ölü
suyu ısıtılan kazan da dahil üç gün süreyle dışarı çıkarılıp ters çevrilmesi ve bu süre içerisinde bunlara
dokunulma- ması ve kullanılmaması; ölüyü yıkamak için ısıtılan suyun altındaki
ateşin üç gün süreyle yakılmaya devam
edilmesi; ölenin çamaşırları, yatak ve yorganının üç gün süreyle dışarı çıkarılarak avluda tutulması ve eve
alınmaması; cenaze namazı kılarken üç sıra halinde saf tutulması; cenaze
giderken cenaze alayına katılmayacak olanların da en azından arkasından üç adım
atmaları, cesedin yıkanmasından sonra tabutun içerisine konulan mevtânın
tabutla beraber üç kere yere bırakılıp kaldırılması gibi hususlar
zikredilebilir.
Öte yandan, Pazarcık yöresinde olduğu gibi Moğollarda da üç rakamının önemli bir yere
sahip olduğunu görmekteyiz. Nitekim Barthold;
Cengiz Han için üç ay ağıt yakıldığını, cenaze alayının ölümünün üçüncü gününde hareket ettiğini, mezara üç gün yiyecek gönderildiğini, ölünün sevgili ve kölesine üç defa işkence edildiğini ifade ettikten sonra Moğollarda da üç sayısının dikkat 21 çekici olduğunu belirtir.
c.
Ölünün Kırkıncı Günü
Kırkıncı gün, defin işleminden kırk gün sonra dinî ve geleneksel ritüellerin uygulandığı anma günüdür. Bu günler, ölen
kimsenin unutulmadığı, onun hatıra ve anılarının canlı olarak yaşatıldığı duygu yüklü günlerdir. Araştırma yaptığımız yörede kırk günlük yas süresi içerisinde her akşam bir başka komşuya olmak üzere komşulara akşamları yapılan yemekten bir tabak yemek, bir adet ekmek ve bir
bardak su verilmektedir. Bunun yanında, yine kırkı içerisinde cuma akşamları “hayır yemeği” denilen yemekler yapılarak komşulara dağıtılmaktadır. Definin kırkıncı akşamında cenaze sahipleri, maddî imkânları ölçüsünde kurban ya da
kurbanlar kesmektedirler. Ölümün kırkıncı gününde kadınlar, erkekler, çocuklar
ve davet edilen akraba ve dostların oluşturduğu kalabalık grupla mezarlığa gidilmekte ve burada yemekler yenilip “lokmalar” dağıtıldıktan sonra ölen kimsenin hatırası
yad edilmektedir. Bu işlemlerin ardından ölenin mezarının başına şeker, bisküvi, tatlı ve bu gün için yapılan yemekten bir tabak
yemek bırakılmakta ve böylece kırk töreni tamamlanmış olmaktadır.
Öte yandan ölünün üçü, yedisi, yirmisi,
kırkı ve yıldönümü törenlerinin Orta Asya Türk topluluklarında da önemli bir “kült”
konusu olduğu görülmektedir.
Nitekim Beltirlerde ilk ölü aşının definin üçüncü günü verildiği, bu törene fazla kalabalığın toplanmadığı, fakat definin yedinci günü bütün oba halkı, kadın ve erkek
herkesin toplanıp mezarlığa gittikleri ve orada yiyip içtikleri, aynı töreni ölümün kırkıncı
günü de tekrarladıkları belirtilmektedir.[122] Yine Uy- gurlarda ölünün
kırkıncı günü “kırk nezir” verildiği,[123] Karaylarda
da ölümün kırkıncı gününde “Hazar helvası” ikram edildiğinden söz edilmiştir.[124]
Kırk motifi ile ilgili yörede görülen
başka bir inanma biçimi de kırkı çıkmadan
ölen kadının durumu ile ilgilidir. Bu durumdaki kadının kırkının köyde yeni doğum yapmış kadınları ve onların çocuklarını da basacağına inanılmaktadır. Bundan korunmak
için ölen kadın dirsekleri ile beraber kefenin üzerinden kırk defa bağlanmakta, buna ilaveten bir ip üzerine
kırk düğüm yapılarak kefenin içerisine atılmak
suretiyle ölü ile beraber toprağa gömülmesi sağlan- maktadır.[125] Kırk sayısı
etrafında oluşturulan inanmaların
M.Ö. X. yüzyıllarda yaşamış olan İskitlerde de olduğu görülmektedir. Nitekim Herodot, İskitler’den herhangi birisi öldüğü zaman ölünün, yakınları tarafından bir arabaya konularak
akrabalarına dolaştırıldığını bu esnada kafilenin yanlarına geldiğini gören diğer akrabalarının yemek verdiklerini ve
kırk gün boyunca ölünün bu gezdirilme ritüelinin devam ettiğini, daha sonra da gömüldüğünü anlatmaktadır.[126]
Yörede, ölünün elli ikisi diye bir inanışa rastlanmazken, kırkının yuğ töreni gibi kutlanılmasının kırk rakamı
ve etrafında oluşturulan inançlarla yakın bir ilgisinin olduğu kanaatindeyiz. Alevi-Bektaşi inançlarında kırklar, kırklar cemi,
kırk budak şamdan, kırk mum
motiflerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Bir söylentiye göre
Hz. Muhammed’in kırk ashabına Hz. Ali’nin başkanlık ettiği, bu kırk kişinin aynı ruh ve inanca sahip kırklar meclisini (kayıplar,
erenler, rical-ü gayp) oluşturan peygamberin arkadaşları olduğuna ina- nılmaktadır.[127] Rivayete göre, Hz. Peygamber
yolda, kendilerine “Kırklar” diyen bir topluluğa rastlar, yanlarına varmak ister ve bulundukları yerin kapısını
çalar “Kimsin?” derler. O da “Peygamberim” der. İçerden, “Peygamberliğini ümmetine eyle derler. Bu defa “Rasul’üm” der. “Bize hacet değildir” derler. Üçüncüsünde
“Hâdimu’l-Fukarâyım” deyince, Kırklar, “Merhaba, hoş geldin” diyerek içeri buyur ederler.
Hz. Peygamber içeri girip sayınca otuz dokuz kişi olduklarını görür. Eksik olan Selman-ı Farisidir. Hz. Peygamber
orada bulunan Hz. Ali’nin yanına oturur; ama kim olduğunu o sırada bilemez. Sizler kimlersiniz?
diye sorar. Onlar “Biz Kırklarız. Hepimiz bir gönül, bir cihetiz, birimiz ne
ise hepimiz oyuz” derler. Hz. Peygamber, “Nereden belli?” diye sorunca, “Birimizden
kan akarsa, hepimizden akar” derler. Hz. Peygamber ispatını isteyince, Hz. Ali
kolunu uzatır ve bir neşter vurunca hepsinden kan gelir, o sırada dışarıda olan Selman’dan da kan akar ve
damdan içeri damlar[128].
Diğer taraftan kırk sayısı ile ilgili motifin, Türk destanları ve
mitolojilerinde de önemli bir yer işgal ettiği görülür. Oğuz Kağan Destanında, Oğuzun kırk günde büyüdüğü, yürüdüğü, konuştuğu ve kırk günde
Buzdağı’nın eteğine ulaştığı, kırk masa ve kırk
sandalye yaptırdığı, kırk kulaç büyüklüğünde bir ağaç diktirdiği, kırk gün kırk gece düğün yaptırdığı anlatılmaktadır.[129] Dede Korkut
Hikayelerinde[130] ve Manas
Destanında da[131] yiğitlerin sayısı kırktır. Destanlarda
anlatılan kırk yiğidin her yönüyle eşit statüde oldukları, sevinç ve üzüntüleri birlikte paylaştıkları görülmektedir.
d.
Ölümün Yıldönümü
(Mezar Kaldırma)
Bu törene yörede, “mezar kaldırma” adı
verilmektedir. Bir kimse öldüğünde mezarı bir yıl süreyle yapılmaz, yapılırsa ölenle irtibatı
erken kesmek gibi değerlendirildiğinden günah kabul edilir. Bu törenin akşamında cenaze sahipleri tarafından
maddi imkanları ölçüsünde kurban ya da kurbanlar kesilerek hazırlıklara başlanır. Ertesi gün ölenin yakınları, köy
halkı ve çevre köylerden gelen insanlar ölenin mezarı başında toplanırlar. Burada hazin bir
tören yapılır.
En yakınları ölenin hatıralarını yad edip ağıtlar yakarlar. Bu sırada, bir kısım
kimseler de mezarın baş ve ayak ucuna geçici olarak dikilmiş taşları sökerler ve
yerine üzerinde herhangi bir boy, soy veya resim işareti olmayan ve yalnızca ölenin
adı-soyadı, doğum ve ölüm tarihleri
yazılı olan mezar taşlarını dikerek, mezara şekil verirler. Daha sonra “lokmalar” dağıtılıp yemekler yenilir ve sonrasında
ölenin üzerine Yasin ve Fatiha sureleri okunduktan sonra tören sona erer.
Yörede ölenin karısı veya kocasının evlenebilmesi için geçmesi gereken bu bir
yıllık yas süresi sona erdiğinden dolayı artık evlenebilirler.
Günümüzde, Pazarcık Alevi köylerinde uygulanan ölümün yıl dönümü
kutlamalarına, İslam öncesi
Geleneksel Türk Dinine mensup Beltirlerde de rastlanmaktadır. İnan, bu konuda şu bilgiyi vermektedir. “En büyük aş törenleri ölümün yıl dönümü
münasebetiyle yapılır. Bütün akraba ve dostlar toplanıp mezara gelir, mezar
üzerine yemek ve içkiler koyarlar, kendileri de yiyip içerler. Ölünün kocası
yahut karısı mezarı üç defa, güneşin seyri yönüne göre dolaşır ve “Ben seni bırakıyorum” der bundan sonra dul kadın veya erkek
evlenebi- lir.”[132]
Müslüman olmuş Uygurların ölüm yıldönümünde uyguladıkları “aş” törenlerine bizzat katılarak
gözlemlerini aktardığını söyleyen Radloff, bu törenin bir şölen şeklinde dört gün kutlandığını, fakir olanların bir koyun kesmekle yetinmelerine karşın, zenginlerin büyük ziyafetler tertip
ettiklerini, dışardan gelecek misafirler
için 100’e yakın “yurt”un (çadır) kurulduğunu, hayvan kesme işinde 500 insanın görev aldığını, dört gün sürecek olan şölen için 30 atın yanında 150 de koyunun kesilmiş olduğunu ve şölene 5000 kişinin katıldığını kaydeder.[133] Günümüz
Uygur-Kazaklarda yuğ töreninin ölenin varisleri tarafından gerçekleştirilmesinin önemli bir görev sayıldığı, uygulanmaması halinde varislerin
kınandığı ve bu adetin kökünün İslam öncesine dayandığını söyleyen Halife Altay ise bu
törenler konusunda şu bilgiyi vermektedir: “Aş” merasimi, kişinin ölümünün yıldönümünde yapılır.
Aynı zamanda bu ölünün en son merasimi olup, uygulanması ile, ölümünden
itibaren tutulagelen matem merasimleri sona ermiş olur. Dolayısıyla ölen kişinin dul karısı evlenebilir. “Aş” merasiminde özellikle at kesilir, ne var ki at kesmeye gücü
yetmeyen aileler, bir inek ya da birkaç tane koyun keserek geleneksel
görevlerini yerine getirirler. Bazen, bir yılın içinde birkaç kişi vefat etmişse, hepsini birleştirerek büyük çapta “aş” yapıldığı gibi, bir kişi için ancak bir at kesilerek ufak
yollu da “aş” merasimi yapılabilir.
Büyük çaptaki “aş” merasiminde 50 at, 100 koyun ya da daha çok hayvan kesilip 300
veya daha fazla çadır kurulur. Bol miktarda kımız, çay içilir ve diğer yiyecekler yenilir. Dost ve
akrabalar, maddeten ve manen yardımda bulunurlar. Büyük çaptaki “aş” merasiminde at yarışları tertiplendiği için, bu törene çok uzaklardan
insanlar gelir, dolayısıyla oldukça kalabalık olur.[134]
Çalışmamızda Pazarcık Alevi köylerinde ölüm ve ölüm sonrasında uygulanan
pratikleri ve inanmaları konu edindik. Ulaştığımız en belirgin
sonuç, ölümle ilgili İslam öncesi Geleneksel Türk Dininde var olan inançların bu yörede
hâlâ bütün canlılığı ile yaşıyor olmasıdır. Tabi ki eski Türk inanç sistemi içerisindeki bu
motiflerin, eski şekliyle varlığını tam olarak bugün devam ettirdiğini söylemek de zor görülmektedir. Bunlardan bir kısmı, İslam dinî benimsendikten sonra dini
bir kılıfa bürünerek varlığını sürdürürken, bir bölümü de eskiden olduğu gibi aynen yaşatılmaktadır. Yörede mezarlıkların
yüksek tepeler üzerinde kurulması, etrafının duvarlar ya da tel örgülerle
çevrilmesi, içerisinde hayvan otlatılmaması, mezarların ziyaretçiler tarafından
tepelenmemesi gibi hususlar göz önüne alındığında bunun, binlerce yıldan beri Türkler arasında yaşayan atalar kültü ile yakından ilgili
olduğu görülecektir. Bunun yanında ölü ile
beraber mezara birtakım eşyaların gömülmesi, ruh ve ruhlarla ilgili inanmalar, günümüz
Altay toplumları ile paralellik arz etmektedir. Yine ölü için düzenlenen anma
günleri, bu günlerde kurbanların kesilmesi ve törene çevreden çok sayıda
insanın katılması, bu törenlerin bir şölen halinde kutlanması, Türk- lerde görülen yuğ (aş) töreninin aynen uygulanmasından başka bir şey değildir. Yörede görülen kırk sayısı ve etrafındaki motiflerin Türk
destan ve mitolojilerinde de aynı ya da benzer şekilde geçiyor olması dikkat çekici görülmektedir.
Ancak şunu da ilave etmeliyiz ki ölü ile ilgili uygulamaların bir bölümü
de doğrudan İslamla ilgilidir. Bunlar arasında cenazenin yıkanması, namazının
kılınması, ölünün kıbleye gelecek şekilde gömülmesi, mezarının başında Fatiha ve Yasin surelerinin okunması gibi hususlar
gösterilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
ALTAY, Halife,
1981. Anayurttan Anadolu’ya, Ankara.
BARTHOLD, W., 1987. (Türklerde ve Moğollarda Defin Merasimi Meselesine
Dair),
(Çev. Abdulkadir İnan), Makaleler ve İncelemeler, Ankara.
DEVELİOĞLU, Ferit,
1990. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara.
DURMUŞ, İlhami, 1993. İskitler (Sakalar), Ankara.
EBERHARD, W., 1996. Çinin Şimal Komşuları (Çev. Nimet Uluğtuğ), Ankara.
ELİADE, Mircea,
1999. Şamanizm, (Çev. İsmet Birkan), Ankara.
ERGİN, Muharrem, 1994. Dede Korkut Kitabı I, Ankara.
ERÖZ, Mehmet, 1990. Türkiyede Alevilik ve Bektaşilik, Ankara.
FIĞLALI, Ethem
Ruhi ,1991. Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik, Ankara.
GENÇ, Reşat, 1999. Türk İnanışları ile Milli Geleneklerinde Renkler ve Sarı Kırmızı Yeşil, Ankara.
GUMİLEV, Nikolayeviç, 2002. Eski Türkler, (Çev. D.Ahsen
Batur) İstanbul.
GÜNAY, Ünver-GÜNGÖR, Harun, 1998. Türk Din Tarihi,
Kayseri.
İNAN, Abdulkadir, 1995. Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, Ankara.
İBN-İ FADLAN, 1995. Seyahatnâme, (Çev.: Ramazan Şeşen), İstanbul.
KALAFAT, Yaşar,1994. Kuzey Afganistan Türkleri (Özbekler, Türkmen- ler,
Hazarlar, Afşarlar, Kazaklar) ve
Karşılaştırmalı Halk İnançları, İstanbul.
_______ , 1998. Kuzey Azerbaycan-Doğu Anadolu ve Kuzey Irak’da Eski Türk
Dini İzleri, Ankara.
LIGETL, L., 1986. Bilinmeyen İç Asya, (Çev. Sadrettin
Karatay) Ankara.
ÖGEL, Bahaddin
, 1998. Türk Mitolojisi, I. Cilt, Ankara.
ÖRNEK, Sedat
Veyis, 1971. İlkellerde Din, Büyü,
Sanat, Efsane, İstanbul.
RADLOFF, Wilhelm,
1994. Sibirya’dan II (Çev. Ahmet Temir), İstanbul.
RAHMAN, Abdulkerim, 1987. “Uygurların Defin Merasimleri,”
III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. Cilt,
Gelenek Görenek, İnançlar, Ankara.
_______ , 1996. Uygur Folkloru,
(Çev. Soner Yalçın-Erkin Emet), Ankara.
ROUX, Jean-Paul, 1999. Altay Türklerinde Ölüm, Çev.
A.Kazancıgil, İstanbul.
ORKUN, Hüseyin Namık, 1994. Eski Türk Yazıtları,
Ankara.
ÖRNEK, Sedat, 1971. Anadolu Folklorunda Ölüm,
Ankara.
TURAN, A.Şekür , 1986. “Afganistan Kazak Türkleri’nde Ölü Gömme Adetleri”,
Türk Folklorundan Derlemeler 1986/1, Ankara.
TURAN, Osman, 1993. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi, C. II, İstanbul.
TANYU, Hikmet , 1987. “Hacıbektaş’da (Suluca Karahöyük) Bazı İnançlar ve Âdetler, III. Milletlerarası
Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. Cilt, Gelenek Görenek, İnançlar, Ankara.
ZELYUT, Rıza, 1990. Özkaynaklarına Göre Alevilik, İstanbul.
YILDIZ, Naciye, 1995. Manas destanı (W.Radloff) ve Kırgız
Kültürü İle İlgili Tespit ve Tahliller, Ankara.
YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, 1998. Anadolu’da Aleviler ve
Tahtacılar, Neşreden Turhan Yörükân, Ankara.
KAYNAK KİŞİLER
Çelik, Hacı, Pazarcık, Narlı Beldesi, 63 yaşında, Narlı Cem evi Başkanı
Enhas, Bedriye, Pazarcık, Çınarlı Köyü, 39 yaşında, Ev hanımı
Enhas, Hatice, Pazarcık, Çınarlı Köyü, 59 yaşında, Ev hanımı
Enhas, Mustafa, Pazarcık, Çınarlı Köyü, 68 yaşında, Alevi Dedesi
Kaynar, İsmail, Pazarcık, Davutlar Köyü, 48 yaşında, Mühendis
Kaynar, Nur, Pazarcık, Çınarlı Köyü, 43 yaşında, Ev hanımı
Kaynar, Salman, Pazarcık, Davutlar Köyü, 81 yaşında, Çiftçi
Kurtulan, Ayşe, Pazarcık, Salmanipek Köyü, 60 yaşında, Ev Hanımı
Kurtulan, Mehmet, Pazarcık, Salmanipek Köyü, 70 yaşında, Çiftçi
Mikal, Selver, Pazarcık, Narlı Beldesi, 75 yaşında, Ev hanımı
Özdemir, Abdullah, Pazarcık, Sivricehöyük Köyü, 67 yaşında, Esnaf
Sincer, Ayşe, Pazarcık, Seyrantepe (Topaluşağı) Köyü, 64 yaşında, Ev hanımı
Sincer, Hüseyin,
Pazarcık, Seyrantepe (Topaluşağı) Köyü, 69 yaşında, Emekli
Yıldırım, Güllü,
Pazarcık, Narlı Beldesi, 75 yaşında, Ev hanımı
Yıldırım, Yusuf,
Pazarcık, Narlı Beldesi, 71 yaşında, Alevi Hocası (Cenaze işleriyle ilgilenen)
KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi
2(2003) s.53-68
KÜRESEL BİR MODEL OLARAK TÜRKİYE VE TÜRK
MÜSLÜMANLIĞININ İMKANI *
Yrd.Doç.Dr. M. Ali KİRMAN **
ÖZET
Bu
makalede küreselleşme süreci bağlamında, özellikle 11 Eylül Olayı’ndan sonra başta Amerika olmak üzere tüm dünyada adından sıkça söz edilen ve
küresel bir model olarak sunulmaya çalışılan Türkiye ve Türk Müslümanlığı üzerinde durularak bu modelin temel özellikleri belirtildikten
sonra avantajlarına ve zayıf yönlerine işaret edilecek ve nihayet küresel bir model olma imkanı tartışılacaktır. Kuşkusuz
Türkiye’nin veya Türk Müslümanlığının model olma imkanından söz etmek, dünyanın bütün ülkelerinin
bu modeli benimsemeleri gerektiğini iddia etmek anlamına gelmemektedir. Nitekim iki asırlık modernleşme tecrübesiyle önemli kazanımlar elde etmiş olmakla birlikte bir takım dezavantajlara sahip olduğundan da söz edilmektedir. Makale, Türk modelini, tamamlanmış bir proje olmaktan çok, bir ‘hedef’, bir ‘yol haritası’ olarak ele
alınması ve bu yolda “bir yenilenme, değişim ve dönüşüm süreci için zihinsel ve bedensel olarak yoğun bir çaba harcanması gerektiği” şeklinde bir temayı işlemektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye,
Türk Müslümanlığı, küresel model,
küreselleşme
ABSTRACT
After
the attack of September 11, Turkey, as a global model, has been popularized in
global agenda. The aim of this article is, firstly, to give brief information
about how the Turkish Islam had been designed historically, especially after the
establishment of Turkish Rebuplic in 1923, secondly, to underline some
characteristics and weakness of this model, and finally to discuss its
possibilities. Today Turkey is an ideal secular muslim democracy contrast to
authoriterian and theocratic dictatorships in muslim world, but has been some
weakness. Therefore this global model will examined as a goal or destination,
not as uncompleted project.
Key Words: Turkey,
Turkish Islam, global model, globalization
1.
KÜRESELLEŞME, 11 EYLÜL
OLAYI VE TÜRK
MÜSLÜMANLIĞI
Günümüzde üzerinde en çok durulan ve
tartışılan kavramlardan biri olarak küreselleşme, 1980’li yılların ortalarından
itibaren medyada ve akademik çevrelerde tartışılmakla birlikte tam bir tanımı yapılamamış; ancak belli yönleri ve özellikleri
göz önüne alınmak suretiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Çoğu zaman ‘modernleşme’, ‘sekülerleşme’, ‘yeni dünya düzeni’, ‘küresel entegrasyon’, ‘küresel köy’
gibi sözcüklerle birlikte kullanılan ve bu sözcükler aracılığıyla açıklanmaya çalışılan küreselleşmenin bütünüyle kavranıp, tam bir
tanımının
KSÜ İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi
Anabilim, makirman@hotmail.com yapılamamasının
altında çok yönlü ve çok kapsamlı bir süreç olması yatmaktadır. Küreselleşme, çoğu zaman, bir
yönünü homojenite ve evrenselliğin, diğer yönünü de
partikülarizm ve heterojenliğin oluşturduğu iki ana
unsurdan meydana gelen bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Anlaşılan
‘diyalektik bir süreç’ olarak işleyen küreselleşme, karşılıklı bağımlılık
biçimlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte bir yandan uzun vadeli küresel
güvenlik imkanlarının gelişmesine imkan hazırlarken, bir yandan
da yeni risk ve tehlike biçimlerini yaratmak- tadır.[135] Nitekim başlangıçta
ekonomik bir süreç şeklinde
ortaya çıkan ve özellikle maddî alanda ulaşım ve iletişim
teknolojilerinde kaydedilen hızlı ve muazzam gelişmelerin yanı
sıra sağlık
ve altyapı alanlarında gerçekleştirilen yatırımlarla büyük bir kabul
görmüş olan
küreselleşme,
toplumsal ve kültürel boyutu göz önüne alındığında, tüketim
kültürünü geliştiren
materyalist bir süreç ya da dinî ve ahlakî alanda bireylere rasyonel seçimler
yapma fırsatı vererek toplumsal entegrasyon açısından çok önemli fonksiyonlara
sahip dinî ve ahlakî değerlerin gevşemesine ve böylece
kuralsızlık (anomi) hali olarak nitelenen toplumsal düzenin çözülmesine yol
açan bir süreç olarak değerlendirilmekte- dir.[136]
Dünyada toplumların kültürleri kadar,
gelişme hızları ve düzeyleri de farklı olduğu için, her toplum küreselleşme sürecinin belli bir boyutunu yaşamaktadır. Nitekim küresel
perspektiften bakıldığında yerkürenin üç ayrı dünyaya bölünmüş olduğu görülür. ‘Küresel eşitsizlik’ olarak adlandırılan bu durum,[137] kısmen sanayileşmiş ülkelerde ‘göreli yoksunluk’ içinde bulunan işsiz ve marjinal kesimlerde ve çoğu zaman da Üçüncü Dünyanın ‘mutlak
yoksulluk’ içindeki geniş halk kitlelerinde hoşnutsuzluk eğilimini güçlendirmektedir.[138] Dünya Bankası
istatistiklerine göre bugün dünya nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk
sınırının altında, bu nüfus içinde yaklaşık bir milyar insan ölüm sınırında açlıkla karşı karşıya bulunmaktadır.[139] Yeni
toplumsal hareketler paradigması izlendiğinde, sözü edilen yoksulluk ve kuralsızlık olgusuna işaret eden ciddi uyarılar olarak son
yıllarda tüm dünyada küreselleşme karşıtı bir takım toplumsal direnç ve protesto hareketlerinin ortaya
çıkışına şahit olunmaktadır. Nitekim dünya yeni bir bin yıla girdiği anda büyük bir şok yaşamıştır. Küreselleşmenin en önemli yapıcısı konumundaki ABD’ye 11 Eylül 2001 tarihinde
yapılan saldırı, sözü edilen sosyolojik gerçeklerin önemini gösteren en açık
gösterge olarak değerlendirilebilir.
Bir küresel terör olayı olan 11 Eylül
saldırısı, başta Amerikan halkı
olmak üzere aslında tüm dünyada küreselleşme, ekonomik ve teknolojik gelişme ile bu gelişmenin insanın sonunu hazırlayabileceği üzerinde düşünme eğilimini arttırmış, bu çerçevede bazı gerçeklerin yeniden düşünülmesine yol açan bir sorgulama ve
arayış sürecini başlatmıştır, denebilir. Başlangıçta olayın şokuyla duygusal bir yaklaşım sergilenmiş ve doğruluğu bugün bile kesinleşmemiş bir takım bulgularla ‘medeniyetler savaşı’, ‘haçlı seferi’ gibi ölçüsüz
ifadeler kullanılarak İslam dini ve İslam dünyasına yönelik sözler söylenmişse de, bir süre sonra daha gerçekçi ve
sosyolojik bir yaklaşımla İslam’ın çeşitli versiyonlarından söz edilir olmuş, bu çerçevede Türk yorumu sürekli öne
çıkarılmıştır.
Hakkında çeşitli makaleler ve kitaplar yazılmış; panel, sempozyum, konferans şeklinde çeşitli platformlarda tartışılmış olduğuna bakılırsa Türk modeli tartışmalarının ABD kamuoyunda önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.[140] Amerikan
halkının bu konudaki duygularını ve Türk modelinin farklı konumunu, en resmî ağız olarak ABD Savunma Bakan Yardımcısı
Paul Wolfowitz, çeşitli tarihlerde ve platformlarda yapmış olduğu konuşmalarda sık sık ifade etmiştir.[141] Sözlerinde
daha iyi bir dünya kurmak için terörizme karşı savaşmak ve bu savaşı kazanmak zorunda olduklarını belirten Wolfowitz, bu konuda Türkiye
gibi demokratik, hoşgörülü ve ılımlı bir din anlayışına sahip ülkelere yardım etmeleri gerektiğini, Türkiye’nin dini inançlarla
seküler demokratik kurumların birleştirilebileceğini gösteren bir model olarak İslam dünyasına örnek olabilecek bir konumda olduğunu, bu modelin başarısı için her şeyi yapacaklarını vurgulamıştır.
Öte yandan ABD’de terörizme karşı savaşın sadece askeri planda yürütülmesinin yeterli olmayacağını, bunun bir de entelektüel düzeyde
ele alınması gerektiği düşüncesiyle çeşitli toplantılar düzenlenmiş ve bu toplantılarda terörizme karşı mücadelede Türkiye ve Türk modeli üzerinde durulmuştur.[142] Bu toplantılardan birinde,
toplantıyı düzenleyen iki vakfın da ayrı din mensuplarına ait olduğunu delil göstererek ‘medeniyetler çatışması’ tezine karşı çıkan Ortadoğu Forumu Başkanı Daniel Pipes, gerçek çatışmanın İslam’ın farklı versiyonları arasında yaşandığını ileri sürmüştür. Terörizme karşı sürdürülen mücadelede hedefin, İslam dininin kendisi değil, siyasal versiyonu olduğunu belirten Pipes’e göre, bu mücadelede başarılı olabilmek için öncelikle siyasal İslam ortadan kaldırılmalı, ikinci aşamada yapılacak iş, en güzel örneğini Türk Müslümanlığının oluşturduğu İslam’ın modern
versiyonunu inşa etmek olmalıdır;
zira Türkiye seküler ve demokratik yapısıyla gerçekten İslam dünyasında eşsiz bir örnektir.
Türk modeli ile ilgili olarak yapılan
tartışmalar, bir süre sonra, özellikle 12-13 Şubat 2002 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen “Medeniyet ve
Uyum” toplantısıyla birlikte Türk kamuoyuna da taşınmıştır.[143] Yaklaşık 5-6 yıl önce Türk Müslümanlığı üzerine yapılan yoğun tartışmalar göz önüne alındığında Türk kamuoyunun konuya yabancı olmadığı söylenebilir.[144]
Türk modelinin İslam dünyası için örnek olabileceği tezinin aslında yeni olmadığı; ABD’nin güvenliği ve çıkarları için araçsal bir anlam ifade ettiği; önceden Amerika tarafından sosyalist
bloğu kuşatmak üzere oluşturulan ‘yeşil kuşak’ projesinin bir parçası olarak ileri sürüldüğü, bu bloğun çökmesinden sonra dünyada tek başına kalan Amerika’nın kendini bir takım tehlikelerden korumak için
güvenlik gerekçesiyle kendi içinde özgürlük ve demokrasi taleplerini kısarken
dünyanın bir çok bölgesinde, özellikle Ortadoğu’da özgürlük ve demokrasi bilincinin ve geleneğinin yerleşmesine çalışmakta olduğu,[145] bu bağlamda güçlü veya zayıf, yakın veya
uzak her tür aracı kullanmak istediği ileri sürülebilir ise de, aslında Türk Müslümanlığının, İslam’ın diğer versiyonlarından, özellikle Arapların din anlayışından farklı olduğu gerçeği, sadece ABD siyasi çevrelerine ait bir değerlendirme ya da yeni bir olgu olmayıp,
Bernard Lewis, Francis Fukuyama, Olivier Roy, Sami Zubaida ve Christine
Schirrmacher gibi İslam üzerine araştırmalar yapan bir çok bilim adamı tarafından ifade edilmiştir.[146] Hatta onlardan çok daha önce
vurgulanmıştır. Sözgelimi
William Cantwel Smith, Türklerin İslam anlayışlarının diğer Müslüman ülkelerden çok farklı olduğunu belirttikten sonra sağlıklı ve gür sesli yeni bir İslam versiyonuna, başta İslam dünyası olmak üzere, aslında tüm dünyanın ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir.[147] Ülkemizde yakından tanınan
Fazlur Rahman da, modern eğitim kurumlarıyla Türkiye’nin İslam dünyasında büyük bir hamle yapabilecek potansiyele sahip olduğundan söz eder.[148]
Bu bağlamda Türk Müslümanlığının hangi özellikleri dolayısıyla küresel bir model olarak
sunulduğu sorusu sorulabilir. Bu sorunun
cevaplanması Türk Müslümanlığının imkanı ile ilgili olarak yapılacak tartışmaların daha sağlıklı bir temele oturması açısından büyük
bir önem taşımaktadır.
2.
TÜRK MÜSLÜMANLIĞININ KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ
Türk Müslümanlığının karakteristik özelliklerini belirlerken “Türk Toplu- munun
Dînî Yaşayışı” üzerine sosyolojik bir çalışma yapmış olan Ünver Günay’ın tespitleri yol gösterici olacaktır.[149] Günay’a
göre, tarihî süreçte çok geniş bir coğrafyada bulunan ve birbirinden farklı toplumlar ve kültürlerle karşılaşmış olan Türklerin dini
yaşayışı oldukça renkli bir görünüm arz eder. Bu durum Orta Asya’dan
Anadolu’ya geldikten sonra, özellikle üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu döneminde daha açık bir şekilde görülür. Sünnîlik, Şiilik ve Tasavvufu Türk dindarlığının üç ana formu olarak zikreden
Günay’a göre, özellikle Sufilik damarının bir sığınak görevi görmesiyle eski dinî inançlar ile diğer dinî inançlara, kültür ve
geleneklere ait bir çok unsur İslamî renge bürünerek halk dindarlığı formunda Türk Müslümanlığının bir alt kültür boyutunu oluşturmak suretiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir.[150] Bu durumda genel olarak
rasyonel, kitabî bir dindarlığı[151] benimsemiş olmalarına rağmen Türkle- rin dini yaşayışlarında önemli bir yer tutan geleneksel halk dindarlığının bu özelliğinin Türk insanının diğer dinlere ve kültürlere mensup
olanlara karşı hoşgörülü bir tutum sergilemesinde etkili
olduğu söylenebilir.
Anlaşılan temel insanî nitelikler olarak kabul edilen ‘insana saygı’,
‘sevgi’, ‘hoşgörü’ ve ‘güzel
ahlak’ vb. değerler Türk İslam anlayışının da karakteristiğini oluşturmaktadır. Bu anlayış, dil, din, ırk ve düşünce ayrımı gözetmeden bütün insanlığı sevgi ile kucaklar. Yeryüzünde yaşayan bütün insanları bir ve kardeş olarak kabul eder. İnsan kalbini, Allah’ın evi olarak kabul edilen Kabe’ye benzetir. İnsana yardımcı olmayı, gönül yapmayı teşvik eder; gönül kırmayı Kabe’yi
yıkmaya benzeterek reddeder. Dolayısıyla İslam’ı sade, temiz, açık ve aydınlık bir şekilde algılayan ve onu başkalarına karşı düşmanlık aracı yapmadan gösterişsiz bir şekilde yaşayan Türklerin din anlayışı, ayakları Anadolu Türk-İslam medeniyetinde, aklı evrensellikte olup bütün insanları kucaklayan
bir İslam anlayışı ya da Nur Vergin’in ifadesiyle,
“feyzini Ahmet Yesevi’lerden, tipik bir Türk tarikinin mürşidi olan Hacı Bektaş-ı Veli’lerden alan, kıyısından köşesinden de olsa tasavvufla mecz olmuş, meşk gecelerine şahit olmuş herkesin lezzetine vardığı neşe dolu, ... Süleyman Çelebi’nin kültür hazinemizin o harikulade
mevlidinde bir ‘geldi bir ak kuş kanadiyle revan’ mısraı okunurken aşka gelen, ... Ötekine hoşgörülü, cami ile kiliseyi yan yana yaşatmaktan gocunmayan, kendinden emin,
... Kılı kırk yarmaktan hoşlanmayan, halk katmanlarında rağbet gören, güler yüzlü ve kalender meşrepli bir Müslümanlık”[152] şeklinde tanımlanabilir.
En son yapılan alan araştırmaları, Türk Müslümanlığının sözü edilen özelliklerini önemli ölçüde günümüzde de taşıdığını göstermektedir. Almanya’da Türkler üzerinde yapılan bir araştırmada[153], Türklerin dini algılama ve
yaşama biçimlerinin “daha az siyasi, daha
çok barışçıl” olduğu ve bu özelliğiyle diğer Müslüman toplumların, özellikle Arapların ve İranlıların temsil ettiği din anlayışından farklı olduğu tespit edilmiştir. Araştırmada Türkler, İslam’ı din, kültür ve geleneğin bir bileşimi olarak algılayan; dinin ayin, tören, kutsal gün ve gecelerine
büyük önem veren; İslam’ın beş şartını yerine getiren ve seküler bir hayat yaşayan; toplumun değerlerine ve inançlarına saygılı; İslam’ın savaşla, cihatla değil, barışçıl bir şekilde yayılmasının meşru olduğunu savunan; bu yüzden Kur’an ve Sünnet’e göre İslamî bir devlet kurma taraftarı olan
radikal gruplara fazla itibar etmeyen kimseler olarak tanımlanmaktadır.
Öte yandan 4-6 Mart 2002 tarihleri arasında Amerika’da Pacatello
(Idago) kasabasında siyasetçiler ve akademisyenlerden oluşan geniş katılımlı bir toplantı yapılmıştır. “11 Eylül, Dini Radikalizm ve Amerikan Savunma Hattı”
adını taşıyan bu toplantıda bir model olarak
önerilen Türk İslam anlayışı, toplumsal bir proje olarak değil, bireysel kimliğin inşası ve cemaatsel ahlakî dokunun korunmasını amaç edinen; insan
hakları, demokrasi ve serbest piyasa söylemleriyle çatışmayan; devlet otoritesiyle barışık; dinî söylemleri kamu alanına taşıyarak tartışmalara iştirak edecek kadar liberal; Batıya karşı kendisini tanımlamayan modernleşmeci; dinler arasındaki diyalogu
sürekli ön plana taşıyan, girişimci özelliklere sahip bir din anlayışı olarak nitelenmiş; Türkiye de dinî otoritenin korunduğu ve dinî eğitimin en iyi şekilde verildiği bir ülke olarak ta- nımlanmıştır.[154]
3.
KÜRESEL BİR MODEL OLARAK TÜRKİYE VE TÜRK
MÜSLÜMANLIĞININ İMKÂNI
Küresel bir model olarak sunulan modern Türkiye ve temsil ettiği seküler din anlayışının diğer Müslüman ülkelere örnek olup olamayacağı, bir diğer ifadeyle Türk Müslümanlığının model olma imkanını daha yakından değerlendirebilmek için Türk ve İslam dünyasına bir ufuk turu yapmak
yararlı olacaktır.
3.1.
Türk ve İslam Dünyasına Bakış
Bilindiği gibi Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte yoğunlaşan kültürler arası etkileşimler demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerlerin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla geri döndürülemez
olarak nitelenen küreselleşme sürecinde otoriter yönetimlerin ve çözümlerin artık meşruluk zeminleri kalmamıştır. Bir diğer ifadeyle küreselleşen dünyada artık hiçbir toplumun bir
tek lider ya da ayrıcalıklı kesim veya gruplar tarafından yönetilmesi ve
yönlendirilmesi mümkün gözükmemektedir. Oysa günümüzde İslam dünyasının genel görünümü
itibariyle toplumsal enerjiyi bastıran, dinî hayat üzerinde baskı kuran
ülkelerden oluştuğu dikkat çekmektedir. Sözgelimi Suudi
Arabistan’a bakıldığında şeriat kurallarına göre yönetilen bir teokratik devlet modeli ile
karşılaşılır. Temsil ettiği din anlayışı öze dönüşçü, püritan Vehhabi mezhebinin çizgisindedir. Yenilik karşıtı ve yasakçı karakteri ile tanınan
bu anlayışın, doğal olarak, başta diğer İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünyada pek kabul gördüğü söylenemez. Buna rağmen petro-dolarların gücüyle yürütülen
propagandalar aracılığıyla mesajını Pakistan, Afganistan ve belki daha ileri Asya’ya ulaştırmış durumdadır. Suudi Arabistan, birçok eğitim ku- rumuyla Avrupa ve Orta Asya’da
da otoriter bir din anlayışını yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.
Suriye, Irak, Ürdün ve Mısır gibi
ülkeler, ‘resmî İslam’ın çeşitli yaklaşımlarıyla iç içe otoriter devlet modellerine sahiptirler. Tek kişinin otoriter yönetimi altındaki
Suriye ve Irak gibi ülkelerde herhangi bir model veya sistemin varlığından söz etmek pek mümkün
görülmemektedir. Her şey tepedeki kişinin istek ve arzuları doğrultusunda çok çabuk değişebilmektedir. Ancak
bu ülkelerde kitabî olmayan, sessiz, daha bireyci bir sufî İslam kardeşliğinin her geçen gün yükselme eğiliminde olduğu belirtilmektedir.[155] Bahreyn, Umman ve Ye- men’de
değişim sesleri yükselmektedir.
İran’da 1979 yılında yapılan İslam devrimi ile işbaşına gelen Humeyni rejimi
hüküm sürmektedir. Ancak İslam devrimi İranlıların beklentilerini karşılayamamıştır. Bu yüzden İslamî fundamentallerin yönetimde etkin olmalarına rağmen seküler inançlar yaygınlaşmıştır. İranlıların, özellikle gençlerin demokrasiye büyük bir özlem
duydukları ifade edilmektedir.[156] Tanınmış siyasal İslam uzmanı Olivier Roy’a göre, her ne kadar Cumhurbaşkanı Hatemi, halkın demokrasi
taleplerini dikkate alarak son yıllarda daha ılımlı bir çizgi izlemekte ise de,
bu çizgi bile çok fazla tartışılmaktadır. Hatemi, muhafazakârlar tarafından kuşatılmış durumdadır. İranlıların Türkiye’ye ve Türkiye’nin tecrübelerine ihtiyaçları
var.[157]
Bağımsızlıklarını yeni kazanan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ise
mil- letleşme süreci yaşanmaktadır. Siyasî, ekonomik ve dinî
alanda yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Bu ülkelerin çoğu, eski Sovyet rejiminde yetişmiş otoriter liderlere sahiptir. Bir devletin ilk kalkınma hamlesinde
otoriter çözümlerin fonksiyonel olabileceği söylenebilirse de ekonomik ve toplumsal gelişmesini istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi için zamanla
demokratikleşme alanında yeni
açılımların yapılması kaçınılmaz hale gelmektedir.
Her zaman Türkiye’ye yakın bir çizgide
yer aldığı bilinen Pakistan, özellikle Pervez
Müşerref’in yönetimi devralmasıyla
birlikte bu çizgisini daha da belirginleştirmiş görünmektedir. Pakistan’da fundamentalizm tehlikesinden
rahatsızlık duyan Müşerref’in, modern bir Müslüman devlet yaratma inancı taşıdığı ve kendisine, çocukluk döneminde yedi sene kaldığı Türkiye’yi örnek aldığı; bu çerçevede yasama, yürütme
organlarının ve Parlamentonun bağımsızlığı, hükümetin dinî esaslardan ayrılması gibi esaslar içeren bir
anayasa hazırlama niyetinde olduğu, ancak bu niyetini gerçekleştirmek için radikal bir adım atmakta zorlandığı belirtilmektedir.[158] Anlaşıldığı kadarıyla, Müşerref, günümüzde Müslümanların da kabul etmesi gereken çağdaş ve demokratik değerleri Türkiye’nin 1920’li yıllarda benimsediğini ifade etmesine rağmen ülkesinde, İslam’ın evrenselliğine vurgu yaparak Arap İslamı, İran İslamı ya da Türk İslamı’nın olamayacağını, çünkü bu tür anlayışların İslam’ın evrenselliğini ortadan kaldıracağını iddia eden Cemaat-i İslami[159] gibi
örgütlerin ve İslamcı eğilimlerin güçlü olması nedeniyle
radikal bir değişime yönelmenin zor olduğuna inanmakta ve kontrollü bir politika
izlemektedir.
Öte yandan savaş ortamından yeni çıkmış olan Bosna ve Hersek ile Afganistan’da
savaşın yaralarını sarma, siyasal ve
ekonomik yönden yeniden yapılanma çabaları sürmektedir.
Kısa bir panoramasını sunmaya çalıştığımız İslam dünyası, toplumsal enerjiyi bastıran otoriter yönetimlerle
idare edilmektedir. Bununla birlikte bir çok İslam ülkesinde değişim sesleri ve
demokratikleşme talepleri
yükselmektedir. İslam dünyası eğer kendi tarihsel derinliği, kültürel değerleri ve mevcut potansiyellerini kullanarak modern dünyaya katılacaksa,
kendisine öncülük edecek somut bir modelin göreceği fonksiyonun önemi inkar edilemez. Bu bağlamda hangi ülkenin model olabileceği tartışılabilirse de, konunun uzmanları, Arap ülkelerinin hiçbirinin bir
devlet modeli oluşturma potansiyeli olmadığını; ancak bu gerçeğin iki istisnası olduğunu; bunlardan birinin Türkiye, diğerinin İran olduğunu; fakat İran’ın gerek modernleşme ve demokratikleşme ve gerekse seküler bir din anlayışına sahip olma açısından çok büyük eksiklerinin yanı sıra, ayrıca Şiilerin dünyada toplam müslüman nüfusun
% 8’ini oluşturması nedeniyle
model olma şansının fazla olmadığını; Türkiye’nin ise tarihi ve kültürel
yönden çok daha büyük avantajlara sahip olduğunu ifade etmişlerdir. Bu bağlamda sözgelimi Francis Fukuyama şunları ifade etmiştir:
“Müslüman ülkelerin en büyük
sorunlarından biri, laik bir hükümet modeliyle, İslam’ın liberal ve hoşgörülü versiyonunu yaratmak. Türkiye, Kemalizm ile bunu başardı. Öyle sanıyorum ki, Türkiye büyük
bir olasılıkla bir model olarak öncü olmaya devam edecek. Ancak ilerde
saflarına başka Müslüman
ülkelerin de katılmaları gerekecek. Hangi ülkeler diye sorarsanız, şaşırtıcı gelse de ilk aday olarak İran’ı sayabilirim. Çünkü genç nesil bir İslam teokrasisinde yaşamak istemiyor. İran’ın Türkiye’nin safına geçmesi hemen
olacak bir iş değil. Türkiye’nin safında yer alabilecek
diğer ülkeler arasında, Asya ülkelerini,
göreceli olarak ekonomide başarılı olmuş Malezya ve Endonezya’yı sayabili- rim.”[160]
Bu bağlamda Türk modelini avantajlı kılan faktörlerin ne olduğunun açıklanması yararlı olacaktır.
3.2.
Türk Müslümanlığının Avantajları
Türk modelini avantajlı kılan en önemli
faktörlerden birisi, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafî konumudur. Türkiye, Asya ile Avrupa arasında iki kıtayı birbirine
bağlayan çok önemli bir coğrafya üzerinde bulunmaktadır. Bir
ülkenin içinde bulunduğu coğrafya, kendisinin dünya sistemindeki konumunu ve etkinliğini önemli ölçüde belirleyen en önemli
faktörlerden biri ve belki de başta gelenidir. Bugün Türkiye, dışardan bakıldığında, yaşadığı tecrübelerden elde ettiği birikimle savaş ve şiddet içerisinde yüzen ülkelere karşı önemli ağırlık kazanan, kaos ve düzensizlik bölgesi içinde “barış ve istikrar adası” olarak
gözükmektedir.[161]
Gerçekten bugün dünyanın kalbinin attığı Ortadoğu’da önemli bir istikrar unsuru ve önemli bir güç olan Türkiye’nin
aslında bölgesinde sadece Batıya açılan bir kapı olmayıp, aynı zamanda
Avrasya’ya da uzandığı bilinmektedir. Bölgesinde dünya enerji stratejisinde söz sahibi
olma noktasındadır. Bunun en somut örneği Trans-Kafkasya boru hattıdır. Bu, iki ayaklı bir projedir. İlki Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru
hattı projesi, diğeri Türkmenistan-Türkiye- Avrupa doğal gaz boru hattıdır. İslam ülkeleri ile kıyaslandığında, petrol üreticisi olan, fakat gelişmiş bir sanayisi bulunmayan birkaç ülke istisna edilirse, Türkiye
sanayileşmesini ve modernleşmesini gerçekleştirmiş bir ülke olarak görülür. Ayrıca Türkiye, gerek coğrafî gerekse tarihî yönden sahip olduğu Doğu ile Batı arasında köprü olma fonksiyonunu ve bölgedeki güçlü
konumunu, günümüzde bir yandan İslam Konferansı Örgütü ve NATO üyesi, bir yandan da Avrupa Birliği’ne aday tek Müslüman ülke olmakla
pekiştirmiş bulunmaktadır. Bir diğer ifadeyle, halkı Müslüman bir ülke olarak İslam dünyasının tabiî bir parçası,
fakat aynı zamanda Batı ittifakının bir üyesi olan Türkiye, İslam dünyası ile Batı arasında bir uyum
elde etmede önemli bir misyon başarmıştır.
Jeo-stratejik konumu, çok zengin
yeraltı ve yerüstü doğal zenginliklerinin yanı sıra Türkiye, ayrıca çok genç bir nüfusa
sahiptir. Türkiye’nin coğrafyasının merkezî rolüne tarihî birikimi ve tecrübeleri de ilave
edilirse, yapılan tanımlamaların anlamsız olmadığı açıkça görülür. Tarihî sürece bakıldığında hiçbir zaman bağımsızlığını kaybetmemiş olan Türklerin güçlü bir devlet geleneği olduğu görülür. Türkler güçlü devlet gelenekleriyle tarihi süreçte her
zaman adaletten ve hoşgörüden yana olmuşlar ve dil, din, ırk ve düşünce farkı gözetmeden kendisine sığınan mazlumlara kapılarını açmışlardır.[162] Bu gelenek,
bir çoklarının sandığı gibi, Cumhuriyet döneminde terk edilmiş olmayıp, aksine yeni unsurlarla
güçlendirilerek kolektif bilinçte muhafaza edilmiş ve günümüze kadar taşınmıştır.
Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet döneminde yapılan bir
dizi reformlarla hızlanarak günümüze kadar devam eden modernleşme ve demokratikleşme yürüyüşü, müslüman bir toplumda, ilk ve en azından şimdilik tek seküler devlet modelinin
ortaya çıkmasıyla neticelenmiştir. Sekülerleşmenin Türk modernleşmesinde ilk unsur olarak seçilmesinin sebebi, yaşadığımız çağın şartları karşısında geleneksel yapının yetersiz kalışıdır. Sözgelimi, tarihî süreçte İslamî birer kurum gibi algılanan
sultanlık ve halifelik, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından yapılan reformlarla kaldırılmış ve böylece İslam dünyasında ilk ve tek olan böyle
bir uygulama ile egemenlik kayıtsız şartsız halka devredilmiştir. İki asırlık batılılaşma tecrübesi, Türkiye’ye, başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı büyük bir tarihi birikim kazandırmıştır. Bu yüzden İslam dünyası içinde her zaman farklı ve
ayrıcalıklı bir konumda değerlendirilen Türkiye, Osmanlı Dev- leti’nin vârisi olması
açısından Müslüman dünyanın bilinçaltında çok özel bir yere sahiptir. Vatandaşlarının çoğunluğunun müslüman, laik ve demokratik bir kimliğe sahip olması; İslamî ve Batılı değerlerin, geleneksel ile modernin bir
arada uyumlu bir şekilde yaşaması; yaşadığı modernleşme tecrübeleri Türkiye’nin, başta Arap ülkeleri olmak üzere bütün İslam dünyasında ilgiyle izlenmesine neden olmaktadır. Bugün
Türkiye’nin bölgede ve dünyadaki ağırlığının farkında olan Arap ve İslam âlemi, Türkiye’de olup bitenlere karşı seyirci kalmamaya çalışmaktadır. Nitekim el-Cezire televizyonu
3 Kasım 2002 gecesi Türkiye’de yapılan seçimlerle ilgili yaptığı yayında başta bu kanalın yayın sorumlusu olmak
üzere bazı yorumcular Türkiye’deki seçimleri Arap dünyasının İslam ile modernliği nasıl bir çizgide buluşturacağına dair bazı ipuçları taşıyan bir tecrübe olarak dikkatle izlediğini belirtmişlerdir. Aynı mealde yazılar ve yorumlar
daha sonra yazılı medyada da yer almıştır.[163]
3.3.
Türk Müslümanlığının Dezavantajları
Türk Müslümanlığı, her ne kadar coğrafî konumu, tarihî birikimi, toplumsal
ve siyasal yapısı ve temsil ettiği seküler İslam yorumuyla küresel bir model olarak gösterilmekte ise de, bazı
ciddî sorunlarla karşı karşıya bulunduğu da bilinmektedir. En önemli dezavantajı, özellikle Arap
dünyasında Türkiye’ye yönelik olarak tarihî temellere dayanan olumsuz bir bakış açısı bulunmasıdır. İslam dünyasının bugün en büyük
sorunlarından biri, seküler ve demokratik bir hükümet modeliyle, İslam’ın liberal ve hoşgörülü versiyonunu bir araya getirmektir.
Bunu önemli ölçüde başarmış olmasına rağmen Türkiye’nin Ortadoğu ve Körfez ülkeleri için model olması, en azından kısa vadede pek
mümkün gözükmemektedir. Nitekim Suudi Arabistan’ın Osmanlı eserlerine karşı tutumu bunun açık bir kanıtı olarak
görülebilir. Aslında bu durum, büyük ölçüde, Arap ülkelerinin Osmanlı geçmişleriyle ilgili sorunlarını çözememiş olmalarından kaynaklanmakla birlikte
Türkiye’nin kendisini anlatamamış olmasının da etkili olduğu söylenebilir.
Türk modelinin bir diğer dezavantajı ise, İslam ülkelerinin çoğunun yönetim biçimiyle ilgilidir. İslam ülkelerinin önemli bir kısmında
bir tek kişi, aile veya küçük
bir grup yönetimde bulunmakta ve bu mutlu azınlık, halkın demokrasi ve değişim taleplerine kulaklarını tıkamakta; aksi takdirde kendi
çıkarları ve geleceklerinin bozulmasından endişe etmektedir. Bu yüzden Türk modeli veya bir başkasını kabul etme noktasında pek
istekli görünmemektedir. Benzer bir durumun, Türk modelinin başarı şansının en yüksek olduğu ülkeler olarak gösterilen Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de
geçerli olduğu söylenebilir. Yeni
kurulan ve halen milletleşme süreci yaşayan bu Cumhuriyetlerin fazla milliyetçi bir tavır sergiledikleri
ve Türkiye’nin kendilerini birer küçük kardeşe dönüştürmelerinden çekindikleri gözlenmektedir. Bu ve diğer bir takım faktörlerin etkisiyle,
aslında iki taraf arasında tarihî ve kültürel bir bağ olmasına ve bu bağın Sovyet Rusya yönetimi tarafından
bile zayıflatılamamış olmasına rağmen Türk modeli, bu Cumhuriyetleri cezbetmede başarısız olmuş ve kısa zamanda gözden düşmüştür.[164]
Öte yandan Suriye, Irak, İran gibi ülkeler, İsrail ile olan yakınlaşmasından dolayı Türkiye’yi eleştirmektedirler. Üstelik bir dönem
Suriye ve İran gibi ül-
kelerde eğitim gören İslamcı terörist örgütlerin Türkiye’yi ve onun seküler demokrasisini
hedef alan eylemlerde bulundukları bilinmektedir. Irak için ise Türkiye’nin
Amerika ile olan yakın ilişkisi ciddî bir endişe kaynağıdır. Amerika’nın Irak’a yönelik saldırı planları, bugün sadece
Irak ile Türkiye arasında yerel bir sorun olmanın ötesinde tüm dünyayı
etkileyen küresel bir sorun olmaya devam etmektedir.
İran ise rejim ihraç etme konusunda oldukça istekli davranmakta, bu
yüzden Türkiye’yi kendisine rakip olarak görmektedir. Sözgelimi, İran’ın, nüfusunun neredeyse yarısı Şii olan Azerbaycan ile ilgilenmesi ve
rejimini bir model olarak orada pazarlamasının önünde, her ne kadar
Azerbaycan’ın zaman zaman Kuzey İran’daki soydaşlarıyla ilgili taleplerde bulunması söz konusu ise de, asıl
etkenin, Türkiye’nin Azerbaycan ile olan sıkı bağları nedeniyle Azerbaycan halkının demokrat ve hoşgörülü bir İslam anlayışını temsil eden Türk Müslümanlığına daha sıcak bakması ve bunu
teokratik İran
fundamentalizmine karşı alternatif olarak tercih etmesidir.[165] Buna rağmen kolektif bilinçlerinde köklü bir
imparatorluk geleneğine sahip olduklarını düşünen İranlıların sürekli uzun vadeli hedefleri olduğu bilinmektedir. Nitekim Türk modelinin
İran için geçerli olamayacağının belirtildiği bir yazıda, İran halkının kendi kültürüne dönmesi
gerektiği şeklinde çağrılar yapılmaktadır.[166]
Türk modelinin başarı şansını azaltan bir diğer faktör de, Türkiye’nin konumunu ve gücünü bilen ve takdir eden
ABD’nin verdiği desteğin yanı sıra Avrupalı müttefiklerinin
aynı gerçeği görememelerinden
kaynaklanmaktadır. Bugün özellikle Avrupa, Türkiye’ye karşı çifte standart uygulamaktadır.
Müttefiği olarak görmek istediğinde, laik ve demokratik özelliklerini
ön plana çıkartırken Avrupa Birliği’ne üyelik söz konusu olduğunda, başka ülkelerden istemediği bir takım kriterleri öncelikli olarak gündeme getirmektedir. Öte
yandan Türkiye’nin ekonomik gücünün yeterli olmayışı bir takım propaganda ve lobi
faaliyeti yapmasını engellemektedir.
Sonuç olarak tarihî, siyasî ve ekonomik
gerçekler göz önüne alındığında Türk modelinin başarı şansının, en azından şimdilik, fazla güçlü görünmediği söylenebilir.
4.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bugün tüm dünyada küresel bir model
olarak Türkiye ve Türk Müslümanlığından söz edilmesini bir övünç kaynağı olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bunu tamamlanmış, başarılmış bir proje olarak kabul edip sevinmek yerine Bernard Lewis’in
ifadesiyle bir ‘hedef’, bir ‘yol haritası’ olarak değerlendirmek ve bu hedefe ulaşmak için durmadan, yorulmadan çalışmak gerekmektedir. Meseleyi, yirmi yıl
sonra 100. yılına girecek Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa zamanda almış olduğu mesafe ile “21. yüzyılı şekillendirecek” bir ülke olma potansiyelini açığa çıkarma hedefinin bir parçası olarak
değerlendirmek ve bu ihtimalin gerçeğe dönüşmesi için bir takım eksikliklerin tamamlanması ve yoğun bir zihin, ruh ve beden faaliyetinin
ortaya konması gerektiğini söylemek mümkündür.[167] Kuşkusuz, Türkiye, bu hedefe ulaştığı zaman gerek Do- ğu’da gerek Batı’da çok daha saygın buir konumda olacak ve daha çok
ilgi görecektir.
Türkiye, gerçekten tarihî bir dönemeçte bulunmaktadır. Çünkü tarih
Türkiye’nin önüne böyle bir fırsat koymuştur. Model olma şansını sürdürmesi veya gerçekleştirmesi için her şeyden önce zihniyet sorununu aşması, modernleşme ve demokrasi yürüyüşünde yeni açılımlar yapması gerekmektedir. Bunun için de öncelikli
olarak demokrasi ve insan hakları alanındaki eksikliklerini tamamlamalı,
ekonomik problemlerinin üstesinden gelebilmeli ve etkili bir siyasî yeniden
yapılanma gerçekleştirmelidir.
Bugün ülkelerin sosyal değerler yönüyle de karşı karşıya geldiği küresel süreçte toplumların gelişme düzeyi ‘demokrasi’, ‘açık toplum’ ve ‘özgürlükler’ gibi
kıstaslarla ölçülmektedir. Hatta toplumların ayakta kalabilmeleri evrensel
nitelikteki bu değerlere sahip olup olmamalarına bağlanmaktadır. Batı toplu- munun güçlü bir üyesi olmak isteyen ve
AB’ye giriş süreci devam eden
Türkiye’nin, mevcut siyasî ve toplumsal yapısında göze çarpan ve uluslararası
alanda sürekli önüne konan sorunların kesiştiği nokta, demokrasi
ve insan hakları alanı olmaktadır.[168] Bunun için çoğulcu ve katılımcı demokrasinin geliştirilmesi gerekmektedir. Üniter devlet
içinde, gerek kültürel konularda gerekse inanç konularında devletin topluma
müdahalesini azaltarak bireysel liberal hürriyetler alanının genişletilmesi, hem güven ve istikrar
ortamının gelişmesi ve böyle- ce iç
barışın elde edilmesi hem de çağı yakalama hedefinin gerçekleşmesi için zorunludur.
Aslında bütün bu hususlar, Türkiye’nin
VIII. Beş Yıllık Kalkınma Pla- nı’nın (2001-2005)
temel amaçları ve stratejisi arasında da yer almıştır. Raporda, “Küreselleşme süreciyle birlikte önemi artan hukukî ve kurumsal düzenlemelerin
yapılamaması, sosyal yapının yeterince güçlendirilememesi ve makro- ekonomik
dengesizlikler, ülkelerin krizlerden daha çok etkilenmelerine yol açmaktadır.”
tespiti yapıldıktan sonra “Küreselleşmenin hız kazandığı bir ortamda ... insan hakları ve demokrasinin geliştirilmesinin ve kurumsallaştırılmasının yanı sıra eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, yoksulluğun azaltılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi büyük önem taşımaktadır.” denilmekte ve Türkiye’nin küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı olanaklardan en yüksek oranda
yararlanarak olumsuzlukları en düşük düzeyde tutabilmesi ve böylece gelecekte dünyada daha etkin bir
konuma gelme hedefine ulaşabilmesi için sosyal yapısını güçlendirmesinin, istikrar ortamını
sağlamasının, yapısal reformlarını
tamamlamasının ve bilgi toplumunun gerektirdiği temel dönüşüm- 35 leri gerçekleştirmesinin önemi üzerinde
durulmaktadır.
Türkiye’nin aşması gereken engellerden biri de ekonomik alandaki sıkıntılardır.
Bilindiği gibi Türkiye’nin toplumsal ve siyasal
kültüründe güçlü bir patrimonyal geleneğin izlerine hâlâ rastlanmaktadır. Nüfusun geniş bir kesiminin geçimini üstlenen bir
kurum olarak devlet, hâlâ “baba” olarak algılanmaktadır. Devlet ile formal
çıkar gruplarının arasında kurumsallaşmış bir ilişki ağı oluşturulamamış olması, siyasi popülizm, yolsuzluk, kollamacılık (patronaj) ve
kayırmacılık (nepotizm) ilişkilerinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bir çoğu yapısallaşmış ve kronikleşmiş olan bu sıkıntıların aşılması noktasında Türkiye’nin göstereceği başarı, diğer bir takım sorunların aşılması açısından da oldukça büyük bir önem taşımaktadır. Sözgelimi Türkiye’nin
siyasal yapısına yerleşmiş olan yolsuzluk,
Türkiye’de laiklik ile siyasal İslam arasında yaşanan mücadelede merkezî bir yer işgal etmektedir. Zira siyasî ve dinî düzlemde tezahür eden radikal
hareketlerin ortaya çıkışını kolaylaştıran faktörlerin bir çoğunun ekonomik kökenli sorunlarla ilişkili olduğu, bir diğer ifadeyle radikal hareketlere başvurmanın, insanların içinde bulunduğu günlük reel ekonomik gerçeklik ile siyasetçilerin propagandasını
yaptığı gelişme miti arasındaki çatlağa bir tepki olduğu bilinmektedir. Gelir dağılımındaki bozukluk, kuşkusuz, yoksulluk ve yoksunluk içindeki toplumsal kategorilerin
harekete geçmesi için en uygun faktör konumundadır.
Son yıllarda ekonomik ve toplumsal gelişme yönünde yapmış olduğu önemli atılımlarla, 2002 yılında dünyanın 17. büyük ekonomisine
sahip olan Türkiye, genç ve dinamik nüfusu, ulusal gelişme bilinci, girişimcilik kültüründeki birikimi,
kurumsallaşma yolunda ilerlemiş piyasa ekonomisi gibi avantajlara
sahip olmakla birlikte, uygulayacağı şeffaf politikalarla
ekonomik ve toplumsal yapısı içerisinde kronikleşmiş durumda bulunan bu
sorunları mutlaka aşmak zorundadır. Toplumsal ve ekonomik alanlarda “tam bağımsızlık” yanlısı olan Atatürk’ün,
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 17 Şubat 1923 tarihinde düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında söylediği şu sözler bugün de
geçerliliğini korumaktadır:
“Arkadaşlar siyasî ve askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisat
zaferiyle taçlandırılmazlarsa elde edilen zaferler sürüp gidemez... Hiç kimse
ordularla kazanılan zaferin, ülkemizi gerçek selamete götüreceğini iddia edemez. Bu zaferler gelecekte
kazanacağımız başka zaferlere zemin sağlayacaktır. Askerî zaferle kendimizi övmeyelim, kendimizi yeni
bilimsel ve ekonomik zaferler için hazırlayalım.”
KSÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi 2(2003) s.69-102
“SÜNNET ve HADİSİN ANLAŞILMASI ve YORUMLANMASINDA
METODOLOJİ SORUNU” ADLI KİTABIN DEĞERLENDİRİLMESİ
YrdDoç.Dr. Yavuz KÖKTAŞ[169]
ÖZET
Günümüzde sosyal bilimlerin
metotlarından yararlanarak hadîsleri anlama ve yorumlama çabasının mahiyeti
tartışılmaktadır. Artık
“sosyal bilimlerden yararlanılmalı mıdır?” şeklindeki bir soruya cevap aramak zaman kaybıdır. Bunun yerine
“sosyal bilimlerden nasıl yararlanmalıyız?” şeklindeki sorunun cevabı aranmalıdır. Bir yandan bu tartışmalar devam ederken bir yandan da pratik çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalardan biri de Mehmet Görmez’in doktora tezi olarak hazırladığı “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu” (Ankara, 1997) adlı
eserdir. Eserin temel amacı çağdaş Anlambilim ve
Yorumbilimin metotlarını hadîslere uygulamaktır. Eserin bu anlamda hadîs çalışmalarına katkısı son derece açıktır. Ancak eser bilgilerin değerlendirilmesi açısından eleştiriye açıktır. İşte
bu çalışma da eserde ortaya
konulan bilgi ve yaklaşımları değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar kelimeler:
Sosyal bilimlerin metotları, hadis, sünnet, anlambilim, yorumbilim, eleştiri
ABSTRACT
Today, it is discussed the
nature of effort on understanding and interpreting of the hadiths by way of
advantage from the methots of the social sciences. Leftovers, it is waste of
time to reply a question in manner “must it be advantaged from the social
sciences?”. Instead of this, we must reply a question in manner “how we must
advantage from the social sciences?”. On the one hand, as this discussions are
continuing; on the other hand the practice studies are made. One of this
studies is doctoral thesis named “The Methodolojic Problem on Understanding and
Interpreting of Sunna and Hadith” belonging to Mehmet Görmez. The basic aim of
thesis is to apply the methots of Contemporary Semantics an Hermeneutics on the
hadith. Therefore, contribution on the hadith studies of thesis is extremely
clear . But, thesis is clear the criticism on angle of evolation of knowlodge.
Well, this study is aiming the evolation of knowlodges and approachs which are
introduced in the thesis.
Key Words:
The methots of the social sciences, hadith, sunna, semantics, hermenoutics,
criticism.
Günümüzde sosyal bilimlerin metotlarından yararlanarak hadîsleri
anlama ve yorumlama çabasının mahiyeti tartışılmaktadır. Bu tartışmalar devam ederken bir yandan da pratik çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalardan biri de Mehmet Görmez’in
doktora tezi olarak hazırladığı “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu” (Ankara, 1997) adlı
eserdir. Eserin temel amacı çağdaş Anlambilim ve Yorumbilimin
metotlarını hadîslere
uygulamaktır. Eser bu yönüyle dikkate değer bir görünüm arzetmektedir. Bu tür
çalışmalar hadîslere metodolojik olarak
yaklaşmanın ufkunu açmaktadır. Eserin bu
anlamda hadîs çalışmalarına katkısı son derece açıktır.
Eser, anlama ve yorumlamaya işaret eden klasik kavramları; hadîs ve
sünnetin anlaşılmasını konu edinen
ilimleri, anlama faaliyetinin temel unsurları bakımından (anlatan, anlatılan
-hadîslerin ve fiillerin dili ve bağlam) hadîs ve sünneti yeniden değerlendirmeye tabi tutması dikkate değer bir husustur. Kitabın temel düşüncesi olarak hadîslerin hukuk mantığı ile kanun metni gibi görülüp anlaşılmaması olduğunu burada vurgulamak gerekmektedir. Ayrıca sünnetin sadece
ahkamla ilgili olmayıp bilgi ve medeniyete kaynaklık eden bir unsur olduğunun vurgulanması da üzerinde durulması
gereken önemli bir konudur. Bununla birlikte temel düşüncelerin dayandığı materyal, bu materyal ile temel düşünce arasında kurulan irtibatlar ve bu
materyallerin değerlendirilmesi tartışmaya açıktır. Şüphesiz temel düşünce kadar o düşünceye giden yolda materyallerinde sağlıklı değerlendirilmesi o kadar önemlidir. Bu çalışma bir anlamda bu materyallerin değerlendirilmesini konu edinecektir.
Bu çalışmada takip edeceğimiz metoda gelince, eseri genel olarak muhteva ve bilgi açısından
değerlendireceğiz. Buna uygun olarak baştan sona doğru bir seyir takip edeceğimiz vurgulanmalıdır. Bu seyirde
muhteva ve bilginin değerlendirilmesi eserden iktibas edilen metinlerin tahliliyle
gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla üslup, dil ve
imla, kaynaklara ulaşma, çeviri gibi teknik yönlerin üzerinde durulmayacağı belirtilmelidir. (Bu ve benzeri
konularla ilgili bir değerlendirme için bkz. Abdullah Aydınlı, “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji
Sorunu”, Sa.ÜİFD. (2000) 2: s. 301-313)
Çalışmanın bütünüyle alakalı olarak ilk söylenecek şey, yeni metodolojinin meşruiyetini sağlamak için geçmişteki anlama usûlunun eleştirilmiş olmasıdır. Bundan dolayı eser iki eksen üzerine oturmuştur: Biri klasik anlama usûlu olan
usûl-i fıkhın eleştirisi; diğeri ise çağdaş Anlambilim ve
Yorumbilim metotlarının hadîslere tatbiki.
Bu tespitten sonra muhteva tahliline
geçebiliriz.
Yazar, Giriş’te şöyle demektedir:
“Binaenaleyh dinin nass olarak kabul
ettiği metinleri anlamak için, şâriin gaye ve maksatlarını tesbit etmek
esastır. Ancak bu gaye ve maksadı sadece dil bilgisi kuralları ile lafızlardan
istinbat etmek mümkün değildir. Zira kelime ve lafızlar gayenin kendisi olamaz” (s. 1)
Yazarın burada lafızcılığa değil, gaye ve maksada vurgu yaptığı “esas” kelimesinin kullanılmasından anlaşılmaktadır. Aslında bu durum kitabın başından sonuna kadar gözlenmektedir.
(bkz. s. 144) Buna göre “esas” olan nasslardan elde edilecek genel ilkeler veya
gaye ve maksatlardır. Gaye ve maksatlar ışığında nasslar anlaşılmalıdır. Bir anlamda bu ifadeler
ortaya konulan metodolojinin mahiyetini de göstermektedir. Ancak ifadeler
genelleştirilmiştir. Burada akla iki soru gelmektedir:
1- Her metni/hadîsi anlamak için şariin gaye ve maksatlarını tespit etmek şart mıdır?
Mesela, “namaz kılınız, zekat veriniz, yalan söylemeyiniz, hased
etmeyiniz, iftira atmayınız” vb. ifadeleri anlamak için şariin maksadını tespit etmeye gerek var
mıdır? Bu tür metinler zahirine göre anlaşıldığında ortaya herhangi bir problem çıkmamaktadır. Bu emirlerde
maksat onların gereğini yerine getirmektir. Lafzın kendisi gayeyi ifade etmektedir.
Bununla birlikte namaz kılmanın, yalan söylememenin veya hased etmemenin hikmetleri,
yani sebep- sonuçları üzerinde durulabilir. Namaz kılmak kişinin nefsini olgunlaştırabilir. Yalan söylememek kişinin hem kendisiyle hem de toplumuyla
barışık yaşmasına zemin hazırlar. Bunlar da birer maksattırlar. Ancak
hikmete mebni maksatlardır. Bu maksatları bilmesek de veya bunlar metinde
bulunmasalar da biz yukarıdaki emirleri yerine getiririz. Emirler bu hikmetlere
bağlanmamıştır. Ancak bu emirleri yerine getirdiğimizde hikmetler kendiliğinden hasıl olacaktır. Dolayısıyla şariin maksadına, yani metinde
gözükmeyen gayesine, murâdına başvurmadan anlaşılabilen metinler de bulunmaktadır. Öyleyse en azından mutlak bir
ifade kullanılmamalıdır. Burada şöyle bir ayırım ortaya çıkmaktadır:
I-
Gaye ve maksatlar, yani külli esaslar
çerçevesinde metinleri/hadîsleri anlamak
Bunu da iki şekilde anlamak gerekir:
a- Gaye ve maksatlar ışığında tek tek
metinleri/hadîsleri anlamak. Bu, büyük oranda tearuz halinde olan hadîsleri
anlamak içindir.
b- Gaye ve maksatlar ışığında
metinlere/hadîslere yönelerek oradan fıkhî ve fıkhî olmayan hükümler çıkarmak,
yani mesajı sonraya taşımak, aktüelleştirmek. Burada gaye ve maksatlar çok önemlidir. Çünkü nassların
sayısı sınırlıdır, fakat olgular sınırsızdır. Bu olguları dinî çerçevede
anlayabilmek için gaye ve maksatların tespiti ve onların bu olgulara
uygulanması gerekmektedir.
II-
Gaye ve maksatlara bakmaksızın tek tek
her hadîste muradı anlamaya çalışmak. Bu ifade bir sözün gayesiz söylenildiği anlamına gelmemektedir. Zira burada
gaye zaten sözün kendisidir.
Öyle anlaşılıyor ki yazar, metin tahlilinde bu ayırımın -her ne kadar
birinci maddenin iki şıkkını birlikte kastettiği açık olmasa da- birinci maddesini gerekli görmektedir.
Şüphesiz, dinî nassları anlamak için gaye ve maksadın, yani külli
esasların tespit edilmesi gerekmektedir. Ancak bunun yanında tek tek her
metinde Hz. Peygamber’in ne kastettiği de araştırılmalıdır. Çünkü her söz bir gaye ile ifade edilmektedir. Buna
göre metinleri anlamanın şekli tasrih edilmelidir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in araştırılacak olan maksadının metnin
zahirinde de olabileceği vurgulanmalıdır. Metnin zahirinde bir problem varsa, o
metinlerin gaye ve maksatlar ışığında anlaşılması zorunlu olacaktır. Mesela,
“Dinini değiştireni öldürünüz”[170] hadîsini gaye ve maksatlar ya
da küllî prensipler ışığında anlamak
mümkündür. Çünkü bu hadîsin zâhiri “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) gibi
bir çok küllî prensiple çelişmektedir. O halde hadîsin zahiri küllî prensipler ışığında te’vil edilmek zorundadır.[171] Bizim vurgulamak istediğimiz nokta ise, her hadîsin böyle bir işleme tabi tutulmasının gerekmediğidir.
2-
Burada lafızlar mı, lafızcılık mı eleştirilmektedir? Bu durum o kadar açık değildir. Lafızcılık eleştiriliyorsa bu eleştiri makuldur. Ancak lafızlar eleş- tiriliyorsa, buna katılmadığımızı belirtmek isteriz. Çünkü bize ulaşan her ne varsa lafızlarla ulaşıyor. Bize ulaşanlar önce “söz”dü, sonraları “metne”
dönüştü. Ancak her ikisinde de ortak olan
dildir ve dil de -dil topluluğunun kendine yüklediği her türlü anlamla birlikte- kelime ve lafızlardan oluşmaktadır. Şayet “bir lafzı veya bir metni tek başına ele alarak hareket etmenin
sakıncaları” kas- tediliyorsa, bu isabetli bir yaklaşımdır.
3-
Gaye ve maksatlardan kasıt külli
esaslar ise, bunun dilbilgisi kurallarından veya lafızlardan istinbat edilmesi
gerektiğini söyleyen alimlerin isimleri tasrih
edilmelidir. Külli esaslar, ayet ve hadîsler bir bütün olarak mütalaa edilerek
ortaya konulmuştur. Özellikle Şatıbî bu işleme istikra adını vermekte ve
külli esasların nassları bir bütün olarak araştırmak suretiyle tespit edilebileceğini vurgulamaktadır.
Sünneti mi anlamak yoksa esas ve
prensipleri mi?
Yazar, anlama ve yorumlama açısından şerhlerin önemine değindikten sonra şöyle der:
“Ancak bütün bu çalışmalar sonunda Medine toplumu ve devleti içinde Hz. Muhammed’e
sosyal, siyasal, ekonomik ve ahlakî her sahada kılavuzluk eden esas ve
prensipleri doğru anlamak için tam
ve mütekamil bir metot tesis edildiği söylenebilir mi?”. (s. 2)
Eserin konusu hadîs ve sünnetin anlaşılmasıyla ilgili olduğuna göre “Hz. Peygamber’e her sahada kılavuzluk eden esas ve
prensipleri doğru anlama yönteminden”
bahsetmek ne anlama gelmektedir? Yoksa hadîs veya sünnet, esas ve prensiplere eşit midir? Şayet sünnetle, Hz. Peygamber’e
kılavuzluk eden ilke ve prensipler kastediliyorsa, yeni bir tanımlamanın
yapıldığı, yeni bir anlayışın ortaya çıktığı açıktır. Ancak en azından okuyucunun
kafasının karışmaması için “klasik
sünnet anlayışı budur, bizim
anlayışımız şudur” şeklinde tasrihler yapılmalıdır. Yukarıdaki metne göre anlaşılmaya çalışılan şeyler ilke ve prensiplerdir, klasik anlamıyla hadîs ve sünnet değil. (Ancak kastedilen ilke ve
prensipler ışığında hadîslerin anlaşılması olsa gerektir). Burada iki durum
ortaya çıkmaktadır:
1-
Hadîs ve sünneti anlamak için metot
geliştirmek
2-
Esas ve prensipleri doğru anlamak için metot geliştirmek
Yukarıdaki ifadelerin bu noktalarda açık olmadığını söylemek mümkündür. Ayrıca burada
ve bir bütün olarak kitapta metodun “esas ve prensiplere” indirgendiği söylenebilir. Gerçekten metot, “esas
ve prensiplerden” mi ibarettir? Bununla birlikte esas ve prensiplerin
kendisinin bir metot olup olmadığı da sorulmalıdır. Esas ve prensiplerin kendisi bir metot değilse, bunları doğru anlamak için bir metot inşa edilmesi gerekiyorsa, esas ve
prensiplerin nasıl tespit edileceğine dair metodun çerçevesi ve ne olduğunun sarih bir şekilde ortaya konması gerekmez mi?
Usûl-i Fıkıh ya da Çağdaş
Anlambilim
Yazar’a göre “hadîs ilmi ve usûlü kendi içinde bir anlama ve
yorumlama yöntemi geliştiremediği içindir ki, bilahare muhaddisler de fakih ve müfessirler gibi
Hadîs ve Sünneti anlamak için büyük oranda usûl-i fıkhın kural ve kaidelerini
kabul etmek durumunda kalmışlardır”. (s. 4) Yazarın ifadelerinden bir se- bep-sonuç ilişkisinin varlığı anlaşılmaktadır. Sebep, hadîs usûlü içinde bir anlama ve yorumlama
yönteminin geliştirilmediği; sonuç ise muhaddislerin usûl-i
fıkhın kurallarını kabul etmek durumunda kaldığıdır. Bu sebep-sonuç ilişkisi ne kadar isabetlidir? Muhaddisler usûl-i fıkhı kabul etmek
zorunda mı kaldılar yoksa hadîsler de dil temeline dayandığı için usûl-i fıkhın hadîslere tatbiki
doğal bir sonuç mu olmuştur? Ayrıca çeşitli ilim dallarının birbirinden
yararlanabileceğini de vurgulamak gerekir. “Usûl-i fıkhın kurallarını kabul etmek
durumunda kalmaktan” ziyade hadîsçiler “usûl-i fıkıhtan yararlandılar veya onu
kullandılar” demek tarihsel olarak daha uygun gözükmektedir. İşin en önemli yanı bu eserde de dışarıdan bir ilimden, yani Anlambilim ve
Yorumbilimden istifade edilmesidir. Bu durumda “hadîsin kendi içinde” bir
anlama ve yorumlama metodu geliştirildiğini söylemek mümkün gözükmemektedir.
Usûl-İ Fıkhın Hadîslere Tatbikinin Hem İmkanı Hem İmkansızlığı
Yazar bir yerde Taha Cabir Alvanî’nin “usûl-i fıkıh bir teşri kaynağı olarak sünnet ve hadîsi anlamaya kafi gelebilir, ancak bilgi,
kültür ve medeniyetin tüm sahalarında sünnetten bir model olarak yararlanmak
için kafi gelmemiştir” şeklindeki ifadelerini kullanırken hemen altında “usûl-i fıkhın
hadîslere tatbikini adeta imkansız kılan diğer bir husus...” şeklinde bir ifade kullanmaktadır. (s. 4)
Alvanî’nin görüşleri tamamen isabetlidir. Zira usûl-i fıkıh her şey demek değildir. Zaten usûl-i fıkhın böyle bir
iddiası da yoktur. Fakat Alvanî’nin görüşlerini benimseyip ardından usûl-i fıkhın hadîslere tatbikinin
“adeta imkansızlığından” bahsetmek genellemelerin yol açtığı bir çelişki değil midir? Zira en azından şer’î bir hüküm bildiren hadîslere usûl-i fıkhı uygulamak mümkündür.
Bilgi ve medeniyetin tüm sahalarında sünnetten bir model olarak yararlanmaya
usûl-i fıkıh engel değildir. Usûl-i fıkıh yadsınmadan bu yönüyle sünnetten yararlanmak
mümkündür. (Örnek için bkz. Yusuf el-Karadavî, Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, çev. Özcan Hıdır, İstanbul, 2001) Bugün ayrıca İlahiyat Fakültelerinde hadîs alanında
yaptırılan konulu çalışmalar da sünnetin bilgi, kültür ve medeniyete ne tür katkılar sağlayabileceğini amaçlamakta ve ortaya koymaktadır.
Yazar Maturidî’ye göre teemmül, tefekkür ve nazardan sonra oluşan bilginin fehm; bunlarla beraber
istidlal, akletme ve hikmeti de ihtiva ediyorsa bunun fıkıh olduğunu belirtir. Sonuçta Maturidî’ye göre
“fıkhın amacı hikmettir”. Yazar buna karşılık fakihlerimizin hikmetten çok aynı kökten gelen hükm elde etme
çabası içinde olduklarını söyler. (s. 14) Şüphesiz fıkhın anlamı tarih içinde değişikliğe uğramıştır. Kur’an’daki kullanımıyla sonradan kazandığı anlamlar farklıdır. Maturidî’nin
çizdiği çerçeve Kur’an’ın çizdiği çerçeveye yaklaşmaktadır. Ancak fıkıh ilminde “fıkıh”
denildiğinde daha dar bir anlam kastedilmektedir.
Bu durumda dolaylı da olsa fakihleri hükm elde etme çabası içinde olmakla eleştirmek haksızlıktır. Zira zaten fakihin
işi budur. Bununla birlikte hiçbir fakih hükmün
hikmetinin anlaşılmasına karşı çıkmamıştır. Bunun tarihte ne kadar yerine getirildiği ise tartışılır.
Benzer bir yaklaşım istinbat kelimesi incelenirken de sergilenmiştir. Yazara göre istinbat kelimesini İslam Kültür Tarihinde daha çok fakihler
kullanmıştır. İstinbat sonunda elde edilen anlam değil, hüküm olmuştur. İstidlal ve istikra kavramlarını istinbattan ayıran yazar, her
üçünde ortak yönler bulunmakla birlikte son ikisinde aklın daha fonksiyonel
olduğunu belirtmiştir. (s. 16)
Yukarıdaki ifadeler istinbat ve fakih gibi kavramlara olumsuz
anlamlar yüklemiştir. Yazarın anlam arayışı peşinde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak anlamı aramak veya yakalamak için hükmü aramayı
yadsımak gerekmemektedir. Fakihin işi zaten hükmü aramaktır. Hüküm de anlamın içinde bir kategori değil midir? Anlamdan maksat daha genel
bir mana ise o zaman “her anla- mın/anlamanın bir hüküm aramak/istinbat etmek
olmadığı, fakat her hükmün bir anlam/anlama
olduğu” söylenebilir.
Yazar, istinbat, istidlal ve istikra kavramlarını aklın
fonksiyonelliği açısından
mukayese etmiştir. Oysa hepsinde
aklın işleyişi farklıdır. Bu farklılık, onların ele aldıkları malzemeye değişik metotlarla yaklaşmasından kaynaklanmaktadır. Bir mantıkçının, bir fakih gibi
hareket etmesi gerekmez. Buna kullandıkları metotlar da imkan vermez. Ama her
üç metodu kullananlar da eşit ölçüde aklı fonksiyonel olarak işletmektedirler. Bununla birlikte üzerinde faaliyet gösterdikleri
nesnenin türüne göre akıllar (aslında metotlar) farklılık arzetmektedir.
Başlıkların İçeriği ya da Usûlî Tabirleri Modern
Tabirlerle Anlatmak
Yazar, İslam geleneğinde anlama ve anlatma ile ilgili kavramları işlerken bunları iki kategoriye ayırmıştır:
1-
Bilgi edinme ve anlama ile ilgili
kavramlar: Hıfz ve zabt, fehm ve va’y, fıkh ve nazar, istinbat ve istihrac.
2-
Açıklama ile ilgili kavramlar: Beyan ve
tebyin, tefsir ve te’vil, delalet. (s. 10-24)
Bölümün başlığı “anlama ile ilgili
kavramsal çerçeve”dir. Alt başlık ise anlama ve anlatma”dır. Ancak ikinci tasnifte “açıklama”
geçmektedir. Bunlar aynı anlama mı gelmektedir? Bu konuda herhangi sarih bir
bilgi yoktur. Ayrıca “yorumlama” ile ilgili kavramların olmayışını neye bağlamak gerekir? Yoksa bu tasnife göre İslam geleneğinde sadece anlama ve açıklama ile mi uğraşılmıştır?
Anlama ve açıklama arasında fark olduğu ifade edilmiştir. Buna göre açıklama anlamanın sağlamasıdır. Anlamayı denetleyen nedensel
açıklamalardır. (s. 17) Bu sayfaya kadar “anlama”nın herhangi bir tanımı
yapılmamıştır. Dolayısıyla “açıklama”nın
tanımını test etmek mümkün görünmemektedir.
Açıklamanın “anlamayı denetleyen nedensel açıklama” olduğu M. Aytül Kasaboğlu’nun Sosyolojide Hermenötik
Uygulamalar adlı makalesinin dışında hangi İslamî kaynakta geçmektedir? Burada “İslamî” deyişimizden maksat şudur: Açıklama kategorisine beyan, tebyin, tefsir, te’vil,
delalet gibi İslamî metodolojilerde
kullanılan kavramlar dahil edilmiştir. Bu durumda mezkur kavramların ifade ettiği şeyin “nedensel açıklama” olduğunu gösteren bir kaynağın bulunması gerekmez mi? Oysa açıklama kavramının pozitivist
bilimlerin metodolojisi olduğu bilinmektedir. Zira bu metodolojide her şeyi neden-sonuç ilişkisinde gören determinist bir anlayış vardır. Zaten buna alternatif olarak
sosyal bilimlerde anlama kavramı geliştirilmiştir. Nitekim yazar da anlama ve açıklama kavramlarının tabiî ve beşerî bilimlerle ilgili olduğunun farkındadır. (s. 34) Dolayısıyla
bu kavramların içi kültürel-tarihsel şartlarla doludur. Bunları olduğu gibi İslam geleneğindeki kavramları açıklamak için kullanmak ne derece isabetli
olur?
Yazarın ifade ettiği gibi açıklama (tabiî ilimlerdeki anlamı bir yana) nedensel
sorulara başvurmak, anlaşılan şeyin hakikat ile ilişkisini ifade etmek ise (s. 17) beyanın, te’vilin ve delaletin bu
durumla ne alakası vardır? Yazarın ifade ettiği şey İslam geleneğinde daha ziyade hikmet kavramını çağrıştırmaktadır.
İşin bir başka yanı ileriki sayfalarda yazar “hikmetin anlama yöntemi içinde
pek kullanılmadığını söylemesine” (s. 38) rağmen kendisi de “anlamla ilgili kavramsal çerçeveye” bu kavramı
almamıştır. Bunun nedeni hikmet kavramının
yaygın olarak kullanılmadığı ise, anlama yöntemimizde hıfz, zabt, va’y gibi kavramlar da
fazla değil, hiç kullanılmamıştır.
Yazar, İslam geleneğinde anlama ve anlatma ile ilgili kavramları tasnif ederken
“yorumlama ile ilgili kavramlar” şeklinde bir tasnif yapma gereği duymamıştır. Bunun nedeni açık değildir. Bu bölümde mezkûr usûlî tabirler anlama, anlatma ve
açıklama kavramları çerçevesinde işlenmiştir. Sonraki bölümde ise “yorum ve yorumlamaya” değinilmektedir. Ancak “yorumlamaya” karşılık gelebilecek kavramlar üzerinde
durulmamıştır. Bununla birlikte tefsir, te’vil ve
delalet kavramları “açıklama ile ilgili kavramlar”; istinbat ve istihrac gibi
kavramlar da “bilgi edinme ve anlama ile ilgili kavramlar” içinde mütalaa
edilmiştir. Bu durumda, “bu tasnifin dayanağı nedir, İslam geleneğinde yorumlama ile ilgili kavramlar yok mudur? Yoksa yorumlama,
açıklama mıdır? ” gibi soruların cevabı verilmek durumundadır.
Mana Ve Anlam Kelimelerinin Ortaya Çıkardığı Durum...
Yazar, “Çağdaş Anlambilim ve
Yorumbilimde Anlama ile İlgili Kavramsal Çerçeve” adlı başlık altında bu kavramları inceledikten sonra Klasik Anlama
Yöntemimiz ile Çağdaş Anlambilim ve
Yorumbilimin Anlama yöntemini mukayese etmiştir. (s. 36-40) Yazar, ilk farkı manâ ve anlam kelimelerinin anlamlarından
yola çıkarak ortaya koymaktadır. Buna göre manâ maksat demektir, yani bir kişinin bir sözden kastettiği yahut bir nesnenin ifade ettiği şeydir. Anlam ise bir kişinin bir sözden anladığı şeydir. Yani biri
anlatılan diğeri anlaşılandır. (s. 36) Bu izahlarla ilgili
herhangi bir dayanak zikretmemesi bir tarafa anlamın Türkçe’de böyle tanımlandığı gerçeklere aykırıdır. Bunu anlamak
için şu tanımlara bakmak kafidir:
1-
Anlam, bir kelime, söz, hareket veya işaretin ifade ettiği şey, mana. (Ahmet Fidan, vd. Örnekleriyle Türkçe Sözlük,
Ankara, 1995, I, 124)
2-
Anlam, bir simgeyi kullananın gerçekte
belirttiği şey. (Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil, Ankara, 1995, s. 484)
Burada anlam söz, hareket ve işareti içine alacak şekilde geniş manada kullanılmıştır. Anlam bunların ifade ettiği şeydir. Şüphesiz, bunları anlayan bir özne
vardır. Ancak anlam, öznenin anladığı şey değil, söz vb. simgeyi kullananın
belirttiği veya söz vb. nesnelerin ifade ettiği şeydir. Bu noktada anlam ile manâ aynı paydada birleşmektedir. Burada “anlamada öznenin hiç
fonksiyonu yok mudur?” şeklinde bir soru sorulabilir. Elbette vardır, ancak bunun teorik
tartışması başka bir konudur.
Yine iki anlama yöntemi tavsif edilirken “biri anlayanı esas alır,
diğeri anlatanı; birinde anlama anlayanın
anladığıdır, diğerinde ise anlatanın anlattığıdır” (s. 37) şeklinde ifadeler kullanmıştır. Hemen altta “kısaca bizim geleneğimizde, özellikle dinî metinlerin anlaşılması söz konusu olduğunda daima anlatan esas alınmış, anlatılana kuşkusuz iman edilmiş, anlaşılandan da hep kuşku duyulmuştur” (s. 37) denilerek klasik usûlle ilgili olumsuz bir his
uyandırmıştır. Hemen şunu belirtelim ki, “Esas” alınma
açısından bu ifadeler doğrudur ve bunda yadırganacak bir yan yoktur. Zira anlaşılmaya çalışılan metinler dinî metindir ve bunu
vazedenin maksadı anlaşılmak zorunda olup iman edilmesi gerekenlere iman edilecek fiilî
olarak uygulanması gerekenler uygulanacaktır. “Esas” alınma açısından dedik.
Yani temelde bu doğrudur. Ancak tarihte hiç bir zaman inanç ve amel konuları ve
bunları bizlere aktaran metinler “dokunulmaz iman metinleri” olarak telakki
edilmemiştir. Tarihte belki de Allah’ın varlığı dışında tartışılmadık bir şey kalmamıştır.
Ayrıca çağdaş anlama yönteminde
özneye vurgu yapıldığı bilinmektedir. Yazar da bunun farkındadır. Yazar yukarıdaki
ifadeleriyle genellemelere gitmiştir. “Anlama anlayanın anladığıdır” ifadesi tam da “yapıbo-zumcu” teoriyi hatırlatmaktadır. Oysa
çağdaş anlama yöntemleri de tek tip değildir. Hatta anlamada özneye yapılan aşırı vurguları eleştiren bir çok eser bulunmaktadır. En
azından “yazarın niyetini” esas alan okuma tarzları vardır. Bundan olacak ki,
mesela yapıbozumculuğu aşırı yorum iddiasından dolayı “hermenötik anarşi” olarak niteleyenler de söz
konusudur. (Bkz. Mark Allan Powell, What is Narrative Criticism?,
America, 1990, s. 17) Bu nedenle “anlama anlayanın anladığıdır” mantığını dinî metinlere mutlak olarak
uygulamak isabetli değildir.
Klasik usûlümüzü ifade etmesi bakımından “anlama anlatanın anlattığıdır” kalıbı doğrudur, ama eksiktir. Zira bu anlama
faaliyetinde öznenin yok olduğu kastediliyorsa, vakıaya ters düşülüyor demektir. Çünkü anlama anlatanın anlattığı ise, ayrıca anlatılana kuşkusuz iman edilmiş ise, farklı yorumların olmaması
gerekmektedir. Bunu ise tarih tekzib etmektedir.
Sözün Bağlamından Koparılması
Yine yazar “kelamın kendisi mukaddes kabul edildiği için imali, daima ihmalinden evla görülmüştür” (s. 37) şeklindeki ifadelerle klasik usûlu olum-
suzlamaya devam etmiştir. Burada kelamdan kasıt, Hz. Peygamber’in iradesi mi, yoksa bu
iradeyi ortaya koyduğu lafızlar mıdır? Burada bir açıklık yoktur. Şayet kelamdan kasıt Hz. Peygamber’in
iradesi ise bunu mukaddes kabul etmeye ne engel vardır? Şayet kelamdan kasıt, Hz. Peygamber’in
kullandığı lafızlar ise bu lafızları kimin
takdis ettiği tasrih edilmeli,
ayrıca yaygın veya müsellem bir görüş olup olmadığı belirtilmelidir. Kur’an lafızlarının bile -onlara hürmet
gösterilmesi bir yana- mütevatir olduğu halde çoğunluk tarafından mahluk kabul edildiği dikkate alınırsa, ravilerin naklettiği lafızların kendinden menkul
mukaddesliklerinin olduğu söylenebilir mi?
Bu durumda söz konusu olan Hz. Peygamber’in sözü ve onun anlaşılmasıdır. Bunun yanında “kelamın
imalinin ihmalinden evla olması” prensibinin kelamın mukaddes kabul
edilmesiyle de alakası yoktur. Bu prensip, birbiriyle uyuşmaları da zıt manalı oldukları da
söylenebilecek iki hadîs rivayet olunduğu zaman yapılması uygun olan şeyin hadîslerin tezada değil, ittifaka hamledilme- si gerektiğini vurgular. Ayrıca bu prensip “her ne pahasına olursa olsun her
hadîsle amel etmek” şeklinde yorumlanamaz. (Bkz. İsmail L. Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İstanbul, 1982, s. 74) Aslında dinî olsun
veya olmasın tüm metinlerde ilk olarak yapılması gereken ve ilmî olan da budur.
En dikkat çekici husus da yazarın zaman zaman kelamın imaline başvurmasıdır. (s. 46)
Yanlış Sonuçlar Doğuran Genellemeler
Yazar mukayeseye şöyle devam etmektedir:
“Çağdaş anlambilimde anlama
çift kutuplu zihinsel çağrışımdan ibarettir.
Yani anlama tamamen zihinseldir. Oysa klasik anlama yöntemimizde anlamanın
metafizik bir boyutu da vardır. Çağdaş anlambilimde mistik
yöntem, hayali sıçrama veya sezgisel anlam denilen şey, İslam geleneğinde keşf, inşirah ve ilham kavramlarıyla ifade edilmiştir...Bizde fehm ve fıkıh kavramları
zihinden çok kalple ilintilidir. Zihin merkezli bir anlamaya karşılık kalp ağırlıklı bir anlamadan söz edilebilir”.
(s. 38)
Yukarıdaki ifadede bazı hususlar anlamayı zorlaştırmaktadır. Çağdaş an- lambilimde anlama tamamen zihinsel ise bunun ardından tekrar
“mistik yöntem, sezgisel anlam” ifadelerinin kullanılması karışıklığa yol açmaktadır. Zihinsel olanı “mistik yöntem, sezgisel yöntem”
gibi tabirlerle karşılamak isabetli midir? Şayet bu tabirlerden kasıt, zihinsel olanın Batı’da bunlarla ifade
edildiği ise o zaman zihinsel olan ile bizdeki
keşf ve ilhamın aynîleştirilmesi karışıklığa yol açacaktır. Yazarın “Oysa” şeklindeki başlangıcı çağdaş anlambilimle klasik
anlama yöntemimiz arasındaki bir farkı ortaya koymaktadır. Ancak daha sonra
zihinsel olanın mistik yöntem gibi bir tabirle tekrar karşılanması, bunun da biz- deki keşf ve ilhama tekabul etmesi bu farkı
ortadan kaldırmaktadır. Bunun için ya anlambilimdeki anlamanın zihinsel süreç
olduğunda ısrar edilmelidir ya da mistik,
sezgisel anlam denilen şeyin aslında zihinsel olduğu özellikle vurgulanmalıdır.
Ayrıca yazar burada da genellemelere gitmiştir. Bir kere çağdaş anlama yönteminin neyle mukayese edildiği muğlaklaşmıştır. Usûl-i fıkıhla
mı yoksa tasavvufla mı mukayese edilmektedir? Böyle bir ayırım yapmadan “klasik
anlama yöntemimiz” ifadesi kullanılırsa, her ikisini de kapsayıcı olur. Bu
durumda “kalp ağırlıklı bir anlama” usûl-i fıkha taban tabana zıt olur. Zira
usûl-i fıkıh kelimenin tam anlamıyla zihinsel (ama İslamî) bir anlamadır. İşin dikkat çeken bir tarafı da klasik
yöntemin kalp merkezli bir anlama olduğu iddia edilirken fehm ve fıkh kelimelerine referansla Kur’an’ın
kaynak gösterilmesidir. Oysa bu kelimelerin kalp ağırlıklı bir anlamayı ifade etmesi
Kur’an’ın kullanımına göredir. “Klasik yöntem” denildiğine göre fıkhın vb kelimelerin burada
kazandığı anlam dikkate alınmalıdır.
Ayrıca “fehmin kalp ağırlıklı bir anlama”yı ifade etmesi, “fehm, daha çok dilsel bir
anlamadır, sadece lafızların dildeki anlamını kavramaktır” (s. 11) şeklindeki tanımlamayla nasıl bağdaştırılacağının üzerinde durulmalıdır. Zira kalp ağırlıklı bir anlama ile dilsel bir
anlama birbirine tamamen zıttır.
Yine Sözün Bağlamı
Yazar, ehl-i re’y ve ehl-i hadîsi mukayese ederken İbn Vehb’in bir sözüne dayanarak İmam Malik’in hadîsler karşısında seçmeci bir tavır takındığını ifade etmiştir. İbn Vehb şöyle demektedir: “Eğer Allah beni Malik ve Leys ile kurtarmasaydı, sapıtırdım”.
“Neden?” diye sorulunca da şu cevabı vermiştir: “Çok hadîs topladım, şaşırıp kaldım.
Hadîsleri bir bir Malik ve Leys’e arzederdim, onlar bana şunu al, şunu terket derlerdi”. (s. 56) Önce “seçmeci tavır”dan ne
kastedilmektedir diye sorulmalıdır. Şayet “hadîsleri reddetmek” kastediliyorsa -ki günümüzde bu anlamda
kullanılmaktadır- rivayetin bunu yansıtmadığını düşünüyoruz. Zira rivayetin bağlamı farklıdır. Bir rivayete göre İbn Vehb hadîslerin ve rivayetlerin ihtilafını zikrettikten sonra
“Malik ve Leys olmasaydı sapıtırdık” demiştir. (Bkz. İbn Ebi Hatim, Kitabu’l-cerh ve’t-ta’dil, Beyrut, 1953, I,
122; İbn Ebi Zeyd, Kitabu’l-cami’,
thk. Abdulmecid Turkî, Beyrut, 1990, s. 150) İbn Vehb’in elinde bir çok hadîs vardır, hadîslerin nasıl değerlendirileceği konusunda bir fikri yoktur. Çünkü
hadîsleri değerlendirmek fakihin
işidir. Fakihin “terket” dediği hadîsler “merdud veya mevzu hadîs” değil, bir takım sebeplerle amel edilmeyen
hadîslerdir. Bu sebepler nasih- mensuh, mutlak-mukayyed, âmm-hâss, mücmel,
Medine ameline arz vs. bir çok unsuru içermektedir. Şayet “seçmeci” tavırla, “çeşitli sebeplerle hadîslerle amel
etmemek” kastediliyorsa, bu doğrudur. Hem İmam Malik hem Ebu Hanîfe hem de başka alimler çeşitli sebeplerle bazı hadîslerle amel etmeyi terketmişlerdir. Bununla birlikte bir fakihin
bir hadîsle amel etmemesinin, tüm fakihlerin o hadîsle amel etmemesi veya o
hadîsin reddedilmesi anlamına gelmeyeceği vurgulanmalıdır.
Ehl-i Hadîsin Ortaya Çıkması Üzerine
Yazar, ehl-i hadîsle ilgili şu ifadeleri kullanır:
“Anlama yöntemi olarak lafızların zahirine sarılan ehl-i hadîsin
ortaya çıkması hicri II. asrın sonlarına tekabül eder. Fazlur Rahman’a göre de
geniş kapsamlı hadis hareketi, birinci asrın
sonunda başlamakla birlikte
hadîsin ezici bir halk hareketine dönüşmesi ikinci asrın sonlarında gerçekleşmiştir”. (s. 57)
Yukarıda iki cümle vardır. Biri ehl-i hadîsten, diğeri hadîsten bahsetmektedir. Yazar,
ehl-i hadîsle ilgili bilgiyi Fazlur Rahman’ın sözleriyle desteklemiştir. Ehl-i hadîsin II. asrın sonlarında
ortaya çıkmasıyla ikinci asrın sonlarında hadîsin ezici bir halk hareketine
dönüşmesi arasında ne tür bir alaka vardır?
Zira Fazlur Rahman bu ifadeleri hadislerin çoğunun uydurulması veya onun belirttiği daha hafif bir ifadeyle formule edilmesi (bkz. Tarih Boyunca İslamî Metodoloji Sorunu, (çev. Salih
Akdemir), Ankara, 1995, s. 90) bağlamında söylemiştir. Şayet hadîslerin uydurulması hareketiyle ehl-i hadîsin bir ilişkisi varsa bu ilişki makul kabul edilebilir. Ancak burada
ehl-i hadîsten bir anlama yöntemi savunucuları olarak bahsedilmektedir.
Bizatihi hadîsle veya hadîs hareketiyle herhangi bir ilgileri yoktur.
Şüphesiz (genelleştirmemek kaydıyla) ehl-i hadîsin de
uydurma hareketine bulaştığı söylenebilir.
Bunların teşhisiyle ilgili
tarihte büyük çabalar ortaya konmuştur. Bu, mezkür çabaların bittiği her şeyin halledildiği anlamına gelmez. Ancak yukarıdaki ifadeler ehl-i hadîsin günah
keçisi durumuna düşürüldüğünü ortaya koymaktadır. Sanki hadîsle ilgili ne kadar olumsuzluk
varsa, bunlar ehl-i hadîsin başının altından çıkmıştır. Geniş kapsamlı hadîs hareketi ne demek? Hadîsin ezici bir halk
hareketine dönüşmesi ne anlama geliyor?
Şayet bununla ilk dönem Irak’ında şianın da etkisiyle ortaya çıkan uydurma
hareketi kastediliyorsa, bunu kayıtlamak gerekmez mi? Bütün bir ilk dönemi töhmet
altına bırakacak bu ifadeler ne anlama gelmektedir?
Bunlara ilaveten yazarın ehl-i hadîsin çıkışını II. asrın sonları olarak belirlemesi,
-şayet II. asrın sonlarını 175’den sonra
alırsak- ehl-i hadîsten olarak zikrettiği bazı alimlerin vefat tarihleriyle çelişmektedir. Süfyan es-Sevrî (ö. 161),
Hassan b. Atiyye (ö. 120), Süleyman b. Tarhan (ö. 143) ve Evzaî’nin (ö. 153)
vefat tarihleri (s. 61-62) ehl-i hadîsin II. asrın başlarında ortaya çıktığını göstermektedir.
Biraz Mübalağa...
Yazar Şafiî’nin sünnet ve hadîsi anlama yönteminden bahsederken “hadîs
metinlerinin kanun metni gibi kabul edilip lafzın delalet yollarından hareketle
harf harf değerlendirilmeye başlanması Şafiî ile olmuştur” demektedir. (s. 65) Bir kere hadîsleri kanun metni gibi ele
almanın başlangıcını tespit
etmek zordur. Şayet bununla
hadîsleri fıkhî ahkamın malzemesi olarak değerlendirmek kastediliyorsa, Şafiî’den önce pek çok kimse bu işi yapmıştır. Eğer bununla hadîslerin zahirleriyle amel etmek kastediliyorsa, yine
Şafiî’den önce böyle yapanlar hatta
ashab içinde böyle olan kimseler vardır. Mesela yeri geldikçe lafzın zahirinden
başkasını kabul etse veya istihsan gibi
bir delille hareket etse bile Ebu Hanife’nin hadîsleri bir kanun metni gibi
kabul edip lafzın delalet yollarına başvurmadığını söylemek mümkün değildir. Zira Ebu Hanife bir fakihtir ve hadîslere bu açıdan yaklaşmak durumundadır. Ancak hadîslere yaklaşan bir fakih değil de, bir sufî olsa varılacak sonuçlar
elbette farklı olacaktır. Bir sufi tamamıyla kanun metni olarak değerlendirilebilecek bir hadîsten bir
ahlak öğretisi çıkarabilir. Bu da onun ilgi
alanıyla alakalı bir şeydir.
Ayrıca harf harf değerlendirmenin nasıl bir şey olduğu da açık değildir. Bu ifade olsa olsa mübalağadır.
Ehl-i Hadîsle İlgili Yargılar
ve Medine Ameli
Hemen belirtelim ki,
ehl-i hadîsin ilk dönem itibariyle sadece rivayetlerle uğraştığı, onun anlamı
üzerinde durmadığı, ehl-i re’y ile bu noktada çatışmaya girdiği doğrudur. Ancak bütün bunların o ilk dönemin nazik şartları içinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. İnsanın aklına “ehl-i hadîsin rivayetler
konusunda hassas olması sünnetin doğru nakledilmesi açısından hiç mi faydalı olmamıştır?” gibi bir soru geliyor.
Yazar ehl-i hadîs
ile sadece rivayet ile uğraşanları değil, hukukî ve itikadî tüm meseleleri
hadîsler üzerine bina etmek isteyen, Hz. Peygamber döneminden gelen her
uygulamaya sünnet, onun dışında her şeyi bid’at olarak değerlendiren kimseleri kastettiğini söylemektedir. (s. 57) Burada beyan edilen iki yargıyı
birbirinden ayırmak gerekir. Hukukî meseleleri (kısmen itikadî konuları ama
özellikle Allah’a vs. iman gibi olmayıp kabir azabı, şefaat, mizan, sırat vs. gibi inanç
konuları -teorik olarak olmasa da- patikte) şu veya bu şekilde yorum farklılığı olsa bile hadîsler üzerine bina etmeyen alimler kimlerdir? Bu
yargıya göre Tahavî, Hattabî, İbn Abdilberr, Kadı Iyad, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyım, İbnu’l-Cevzî, İbn Hacer, Aynî, Şevkanî vs. (farklı yönleriyle birlikte) hadîsçi değil midir yoksa bunları hukukî
meseleleri hadîslere dayandırma taraftarı kabul etmeyecek miyiz? Hz. Peygamber
döneminden gelen her uygulamaya sünnet, onun dışında her şeyi bid’at olarak değerlendirme konusunda ise çeşitli tartışmalar vardır. Ehl-i hadîsin bu noktada şekilci davrandığı doğrudur.
Şimdi yazardan ehl-i hadîsle ilgili üç
alıntı yapmak istiyoruz: “Gerek fa- kihlerden gerek kelamcılardan gerekse kendi
meslektaşlarından ehl-i hadîse yöneltilen bu eleştiriler, olumlu etkilere yol açmış, onları daha önce sadece rivayeti ile
uğraştıkları hadîslerin anlamları üzerinde düşünmeye sevketmiştir”. (s. 60) “Ehl-i hadîs yoğun çabalarına rağmen müstakil bir mezhep olarak kendisini
kabul ettirememiş, ancak bünyesinden üç ayrı mezhep çıkarmıştır”. (s. 61) “Ehl-i hadîsin gerek
topladıkları rivayetlerle gerekse bu rivayetlere ters düşen her türlü düşünceye karşı başlattıkları mücadele ile bir baskı grubu oluşturduktan sonra fıkıh ile uğraşanların hareket serbestisi azamî oranda ortadan kalkmıştır. Irak ve Medine ekollerinden sonra
gelenler fıkhî mezhepler Ehl-i hadîsin etkisi altında gelişmiştir”. (s. 62)
Buna göre;
1.
Fakih ve kelamcıların ehl-i hadîse
yönelttikleri eleştiri; ehl-i hadîsin bir başkasını eleştirmesi baskı olmaktadır.
2.
Ehli hadîsin müstakil bir mezhep olarak
kendini kabul ettirmeye yönelik teşebbüsü nasıl olmuştur? Mesela Mutezile kendini kabul ettirmek için siyaseti bir araç
olarak kullanmıştır. Ehl-i hadîs bu
noktada neyi kullanmıştır?
3.
Aynı şekilde ehl-i hadîs nasıl bir baskı uygulamıştır? İnsan topladığı rivayetlerle nasıl baskı kurmaktadır? Mesela ehl-i hadîs mihne
olaylarının bir benzerini diğer düşünceleri bastırmak için gerçekleştirmiş midir?
4.
Ehl-i hadîs bir türlü kendini topluma
kabul ettiremediyse, nasıl olur da fıkıh ile uğraşanların hareket
noktası azamî oranda ortadan kalkar, nasıl olur da kendinden sonra gelen
ekolleri etkileyebilir?
5.
Son olarak şayet ehl-i hadîs yine de bin yıllık bir
süreci etkileyen bir girişim başlatmış ve bu toplumda da kabul görmüşse, tebrik etmekten başka ne yapabiliriz!
Ehl-i hadîsin ayırıcı vasıflarını zikreden yazar, bu vasıfları beş maddede toplamıştır. İkinci maddeye göre ehl-i hadîs, hadîs ve sünneti aynı kabul etmiş; Hz. Peygamber’den gelen her şeyi hadîs ve sünnet olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple Medineli’lerin ameli
gibi pratik uygulamalara bakarak hadîsleri terketmek söz konusu olamaz. Yazar,
beşinci maddede, Irak ve Medine ekollerinden
sonra meydana gelen fıkhî mezheplerin ehl-i hadîsin etkisi altında geliştiğini belirtmiştir. (s. 62-63)
Öncelikle şu husus belirtilmelidir ki, tarihi süreçte Medine ekolunun ehl-i
hadîs içinde mütalaa edilmesi yaygın bir kanaattir. Medine ekolunun, Medine-
li’lerin amelini esas alarak bazı hadîslerle amel etmeyi terketmesi, onları
ehl-i hadîsin dışına çıkarmaz. Hatta bazen ayete muhalif diye bir hadîsi eleştirmeleri de onları ehl-i hadîsin dışına çıkarmaz. Çünkü ehl-i hadîsin
rivayetlere olan düşkünlüğünü bunlarda da görmek mümkündür. Hatta o kadar ki, Medine ekolu
sahabe ve tabiun rivayet, fetva ve görüşlerine çok önem vermişlerdir.[172] Ma- lik’in Muvatta’ına
şöyle bir göz atmak bunu anlamak için
kafidir.
Malik’in şu ifadesini ehl-i hadîs düşüncesinin dışında anlamak mümkün müdür?: “Resulullah ve ondan sonra yönetici
olan kimseler, sünnetler ortaya koymuştur. Onları almak Allah’ın Kitab’ını tasdiktir, Allah’a itaati
tamamlamaktır, O’nun dinini kuvvetlendirmektir. Onlarla amel eden kimse doğru yoldadır. Onlara yardım eden
kimseye yardım olunur. Onlara muhalefet eden kimse mü’minlerin yolundan başkasına uymuş olur”. (Hatîb el-Bağdadî, Şerefu ashâbi’l-hadîs, thk. M. Said Hatipoğlu, Ankara, 1991). Malik’in bunun yanında sünnete bağlılığıyla ve sünnet varken kendi görüşünün bir anlam ifade etmeyeceğiyle ilgili sözleri de vardır. Yine Malik’in itikadî düşünce olarak ehl-i hadîsle örtüşen bir çok görüşü de bulunmaktadır. Kaderiyyenin
insanların en şerlisi olması,
imanın söz ve amel, artar ve eksilir olması, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olup
mahluk olmaması, istiva gibi müteşabihler hakkında soru sormanın bid’at, onlara imanın vacib
olması, Allah’ın kıyamet günü görülecek olması gibi görüşler Malik’e aitttir. (İbn Ebi Zeyd, Kitabu’l-câmi’,
thk. Abdulmecid Türkî, Beyrut, 1990, s. 153, 154, 155)
Ayrıca Medineli’lerin ameli gibi bazı uygulamalara bakarak
hadîslerin terkedilmesine karşı çıkmak ehl-i hadîs olmayı gerektiriyorsa, Hanefileri de ehl-i
hadîs içinde saymak gerekecektir. Çünkü İmam Muhammed, Kitabu’l- hucce ala ehlil-Medine adlı eserini
Medine ekolüne karşı yazmış ve bir çok noktada Medineli’lere karşı hadîslerden delil getirmiştir. İlginçtir ki, yazar da İmam Muhammed gibi Hanefîlerin ikinci kuşağının “ehl-i hadîsten gelen eleştirilere cevap vermekle uğraştığını” söylemektedir. (s. 61) Aynı şekilde Ebu Yusuf da “kimin ortaya koyduğu belirsiz olan bir uygulamaya karşı hadîslerin terkedilemeyeceğini” ifade etmiştir. Bir ehl-i hadîs olarak nitelenen Şafiî de benzer gerekçeyle Medine
ekolunun tavrını eleştirmiştir. Dolayısıyla Şafiî ile Hanefîler bu açıdan ortak paydada buluşmaktadırlar.
Bütün bunlar tarihteki kişileri ve grupları çok net ve kesin çizgilerle birbirinden
ayırmanın güçlüğünü, bunun ötesinde
bu grup ve kişileri birbirine karşı göstermenin yanlışlığını ortaya koymaktadır.
İbn Hibban’ı Anlamak
Yazar’a göre ehl-i fıkıh bilhassa Şafiî ile birlikte hadîsleri birer delil olarak kabul etmiş ve bu metinleri birer kanun metni gibi
tahlil etmeye başlamıştır. Anlamak değil, hüküm çıkarmak esas alınmıştır. Bu ifadelerin hemen yukarısında İbn Hibban’ın tasnif döneminden sonra
ilk defa anlamayı esas alarak bir eser vücuda getirdiğini, hadîsleri anlam kategorilerine
göre kısımlara ayırdığını belirtmiştir. (s. 69) Yazarın anlam kelimesine farklı bir mana yüklediği anlaşılmaktadır. Buna göre hüküm çıkarmak anlamak değildir. Bize göre anlamak ile daha geniş bir mana kastediliyorsa karışıklığa meydan vermemek için “hüküm çıkarmak anlamanın bir yönüdür”
denilmesi daha uygun olurdu. Yukarıda bahsedilen İbn Hibban’ın anlam kategorileri şunlardır:
1-
Hz. Peygamber’in emirleri (evamir)
2-
Hz. Peygamber’in nehiyleri (nevahî)
3-
Emir ve nehiy niteliği taşımayan haberler (ahbar)
4-
Hz. Peygamber’in mübah kıldığı hususlar (ibahat)
5-
Hz. Peygamber’in fiilleri (ef’al)
Yazar’a göre bunlar anlam kategorileridir. Buna göre bu
kategorilerin hüküm kategorisi olmaması gerekir. Ancak üçüncü madde hariç diğer maddelerin hepsi hükümle alakalıdır.
Dolayısıyla İbn Hibban da diğer alimler gibi hükümle ilgilenmiştir. İbn Hibban’ın diğer alimlerden farkı açık bir şekilde bu maddelerin altına bir çok madde koyması ve bunu
sistemleştirmesidir. Bu alt maddelerin çoğu belagat ve mantık ilmiyle ilgilidir. İbn Hibban bunları mesela bir emrin
vucüb veya teşvik emri olup olmadığı gibi durumları ayırt etmek için
kaydetmiştir. Şimdi bu kategorilere İbn Hibban’ın eserinden bazı örnekler vermek istiyoruz:
1-
Kişinin, karılarını bir gusülle dolaşmasının mübah olması (el-İhsan fi takribi Sahihi İbn Hibban, Beyrut, 1988, IV, 7)
2-
Kişinin sesini Kur’an’la süslemesinin mübah olması (İhsan, II, 25)
3-
Cuma guslünün farz olduğunu gösteren haber (İhsan, IV, 30)
Cuma guslüyle ilgili emrin bilinen bir sebepten dolayı nedb emri
olmasına delalet eden haber (İhsan, IV, 31) Eserde bu tip, yani önce vücub emri sonra onun nedb veya
irşad emri olduğunu gösteren bir çok bab başlığı bulunmaktadır.
4-
Bir kişinin eti yenen hayvanın tezek ve bevlinin isabet ettiği yerde namaz kılmasının cevazı (İhsan, IV, 226)
5-
Bevl ve kaza-i hacet anında kıbleye
dönmekten zecr (İhsan, IV, 263)
Zikrettiğimiz bu lafzın umumunu tahsis eden haberin zikri (İhsan, IV, 264)
Bunlar sadece bir kaç örnektir. Bu örneklerde İbn Hibban’ın bir fakih gibi hareket
ettiği ve hükümle ilgilendiği ortaya çıkmaktadır. Bunların dışında ayrıca hükümle ilgili olmayan
haberler de nakletmiştir. “Emir ve nehiy niteliği taşımayan haberler” bölümü bununla ilgilidir. Ancak çoğu kere bunlarla ilgili herhangi bir
açıklama yapmamış ve bunlar bir rivayet olarak kalmıştır.
Yukarıda zikredilen emir ve nehiy sigalarının çeşitleri belagat ilminin konusudur.
Dolayısıyla hükümle ilgilenen diğer alimler de bunları bilmek durumundadır. Onların kitap bazında
bu şekilde bir sistematiğe sahip olmamaları, bunlardan habersiz
olduklarını ya da bunları bilmediklerini göstermez. Sonuç olarak İbn Hibban’ın hadîsleri anlama konusunda
sistematik bir taksim yaptığını, ama yeni bir anlayış veya zihniyet getirmediğini söyleyebiliriz.
Şerhler Üzerine Birkaç Not
Yazar, şerhlerle ilgili olarak şunları söyler:
“Şarihlerimiz anlama
faaliyeti bakımından küçümsenmeyecek muazzam bir çaba sarfetmekle beraber
müstakil bir anlama yöntemine sahip değillerdir. Onlara açıklama ve izahlarında rehberlik eden iki husus
vardır: Dilbilgisi kuralları ve Usûl-i fıkhın kaideleri. Oysa ileride de ele
alacağımız gibi Arap dilinin yapısı, Hz.
Peygamber’in kullandığı üslup, hadîslerin dili, hadîslerin mana ile rivayeti, ravilerin
dilbilgisi vs. gibi bir çok husus hadîslerin anlaşılması için müstakil bir yönteme muhtaç olduğumuzu ortaya koymaktadır”. (s. 78)
Şarihlerin müstakil
bir anlama yöntemine sahip olmadıkları doğrudur, ancak bu bir nakısa değildir. Çeşitli ilimlerin yardımıyla yüzyıllarca hadîslerin anlaşılmasına katkıda bulunmuş ve bu yöndeki ihtiyacı karşılamışlardır. Bugün farklı bir durumla karşı karşıya isek buna uygun metotlar geliştirmek bizim görevimizdir. Böyle bir metot geliştirmek için eskiyi olumsuzlamanın fazla
bir anlamı yok diye düşünüyoruz.
Şerhlere rehberlik
eden sadece dilbilgisi unsuru mu yoksa bununla birlikte dil unsuru mu?
Dilbilgisi sarf-nahiv kurallarından ibaret bir gramer toplamıdır. Ama dil ise
bütün bir toplumun kültür ve zihniyetinin kodlandığı şifredir. Dil çeşitli anlatım tarzlarını içinde barındırır. Bu şekilde anlaşılan dilin yapısını şarihlerin bilmediğini, dolayısıyla bu yapıya uygun olarak
hadîsleri anlamaya dikkat etmediğini söylemek mümkün mü? Mesela Aynî, Buharî şerhinin başında şöyle demektedir: “Hz. Peygamber’in sözleri Arapça’dır. Hakikat,
mecaz, kinaye, sarih, âmm, hass, mutlak, mukayyed, mahzuf, muzmar, mantuk, mefhum,
iktiza, işaret, ibare, delalet, tenbih ve ima
gibi çeşitli yönleriyle Arap kelamını bilmeyen
kimse hadîs ilminden uzaktır”. (Bkz. Aynî, Umdetu’l-kârî, Mısır, 1972,
I, 11) Ayrıca şerhlerin sünneti
bilgi ve medeniyete kaynaklık eden bir unsur olarak da mütalaa ettiklerini
vurgulamalıyız. Zira onların her hadîsin sonunda o hadîsten bir çok anlam
çıkarmaları, bu anlamların sadece ahkamla ilgili olmayıp usûl kaidelerinden
adaba kadar bir çok şeyi içermesi sünneti bilgi, kültür ve medeniyetin kaynağı olarak değerlendiklerinin en somut delilidir.
Şarihler, (metodik anlamda olmasa da
pratik olarak) yukarıda sayılan durumların hepsini dikkate almışlardır. Hadîslerde kullanılan üslubu,
hadîslerin dilini, hadîslerin mana ile rivayetini vs. dikkate almışlardır. Ancak her şarihin bunları tek tek yaptığını, aynı sonuca vardığını ve her şarihin bunları her hadîse mükemmel bir şekilde uyguladığını söylemek zordur.
Yazar, usûl-i fıkhın
sünnete nasıl baktığını işlediği bölümde onun terğib- terhib hadîsleri de dahil bütün hadîsleri, kanun metni gibi
ele aldığını belirtir. Ardından Taha Cabir
Alvanî’nin daha önce de değindiğimiz “usûl-i fıkhın teşriî kaynağı olarak sünneti anlamada kafi gelebileceğine, ancak bilgi, kültür ve medeniyetin
tüm alanlarında ondan yararlanmak için kafi gelmeyeceğine” dair sözlerine atıfta bulunur. (s.
139) Sonra sünnetin bir asl mı bir delil mi yoksa bir hüküm mü olduğu tartışmalarına değinerek kelamcı, fıkıhcı ve usulcülerin anlayışlarını ortaya koyar ve usulcülerin bu
konuda ciddi bir kavram kargaşasına sahip olduğunu ifade eder. (s. 141) Son olarak kendi meramını şu şekilde özetler: “Siz sünneti bir hayat modeli olarak kabul
ederseniz, sünnet sizin için sadece teşriî bir delil değil, bilgi, kültür ve medeniyete kaynaklık eden bir Asl” olur. (s.
142)
Burada işaret edilmesi gereken nokta şurasıdır: Usul-i fıkıh (eser boyunca)
eleştiriliyor, ancak diğer taraftan Alvanî’nin sözüne atıfta
bulunularak usûl-i fıkhın bir teşriî kaynağı olarak sünneti anlamaya kafi gelebileceği belirtiliyor. Usûl-i fıkıh sünnete
bakış açısını ortaya koymuştur. Önce bu kabul edilmelidir. Kabul
edilmiyorsa bunun eleştirisi yapılmalıdır. Aksi takdirde hem eleştiri hem de yeterli görme aynı anda
bulunmuş olacaktır. Bize göre usûl-i fıkhın
hadîsleri teşriî bir delil kabul
etmesi, hadîslerden bilgi, kültür ve medeniyete kaynaklık eden bir şey olarak yararlanmamıza, hatta bu
konuda metotlar geliştirmemize münafi değildir.
Usul-i fıkhın bütün
hadîsleri kanun metni gibi ele alması pratik yönüyledir. Zira her tür yargının
hukukî boyutu bulunabilir. Bu da fıkıhçıların faaliyet alanıdır. Zaten belki
de en hassas nokta burasıdır. Önemli olan varılacak neticenin gerçekten hukukî
olup olmadığının ortaya
konulmasıdır. Teorik olarak usûl-i fıkıh şer’î bir hüküm teşkil eden hadîslerle ilgilenir. Zaten yazar da usûl-i fıkhın
itikadî ve ahlakî hükümlerle uğraşmadığını (s. 139); ayrıca kıssa, mesel ve
hikemin usûl-i fıkhın ilgi alanının dışında kaldığını belirtmiştir. Bu durumda usul-i fıkıhın kendi alanını belirlediği söylenebilir. Ancak pratik olarak
(buna fakihler ve hadîs şarihleri de dahildir) şer’î bir hüküm ifade etmeyen bir hadîsten de şer’î bir hüküm çıkarıldığı vakıadır. Bu ise gerçekten eleştirilmesi gereken bir durumdur.
Sünnetin bir asl mı,
bir delil mi yoksa bir hüküm mü olduğuna yönelik tartışmaları “ciddi bir kavram kargaşası olarak” nitelemek yerine bu durumun sebeplerini ortaya koymak
daha isabetli olurdu. Zira sünnetin bu şekilde kabul edilmesi bakış açılarıyla ilgilidir. Herkes durduğu yerden sünnete bakınca böyle bir tablo ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli delili yazarın da
durduğu yerden sünnete bakınca onu farklı bir
anlamda “Asl” kabul etmesidir. Aslında bu tanımlamalar sünnetin mahiyetine bir
halel getirmedikten ve tek doğru kabul edilmedikten sonra doğal karşılanmalıdır. Ancak yazarın sadece kendi bakış açısını “doğal” kabul ettiği anlaşılmaktadır. Sünnetin farklı ilim dallarında farklı şekilde tanımlanmasına da bu açıdan
yaklaşılmalıdır. Zira onlar da durdukları
noktadan sünnete bakmaktadırlar.
Son olarak yazarın
“sünnetin sadece bir teşrî delil değil, medeniyete kaynaklık eden bir Asl olduğu” şeklindeki görüşlerine katılıyoruz. Ancak tekrar ifade edelim ki, usûl-i fıkıh,
sünnetin medeniyete kaynaklık eden bir asl olmasına münafi değildir. Aslında bunu yazar “sadece”
kelimesiyle kendisi de ortaya koymuştur. O zaman geriye yalnızca bir karar vermek kalıyor.
Anlamak ya da İstinbat Etmek
Usûl-i fıkıhla
ilgili yorumlarına devam eden yazar onun icmalî delillerden amelî hüküm
istinbat etmeyi hedeflediğini belirtir. Ona göre anlamak ile istinbat etmek aynı şey değildir. Zira anlama teoriktir, istinbat ise pratiği ortaya koyar. Ardından yazarın kıssa,
mesel ve hikem gibi unsurların usûl-i fıkhın ilgi alanının dışında kaldığını belirtmesinden anlamanın bunları da
kapsadığı görülmektedir. Akabinde yazar,
istinbat için somut bir metin gerektiğini, istinbatın belirli gayelerle lafza yöneldiği yani hüküm çıkarmayı esas aldığı için lafzın sınırlarını zorlayacağını ve ona ifade etmediği bir anlam yükleyeceğini belirtir. Yazar’a göre bu, dün olduğu gibi bugün de problem oluşturmaktadır. Yazar bu konuda Musa
Carullah’ın hadîs şarihlerini eleştirdiğinden bahseder. Ona göre hadîs şarihleri mümkün olduğu kadar istinbatta bulunayım diye en basit ve en önemsiz şeyleri hadîslerden çıkarıvermişlerdir. Bu iş, hadîslerin işaret ettiği önemli meseleleri ehemmiyetli manalarını açıkladıktan sonra olsaydı,
belki yararlı olabilirdi. (s. 143)
Gerçekten lafızların
zorlanarak onlardan hüküm istinbat edilmesi dün de bugün de problemdir. Ancak
bu problem istinbat faaliyetinin ortadan kalkmasını gerektirmez. (Şüphesiz yazar açık bir şekilde bunu söylememekte, ancak
istinbatı olumsuzlamasından yola çıkarak bunu böyle yorumlamaktayız) Ayrıca
usûl-i fıkhın gerçekleştirdiği istinbat faaliyeti sadece ikinci, üçüncü türden manaları
hadîslerden çıkarmaya münhasır değildir. Belki de onun en önemli faaliyeti hadîslerden ilk anlamı,
yani muradı ortaya çıkarmaktır. Bunun akabinde ise başka anlamlar tespit etmektir. Usul-i
fıkıhtaki ibarenin delaleti nassın sevkediliş gayesini araştırmakta; iktiza, işaret, ve nassın delaletiyle de yan anlamlar elde edilmektedir.
Dikkat edilirse Musa Carullah da tamamıyla istinbata karşı çıkmamış, önemli manaları tespit ettikten sonra bu işe yönelmenin faydalı olabileceğini belirtmiştir. Dolayısıyla bazı dönemlerde veya
bir takım şartlar sebebiyle
istinbatla lafızların zorlanması, basit ve önemsiz hatta saçma hükümlerin
ortaya konması mevziî bir durumdur. Bizim de bugün bu tür istinbatlardan
rahatsız oluşumuz mevziî bir
durumdur. Bununla birlikte gayet isabetli ve çok anlamlı istinbatlarda bulunmak
da pekala mümkündür. Pek çok örneği olmasına rağmen bir örnek vermek gerekirse, mesela İbn Ümmi Mektum’un görme özürlü olmasına
rağmen yöneticilik yapmasından bugün de
görme özürlülerin en azından belirli görevlerde bulunabileceği ve bunun özürlülere, diğer bir tabirle insana saygı olacağını çıkarmak çok mu anlamsız olur? Bize
göre İslam medeniyeti bu tür istinbatlarla şekillenmiştir. Ancak vurgulanması gereken nokta hadîslerde ilk anlam, yani
murad ile ikinci, üçüncü türden anlamların farkında olmaktır.
İlginç bir noktadır
ki, yazar da kendisini hadîslerden istinbatta bulunmaktan kurtaramamıştır. Örnek için bakınız (s. 167).
Usûl-i Fıkhın Delalet Bahisleri veya Hakiki Delalet
Yazar, usûl-i fıkhın delalet ve beyan kavramlarına dayandığını, delaletin ise lafza tahsis edildiğini belirtir. Oysa ona göre usûlün
satır aralarındaki biri delalete diğeri beyana ait iki vasıf üzerinde düşünülüp ön plana çıkarılsaydı lafızcılık aşılabilirdi. Bunlardan birincisi hakiki
delalet ikincisi beyanu’l- i’tibardır. İbnu’l- Kayyım’ın ifade ettiği gibi nassların delaleti hakiki ve izafi olmak üzere ikiye
ayrılır. Hakiki delalet şarinin kasdına, izafi delalet ise işitenin anlayış ve dayanır. Hakiki delalet daima izafî delalettten önce gelmelidir
ki, bu da Şatıbî’nin Makasidu’ş-şeri’a dediği sistemle gerçekleşir. (s. 156) Yazarın, şarinin kasdı ve muradı anlamına gelen hakiki delaleti ön plana
çıkardığı ve bununla Şatıbî’nin Makasidu’ş-şeri’a dediği sistemi birleştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Yazara göre hakiki
delaletin izafî delaletten önce gelmesi, öznenin parenteze alınması anlamına
gelmiyor mu? Şayet geliyorsa bu,
yazarın tasvibkar tarzda naklettiği “önemli olan anlayanın anladığıdır” şeklindeki felsefeyle çelişmez mi?
Ayrıca burada iki nokta üzerinde durulmalıdır:
a- İbnu’l-Kayyım’ın kullandığı hakiki delalet ile Makasidu’ş-şeri’a örtüş- mekte midir?
b- İbnu’l-Kayyım’ın vurguladığı hakiki delalet tabiri usûlün satır aralarında mı bulunmaktadır?
Bize göre İbnu’l-Kayyım’ın kullandığı hakiki delalet tabiri Makasidu’ş- şeri’a ile örtüşmemektedir. Bu noktada İbn Kayyım’ın tabiri kullandığı bağlam önemlidir. İbnu’l-Kayyım delaleti bu şekilde ikiye ayırdıktan sonra on bir örnek verir. Bu örneklerde
esas vurgulanan şey, Hz. Peygamber’in, ne kastettiğini veya ayetten kastedileni yanlış anlayan ashabı tashih etmesidir. Mesela Hz. Peygamber’in siyah ve
beyaz ipliği, ipliğin kendisi olarak anlayan Adiyy b.
Hatem’i eleştirmesi ve En’am
suresi 82. ayette geçen zulmü şirk olarak açıklaması gibi. (Bkz. İbnu’l-Kayyım, İ’lamu’l-muvakkiîn, thk. M. el-Mu’tasım Billah el-Bağdadî, Beyrut, 1996, I, 328-331) Buna göre İbnu’l-Kayyım’ın - genel ilke ve esaslar
veya külli prensipler bazında değil- tek tek her metinde Hz. Peygamber’in muradının anlaşılmasına vurgu yaptığı söylenebilir. Burada Hz. Peygamber’in
muradının maksatlar veya genel ilke ve esaslar olması zorunlu değildir. Oysa Makasidu’ş-şeri’a şarinin, kullarının dünya ve ahiret mutluluğunu elde edebilmeleri için koymuş olduğu hükümlerin gaye ve hedeflerini, esas ve ilkelerini kavrama ilmi
olarak ta’rif edilmektedir. (Bkz. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998, s. 269) Kısaca belirtmek gerekirse hakiki delalet
tek tek nasslarda şariinin muradıdır. Makasidu’ş-şerî’a ise bütün
nassların birlikte mütalaa edilmesiyle ortaya çıkan şariin küllî muradıdır. Bu açıdan
bakıldığında hakiki delalet ile makasidu’ş- şeri’anın birebir örtüşmediği görülmektedir.
İbnu’l-Kayyım’ın
kullandığı hakiki delalet tabirini şarinin kasdı ve muradı olarak anladığımızda bunu usûl-i fıkhın satır
aralarında değil, hemen yüzeyinde
görmemiz mümkündür. Herhangi bir usûl kitabına bakıldığında iki yerde şarinin kasdı ve muradına işaret edildiği görülecektir:
a- Açıklık bakımından lafzın çeşitleri bölümünde nass terimi: Nass, manasına açık bir şekilde delalet eden ve kendisinden
çıkarılan hüküm sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla beraber te’vil ve tahsis ihtimaline açık bulunan
lafızdır. Mesela “Şayet yetimler hakkında adaleti yerine getirememekten endişe ediyorsanız, size helal olanlardan
ikişer, üçer, dörder kadınla evlenin...”
(Nisa, 2) ayetinden evlenmenin meşru olması gibi birkaç hüküm çıkarmak mümkün ise de ayette bunlar
kastedilmemektedir. Ayetin sevkediliş sebebi, evlenilebilecek kadınların azami sayısının açıklanmasıdır.
(Bkz. Zekiyyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 371)
b- Manaya delaletin şekli bakımından lafızlar bölümünde ibarenin delaleti: İbarenin delaleti, lafzın, nassın gelişindeki aslî maksat olan veya tabi
olarak kastedilen hükme delalet etmesidir. Yukarıdaki ayetle ilgili olarak
söylersek ibaresiyle üç hükme delalet ettiğini söyleyebiliriz: 1- Evlenmenin mübah olduğu 2- Eşlere haksızlık veya eziyet etme endişesinin bulunmaması halinde dörde kadar evlenmenin cevazı 3- Birden
fazla kadınla evlenmenin haksızlığa yol açma endişesinin bulunması halinde tek kadınla evlenmenin vacib oluşu. Bunların hepsini ayetten çıkarmak
mümkündür. Zira bu hükümler ibarenin kendisinden anlaşılmaktadır. Şu kadar var ki, birinci hüküm ikinci ve
üçüncü hükme tabi olarak kastedilmiştir. Özellikle kastedilen hükümler ikincisi ve üçüncüsü- dür.
(Bkz. Zekiyyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 393) Buna göre şarinin kasdı ve muradı usûl-i fıkıhta işlenmiştir. Ancak usûl-i fıkıh bu konuyu daha ince ve daha mantıkî bir
statüde incelerken, İbnu’l-Kayyım, bu konuyu daha genel bir şekilde incelemiştir.
Sözü Bağlamından Ayırmak
ya da Şatıbî’yi Anlamak
Yazar metne bakış açısının anlamayı da yönlendirdiğini belirterek şunları kaydetmiştir:
“Şayet dinin daha doğrusu dinî nassların insan hayatının her
yönünü en ince teferruatına kadar zabt-u rabt altına aldığı kabul edilirse nasslardan çıkarılacak
anlam başka, sadece genel ilke ve esasları
belirleyip geri kalan kısmını insana bıraktığı kabul edilirse nasslardan anlaşılanlar başka şekilde anlaşılacaktır. Şatıbî birinci görüşü savunan kimselerin görüşünü şu şekilde özetlemiştir: İnsanın iddia edilebilecek her hareket ve sekenatı, farazi de olsa
her işi ister cüzî ister küllî olsun şeriatın hududu içindedir”. (s. 144)
Yukarıda ifadeler
dinî anlama metodunun “genel esas ve prensiplere” indirgendiğini çağrıştırmaktadır. Elbette
genel esas ve prensipler çok önemlidir. Çünkü nassların sayısı sınırlıdır,
ancak olgular, vakıalar alabildiğine geniştir. Bunların anlaşılabilmesi için büyük ölçüde nasslardan çıkarılan genel ilke ve
prensiplerin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Fakat bu durum hiçbir zaman dini, genel ilke
ve prensiplere indirgememizi gerektirmez.
İşin bu yanı bir tarafa bizi daha ziyade Şatıbî’yle ilgili bölüm ilgilendirmektedir.
Şatıbî’nin “genel ilke ve esas”cı olduğu, günümüzde ısrarla vurgulanmaktadır.
Bir kere Şatıbî’nin sözüyle ne kastedilmiştir, bu açık değildir. Şayet Şatıbî birinci görüşü savunanları özetlemiş ve bu görüşte bir problem olmadığını zımnen ifade etmişse mesele yoktur. Ancak bu durumda yazarın Şatıbî’den niçin alıntı yaptığı anlaşılmaz hale gelir. Çünkü yazarın birinci görüşü onaylamadığı açıktır. O halde yazara göre Şatıbî, birinci görüşü savunanları özetlerken onları eleştirmek istemiştir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Zira aslında burada Şatıbî birinci görüşü savunanları değil, kendi görüşünü özetlemiştir. Şatıbî’nin “genel ilke ve esas”cı olarak telakki edilmesi sonucu
onun kendisine ait olan ifadeler başkasına aitmiş gibi aktarılmıştır. Şatıbî birinci görüşü savunan kimselerin görüşünü değil, kendi görüşünü belirtmektedir. Buna göre Şatıbî, ister cüzî ister küllî her meselede şeriatın bir sözünün olduğunu ifade etmektedir. Bize göre bu doğal bir durumdur. Bir din mensubunun
yaptığı işin ne olduğunu bilmesinden daha doğal bir durum olamaz. Genel ilke ve esaslar da belirlense, neticede
bunlara göre her duruma bir hüküm vermek her bir fiili “zaptu rapt altına
almak” gerekmektedir. En özgürlükçü sistemler bile insanlara özgürlük alanı
tanımakla bir anlamda onlara dair hükümlerini vermiş, yani onlara mübah bir alan
tanımış ve onların fiillerini “zaptu rapt altına
almış” demektir.
Usûl-i Fıkıh ile İlgili Problemler Üzerine
Yazar, “usûl-i fıkhın anlama yönteminin hadîslere uygulanması”
bölümünde usulcülerin başvurdukları lafzî yorum sisteminin kendi içinde tutarlı olabilmesi
için nass olarak değerlendirdikleri lafızların iki şartı taşıması gerektiğini belirtir:
a- Şari’nin bu lafızları sadece kanun koymak maksadıyla sevketmiş olması
b- Lafızların Şari’ye aidiyetinde hiçbir şüpheye mahal kalmaması.
Bunun ardından şunları söyler: “Hemen belirtelim ki, nass olarak kabul edilen
metinlerden ne Kur’an’ın ne de hadîslerin birinci şartı taşıdığı söylenemez. Kur’an ve sünnetin kültür ve medeniyetin tüm
sahalarına olduğu gibi hukuka da
kaynaklık ettiği doğrudur. Ancak ne Kur’an’ın ne de
hadîslerin sırf birer hukuk kuralları kolleksiyonu ...olmadığı da aşikardır..İkinci şarta gelince Kur’an’ın bu şartı taşıdığında...hiçbir mü’minin şüphesi olamaz. Ancak bütün ravileri sika bütün senedleri sahih de
olsa hadîs lafızları için aynı şeyi söylemek mümkün mü?...Usulcülerimiz hadîslerin sıhhat
problemiyle ilgilenirken delalet problemini göz ardı etmişlerdir. Oysa sözlü iletim ile
nakledilen hadîslerin bir çok ağız değiştirmesi, şifahî nakilden yazılı metinlere dönüşmesi, yazı ile tesbitinin gecikmesi
daha da önemlisi lafzen değil de mana ile rivayet edilmesi hadîslerde bir delalet problemi doğurmuştur”. (s. 157)
Yazarın mezkür iki şartı neye dayanarak söylediği belli olmamakla beraber öncelikle söylememiz gereken şudur: Usûl-i fıkhı sırf lafzî yorum
sistemi olarak nitelemek mümkün değildir. Zaten yazar da başka bir münasebetle usûl-i fıkhın dil unsuru ile birlikte
sistematik unsur, tarihî unsur, gaî unsur ve sosyolojik unsura da başvurduğunu belirtmiştir. (s. 145) Şayet durum böyleyse usûl-i fıkhı çağdaş kanun yorumlama şekillerinden biri olan “lafzî yorum”un
içine sıkıştırıp onun
ilkelerine göre yargılamamak gerekir.
Bununla birlikte belirtilmesi gereken diğer husus şudur: Ayet ve hadîsler bugünkü anlamda hukukî metinler değildir. Zira bugün hukukî metinler müstakildir
ve hukukî oldukları bilinmektedir. Ayet ve hadîsler ise hukukî amaçla ortaya
konmamış, ancak hukuku da ihtiva eden
metinlerdir. Ancak bunlarda hukukî olanla olmayanların ayırımı yapılmamış, bu iş ümmete bırakılmıştır. Dolayısıyla usûlün hadîslere tatbiki için hadîslerin sadece
kanun koymak maksadıyla sevkedilmiş olmasını ileri sürmeye gerek yoktur. Bundan olacak ki, yazar önce
ayet ve hadîslerin birinci şartı taşımadığını mutlak bir şekilde belirtmiş, sonra bunların hukuka da kaynaklık ettiğini söyleyerek kayıtlama gereğini hissetmiştir. Bu bir çelişki kabul edilebilirse de onu mutlakın
takyidi şeklinde anlamayı tercih ediyoruz.
Sonuç olarak ayet ve hadîsler hukuka da kaynaklık ediyorsa ilk şartı ileri sürmenin anlamı
kalmamaktadır. Bu noktada bize düşen hukuka kaynaklık eden ayet ve hadîsleri tespit etmektir.
İkinci şart aslında anlama problemiyle değil, sıhhat problemiyle ilgilidir. Çünkü lafızların kanun koyucuya
ait olduğu kesin olarak tesbit edilse dahi delalet
problemi ortadan kalkmaz. Mesela Kur’an’ın anlaşılmasında yaşanan delalet problemi böyledir. Önemli olanın delalet değil, subût problemi olduğu iddia edilemez. Çünkü bir bütün
olarak metnin herhangi bir yönüyle ilgili şüphe anlamayı imkansız kılmalıdır. Şayet “Kur’an’ın delalet problemi halledilebilir, önemli olan
sünnetin subût problemidir” denilecekse, buna karşı “delalet problemini kimler, nasıl hallediyorsa, subût
probleminin de aynı şekilde halledilebileceği” şeklinde cevap verilebilir.
Şüphesiz hadîslerin anlaşılmasında ise evvelemirde bir sıhhat
problemi yaşanmıştır. Bu sıhhat problemi çoğu kere hadîsleri mütevatir olmaktan
çıkarmış ve haber-i vahid konumuna düşürmüştür. Böyle olunca haber-i vahidlerin mütevatir gibi kesin bilgi değil, zan ifade ettiği ortaya konmuştur. Haber-i vahidler zan ifade edince
onlar itikadda değil, amelde delil olarak kabul edilmiştir. Şüphesiz hadîslerin yazı ile tesbitinin gecikmesinin veya mana ile
rivayetinin getirdiği delalet problemi vardır, ancak bu problem lafızların kanun koyucuya
ait olmasıyla değil, mesela mana ile rivayetle ilgili olmalıdır. Şayet problemi mana ile rivayetle ilgili
kabul edersek bu tür problemi halletmenin yolları aranmalıdır. Klasiklerimizde
bu sebepten kaynaklanan problemlere dikkat çekilmiş ve hal yollarına gidilmiştir. Fakat bu konuda da aşırılıklara gidildiği ve lafızların bazen zorlandığı belirtilmelidir.
“Lafızların şariye aidiyetinde hiçbir şüpheye...” şeklinde bir ifade kullanılması
kendimizi zora koşmak anlamına gelmektedir. Şayet “hiçbir şüphe” olmayacaksa, Kur’an’ın sübutunu bile açıklamakta zorluk
çekeriz. Zira farklı kıraatlerin, hatta şazz kıraatlerin olduğu bilinmektedir. Bunlar aslında bir şüphedir. Ancak Kur’an’ın mütevatir olarak nakledilmesi bu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır.
Hadîslerde söz konusu olan şüphe elbette Kur’an’dan daha fazladır. Ancak burada bu şüpheye vurgu yapmak yerine ilmin gereği zann-ı galibe vurgu yapılmalıdır.
Aksi takdirde bilgi ve amel yönüyle bir adım atmak bile mümkün olmaz.
Yazara göre lafzî
yorum sisteminde lafızların şariiye aidiyetinin nasıl halledileceği problemlidir, fakat yazar sünnetin
bilgi ve medeniyete kaynaklık etmesi gerektiğini söylerken lafızların -şariiye, yani kanun koyucuya olmasa da- bilgi ve medeniyetin
unsurlarını bize bildiren bir peygambere aidiyeti problemli olmayacak mıdır?
Yazar, nakilden kaynaklanan sebeplerle hadîslerde değişiklik yapıldığına dair bazı örnekler vermiştir. Biz bu örneklere değil, bir yaklaşım biçimine dikkat çekmek istiyoruz: Farzedelim ki, bir hadîs
bize beş veya on değişik lafızla nakledilmiş olsun. Şayet bu sözlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti güçlü ise (hatta zayıf
ise) bir şekilde bunların halledilmesi, delalet
probleminin ortadan kaldırılması gerekir. Hatta sadece farklı tariklerden değil, tek bir tarikten de mana farklılığı tespit etmek mümkündür. Çünkü ravi
kastedilen şeyi onu ifade ettiğine inandığı bir lafızla ifade edebilir. Şayet bu lafız İslam’ın temel ilkeleriyle veya bir başka nassla çelişki arzediyorsa ya da o lafız birden çok
manaya geliyorsa ortada bir mana problemi var demektir. Bu tür bir mana
problemi nassların bütünlüğü ışığında halledilmeye
çalışılır, halledilemiyorsa, hüküm askıya
alınır. Elbette bu tür hadîsleri herkes aynı şekilde anlamayacak, delalet problemini aynı şekilde halledemeyecektir. Ancak burada
önemli olan bu hadîslerin Hz. Peygamber’e ait olma ihtimalinin bulunması ve
manalarının boşlukta
bırakılmamasıdır. Belki de problemin ehemmiyetinden mütevellid bu durum, her
zaman kolay bir şekilde halledilemeyecektir. Bununla birlikte şunu da vurgulamamız gerekir ki, her
hadîs böyle bir mana ile rivayet probleminin bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Şarihlerimiz, hadîslerin mana ile rivayetinden ve hadîslerin birden
çok tarikten gelmesinden kaynaklanmış olacak ki, iki kaide tespit etmişlerdir:
a- Ravinin lafızda tasarrufu varsa istidlal tamamlanmış olmaz. (Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, (thk.
Abdulaziz b. Abdullah b. Baz), Beyrut, 1996, XV, 303)
b- İhtimal varsa istidlal gerçekleşmez. (Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 57)
Dolayısıyla şarihler delalet problemini ortadan kaldırmak için bir hadîsin tüm tariklerini
bir arada mütalaa etmeye gayret etmişlerdir. Ayrıca şarihlerin bu metotları her zaman tam manasıyla uyguladıkları da
söylenemez. Ancak burada vurgulanması gereken nokta bu tür delalet probleminin
farkında olmalarıdır.
Yazarın, mana ile rivayet problemine değindiği, ancak bunun nasıl halledileceğine dair bir metot önermediğini belirtmek gerekmektedir.
Aslında yazarın amacının hadîslerin tam anlamıyla Hz. Peygamber’in
ağzından çıkıp çıkmaması olmadığını, “kaldı ki, bize göre hadîsler lafzen
kelimesi kelimesine rivayet edilebilmiş olsaydı, yine de buna imkan vermezdi, çünkü Hz. Peygamber’in
söylediği sözler ile kanun metni tanzim etmek
gibi bir gayesinin olmadığını bütün hadîs külliyatı açıkça göstermektedir” (s. 158) şeklindeki ifadelerinden anlamak
mümkündür. Burada mesele Hz. Peygamber’in ‘kanun metni tanzim etmeye niyetli
olup olmadığı” noktasında düğümlenmektedir.
Aynı sorun Kur’an için de geçerlidir. Kısaca belirtmek gerekirse,
önemli olan ilk muhatapların Hz. Peygamber’i nasıl algıladıklarıdır. Ashabın
adabdan harama kadar onun getirdiklerini benimsemesi sünnetin bir yaşam tarzı olarak kabul edildiğini göstermektedir. Yaşam tarzı ile kanun metninin farklı şeyler olduğu söylenebilir. Aslında kanun metni
vasfı yaşam tarzının içinde bir bölümdür.
Bununla birlikte yazar kanun metniyle sırf hukuk kurallarını kastediyorsa bunu
“sadece” kelimesiyle kayıtlaması gerekirdi. Konuyla ilgili son olarak yazarın
mana ile rivayet konusundaki iddialarını değerlendiren müstakil bir makaleye atıfta bulunmak istiyoruz. (Bkz.
Ahmet Tahir Dayhan, “İlk Dönem Hadis Tarihinde ‘Mana ile Rivayet’ Meselesi”, İslamî Araştırmalar, (2000) 13: 1, s.
93-100)
Usûl-i Fıkıh ve Delalet Problemi
Yazar, usûl-i fıkhı eleştirme sadedinde şunları ifade etmektedir:
“Netice olarak hadîslerin delalet problemini usûl-i fıkhın gelişimi ile birlikte düşündüğümüz zaman her şey hadîs metinlerinin hukuki bağlayıcılığı olan nass haline getirilmesiyle başlar. Nass, kanun fikrine dayalı hukuk metodolojisi çalışmalarına imkan hazırlamış bulunan metinlere verilen addır. Yani
hadîslere usûl tespit edilmemiş geliştirilen usule göre hadîslere rol biçilmiştir. Kanaatimize göre bu gelişme de İmam Şafiî ile başlamıştır. Aslında Şafiî’den önce kurulan hukuk mektepleri hadîslerin bu delalet
problemini göz önünde bulundurmuşlardır. Ebu Hanife’ye göre Kur’an’da varid olan her şey delalet bakımından kat’î, (mütevatir
ve müstefiz hariç) sünnette varid olan her şey delalet bakımından zannidir. Buna göre helal ve haram
hükümleri bildirme bakımından Kur’an ile sünnet farklılık arzeder. Sarih bir
Kur’an ayeti ile sabit olan emirler farziyyet nehiyler ise tahrim ifade eder.
Fakat hadîs ile sabit olan bir emir vacib veya müstehab, nehy ise mekruhtur. İmam Şafiî’ye göre ise mütevatir, meşhur ve ahad haberlerin üçünün de delaleti kat’îdir”. (s. 161)
Yukarıda geçen ifadeleri maddeler halinde ele almak istiyoruz:
a- Yazara göre delalet problemi hadîslerin nass, yani kanun metni
haline getirilmesiyle başlar. Hukukun kaynağı olan metinlere nass dendiği doğrudur, (ayrıca yazarın s. 1’de “dinin nass olarak kabul
ettiği metinleri anlamak için” ifadesiyle
buradaki ifadesi karşılaştırılmalıdır) ancak delalet problemi neden böyle başlasın? Usul-i fıkhın olmadığı, ayet ve hadîse nass denmediği ashab döneminde -bu oranda olmasa da-
bir delalet problemi yok muydu? Bununla birlikte hadîslerin hukukî bağlayıcılığı olan birer nass haline getirilmesi “usûl-i fıkhın gelişimi ile birlikte” mi olmuştur? Daha önceleri adına nass denmese
de hadîslerin hukukî bağlayıcılığı yok muydu?
b- Yazara göre nassın kanun metni haline getirilmesi neticesinde
hadîslere uygun usul tespit edilmemiş, usule uygun olarak hadîsler anlaşılmıştır. Bu gelişme de Şafiî ile başlamıştır. Bu ifadeler usûl-i fıkıhtaki iki metodu, yani mü- tekellimin
(Şafiiyye) ve fukaha (Hanefiyye)
metotlarını hatırlatmaktadır. Konu böyle vazedilseydi, ortada iki farklı
metodun olduğu anlaşılacaktı, ancak böyle yapılmamış, usule uygun olarak hadîslerin anlaşılması Şafii’yle birlikte başlatılmıştır. Bu, akla Ebu Hanife, kendine hass bir “usûle uygun olarak
hadîs anlamamış mıydı?” sorusunu
getirmektedir. Buna “anladı”, fakat o, “hadîsleri bir kanun metni haline
getirmedi” şeklinde cevap
verilebilir. O zaman “Ebu Hani- fe Şafii gibi bir hukukçu değil miydi, hadîslere hukuk gözüyle bakmadı mı?”şeklindeki sorulara cevap verilmelidir.
Ancak bunlarla birlikte Ebu Hanife ve Şafiî’nin metotlarının aynı olduğu söylenemez. Zira Şafiî’nin hadîslerin zahirine ağırlık verdiği bilinmektedir.
c- Yazarın, Ebu Hanife ve Şafiî’nin “lafızların hükme delaletinin kat’îliği- zannîliği” ile ilgili konudaki ifadelerinden
genellemelere gittiği anlaşılmaktadır. Gerçekten Ebu Hanife’ye göre her ayetin delaleti
kat’î midir? Ebu Hani- fe’nin hangi görüşte olduğunu bilemiyoruz, ancak usûlcülerin hangi görüşte olduğunu belirlemek mümkündür. Usûlcülere göre Kur’an’ın hükümlere delaleti
bazen kat’î, bazen zannî olur. Bu da kitabın lafızlarında bulunan “ihtima-
lî”liğin bulunup bulunmayışına (birden çok manaya açık olup olmayışına) bağlıdır. Şayet Kur’an’daki bir lafız birden fazla manaya ihtimalli değilse, delaleti kat’î, birden fazla
manaya açık ise, delaleti zannîdir. (bkz. Zekiyyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, çev. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1996, s. 63) Buna göre Ebu Hanife’nin
her ayeti kat’î kabul etmediği söylenebilir. Ayrıca ahad hadîste varid olan her şeyin zannî olacağı iddiası da bir genellemedir. Delalet
bakımından ahad hadîs de Kur’an gibidir. Yine ahad hadîslerin delaletinin
zannîliği ile Kur’an’da bildirilen emirlerin,
farziyyet; sünnette bildirilen emirlerin vücubiyyet ifade etmesi arasında
herhangi bir irtibat bulunmamaktadır. Farziyyet veya vücubiyyet subut ile
ilgili bir konudur. Mesela Hanefilere göre vacib, şari’nin mükelleften yapılmasını bağlayıcı tarzda istediği ve fakat hak- kındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit olduğu fiildir. (Bkz. Zekiyyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 237; Y. Vehbi Yavuz, Hanefi Mezhebinde İctihad Felsefesi, İstanbul, 1981, s. 123)
Şafiî’yle ilgili
“mütevatir, meşhur ve ahad
haberlerin hepsinin delaletinin kat’îliği” şeklindeki iddiaya gelince bize göre bu bir genelleme olup Şafiî’yle diğer fakihler arasında bir fark yoktur.
Usûl-i Fıkıh ile İlgili Genellemeler
Yazar, usûl-i fıkhı eleştirme sadedinde şunları ifade etmektedir:
“Usûl-i fıkıh yöntem gereği, neredeyse her ifadeyi hüküm merci birer kanun gibi telakki
etmiştir. Bu durum bilhassa teşbih ve istiareleri farklı yorumlamaya
sevketmiş, terğib ve terhib hadîslerini dahi ahkam hadîsleri kategorisine sokmuştur. Namazı terkeden ile ilgili
hadîslerden öldürülmelerinin mübah
olduğu hükmünün çıkarılması bunun en bariz misalidir”. (s. 168)
Burada yazar usûl-i fıkıhla ilgili bir genellemede bulunmuş ve bir müctehidin yanlışını usûl-i fıkha yüklemiştir. Zira namazı terkeden ile ilgili
hadîsi farklı yorumlayan müctehidler de bulunmaktadır. Zira usûl-i fıkıhta kaideler
konmuş, ama işletilmesi insanlara bırakılmıştır. Mesela usûl-i fıkıhta hakikat ve mecaz ilişkisine dikkat çekilir. Bunun kaideleri
ortaya konur. Ancak bu kaideleri işletecek olan alimlerdir. İşte bu durumda alimlerin temel zihniyetleri, tutumları hadîsleri
anlamayı etkilemektedir. Hz. Peygamber’in her sözünü hakikat telakki eden bir
tutum, hadîsleri mecaza zor hamleder. Ancak usûl-i fıkıh, “mecaz delili kaim
olana kadar lafız hakikate hamledilir” şeklindeki kaidesini ortaya koymuştur. Bu kaideyi işletecek olan ise insandır. O halde bize göre usûl-i fıkıh değil, tutumlar eleştirilmelidir.
Usûl-i fıkıhla ilgili son olarak şunu vurgulamanın gerekli olduğu kanaatindeyiz: Usûl-i fıkıhla alakalı, özellikle anlama ve
yorumlama açısından derin analizler yapılmalıdır. Usûl-i fıkhın yapısı, çağdaş anlambilim ve yorumbilim ile çeşitli mukayeseleri yapılarak yeni bir dille ifade edilmelidir.
Usûl-i fıkhın dil ve mantık merkezli bir anlama metodolojisi olduğunu belirtmeliyiz. Zaten günümüz
hermenötik bilimleri de dil konusuna ısrarla vurgu yapmaktadır. Bu noktada
usûl-i fıkhın dil içi kaldığından dolayı eleştirilmesi haksızlık olduğu gibi sadece kendini dile hapsettiğini söylemek de yanlıştır. Nihayetinde bahse konu olan metinler dilsel metinlerdir.
Ancak şu husus ifade edilmelidir ki, usûl- i
fıkhın dil merkezli oluşu, dil dışı karine ve bağlamları hesaba katmadığını göstermez. Usûl-i fıkıh dil dışı karine veya bağlamların da anlamaya (bunun ahkamla ilgili olduğunu belirtmeye artık gerek yoktur)
etkisini kabul etmektedir. Usûl-i fıkıhta ortaya konulan şu kaidelerin buna işaret ettiği kanaatindeyiz:
1
.Zâhirden dönülmesini gerektiren bir delil
kaim oluncaya kadar nassın zâhiriyle amel gerekir.
2
.Hâssa dönülmesini gerektiren bir delil
kaim oluncaya kadar âmm ile amel gerekir.
3
.Mukayyede dönülmesini gerektiren bir delil
kaim oluncaya kadar mutlak ile amel gerekir.
4
.Mecâza dönülmesini gerektiren bir delil
kaim oluncaya kadar hakikat ile amel gerekir.
5
.Luğavî olduğuna dair bir delil kaim oluncaya kadar mücmel lafızların
mânası şer’îdir.
6
.İbaha, nedb ve irşad olduğuna bir delil kaim oluncaya kadar emir, vücûb üzeredir.
Bütün bunlar dil içi veya dil dışı bir delil bulunduğu takdirde onun dikkate alındığını göstermektedir. Aslında bu yapı nassları tek tek değil, bir bütün olarak değerlendirmenin gerekli olduğunu da vurgulamaktadır. Bununla
birlikte yine de bu kaideleri belirli tutum ve zihniyete sahip insanların işleteceğini, dolayısıyla farklı sonuçların doğabileceğini ifade etmek gerekir.
Hadîsin Manasının Nakliyle İlgili Genellemeler
Yazar’ın “Sahabe çoğu kez bir sözün kendisini değil, sözden anladığını fiilin kendisini değil, ona yüklediği anlamı nakletmiştir” (s. 173) şeklindeki ifadelerinin büyük bir iddia olduğunu söylemek durumundayız. “Çoğu kez” ifadesinin dışında “sahabenin böyle naklettiği de olmuştur” denilseydi bunu kabul etmek mümkün olurdu. Şayet “sözden anladığını” ifadesi ile manayla rivayet
kastediliyorsa, yukarıdaki söz başka türlü ifade edilmelidir. Sahabe bazen mana ile rivayette kendi
anladığını aktarmaktadır, ayrıca Hz.
Peygamber’in kastettiğini farklı lafızlarla da ifade etmektedir. Tekrar vurgulamak
gerekir ki, şüphesiz sahabenin
Hz. Peygamber’in kastettiğini “kendi anladığı” şekilde naklettiği örnekler de vardır. Bu durum sadece rivayetlerin karşılaştırılmasıyla, nassların bir bütün olarak değerlendirilmesiyle ve en önemlisi
genellemelerle değil, delille ortaya konulabilir. Ayrıca yazar bununla ilgili Hz.
Aişe’nin sahabiyi eleştirdiği ve geçmiş alimlerimizin de bunu tespit ettiği iki örnek vermiştir. Doğrusu, bu büyük iddiaya kendisinin orijinal örnek vermesini
beklemek mütevazi bir istek olmalıdır.
Hadîs ve Sünnet ya da Kavram Kargaşası
Yazar, hadîs kelimesini incelediği bölümde şu ifadelere yer vermektedir: “Hadisçilik bir ekol olarak doğmadan ve bir halk hareketine dönüşmeden önce sünnet ve hadîs farklı
manalarda kullanılmıştır. Her şeyden önce toplumda asıl belirleyici olan hadîs değil, sünnet olmuştur. Sünnet olan bir davranış, bir hadis ile ifade edilebilirdi.
Ancak her hadîs bir sünnetin ifadesi değildi. Hatta Hz. Ömer’in yayılmasına karşı çıktığı hadîsler bir kanaate göre herhangi bir sünnet ifade etmeyen
hadîslerdir. İbn Abdilberr onun
tavrını şöyle ifade etmiştir: “İnne Ömer nehâ ani’l-hadîsi ammâ lâ yufîdu hukmen ve lâ yekûnu
sünneten”. Süfyan b. Uyeyne, Bakiyye b. Velid’in rivayet ettiği hadisleri değerlendirirken şöyle demiştir: “Lâ tesmeû min Bakiyyete mâ kâne fî sünnetin ve’smeû minhu
mâ kâne fî sevâbin ve ğayrihi” (s. 231) Yazar, ayrıca hadîs ve sünnetin farklı kullanıldığına dair altı örnek daha sunar. (s. 232)
Yazarın hadis ve sünnetin aynı olduğuna dair anlayışın hadisçiliğin bir halk hareketine dönüşmesinden sonra gerçekleştiğini kastettiği müşahede edilmektedir. Bize göre de hadis ve sünnet farklı
anlamlarda kullanılmıştır. Ancak bunun nedeni “hadisçiliğin bir halk hareketine dönüşmesinden önce olması” değil, “kelimelerin ilimlerde kavramlaşma sürecini tamamlayamamış” olmasıdır.
Zira hadis ve sünnet kelimeleri, aynı anlamı kazanmadan önce
sözlük anlamlarından biriyle, hatta birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmıştır. Hatta bu tür kullanımlar diğer kelimeler için de geçerlidir. Mesela
ilim, hadîs; hadîs, fıkıh; hadîs sünnet; hadîs, isnad, sünnet, fıkıh veya
hüküm; sünnet, hadîs; sünnet, mendub; sünnet, amel; amel, sünnet; amel, hadîs
ve amel, re’y anlamında kullanılmıştır. Bu canlılık ilk dönem literatürünün genel özelliğidir. O halde kelimelerin anlamlarını
doğru tesbit edebilmek için ilk dönem
literatürünün bu genel özelliği dikkate alınmalıdır. (Kufe ekolü çerçevesinde hadîs ve sünnet
kelimelerinin kullanımı için bkz. Zafer İ. Ensari, “Islamic Juristic Terminology Before Şhafi’i: A Semantic Analysis with
Special Reference to Kufa”, Arabica, (1972) 19, s. 255-300)
Yazarın “her şeyden önce toplumda asıl belirleyici olan hadîs değil, sünnettir; sünnet olan bir davranış hadîs ile ifade edilebilirdi, ancak her
hadis bir sünnetin ifadesi değildi” şeklindeki cümleleri kavram kargaşasına yol açmaktadır. Şüphesiz ilk dönem literatürde hadîs ve sünnet farklı kullanılmıştır, ancak bunun “belirleyici” olmakla
bir ilgisi yoktur. “Belirleyicilik”ten bahsedilecekse, Medine ameli anlamında
kullanılan sünnetin haber-i vahid olan hadîse karşı bir belirleyiciliği, daha doğrusu bir tercih sebebi olması söz konusu olabilir. Bunun dışında ifade edilen şey Hz. Peygamber’e ait ise, -hadis veya
sünnet kelimeleriyle ifade edilsin farketmez- sadece bunun belirleyiciliği söz konusudur. Yazarın
“belirleyicilik” ifadesinin dışında “sünnetin bir hadîs ile ifade edilmesi ve her hadîsin bir
sünnet ifade etmemesine” dair ifadeleri doğrudur. Fakat bu kelimeler mutlak kullanıldığı için yine karışıklığa meydan vermektedir. Oysa verdiği örneklerde sünnet kayıtlanmış, hangi anlamda kullanıldığı açıklanmıştır. Hz. Ömer’in sözünden sünnetin açıkça hüküm anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hz. Ömer pratik değeri olmayan hadîslerin naklinden
nehyetmektedir. Süfyan’ın Bakıyye ile ilgili sözünde geçen sünnet kelimesi de
“hüküm” anlamındadır. Bu, sözün sonundaki “sevab vb” ifadesinden anlaşılmaktadır. Zira Bakıyye’yi tevsik
edenler bulunmakla birlikte genel olarak o, zayıf raviler arasında
sayılmaktadır. (Bkz. Zehebî, Mizânu’l-i’tidâl, -thk. Ali Muhammed
Muavvad-, Beyrut, 1995, II, 46-53) Bu durumda yukarıdaki ifadeden “onun
sünnetle, yani ahkamla ilgili rivayetlerine itibar edilmemesi” gerektiği anlaşılmalıdır. O zaman yazarın mezkur ifadesi “ahkamın bir hadîs ile
ifade edilmesi ve her hadîsin bir ahkam ifade etmemesi” şeklinde anlaşılırsa karışıklık da ortadan kalkacaktır. Çünkü
hadîslerde ahkamın dışında kıyamet, ahiret, ahlak, itikat vb. bir çok konu geçmektedir.
Bir Mukayese ya da İfadelerin Kapalılığı...
Yazar yine hadîs kelimesini incelediği bölümde Süleyman en-Nedvî’nin bir tanımına yer verir. Şöyle ki:
“Hadîs, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve halleriyle ilgili sözlü
rivayetlerdir. Sünnet ise, hadîs hatta Kur’an’la gelen mütevatir
uygulamalardır. Nedvi’nin tanımı Fazlur Rahman’ın yaşayan Sünnet dediği mütevatir sünnetlerin tanımıdır”.
(s. 234)
Burada cevabı aranması gereken iki soru vardır:
1-Fazlur Rahman’ın yaşayan sünnet tabiri mütevatir sünnet anlamına mı gelmektedir?
2-Nedvi ile Fazlur Rahman’ın sünnet tanımlarında birlik var mıdır?
Öncelikle belirtelim ki, Fazlur Rahman’ın yaşayan sünnet tabiri mütevatir sünnet ile
karşılaştırıldığında bir karışıklık ortaya çıkmaktadır. Sanki Fazlur Rahman namaz, hacc vb.
mü’minlerin uyguladığı sünnetlere mütevatir sünnet demektedir. Oysa Fazlur Rahman’a
göre yaşayan sünnet Hz. Peygamber’in dönemi
dahil ondan sonra ortaya çıkan, sadece bizzat Peygamber’in sünnetini değil, aynı zamanda Nebevî Sünnet’in
yorumlarını da içermektedir. (Bkz. Tarih Boyunca Metodoloji Sorunu, s.
18) Dolayısıyla yaşayan sünnet cemaatin icması ile özdeştir ve ilim adamlarının ictihadı ile siyasi otoritelerin
ictihadlarını da içermektedir. (s. 44) Aslında Fazlur Rahman’ın yaşayan sünneti tek tek somut fiillerden
ziyade soyut, genel ilke ve maksatları ima etmektedir. Buna göre
klasiklerimizde söz konusu olan “mütevatir sünnet” ile Fazlur Rah- man’ın “yaşayan sünnet”i arasında herhangi bir
yakınlık bulunmamaktadır.
Fazlur Rahman’ın yaşayan sünnet tabirini yukarıdaki anlamda kullandığına göre Nedvî’nin tanımıyla bir
benzerliği var mıdır? Nedvî’nin eserinden anlaşıldığı kadarıyla o, mütevatir sünnet veya amelle Hz. Peygamber’in ortaya
koyduğu, ondan sonrakilerin uydukları ve
böylece günümüze kadar gelen fiilleri kastetmektedir. (Bkz. Nedvî, Tahkiku
ma’na’s-sünne, Mekke, 1399, s. 20-25) Yani ona göre sahabenin veya tabiunun
ortaya koyduğu bir ictihad -en
azından Hz. Peygamber’in sünneti gibi bağlayıcılığı olan- sünnet olmamalıdır. Fazlur Rahman’a göre ise, onların
ictihadı da sünnete dahil olmaktadır. Nedvî’nin tanımında bir yenilik vardır.
O da hadîste bulunmasa dahi Kur’an’la gelen uygulamaların da sünnet içinde değerlendirilmesidir. Şayet bu bir karışıklığa meydan vermeyecekse, sözlük anlamı itibariyle böyle bir
kullanımın doğru olduğunu söylemek mümkündür.
Yazar, bağlam konusunu çeşitli örneklerle izah ettiği bölümde şu hadîse yer verir:
“Her çocukla beraber bir akika (kurbanı) vardır. Onun için kan
akıtın ve ondan eziyeti giderin”. Cahiliye döneminde yeni doğan çocuklara ne tür eziyet edildiğini bilmeyen kimse bu hadîse bir anlam
veremeyecektir. Böyle olunca bir çok alim bu ifadeden yeni doğan çocukların saçlarını kesmek gerektiğini istinbat etmiştir. Oysa Ebu Davud, bu hadîsin bağlamını Abdullah b. Büreyde’den şöyle nakletmiştir: Biz cahiliye döneminde bir çocuğumuz olduğu zaman onun için bir koyun keser çocuğun kafasını koyunun kanına bulardık. İslam’a girince kurban kesmeye devam
ettik, ancak çocuğun kafasına kan yerine güzel koku sürmeye başladık. (s. 304)
Önce Ebu Davud’un
hadîsi Abdullah b. Büreyde’den değil, babası Ebu Büreyde’den naklettiğini belirtmemiz gerekir. İkinci olarak yazar “çocukların saçlarının kesilmesinin” istinbat
edildiğini ifade etmiştir. İstinbat, sarih olmayan bir sözden elde edilen bir bilgidir. Ancak
yazarın Ebu Davud’dan naklettiği hadîste “çocukların saçlarının kesilmesi” ifadesi bulunmaktadır
ve bu noktanın tercümesi yazar tarafından atlanmıştır. Ebu Davud’un ifadesi şöyledir: “Felemmâ câellahu bi’l-İslâm kunnâ nezbehu şâten ve nahliku re’sehu ve naltahuhû
bi-zağferân” Buna göre ortada istinbat değil, sarih bir ifade bulunmaktadır.
Bu eserde ortaya
konulan fikirler sosyal bilimlerin anlama ve yorumlama metodolojilerine
dayanmaktadır. Artık “sosyal bilimlerden yararlanılmalı mıdır?” şeklindeki bir soruya cevap aramanın
zaman kaybı olduğu inancındayız. Bunun yerine “sosyal bilimlerden nasıl
yararlanmalıyız?” şeklindeki sorunun cevabı aranmalıdır.
Bu eserin bir
metodoloji çalışması olması ve çağdaş sosyal bilimlerin yöntemlerini uygulaması itibariyle takdire şayan bir çalışma olduğu vurgulanmalıdır. Bu alandaki çalışmaların artırılması gerekmektedir. Ancak bununla birlikte
genellemeci bir tavrın esere yansıdığını da belirtmemiz gerekir. Usûl-i fıkıh ile ilgili oldukça eleştirel bir tavır sergilenmiştir. Usûl-i fıkhın sırf ahkama yönelik
bir anlama metodu ve dil içi kalan bir yöntem geliştirdiği için olumsuzlanması haksız bir eleştiri olsa gerektir. Onun ahkama yönelik
olması amacı; lafızlara yönelik olması doğası gereğidir. Bugün bile yazanı hayatta olduğu halde hukuk metinlerini anlamada bir bağlaç veya edattan ne kadar farklı yorumların
ortaya çıktığı malumdur. Bununla
birlikte usûl-i fıkhın sadece lafızlarla yetindiğini söylemek de zordur. Lafzı/metni anlamada ona etki eden faktörler
göz önünde bulundurulmaktadır. Bugün bizim sahip çıktığımız makâsidu’ş- şeri’a da kökleri geçmişte olan, ancak Şatıbî ile birlikte daha da sistemleştirilmiş bir yorum mantığıdır. Şatıbî’yi usûl-i fıkh geleneğinden ayırmak mümkün gözükmemektedir. Metin içinde de belirttiğimiz gibi usûl-i fıkıh dil/lafız/metin
dışı karine veya bağlamların da anlamaya etkisini kabul
etmektedir. Bu konularla alakalı genel kaideler de geliştirilmiştir. Bununla birlikte yine de bu kaideleri belirli tutum ve
zihniyete sahip insanların işleteceğini, dolayısıyla farklı sonuçların doğabileceğini ifade etmek gerekir.
Sünnetin bilgi, kültür ve medeniyete kaynaklık etmesi bakımından
yeniden değerlendirilmesi
üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak bunu yaparken geçmişin bunu yapamadığı gibi bir ima ortaya koymak tartışmaya açıktır. Bu konuda şerhlere gereken ilginin gösterilmesi
gerekmektedir. Şarihlerin her
hadîsin sonunda ondan bazen yüze varan (hüküm, hatta metodik prensipler dahil)
anlam çıkarması yaşadıkları dönem itibariyle sünneti bilgi, kültür ve medeniyet açısından
nasıl değerlendirdiklerini göstermektedir. Şayet onların yaşadığı dönemde bir çevre problemi olsaydı, kanaatime göre ilgili
hadîslere bir de o gözle bakarlardı. Dolayısıyla bugün bizler farklı
problemlerle karşı karşıya isek bunları halletmek de bize düşer. Bununla birlikte sünnetin bilgi,
kültür ve medeniyet açısından değerlendirilmesi sadece şerhlerin işi de olmamıştır. Tasavvuf, kelam gibi çeşitli branşlarda sünneti bu açıdan değerlendirmişlerdir.
Ayrıca bir dil alanı olan belagat ilmi
de yeni bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Metnin sanatsal yönünü değil, onun muradını anlamak için belagat
ilmi önemli imkanlar sunmaktadır. Bu anlamda belagat ilminin, anlama ve yorumlama
çalışmalarında yeri belirlenmelidir. Kitap
boyunca bu dil alanından - beyân bölümünden nispeten bahsedilse de- önemi
ölçüsünde bahsedilmemesi- ni, bu dil alanının muhtevasının çağdaş dilbilim ve anlambilim teorileriyle mukayesesinin yapılmamasını
ciddi bir eksiklik olarak değerlendirmek mümkündür. Son olarak her şeyden evvel bu eleştirilerin bir anlama çabası
olarak kabul edilmesi gerektiğini temenni ediyoruz.
KSÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi 2(2003) s.103-115
DEĞİŞİM VE HUKUK
Yrd.Doç.Dr. İzzet SARGIN
ÖZET
Dünyamız
sürekli bir hareket ve değişim içerisindedir. Bazı değişim faktörlerine bağlı olarak toplum ve sosyal kurumlar da değişmektedir. Hukuk, tüm
bu değişimlerden en çok etkilenen kurumlardan birisidir. Her ne kadar
dinin temel kaynakları tarafından belirlenmiş bir alan olsa da bir kısım hükümler şartlara göre değişirler. Çünkü Hukuk’un dinin temel esaslarıyla doğrudan bir ilişkisi
yoktur.
Anahtar
Kelimeler: Değişim, Hukuk, Din, İnsan,
Toplum.
ABSTRACT
Our
world in a continuous flow and changing. Depending on some change factors
society and social institutions have changed uninterruptedly. Law is of the
most effected institutions from this change and it’s opened all these changes.
Although it is determined by basic sources of religion, commands are changed
according to conditions. Because, this realm has not a direct relationship with
the essence of religion.
Key
Words: Change, Law, Religion, Human, Society.
1.
DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK
Sürekli bir akış içerisinde olan evrende varlık, bir
halden başka bir hale akıp giden bir süreç içinde
oluşmaktadır. Dünya tarihinin gelişmesi ve akışı içinde hiçbir şey sabit kalmamakta[173] [174] sürekli değişmektedir. İnsanlık tarihî bir süreçtir[175]. Değişim insan toplumunun temel karakteristiği olduğundan bütün beşeri kurumlar değişmek zorundadır[176]. Değişme yeteneğini kaybeden sosyal sistemler hayatta kalmak yeteneğini de kaybederler[177]. Çünkü değişim araçlarından yoksun bir sistem kendini koruma araçlarından da
yoksun sayılır[178].
Değişim, zaman içinde
gözlenebilen, geçici olmayan belirli bir toplumun yapılanmasını ve işleyişini etkileyen ve o toplumun geleceğe yönelik akışını değiştiren başkalaşım[179] veya beğenilmeyen bir durumdan daha iyi bir
duruma
geçiş demektir. Bu geçiş, insanın kendi potansiyeli ile araç ve amaçlar arasındaki ilişkileri dengeleyen ve belirleyen bir
yasaya bağlıdır[180].
Değişme ve süreklilik aynı realitenin iki
ayrı yüzü durumundadır; biri olmadan öteki ne düşünülebilir ne de araştırılabilir[181]. Değişme, yeni ihtiyaçları ortaya çıkaran, bu yeni ihtiyaçların da yeni
değişmelere ivme verdiği bir süreç- tir[182].
Değişme, beraberinde bir düzen problemini
gündeme getirir. Çünkü, düzen olmayan bir zemindeki değişmeler kaosa yol açabilir. O halde, düzen için değişmezliğin olması, fert ve toplum hayatının güvenliği için değişmezlerin bulunması
gereklidir[183].
İnsan, diğer canlılar gibi, sadece anı
yaşayan bir varlık değildir. O, sahip olduğu zaman bilinci sayesinde varlık ve
olayları üç boyutlu (geçmiş, şimdi, gelecek) bir
zaman dilimi içinde algılayan ve değerlendiren bir varlıktır. Bu özelliklerinden ötürü kendisine amaç
ve hedef belirleyen ve bunları gerçekleştirmek için planlar yapan ve böylece geçmiş ve geleceği birlikte değerlendire- bilen tek varlıktır. İnsanın amaç seçiminde ve bunu gerçekleştirecek planlar yapmasında ve
vasıtaları seçmesinde belirleyici en önemli faktör, değer duygusudur. Bu değerler yüksek ve vasıta
değerler olmak üzere ikiye ayrılır.
Yüksek Değerler: Tarih boyunca insanlığın inanıp benimsediği yüceltip kutsallaştırdığı din, hukuk, aile, ahlâk kavramları etrafında oluşan değerler ile, milleti millet yapan ve tarih içerisinde ona kimlik
kazandıran kültürel değerlerdir. Zaman akışı içinde bu sabit değerlere ait bazı motifler değişse de öz itibariyle
kendileri değişmezler.
Vasıta Değerler: Yüksek değerleri elde etmek ve onları koruyabilmek için zaman ve zemine göre
değişerek yerlerini yeni değerlere bırakan geçici değer- lerdir[184]. Değişme olgusu sonucu, bugünkü gerçek, dünkü gerçekten farklıdır. İnsanların değer, bilgi ve sistemleri sürekli başkalaşmaktadır; hem gerçeğe hem de bilgi sistemlerine erişme derecesi ve biçimi de değişmektedir. Bu açıdan
geçmişteki problemlere yine geçmişteki bilgilerin ışığı altında bulunan çözümler de aynı değildir. Çünkü gelenek zincirinin
halkaları tekrarlı formüllerden meydana gelmemiştir. Herhangi bir halka, geleneğin bir parçası sanılarak gerçeklik kazanmamış, tam tersine her halka zamanında ve
yerinde işleyen yeni bir çözüm olduğu için geleneğin parçası haline gelmiştir[185]. Ayrıca dünkü insanın
beklentilerine cevap veren vasıflamalar ve kurumsallaşma, bugünün insanı için yetersiz kalacağı düşünülürse yeni problemlerin çözümleri de farklı olacaktır.
İnsanların düşünceleri gibi, dünya şartları da sürekli değişmektedir. Yönetim, ölüler için değil yaşayanlar için bir yapılanma olduğuna göre, onda yalnız dirilerin hakkı olmalıdır. Birbirlerinden
çok uzak zaman dilimlerinde yaşayan insanların hayatlarında nasıl bir zorunluluk bağı bulunabilir? Bir hukukî norm veya bir
sosyal-siyasal yapılanma, hem varlığı uzun seneler önce son bulmuş hem şimdi yaşayan hem de uzun gelecekte yaşayacak olan insanların beklenti ve ihtiyaçlarına nasıl cevap
verebilir? Bu mümkün mü?
Reel dünyada ve değerlerdeki hızlı değişme yüzünden belli
bir ortamda belli bir problem için geçerli olan çözüm yeni bir problemin çözümü
için geçerli olmayabilir. Bu açıdan yeni problemlerin çözümleri geleneğin hazır çözümlerinde aranırsa şimdi geçmişe taşınmış olur, geleneğe sahip olmaktan çok ona tutsak olunur. Böyle bir faaliyet bir
yandan toplumun gelişmesinde patolojik hallere yol açarken diğer yandan da ilgili kimselerin ruh sağlığı açısından zararlı olabilir[186]. Geleneği bir hazır çözümler kümesi gibi
kullanmaya çalışmak ne kadar yanlış ise, onu bir ön şart, dayanak olarak kabul etmemek ve
ihmal etmek de o ölçüde yanlıştır. Bu ikinci durum insanı insanlığın birikiminden faydalanmamaya ve geleneğin sonucundan kopmaya, gerçekçi olmayan
hamleler yapmaya itebilir.
Yeni çözümlerin eskilerle özdeşlik taşımaması gelenek ile bağlantının kesilmesi anlamına gelmez. Bilakis geleneğin son ucundan başlayarak ve eldeki gelenek içeriğini hazırlayıcı ön şartlar ve yeni çözümleri oluşturmada bir dayanak olarak kabul etmek
anlamına gelir. Zira dinamik anlamda geleneğin son ucu bugüne, bugün de yarına eklenmek zorundadır. Öyleyse
geleneğin son ucundan kopmamak geleceğe dönük bir sıra atılım, istikrar ve
süreklilik açısından önemlidir[187]. Zira
varlık alemindeki bir şey tek başına düşünülemez ve öteki varlıklardan soyutlanamaz. Her bir oluşum, önceki oluşumlardan etkilenir ve sonrakileri
etkiler ve böylece varlık bir bütünlük ve süreklilik kazanır[188]. Süreklilik
içinde olan toplum, kendini oluşturan fertleri de aynı süreç içinde tutar. Ancak insan, bu süreç
içinde, rasgele hareket eden pasif bir konumda değildir. O, değişimi kontrol altında
tutan ve yönlendiren aktif bir varlıktır[189].
Bir toplum, genel bir planda, kendini devam ettirmek ve yaşatmak istiyorsa tümle parçalar, kişi ile toplum ve yönetsel kurumlar
arasında bir uygunluk kurmak ve homojenlik sağlamak zorundadır.
Yönetimin amacı, devleti en faydalı bir şekilde teşkilatlandırmak ve hukuku da en uygun ve en iyi bir şekilde uygulamaktır. Şu halde idârî işler, devlet faaliyetlerinin genel plan
ve prensiplerini belirleme ve bunlara yön ve direktif verme, farklı yetkiler
arasında iş, ahenk ve amaç
birliği sağlama gibi önceden belirlenmesi gereken işlerdir[190].
Yönetim, toplumsal düzen düşüncesine bağlıdır. Asıl sorun insanları, toplum içinde ortak değerler ve kurallar etrafında kaynaştırarak, belli hedeflere yöneltebilmek
ve götürebilmektir.
Hukuk düzeninin siyasal hayatın akış hızına uydurulamaması, toplum hayatında fiilî-hukukî ikilemini doğurur ve aralarındaki mesafeyi uçurumlaştıra- cak derecede açar. Hızla değişen dünyamızda hukuk daha da yavaşlamıştır. Hukuk, değişme ve gelişmeleri kapsayan bir esneklik
yakalayamaz, yumuşak ve göreli ilkeler konması yerine sert kurallar koyarsa; hukukun
hayatı izleyişi zorlaşır.
Hukuksal ve siyasal sorunlar arasında bir gerginlik (yapısal çatışma) vardır. Bu gerginlik, siyasetin
özelliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü siyaset,
yapısı ve niteliği gereği dinamik ve irrasyonel kuvvetlerle sıkı ilişki içindedir[191]. Buna karşılık hukuk, temel yapısı itibariyle
statik ve rasyonel olmasına rağmen, siyasal hayat içindeki canlı ve etnik güçleri kontrol etmek
ve frenlemek ister.
2.
DEĞİŞİM FAKTÖRLERİ
Toplumsal değişimin boyutları ve
unsurları çok geniştir. Bu değişim sürecinde en
etkin unsur bilimsel ve düşünsel faaliyetlerdir.
Çünkü bilimsel ve düşünsel faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan durumlar, insanların hayat
biçimlerini de değiştirmektedir.
a)
Bilimsel Faaliyetler: Günümüzde toplum
bilimsel gelişmelerin etkisiyle
sessiz ihtilaller yaşamakta, teknolojik gelişmeler doğal etkenlerin sosyal hayattaki yeri ve önemini azaltmakta,
hayatla ilgili değer yargılarını değiştirmektedir. Toplum
kapalı devre olmaktan çıkmış iletişimin hızla gelişmesi dünyamızı küçültmüştür. Bilimsel gelişim insanlığın yeniliğe direnme gücünü azaltmış, buna bağlı olarak da, toplumlar süratle şekil değiştirmeye başlamışlardır. Bilimsel gelişmeler siyasal gelişmeye de sebep olmuş, merkezi devlet otoritesi ayrıntılı bir bürokrasi vasıtasıyla
genel toplum üzerinde düzenleme yetkilerini ve imkanlarını artırmıştır[192]. Devlet içi kurumların iç
yapılarındaki kurumsal birimler gittikçe büyüyüp genişlemiş, idârî bir nitelik kazanmış ve karar alma yetki ve iktidârı gittikçe merkezileşmiş bulunmaktadır. Bilimsel gelişmeler bu kurumların gelişmelerini, biçimlerini ve hızlarını belirlemektedir[193].
Bütün bu baş döndürücü gelişmeler içinde devlet yapılanması ve yönetimi değişmezse yönetim, toplumdan ve realiteden kopma tehlikesiyle karşılaşır. O halde devletin tarihî ve uygulamaya yönelik yapısal
özellikleri göz ardı edilmeden, yeni bilimsel gelişmeler ve yöntemler dikkate alınarak
devlet yapılanması ve yönetimi için, geleceğe yönelik ve insanların beklentilerine cevap verecek şekilde projeler geliştirilmelidir.
Bilimsel gelişmelerin yavaş seyrettiği zamanlarda insanları yeniliklere alıştırmak zor değildi. Gelişme hızı arttıkça eski devirlerin
siyasal düşüncesini, hukukunu,
ahlâkını ve felsefesini yeni tip toplumlarda aramak ve bulmak zorlaşmıştır. Artık daha nispi, daha yumuşak hareket halindeki yapılar çağına yaraşır davranış ilkeleri bulunmalı ve bu ilkeler katı ve değişmez kurallara tercih edilmelidir. Çünkü, insanlığın ulaştığı karmaşık, sosyal hayat artık donmaya mahkum
kurumlar ve hukuk kurallarıyla düzenlenemez.
b)
Düşünsel
Faaliyetler: Düşünsel faaliyetler, bireylerin dünya görüşlerini oluşturan Allah, insan, din, toplum, hukuk
gibi kavramların anlamlarında yeni yorumlar doğurarak önemli değişikliklere sebep
olur. Böylece değişim sonrası
kullanılan kavram ile değişim öncesi kullanılan
kavram aynı kelimeyle ifade edildiği halde anlamları aynı değildir[194]. Sonuçta
toplumda hem yeni bir yaşam tarzı benimsenir hem de büyük ölçüde yenilenmiş bir dünya görüşü oluşur[195].
Toplum düşünceler etrafında toplanır. Bu düşünceler zamanla değişirler. Yalnız bu düşünceler arasında öyleleri vardır ki
belirli bir anda ihlal edildikleri veya değiştirilmek
istendikleri zaman toplum, anarşiye düşer, parçalanır. İhlal edildiklerinde ağır sonuçların doğmasına sebep olan düşünceler, toplumun temel düşünceler kümesini oluştururlar.
Salt bir güzellik ve iyilik anlayışı yoktur. İyi, güzel, doğru, adâlet vb. değerleri salt, ama onların içeriğini oluşturan değer yargıları zaman, mekan şartları içinde görelidir. Toplumsal değişme aynı zamanda kültürel bir değişme- dir[196]. Toplumsal
değişme insanlar arası ilişkilerin değişmesidir. Bu noktada,
kurumsal olarak maddî kültür ve manevî kültür ayrımı ortaya çıkmaktadır. Yalnız
bu iki kültür, sürekli bir etkileşim içerisindedir[197]. Kültürde
değerlerin korunması kadar değişme olgusu da önemlidir. Kültür değerleri dogmatik olmayıp, şartların gereklerine göre özünü bozmadan değişmek zorundadırlar[198].
Her siyasal yapı belli bir kültür tipi ile ilişki halindedir. Sistemin istikrarlı
olması için siyasal yapı ile siyasal kültür arasında uygunluk olması gerekir.
Siyasal kültürde değişim, temel değerlerle yapılar arasındaki
uyumsuzluktan doğar[199]. Her
siyasal yapılanma kendini geleceğe taşımak ister. Her toplum, kendisini çevreleyen maddî ve manevî
kültürel şartlara göre kurumsallaşmak ve gelişmek ister. Bu kurumsallaşma ve gelişmede her dönem bir öncekinden
etkilenerek ve kendisinden sonrakini etkileyerek devam eder. Zira her model ya
da kurum kendinden önceki yaklaşımlardan etkilendiği gibi kendinden sonraki model ya da kurumları da etkiler.
3.
KURUMSAL DEĞİŞİM
Her toplum, dünyasını anlamlı kılmak zorundadır. Toplumların değişmesine bağlı olarak devlet yönetim biçimleri arasında ilişkiler kurulmalı ve değişen siyasal yapılara bağlı olarak yeni siyasal ve kurumsal yapılanmalara gidilmelidir.
Çünkü siyasal süreklilik ancak kurumların toplumsal işlevlerini yerine getirmesiyle
mümkündür. Bu itibarla genel çıkarlara yönelik bir takım temel görevleri
yerine getiremeyen kurumlara sahip bir devletin varlığı sürdürmesi imkansızdır.
Tarihi süreç içinde bir takım kurumsal gerçekleşme biçimleri ortadan kalkarken
yenileri doğar. Çünkü kurumlar
sürekli akış halinde olan bir
toplum içinde toplumun geçici görünümlerini aşar ve halkın özelliklerini iyi kavrayarak, değişimi bu özelliklere göre yönlendirirlerse çekici olurlar[200].
Toplumların gidişine kurallar ve kurumlarla yön vermenin bir sınırı vardır. Bu
sınır, ileriden veya geriden zorlandığı zaman sağlıksız yapılar ortaya çıkabilir. Daha da önemlisi gereksiz
gerilimler ve gelişmeler için elverişli ortamlar doğabilir[201]. Bu açıdan
toplum için geçerli kurumları ve kuralları oluştururken toplumun dinamik bir yapıya sahip olduğunu unutmamak gerekir. Kimse bugün oluşturacağı kurallar ve kurumlarla, geleceğin yaşantısını aşırı derecede etkileyemez. Asıl etki toplumun iç dinamiklerinden
gelişir. İşte kanun koyucular ve toplumsal yapılanmada etkili olanlar bu
dinamizmi sezmek ve ona göre hareket etmelidirler[202].
Yeniden yapılanma kurumların ihtiyaçlarını karşılama ve gelişmelerini sağlamaya yönelik olmalıdır. Problemleri
çözemeyen ve çoğaltan kanun ve
kurumların değiştirilmemesi onların kronikleşmesine sebep olabilir. Bu tür kanun ve
kurumların korunması ve yaşatılması, gelişmeyi yavaşlatır bozulma ve çürümelere yol açabilir.
Toplumsal yapı, o yapıyı oluşturan bütün toplumsal kurumların karşılıklı etkileşimi içinde anlam kazanır. Dolayısıyla toplumsal yapı içindeki çeşitli unsurlar birbirleriyle ilişkileri kapsamında ele alınarak değişme, bütün unsurlar arası etkileşime bağlanır. Farklı değişkenler arasındaki
karşılıklı ilişkiyle birinin değişmesi öteki unsurları da değiştirir[203]. Zira her
model ya da kurum kendinden önceki yaklaşımlardan etkilendiği gibi kendinden sonraki model ya da kurumları etkiler.
4.
TOPLUMSAL DEĞİŞİM
Toplumsal değişme, toplumsal yapıda
yer alan ilişkilerin, fikir ve düşüncelerin yeni bir biçim ve içerik
kazanması sonucunda insanlar arası ilişkilerin ve toplumsal kurumların değişmesi olarak anlaşılır[204]. Toplum, sadece kendi içinde
bulunduğu anın sosyal yapılanması ile varlığını sürdüremez[205]. Toplumun varlığını sürdürebilmesi, sürekli gelişmesi ve ilerlemesine bağlıdır[206]. Toplum, yaşayana bir düzen olarak varlığını korumak için, içinde bulunduğu şartların baskılarına karşı koymak ve beklentilerini gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü bir toplumun canlılığı ve yaşama gücü zamana uyma problemlerini çözme kabiliyetine bağlıdır. Toplumsal değişim sürecinden her şey etkilenir (sosyal, siyasal, ekonomik, ferdî düşünce ve zihniyet vb.). Yalnız,
toplumsal değişim hem tarihî süreç hem de toplumsal
yapılanmada bir bütünlük göstermelidir[207].
4.1.
Toplumsal Değişme ve Siyasal Süreç
Siyasal hayat siyasal toplumla başlar. Her siyasal toplumda zamanla üstün bir buyurma gücü doğmuş ve bu güç toplum hayatı için önemli kararlar almaya başlamış ve örgütlenmiştir. Tarihî gelişim global toplumların bir takım evrelerden geçtiğini göstermektedir (kabile, site,
imparatorluk, ulus devlet vb.). Günümüzde yeni ve daha geniş toplayıcı bir sosyal biçime varma
denemeleri de yapılmaktadır[208].
4.2.
Toplumsal Değişme ve Din
İnsanlık tarihi, sürekli toplumlar ve medeniyetler Kur’an bir gelişmeler bütünüdür. Bu gelişmenin kaynağı ilahîdir, fakat gerçekleşmesi insan varlığı ve uygulamalarıyla mümkündür[209]. Akış halinde devam etmekte olan olaylar
zincirine bağlı olarak kainat,
sürekli bir oluşum ve değişim halindedir[210].
Değişimde esas olan, değişimi yönlendiren itici güçlerdir. Bu yönlendirici güçlerin
bilinmesiyle değişim istenildiği şekilde yönlendirilebilir. İşte bu noktada din işin içine girer ve değişmemesi gereken
ahlâkî ve dînî ilkeleri belirler. Ancak din bunu vahiyle yaptığı için belli bir zaman birimi
içerisinde ve belli bir toplumda gerçekleştirecektir. O halde vahiy, bu değişmez ilkeleri, o
toplumun hayat biçimi ve dünya görüşüne uygun olarak vermek durumundadır. Aksi halde o zamanın
insanları bu ilişkileri anlamayabilirlerdi[211]. Öyleyse, yapılması gereken
vahyin değişmez ilkelerini, indiği toplumun şartlarından ayırt etmektir.
Günümüzdeki şartlar sosyal yapı itibariyle bazı açılardan Hz. Peygam- ber’in
zamanındaki duruma hiçbir şekilde benzememektedir; çünkü sosyal yapı değişmiştir ve sürekli de değişmektedir[212]. O halde
mevcut veriler ışığı altında değişen şartlar ve durumlar sürekli olarak yeniden değerlendirilmelidir. Kur’ân, Sünnet ve
bunların ışığı altında oluşan bütün tarihî birikim, ilmî ve
rasyonel bir süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve yorumlandığı taktirde, sosyal gelişme sürecinin ortaya çıkardığı değişme olgusu daha sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilir ve yönlendirilebilir.
Raşit halifelerden
sonra büyük düşünürler yönetimden
uzaklaşmışlar veya uzaklaştırılmışlardır[213]. Düşünürler sosyal sistem ve uygulamalardan
arındırılmış, bilimsel
yeteneklerini daha çok metafizik ve teorik konulara harcamışlardır. Bu düşünürlerin iç yalnızlıkları çevrelerinde
olan olayları anlama ve yorumlama yeteneklerini azaltmıştır. Olaylardan uzaklaşmak, düşünürlerin olayları kavrama ve herhangi bir şekilde etkilemelerini de engellemiştir. Yöneticilerin İslâm’ı istismarlarından korkan bazı düşünürler, konservatizm ve literalizmi
savunmuşlar, hukukun ve kurumsallaşmanın gelişimci yorumunu yapmamışlar, hatta yasaklamışlardır[214]. Açık bir şekilde akıp gitmekte olan toplumsal değişmeyi dikkate almadan, nassları sadece literal manalarıyla
anlamakta ısrar etmek, bireysel ve sosyal problemleri bir dereceye kadar
görmezden gelmek de- mektir[215].
Körü körüne taklitçilik[216] iki yönden kınanmaktadır;
birincisi, atalardan görülenle yetinilmek ki, bu ilmî ve hareket bakımından
gelişmeye engeldir. Zira hayat, doğma, büyüme ve gelişme dinamizmine sahiptir. Akıl sürekli
yenilik ve gelişme ister. Görülenle
yetinmek hayatı dondurmak demektir ki bu, hayatın gerçeklerine aykırıdır. İkincisi de, atalardan her görüleni hiç
eleştirmeden aynen uygulamaktır. Bu durum
aklın, düşünce ve bilgi ile iyi ve kötüyü ayırt
etme özelliklerini kaybettirir[217].
Kur’ân- ı Kerim, bir uyulması ve devam ettirilmesi gereken
peygamberler geleneği[218] bir de terk
edilmesi ve değiştirilmesi istenen atalar geleneğinden[219] bahseder.
“Onlar bir ümmetti (gelip geçti), onların kazandıkları
kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Ve onların yaptıklarından mesul
değilsiniz”[220] âyetinin yorumunda Elmalılı
Hamdi Yazır, ataların faziletleriyle yetinmenin yeterli ol- madığını[221], Hz. Muhammed’in, insanları
yeni bir toplum haline getirip yeni bir hukuk sistemi oluşturmasının mümkün olduğunu, “Ezmanın tağayyürü ile ahkamın tağayyürü inkar olunamaz”[222] kaidesinin
bu gibi âyetlerin[223]
anlamlarının gerektirmesi olduğunu, İslâm dininin bir taraftan sabit diğer taraftan da değişen hükümlere sahip
olması onun evrensel olma sebeplerinden olduğunu ve bu sayede hem ilerlemesinin sağlandığı hem de radikal kesintilerin önünün kesildiğini, ayrıca körü körüne taklit değil doğru ve yanlışı ayırıp ona göre davranmanın gerekliliğini söylemektedir.[224]
Hz. Muhammed, Sünnet'in gelenekleşeceğini bildiği için, bunu önlemek amacıyla bazı tedbirler almıştır.
1.
Açıklamadığı bir hükmün sorulmamasını istemiş, böylece içtihada bırakılan alanın
geniş kalmasını sağlamıştır.
2.
Yaşadığı dönemde bireysel içtihada izin vermekle kalmamış, sahabeyi buna teşvik etmiştir. Bazen de karşılaştığı sosyal
problemlerin çözümünde onlara danışmış ve içtihadın
hatasına bile sevap verileceğini bildirmiştir.
Kur’ân ve Sünneti bütüncül ve sistematik bir yaklaşımla ele alarak genel ilkeler çıkarmak,
araçlardan amaçlara, değişkenlerden değişmezlere gitmek doğru bir yöntemdir. Bundan sonra da yapılması gereken, bu genel
ilkelerin bugünün dünyasında nasıl gerçekleşeceklerine cevap aramak olmalıdır.
4.3.
Toplumsal Değişme ve Hukuk
Belirli bir toplumda toplumsal ilişkileri organize yaptırımlarla
düzenleyen hukukla, bireylerin ve grupların birbirleriyle değişen ilişkilerini içeren toplumsal değişim kavramı arasında
sıkı bir bağ vardır[225].
Dünya hukuk tarihî sürecinde hiçbir
hukukî hükmün ve siyasal kurumun değişmeden kaldığı görülmemiştir. Eski kanunlar ve kurumlar değişmiş yerlerine yenileri
konmuştur. Çünkü kanunlar ve kurumlar
ihtiyaçları gidermek için yapılırlar ve oluşturulurlar; yoksa ihtiyaçlar her zaman, eski kanunlara ve ku-
rumlara uydurulamazlar[226]. Bu açıdan
hukuk kendini sürekli olarak değişen sosyo-ekonomik şartlara uydurmak zorundadır. Hukukî
kurallar toplumsal değişmeye ayak
uydurabildikleri oranda, toplumsal değişmenin yanında yer
alırlar. Yürürlükteki hukuk kuralları ile toplumun sosyal, ekonomik, kültürel
ve siyasal değişimi arasında bir çatışmanın ortaya çıkması, söz konusu hukuk
kurallarının o toplumdaki temel değişikliklerden doğan yeni ihtiyaçlara cevap veremez bir
duruma düştüğünü gösterir[227].
Toplumsal yapıdaki ilişkilerin ve örgütlenmelerin yeniden
düzenlenmesinde, yeni değerlerin ve yapıların doğmasında hukuk kuralları, hem etkileyici ve belirleyici olurlar ve
hem de etkilenir ve belirlenirler.
Toplum, tarihî bir varlığa sahiptir; doğar, gelişir ve sona erer. Pozitif hukuk da toplumun bu tarihî kaderine
katlanır. Yani hukukun da belli bir zaman içerisinde bir varlığı ve geçerliliği söz konusudur. Hukuk, sürekli bir oluşum ve dönüşüm içerisindedir. Çünkü sosyal norm,
zaman içinde toplumsal unsurların yapısında meydana gelen değişmelere bağlı olarak devingen bir özellik gösterir. Hukukun yenilenmesi ve
gençleşmesi yani, hukukun gelişimi toplumun dinamik yasalarının etkisi
altındadır.
Toplum, dinamik bir varlık olarak
homojen bir yapılanmadan heterojenliğe doğru gitmektedir[228]. O halde
hukuku toplumsal bir olgu olarak incelemek, gelişimini toplumun akışı içinde ortaya koymak ve sosyal gelişme ile hukuk arasındaki bağları araştırmak[229] gerekir.
Çünkü geleceğin karmaşık sosyal hayatını donmaya mahkum
edilen hukuk kurallarıyla düzenlemeye imkan yoktur[230].
Kontrol ve kontrolün içeriği, biçimi, yöneldiği araçlar zaman içinde sürekli değişmektedir[231]. Günümüz
devletlerinde hemen her gün hukuk kuralları, kanunlar ve yönetmelikler değişmektedir. Yeni ihtiyaçların gerektirdiği hukuk kuralları ve kurumlar hızlı bir
şekilde oluşturulmaktadır. Çünkü devlet yönetimi,
geleneğin kalıplaşmış, donmuş kollektif tasarruflarına göre değil akla, bilgiye ve toplumun gerçek ihtiyaçlarına göre kararlar
alma zorunluluğu ile karşı karşıyadır[232].
Bir ülkede objektif hukuk ile pozitif yasa arasındaki uygunluk
hiçbir zaman tam değildir. En iyi düzenlenmiş yasalara rağmen o toplumda hukuk kendiliğinden gelişmeye devam eder. Hukukun gelişmesi kadar hızlı bir tempo ile pozitif yasa değiştirilmediği zaman pozitif yasa ile objektif hukuk arasında zorunlu olarak
uyumsuzluk görülebilir[233].
Günümüz toplumlarında hukuk, yalnız
düzeni sağlayan bir öğe olarak değil aynı zamanda önceden belirlenmiş sosyal amaçları gerçekleştirmek ve topluma yön vermek için
kullanılan bir araç ve itici güç olarak ele alınmalıdır.
Abdülhamid Ebû Süleyman, Ümmet ve Uygarlık Krizi, trc: İlim Güner, İstanbul 1988
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri I-XI, İstanbul 1988-1991
Aydın, Musatafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991
Başgil, Ali Fuat, Esas
Teşkilat Hukuku, I-II, İstanbul, 1960
C.Wright Mills, İktidâr Seçkinleri, trc: Ünsal Oskay, İstanbul 1974
Çam, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul, 1977
Daver, Bülent, Siyaset Bilimine Giriş, Ankara, 1993, 5. baskı
Dönmezer, Sulhi, Toplum Bilim, İstanbul 1994, 11. baskı
Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, trc: Abdulkadir Şener, İstanbul ts.
--------- , Ebû Hanife, trc: Osman Keskioğlu, Konya, 1981
Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul 1994
Erkal, Mustafa E., Sosyoloji,
İstanbul 1991, 4. baskı
Ertürk, Selahattin, Diktacı
Tutum ve Demokrasi, Ankara 1993
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, trc: Alparslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara, 1996.
----------- , Ana Hatlarıyla Kur’ân,
trc: Alpaslan Açıkgenç, Ankara 1987.
----------- , “Kur’an’ı Yorumlama”,
trc: Osman Taştan, İslâmi Araştırmalar
Dergisi, S: 5, 1987.
Heyet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, İstanbul, 1982.
İbn Kesîr, Ebu’l- Fidâ. el-Bidâye ve’n-Nihâye, Büyük İslâm Tarihî I-XIV, trc: Mehmet
Keskin, İstanbul 1994-1996.
İzutsu, T., Kur’ân’da Allah ve İnsan, trc: Süleyman Ateş, Ankara tsz.
Kaya, Mahmut, “Değişen Toplum ve Değişmeyen Değerler”, Sosyal Değişme ve Dini Hayat, İstanbul, 1991.
Kongar, Emre, Toplumsal Değişme, İstanbul, 1995, 5.
baskı.
Ubıcını, M.A., Türkiye 1850, trc: Cemal Karaağaçlı, İstanbul tsz.
Mehmet S. Aydın, “Süreç (Proses) Felsefesi Işığında Tanrı-Alem İlişkisi”,
AÜİFD, C: 17, Ankara 1985.
Öktem, Niyazi, Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1995, 2. baskı
Perşembe, Erkan, “Toplumsal Değişme ve Din İlişkisi Üzerine”, OMÜİFD, S: 5, 1991.
Polat, Selahattin, “Hz. Peygamber’in Sünneti ve Değişim”, Değişim Sürecinde İslâm, Ankara,
1997.
Samalel P. Hungtington, vd., Siyasal Gelişme, trc: Ergun Özbudun, Ankara, 1985.
Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İstanbul, 1993, 2. baskı
Sait, Cevdet, Bireysel ve Toplumsal
Değişmenin Yasaları, trc: İlhan Kutluer, İstanbul, 1994, 3.
baskı.
Sarıbay, Ali Yaşar, Siyasal Sosyoloji, İstanbul, 1994, 2. baskı
Soysal, Mümtaz, Anayasanın Püf Noktası, Ankara 1995
Topçuoğlu, Hamide, Hukuk Sosyolojisi Dersleri, I-II, Ankara, 1984
Tunaya, Tarık Zafer, Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1976, 3. baskı.
Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987
Türközer, Bahir Güneş, Toplumsal Gerçeklik Olarak Hukuk, Ankara, 1996
Yalçın, Aydın, “Çağdaş Muhafazakârlık ve Siyasî İktidâr”, Sosyal ve Siyasal Teori, İstanbul, 1993.
Yazır, Elmalılı Muhammed H., Hak Dini Kur'an Dili, I-IX, İstanbul, 1979
KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi
2(2003) s.117-143
YAŞLILIK DÖNEMİNDE ÖLÜM PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR
ALAN ARAŞTIRMASI
Mustafa KOÇ*
ÖZET
Bu çalışma, yaşlılık döneminde ölüm
duygusu ve düşüncesi ile bu duygu
ve düşünceyi etkilediği kabul edilen cinsiyet, yaş, sosyo-ekonomik düzey ve dinî inanç düzeyi gibi değişkenler arasında ne
tür bir ilişkinin bulunduğunu ortaya çıkarmak amacıyla yapılan bir alan araştırmasıdır. Bu amacı gerçekleştirmek için önce konuyla ilgili anket soruları hazırlanmış, daha sonra köy sosyo-kültürel ortamında yaşayan 60 yaş ve
üzerindeki yaşlı bireylere
tesadüfi örneklem yoluyla anket uygulanmıştır. Araştırmada yedi bağımsız değişken kullanılmış,
örneklem grubundan konuyla ilgili elde edilen veriler bu değişkenler esas alınarak
sayısal değerler halinde
tablolaştırılmış ve anlamlı bulunan tablolar yorumlanmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak,
“yaşlılık döneminde
cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim, sosyo-ekonomik düzey ve dinî inanç düzeyi ile ölüm duygusu
ve düşüncesi arasında
anlamlı bir ilişkinin varlığını” esas alan temel hipotez ile diğer hipotezlerin birçoğunun doğrulandığı görülmüştür.
Anahtar Sözcükler: Yaşlılık Dönemi, Ölüm Duygusu ve Düşüncesi, Ölüm Korkusu, Ölümsüzlük Arzusu, Evren ve Örneklem
ABSTRACT
This study is a field
research, to expose the relationship between the feeling and thought of
impending death in old age period, and the variables that are assumed to affect
this feeling and thought, such as gender differences, age, socio-economic
status and level of religious belief. To collect the data a questionnaire was
prepared, then was applied at samples over 60 years old living in runel
settings. Seven independent variables were used in the research. The data which
was taken from sample about the subject has been turned in to spreadsheet depending
on these variables and meaningful spreadsheets have been explained. As a
result, the main hypothesis “there is a meaningful relationship between death
feeling and thought and, gender differences, age, socio-economic status and
level of religious belief” and most of other sub hypothesises were verifed.
Key
Words: Old Age Period, Death Feeling and Thought, Death Fear, Immortality
Wish, Population and Sample
GİRİŞ
Birey, dünyaya geldiği andan itibaren biyo-psiko-sosyal bir
varlık olma özelliğini taşır. Bu varlığın hayatiyeti fiziksel anlamda doğumla başlar ve ölümle sona erer. Doğum olgusu gibi ölüm de bireyin kendisi tarafından doğrudan tecrübe edilemeyen bir olgu olduğu için ancak dışarıdan gözlem yoluy-
‘Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Din Psikolojisi Bilim Dalı, kocmustafa2@mynet.com
la incelenebilir. Kısacası ölümün birey
üzerindeki etkileri, onun ölüme ilişkin bilişsel tasavvuru ve başkasının ölümünün kendi üzerinde bıraktığı psikolojik yansımaları sonucunda oluşan duygusal süreç tespit edilebilir.[234] [235]
Gelişim dönemleri içerisinde ergenlik ve yetişkinlikte, yaşlılık ve ölüm gibi olguların genellikle
sürekli uzak bir gelecekte meydana geleceği düşünülür. Özellikle yetişkinlik döneminden itibaren bireyin gerileme, yitirme ve ölüm gibi
olgulara mâkul çözümler üretme çabası, temel zihinsel problemlerinden birini
oluşturur. Şayet birey, sözü edilen olgulara ilişkin konulara rasyonel çözüm yolları üretemezse, bunlardan
kaynaklanan psikolojik problemleri aşamaz ve bütün bir yaşam sürecini kapsayan benlik duygusunu geliştir- 2 mekte zorlanabilir.
Yaşlı birey, ölümle
ilgili konulara ilişkin rasyonel tarzda bilişsel değerlendirmeler yaptıkça gerçek yaşam ile zihin dünyası arasındaki uygunluk da artar. Buna karşın yaşlı bireyde, elde ettiği ölüm olgusuyla ilgili düşüncelerin, kendinde mevcut olan kalıp yargılarla çatışması durumunda bilişsel anlamda uyumsuzluklar da meydana
gelebilir. Onun, ölüm fenomenini analiz etmeye çalışması, düşünce dünyasında olumlu ve olumsuz yönde çift kutuplu psikolojik
etkiler meydana getirebilir. Bu zihinsel süreci, zihinsel olgunluk düzeyi, kişiler arası destek, stres ve sağlık gibi çeşitli sosyo-psikolojik faktörler etki-
leyebilir.[236] Ancak bütün
bu faktörlerin de ötesinde ölüm olgusuna ilişkin düşünce dünyasındaki değerlendirmelerinde önemli unsurlardan birisi de yaşlı bireyin dinî inanç yönüdür.
Türkiye’de şimdiye kadar ölümle
ilgili yapılan araştırmaların çoğunda bireyin, yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya ilişkin düşüncelerin bütününü etkileyebilecek konumda olan bu dinî inanç yönü
ihmal edilmiştir. Bu bağlamda, araştırmada ölüm olgusuyla cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim düzeyi, sosyo-ekonomik düzey,
sosyal güvence durumu gibi faktörlerin yanı sıra sözü edilen bu ilişkiyi anlamlandırma amacı da güdül- müştür.
a.
Araştırmanın Amacı
Ölüm olgusu, yaşlı bireyin sevinme, üzülme ve kaygılanma gibi günlük hayatın akışına yönelik oluşan duygulanım durumu ile ölüm ötesine
olan inanç durumunu direkt olarak etkileyebilen evrensel bir olgudur. İşte bu alan araştırmasının başlıca amacı; -girişte de ifade edildiği gibi- yaşlılık döneminde cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim düzeyi, sosyo-ekonomik düzey,
sosyal güvence durumu ve dinî inanç düzeyi gibi değişkenlerin, yaşlı bireyin ölümle ilgili tutum ve davranışlarına yaptığı etkinin nasıl bir süreç izlediğini tespit etmeye çalışmaktır.
b.
Araştırmanın Hipotezleri
Yaşlılık döneminde
cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim, sosyo-ekonomik düzey ve dinî
inanç düzeyi değişkenleri ile ölüm duygusu ve düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır. (Temel Hipotez).
Gelişim dönemleri ile ölüm düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır; yaşlılık döneminde ölüm, diğer dönemlere oranla daha sık düşünülmektedir.
Eğitim ve
sosyo-ekonomik düzeyi ile ölüm duygusu ve düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır; sözü edilen düzeyleri düşük olan yaşlılarda, analitik düşünme yetisi yeterince gelişmediği için ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili konular üzerinde sorgulayıcı
bir duygu ve düşünce seyri gelişmemiştir.
Ölüm korkusu ile dinî inanç arasında anlamlı bir ilişki vardır; dinî inanç düzeyi yüksek
olan yaşlıların ölüm korkusu, düşük olanlara göre daha azdır.
Dinî inanç düzeyi ile ölümü dillendirme arasında anlamlı bir ilişki vardır; dinî inanç düzeyi yüksek
olan yaşlılar, düşük olanlara göre ölümle ilgili daha fazla sohbet ederler.
Cinsiyet değişkeni ile ölümü düşünme sıklığı arasında anlamlı bir ilişki yoktur; her iki cinsiyet düzeyinde
de yaşlılar ölümü birbirine yakın oranlarda
düşünürler.
Medenî durum değişkeni ile ölüme ilişkin korku ve kaygıların paylaşımı arasında anlamlı bir ilişki vardır; evli yaşlılar, ölümle ilgili korku ve kaygılarını
azaltmak için görüş ve düşüncelerini başkalarıyla, dul ve bekar yaşlılara göre daha fazla paylaşırlar.
Cinsiyet değişkeni ile yapılan mezar ziyaretlerinin sıklık derecesi arasında
anlamlı bir ilişki vardır; yaşlı kadınlar, mezar ziyaretlerini
erkeklerden daha sık yaparlar.
c.
Araştırmada Kullanılan Yöntemler
Bu araştırma, din bilimleri içerisinde sınıflandırılan din psikolojisi
bilim dalında bir alan araştırması olarak yapılmıştır. Dolayısıyla araştırmada, genel anlamda din psikolojisindeki metot açısından, bilgi
toplama vasıta ve teknikleri olarak “anket tekniği”; elde edilen bilgiyi düzenleme ve yorumlama me-
120 / Yaşlılık
Döneminde Ölüm Psikolojisi
todu olarak ise “fenomenolojik
yorumlama (dinamik metot)[237] kullanılmıştır.
Psikolojide yapılan ampirik araştırmaların amacı, bireyin günlük
tecrübelerini meydana getiren şartları neden-sonuç çerçevesinde tespit etmeye çalış- maktır.[238] Bu bağlamda bilimsel araştırma metot ve teknikleri açısından bu
çalışma, “tarama modeli (survey metodu)”
içerisinde yer alan anket tekniğinde “örneklem surveyi yöntemi” ile araştırılmıştır. Örneklem seçiminde ise; cinsiyet, yaş gibi değişkenler kullanıldığı için “tabakalı basit tesadüfî
örnekleme”[239]; cinsiyet
ve yaşlara göre sınırlamalar getirilip belli
bir gelişim dönemiyle sınırlandırıldığı için de “kota örneklemesi” metotları
kullanılmıştır.[240] Analiz aşamasında ise, araştırmada parametrik olmayan “betimsel
istatistik teknikleri”[241] [242] kullanılarak
istatistiksel açıdan anlamlılık sınaması yoluyla sonuca gidilmeye 9
çalışılmıştır.
Araştırmada elde edilen veriler, yukarıda da belirtildiği gibi anket tekniğiyle elde edilmiştir. Bu aşamada ilk olarak konuyla ilgili yapılan akademik çalışmalar taranarak anket soruları
hazırlanmış ve daha sonra anket,
evren ve örneklem bölümünde adı geçen yerleşim bölgesinden alt evren olarak alınan 20 kişilik deneme örneklem grubuna uygulanmıştır. Örnek uygulama sonuçları, konuyla
ilgili bilim ve istatistik uzmanları tarafından değerlendirildikten sonra, yöntem ve
içerik konusunda gerekli görülebilecek düzeltmeler yapılarak anket sorularına
son şekli verilmiştir. Anketin uygulanması, dönüş oranını
artırmak amacıyla bizzat araştırmacı tarafından gerçekleştirilmiştir.[243] Ancak,
anketin uygulandığı örneklem grubunun yaşlı ve eğitim düzeyinin düşük olması sebebiyle anket uygulaması esnasında görme ve işitme gibi sorunlarla karşılaşılmıştır. Araştırılan dönemin karakteristik fiziksel problemleri arasında yer
alan söz konusu sorunlardan kaynaklanan iletişimsizliği ortadan kaldırmak ve anketlerin dönüş oranını tam olarak sağlamak amacıyla araştırmacı tarafından bizzat örneklem
grubuna katılan her birey ile birebir görüşme sağlanıp, uygulamada yarı anket yarı mülakat türü gibi bir yol
izleme zorunluluğu doğmuştur. Dolayısıyla
örneklem grubunun anket sorularını cevapladıkları ortamı uygulayıcıyla paylaşmak zorunda kalmaları, verdikleri
cevaplarda kişisel görüşlerini tam olarak yansıtmama ihtimalini
de gündeme getirmiştir. Söz konusu durum da araştırmanın problemleri arasında değerlendirilebilir.
c.b. Verilerin Çözümü ve Yorumlanması
Araştırma için uygulanan ankette; “cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim düzeyi, sosyo-ekonomik düzey,
sosyal güvence durumu ve dinî inanç düzeyi” gibi nitel yapıda[244] tespit
edilen yedi bağımsız değişken kullanılmıştır. Anket uygulamasından sonra ankete katılan örneklem grubundan
alınan bilgiler doğrultusunda veriler, çetele tutularak bilgisayar girdisi haline
getirilmiş, verilerin bilgisayara aktarılmasında
ve değerlendirilmesinde; bu tip bir araştırmadaki değişkenler nitel yapıda olduğu için parametrik olmayan istatistik metotlarının uygulanabileceği programlardan biri olan SPSS
(Statistical Package for Social Scientists - Sosyal Bilimciler İçin İstatistik Paketi)[245] adlı anket
programı kullanılmıştır. Ayrıca sözü edilen programda yapılan istatistiksel analizler
sonucu elde edilen düz ve çapraz frekans dağılım tablolarının oluşturulması noktasında ise yardımcı program olarak
MICROSOFT/EXEL-2000’den de faydalanılmış ve sözü edilen istatistiksel verilerin MICROSOFT/WORD-2000 ortamında
sözel değerlendirmeleri yapılmıştır.
Araştırmada, betimsel (parametrik olmayan) istatistik teknikleri[246] içeri-
122
/ Yaşlılık
Döneminde Ölüm Psikolojisi
sinde değerlendirilen “ki-kare (chi-square) hipotez test etme tekniği”[247] kullanılarak 0,05 (%5)
anlamlılık veya başka bir ifadeyle 0,95 (%95) güven düzeyine göre anlamlılık
sınamaları yapılmış,[248] elde edilen
veriler çapraz tablolar halinde düzenlenerek değerlendirilmeye alınmıştır.
d.
Araştırmaya Katılan
Örneklem Grubu ve Özellikleri
d.a.
Evren ve Örneklem
Yapılan araştırmanın evreni (ana kütlesi),[249] eğitim düzeyi düşük ve sosyokültürel açıdan köy yerleşim yerinde ikamet eden Bursa’daki yaşlılardır. Dolayısıyla bu özellikleri
taşımayan diğer yaşlılar bu araştırma evreninin dışındadır. Ancak bu kadar geniş bir ana kütleyi tam sayımla ele alıp incelemenin güçlüğü ortadadır. Bu nedenle yapılan bu alan
araştırması, Bursa ili sınırları içinde
bulunan Osmangazi ilçesine bağlı Nilüfer Köyü’nde ikamet eden, 60 yaş ve üzerindeki 40 erkek ve 40 kadın
olmak üzere toplam 80 (seksen) yaşlı birey üzerinde yapılmıştır. Bu durumda, araştırmada değerlendirilen kota ör- neklem sayısı genel toplam itibariyle 80
(seksen) kişi olarak düşünülmüştür. Bu sebeple verilerin toplanması ve incelenmesi sonucunda elde
edilen ve değerlendirmeye alınan
bu sayı, araştırmanın esas
örneklem sayısını oluşturmuştur.
d.b. Örneklem Grubuna İlişkin İstatistiksel Bilgiler
Araştırmanın evrenini temsilen oluşturulan örneklem grubunun özellikleriyle ilgili istatistiksel dağılım tabloları şöyledir:
Tablo: 1 Örneklem grubunun cinsiyete göre dağılımları
Cinsiyet |
% |
|
Erkek |
40 |
50 |
Kadın |
40 |
50 |
Toplam |
80 |
100 |
Yukarıdaki ilgili tablodan elde edilen verilere göre, araştırmaya katılan örneklem grubunun
cinsiyet dağılımları şöyledir: Yaşlı erkeklerin oranı %50 (40),
kadınların oranı %50 (40)’dir. Elde edilen veriler genel olarak değerlendirildiğinde, örneklem grubunun cinsiyet
açısından birbirlerine eşit oranda oldukları görülmüştür.
Tablo: 2 Örneklem grubunun yaşa göre dağılımları
Yaş |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
60-65 |
18 |
15 |
33 |
41.3 |
66-70 |
13 |
12 |
25 |
31.3 |
71-75 |
6 |
6 |
12 |
15.0 |
76-
+ |
3 |
7 |
10 |
12.5 |
Toplam |
40 |
40 |
80 |
100 |
Yukarıdaki ilgili tabloda görüldüğü gibi örnekleme dahil olan grubun yaşlara göre dağılımları şöyledir: 18’i erkek, 15’i kadın olmak üzere 60-65 yaş grubunun oranı % 41.3 (33), 66-70 yaş grubunun oranı % 31.3 (25), 6’sı erkek
6’sı kadın olmak üzere 71-75 yaş grubunun oranı %15 (12), 3’ü erkek 7’si kadın olmak üzere 76-+ yaş grubundaki yaşlıların oranı ise %12.5 (10)’tir.
Özetle örneklem grubunun yaş profilinin daha çok 60-65 ile 66-70 yaş gruplarında yoğunlaştığı gözlenmiştir.
Tablo: 3 Örneklem grubunun medenî duruma göre dağılımları
Medenî
durum |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
Evli |
37 |
25 |
62 |
77.5 |
Bekâr |
2 |
0 |
2 |
2.5 |
Dul |
1 |
15 |
16 |
20.0 |
Toplam |
40 |
40 |
80 |
100 |
İlgili tablodan da
anlaşılacağı üzere ankete katılan örneklem grubunun medenî durum dağılımı şöyledir: 37’si erkek, 25’i kadın olmak üzere evli olan grubun
oranı %77.5 (62), dulların oranı %20 (16), bekâr grubun oranı ise %2.5 (2)’tir.
Örneklem grubunda bekâr olarak 2 yaşlı erkek bulunurken, hiç kadın bulunmamıştır. Öte yandan dulların sayısında ise
kadınların fazlalığı dikkati çekmektedir. Kısaca medenî durum profilinde de evli yaşlıların bekar ve dul yaşlılardan daha fazla oldukları saptanmıştır.
Tablo: 4 Örneklem grubunun eğitim düzeyine göre dağılımları
Eğitim düzeyi |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
Okur-yazar |
7 |
9 |
16 |
20.3 |
İlkokul
terk |
5 |
13 |
18 |
22.8 |
İlkokul
mezunu |
25 |
18 |
43 |
54.4 |
Ortaokul
mezunu |
2 |
0 |
2 |
2.5 |
Lise
mezunu |
0 |
0 |
0 |
0 |
Toplam |
39 |
40 |
79 |
100 |
Tablo 4’teki değerlerde görüldüğü gibi araştırmaya katılan örneklem grubunun eğitim düzeylerine göre dağılımları şöyledir: 25’i erkek, 18’i kadın olmak üzere %54.4 (43)’ü ilkokul
mezunu, 5’i erkek, 13’ü kadın olmak üzere %22.8 (18)’i ilkokul terk, 7’si
erkek, 9’u kadın olmak üzere %20.3 (16)’ü okur-yazar, %2.5’inin ise ortaokul
mezunu olduğu, lise mezunu
olarak ise hiç erkek ve kadın yaşlının olmadığı tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra örneklem grubundaki yaşlı erkeklerden 1 kişi de okur-yazar dahi olmadığını ifade etmiştir. Genel olarak eğitim profiline bakıldığında ilkokul mezunu yaşlıların diğer gruplardan daha fazla bir orana
sahip oldukları tespit edilmiştir.
Tablo: 5 Örneklem grubunun
sosyo-ekonomik düzeye göre dağılımları
Sosyo-ekonomik
düzey |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
Ortanın
üstü |
0 |
4 |
4 |
5.0 |
Orta |
36 |
35 |
71 |
88.8 |
Ortanın
altı |
4 |
1 |
5 |
6.3 |
Toplam |
40 |
40 |
80 |
100 |
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi örneklem grubunun sosyo-ekonomik
düzeylerine göre dağılımları şöyledir: 36’sı erkek, 35’i kadın olmak üzere sosyo-ekonomik durumu
orta düzeyde olanların oranı %88.8 (71), ortanın üstüne ait olan grubun oranı
%5, 1’i kadın 4’ü erkek olmak üzere ortanın altına ait grubun oranı ise %6.3
(5) olarak saptanmıştır. Örneklem grubunun sosyoekonomik düzeylerine bakıldığında ortanın altı ve üstüne ait grubun
birbirine yakın oranlara sahip oldukları, büyük çoğunluğunun ise orta düzeyde olduğu saptanmıştır.
Tablo: 6 Örneklem grubunun
sosyal güvence durumuna göre dağılımları
Sosyal
güvence durumu |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
Var |
23 |
4 |
27 |
33.7 |
Yok |
17 |
36 |
53 |
66.3 |
Toplam |
40 |
40 |
80 |
100 |
Tablo 6’da görüldüğü üzere örneklem grubunun sosyal
güvence durumuna göre dağılımı şöyledir: 23’ü erkek, 4’ü kadın olmak üzere sosyal güvencesi
olanların oranı %33.7 (27), 17’si erkek 36’sı kadın olmak üzere sosyal güvencesi
olmayanların oranı ise %66.3 (53) olarak belirlenmiştir. Cinsiyet açısından bakıldığında erkeklerin kadınlara göre daha
fazla sosyal güvencesi olmasının sebebi, Türk toplum yapısında aile reisinin
genellikle erkek olması ve aileye bakmakla yükümlü olması nedeniyle -sayıları
sınırlı da olsa- sosyal güvencesi olan gelir getirici bir işte çalışmaları olabilir. Sonuç olarak örnek- lem grubunun büyük çoğunluğunun sosyal güvencesinin olmadığı görülmüştür. Bu sonuç da, ankete katılanların sosyo-kültürel açıdan köy
yerleşim yerinde yaşıyor olmalarıyla bağlantılı olabilir.
Tablo: 7 Örneklem grubunun dinî inanç düzeyine göre dağılımları
Dinî
inanç düzeyi |
Erkek |
Kadın |
S |
% |
Kesinlikle inanıyorum ve tüm dinî görevlerimi yerine getirmeye
çalışıyorum [İnançlı] |
37 |
39 |
76 |
95 |
Dinî
inançlarımla ilgili şüphe ve kararsızlıklarım var [Şüpheli] |
1 |
1 |
2 |
2.5 |
Dine
karşı bir ilgim yok [İlgisiz] |
1 |
0 |
1 |
1.3 |
Dine
karşıyım [İnançsız] |
1 |
0 |
1 |
1.3 |
Toplam |
40 |
40 |
80 |
100 |
Yukarıdaki ilgili tablodaki verilere göre araştırmaya katılan örneklem grubunun dinî
inanç düzeyi dağılımları şöyledir: Kesinlikle inanan ve tüm dinî görevlerini
yerine getirmeye çalışan yani inançlı grubun oranı %95, dinî inançlarıyla ilgili şüphe ve kararsızlıkları olan yani şüpheli grubun oranı %2.5, dine karşı bir ilgisi olmayan yani ilgisiz grup
ile dine karşı olan yani inançsız
grubun oranı ise oranı %1.3 olarak belirlenmiştir. Örneklem grubunun dinî inanç profiline bakıldığında büyük çoğunluğunun dinî inanca sahip olduğu gözlenmiştir. Buna sebep olarak, geleneksel dindarlık düzeyinde de olsa
genel olarak dinî yaşamın şehir merkezlerine nazaran köylerde daha kuvvetli olması
gösterilebilir.
e.
Araştırma Bulguları
Araştırmanın bu bölümünde bağımsız değişkenlerle hipotezleri
test etmeye yönelik oluşturulan anket sorularının istatistiksel analizler sonucu elde edilen
çapraz tabloları yer almaktadır. Çapraz tabloların ki-kare değerlerine ilişkin anlamlılık (significance)
düzeyleri, daha öncede ifade edildiği gibi yüzde beş (0,05) olarak alınmıştır. Bu değere göre anlamlı bulunan ve hipotezlerin test edilmesine ilişkin oluşturulan tablolar bu bölümde incelenmiştir. Bu şablondan hareketle uygulanan anketlerden elde edilen bulgular değerlendirilirken konunun daha iyi anlaşılması bakımından bağımsız değişkenlere göre başlıklandırılmıştır.
126
/ Yaşlılık
Döneminde Ölüm Psikolojisi
1) “Cinsiyet” Değişkenine Göre:
Tablo:1.1 Ölüm düşüncesinin sıklık derecesi
Cinsiyet |
Devamlı |
Ara
sıra |
Hiç |
Toplam |
Erkek |
29 |
9 |
2 |
40 |
%72.5 |
%22.5 |
%5 |
%50 |
|
Kadın |
39
%97.5 |
1 %2.5 |
0 |
40 %50 |
Toplam |
68
%85 |
10 %12.5 |
2 %2.5 |
80 %100 |
X2=9.87
[251] |
SD=2
[252] |
P=0.007
[253] |
“Ölümü ne kadar sıklıkla düşünürsünüz?” sorusuna, yaşlılarda “devamlı düşünürüm” diyen erkeklerin oranı %72.5, kadınların oranı ise
%97.5’tir. “Hiç düşünmem” diyen grupta ise, erkeklerin oranı %5 iken, kadınların
hiçbir orana sahip olmadıkları gözlenmiştir. Öte yandan “ara sıra düşünürüm” diyen kadınların oranı %2.5, erkeklerin oranı %22.5’tir.
Ölüm düşüncesinin sıklık derecesiyle cinsiyet
değişkeni arasında anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Tablo: 1.2 Allah’a olan inançtan dolayı ölümden dönüldüğüne inanma durumu
Cinsiyet |
Oldu |
Kararsızım |
Olmadı |
Toplam |
Erkek |
27
%67.5 |
5 %12.5 |
8 %20 |
40
%50 |
Kadın |
15 |
1 |
24 |
40 |
%37.5 |
%2.5 |
%60 |
%50 |
|
Toplam |
42
%52.5 |
6 %7.5 |
32
%40 |
80
%100 |
X2=14.09 |
SD=2 |
P=0.00087 |
|
“Allah’a olan inancınız ve samimiyetinizden dolayı ölümden döndüğünüze inandığınız oldu mu?” sorusuna, “oldu” diyen
yaşlı erkeklerin oranı %67.5, kadınların
oranı %37.5’tir. “Olmadı” diyen kadınların oranı %60, erkelerin oranı %20
olarak saptanmıştır. Öte yandan
“kararsızım” diyen erkeklerin oranı %12.5, kadınların oranı ise %2.5’tir. Allah’a
olan inançtan dolayı ölümden
dönüldüğüne inanma durumu ile cinsiyet değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Tablo: 1.3 Yakınının ölümü
sonucunda bireyde oluşan psikolojik duygulanım durumu
Cinsiyet |
Üzüldüm |
Acizliğimi
hatırladım |
Öldüğüne
inanamıyorum |
Ölüme
olan nefretim arttı |
Toplam |
Erkek |
22
%55 |
13
%32.5 |
4 %10 |
1 %2.5 |
40 %50 |
Kadın |
38
%95 |
2 %5 |
0 |
0 |
40 %50 |
Toplam |
60 %75 |
15 %18.8 |
4
%5 |
1 %1.3 |
80 %100 |
X2=17.33 |
SD=3 |
P=0.00060 |
|
“Çok yakınınız olan biri öldüğünde psikolojik olarak neler
hissettiniz? Sorusuna, “üzüldüm” diyen yaşlı kadınların oranı %95, erkeklerin oranı %55’tir. “Acizliğimi hatırladım” diyen kadınların oranı
%5, erkeklerin oranı %32.5’tir. Öte yandan “öldüğüne inanamıyorum” diyen erkeklerin oranı %10 iken buna kadınlardan
hiç katılım yoktur. Burada kadınların diğer bir katılım- sızlığı da “ölüme olan nefretim arttı” şıkkına olmuştur. Bu şıkka erkeklerin katılım oranı ise %2.5’tir. Yakınının ölümü
sonucunda bireyde oluşan psikolojik duygulanım durumu ile cinsiyet değişkeni arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 1.4 Ölümün arzu edilmesinin sebebi
Cinsiyet |
Sonsuz
mutluluğa kavuşma |
Ölümü,
yaşamaktan iyi bulma |
Daha
iyi anlaşılmayı ümit etme |
Hayatın zorluklarından kurtul ma |
Toplam |
Erkek |
12
%30.8 |
11
%28.2 |
10
%25.6 |
6 %15.4 |
39 %51.3 |
Kadın |
14
%37.8 |
2 %5.4 |
9
%24.3 |
12
%32.4 |
37
%48.7 |
Toplam |
26
%34.2 |
13 %17.1 |
19
%25 |
18
%23.7 |
76 %100 |
X2=8.39 |
SD=3 |
|
P=0.03 |
|
“Ölmeyi istiyorsanız sizce bu ölümü arzu etmenizin sebebi nedir?”
sorusuna, “sonsuz mutluluğa kavuşacağım için” diyen yaşlı erkeklerin oranı %30.8, kadınların oranı %37.8’dir. “Ölmeyi yaşamaktan daha iyi bulduğum için” diyen erkeklerin oranı %28.2
iken, bu oran kadınlarda %5.4’dür. “Daha iyi anlaşılacağım için” diyenlerde erkeklerin oranı %25.6, kadınların oranı
%24.3’tür. Öte yandan “hayatın zorluklarından kurtulacağım için” diyen erkeklerin oranı %15.4,
kadınların oranı ise %32.4 olarak belirlenmiştir. Bu soruyu erkeklerden 1, kadınlardan 3 kişi olmak üzere toplam 4 kişi cevapsız bırakmıştır. Ölüm arzusunun sebebi ile cinsiyet
değişkeni arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 1.5 Yapılan mezar ziyaretlerinin sıklık derecesi
Cinsiyet |
Çevremizden biri öldüğünde |
Ayda
bir kez mutlaka |
Arefe
ve bayram günleri |
Hiç
ziyaret etmem |
Toplam |
Erkek |
11
%27.5 |
6 %15 |
21
%52.5 |
2 %5 |
40
%50 |
Kadın |
0 |
1 |
36 |
3 |
40 |
%2.5 |
%90 |
%7.5 |
%50 |
||
Toplam |
11 %13.8 |
7 %8.8 |
57
%71.3 |
5 %6.3 |
80 %100 |
X2=18.71 |
SD=3 |
P=0.00031 |
|
|
“Mezarlıkları ne kadar sıklıkla ziyaret
edersiniz?” sorusuna “çevremizden biri öldüğünde” diyen erkeklerin oranı %27.5 iken, kadınlar bu şıkkı hiç işa- retlememişlerdir. Çünkü özellikle Türk toplum
yapısında cenazenin defin işleriyle genelde erkekler ilgilenir. Öte yandan “Ayda bir kez”
diyenlerde erkeklerin oranı %15, kadınların oranı %2.5’dir. “Arefe ve bayram
günleri” diyenler de ise kadınların oranı %90, erkeklerin oranı %52.5’tir. Öte
yandan “hiç ziyaret etmem” diyenlerde erkeklerin oranı %5, kadınların oranı
%7.5’tir. Yapılan mezar ziyaretlerinin sıklık derecesi ile cinsiyet değişkeni arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 1.6 Kendi mezarını
biçimlendirme isteği
Cinsiyet |
Hiç
önemli değil |
Bir mezar taşı dikilsin yeter |
Mükemmel
bir mezarım olsun |
Hiç
katkıda bulunmasınlar |
Toplam |
Erkek |
10 |
24 |
0 |
6 |
40 |
%25 |
%60 |
%15 |
%50 |
||
Kadın |
2 |
30 |
7 |
1 |
40 |
%5 |
%75 |
%17.5 |
%2.5 |
%50 |
|
Toplam |
12 |
54 |
7 |
7 |
80 |
%15 |
%67.5 |
%8.8 |
%8.8 |
%100 |
|
X2=16.57 |
|
SD=3 |
P=0.00087 |
|
“Öldükten sonra kendi mezarınızın nasıl
olmasını istersiniz?” sorusuna “hiç önemli değil” diyen erkeklerin oranı %25, kadınların oranı %5’tir. “Bir
mezar taşı dikilsin yeter” diyen erkeklerin
oranı %60, kadınların oranı ise %75’tir. “Mükemmel bir mezarım olsun” diyen yaşlı erkek olmazken, kadınlarda bu oran
%17.5 olarak tespit edilmiştir. Öte yandan “hiç katkıda bulunmasınlar” diyenlerde ise
erkeklerin oranı %15, kadınların oranı %2.5’tir. Kendi mezarını biçimlendirme
isteği ile cinsiyet değişkeni arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
2.
“Yaş” Değişkenine Göre:
Tablo: 2.1 Gelişim dönemleri içerisinde ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinin yoğunlaştığı dönem
Yaş |
Gençlik
döneminde |
Y
etişkinlik döneminde |
Y
aşlılık döneminde |
Tüm
dönemlerde |
Toplam |
60-65 |
3 %9.1 |
6 %18.2 |
21
%63.6 |
3 %9.1 |
33
%41.3 |
66-70 |
1 %4 |
0 |
24
%9.6 |
0 |
25 %31.3 |
71-75 |
0 |
0 |
12
%100 |
0 |
12 %15 |
76-+ |
1 %10 |
0 |
9 %90 |
0 |
10
%12.5 |
Toplam |
5 %6.3 |
6 %7.5 |
66
%82.5 |
3
%3.8 |
80 %100 |
X2=16.91 |
SD=9 |
P |
=0.050 |
|
|
“Hayatınızın hangi döneminde ölüm ve ölüm ötesini daha çok düşünmeye başladınız?” sorusuna, “yaşlılık dönemimde” diyen yaşlıların tüm yaş grupları itibariyle toplam oranın %82.5, diğer dönemlere ilişkin verilen cevaplarda ise bu oranın
(gençlik dönemi %6.3, yetişkinlik dönemi %7.5, tüm dönemlerde %3.8) oldukça düşük olduğu saptanmıştır. Buna göre gelişim dönemleri içerisinde ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinin yoğunlaştığı dönem ile yaş değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
3.
“Medenî Durum” Değişkenine Göre:
Tablo: 3.1 Ölüm düşüncesinin sıklık derecesi
Medenî
durumu |
Devamlı |
Ara
sıra |
Hiç |
Toplam |
Evli |
52
%83.9 |
9 %14.5 |
1 %1.6 |
62
%77.5 |
Dul |
15 %93.8 |
1 %6.3 |
0 |
16 %20 |
Bekâr |
1 %50 |
0 |
1 %50 |
2 %2.5 |
Toplam |
68
%85 |
10 %12.5 |
2 %2.5 |
80
%100 |
X2=20.03 SD=4 P=0.00049 |
“Ölümü ne kadar sıklıkla düşünürsünüz?” sorusuna, “devamlı” diyen evlilerin oranı %83.9,
dulların oranı %93.8, bekârların oranı %50’dir. Burada yaşlı dulların oranının çok fazla olması,
yaşlılık döneminde dul kalma genellikle boşanma ile değil de ölümle olduğu için dul yaşlıların sürekli olarak kaybettikleri eşlerini düşünmeleri sebebiyle olabilir. “Hiç düşünmem” diyen yaşlı dul bulunmazken, bu oran evlilerde %1.6, bekârlarda ise
%50’dir. Öte yandan “ara sıra” diyen yaşlı bekâr bulunmazken, bu oran evlilerde %14.5, dullarda
ise %6.3 olarak belirlenmiştir. Buna göre ölüm düşüncesinin sıklık derecesi ile medenî durum değişkeni arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 3.2 Ölümle ilgili korku ve kaygıların paylaşılması durumu
Medenî durumu |
Eşimle |
Çocuklarımla |
Samimi arkadaşlarımla |
Hiç kimseyle paylaşmam |
Toplam |
Evli |
33 %53.2 |
5 %8.1 |
15 %24.2 |
9 %14.5 |
62 %77.5 |
Dul |
0 |
5 %25 |
9 %56.3 |
3 %18.8 |
16 %20 |
Bekâr |
0 |
0 |
0 |
2 %100 |
2 %2.5 |
Toplam |
33 %41.3 |
9 %11.3 |
24 %30 |
14 %17.5 |
80 %100 |
|
X2=26.13 |
|
SD=6 |
P=0.00021 |
|
“Ölümle ilgili korku ve kaygılarınızı
daha çok kimlerle paylaşırsınız?” sorusuna, “eşimle paylaşırım” diyen evli yaşlıların oranı %53.2, “çocuklarımla” diyenlerde evlilerin oranı
%8.1, dulların oranı %25’tir. Öte yandan “samimi arkadaşlarımla” diyen hiç bekâr yaşlı bulunmazken, evlilerin oranı %24.2,
dulların oranı da %56.3 olarak gözlenmiştir. “Hiç kimseyle paylaşmam” diyenlerde evlilerin oranı %14.5, dulların oranı %18.8’dir.
Ölümle ilgili korku ve kaygıların paylaşılması durumu ile medenî durum değişkeni arasında önemli
bir ilişki saptanmıştır.
Tablo: 3.3 Yapılan mezar ziyaretlerinin sıklık derecesi
Medenî durumu |
Çevremizden biri
öldüğünde |
Ayda bir kez mutlaka |
Arefe ve bayram
günleri |
Hiç ziyaret etmem |
Toplam |
Evli |
11 %17.7 |
6 %9.7 |
41 %66.1 |
4 %6.5 |
62
%77.5 |
Dul |
0 |
1 %6.3 |
15 %93.8 |
0 |
16 %20 |
Bekâr |
0 |
0 |
1 %50 |
1 %50 |
2
%2.5 |
Toplam |
11 %13.8 |
7
%8.8 |
57 %71.3 |
5 %6.3 |
80 %100 |
X2=12.16 |
SD=6 |
P |
=0.05 |
|
|
“Mezarlıkları ne kadar sıklıkla ziyaret edersiniz?” sorusuna
“genellikle arefe ve bayram günleri” diyenlerde evlilerin oranı %66.1, dulların
oranı %93.8, bekârların oranı %50’dir. “Ayda bir kez mutlaka” diyen hiç bekâr
yaşlı bulunmazken, bu oran evlilerde
%9.7, dullarda ise %6.3’tür. “Çevremizden biri öldüğünde” diyen evlilerin oranı da %17.7
olarak gözlenmiştir. Öte yandan
“hiç ziyaret etmem” diyen dul yaşlı bulunmazken, bu durumdaki evlilerin oranı %6.5, bekârların
oranı ise %50’dir. Yapılan mezar ziyaretlerinin sıklık
derecesi ile medenî durum değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Tablo: 3.4 Mezar taşlarındaki yazıları okumaya duyulan ilgi
durumu
Medenî durumu |
Dikkatimi çeker ve okurum |
Dikkatimi çeker ama okumam |
Dikkatimi çekmediği için okumam |
Okumayı
düşünmedim |
Toplam |
Evli |
49 |
6 |
2 |
5 |
62 |
%79 |
%9.7 |
%3.2 |
%8.1 |
%77.5 |
|
Dul |
12
%75 |
2 %12.5 |
0 |
2 %12.5 |
16 %20 |
Bekâr |
1 %50 |
0 |
1 %50 |
0 |
2 %2.5 |
Toplam |
62
%77.5 |
8 %10 |
3 %3.8 |
7 %8.8 |
80
%100 |
X2=13.05 |
|
SD=6 |
P=0.04 |
|
“Mezarlığı ziyaret ettiğinizde mezar taşlarındaki yazıları okur musunuz?” sorusuna, “dikkatimi çeker ve
okurum” diyen evlilerin oranı %79, dulların oranı %75, bekârların oranı
%50’dir. Buna mukabil bekârlardan “dikkatimi çeker ama okumam” diyen hiç yaşlı bulunmazken, bu oran evlilerde %9.7,
dullarda ise %12.5’tir. “Dikkatimi çekmediği için okumam” diyen evlilerin oranı %3.2, bekârların oranı %50
olarak saptanmıştır. Öte yandan
“okumayı hiç düşünmedim” diyen yaşlı bekâr bulunmazken, bu oran evlilerde
%8.1, dullarda ise %12.5’tir. Bu verilere göre mezar taşlarındaki yazıları okumaya duyulan ilgi
durumu ile medenî durum değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
4.
“Eğitim Düzeyi” Değişkenine Göre:
Araştırmada kullanılan örneklem grubunun eğitim düzeyinde, lise mezunu hiçbir yaşlı tespit edilmediği için çapraz tablo oluşumunda da bu gruba yer verilmemiştir.
Tablo: 4.1 Kendi mezarını
biçimlendirme isteği
Eğitim düzeyi |
Hiç
önemli değil |
Bir
mezar taşı dikilsin yeter |
Mükemmel
bir mezarım |
Hiç
katkıda bulunmasınlar |
Toplam |
Okur Yazar |
1 %6.3 |
12 %75 |
3 %18.8 |
0 |
16 %20.3 |
İlkokul terk |
2 %11.1 |
10
%55.6 |
4
%22 |
2 %11.1 |
18
%22.8 |
İlkokul
mezunu |
7 %16.3 |
31 %72.1 |
0 |
5 %11.6 |
43
%54.4 |
Ortaokul
mezunu |
2 %100 |
0 |
0 |
0 |
2 %2.5 |
Toplam |
12 %15.2 |
53 %67.1 |
7 %8.9 |
7 %8.9 |
79
%100 |
X2=24.00 SD=9 P=0.004 |
“Öldükten sonra kendi mezarınızın nasıl olmasını istersiniz?”
sorusuna, “bir mezar taşı dikilsin yeter” diyen okur-yazar yaşlıların oranı %75, ilkokul terklerin
oranı %55.6, ilkokul mezunlarının oranı %72.1’dir. “Hiç önemli değil” diyenlerde ortaokul mezunlarının
oranı %100, ilkokul mezunlarının oranı %16.3, ilkokul terklerin oranı %11.1,
okur-yazarların oranı %6.3’tür. Öte yandan “mükemmel bir mezarım olsun” diyen
ilkokul ve ortaokul mezunu yaşlı bulunmazken, bu oran ilkokul terklerde %22.2, okur-yazarlarda
ise %18.8 olarak bulunmuştur. “Mezarıma hiçbir şekilde katkıda bulunulmasın” diyen ilkokul mezunlarının oranı
%11.6, ilkokul terklerin oranı ise %11.1’dir. Bu verilere göre kendi mezarını
biçimlendirme isteği ile eğitim düzeyi arasında önemli bir ilişki görülmüştür.
5.
“Sosyo-Ekonomik Düzey” Değişkenine Göre:
Tablo: 5.1 Ölümü hatırlamanın
birey üzerindeki psikolojik etkileri
Sosyoekonomik |
Korkarım
ve ürperirim |
Ölüme
boyun eğerim |
Bir
an önce ölmek isterim |
Ölümü
hatırlamamaya çalışırım |
Toplam |
Ortanın
üstü |
2
%50 |
2
%50 |
0 |
0 |
4
%5 |
Orta |
31
%43.7 |
36
%50.7 |
1 %1.4 |
3 %4.2 |
71
%88.8 |
Ortanın
Altı |
0 |
2
%40 |
0 |
3
%60 |
5 %6.3 |
Toplam |
33 %41.3 |
40
%50 |
1 %1.3 |
6 %7.5 |
80 %100 |
X2=22.16 |
|
SD=6 |
P=0.00113 |
|
“Ölümü hatırladığınızda psikolojik olarak neler hissedersiniz?” sorusuna, “korkarım
ve ürperirim” diyen ortanın altına ait hiç yaşlı bulunmazken, bu oran orta grupta %43.7, ortanın üstünde ise
%50’dir. “Ölüme boyun eğerim” diyenlerde ortanın üstüne ait grubun oranı %50, ortaya ait
grubun oranı %50.7, ortanın altına ait grubun oranı %40’tır. Buna karşın “bir an önce ölmek isterim” diyen
sadece orta düzeydeki (%1.4) grup olmuştur. “Ölümü hatırlamamaya çalışırım” diyen ortaya ait grubun oranı %4.2, ortanın altına ait
grubun oranı %60 olarak tespit edilmiştir. Yukarıdaki verilere göre ölümü hatırlamanın birey üzerindeki
psikolojik etkileri ile sosyo-ekonomik düzey değişkeni arasında anlamı
bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 5.2 Yakınının ölümü sonucunda bireyde oluşan psikolojik duygulanım durumu
Sosyo-ekonomik düzey |
Üzüldüm |
Acizliğimi
hatırladım |
Öldüğüne
inanamıyorum |
Ölüme
olan nefretim arttı |
Toplam |
Ortanın
üstü |
3 %75 |
1 %25 |
0 |
0 |
4
%5 |
Orta |
55 |
13 |
3 |
0 |
71 |
%77.5 |
%18.3 |
%4.2 |
%88.8 |
||
Ortanın |
2 |
1 |
1 |
1 |
5 |
Altı |
%40 |
%20 |
%20 |
%20 |
%6.3 |
Toplam |
60 %75 |
15 %18.8 |
4 %5 |
1
%1.3 |
80
%100 |
X2=18.50 |
SD= |
6 |
P=0.00509 |
|
|
“Çok yakınınız olan biri öldüğünde psikolojik olarak neler
hissettiniz?” sorusuna, “üzüldüm” diyen yaşlılarda ortanın altına ait grubun oranı %40, ortanın oranı %77.5,
ortanın üstünün oranı %75’dir. “Acizliğimi hatırladım” diyenlerde ortanın üstünün oranı %25, ortanın
oranı %18.3, ortanın altının oranı %20’dir. “Öldüğüne inanamıyorum” diyen hiç ortanın üstüne ait yaşlı bulunmazken bu oran orta grupta
%4.2, ortanın altında ise %20 olarak belirlenmiştir. Öte yandan “ölüme karşı olan nefretim artı” diyen sadece ortanın altına (%20) ait yaşlılardır. Buna göre yakınının ölümü
sonucunda bireyde oluşan psikolojik duygulanım durumu ile sosyo-ekonomik düzey değişkeni arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır.
Tablo:
5.3 Kendi
mezarını biçimlendirme isteği
Sosyoekonomik
düzey |
Hiç
önemli değil |
Bir
mezar taşı dikilsin yeter |
Mükemmel
bir mezarım olsun |
Hiç
katkıda bulunmasınlar |
Toplam |
Ortanın
üstü |
0 |
1 %25 |
3 %75 |
0 |
4
%5 |
Orta |
10
%14.1 |
50 %70.4 |
4 %5.6 |
7 %9.9 |
71
%88.8 |
Ortanın
Altı |
2
%40 |
3
%60 |
0 |
0 |
5 %6.3 |
Toplam |
12
%15 |
54
%67.5 |
7 %8.8 |
7 %8.8 |
80
%100 |
X2=26.10 |
SD=6 |
P=0.00021 |
|
|
“Öldükten sonra kendi mezarınızın nasıl
olmasını istersiniz?” sorusuna, “bir mezar taşı dikilsin yeter” diyenlerde ortanın üstünün oranı %25, ortanın
oranı %70.4, ortanın altının oranı %60’dır. “Hiç önemli değil” diyen ortanın üstüne ait hiçbir yaşlı yoktur. Bunun yanı sıra “mükemmel
bir mezarım olsun” diyenlerde ortanın üstündeki grubun oranı %75 iken bu oran
orta grupta
%5.6’dır. “Hiç bir şekilde katkıda bulunmasınlar” diyen sadece orta (%9.9) gruptur.
Ortaya çıkan bu tabloya göre kendi mezarını biçimlendirme isteği ile sosyo-ekonomik düzey değişkeni arasında anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
6.
“Sosyal Güvence Durumu” Değişkenine Göre:
Tablo: 6.1 Mezar taşlarındaki yazıları okumaya duyulan ilgi
durumu
Sosyal
güvence durumu |
Dikkatimi
çeker ve okurum |
Dikkatimi
çeker ama okumam |
Dikkatimi
çekmediği için okumam |
Okumayı
düşünmedim |
Toplam |
Var |
26
%96.3 |
1 %3.7 |
0 |
0 |
27 %33.8 |
Yok |
36
%67.9 |
7 %13.2 |
3 %5.7 |
7 %13.2 |
53 %66.3 |
Toplam |
62
%77.5 |
8 %10 |
3 %3.8 |
7 %8.8 |
80
%100 |
X2=8.56 |
SD=3 |
|
3=0.03 |
|
|
“Mezarlığı ziyaret ettiğinizde mezar taşlarındaki yazıları okur musunuz?” sorusuna, “dikkatimi çeker ve
okurum” diyenlerden sosyal güvencesi olanların oranı %96.3, olmayanların oranı
%67.9’dur. “Dikkatimi çeker ama okumam” diyen yaşlılarda ise sosyal güvencesi olanların oranı %3.7, olmayanların
oranı %13.2’dir. Öte yandan “dikkatimi çekmediği için okumam” diyenler (%5.7) ile okumayı hiç düşünmeyen yaşlıların (%13.2), sosyal güvencesi olmayan
yaşlılar olduğu gözlenmiştir. Elde edilen bu verilere göre mezar
taşlarındaki yazıları okumaya duyulan
ilgi ile sosyal güvence durumu değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki saptanmıştır.
Tablo: 6.2 Gelişim dönemleri içerisinde ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinin yoğunlaştığı dönem
Sosyal
güvence durumu |
Gençlik
döneminde |
Yetişkinlik
döneminde |
Y
aşlılık döneminde |
Tüm
dönemlerde |
Toplam |
Var |
4 |
0 |
21 |
2 |
27 |
%14.8 |
%77.8 |
%7.4 |
%33.8 |
||
Yok |
1 |
6 |
45 |
1 |
53 |
%1.9 |
%11.3 |
%84.9 |
%1.9 |
%66.3 |
|
Toplam |
5 %6.3 |
6
%7.5 |
66
%82.5 |
3 %3.8 |
80 %100 |
X2=9.40 |
SD=3 |
P=0.02 |
|
|
|
“Hayatınızın hangi döneminde ölüm ve ölüm ötesini daha çok düşünmeye başladınız?” sorusuna, “yaşlılık dönemimde” diyen yaşlıların toplam oranı %82.5, “yetişkinlik dönemimde” diyenlerin oranı ise %7.5 olarak tespit edilmiştir. Bu dönemde yoğunlaştığını söyleyen grup
sosyal güvencesi olmayan
lardır. “Gençlik dönemimde”diyen yaşlıların oranı ise %6.3’tür. Oluşan bu verilere göre gelişim dönemleri içerisinde ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinin yoğunlaştığı dönem ile sosyal
güvence durumu değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
7.
“Dinî İnanç Düzeyi” Değişkenine
Göre: Tablo: 7.1 Ölümü anlamlandırma durumu
Dinî
inanç düzeyi |
Sonsuz
hayatın başlangıcıdır |
Sonsuz
bir yokluk ve hiçliktir |
Bir
sırdır |
Başka
(Belirtiniz) |
Toplam |
İnançlı |
39 |
0 |
15 |
2 |
76 |
%51.3 |
%19.7 |
%2.6 |
%95 |
||
Şüpheli |
0 |
20 |
1 |
1 |
2 |
%26.3 |
%50 |
%50 |
%2.5 |
||
İlgisiz |
0 |
0 |
1
%100 |
0 |
1 %1.3 |
İnançsız |
0 |
0 |
1
%100 |
0 |
1 %1.3 |
Toplam |
39 |
20 |
18 |
3 |
80 |
%48.8 |
%25 |
%22.5 |
%3.8 |
%100 |
|
X2=21.11 |
SD=9 |
P: |
=0.01 |
|
|
“Sizce ölüm ne anlam ifade etmektedir?” sorusuna, “sonsuz hayatın
başlangıcıdır” diyen yaşlılarda sadece inançlı grup bulunmuş ve bu grubun oranı %51.3’tir. “Sonsuz
bir yokluk ve hiçliktir” diyen ise sadece şüpheli (%26.3) olan gruptur. Bunun yanı sıra bir sır olduğunu ifade edenlerin oranı ise inançlılarda
%19.7, şüphelilerde %50, ilgisiz ve
inançsızlarda ise %100’dür. Bunların dışında farklı cevap verenlerin oranı da %3.8’dir. Buna göre ölümü
anlamlandırma durumu ile dinî inanç düzeyi değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki bulunmuştur.
Tablo: 7.2 Ölümle ilgili
sohbetlerin sıklık derecesi
Dinî
inanç düzeyi |
Devamlı |
Ara
sıra |
Hiçbir
zaman |
Toplam |
İnançlı |
19
%25.7 |
48
%64.9 |
7
%9.5 |
74
%94.9 |
Şüpheli |
1 %50 |
1 %50 |
0 |
2 %2.6 |
İlgisiz |
1
%100 |
0 |
0 |
1 %1.3 |
İnançsız |
0 |
0 |
1 %100 |
1 %1.3 |
Toplam |
21
%26.9 |
49
%62.8 |
8 %10.3 |
78
%100 |
X2=12.25 SD=6 P=0.05 |
“Bulunduğunuz ortamda yakınlarınızla ölümle ilgili sohbetler eder misiniz?”
sorusuna, “hiçbir zaman etmem” diyen inançlıların oranı %9.5, inançsızların
oranı %100’dür. “Ara sıra ederim” diyen inançlıların oranı %64.9, şüphelilerin oranı %50 olarak bulunmuştur. Bunun yanı sıra “devamlı ederim”
diyen yaşlıların toplam oranı da %26.9’dur. Bu
verilere göre ölüme ilişkin sohbetlerin sıklık derecesi ile dinî inanç düzeyi arasında
anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Tablo: 7.3 Ölüm korkusunun sebebi
Dinî
inanç düzeyi |
Her
şeyin sonu olduğu için |
Allah’a
hesap veremeyece ğim için |
Sevdiklerimden
ayrılacağım için |
Ölümden
hiç korkmuyorum |
Toplam |
İnançlı |
10 %13.2 |
55 %72.4 |
5 %6.6 |
6 %7.9 |
76
%95 |
Şüpheli |
0 |
1 %50 |
0 |
1 %50 |
2 %2.5 |
İlgisiz |
0 |
1
%100 |
0 |
0 |
1 %1.3 |
İnançsız |
0 |
0 |
0 |
1 %100 |
1 %1.3 |
Toplam |
10 %12.5 |
57 %71.3 |
5 %6.3 |
8 %10 |
80 %100 |
X2=13.49 |
|
SD=9 |
P=014 |
|
|
“Ölümden korkuyorsanız sizce bu ölüm korkunuzun sebebi nedir?”
sorusuna, “her şeyin sonu olduğu için” diyen inançlı yaşlıların oranı %13.2’dir. “Allah’a karşı hesabımı veremeyeceğim için” diyenlerin oranı ise
%71.3’tür. “Sevdiklerimden ayrılacağım için” diyen grup (%6.6) ise sadece inançlılardır. Buna karşın ölümden hiç korkmayan yaşlıların toplam oranı ise %10’dur. Ölüm
korkusunun sebebi ile dinî inanç düzeyi değişkeni arasında
anlamlı bir ilişki bulunmamıştır.
Yaşlılık, insanoğlunun engelleyemediği, yaşanılması gereken tabii gelişim dönemlerinin son aşamasıdır. Dünyadaki nüfusun bir dengede olması için bireylerin
dünyaya geldikten sonra büyüme, yetişme, yaşlanma gibi bir takım evrelerden geçmesi zorunludur. Bugün, konuyla
ilgili bilimsel çalışmaların belli bir literatür oluşturmadığı ülkelerde yaşlılık dönemine ön yargıyla bakılmaktadır. Türkiye’de bu dönemle
ilgili bilimsel çalışmaların azlığı, bu tutumun sebeplerinden biri olarak gösterilebilir. Hemen
hemen her alanda olduğu gibi, gelişim psikolojisi içerisinde değerlendirilen yaşlılık psikolojisinde de ABD ve Avrupa’da yapılan çalışmaların başlangıcı, tarih itibariyle Türkiye’den
çok önceye dayanmaktadır. Dolayısıyla onlarda, bu alanla ilgili yapılan çalışmalarda bilimsel bir literatür oluşmuş durumdadır.
Tarafımızdan bu konuyla ilgili bir alan araştırması yapılmasının sebeplerinden
biri de, bu alanın Türkiye’deki bilimsel platformda hâlâ bakir bir saha
olmasıdır. Bu itibarla makalenin bu son bölümünde, bağımsız değişkenler eksenli oluşturulan çapraz tabloların açılımlarını
ihtiva eden değerlendirmeler
yapılmaya çalışılmıştır.
Araştırmanın hipotezlerinden biri olan “gelişim dönemleri ile ölüm düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır; yaşlılık döneminde ölüm, diğer dönemlere oranla daha sık düşünülmektedir” hipotezi doğrulanmıştır. Şöyle ki; ankete katılan yaşlıların %82.5’inin ölümü ve ölüm ötesini gelişim dönemleri içerisinde, içinde yaşadıkları son dönem olan yaşlılık döneminde daha fazla düşünmeye başladıkları tespit edilmiştir (bkz. Tablo:2.1). Aynı veriden elde edilen bir başka sonuç ise; yaşlılık döneminin kendi içinde de artan
yaşla birlikte ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinde periyodik bir yükselmenin
olduğu yö- nündedir.[254]
“Eğitim ve
sosyo-ekonomik düzeyi ile ölüm duygusu ve düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır; sözü edilen düzeyleri düşük olan yaşlılarda, analitik düşünme yetisi yeterince gelişmediği için ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili konular üzerinde sorgulayıcı
bir duygu ve düşünce seyri gelişmemiştir,” şeklindeki hipotez de doğrulanmıştır. Söz konusu konuyla ilgili eğitim düzeyi değişkeni kullanılarak
yapılan değerlendirmede, örneğin; mezarını şekillendirme isteği ile ilgili sorulan soruya “hiç önemli
değil” yani “mezarım nasıl olursa olsun”
diyenlerin oranı %15.2’dir. Burada okur-yazarların oranı %6.3, ilkokul
terklerin oranı %11.1, ilkokul mezunlarının oranı %16.3, ortaokul mezunlarının
oranı ise %100’dür (bkz. Tablo:4.1). Elde edilen değerlere bakıldığında, eğitim düzeyi yükseldikçe inancın mantığını kavrama oranının da arttığını ve şekle verilen önemin azaldığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla bir gün mutlaka öleceğini bilen birey, kendini varoluş nedeni üzerinde düşünmeye zorlamaktadır. Ancak düşünce yetisi gelişmemiş bireyler için ölüm tabii bir olay gibi algılanmakta ve söz konusu
durum bireyde bilişsel anlamda bir değişim meydana
getirmeyebilmektedir.[255] Nitekim
anket uygulaması sırasında eğitim düzeyi düşük yaşlıların, konuyla ilgili soruların cevaplanması süresince aynı şeyleri tekrarlayıp durdukları tespit
edilmiştir.
“Ölüm korkusu ile dinî inanç arasıda anlamlı bir ilişki vardır; dinî inanç düzeyi yüksek
olan yaşlıların ölüm korkusu, düşük olanlara göre daha azdır,” şeklindeki hipotezin değerlendirilmesinde ise dinî inanç düzeyi
değişkeni kullanarak direkt ölüm korkusunun sebebini öğrenmeye yönelik olan soruya verilen
cevaplarda anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir (bkz. Tablo:7.3). Ancak ölümü anlamlandırma konusuyla ilgili
sorulan soruya “sonsuz bir hayatın başlangıcıdır” diyenlerin %51.3’ünün inançlı yaşlılar olduğu gözlenmiştir (bkz. Tablo:7.1). Bu veri değerlendirildiğinde, inanan yaşlıların ölüm sonrası hayatın varlığı noktasında, diğer gruplara göre inanç probleminin
olmadıkları da söylenebilir. Dinî inançla ölüm korkusu arasında anlamlı bir ilişkinin varlığı, konu ile ilgili yapılan başka ampirik araştırmalarda da tespit edilmiştir.[256]
“Dinî inanç düzeyi ile ölümü dillendirme arasında anlamlı bir ilişki vardır; dinî inanç düzeyi yüksek
olan yaşlılar, düşük olanlara göre ölümle ilgili daha fazla sohbet ederler”, şeklindeki hipoteze bakıldığında ise (bkz. Tab- lo:7.2), inançlı yaşlıların %64.9’unun ölümü benimsedikleri
için ara sıra, %25.7’sinin de devamlı olarak ölüm sohbetleri yaptıkları
saptanmıştır.[257] Buna karşın %1.3 olarak tespit edilen inançsız
grup da, bir taraftan yaşlılık döneminde bulunduğu için, ölümün vermiş olduğu gerginlikle diğer taraftan ölüm sonrası hayatın varlığının olması ihtimalinin kendilerinde
meydana getirmiş olduğu kaygıyla hiçbir zaman ölümle ilgili
sohbetler etmediği tespit edilmiş- tir.[258]
“Cinsiyet değişkeni ile ölümü düşünme sıklığı arasında anlamlı bir ilişki yoktur; her iki cinsiyet düzeyinde
de yaşlılar ölümü eşit oranlarda düşünürler,” şeklinde oluşturulan hipotez doğrulanmamıştır. Araştırmada, cinsiyet değişkeni kullanarak,
ölümü sıklıkla düşünme derecesini tespit etmek amacıyla sorulan soruda, ölümü
devamlı düşünen erkeklerin
oranı %72.5 iken bu oran kadınlarda %97.5 olarak saptanmıştır (bkz. Tablo:1.1). Burada yaşlı kadınların hemen hemen hepsi ev
kadını olduğu için, yaşın getirmiş olduğu psikolojik etkinin de, bulunduğu ortama eşlik etmesi sebebiyle kadınlarda bu oranın yükseldiği söylenebilir. Öte yandan her iki
cinste de, ölümü ara sıra düşündüğünü söyleyenlerde bu kez erkeklerin oranının %22.5 ile kadınlardan
(%2.5) daha fazla olduğu görülmüştür. Çünkü Türk aile yapısında ev reisinin çoğunlukla erkek olması ve beraberinde
aileye bakma mükellefiyetinin de genellikle erkeğe verilmesi, ister istemez onu sosyal çevreyle ilişkiye itmektedir. Kısaca erkeklerin
ölümü, kadınlar kadar sık düşünmemelerinin sebeplerinden biri de, onlar kadar duygusal olmamalarının
yanında toplumda dışa dönük bir rol üstlenmeleri olabilir. Yukarıdaki sebebe bağlı olarak cinsiyet değişkeniyle ilgili tespit edilen önemli bir sonuçta şudur: Allah’a olan inançtan dolayı
ölümden dönüldüğüne inanma durumunu
tespit etmek amacıyla sorulan soruya verilen cevaplarda; böyle bir durumun
olmadığını söyleyen erkeklerin oranı %20 iken
kadınlarda bu oran %60’tır (bkz. Tablo:1.2). Burada da erkeklerin oranının düşük olmasının sebebi, konumları gereği dış tehlikelerle daha çok yüz yüze gelmelerine; kadınların oranının
fazla olması da erkeklere göre daha fazla duygusal olmalarına bağlanabilir.[259] [260]
Öte yandan “medenî durum değişkeni ile ölüme ilişkin korku ve kaygıların paylaşımı arasında anlamlı bir ilişki vardır; evli yaşlılar, ölümle ilgili korku ve kaygılarını azaltmak için görüş ve düşüncelerini başkalarıyla dul ve bekar yaşlılara göre daha fazla paylaşırlar,” tarzındaki hipotez de doğrulanmıştır. Medenî durum değişkeni kullanarak,
ölümle ilgili korku ve kaygıların paylaşımını öğrenmek amacıyla sorulan soruya verilen cevaplarda, evlilerin toplam
oranı %77.5 olarak belirlenmiştir. Bu grubun %53.2’si kaygılarını eşine, %8.1’i de çocuklarına anlattığını bildirmiştir (bkz. Tablo:3.2). Burada ilginç bir
sonuç da, bekâr yaşlıların ölüme ilişkin korku ve kaygılarını hiç kimseyle paylaşmadıkları yönünde elde edilen veridir.
Bu duruma, yaşlılık dönemine kadar
çeşitli sebeplerden dolayı evlenemeyen
bireylerde, ölüm korkusunun yanında yalnızlık duygusunun da ağır basmasının etkili olduğu şeklinde yo- 27 rum getirilebilir.
Medenî durum değişkeni kullanılarak yapılan değerlendirmede ölüm düşüncesinin sıklığıyla ilgili önemli bir başka sonuç ise, ölümü devamlı düşündüğünü söyleyen dulların oranının (%93.8) diğer gruplara oranla bir hayli yüksek
olmasıdır (bkz. Tablo:3.1). Bu durum, bireyin yaşamı boyunca kendine en yakın kişi olan eşini kaybetmesi ve hatıralarıyla her an baş başa olması, şeklinde yorumlanabilir.
Araştırmanın başka bir hipotezi olan “cinsiyet faktörü ile yapılan mezar ziyaretlerinin
sıklık derecesi arasında anlamlı bir ilişki vardır; yaşlı kadınlar, mezar ziyaretlerini erkeklerden daha sık yaparlar,”
hipotezi de doğrulanmıştır. Konuyla ilgili oluşturulan tabloya bakıldığında mezar ziyaretlerinin %71,3’ünün
arefe ve bayram günleri yapıldığı tespit edilmiştir. Cinsiyet faktörü göz önüne alındığında, erkeklerin oranı %52.5 iken
kadınların oranı %90’dır (bkz. Tablo:1.5). Bu verilere göre dinî bayramların
arefe ve bayram günleri mezar ziyaretlerine kadınlar erkeklerden daha çok iştirak etmektedir- ler.[261] Bu tablodan
çıkan bir başka önemli sonuç ise;
çevreden biri öldüğünde mezarlığı ziyaret durumunda erkeklerin oranı %27.5 iken, kadınlarda hiç
ziyaret olmamasıdır. Buradaki katılım oranında cinsiyeti belirleyen faktör,
içinde yaşanılan toplumun sahip olduğu sosyal normlarıdır. Aynı konuda
medenî durum değişkeni kullanılarak yapılan değerlendirmede (bkz. Tablo:3.3) mezarlığı ziyaret etmeyen hiç dul yaşlının olmadığı gözlenmiştir. Bu yaştaki dulların boşanmış olma ihtimali düşük olduğundan, dul kalma sebebi genellikle eşlerin ölümüdür. Bu itibarla eşinin mezarını ziyaret etmeyi kendisinin ona karşı bir vefa borcunu ödemesi şeklinde algılaması sebebiyle mezar
ziyareti yapmayan hiç dul yaşlı yoktur denebilir.
Bireyin sosyo-ekonomik düzeyinin iyi olması, yaşam sürecinde yaptırım gücünü de
artırmaktadır. Bu sebeple sosyo-ekonomik açıdan ortanın üstü bir grupta yer
alan bireyler maddî ihtiyaç anlamında kimseye muhtaç olmadıkları gibi, tüm
ihtiyaçlarını istedikleri anda giderme gücüne de sahiptirler. Öyle ki bu
isteklerini öldükten sonra da devam etmesini isteyebilirler. Nitekim kendi
mezarını şekillendirme isteği ile ilgili elde edilen bulguda da
ortanın üstüne ait grubun %75’i mükemmel bir mezarının olmasını istemektedir (bkz.
Tab- lo:5.3). Buna karşın ortanın altında ise durum tam tersidir. Birey, psikolojik
yapısı gereği kendini aşan maddî güçlükler içerisinde olduğu zaman ilahî yardım talebine
yönelebilmektedir.[262] Bu bağlamda ekonomik açıdan bu duruma ortanın
altındaki grubun diğer gruplara oranla daha fazla muhatap olduğu söylenebilir.
Aynı değişken kullanılarak
ölümü hatırlamanın birey üzerindeki psikolojik etkilerini öğrenmek amacıyla sorulan soruda elde
edilen bir başka sonuçta ise,
sosyo-ekonomik açıdan orta halli olanların %4.2’si ile ortanın altına ait
grubun %60’ının ölümü hatırlamamaya çalıştıkları tespit edilmiştir (bkz. Tab- lo:5.1). Burada ortanın altına ait yaşlıların oranı oldukça dikkat çekicidir.
Bu veri, elinde maddî imkan olmadığı için kendisi ve ailesi adına gerçekleştirmek istediği bir takım planlarının olması ve
bunları henüz gerçekleştirememesi ile ekonomik nedenlerden dolayı arzu ve isteklerin
kırılmaya (engellenmeye) uğ- raması,[263] bu
isteklerini bir gün er yada geç gerçekleştirme ümidiyle yaşamaları sebebiyle ölümü, düşünce ve istek platformunda mümkün olduğunca geciktirme eğiliminde oldukları şeklinde değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, yaşlılık döneminde ölüm psikolojisi üzerine yapılan bu alan araştırmasında elde edilen veriler genel
olarak değerlendirildiğinde, “yaşlılık döneminde cinsiyet, yaş, medenî durum, eğitim, sosyo-ekonomik düzey ve dinî inanç düzeyi değişkenleri ile ölüm duygusu ve düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki vardır,” temel hipotezi ile yukarıda açıklanmaya çalışılan diğer yan hipotezlerin birçoğunun doğrulandığı görülmüştür. Elbette ki yapılan bu çalışma Türkiye’de yaşlılık dönemiyle ilgili ölüm konusunda yapılan ilk alan araştırması olması sebebiyle eksiklerinin
olması kaçınılmazdır. Kaldı ki, elde edilen sonuçların geliştirilmesi için daha fazla alan araştırmaları yapılmalıdır.
ARSLANTÜRK, Zeki, Sosyal Bilimciler İçin Araştırma Metot ve Teknikleri, İFAV Yayınları, 2. Baskı, İstanbul-1995
AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, DEÜ Yayınları, 2. Baskı, İzmir-1990
BRUNING, J.L.; KINTZ, B.L., İstatistik, (Çev. Ali SÖNMEZ), Gündo- ğan Yayınları, No: 93/73, Ankara-1993
ÇİLELİ, Meral, “Ölüm”, Gelişim Psikolojisi, Der. Bekir ONUR, İmge Kitabevi, 3.Baskı, Ankara-1995
DEMİRCİ, Mehmet, “Mutasavvıflara
Göre Ölüm”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara-1987, S.3, s.
89-104
GAZZALİ, İhyau’l-Ulumi’d-Din, (Çev. Mehmet A. MÜFTÜOĞLU), Tuğra Neşriyat, İstanbul-1989, C. 4
_______ ; Kimyay-ı Saâdet, (Çev. A. Faruk
MEYAN), Bedir Yayınevi, 4.
Baskı, İstanbul-1972, C.I-II
GÜRSAKAL, Necmi, Bilgisayar Uygulamalı İstatistik-I, Marmara Kitabevi,
Bursa-1997
HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, TDV Yayınları, Ankara- 1993
_______ ; “Ölüm ve Ölüm
Ötesi Psikolojisi”, U.Ü.İ.F.D., Bursa-1991, S.3, C.3, s.
151-165
_______ ; “Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış” İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Ankara-1991, C.5, S.2 s. 83-91
HYMAN, Ray, Psikolojik Araştırmanın Niteliği, (Çev. Yılmaz ÖZAKPINAR), Selçuk
Üniversitesi Yayınları, No: 85, Konya-1990
İŞCİL, Necati, İstatistik Metotları ve Uygulamaları, AİTİA Yayınları, No:100, 7.Baskı, Ankara-1973
KARACA, Faruk, Psikolojik Açıdan Ölüm ve Dinî İnanç İlişkisi, (Yayımlanmış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Erzu- rum-1997
KARASAR, Niyazi, Bilimsel Araştırma Yöntemi, 3A Araştırma Eğitim Danışmanlık Yayınları, 7.Baskı, Ankara-1995
LEHR, Ursula, Yaşlanmanın Psikolojisi / Psychologie des
Alterns, (Çev.
Neylan ERYAR), Bilimsel ve Teknik
Yayınları Çeviri Vakfı, İstanbul-1994
ÖNER, Necati, Stres ve Dinî İnanç, TDV Yayınları, 4. Baskı, Ankara- 1989
PICHOT, Pierre, Psikolojide Kullanılan Testler, (Çev. Ebru
ERBAŞ), Cep Üniv., İletişim Yayınları, İstanbul-1993
TARHAN, Nevzat, “Yaşlılar ve İnanç”, Kur’an Mesajı -İlmî Araştırmalar
Dergisi, İstanbul-1998, S.6,
s. 43-47
TOPSEVER, Yurdal, Psikolojide Araştırma, Deney ve Analiz, Ege Üniversitesi
Basımevi, İzmir-1991
TÜRKDOĞAN, Orhan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, MEB Yayınları, No:869, İstanbul-1995
ZANGWILL, O.L., Modern Psikolojinin
Gelişimi, (Çev. Yılmaz ÖZAKPINAR), Selçuk Üniversitesi
Basımevi, Konya-1988.
KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi
2(2003) s.145-159
EBU HANİFE’NİN HABER’İ VÂHİD’İ DELİL
OLARAK
KULLANMASI*
Yazan: Sahiron SYAMSUDDIN
Çev: Yrd.Doç.Dr. A. Kadir EVGİN**
GİRİŞ
Re’y’e dayalı (kuramsal) hukuk ekolünün[264] [265] kurucusu ve
ilk sistematize edicisi olan Ebû Hanife (ö:150/767), bazı yönleriyle eleştirilen bir alimdi. Ahmed b. Ali
el-Hatîb el-Bağdâdî (ö:463/1070), Tarih-i
Bağdat adlı eserinde, Ebu Hanife’nin hukuki
konulardaki görüşlerinin İslam Hukuku’nun[266] ilk iki
kaynağı olan Hadis[267] ve Kur’an’ın nass’ı (ayetler)
ile sıklıkla çeliştiğini bildiren ve ehl-i
hadis’in önde gelen alimlerine ait olan bir çok rivayet zikreder.
Bunlardan Abdullah b. Mübarek (ö:181/797)’e isnad edilen biri şu şöyledir: “Ebu Hanife’nin kitaplarına bakan herhangi bir kimse,
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi Ebû Hanife’nin helal kıldığını veya Allah’ın helal kıldığı bir şeyi Ebû Hanife’nin haram kıldığını görür”.[268] Aynı şekilde Gazâli
146 / Ebu Hanife’nin Haber-i Vahidi Delil Olarak Kullanması (ö:505/1111)*** de el-Menhûl adlı eserinde Ebu
Hanife’nin, yapısını değiştirmek ve metodunu
allak bullak etmek suretiyle, Şeriat’ın altını üstüne çevirdiğini belirtir.[269]
Bu iddialar büyük ölçüde, Ebu
Hanife’nin hukûkî kararları oluşturmada re’y (personal judgment)’e yani kıyas (İnferential reasoning)’a Kur’an’ın nass’ı
ve Peygamber’in hadislerinden[270] daha çok
güvendiği varsayımından kaynaklanmaktadır. Bu
varsayım (zan), bir çok oryantalist tarafından da benimsenmektedir. Mesela İgnaz Goldziher(ö:1921) The Zâhirîs:
Their Doctrine and Their History adlı kitabında şöyle der: “İslam Hukukunun temellerini kıyas
üzerine oturtmaya yönelen ilk kişi Ebu Hanife idi”.[271] Ebu
Hanife’yi ehl-i re’y’in temsilcisi olarak kabul eden ehl-i hadis’in,
Ebu Hani- fe’yi tenkidi, iki grup arasındaki çatışmayı netleştiren N.J. Coulson’un da aralarında olduğu bir çok alim tarafından
benimsenmektedir. Bu durumda Coulson, hukuki kararların oluşumunda akla önem vermeyen eski ile nass’a önem
vermeyen yeni[272] şeklindeki geleneksel görüşü benimsiyor görünmektedir.
Öte yandan Muhammed b. Mahmud
el-Havârizmî (ö: 665/1267) Câmiu’l-Mesânîd adlı eserinde :“Bunlar Ebu
Hanife’nin fıkh’ını doğru anlamamanın sorumlusudurlar” diyerek yukarıdaki iddia
sahiplerine karşı çıkar ve
kitabında bu fikri destekleyen bazı argümanlar ileri sürer.[273] Ayrıca İbn Hacer El-Askalânî (ö:852/1449) de
Ebu Hanife ve onun takipçilerinin ehl-i re’y’e mensup olacakları ya da kıyas
(re’y) taraftarı olup nass’ı ihmal edecekleri hususunu, şöyle söyleyerek dikkate almamıştır:
“Ebu Hanife ve arkadaşlarının re’y taraftarı (party of
reasoning) olduklarını söyleyen son dönem alimlerinin ifadelerini -ki bu
ifadeler onların statülerini aşağı düşürmüştür- onların re’y’i, Peygamberin sünneti ve
sahabîlerinin görüşlerinin üzerinde tuttukları, şeklinde yorumlamamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur.”[274]
Joseph Schacht (ö:1969)’ın da, şu ifadesiyle, yukarıdaki görüşle aynı fikirde olduğu açıkça görülmektedir: “Ebu Hanife dahil Iraklıların hadislere
karşı tutumu, aslında Medinelilerinki ile
aynıydı. Fakat onların teorileri daha gelişmişti”.[275]
Yukarıdaki fikirlerinden hareketle
alimlerin, Ebu Hanife’nin nass’ı özellikle de hukuki görüşlerine temel kabul ettiği hadisleri ele alış tarzı hakkında, fikir birliği içinde olmadıkları sonucuna
varılabilir. Bunun için bu makale, Ebu Hanife’nin hadislere özellikle âhad
hadislere[276] güveninin
kapsamı ile âhad hadise dayanan ve kıyas ile elde edilen hukuki karalar arasındaki
çelişkiye nasıl değindiği konusunu araştırarak gözden geçirecek/ele alacaktır. Fakat bu konunun
analizinden önce, Ebu Hanife’nin hadis öğrenimi ile ilgili hayat hikayesine kısa bir göz atmak uygun
olacaktır.
EBÛ HANİFE’NİN
HADİSCİLİĞİ
Araştırmamız, başlangıçta Numan b. Sabit el-Kûfî ismini taşıyordu. Fakat bu ismi onu en iyi
tanıtan Ebû Hanife künyesiyle değiştirdik. Ebu Hanife,
Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan (ö:85/704) zamanında hicrî 80/699 yılında
doğdu ve 150/767 yılında vefat etti.[277] Onun, doğrudan hadis aldığı ve aralarında Enes b. Malik
(ö:93/712), Abdullah b. Hâris b. Cüz ez-Zübeydî (ö:86/705), Abdullah b. Ebî
Evfa (ö:87/706) ve Vâsile b. Askâ (ö:83/702)’nın da bulunduğu bazı sahabîlerle[278] görüştüğü belirtilmektedir.[279] Muhammed b. Sa’d
(ö:230/844) ve Hatib el-Bağdadi gibi İslam Tarihçileri de Ebû Hanife’nin tâbiûn (succssors)’dan
kabul edilmesi gerektiği kanaa- tindedirler.[280] Çünkü O aynı zamanda
tâbiûndan da birçok hadis almıştır. el- Mizzî Tehzîbu’l-Kemâl adlı eserinde, çoğu Kûfe’de yaşamış 78 tane hadis 17
ravisinin listesini vermektedir.
Ebû Hanife’nin özellikle Basra, Mekke
ve Medine gibi meşhur hadis merkezleri olarak kabul edilen diğer şehirlere de, hadis bilgisini geliştirmek için gittiği kaydedilmektedir. O bu şehirlerde meşhur muhaddislerden hadis öğrenmiştir. Kufe’de aynı zamanda fıkıh da öğrendiği Hammad b. Ebî Süleyman (ö:120/738), Âmir eş-Şa’bî (ö:104/722), Seleme b. Kuheyl b. El- Hasîn (ö:123/741), Ebû İshak Süleyman b. Ebî Süleyman eş-Şeybânî el-Kûfî (öl:120/738), Simâk b. Harb (ö:123/741), Muhârib b.
Dîsâr (ö:116/7349), Avn b. Abdullah (ö:116/734), Hişam b. Urve (ö:146/763) ve Süleyman b.
Mihrân (öl:148/765)’dan hadis almıştır. Basra’da Katade b. Daime (ö:118/7369) ve Şu’be b. Haccâc (ö:160/776) dan yine
aynı şekilde hadis öğrenmiştir. Mekke’de Atâ b. Ebî Rebâh (ö:114/732) ve İkrime b. Abdullah el-Berberî
(ö:105/723)’den, Medine’de ise Süleyman b. Yesâr (ö:107/725)
Ş.ŞHAMMSUDDİN Yıl:1 Şayı:2 Teımmuz-A:alık2003/ 149 ve Salim b. Abdullah b. Ömer (ö:106/725)’den hadis öğrenmiştir.[281] Ebû Ha-
nife’nin hocalarından duyduğu hadisler, Mizzî’nin Tehzîbu’l-Kemâl’inde isimlerini
sıraladığı öğrencilerine de kendisi tarafından aktarılmıştır. Ebû Hanife’nin bu öğrencileri arasında Hammad b. Ebu Hanife
(ö:176/792), Ebû Yusuf Ya’kûb b. İbrahim el-Kâdî (ö:182/798) ve Muhammed b. Hasan eş- Şeybânî (ö:189/805) bulunmaktadır.[282] Bu üç kişi Ebû Hanife’den rivayet edilen ve Onun
el-Müsned veya Kitâbu’l-Âsâr[283]
adlı eserlerinde bulunan hadisleri tasnif etmekten sorumluydu. Ebû Hanife’nin
hadis bilgisinin genişliği çağdaşları tarafından da
kabul edilmekteydi. Mesela Ebu Yusuf, fıkhî hadisleri yorumlamada hiç kimsenin[284] Ebû
Hanife’den daha bilgili ve zeki olmadığını belirtmektedir. Bunların da ötesinde Ebû Hanife, herhangi bir
hadisin sahih olup olmadığına karar vermede ravilerinin durumunu tayin eden ve hadis
ilimlerinin bir dalı olan cerh ve ta’dîl konusunda da uzman idi. Mesela
Ebu Hanife , Süfyân es-Sevrî’yi güvenilir (sika), Zeyd b. Ayyâş’ı zayıf, ve Câbir el-Cûfî’yi de
hadis uyduran (vaddâ’) bir ravi olarak nitelemiştir.[285] Ebu Hanife’nin hadis bilgisi,
hadislerini kabul ettiği ravilerin liyakati, hukuki kararları oluşturmada hadisleri hangi konuda, hangi
boyutta ve nasıl kullandığı da bu kapsamdadır
EBÛ HANİFE’NİN HABER-İ
VÂHİD’LERE KARŞI TUTUMU
Ebu Hanife’nin, hukuki problemleri ele
alırken, kendi re’y’ini, peygamberin hadislerini ihtiva eden rivayetlere
tercih ettiğinin belirtildiği birçok haber bulunmaktadır.
Bunlardan birinde Hammad b. Seleme, Ebu Hanife’nin hadisleri aldığını fakat sonra onları kendi re’y’i
lehine reddettiğini söylemek- tedir.[286] Bununla
beraber, el-Hatîb’in bize aktardığı haberler, Ebu Hanife’nin, Peygamber’in hadisleri hakkında,
oldukça kayıtsız bir davranış sergilediğini bildiren rivayetlerle doludur. Mesela Süfyân b. Uyeyne, Ebu
Hanife’ye: “el-
beyyiâni bi’l-hıyârı mâ lem yeteferrakâ (alıcı ve satıcı
alış-veriş mekanından ayrılmadıkları sürece alışverişten vazgeçme hakkına sahiptirler)” hadisi* hakkındaki fikri sorulduğunda Ebû Hanife: “eğer alıcı ve satıcı ayrılmaları mümkün
olmayan bir gemide, bir hapishanede veya bir gezide iseler birbirlerinden
nasıl ayrılacaklar”[287] diyerek
sözde hadisi reddettiğini rivayet etmektedir. Başka bir örnek de “el-vudûu nısfu’l-îmân (abdest imanın
yarısıdır)” şeklindeki habere
dikkati çekildiğinde Ebu
Hanife’nin:“o halde iki kere abdest aldığın zaman imanın tam olur”[288] diyerek cevap verdiğini bildiren, Yahyâ b. Âdem
(öl:203/818)’in rivayetidir. Hatib el-Bağdâdî’nin Târîh’inde, Ebu Hanife’nin kesin- güvenilir
hadisleri reddettiğinin diğer bazı örnekleri de vardır ki bu örnekler Juynboll’un Muslim
Tradition adlı kitabında Ebu Hanife’nin hadisler tarafından nadiren
etkilendiğinin[289] görülebileceği sonucuna varmasına kaynak teşkil etmektedir. Juynboll daha da
ileriye giderek, Ebu Hanife’nin hukuki kararları tasarlarken Peygamber’in
hadislerine asla yer vermediğini belirtir.[290] Bana göre
bu değerlendirme çok yüzeysel kalıyor. Çünkü
alimler, Ebu Hanife’nin böyle hadisleri niye kullanmadığını yeterince araştırmamışlardır. Aslında Ebu Hanife’nin kendisinin ileri sürdüğü kabul şartlarını taşımadığı için, hadisleri reddetmesinin birçok nedeni vardır.
Ebu Hanife’nin hadislere karşı tutumu, Süfyân es-Sevrî’ye atfedilen şu ifadeden anlaşılabilir:
“Ebu Hanife’nin şöyle dediğini duydum: (Öncelikle) Kur’an’a bakarım. Eğer onda bir şey bulamazsam Peygamber’in sünnet’ine
bakarım. Eğer sünnette de bir şey bulamazsam sahabîlerden istediğimin görüşlerini kabul ederim, istemediğimi de reddederim. Onların görüşlerinden uzak değilim. Sahâbî olmayanların görüşlerini de takip edecek değilim. Fakat iş İbrahim, Şa’bî, İbn Sîrîn, Hasan, Atâ, Said b. Müseyyeb ve benzeri
kimselere(tâbiûn) gelip dayandığında, onların yaptığı gibi ben de ictihad’a[291] başvururum”.[292]
Bu ifadeden Ebu Hanife’nin, hukuki kararların inşasında, ravilerin güvenilir senedlerle
rivayet ettikleri Peygamber sünnet’ini, Kur’andan sonra ikinci kaynak
olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Ebu Hanife’nin yüzyüze kaldığı problemlerin çözümüyle ilgili hadis
ve ayet bulunamadığı zaman, ister icma (concensus) ile tespit edilmiş olsun isterse re’y[293] ihtiva
ediyor olsun, sahâbîlerin görüşlerinden doğru bulduğuna müracaat etmiştir. Ebu Hanife sadece hukuki problemlerin çözümü için yukarıdaki
kaynaklarda, önerilen herhangi bir cevap bulamadığı zaman, ictihad ile çözüm yolunu araştırırdı. Onun gözünde hadislerin
rolünün önemi, Ona atfedilen şu ifadeden de anlaşılabilir: “Eğer Peygamberden gelen bir hadis var ise, başka bir sebeple ondan uzak olmayız, alır
kabul ederiz; eğer sahâbe’den gelen bir görüş var ise onlardan istediğimiz birini seçeriz; eğer rivayet tâbiûn’dan geliyorsa (ben de onlarla aynı konumda olduğum için) onlarla yarışırız”.[294]
Bununla beraber, Ebu Hanife’nin hadisleri kullanmada çok dikkatli
olduğu kaydedilmektedir. O, hadisleri, kabul
için gerekli şartları taşıdıklarına inandığında, kaynak olarak kullanmıştır. Ebû Gudde, Fıkhu Ehli’l-Irâk
adlı eserini tahkik ederken Kevserî’nin Te’nîbu’l-Hatîb’inde Ebu
Hanife’nin haber-i vahidleri nasıl dikkatlice ele aldığını detaylı bir şekilde incelediğini zikretmektedir. Kevserî’ye göre Ebu
Hanife, haber-i vahidleri kullanırken şu kuralları uygulamaktadır. (1)- Eğer haber-i vahid -ki mürsel[295] hadis de ona dahildir-
Kur’an’ın umûm (universal) ve zâhir (clear) ayetlerine, meşhur sünnet’e,[296] İslam hukuku’nun başlıca hedeflerine (mevâridi’ş-şer) ve kendisinden daha sağlam (asahh)[297] kabul
edilen âhad hadise muhalif değil ise kabul edilir. (2)- Eğer haber-i vahid’in ravisi sika ise, haber-i vahid kabul
edilir. (3)- Eğer haber-i vahid’in
ravisi kendi rivayetini reddetmiyorsa, söylediğinin aksi davranmıyor ve fetva vermiyorsa o haber-i vahid yine
kabul edilir. Ebu Hanife’nin cezalar (hudûd) hakkında, birbiri ile çelişen haberler bulunduğu durumlarda, içerdiği ceza daha hafif olanı tercih ettiği de burada belirtilmelidir.[298] [299] Ebu
Hanife’nin bizzat kendisinin ileri sürdüğü bu şartları taşımayan hadisleri reddetmesi, yukarıda zikredilen şartlara uymadıkları sebebiyle idi.
Serahsî, “haber-i vahid’in aynı
konuda kendisinden kuvvetli bir delil ile çelişmemesi gerekir” şeklindeki ilk şarta dayanarak, şu açıklamayı yapar: “Ayeti tahsîs (particularise) eden bir
hadis, o ayet ile çelişiyor kabul edilmelidir. Bu yüzden o hadis huccet (otorite)
kabul edilmez.[300] Serahsî’nin
tartıştığı bu fikir Hz. Peygamber’in şu sözüne dayanmaktadır: “Vefatımdan sonra aranızda birçok hadis
yayılacak. Bu durumda benim adıma rivayet edilen hadisin Allah’ın kitabına
uygun olup olmadığına bakınız. Allah’ın kitabına uygun olan her rivayeti kabul
ediniz ve biliniz ki o bendendir(ben söylemişimdir). Buna mukabil, Kur’an’a muhalif olan her rivayeti de
reddediniz ve biliniz ki o benden değildir(ben söylememişimdir)”[301] Serahsî’ye
göre başka bir neden de Kur’an’ın gerek
rivayeti gerekse muhtevası bakımından kesin (kat’î) olması, buna karşılık haber-i vahid’in sadece zann
ifade ediyor olma- sıdır.[302] Ebû
Hanife’nin Kur’an’ın zahiri ile çeliştiğini kabul ettiği hadisin bir örneği Fatıma bt. Kays’tan rivayet
edilmektedir. Bu hadise göre Ebû Amr, Fatma’yı üç talak ile boşamıştır. Bunun üzerine Hâlid b. Velîd, Ebû Amr’ın Fatma’ya nafaka sağlamak mecburiyetinde olup olmadığını sormak üzere Peygambere gider.
Peygamber cevaben şöyle buyurur: “O, Nafaka ve sükna (oturma) hakkına sahip değildir”.[303] Bu haber-i vahid, Talak
suresi 6. ayeti ( onları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz evin bir bölümünde oturtun...)[304]’nin zahir’i
ile çeliştiği gerekçesiyle, Ebû Hanife tarafından reddedilmiştir. Bu
Ş.ŞHAMMSUDDİN Yıl:1 Şayı:2 Teımmuz-A:alık2003/ 153 noktada Ebû Hanife’nin görüşü, Şafiî’ninkinden[305] farklıdır. Şafiî, Risâle’de bu hadisin
Kur’an ile çelişmediğini belirtmektedir. Çünkü O’na göre bir
ha- ber-i vahid, bir ayetin genel (umûm) ifade eden manasını tahsîs edebilir.
Bu sebeple umûm ifade eden bir ayet, haber-i vahid’de olduğu gibi, sadece zann ifade eder,
kesin (yakîn) bilgi ifade etmez. Bir ayet’in tahsîs’i de elbette tahsîs
eden ile tahsîs edilen arasında bir çelişki teşkil eder. Fakat bu oldukça kapalıdır. Şafiî, burada haber-i vahid tarafından
tahsîs edilen ayet örnekleri vermektedir.[306]
Ebû Hanife’nin, kabulü için ileri sürülen şartlar ile bağdaşmayan bir hadisi reddine dair, savaşta ölen kişilerin ganimetten pay almaları konusu örnek
verilebilir. Ona göre savaşta öldürülen bir müslüman, ganimetten pay almaya ehil değildir.[307] O bu görüşünü ileri sürerken, Evzâî’nin rivayet
ettiği, Hayber’de öldürülen bir müslümana
Hz. Peygamberin ganimetten pay verdiğine dair hadisi[308] dikkate
almamıştır. Ebû Hanife, bu hadisi red
gerekçesi olarak da daha sağlam olan ve Hz.Peygamberin Bedir Savaşı’nda Safra denilen yerde öldürülen
Ubeyde b. Haris’e ganimetten pay vermediğini belirten İbn Şihab ez-Zührî hadisinin[309] var olduğunu belirtmektedir.
Haber-i vahid’lerin kabulü için ravilerle ilgili ikinci şart konusunda Hanefî hukukçuları,
ravilerin sika kabul edilmeleri için müslüman olmaları ve akıl bâliğ olmalarına ilaveten, adalet ve zapt
yönünden de eksiksiz olmaları gerektiğini ileri sürmektedirler. Adalet’ten maksat, dinî
ibadetlerde devamlılık; özellikle büyük günahlardan uzaklaşmak ve kişiliğini (mürûet) yok etmesine sebep olan küçük günahlardan da
sakınmaktır.[310] Zapt
ise, bir kişinin duyduğu bir rivayeti duyduğu şekliyle aklında tutması ve onu (asıl manasıyla) anlaması,
demektir.[311] Bu konuda
Ebû Hanife şöyle der: “Hiç kimse
bir hadisi duyduğu zamandan onu rivayet edeceği zamana kadar, duyduğu şekliyle, aklında
tutamaz.”[312] Adalet ve
zapt, her rivayetin doğru (sıdk) ya da yalan (kizb) olma ihtimalinden dolayı, bütün
raviler için gerekli bir şarttır. Çünkü sıdk, bazı durumlarda rivayetlerinin niteliği ona bağlı olduğundan, her ravi için gereklidir.[313]
Bir ravinin rivayetine aykırı davranması konusunda Serahsî
ve Pezdev,î ayrı ayrı yazmış oldukları usûl kitaplarında, bu aykırılığın/çelişkinin dört şekilde olabileceğini ileri sürmektedirler:
1-Ravinin rivayetinin tamamını inkar etmesi durumu: Bir
tarafta Ebû Hanife ve Ebû Yusuf gibi bazı fakihler böyle bir durumda o ravinin
hadisinin otorite olarak kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürerken, diğer tarafta Şafiî ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî o hadisin hukuki bir kaynak olacağını ileri sürmektedirler.[314] Buna örnek
olarak, Süleyman b. Mûsa’nın İbn Şihâb ez-Zührî’den onun Urve’den onun da Hz. Aişe’den naklettiği şu hadis verilmektedir: Hz. Peygamber: “Velisinden izin almadan
evlenen bir kadının nikahı geçersizdir”[315] buyurmuştur. Abdülmelik b. Abdülaziz b. Cüreyc
(150/767)’in bu hadisi Zühr’i’ye sorduğu ve onun bunu kabul etmediği rivayet edilmektedir. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf da hadisi bu
yüzden dikkate almamışlardır. Bu hadisin yerine, bir kadının velisinin izni olmadan
evlenmesine onay veren başka bir hadisi tercih etmişlerdir. Söz konusu hadis şu şekildedir: “ Eşinden boşanmış bir kadın, kendisini evlendirmeye velisinden daha yetkilidir. Genç
kızın ise izni istenir, evlenmek isteyip istemediği sorulur, sükut etmesi izin vermesi anlamındadır.[316]
2- Ravinin rivayetine aykırı davranması ya da fetva vermesi:
Ravinin kendi davranışı veya verdiği fetvanın, hadisi duymadan önceki zamana ait olduğu veya olayların akışında herhangi bir şüphe bulunmadığı durumlarda, o hadis otorite olarak
kabul edilir. Fakat ravinin aykırı davranışı ve fetvası, hadisi duyduktan sonraki zamana ait ise, rivayet
ettiği bu hadis hukuki kaynak olarak kabul
edilmez. Çünkü ravinin rivayetine aykırı davranması veya aykırı fetva vermesi,
ya kendisinin sika olmadığına ya da tahminen bu hadisin başka bir hadis tarafından nesh edildiğine işaret eder. İbn Ömer’in naklettiği ve Hz. Peygamber’in namazda rükû’ya giderken ve rükû’dan kalkarken
ellerini kaldırdığını belirten hadis, mensûh’un örneklerinden biridir.
Bununla beraber Mücahid, İbn Ömer’le beraber olduğu yıllarda onun namazın başlangıcındaki tekbir hariç, asla ellerini kaldırdığını görmediğini söy- lemektedir.[317]
3-Ravinin rivayet ettiği hadisin muhtemel anlamlarından (te’vîl, tahsîs gibi) sadece
birini seçmesi: Mesela İbn Ömer Hz. Peygamber’in: “Satıcı ve müşteri, alışveriş mekanından ayrılmadıkları sürece alışverişten vazgeçme hakkına sahiptirler” dediğini nakletmektedir. Bu hadisin şu iki anlama gelmesi mümkündür: (a) İbn Ömer’in de anladığı gibi, bedensel ayrılık ve (b) bir tarafın
teklifi diğer tarafın da
kabulünden oluşan alıcı ile
satıcının icab- kabul ifadelerinin ağızdan çıkması şeklindeki ayrılık. İbn Ömer’in bizzat kendisi hadisi
anlamada otorite olmasa da, bu hadis sağlam(sahih) kabul edilmektedir. Yahya b. Âdem’in hadisi örnek
olarak ilk anlamıyla gündeme getirdiğinde de Ebû Hanife’nin onu reddetmesi ve hadisteki ayrılığı (yeteferrakâ) ikinci anlamıyla kabul
etmiş olması pek mümkündür. Diğer bir ifadeyle, her ikisi de hadisin
sağlamlığını kabul etmektedirler fakat farklı anlamaktadırlar.[318] Bu noktada
bir kimse aynı şekilde Ebû
Hanife’nin, hadisi literal anlamıyla yorumlamanın ötesinde ona yeni bir anlam
verme yoluna gittiğini söyleyebilir.[319]
4- Ravinin rivayet ettiği hadis ile ameli terk etmesi : Böyle bir hadis, bizzat ravisi amel
etmediği için, bağlayıcı etkiye sahip değildir.[320]
Ebû Hanife’nin, haber-i vâhid’in sağlam kabul edilmesi için ileri sürdüğü yukarıdaki sert kriter, insanı,
Suriye’li muhaddis el-Evzâî, Iraklı alim İbn Ebî Leylâ (148/765) ve Medine’li hukukçuların çoğunluğu gibi O’nun çağdaşları tarafından rivayet edilen (amel edilen) birçok hadisin
reddine götürmektedir. Ebû Hanife’nin hukuki kuralları ile Ebû Yusuf
tarafından sırasıyla er-Red Alâ Siyer’il-Evzâî ve İhtilâf-ı Ebû Hanife ve İbn Ebî Leylâ adlı kitaplarında
dercedilen Evzâî ve İbn Ebî Leylâ arasındaki farklılıkların yanında, Ebû Hanife ve
Medîne’li hukukçular arasındaki hukukî görüş farklılıkları da Şeybânî’nin Kitâbu’l-Hucce Âlâ Ehl-i Medîne adlı kitabında
toplanmıştır. Ebû Hanife’nin, önde gelen çağdaşları tarafından kısmen de olsa tenkid edilmesi, haber-i vâhid
hakkındaki görüş farklılıklarından
kaynaklanmaktadır. Bize göre Ebû Hanife’nin bir çok haber-i vâhid’i
reddetmesi, Kur’an ve sahih hadis gibi İslam Hukukunun daha kuvvetli delillerine uygunluğa önem vermesinden kaynaklanmıştır. Dikkate değer bir husus da, (örnek) verilen bir
konuda kıyas ve haber-i vâhid birbiriyle çeliştiği zaman, Ebû Hanife’nin kıyas’a mı haber-i vâhid’e mi öncelik
verdiği durumudur.
KIYAS KARŞISINDA HABER-İ
VÂHİD
Kıyas ve haber-i vâhid arasındaki çelişki konusu da sünnî hukuk alimlerinin
çoğu tarafından tartışılmıştır. Bu konudaki farklı görüşler şu şekilde
belirtilebilir. Hanbelî Mezhebine mensup hukukçu et-Tûfî (ö:716/1316) Şerhu Muhtasar’ır-Ravda’sında ve Şafiî Mezhebi’ne mensup hukukçu Ebû İshâk İbrahim b. Ali eş-Şirâzî (ö:476/1083) el-Vusûl İlâ Mesâii’l-Usûl’ünde “senedi sağlam olan bir haber-i vâhid’in kıyas’a
tercih edilmesi gerektiğini” vurgulamaktadırlar. Onların ileri sürdüğü bu görüş, Muaz b. Cebel tarafından rivayet edilen ve İslam Hukukunun kaynaklarını sırasıyla
belirten mezkur hadise dayanmaktadır. Bu hadiste içinde kıyas’ın da yer aldığı ictihad, sünnet’in altında
zikredilmektedir. Kıyas’a göre hadis’e öncelik verilmesinin diğer sebeplerinden biri de hadis’in
sahabe’nin icma’ını ihtiva etmesi ve Peygamber gibi masum (günahsız), saygın
birinin sözünü temsil etmesindeki ehemmiyetten kaynaklanmaktadır.[321] Buna karşılık Malik b. Enes ve taraftarları
(Malikîler), kıyas ve haber-i vahid çeliştiği zaman kıyas’ı
tercih ederler. Bu sadece kıyas’ın hukuki kaynaklıktaki otoriteliğinden değil, aynı zamanda en azından bir ravisinin yalan söyleme veya hata
yapması muhtemel olan hadisin senedindeki ittisal’in şüpheli olmasından da kaynaklanmakta-
dır.[322]
Yukarıdaki alimlerin aksine, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed
el-Pezdevî (ö:482/1089) ve Serahsî gibi Hanefî hukukçuları, haber-i vahid’in
kıyasa tercih edilip edilmemesinin ravilerinin hadis rivayeti açısından
durumuna da bağlı olduğunu ileri sürerler. Onlara göre raviler
iki kategoriye ayrılmaktadır: (1) Sadece adalet ve zapt yönünden
güvenilir (sika) değil aynı zamanda hadiste işaret edilen ana konuyu da anlama kapasitesine sahip (fakîh)
olan ma’rûfûn. (2) Sadece adalet ve zapt açısından durumu bilinen fakat fıkh
yönünden eksik olanlar. Haklarında bilgi bulunmayan (meçhûlîn) ravilere
gelince, onlar rivayet edebildikleri bir iki hadisten başka hiç bir şekilde tanınmayan ravilerdir. Meçhul ravilerden
bir kısmının güvenilirlik dönemleri tartışılabilir iken bazıları güvenilir bazıları da güvenilmezdir.[323]
Hanefî hukukçuları arsında, Ebû Bekr, Ömer b. El-Hattâb, Osman b.
Affân ve Ali b. Ebî Talib (Hulefâi Râşidîn) gibi fakîh olmakla tanınan ma’ruf ravilerin
rivayetlerinin kıyasa tercih edilmeleri konusunda herhangi bir anlaşmazlık yoktur. Bunun için açıkça
belirtilen sebepler, daha önce belirtildiği gibi Hanbelî ve Şafiî hukukçuları tarafından da benimsenmek- tedir.[324] Bununla
beraber Hanefî hukukçuları, ma’rûfûn tarafından rivayet edilen hadis hususunda,
dindarlıklarına karşın, hukukî problemleri anlamada Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi
tanınmış olmamaları gerektiği konusunda müttefik değildirler. Bir Hanefî hukukçu olan İsa b. Ebân (ö.221/836)’a göre, adalet
ve zapt’a ilaveten hadis metinlerini anlamak (fıkh) da herhangi bir ravinin
rivayet ettiği hadisi kıyas’a
tercih etmede etkendir. Bu, hadisi manen ve lafzen (kelimesi
kelimesine) rivayet edebilen ravilerin varlığından kaynaklanmaktadır. Böyle davranmasında, ravinin anlayış kapasitesinin payı açıktır. Bunun
aksine, Ebu’l-Hasan el-Kerhî (ö:340/952)’ye göre, hadisi anlama kapasitesi, manen
rivayet güvenilir raviler tarafından sunulan alternatif anlamlardan oluştuğu için, hadisin asıl manasına hiçbir şekilde etki etmez.[325] Bu noktada aşağıdaki ifadelerin sahibi olan Pezdevî ve Serahsî’nin, aynı görüşte oldukları anlaşılmaktadır:
“Eğer haber-i vahid, hadisi anlama kapasitesi(fıkh) az olan ma’rûf
ravi tarafından kıyas’ı destekler bir şekilde rivayet ediliyorsa, (delil olarak) kabul edilmelidir. Fakat
kıyas’a muhalif ise, hadisi desteklemekten daha makul bir durumun olmaması
gibi, bir zarurete binaen kabul edilir”.[326]
Haber-i vahid’i kıyas’a tercih etmek, aslında Ebû Hanife, Ebû
Yusuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî gibi ilk
dönem hukukçularının uygulamalarıdır.[327]Ebû Hanife’nin bu
uygulamasının örnekleri oldukça fazladır. O bazı hukukî kuralları oluşturmada Ebû Hureyre ve Enes b. Malik’in
rivayet ettiği haber-i vahid’leri
kullanmıştır. Bunlardan biri, oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişinin orucunun geçerliliği ile ilgili hadistir. Bu noktada
birbirine zıt hüküm bildiren kıyas ve haber-ivahid işin içine girmektedir. Kıyas’a göre
rükünleri tamamlanmamış bir ibadet geçersiz kabul edilmektedir. Bu durum, oruçlu olduğunu unutarak yiyen bir kimse için de
uygulanabilir.[328] Diğer taraftan Hz.Peygamberin, Ebû Hureyre
vasıtasıyla rivayet edilen, şöyle bir hadisi bulunmaktadır: “Oruçlu olduğunu unutarak yeyip içen her kimse,
orucunu tamamlasın. Gerçekte onu yediren ve içiren Allah’tır”.[329] Bu hadis
Ebû Hanife’yi, unutarak açıkça yarıda kesilen bir orucun geçerli olması gerektiğini kabule götürmüştür.[330] Bununla ilgili olarak ebû
Hanife şöyle demektedir: “Eğer böyle bir hadis olmasaydı kıyas’ın
hükmüne göre karar verirdim”.[331] Bu durum,
fakih olmayan bir ravi tarafından rivayet edilen bir hadisin, kıyas yoluyla
elde edilen hükme aykırı olsa bile, kıyas’a tercih edilebileceğine delil teşkil etmektedir.
Bununla beraber Pezdevî ve Serahsî’ye göre, fakih olmayan ma’ruf
ravi tarafından rivayet edilen haber-i vahid’e, sadece hadis tarafından
desteklenen mantıklı bir sebep olması durumunda, yani hadis ile uyum içinde
olan başka bir kıyas olması durumunda, öncelik
verilir.[332] Fakat akıl
sahibi bütün insanlar tarafından kabul edilmeme durumu olarak tanımlanan insidâdu
bâbı’r-re’y hasıl olduğunda, kıyas yoluyla elde edilen karar tercih edilir. Bu hususta
örnek olarak, Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilen tasriye (satılık
hayvanın memesindeki sütü sağmamak) hadis verilmektedir. Hz. Peygamber bize şöyle buyurdu: “Deve ve koyunda
tasriye(hayvanın sütü bol imiş gibi gözkmesini sağlamak için sütü sağmazlık etmeyin)’den sakının. Tasriye’den sonra böyle bir hayvanı
satın alan kimse, hayvanın sütünü sağdıktan sonra alışveriş hakkını iptal etme hakkına sahiptir. İsterse hayvanı alır, isterse önceki
sahibine geri verir, sağmış olduğu süte karşılık olarak da bir sa’ (bir ölçek) hurma verir.[333] Bu hadis, bir alışveriş muamelesini lağvetme ve alıcı tarafından sağılarak tüketilen süte bedel olarak satıcıya bir sa’ hurma
verilmesine izin vermektedir. Pezdevî ve Serahsî’ye göre bu hadis, Kur’an’dan
(Bakara 194)[334] çıkarılan
sahih kıyas ile, diğer hadisler ile ve Müslümanların ileri sürdüğü eşitlik ilkesine bağlı olarak bir sa’ hurmanın yetersiz olacağı şeklindeki icma ile çeliştiği için, sağlam değildir.[335]Bu noktada
Ebû Hanife ve önde gelen öğrencileri Ebû Yusuf ile Şeybânî farklı bir bakış açısına sahiptirler. Şeybânî, onların hadisi hıyar (tercih) problemiyle ilgili
uygulamalar kabilinden değerlendirdikleri için yukarıdaki hadisi sahih olarak kabul eder.[336]
Fatıma bt. Kays, Vâbısa b. Ma’bed,
Seleme b. Muhabbık (Muhbık) ve Ma’kıl b. Sinân gibi az tanınmış sahabîler tarafından rivayet edilen haber-i
vahidlerle ilgili olarak Hanefî hukukçuları, bunların, sahih kıyasla çelişmeleri durumunda Hz. Peygamberden
muttasıl bir isnad ile gelmeleri şüpheli olacağından, kabul edilmeyecekleri hususunda müttefiktirler. Diğer sahabe ve Tâbiûn tarafından rivayet
edilip sahih kıyas ile çelişmediği için reddedilen bol miktarda hadis örnekleri bulunmaktadır. Bu
duruma örnek olarak da Fatıma bt. Kays tarafından rivayet edilen (hadisin
tamamı “Ebû Hanife’nin haber-i vahid’e karşı tutumu”nun tartışıldığı konuda, geçmişti) ve Peygamber’in, kocası tarafından üç talak ile boşanan bir kadın için nafakayı zikretmediğini belirten, hadis verilmektedir.
Fakat Fatıma bt. Kays’ın bu rivayeti, Ömer b. El-Hattab tarafından, Kur’an’dan
(Talak 16) elde edilen sahih kıyas ile çeliştiği gerekçesiyle
reddedilmiştir. Ömer b. El-
Hattab bununla ilgili olarak şöyle demiştir: “Biz Allah’ın Kitabını ve Peygamber’in sünnetini, doğru mu yalan mı söylediği ve görüp duyduğunu hatırlayıp hatırlamadığı belli olmayan bir kadının sözüne
bakarak, terk etmeyiz”.[337]
Elde ettiğimiz delillerin bizi, Ebû Hanife’nin haber-i vahid’e benzeyenler şöyle dursun, haber-i vahid’leri bile
çok az dikkate aldığı, şeklinde bir sonuca götürdüğü izlenimi doğru değildir. Gerçek olan şudur ki o, sadece Kur’an’ın ve diğer daha sağlam hadislerin desteklediği haber-i vahid’lerle amel etmiştir. Başka bir deyişle Ebû Hanife’nin birçok haber-i vahid’i reddetmesi, bu hadislerin
O’nun sağlam kabul edilebilmelerine esas olarak
ileri sürdüğü kritere sahip
olmadıkları, gerekçesiyledir. Ebû Hanife, ahlaki değer ile dinî yönü vurgulayan adalet
sahibi ravi ve entelektüel kapasiteyi vurgulayan zapt sahibi ravinin
rivayet ettiği bir haber-i
vahid’i, kıyas yoluyla ulaşılan karara (hükme) tercih etmiştir. Bir başka önemli nokta ise, hukuki doktrinlerin kaynağı olarak hadislerin sağlamlık yollarının tespiti hakkında, ilk
dönem İslam Hukukçuları arasında, hatta aynı
mezheb’in hukukçuları arasında bile önemli ayrılıkların var olmasıdır.
KSÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi 2(2003) s.161-171
“KUR’AN’IN MAHLÛK OLMADIĞI” DOĞMASI*
Yazan: L.İ. KLİMOVİÇ
Kazakça’dan Çev: M. Kemal ATİK
Orta Çağ halifeliği döneminde gelişen felsefe, tarih, filoloji, tıp ve pozitif bilimler geniş anlamda pek çok yerde yayıldı ve
benimsendi. Günümüzde emperyalizmin sömürgeci anlayışı darmadağın/yerle bir olduktan sonra, onun enkazı üzerinde Asya ve
Afrika’nın günümüz dünyasında siyasi ve ekonomik alanda etkin bir rol oynamaya
başlayan özerk devletler kurulmuş oldu. Batılı İslâm araştırmacıları da bu faktörler üzerinde fikir yürütmeye başladılar.
Hilafete bağlı bütün toplumların edebiyatının,
yazılı kültürünün bilim ve tekniğinin Arapların etkisinde kaldığını söyleyen ve onların farklı örf ve adetini serbest bir şekilde İslâm anlayışıyla sınırlandıran, İngiliz İslâm düşünürü W. Montgomery Watt şöyle diyor: “Ne zaman Avrupalılar Arap araştırmalarına, Arab adına, Arab
kaynaklarına geniş çapta değer verdiler; işte o zaman felsefî ve bilimsel alanda süratli bir şekilde gelişme sağladılar. Arablar, Grek/Yunan fikirlerini sadece benimsemekle
kalmayıp onun yayılmasını da sağladılar. Avrupalılar 1100 yıllarında kendi düşmanları olan Doğuluların (Araplar, Türkler, İranlılar, Kuzey Afrika memleketleri...)
ilmiyle, felsefesiyle gerçek anlamıyla tanışmaya başladıklarında bu ilimler gelişme dönemlerindeydi. Avrupalılar kendileri öne geçinceye kadar
Arap- lardan neyi öğrenmeleri mümkünse onu öğrenmeyi uygun gördüler[338]
[339].”
Halifeliğin ekonomik, medeni ve toplumsal açıdan bir hayli canlandığı gözlemlenen VIII-IX. asırlarda
yalnızca kendi menfaatini geliştirmek için kurulan ideolojik akımlar gün yüzüne çıkarak oluşmaya ve gelişmeye başladı. Bu akımların taraftarları Sünnî/Ortodoks skolastiklerin
görüşlerinin karşıtı fikirler ürettiler. Onlar geçmişin bilim ve edebiyatının ünlü
eserleriyle, bununla birlikte Aristoteles’in ve başka eski Yunan, İran, Hind düşünürlerinin eserleri ile tanıştılar. Onları tercüme ederek kendi görüşleriyle birlikte yeteneklerine göre
imkanları dahilinde felsefî ve ilmî düşüncelerini geliştirdiler. Bu akımların içinde yer alan çok eski dönemlerde
dogmatik tartışma-
lara giren Mu’tezilîler, Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı (mahluk-gayri mahluk) hususunda kafa
yordular. Mutezile; Arapça’da uzaklaşan, ayrılan, ayrılıkçı manalarına gelmektedir. Halifelikte onlar
(mutezile) Adalet ve Tevhidi benimseyenler (Ehlu’l-Adl’ve’t-Tevhid) diye
adlandırıldı.
Mutezile’ye göre Kur’an’ı Allah yarattı. Kur’an’ın ezelî olduğunu ve yaratılmadığını söylemek, ona Allah sıfatı vermek
diğer bir ifadeyle Allah’la beraber
ikinci bir tanrıyı benimsemekle eş değer olur.
Mu’tezilîler Kur’an’ı genellikle alegorik (mecazî) açıdan anlatıp kendilerinin
muhalifleri olan sünnî din bilginlerini (ortodoksları) iki tanrılı diye
adlandırdılar. Onların görüşlerini, Hıristiyanların İsa ve O’nun tek tanrı inancı hakkındaki bilgi ile karşılaştırdılar. Teolog Mu’tezilîlerin delillerine göre ortodoks
sünnî’lerin bu fikirleri İslâm’ın “Aslu’t-Tevhid” yani, Allah’ın varlığını birlemek esasını bozmuş oluyorlardı.
İslâmdaki rasyonalist
akımın taraftarları olan Mu’tezilîler çok geçmeden bilim ve edebiyata önem
veren, aynı zamanda çok sert bir yönetici olan Abbasi Halifesi Me’mun
(813-833)’un desteğini aldılar. İnsan ihtiyarı- nı/iradesini bununla birlikte melek, iblis-şeytan’ın hürriyetlerinin de bulunduğunu, Kur’an’ın ezelî olmayıp Allah’ın
yarattıkları şeylerden biri olduğunu kabul eden ve Allah’ın sıfatlarını
(Antropomorfoloğunu) reddeden
Mu’tezilîlerin görüşleri, Me’mun’un Halifeliği döneminde devletin en önemli doktrini haline geldi. Bu fikirleri
kabul etmeyenlere karşı devlet güç kullandı. Buna “mihne” denmektedir. Bu durum,
Me’mun’un iki varisi ve Vasık halifelerin yönettiği zamanla alakalıdır/zamanına aittir. Halife Mütevekkil (847-861)
döneminde ise mu’tezili görüş küfür olarak kabul edilerek ortadan kaldırıldı. Böyle olmasına rağmen, İslâm’ı antik felsefesiyle bağdaştırmaya çalışan Mu’tezililer, Kur’an hakkındaki görüşlerini çekinmeden söyleyerek Doğu düşünce tarihinde derin iz bıraktılar. Ancak, Sünnî görüşlere karşı yapılan tenkitler Mu’tezilî görüşten önce de vardı. Mesela Şair Beşşar İbn Burd (ö.783)’ün, Basra’da kalabalık bir toplantıda çağdaşı olan şairlerin, ozanların şiirlerini dinledikten sonra onlara, “bu şiirler Kur’an’ın herhangi bir
suresinden daha güzel” dediği bilinmektedir. el-Beşşar İbn Burd’un çağdaşı olan Ebu’l-Atahiye
(750?-825) Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul ederek yazmış olduğu kendi şiirlerinin bazılarının, Kur’an ayetlerinden ve surelerinden üstün
olduğunu iddia ediyordu.
IX. asırda edebiyat abidesi mesabesinde olan Kur’an’ı şiddetli bir şekilde tenkit eden Arab düşünürü ve edebiyatçısı İbnu’r-Ravendi, önce Mu’tezili’leri düşünce bazında kabullendi daha sonra da
onlara karşı birkaç eser kaleme
aldı. O, Mu’tezile’den kopmakla kalmayıp edebiyat şaheseri olan Kur’an’ı insafsızca tenkit
ederek İslâm’dan da koptu. Onun analiz programı
bütün dinleri kuşatıyordu. O bu alemde yaratıcısının, programla- yıcısının gücünü,
kudretini ve adaletini ispatlayan şeyleri görmüş değildi. Onun, bu düşünceleriyle İslâm toplumundaki konumunun nasıl olacağı bellidir. İslam toplumu için özel yazmış olduğu eserlerinin tamamı anlaşılır derecede bize ulaşmış değildir. Ancak, onun düşmanlarının, özet şeklinde tartışma maksadıyla hafızalarında tuttukları,
ona ait düşüncelerin yanlışlığını göz önünde bulundurarak bazı görüşler çıkarmamız mümkündür[340]. Mesela, onun, “Vaiz
Eksem İbn es-Seyfi’den,“Kur’an’a baktığımızda mükemmel bir nesir görürüz” dediği muhafaza edilmiştir[341].
Muhaliflerinin İbn’ur-Ravendi’nin fikirlerini araştırma ve incelemeye gerek görmeden yok etmeye çalışmalarına rağmen onun özgür düşünceleri tamamen silinip gitmiş değildir. Onun düşüncelerinden esinlendiği görülen Arap düşünürü ve şairi Ebu’l-Alâ el-Maarri’nin 1033 tarihinde özgür düşüncesi ile vedalaşma hakkında yazdığı Risaletu’l-Gufran, müslüman
inancındaki Ahiret hayatı ile ilgili karikatürleri [342] İbn’u -Ravendi’den etkilenerek yazdığına dair görüşler vardır[343]. Ebu’l-Alâ
el-Maarri’nin hiçbir dine saygı göstermediği ortadadır. O, diğer kutsal yazılara da bu gözle bakmıştır. Ebu’l-Alâ el-Maarri “el-Lüzummiyat” adlı şiir kitabında şöyle yazdı: “Dine inanmak ve
inanmamak... nesilden nesile miras şeklinde aktarılan hurafelerdir... Kur’an’ın metni dikkatle araştırılmakta... Tevrat ve İnciller de aynı şekilde[344]...
halbuki her toplumda insanların koruyup inandığı şeylerin her birinde
kendine has yanlışlıkları ve yalanı mevcuttur. Hangi toplum kendisinin doğru yolda olduğunu övünerek söyleyebilir?”.
Ebu’l-Alâ el-Maarri’nin Ehemmiyetsizliğin Ehemmiyeti ile diğer seçkin eserlerinde şöyle diyor: “Emeğin önemi, insanın kendisini üstün
dereceye çıkaran iradesi, gerçek manada şöhret olma ve yaşamın keyfini çıkarmak ( rahat bir yaşam ) için akıl ve düşünceyi övmeli, onu açığa çıkarmalıyız. Şairin dediği gibi bütün insanları kabilelerine, boylarına, milletlerine
bakmadan hepsini insan olarak değerlendirmeliyiz, hepsi de birdir demeliyiz.”
Haşimilerde övünecek kimse var mı?
Berberi soyundan çıkmış kimselere.
And olsun Halife Ali birlikte
Eşit derdim onun kulu-diğer kullara.
Ebu’l-Alâ el-Maarri, içinde yaşadığı feodal toplumun acımasız, zalim, sert, örf ve adetlerinden
nefret ediyordu. Toplumun geri kalmışlığı, ilkellikleri,
cehaleti onu aşırı derecede
etkiledi. Onun için de mistisizme, İslâm ve diğer dinlerin akımlarına, görüşlerine yol verip, cahilliğe, oburluğa, inatçılığa karşı çıktı.
Çok konuşanların heyecanları ile kavgalarını görüp,
Yatar onda bir millet kararlarını verip.
Çocukluk döneminde şiddetli hastalığa maruz kalan Ebu’l-Alâ el-Maarri sonuçta kör oldu ve ölünceye
kadar elem dolu bir hayat sürdü. Tutucuların, (onlardan biri din alimi İbnu’l- Cevzi, Ebu’l-Alâ el-Maarri
öldükten yüzyıl sonra yazdığı Karabasanın Cezası adlı eserinde, geleceğin şairini tek düzelikten ayıran akademik derecede şiir yazdı) tepkilerine, şiddetlerine bakmadan, o hayata ,
insanlığa olan sevgisini, iyimserliğini muhafaza etti. Onun yazdırdığı şiirlerinden şu mısraları okuyoruz.
İnsanı Allah balçıktan yaratmış,
Söylemeyin, onu geri balçığa saplamış.
Bu şahsiyet, dahilikle dolu, sınırsız sevgi, özgür düşünceli bir şekilde poeziya (lirik şiir) şeklinde kitap basılması mümkün olmayan dönemde bile ayakta kalmayı
başarmıştır. Bu kadar imkansızlığa rağmen, Orta çağın karanlık devresinde, onun düşmanından çok dostunun olduğu ortaya çıkmıştır. Ebu’l-Alâ el-Maarri gerçekçi ve güler yüzlü ifadeleriyle /
konuşmalarıyla her zaman dini sansürlerin
karşısında olup, onları yanıltmak için
yazılan, hafif, okunması kolay “Af hakkında” ve “Melekler hakkında” “Uyarıcı
risale” yazmıştır. Daha sonra onun kendi kendisini hakir görmek mecburiyetinde
kaldığında insanlar onu değerlendirmişlerdir. Arab yazarı ve alimi biyografik
Mu’cemu’l-Udebâ’ nın yazarı Yakut el-Hamevî (1180-1229), Ebu’l-Alâ
el-Maarri’nin vefatından duydukları hüzünden dolayı 84 şairin gazel/mersiye yazdığını ve onun defni sırasında kabri başında ( Ebu’l-Alâ el-Maarri’nin doğduğu ve öldüğü Suriye’nin küçük bir şehri olan Ennuman’a binlerce insanın akın ettiğini anlatmaktadır.) bir haftanın
içinde, Maarra’dan, Halep’ten, Tebriz’den, İsfehan’dan, Saruj’dan, Ramla’dan, Bağdat’tan, Nişabur’dan, Anbar’dan ve Endülüs’ün çeşitli şehirlerinden iki yüzün üzerindeki öğrencileri kabrini ziyarete gelerek, mezar taşına mühürlerini bastılar.
Ebu’l-Alâ el-Maarri’nin eserlerinin sadece Doğu için değil Batı için de önemi büyüktür. Mesela; onun “el-lüzumiyyat” ve diğer eserlerinde yer alan hür düşüncelerini esas alan Alman Arab araştırmacısı Avgust Ficher (18651949)
vefatından sonra neşredilen eserlerinde (Detribus İmpostoribus), Avrupalılar orta çağda henüz özgür düşünceye sahip değilken Ebu’l-Alâ el- Maarri’nin tesiriyle, özgür düşünce kıvılcımlarının Avrupa’da oluşmaya başladığını söylemiştir.
Ebu’l-Alâ el-Maarri çok çeşitli memleketlerde akademik fikir adamlarıyla sıcak ilişkilerde bulunmuş; onlarla sürekli mektuplaşmıştır. Onun bu tür şahsiyetlerle sıkı diyalog halinde olmasını A. Ficher şöyle kaleme aldı: “Onun fikirleri
Suriye’dekilerin çoğuna yeterli olduktan sonra Kuzey İtalya ile Endülüs’e de yayılması gerekti. Çünkü Doğu ile Batı arasındaki bağ güçlü idi. Eğer Papa IX. Grigori’in kararı ile üç
aldatıcı hakkında (Destribus İmpostoribus) söylenen söz, II. Frederik (1194-1250)’nin ağzından çıkmışsa, burada hayret edecek bir şey yoktur. İmparator II. Frederik, A. Ficher’in
söylediğine göre çocukluğunda Arap dilini biliyordu. Palarmo’daki
sarayında Doğuluların yeri
büyüktü. O, Mavritan müslüman bilim eğitimine önem veriyordu. Ebu’l-Alâ el-Maarri’nin fikirlerinden
haberdar olması ve esinlenmesi de mümkün idi. Bununla beraber A.Ficher’in
yazdığına baktığımızda II. Frederik özgür düşünceli bir insan olup dini inançlara da karşı idi.
Ebu’l-Alâ el-Maarri, Kur’an’ın
yaratılmaması hakkındaki akideyi tenkit etmeye çok saygı gösterdiği Arab Şairi el-Mütenebbî (915-965)’nin Şiirler Divanı’nı şerh etmeye gençlik döneminde başlamış olması mümkündür.[345] el- Mütenebbî’nin
divanında hür düşünceli sözler az değildir. Onu açıktan savunan Ebu’l-Alâ el-Maarri eserlerini “Muciz
Ahmet” diye adlandırdı. Bu eserin el yazması muhafaza edilmektedir. Şerhin bir tanesi Leningrad’daki
S.S.C.B. Bilimler akademisindeki şarkiyat enstitüsünde mevcuttur. Bu eseri kopyalayıp yazan Arab araştırıcı eserin konusunun İslâm’a uygun olmadığını, müslümanları hakir görücü olduğunu beyan ederek; eserin önemin yalnızca
adının “Ahmed” olmasıyla alakalı olduğunu söyler. Bununla bir taraftan şairin kendi adı, diğer taraftan da ismi Ahmed olan Peygamber kasdedilmektedir.(Peygamberin
ismi Kur’an’da Ahmed olarak da zikredilmiştir. 61/6.) Kur’an, Allah’ın Muhammed’e sunduğu mucizesi ise, el- Mütenebbî’nin şiirleri de onun kendi yaptığı mucizesidir[346] şeklinde açıklamaktadır. Böylece kapalı
bir türde el-Mütenebbî’yi değerlendiren, Ebu’l-Alâ el-Maarri Kur’an’ın eşsizliği hakkındaki bilginin aslı olmadığını söyledi.
Mutezilenin, Kur’an’ın yaratılmadığı hakkındaki akidenin akıldışı olduğunu delil getirmesi ve İslâm’ın kabul etmediği, İsa/İsus-kristos hakkındaki Hıristiyan akidesi ile karşılaştırmada bulunması da dikkate şayandır. Eğer bu kitap dedi mutezile, Allah sözü, Allah gibi ebedi olsa o
zaman İslâmiyet’le Hıristiyanlığın hiçbir farkı yoktur. Tanrı ile
Tevhidin önemi kalmıyor. Hıristiyanlıktaki Allah’ın oğlu yerine, Allah’ın kelamı olarak
(Kur’an) kaim oluyor.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi İslâm’ı yaymak kolay olmadı. İslâm vaz edilmeye başlandığı anda, Mekke’de Arab edebiyatlarıyla Kur’an’ı karşılaştıranlar olduğu gibi, şairler arasında ona karşı çıkanlar da bulunmaktaydı. İslâm öncesi Arab ırkçılığının (kabilecilik) manevî miraslarının ortadan kaldırılması,
hilafet askerlerinin gücü ile ortadan kaldırılan kölelik anlayışını ve bu kültüre dayalı eski örf-
adetleri ve düşünceleri kökünden
söküp atmak kolay olmamıştır. Buna delil olarak gösterilebilecek eski Arab eserleri arasında
Ebu’l-Ferec el-İsfahani
(897-967)’nin meşhur Kitabu’l- Ağani‘si vardır. O devirde Emevî’ler Hilafetinde (661-750) dine ivme
kazandırıldı diyemeyiz. Bize kadar ulaşan kaynaklara göre, Halifeler ile onlara yakın olan feodal
aristokratlar, halktan gizli olarak Kur’an’da belirtilen yasakların (2/216,
5/92-93) muhasebesini yapmadan kumar oyunlarına, eğlencelere, zevk safaya düştüler. Şarkıcıları, aktörleri çağırıp düğün yapmaya başladılar. Arapların meşhur tarihçisi, Livan’da doğup büyüyen Philip Huri Hitti (doğ.1886) şöyle diyor: “Mekke, daha çok Medine, Emevîler zamanında müzik
ve eğlencenin beşiği haline geldi. Onlar ne vakit Dımeşk/Şam’daki saraylarına varsalar, kendileriyle birlikte büyük istidada
sahip artistlerini de götürdüler. Buna karşı din bilginleri ve İslâm hukukçuları da müziği ve şarkı söylemeyi, şarap içmek ve kumar oynamakla bir tutarak günahla suç- ladılar[347].”
Bunu, yasaklanmış eğlence/mâlâyâni olarak
gösterip böyle eğlenenlerin durumunun en azgın şeytanların durumuyla aynı olduğunu beyan eden Peygamberin hadisini delil olarak gösterdiler”.
Özetle bu tür görüşe sahip olanları, derebey aristokratlar ve onlara hizmet eden
tebayla aynı kategoride değerlendirebiliriz.
Emevîlerin hilafeti memleketi ezici mahiyette idi. Emevîler
döneminde yöneticiler halka bir takım hizmetler sundular. Ancak, halife ile
etrafındaki- leri eğlendiren şarkıcılar ile müzisyenlere yasak getirildi. Onlar yöneticilerden,
din adamlarından ve fanatiklerden tamamen çekinir hale geldiler. Buna delil
olarak, İran yöneticisi Tölegen, rehin (vergi) şeklinde halifeliğe tabi olmuş ünlü şarkıcı Sa’ib Hasib’in hizmetinin sona ermesini gösterebiliriz.
Halife Ali’nin yeğeni (onu koruyan) onun yetkisini, ehliyetini, hak ve hukukunu
elinden aldı. Bir gün Sa’ib Hasib kendisini halifenin askerlerinin ortasında
buldu. Kendini tehlikeden korumak için şöyle dedi: “Ben şarkıcıyım... Dindarların ve Yezid’in emrine, ondan önce de onun
babasına hizmet ettim.” Askerler: “O zaman bir şarkı söyle” dediler. O da şarkı söylemeye başladı. Askerlerden biri ona yaklaşarak: “Allah şahit, sen güzel okudun” dedi ve kılıcıyla onun başını gövdesinden ayırdı. Bu katliam
halifeye intikal ettiğinde halife: “O, inkâr edenlerden, biz de Allah’ın himayesindeyiz,
hakikat yolundayız.”[348] dedi.
O dönemlerd' insana o kadar değer verilmemekteydi. Yukarıda zikrettiğimiz gibi başsızlığı sıradan bir asker yapmakla kalmamış, diğerleri de yapmıştır. Daha önce adı geçen Kitabu’l-Ağani’den bir misal verecek olursak;
hikaye, Medine’nin Emiri Yahya İbnu’l-Hakem hakkındadır. Bir gün evinden dışarıya çıkan Yahya İbnu’l-Hakem “el-Ahzab Mescidine gitmiş ve yerde perişan bir halde yatan kişiye bakakaldı. Yatmakta olan adam Yahya’yı
tanıyarak derhal toparlandı. Bu adam Yahya’nın dikkatini çekti ve on
dan şüphelendi. Daha sonra bu adamı almak
için kendi adamlarını gönderdi. Yahya İbnu’l-Hakemin adamları bu adamı almaya geldiklerinde birde ne
görsünler, o erkek ama kadınlar gibi giyinmiş, üzerinde rengarenk bir gömlek, saçını da kadınlar gibi taranmış ve ellerine kına yakmış. Yahya’nın yardımcıları bu adamın İbn Nugaş olduğunu söylediler. Yahya, İbn-i Nugaş’a bakarak şöyle dedi:” Ben senin Allah’ın Kitabını mükemmel okuduğunu düşünüyorum. Yüce ve Kutsal Kur’an’ın anasını oku görelim” (Kur’an’ın
1. suresi) dedi. İbn-i Nugaş şöyle cevap verdi: “ Ey bizim ahbab, eğer ben onların anasını bilmiş olsam kızlarını da bilirdim.” Yahya
hiddetlenerek haykırdı. “Sen! Kur’an’la alay mı ediyorsun, sen de ana yok
herhalde?” dedi, daha sonra da boynunun vurulmasını emretti. “Bundan sonra her
kim İbn Nugaş gibilerini tutup getirirse ona üç yüz dirhem vereceğim” şeklinde duyuruda bulundu[349].
Bu üstün hilafet yönetiminde öfkeli fanatik anlayış Kitabu’l-Ağani’de nakledildiğine göre İbn-i Nugaş öldükten sonra da korkunç rolünü oynamaya devam etti.
Takibat altında olanlar yaptıklarını gizlemeye çalıştılar, ama aktör kıyafetine alışmış insanların kıvrak zekası ile özel giysi giymelerinin ücretini alır
şeklinde bir düşünce yaygınlaşmış olsa bile bu kötü fiiliyat sürekli devam etmedi. Çoğunluk tarafından tanınan sanatçı Tuveys
ile İsa İbn Abdullah böyle oldu. Hicaz’ın emîri olan Aban, Tuveys’in şarkı söyleyip Savul eşliğinde oynadığını duyunca çok sevindi, adeta onu çocuk gibi nazladı, ona “tavus”
adını verdi. Aban, onun müslüman olduğuna, İslâmın bütün kuralları ve adetlerini yerine getirdiğine dair görüşlerini dinledi. Daha sonra Tuveys’e şöyle dedi: “Senin gibilere bağı açılmamış denir.” Tuveys: “Öyle olduğunda nasıl olur?”
“Senin bu talihsizliğin neden ileri gelmektedir?”
- “Ben, Peygamber bu dünyadan ayrıldığı gün doğmuşum. Allah onun
yolunu onarsın ve Onu sıcak karşılasın! Ben Ebu Bekir’in öldüğü gün emzikten kesilmişim. Evet Allah ondan razı olsun! Ben, Ömer öldürüldüğü gece sünnet oldum. Evet ona Huda’nın
merhameti olsun. Benim nişanlım, Osman öldürüldüğü gece bana getirildi. Evet ondan Allah razı olsun.” Sonunda Aban
şöyle dedi:
“Git be, seni yer yutmuş”.
Kitabu’l-Ağani’deki bu hikaye başka varyantlarda da anlatılmaktadır. O
hikayelerden birinde Aban Tuveysi’nen şunları sordu: “insanlar sana kâfir diyorlar”. Bunu duyan Tuveys
kelimeyi şahadet getirdi. Her halükârda da günümüzdeki
bu konuda araştırma yapan bayan,
bizim fikrimize göre el- Ağani’deki bu hikayeleri Tuveys, İslâm’a, Kur’an’a ve bütün İslâm kurallarına yabancı özgür düşünceli birinin yaklaşımı gibi olmamıştır. Dış görünüş itibariyle o, bir müslümanın yapması gereken bütün sorumlulukları
hakkıyla ifa ediyordu. Ama içinden bu yaptıklarını haklı (hukuki) görmeyebilir[350]. O dönemde
bunların siyasi çekingenliklerinin olup olmadığını bilmiyoruz. Ama biz, sanatçının, irili ufaklı dansözlerin
geneline nasıl bir gözle bakıldığını ve kendilerini onlardan nasıl üstün gördüklerini anlıyoruz.
Bununla alakalı el-Ağani’deki Bilhassa onlara yasak veya serbestlik tanınsa da sonunda
dedikodu yayılsa da, meşhur dayatmacıların kovuşturmasına uğrasa da, dinleyicilerin takdirini kazanmış şarkıcılar/sanatçılar hakkındaki
söylentiler ilginçtir.
İşte, kendisine özgürlük tanınan şarkıcı Azize el-Mayla hakkında küçük bir hikaye. Bir gün onun şarkısını dinlemeye Halife Ali’nin yeğeni Abdullah İbn-i Cafer ve Kureyş’in aristokratı, şarkıdan, türküden hoşlanan İbn-u Ebi Atik geldiler. Onlar konser verilen yere geldiklerinde
Azize’nin kapısının önünde Emîrin tellalı şarkıcıya: “Şarkı söylemeyi bırak, çünkü Medine’nin sakinleri senin hakkında bağırıp çağırıyorlar. Onlar senin için erkekler ile kadınları
dualadı/büyüledi diyorlar.” Dedi ve tehlikeyi haber verdi. Daha sonra İbn Cafer ona şöyle dedi: “Kendi efendine var git
benim şu sözümü ilet: “Sen Medine sokaklarında
ilanlar verip, Azize yüzünden hangi erkek bozulmuş veya hangi kadın çığırdan çıkmış,” sor ."Onların her birinin hallerinin bildirilmesini sana
ödev verdim.” Bunun üzerine tellal sokağa çıkıp ilan etti ama kimseyi bulamadı. İbn Cafer ile İbnu Ebî Atik Azize’ye giderek şöyle dediler. “Senin duyduğun seni korkutmasın, haydi bize şarkı söyleyiniz.” Görüldüğü üzere Hilafet döneminde müzik anlayışı kolaylıkla yerleşmiş değil. Biraz evvel izah
ettiğimiz gibi göçebe halkın ilk dönemlerindeki
ilkel şekilde müzik anlayışı, Yemen’in eski halklarının gelişmiş müziği ile Fars ve Yunan müzik kültürü gibi dört farklı kültür bir
noktada buluşup birleşmişti[351]. Bu ağır süreç Kur’an’ın toplanması ve
denetlenmesi işlemlerinin yapıldığı asırda Arab hilafetindeki serbest düşüncenin doğması ile gelişmesinin mühim taraflarını açtı. Yakın
ve Orta Doğu memleketlerindeki
içtimaî düşüncelerdeki süreçler
daha sonraki sözlü halk yapıtlarında ve doğunun büyük objektif düşünce yapıtlarında /eserlerinde bunun gibi yukarıda zikrettiğimiz Batı Avrupalı “üç aldatıcı
hakkında” antlaşmada kendini gösterdi.
Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslâmın Esaslarını oluşturanlar, aldatıcı olarak bu dinlerin Kutsal Kitapları olan Torah
(Beş kitap-Tanah) İncil ve Kur’an’ı yalan olarak göstermek
yaklaşık X. asrın sonu özellikle XI. Ve XII. asırlara
yakın bir zamanda, Orta Doğuda yaygın bir şekilde tezahür etti. Bu dönemde İran’da müslüman ortodoksluğunun içinde durağanlık oluştu. Geniş çapta yayılan Bahreyn’in Karmatileri, taraftarlarına çamur atma ve
soruşturma açma maksadıyla bu teşkilata bunun gibi eleştirilerde bulundular.
Vezir Nizamü’l-Mülk’ün yazmış olduğu idare şekli ile ilgili kitapta “Siyâset-nâme” Karmatilerin yöneticileri,
Irakta bulundukları dönemde “Tevrat, İncil ve Kur’an’ın elde bulunan bütün nüshalarını sokağa atarak, onlara hakaret etti.
Karmatilerin idarecisi Ebu Tahir şöyle dedi: “Üç adam: Bakıcı (sihirbaz) Emci (doktor) ve deve
çobanı insanlığa bölücülük (intizamsızlık,
karışıklık, anarşi) getirdiler[352]. Daha sonra, Batı
Avrupalıların araştırmalarında da “üç aldatıcı” şeklinde yazılar yazıldı. Üç aldatıcıdan Musa’nın (sihirbaz), İsa’nın (emci) ve Muhammed’in (Deve
çobanı) olduğu anlaşıldı. Elbette, Orta Asırda İranda kaleme alınan eserlerde Allah’ın
Rasulüne ayrı bir değer verildi.
Özgür düşünceye karşı mücadelede, Mu’tezilîler, başka farklı düşüncelere karşı gelişen, skolastik müslüman din bilimi-Kelam ile anlaşamayanla- rın/ona uymayanların diğer bir ifade ile, Kur’an’ın mahluk
olmadığı dogmasına karşı fikir beyan edenlerin her birinin
cezasını verdiler. İslâmda ehl-i sünnet/ortodoks istikametinde en çok ilerlemiş dini mezhebin lideri-Ebu
Hanife(v.767)’nin açıklamasına göre Kur’an, “Yaratıcının indinde yaratılmış olarak kabul edilemez.[353]” Hanefilere
göre “Her kim Kur’an yaratılmış derse kâfir olur.” Fakat İslâm bir memleketin dini ise o memlekette kâfir sıfatını almak
kaide dışıdır.”
Kur’an’da; “Gaybın anahtarı Allah’ın yanındadır. Onları O’ndan başkası bilemez. Karada, denizde ne varsa
O bilir; Onun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş, kuru, her ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır.”(6:59) diye zikredilmiştir. Kur’an’ın sahifelerinde “bütün eşyayı anlatmaya çalışmayı, rehber olmayı, merhametli olmayı,
müslüman olan insanları ezanla davet etmeyi” hedef edindiğini görüyoruz. (6:91) Onda, “kafadan
uydurulan hikayelerin değil, o ana kadar cereyan eden olayların hakikatini anlattığını, bütün eşyayı açıklamasını” (12:11) okuyoruz.
Bunun, esasında İslâm’da genel anlamda bütün üstün meziyetler ile kabiliyetlerin
Kur’an’da mevcut onduğu; böylece Kur’an’dan başka hiçbir eserin onun kadar kıymetli olamayacağı şeklindeki kaide geliştirildi. Bu düşüncenin tesiriyle dini ilimler insanın düşüncesini ve fiiliyatını değersiz kılmaya, İlim ve teknikten üstün tutmaya çalışma gayretleri olmuştur. Mesela; Bediu’z-Zaman
el-Hamadani’nin (ö.O 007-1008) şöyle bir sözü var:
“Kur’an’ı incelemeye başla; daha sonra tefsire geç, böylece Allah sana yardımcı olacaktır.
Bu yerde benim sana vermiş olduğum tavsiyem dışındaki kitaplara nazarını çevirme. Çünkü başka tarafa yönelmen vaktini öldürür.
Çünkü Kur’an’da gösterilmeyen hiçbir azap korkunç değildir.”
Bu durum İslâmî ilimlerin kaynak yapıtlarında bulunmaktadır. “Kur’an, eğer tamamen şüpheler ifade etse de müslümanın ondaki
hataları cezalandırma hakkı yoktur.” Bununla alakalı (Cikagoda 1946 ve 1947
yılları gün yüzüne çıkan) Orta Çağda İslâm adlı eserde zikredilen, Avusturalyalı araştırmacı X. Gotşalk’ın zıt fikrini kabul etmemek elde
değil. X. Gotşalk “İslâm çemberinde Kur’an’ı tenkid mümkün değil[354],” şeklinde yazdı. Mısır’ın meşhur alim ve yazarlarından Taha Hüseyin
(1889-1973) 1926 yılı eski Arab şiiri hakkındaki kitabında Fi’ş-Şi’ri’l-Cahilî Kur’an’ın gökten gönderilen Allah’ın ayan (bilgi)ları” şeklinde değil, Arab Muhammedin eseri şeklinde baktığını, ilmî kaynaklara dayanarak, İbrahim ve İsmail’in yaşadıklarına şüphe ettiğini söylediği anda, o dönemde İslâm desturunu muhafaza edenler onun eserlerine basım yasağı koydular, eserlerini yerden yere vurdu-
lar[355]. Taha
Hüseyin’in bir hayli çekingen tavırla kaleme alınan rasyonalist eleştiri kitabı, dini yıkmayı hedefleyen
“Dinsizliğin direklerinin biri” şeklinde tanıtıldı.
Taha Hüseyin, ilim ve edebiyat sahasında tarafları arasında en
iyisi olarak kabul edilip, hak ettiği değeri alana kadar aradan bir hayli zaman geçti. 1914 yılında, O
kendisinin değer verdiği saygı duyduğu sevgili şairi, Ebu’l- Alâ el-Maarri hakkında tez
savundu. Bu, bütün Arab dünyasındaki ilk doktora tezidir[356]. 1973 yılı Ekim ayında
ölmeden az önce Taha Hüseyin “insan haklarını koruduğu için Birleşmiş Milletler Teşkilatının (Unesco)” ödülüne sahip oldu. O, günümüzde Mısırlı bir
biyografi yazarının dediği gibi, tüm hayatı boyunca XX. asırdaki (bulunduğu zamanın) Doğu ile Batıda önceki dusturların büyük
uyuşmazlıklarını dikkate alarak, onların
bütün insanlık medeniyetinin bütününün parçaları olduğunu kendi tecrübesiyle kavramıştır. Yine onun ifadesiyle Taha Hüseyin,
Doğu ile Batı medeniyetinin ebedî ihtilafı
hakkındaki mitolojinin tamamen ortadan kalkmasına yardım etti.[357]”
Elbette, şu anki sosyal hayattaki değişikliklerin tesiriyle
dini akidelerle örf ve âdetleri yeniden toplumun durumuna göre ele almak
gerekir. Bununla beraber İslâmı siyasî hayatta kullanma teşebbüsüne girenlerin olduğunu görmek mümkündür. Elbette ki bu manzara her defasında bulunduğu memleketin kesin tarihî yapısına bağlı olarak çok çeşitli durumlar arz eder.
23 Hatîb el-Bağdâdî, Tarihu Bağdat, XIII/390-391.
[2]
Vahhabilikle ilgili olarak bkz.: Fazlurrahman, İslam, Çev.: M. Dağ-M. Aydın, Fakülteler
Matbaası, İstanbul,
1981, s. 243-266.
[3]
T. Kur’an, “The Genesis of Islamic Economics: A Chapter in the Politics of
Muslim Idendity”, Social Research, Vol.: 64, No: 2, New York, 1997,
s. 301-338.
[4]
J. O. Voll, Islam, Continuity and Change in The Modern World, Longman,
London, 1982, s. 46-47.
[5]
Ş.Mardin, Türkiyede
Toplum ve Siyaset, İletişim yay., İstanbul 1990, s. 11-112.
[6]
H. İnalcık,
"Kültür Etkileşimi,
Küreselleşme", Doğu-Batı, Yıl 5, S: 18,
2002, s. 115.
[7] H. Fattah, "Wahhabi Influences, Salafi Responses",
Journal of Islamic Studies, Vol: 14, No: 2, 2003, s. 127-129.
[8]
Aziz al-Azmeh, İslamlar
ve Moderniteler, Çev: E. Gen, İletişim Yay., İstanbul 2003, s. 231.
[9] Vahhabiliğin doğuşu ve gelişmesi için bkz: Voll, Islam,
Continuity and Change in The Modern World, s. 59-62.
[10] Hadis ve yorumu için bkz.: M. Sedgwick, "Saudi
Sufis: Compromise in the Hijaz 1925-40", Die Welt Des Islams,
Vol.: 37, No: 3, 1997, s. 352.
[11] Kutsal toplum ve seküler toplum ayrımı için bkz.: G.
Vernon, Sociology of Religion, McGraw-Hill Book Company, s. 202-205.
[12]
Sedgwick, "Saudi Sufis: Compromise in the Hijaz 1925-40", s.
352.
[13]
Ş. Turak, Türk Kültür
Tarihi, Bilgi Yay., Ankara, 2000, s. 164-165.
[14]
Aziz al-Azmeh, İslamlar
ve Moderniteler, s. 237.
[15] J. Malone, “The Anti-Wahhabi Reaction in Nineteenth
Century in Afganishtan”, The Muslim World, Vol.: 85, No: 1-2, 1995,
s. 32.
[16] J. Nevo, “Religion and National Identity in Saudi Arabia”,
Middle Eastern Studies, Vol.: 34, 1998, s. 37.
[17]
Vahhabiliğin
tarihçesi hakkında bkz.: E. R. Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri,
Selçuk Yayınları, İstanbul,
1990, s. 96-100.
[18]
Nevo, “Religion and National Identity in Saudi Arabia”, s. 36.
[19]
Aziz al-Azmeh, İslamlar
ve Moderniteler, s. 230.
[20]
Sedgwick, "Saudi Sufis: Compromise in the Hijaz 1925-40", s.
360.
[21]
Malone, “The Anti-Wahhabi Reaction in Nineteenth Century in Afganishtan”,
s. 32-33.
[22]
Nevo, “Religion and National Identity in Saudi Arabia”, s. 45.
[23]
D. Pryce, “The Prophets’ Followers and Their Different Paths”, Wall
Street Journal, New York, Oct.
17, 2002,
s. 6.
[24]
Sedgwick, "Saudi Sufis: Compromise in the Hijaz 1925-40", s.
355.
[25] J. Kostiner, “Sa’udi Arabia’s Teritorial Expansion”,
Die Welt des Islam, 33 (1993), E.J.Brill, Leiden, s. 225.
[26]
Kostiner, “Sa’udi Arabia’s Territorial Expansion”, s. 225.
[27] Kabe baskını ile ilgili bkz: J. Kechichian, “İslamic Revivalism and
Change in Saudi Arabia”, The Muslim
World, Vol: 80, No: 1, January 1990.
[28]
H.A.R. Gibb, Modern Trends in Islam, University of Chicago Press,
Chicago, 1947, s. 106
[29] S. Schwartz, “North of The Border”, The Weekly
Standard, Washington, May 5, 2003, Vol.: 8, Iss. 33, s. 12.
[30]
İnalcık, Kültür Etkileşimi-Küreselleşme, s. 96, 97, 126.
[31]
F. Zakaria, “The Allies Who Made Over Foes”, Newsweek, New York,
Oct. 1, 2001.
[32]
M. Haralambos-M. Holborn, Sociology, Collins Educational, London, 1997,
s. 889-890.
[33]
Schwartz, “North of The Border”, s. 12-13.
[34] J. Goldberg, “The Holy War: The Never Ending Jihad”
Rolling Stone, New York: Oct. 25, 2001, Iss.880, s. 104.
[35]
Zakaria, Newsweek, Oct. 1, 2001.
[36]
R.Hunt, “Islam in Austuria”, The Muslim World, Vol. 92, Spring
2002, p. 118.
[37]
Aziz al-Azmeh, İslamlar
ve Moderniteler, s. 237.
[38] KSÜ İlahiyat
Fakültesi, İslam
Hukuku Anabilim Dalı, nurikahveci@yahoo.com
[39]
Dönmezer, Sulhi-Erman, Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1987, II/601
[40]
Dönmezer-Erman, II/602
[41] el-Maverdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, el-Ahkamu’s-Sultaniyye
ve’l-Vilayetü’d-Diniyye, Beyrut, 1985, 16
[42] Maverdî, 275; el-Kasanî, Alauddin Ebu Bekr b. Mes’ud, Kitabu
Bedai’i’s-Sanai’ fî Tertîbi’ş-Şerai’, Beyrut, 1986, VII/5
[43]
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul,
tsz., III/257.
[44]
Bardakoğlu,
Ali, “Ceza”, DİA,
İstanbul, 1993, VII/473.
[45]
Kasanî, VII/ 57; Akşit,
M. Cevat, İslam
Ceza Hukuku ve İnsani
Esasları, İstanbul, t.siz, 35; Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul,
1987, III/122; Zeydan, Abdulkerim, İslam Hukukuna Giriş (Çev.: Ali Şafak), İstanbul, 1985, 586
[46]
İsra 17/33
[47]
Ğaşiye 88/22
[48]
Kâf 50/45
[49]
Enbiyâ 21/107
[50]
el-Buharî Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, İstanbul, tsz., “Meğazi”, 32
[51]
Buharî, “Cihad”, 3; Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistanî, es-Sünen, Beyrut, 1988, “Hudud”, 1
[52] el-Gazalî, Ebu Hamid b. Muhammed el-Mustasfa min İlmi’l-Usûl, Mısır, h. 1322, I/287; eş-Şâtibi,
Ebu İshak
İbrahim b. Musa, el-Muvafakat
li Usûli’ş-Şeri’a, Beyrut, tsz., II/331
[53]
Erdem, Hüsamettin, Din-Felsefe Münasebeti, Konya, 1997, 170
[54]
Zeydan, 587
[55]
es-Serahsî, Şemsu’l-Eimme
Ebu Bekr Muhammed b. Ebi Sehl, Kitabu’l-Mebsût, Beyrut, 1986, X/110;
el-Kasanî, VII/33; İbn
Humam, Kemalüddin Muhammed b. Abdilvahid es-Sivasî, Şerhu Fethi’l-Kadir, Beyrut, tsz., V/211; Damad Efendi, Abdullah b. Muhammed
b. Süleyman, Mecmau’l-Enhur fî Şerhi Multeka’l-Ebhûr,
Beyrut, tsz., II/584; İbn
Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetü Reddi’l-Muhtar, İstanbul, 1984, V/3; Udeh,
Abdulkadir, et-Teşrîu’l-Cinaiyyi’l-İslamî Mukarinen
bi’l-Kanuni’l-Vad’i, Kahire, tsz., I/ 616
[56]
Dönmezer-Erman, II/603
[57]
Dönmezer-Erman, II/604
[58]
Nur 24/2
[59]
Erem, Faruk, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 1974, II/155
[60]
Maverdî, 276
[61]
Bardakoğlu,
Ali, “Had”, DİA, İstanbul, 1996, XIV/549.
[62]
Hucurât, 49/9
[63]
el-Cassâs, Ebu Bekr Almed b. Ali er-Razî, Ahkamu’l-Kur’an, Beyrut, 1985,
V/ 282, vd.
[64]
Bilmen, III/411; Şafak,
Ali, “Bağy”, DİA, İstanbul, 1991, IV/451.
[65]
el-Mavsılî, Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyar li
Ta’lîli’l-Muhtar, İstanbul, 1984, IV/151
[66]
Serahsî, X/126; Cassâs, V/283 vd; Kasanî, VII/140 vd.
[67]
Maide 5/33-34
[68]
Dağcı,
Şamil, İslam Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara, 1999, 86.
[69]
Bakara 2/179
[70]
Serahsî, Mebsut, XXVI/60; es-Sabunî, Muhammed Ali, Revai’u’l-Beyan
Tefsiru Ayâti’l-Ahkam mine’l- Kur’an, Mekke, tsz., I/171; Yazır, Muhammed
Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, tsz., I/609
[71]
Nisa 4/29
[72]
Ahmed b. Hambel, el-Müsned, Beyrut, tsz., III/313, 480, IV/86
[73]
Maide 5/38
[74]
Bilmen, III/ 202.
[75]
Nur 24/2
[76]
Udeh, I/704
[77]
Kasanî, VII/60, 61; Yazır, V/3473
[78]
Zeydan, 588
[79]
Maide, 5/38-39
[80]
Yazır, III/1676-1677
[81]
Mavsılî, IV/110
[82]
Bakara 2/30
[83]
İsra 17/70
[84]
Tîn 95/4
[85]
Nisa 4/92
[86]
Mücadele 58/4
[87]
Maide 5/89
[88] Maverdî, 293; Ebu Ya’la, Muhammed b. Huseyn el-Ferrâ, el-Ahkâmu’s-Sultaniyye,
Beyrut, 1983, 295; İbn Humam, V/ 211; Zeydan, 089; Dönmezer-Erman, II/604
[89]
Dönmezer-Erman,4II/ 604
[90]
Erem, II/157
[91]
Zeydan, 589
[92]
Maverdî, 293; Kasanî, VII/60, 61; İbn Hümam, V/211; Udeh, I/ 609
[93]
Zeydan, 589
[94]
Dönmezer-Erman, II/605
[95]
Maverdî, 221
[96]
Serahsî, IX/79; XXIV/35, 36; Kasanî, VII/39, 64
[97]
Bakara 2/237; Al-i İmran
3/134; Maide 5/45; A’raf 7/199; İsra 17/33; Şûra 42/40
[98]
İbn Mace, Ebu Abdillah
Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, es-Sünen, Beyrut, 1975, Hudûd, 5
[99]
Ebu Yusuf, Yakub b. İbrahim,
Kitabu’l-Harac, Kahire, 1972, 152
[100]KSÜ İlahiyat Fakültesi, Dinler
Tarihi Anabilim Dalı, hamzakaraoglan@hotmail.com
[101] Abdulkadir, İnan,
Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, Ankara,
1995, s. 185.
[102] Bilindiği
gibi sarı, kırmızı ve yeşil
renkleri Türklerin çok eskiden beri severek giydikleri ve kullandıkları ana
renklerdendir. Geniş bilgi
için bkz. Reşat
Genç, Türk İnanışları ile Milli
Geleneklerinde Renkler ve Sarı Kırmızı Yeşil, Ankara, 1999.
[103] Anadolu’da Sünnî ya da Alevi olsun bütün Türk köylerinde mezarlara karşı büyük bir ihtimam
gösterilir. Bu ise Türklerdeki atalar kültü ile doğrudan alakalıdır. Nitekim,
Altaylıların da ölülerini çok zaman “dağ üzerindeki gizli yüksek yerlerde toprağa gömdükleri, ölünün tam
giyinmiş vaziyette
mezara konulduğu
ve yol için bir torba yiyecek yerleştirildiği ve zenginlerle birlikte binek atının da gömüldüğü belirtilmiştir.” Wilhelm, Radloff, Sibirya’dan
II, Çev. Ahmet Temir, İstanbul,
1994, s.78.
[104] Telkinin uygulanmasında başlangıç ve bitiş cümleleri hariç, diğer sözler Sünnilewde olduğu gibidir. Telkine başlarken: “Bismillah ve Bism-i Şah...”, bitişte de: “İmamım Şah-ı
Velayet Aliyyel Mürteza’dır” derler.
[105] İbn
Fazlan, Seyahatnâme, (Çev.: Ramazan Şeşen),
İstanbul, 1995, s.136.
[106] Jean-Paul Roux, Altay Türklerinde Ölüm, Çev. A.Kazancıgil, İstanbul. 1999, s. 292-293.
[107] Roux, a.g.e., s. 173.
[108] Ünver Günay-Harun Güngör, Türk Din Tarihi, Kayseri 1998, s. 85.
[109] Anadolu da ruh ve ruh etrafında oluşturulan çeşitli inanmalar için bkz.
Sedat ÖRNEK, Anadolu Folklorunda Ölüm, Ankara 1971, s. 61-64)
[110] Mircea Eliade, Şamanizm, (Çev. İsmet Birkan), Ankara, 1999, s. 240.
[111] Kelime soran, sual eden dilenen, akıcı akan anlamlarına
gelmektedir. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara,
1990, s. 1096.
[112] Nikolayeviç Gumilev, Eski Türkler, Çev. D.Ahsen Batur, İstanbul, 2002, s. 395; L.
Lıgetl, Bilinmeyen İç
Asya, Çev. Sadrettin Karatay, Ankara,
1986, s. 205; Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara, 1994,
s.12; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri,
İstanbul, 1986, s. 20.
[113] Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul, 1993, II/177.
[114] Ağıtçı
kadınların Türk inanç dünyasında, yas merasimlerinde önemli bir yer tuttukları
ve menşelerinin
yuğ törenlerine
kadar uzandığı
belirtilmiştir.
Yaşar
Kalafat, Kuzey Afganistan Türkleri (Özbekler, Türkmenler, Hazarlar, Afşarlar, Kazaklar) ve Karşılaştırmalı Halk İnançları, İstanbul, 1994, s. 52.
[115] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara, 1994, s. 130-131; İnan, a.g.e., s.
196.
[116]Aynı uygulamanın, Afganistan Kazak Türkleri arasında da yaşatıldığını görüyoruz. A.Şekür Turan, “Afganistan
Kazak Türkleri’nde Ölü Gömme Adetleri”, Türk Folklorundan Derlemeler,
1986/1, Ankara 1986, s. 309.
[117] Radloff, a.g.e., s. 142.
[118] Mehmet, Eröz, Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik, Ankara, 1990, s. 339-340.
[119] W.Eberhard, Çinin Şimal Komşuları (Çev. Nimet Uluğtuğ), Ankara, 1996, s. 69.
[120] İnan,
Şamanizm, s. 186.
[121] W.Barthold, Türklerde ve Moğollarda Defin Merasimi
Meselesine Dair, Çev. Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1987, s. 377.
[122] Radloff, a.g.e., II/ 142; İnan, Şamanizm, s. 189-190.
[123] Abdulkerim Rahman, “Uygurların Defin Merasimleri” III.
Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. Cilt, Gelenek
Görenek, İnançlar,
Ankara 1987, s. 313.
[124] Yaşar
Kalafat, Kuzey Azerbaycan-Doğu Anadolu ve Kuzey Irak’da Eski Türk Dini İzleri, Ankara, 1998, s. 153.
[125] Bu uygulamanın düğüm
simgeciliği
ile ilgisinin olduğunu
düşünmekteyiz.
Düğüm
simgeciliği
ile ilgili geniş bilgi
için bakınız Sedat Veyis Örnek, İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul,
1971, s. 147148
[126] İlhami
Durmuş, İskitler (Sakalar), Ankara 1993, s. 91.
[127] Hikmet Tanyu, “Hacıbektaş’da (Suluca Karahöyük) Bazı İnançlar ve Âdetler”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi
Bildirileri, IV. Cilt, Gelenek Görenek, İnançlar, Ankara, 1987, s.
383; Alevi- Bektaşilikteki
“Kırklar” motifi ve değişik anlatım biçimleri için
bk. Mehmet Eröz, Türkiyede Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, 1990, s. 223; Yusuf Ziya Yörükân, Anadolu’da
Aleviler ve Tahtacılar, Neşreden Turhan Yörükân, Ankara, 1998, s. 130-131; Rıza
Zelyurt, Özkaynaklarına Göre Alevilik,
İstanbul, 1990, s. 306.
[128] Ethem Ruhi Fığlalı,
Türkiye’de Alevilik-Bektaişlik, Ankara, 1991, s.
248
[129] Abdulkerim Rahman, Uygur Folkloru, (Çev. Soner Yalçın-Erkin
Emet), Ankara, 1996, s. 160.
[130] İnan,
Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1987, s. 238-240, Muharrem Ergin, a.g.e.,
s. 73-251.
[131] Bahaddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1998, I/501
vd.; Naciye Yıldız, Manas Destanı (W.Radloff) ve Kırgız Kültürü İle İlgili Tespit ve
Tahliller, Ankara, 1995, s. 449-451.
[132] İnan,
Şamanizm, s. 190.
[133] Radloff, a.g.e., s. 273-278.
[134] Halife Altay, Anayurttan Anadolu’ya, Ankara, 1981, s. 202-203.
[135] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev.
E.Kuşdil,
2. baskı, İstanbul,
Ayrıntı Yay., 1998, s. 170
[136] Bkz. Hüsnü E. Bodur, “Küreselleşmenin Sosyal ve Kültürel Boyutu”, Başbakanlık
Devlet Planlama Teşkilatı
Müsteşarlığı Avrupa ile İlişkiler Genel Müdürlüğü tarafından VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı
hazırlıkları çerçevesinde kurulmuş bulunan Küreselleşme Özel İhtisas Komisyonu Sosyal ve Kültürel Küreselleşme Alt Komisyonuna sunulan
rapor, Ankara, 2000.
[137] John J. Macionis, Sociology, 4th edition, New Jersey,
Printice-Hall, 1993, s. 292-3
[138] Küreselleşmenin
taşıdığı iç sakıncalar için bkz.
Nusret Ekin, Küreselleşme ve Gümrük Birliği, İstanbul, İTO Yay., 1999, s. 59-62;
Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, çev. A.Çaksu, 2.
baskı, İstanbul,
Küre Yay., 2002, s. vııı-x
[139] Ekin, a.g.e., s. 59
[140] Stephen Kinzer, Crescent & Star: Turkey Between Two Worlds,
New York, Farrar, Straus & Giroux, 2001. Türk modeli ile ilgili yapılan
toplantılardan bir kaçı şunlardır:
4 Mart 2002 tarihinde American Council for the Study of Islamic Societies
(ACSIS) tarafından Washington’da düzenlenen “Islam, 9/11, and National
Security” adlı konferans; 4-6 Mart 2002 tarihleri arasında Pacatello
(Idago) kasabasında düzenlenen “11 Eylül, Dini Radiklizm ve Amerikan Savunma
Hattı” toplantısı; ARI Vakfı ile Herita.g.e Vakfı tarafından 7 Mart
2002 tarihinde Washington’da düzenlenen “The Turkish Model in The
Intellectual War Against Terrorism” adlı sempozyum; ARI Vakfı tarafından
Washington’da düzenlenen “Turkey’s Emerging Role in The New War Against
Terrorism” adlı panel; 28-31 Mart 2002 tarihleri arasında Kanada’nın başkenti Ottowa’da Carleton
Üniversitesi tarafından düzenlenen “Türk Modeli” konferansı.
[141] Paul Wolfowitz’in 9 Mart 2002 Cumartesi günü Virginia’nın McLean şehrinde yapmış olduğu konuşma metni için bkz. (http://www.defenselink.mil/speeches/2002/s20020309-depsecdef.html); Paul Wolfowitz’in 17 Temmuz 2002 Çarşamba günü Türk
gazetecilerle (Sami Kohen Milliyet, Leyla Tavşanoğlu
Cumhuriyet, Ekrem Dumanlı Zaman) yapmış olduğu
görüşme
metni için bkz. (http://www. defenselink.mil/news) [02 Aralık 2002]
[142] Bkz. Daniel Pipes, “The Turkish Model in The Intellectual War Against
Terrorism”, ARI Vakfı ile Herita.g.e Vakfı tarafından 7 Mart 2002
tarihinde düzenlenen sempozyum, Washington, 2002; Antony Blinken ve Steve
Rosen, “Turkey’s Emerging Role in The New War Against Terrorism”, ARI Vakfı
tarafından düzenlenen panel, Washington, 2002 (http://www.ari-us.org/press.htm#2) [02 Aralık 2002]
[143] Bu tartışmalardan
bir kısmı şunlardır:
Mustafa Erdoğan,
“Gerçekten Bir ‘Türkiye Modeli’ Var mı?”, Zaman, 02 Ocak 2002;
Gila Benmayor, “Türk modelinin ilk adayı
İran”,
Hürriyet Pazar, 3 Mart 2002; Taha Akyol, “Türkiye ve İran”, Milliyet, 05 Mart 2002; M. Hakan Yavuz, “Türkiye İslamı (Turkish Islam)
Çözüm mü?”, Zaman, 07 Mart 2002; M.
Hakan Yavuz, “Kanada’da ‘Türk Modeli’ Tartışması”, Zaman, 11 Nisan 2002; Ali Bulaç, “Türk Modeli”,
Zaman, 07 Kasım 2001; İbrahim Öz- demir, “Türkiye Model Olabilir mi?”,
Zaman, 24 Mayıs 2002
[144] Bu tartışmalar,
özellikle kavramsal açıdan oldukça yararlı olmuştur. “Türk İslamı” kavramı akademisyenler tarafından tarihî,
sosyolojik ve dinî açıdan yeterli bulunmamış; daha kapsayıcı, kucaklayıcı olduğu gerekçesiyle Nur Vergin
tarafından ileri sürülen “Türkiye Müslümanlığı” kavramı da kabul görmemiştir. Neticede kavram üzerindeki tartışmalar “Türk Müslümanlığı” şeklinde hem dini hem
bilimsel bir orta yola taşınmıştır. Bkz. Nur Vergin, Türkiye’ye
Tanık Olmak, Sabah Yay., İstanbul, 1998, s. 7072; A.Yaşar Ocak, “Küreselleşme Karşısında İslam Yahut İslam’ı Bugüne ve Geleceğe Taşımak”, Türkiye
Günlüğü, S. 51, Yaz 1998, s. 5-12; “Türk Müslümanlığı: Çözüm Bekleyen
Tarihsel ve Aktüel Bir Kimlik Problemi”, Türkiye
Günlüğü, S. 33, Mart-Nisan 1995, s.34-40; “İslam Dini ve Türk Müslümanlığı”, Türk Ocakları Merkez Heyeti tarafından hazırlanan
bildiri, Türk Yurdu, C. 18, S. 127-128, Mart-Nisan 1998, s. 9-12; İsmail Onarlı, “Bir
Kavram Kargaşası:
‘Türk İslamı’
mı-‘Türkiye/Anadolu Müslümanlığı’ mı?”, Kervan,
S. 71, Aralık 1998; M. Ali Kirman, “Türk Müslümanlığının Sosyolojik İmkanı”, Türk Ocakları Kahramanmaraş
Şubesi tarafından 19 Ocak 1998 tarihinde düzenlenen
“Türk Müslümanlığı
Tartışmaları” adlı panelde sunulan tebliğ, 1998; Mehmet S. Aydın “Türk Müslümanlığı Üzerine Bazı Düşünceler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C. XL, 1999, s. 445-9.
[145] Louay M. Safi, “US Foreign Policy and National Security”, 4 Mart
2002 tarihinde American Council for the Study of Islamic Societies (ACSIS)
tarafından Washington’da düzenlenen “Islam, 9/11, and Na- tional Security”
adlı konferansa sunulan tebliğ, (http://home.att.net/~louaysafi/) [02 Aralık 2002]
[146] Bernard Lewis, Francis Fukuyama ve Olivier Roy’la yapılan görüşmeler için bkz. Gila
Benmayor, “Türk Modelinin İlk Adayı İran”, Hürriyet
Pazar, 3 Mart 2002; Sami Zubaida, “Turkish Islam and National Identity”
Middle East Report, April-June 1996, s.10-15; Christine Schirrmacher, “Islam:
Religion of Violence or Peace? Reflections concerning the events of September
11th, 2001” (http://www.visi.com/~contra_m) [02 Aralık 2002]
[147] William Cantwel Smith, Islam in Modern History, 4th
edition, 1957, s. 166-7, 304-5’ten Mehmet S. Aydın, “Türkiye Model Ülke mi?”,
Zaman, 25 Mart 2002, s. 12
[148] Fazlur Rahman, İslam, çev. M.Dağ, M.Aydın, 3.b., İstanbul, Selçuk Yay., 1993, s. Xxxxvı
[149] Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul, İnsan Yay., 1998, s. 515-556
[150] Günay, a.g.e., s. 520-1. Benzer tespitler için bkz. A.Yaşar Ocak, “Değişen Dünyada İslam’ın Batıya Dönük
Yüzü: Günümüz Türkiye Müslümanlığına Genel Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, S. 35, Temmuz- Ağustos 1995, s. 89-94
[151] Özellikle İslam
dini ile ilgili olarak yapılan sosyolojik analizlerde sık kullanılan bir araç
olarak resmi, kitabi din ve halk dindarlığı ayrımı için bkz. Jacques Waardenburg, “Official and
Popular Religion in Islam”, Social Compass, Vol. XXV, No. 3-4, 1978,
s. 315-341
[152] Nur Vergin, Türkiye’ye Tanık Olmak, İstanbul, Sabah Yay.,
1998, s. 71-2
[153] Bkz. Christine Schirrmacher, “Islam: Religion of
Violence or Peace? Reflections concerning the events of September 11th,
2001” (http://www.visi.com/~contra_m/) [02
Aralık 2002]
[154] Bkz. M. Hakan Yavuz, “Türkiye İslamı (Turkish Islam) Çözüm mü?”, Zaman, 07 Mart 2002, s. 14
[155] Bkz. Nur Yalman, “Religion and Modernization in Islam”,
(http://www.transnational.org) [12 Aralık
2002]
[156] Bkz. Vahid Isabeigi, “Turkish Model Not for Iran”, Iran Today,
01 Temmuz 2002, (http://www.irantoday./opinion.html) [02 Aralık 2002]
[157] Gila Benmayor, “Türk Modelinin
İlk Adayı
İran”,
Hürriyet Pazar, 3 Mart 2002
[158] Ilene R. Prusher, “A Turkish Path for Pakistan?”, The
Christian Science Monitor, 24 Ocak 2002, (http://www.csmonitor.com) [02 Aralık 2002]
[159] Jamaat el-İslami Pakistan, “Islam and the New World Order”, (http://www.jamaat.org) [02 Aralık 2002]
[160] Bkz. Gila Benmayor, “Türk Modelinin İlk Adayı İran”, Hürriyet Pazar, 3 Mart 2008
[161] Mehmet Özay, “İslam’ın
Modernleşmesi
‘Türkiye Modeli”, çev. Ş.Durgun, Bilgi ve
Hikmet, Güz 1994, Sayı 8, s. 109
[162] Bunun en canlı örneklerinden biri İspanya’dan sürülen Yahudilere kucak açmalarıdır. Yahudiler
bu olayın anısına 500. Yıl Kutlamaları düzenlemişlerdir. Bkz. Burçin Erol (ed.), Musevilerle 500. Yıl,
Ankara, Turizm Bakanlığı
Yay., 1992
[163] Bkz. Marsi Atallah, “Türklere Elimizi Uzatmalıyız”,
al-Ahram, Mısır, 21 Kasım 2002, (http://web2.ahram.org.eg/arab/ahram/2002/11/21) [12 Aralık 2002]
[164] Bkz. İdris
Bal, “The Turkish Model and The Turkic Rebuplics”, Journal of
International Affairs, September-November 1998, Vol. III, No. 3, (http://www.mfa.gov.tr) [20 Kasım 2002]
[165] Kenneth R. Timmerman, “Turkey’s Secular Model”, Wall Street
Journal-Europa, 24 Nisan 1996, (http://www.iran.org) [05 Aralık
2002].
[166] Vahid Isabeigi, “ Turkish Model Not for Iran ”, Iran Today,
01 Temmuz 2002
[167] Bu konuda yapılmış denemeler
için bkz. A.Yaşar
Ocak, “Küreselleşme
Karşısında İslam Yahut İslam’ı Bugüne ve
Geleceğe
Taşımak”, Türkiye Günlüğü, S. 51, Yaz 1998, s.
5-12; “Değişen Dünyada İslam’ın Batıya Dönük
Yüzü: Günümüz Türkiye Müslümanlığına Genel Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, S. 35, Temmuz-Ağustos 1995, s.89-94;
Mehmet S. Aydın “Türk Müslümanlığı Üzerine Bazı Düşünceler”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. XL, 1999, s. 445-9;
“Türkiye Model Ülke mi?”, Zaman, 25 Mart 2002, s. 12
[168] Bkz. Andrew Mango, “The Turkish Model”, Middle Eastern
Studies, Vol. 29, No. 4, 1993, s. 726-757
35 DPT, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005), Ankara, 2000, s. 1-2
[169] KTÜ Rize İlahiyat Fakültesi Hadis
Anlbilim Dalı
[170] Malik, Muvatta, Akdiye, 15; Tirm}zî, Diyât, 10;
ayrıca bkz. İbn Hibbân, el-İhsân fi takrîbi Sahîhi İbn
Hibbân, (trt. Ali b. Balaban
el-Farisî-thk. Şuayb el-Arnavud), Beyrut, 1991, X, 327; İbn
Ebi Şeybe,
el- Musannef, (thk. Said Mahmud el-Lahhan), Beyrut, 1989, VII, 585, 587;
Taberanî, el-Mu’cemu’l-kebîr,, (thk. Hamdi Abdulmecid es-Selefî), bs. y.
1986, X, 272; a. mlf. el-Mu’cemu’l-evsât, (thk. Mahmud et- Tahhan),
Riyad, 1995, IX, 283. Heysemî, burada Ebu Hureyre’den nakledilen hadîsin
isnadının hasen olduğunu belirtmiştir. Bkz. Mecmeu’z-zevâid, (thk. Mahmud et-Tahhan),
Riyad, 1995, VI, 261); X, 107. Heysemî, ayrıca Hz. Aişe’den
nakledilen hadîsin isnadının zayıf olduğunu kaydetmiştir.
Bkz. Mecmeu’z-zevâid, VI, 261; Hakim en-Neysaburî, el-Müstedrek,
(Mustafa Abdulkadir Ata), Beyrut, 1990, III, 620 Hakim, burada İbn
Abbas’tan nakledilen rivayetin Buharî şartına göre sahih olduğunu
belirtmiş,
Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[171] “Dinini değiştireni öldürünüz” hadîsi “Müslüman bir kimsenin kanı ancak
üç şeyden
dolayı helal olur: Evli iken zinadan, adam öldürmekten ve dinini terkedip
cemaatten ayrılandan” (Buharî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25) hadîsiyle
birlikte düşünülmelidir. Burada sırf din değiştirmeye
değil,
cemaatten ayrılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada
sırf dinî bir olgu değildir. Sosyal ve siyasî bir olgudur. Bu konuyu ele alan
Ahmed Ebu Süleyman’ın yaklaşımı din değiştirme meselesinin zaman-mekan boyutunu açıklar
mahcyettedir. Şöyle der: “İrtidat konusunun zaman-mekan unsuru, bazı yahudi grupların
irtidat taktiğini (yani önce müslüman olmuş görünüp sonra onu topluca
terketme) kullanarak genç müslüman cemaat arasında anarşi
ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıkları bir komployla ilgilidlr. Bu
komplo ile umulan sonuçların Kur’an’da anlatıldığı ayetler kayda değerdir:
‘Kitap ehlinden bazıları şöyle dedi: İnananlara indirilene günün başında inanın. Sonunda inkar
edin ki, belki dönerler...’. (Al-i İmran, 72) İrtidat
konuvunda ilk İslamî tavır, gördüğümüz gibi din ve vicdan özgürlüğünü
değil,
müslümanlaştırma
siyasetini bedevi kabilelere uygulamayı ve komployu boşa
çıkarmayı hedef alıyordu...Geleneksel İslam siyasî düşüncesindeki
inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklığı,
Hz. Peygamber’in vahşi Arap kabilelerini müslümanlaştırma
siyasetinin ardındaki esas sebepleri İslam düşünürlerinin
anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler olayın cezaî yönünü ve Hz. Peygamber irtidatı
kınadığında
ilk müslümanların karşı karşıya bulundukları güvenlik ihtiyacını farkedememişlerdir...İlk
halife Hz. Ebu Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının bir din ve vicdan özgürlüğü
uygulaması ile alakası yoktu. Olay kısıtlamalar getiren siyasi ve sosyal
otoriteye karşı her zamanki bedevi tepkisinden ibaretti. Bu, Hz. Ebu
Bekir hükümetine zekat ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezî siyasî otoritesine
karşı
bir ayaklanmaydı”. Bkz. Ahmed Ebu Süleyman, İslam’ın Uluslar arası İlişkiler
Kuramı, (çev. Fehmi Koru), İstanbul,
1985, s. 118. Konuyla ilgili benzer görüşler için bkz. Hayrettin Karaman,
İslam’ın
Işığında
Günün Meseleleri, İstanbul,
1982, II, 775; Ahmet Yaşar, İslam Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, İstanbul, 1995, s. 96; Ali Bardakoğlu,
“Ceza”, DİA., VII, 473-474. İrtidat
hadîsini kabul edilemez olarak değerlendirenler de vardır. Bkz.
Hayri Kırbaşoğlu, “İslam’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat
Meselesi”, İslâmiyât (2002) 5: 1,
s. 125-132; bu makaleye yapılan bir eleştiri için bkz. Davud İltaş,
“Yadsınan Gelenek: ‘İslam’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat
Meselesi’ Yazısı Üzerine Eleştirel Mülahazalar”, Marife (2003= 3: 1, s. 217-229.
[172] İbnu’l-Kayyım’ın
ifadesine göre Mâlik, mürsel, munkatı’ hadîsi, belağî rivayetleri ve sahabe
sözlerini kıyasa tercih ederdi. Bkz. İ’lamu’l-muvakkiîn,
(thk. M. Mu’tasım Billah), Beyrut, 1996, I, 39. Ancak Mâlik’in hadîslere, geçmiş rivayetlere, bilgilere ve
hükümlere önem vermesi sebebiyle ehl-i hadîsten kabul edilmesi, ictihad etmediği ve re’yini kullanmadığı anlamına gelmemektedir.
Zira Mâlik’in kendine ait bir çok fetvası bulunmaktadır. Bu nedenle olacak ki İbn Kuteybe onu
“ashabu’r-re’y” içinde mütalaa etmiş (el-Ma’arif, thk. Servet Ukkaşe, el-Hey’etu’l-Mısrıyye,
1992, s. 498), İbn
Rüşd,
onun re’y ve kıyasta emiru’l-mü’minin olduğunu belirtmiştir. (Bkz. Nezir Hamdan, el-Muvattât li’l-İmam Mâlik, Dımeşk,
1992, s. 234) Belki de bu nedenle onu ehl-i hadîsin fakihleri arasında mütalaa
etmek en isabetli yoldur. Zaten ilk dönem alimleri için sadece “şu vasfa sahiptir” şeklinde hüküm vermek
oldukça zordur.
[174] Fazlur Rahman, İslâm
ve Çağdaşlık, trc: Alparslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara 1996, 21
[175] 6 En’am 133; 10 Yunus 49
[176] M.A. Ubıcını, Türkiye 1850, trc: Cemal Karaağaçlı, İstanbul ts., 120
[177] Sulhi Dönmezer, Toplum Bilim, İstanbul 1994, 11. baskı, 400
[178] Samalel P. Hungtington, vd., Siyasal Gelişme, trc: Ergun Özbudun, Ankara, 1985, 9
[179] Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul,
1977, 290
[180] Cevdet Sait, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, trc: İlhan Kutluer, İstanbul 1994, 3. baskı, 23
[181] Mehmet S. Aydın, “Süreç (Proses) Felsefesi Işığında Tanrı-Alem İlişkisi”, AÜİFD, C. XVII, Ankara
1985, 33
[182] Dönmezer, 414
[183] Selahattin Polat, “Hz. Peygamber’in Sünneti ve Değişim”, Değişim
Sürecinde İslâm, Ankara 1997, 17
[184] Mahmut Kaya, “Değişen
Toplum ve Değişmeyen Değerler”, Sosyal Değişme
ve Dini Hayat, İstanbul 1991, 2-3
[185] Tarık Zafer Tunaya, Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1976, 3. baskı,
31; Selahattin
Ertürk, Diktacı Tutum ve
Demokrasi, Ankara 1993, 61
[186] Ertürk, 61
[187] Ertürk, 60
[188] Aydın, 38
[189] Fazlur Rahman, İslâm
ve Çağdaşlık, 21
[190] Ali Fuat Başgil,
Esas Teşkilat
Hukuku, I-II, İstanbul, 1960, I/35
[191] Sıffin harbinde Kur’ân sayfalarının mızrakların ucuna
takılması olayı... İbn
Kesîr, Ebu’l- Fidâ. el-
Bidâye ve’n-Nihâye, Büyük İslâm Tarihî I-XIV,
trc: Mehmet Keskin, İstanbul
1994-1996, VII/438 vd.
[192] Çam, 293
[193] C.Wright Mills, İktidâr
Seçkinleri, trc: Ünsal Oskay, İstanbul 1974, 12
[194] Taf. bk. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, trc: Süleyman Ateş, Ankara tsy:
[195] Erkan Perşembe, “Toplumsal Değişme
ve Din İlişkisi Üzerine”, OMÜİFD, S: 5, 1991, 175;
Hungtington, 22
[196] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul
1987, 48; Musatafa Aydın, İlk
Dönem İslâm
Toplumunun Şekillenişi, İstanbul,
1991, 26
[197] Emre Kongar, Toplumsal Değişme, İstanbul,
1995, 5. baskı, 23-24
[198] Mustafa E. Erkal, Sosyoloji, İstanbul 1991, 4. baskı, 117
[199] Hungtington, 38
[200] Mümtaz Soysal, Anayasanın Püf Noktası, Ankara 1995, 54
[201] Soysal, 92; Hamide Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi Dersleri, I-II, Ankara,
1984, II, 166
[202] Soysal, 103
[203] Perşembe,
174
[204] Perşembe,
171
[205] 5 Mâide 104; 31 Lokman 21
[206] Said Halim Paşa,
Buhranlarımız, İstanbul
1993, 2. baskı, 96; Aydın Yalçın, “Çağdaş Muhafazakârlık
ve
Siyasî İktidâr”, Sosyal ve Siyasal Teori, İstanbul, 1993, 238
[207] Fazlur Rahman, İslâm
ve Çağdaşlık, 18-19
[208] Bülent Daver, Siyaset Bilimine Giriş, Ankara, 1993, 5. baskı, 69
[209] Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, 25; Ana Hatlarıyla Kur’ân, trc: Alpaslan Açıkgenç,
Ankara 1987, 131-132
[210] 6 En’am 67; 16 Nahl 8; 55 Rahman 29
[211] Fazlur Rahman, İslâm
ve Çağdaşlık, 19
[212] Fazlur Rahman, “Kur’an’ı Yorumlama”, trc: Osman Taştan, İslâmi Araştırmalar Dergisi, sy: 5, 1987, 105
[213] Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel örneğinde olduğu gibi. Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, trc: Abdulkadir Şener, İstanbul
ts., 377-382; Ebû Hanife, trc: Osman Keskioğlu, Konya, 1981, 40-41,
62-62
[214] Abdülhamid Ebû Süleyman, Ümmet ve Uygarlık Krizi, trc: İlim Güner, İstanbul 1988, 22
[215] Fazlur Rahman, İslâm
ve Çağdaşlık, 84
[216] 5 Mâide 104; 7 A’raf 28; 10 Yunus 78; 21 Enbiya 53; 31 Lokman 21; 39
Zümer 22-23
[217] Süleyman Ateş, Yüce
Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri I-XI, İstanbul 1988-1991, IV, 264
[218] 6 En’am 90
[219] 2 Bakara 170; 5 Mâide 104; 7 A’raf 28; 10 Yunus 78; 21 Enbiya 53; 31
Lokman 21; 39 Zümer 22-23
[220] 2 Bakara 141
[221] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I-IX,
İstanbul, 1979, I, 508-511
[222] Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, İstanbul, mad., 39
[223] 5 Mâide 48
[224] Elmalılı, III, 1698
[225] Artun Ünsal, “Toplumsal Değişme
ve Hukuk”, Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, C: IV, S:
1, 1972,
114
[226] Mehmet Erdoğan,
İslâm Hukukunda Ahkâmın
Değişmesi, İstanbul
1994, 16
[227] Ünsal, 117
[228] Bahir Güneş Türközer,
Toplumsal Gerçeklik Olarak Hukuk, Ankara, 1996, 207
[229] Niyazi Öktem, Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1995, 2. baskı,
47
[230] Tunaya, 3
[231] Ali Yaşar
Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, İstanbul 1994, 2. baskı, 175
[232] Topçuoğlu,
II, 175
[233] Türközer, 210
[234] Hökelekli, Hayati, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, U.Ü.İ.F.D., Bursa-1991, C. 3,
S.3, s. 151-152
[235] Çileli, Meral, “Ölüm”, Gelişim Psikolojisi, Der.
Bekir Onur, İmge
Kitabevi, 3. Baskı, Ankara-1995, s.
247
[236] Çileli, Ölüm, s. 259-260
[237] Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, TDV Yayınları, No:116,
Ankara-1993, s. 10-18; Ayrıca psikolojik araştırmada metot ve içerik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Hyman, Ray, Psikolojik Araştırmanın Niteliği, Çev. Yılmaz
Özakpınar, Selçuk Üniversitesi Yayınları, No:85, Konya-1990, s. 1-6
[238] Zangwıll, O., L., Modern Psikolojinin Gelişimi, Çev. Yılmaz Özakpınar, Selçuk Üniversitesi Basımevi,
Konya-1988, s. 15
[239] Gürsakal, Necmi, Bilgisayar Uygulamalı İstatistik-I, Marmara Kitabevi, Bursa-1997 s. 16; İşcil, Necati, İstatistik Metotları ve
Uygulamaları, A.İ.T.İ.A. Yayınları, No:100, 7.
Baskı, Ankara-1973, s. 306326
[240] Arslantürk, Zeki, Sosyal Bilimciler İçin Araştırma Metot ve
Teknikleri, İFAV
Yayınları, No:103, 2. Baskı, İstanbul-1995, s. 64-75, 85-92; Ayrıca krş. Türkdoğan, Orhan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, MEB Yayınları, 2. Baskı, İstanbul-1995, s. 167-172
[241] Gürsakal, Bilgisayar Uygulamalı İstatistik-I, s.18-20; Topsever, Yurdal, Psikolojide Araştırma, Deney ve Analiz, Ege Üniversitesi Basımevi, E.Ü.E.F., No:60, İzmir-1991, s. 70
[242] Araştırmada
kullanılan istatistiksel teknik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. “c.b.
Verilerin Çözümü ve Yorumlanması” bölümü
[243] Araştırmaya
ilişkin
uygulanan anket, aynı anda birden çok deneklere uygulandığı için psikolojide
uygulanan testlerin sınıflandırılmasında yönetim biçimlerine göre kolektif
testler grubuna girmektedir. Bkz. pıchot, Pierre, Psikolojide Kullanılan
Testler, Çev. Ebru Erbaş, Cep Üniversitesi, İletişim
Yayınları, İstanbul-1993,
s. 13-14
[244] Gürsakal, Bilgisayar Uygulamalı
İstatistik-I, s. 31-32
[245] Ampirik araştırmalarda
kullanılan veri editörlerinden biri olan SPSS programı hakkında geniş bilgi için bkz. GÜRSAKAL,
a.g.e., s. 46-69
[246] Chi-square gibi testler, örneklemlerin alındığı evrenler hakkında bağlayıcı varsayımlarda
bulunmadığı
için parametrik olmayan istatistiksel teknikler olarak adlandırılırlar. (
TOPSEVER, Psikolojide Araştırma,
Deney ve Analiz, s. 71-72)
[247] Chi-square (X2 ) testi: Nitel değişkenler arasındaki bağıntının ölçülmesinde sıkça
başvurulan
temel istatistik tekniklerinden biridir. Bu testle, uygulamadan elde edilen
sonuçlar [gözlenen frekans (GF)]ın teorik sonuçlar [beklenen frekans (BF)]la ne
kadar uyum sağladığı test edilir. Başka bir ifadeyle bu test,
değişkenlerin sınıflayıcı
seçeneklerine göre yapılan bir ölçümde ortaya çıkan çapraz dağılıma bakarak söz konusu
değişkenler arasında gözlenen
bağlantıyı
anlamsal açıdan değerlendirme
yöntemidir. (ARSLANTÜRK, Sosyal Bilimciler İçin Araştırma Metot ve Teknikleri, s. 124-128; Ayrıca konuyla
ilgili daha geniş bilgi
için bkz. TOPSEVER, a.g.e., s. 82-95; BRUNING, J., L.; KINTZ, B., L., İstatistik, (Çev. Ali
SÖNMEZ), Gündoğan
Yayınları, No:93/73, Ankara-1993, s. 303-310)
[248]Araştırmadaki
sözü edilen teknik kullanılarak yapılan anlamlılık sınaması, yüzde beş (0, 05) anlamlılık düzeyi
ölçü alınarak yapılmıştır.
Ölçü alınan bu değerin
tersten değerlendirilişi ise 0, 95 güven düzeyi şeklindedir. (Ayrıca
“anlamlılık düzeyi: yüzde beş (0, 05) sorunu” hakkında daha geniş bilgi için bkz. TOPSEVER,
a.g.e., s. 67-69)
[249]Evren (population): Araştırma sonuçlarının genellenmek istendiği elemanlar bütünüdür;
örneklem (sample) ise, belli bir evrenden, belli kurallara göre seçilmiş ve seçildiği evreni temsil yeterliği kabul edilen küçük bir
kümedir. (KARASAR, Niyazi, Bilimsel Araştırma Yöntemi, 3A Araştırma Eğitim Danışmanlık Yayınları, 7.
Baskı, Ankara-1995, s. 109-111)
[250] S: Araştırmaya
katılan örneklem grubunun toplam sayısını ifâde etmektedir.
[251] “X2 ” sembolü ki-kare (chi-square)yi, sembolün karşısındaki rakam da ki-kare
değerini
gösterir.
[252] “SD” sembolü serbestlik derecesi (df)ni, sembolün karşısındaki rakam da
serbestlik derecesinin değerini
gösterir.
[253] “P” sembolü olasılık (possibility)ı, test edilen hipotezin veya konuyla
ilgili verilen kararın yanlış olabilme ya da tersinden bakıldığında belirlenen güven
düzeyine göre doğru
olabilme olasılığını
ifade eder. Elde edilen bu sonuç, seçilen anlamlılık düzeyine göre (0, 05, 0,
10 veya 0, 20 gibi) değişebilir. Bu çalışmada seçilen anlamlılık
düzeyi, daha öncede belirtildiği gibi 0, 05’tir.
[254] Krş.
TARHAN, Nevzat, “Yaşlılar
ve İnanç,”
Kur’an Mesajı -İlmî
Araştırmalar
Dergisi, İstanbul-1998,
S.6, s. 44; KARACA, Faruk, Psikolojik Açıdan Ölüm ve Dinî İnanç İlişkisi, (Yayımlanmış Doktora Tezi), Atatürk
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum-1997, s. 202-205
[255] HÖKELEKLİ, Ölüm
ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, s. 156
[256] KARACA, Psikolojik Açıdan Ölüm, s. 99-100, 177-178; HÖKELEKLİ, “Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî
Davranış”,
İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara-1991, C.5, S.2, s. 87; ÖNER, Necati, Stres ve
Dinî İnanç, TDV Yayınları, 4. Baskı, Ankara-1989, s. 16; DEMİRCİ, Mehmet, “Mutasavvıflara
Göre Ölüm”, İslâmî
Araştırmalar
Dergisi, Ankara-1987, S.3, s. 102; GAZALİ, Kimyay-ı Saâdet,
(Çev. A. Faruk MEYAN), Bedir Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul-1972, C.1-2, s. 786-788
[257] Krş.
KARACA, a.g.tez, s. 179
[258] Krş.
KARACA, a.g.tez, s.180; GsZALİ, İhya’ul-Ulumi’d-Din, (Çev. Mehmet A. MÜFTÜOĞLU), Tuğra Neşriyat,
İstanbul-1989, C.4, s.
787-789; HÖKELEKLİ, Ölümle İlgili Tutumlar, s. 87; AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, DEÜ
Yayınları, 2. Baskı, İzmir-1990,
s. 184
[259] Krş.
KARACA, a.g.tez, s.182; LEHR, Ursula, Yaşlanmanın Psikolojisi / Psychologie des Alterns, (Çev. Neylan ERYAR), Bilimsel ve Teknik Yayınları Çeviri
Vakfı, İstanbul-1994,
s. 407; ÇİLELİ, Ölüm, s. 264-269
Krş. KARACA, a.g.tez, s. 229-230
[261] Krş.
KARACA, a.g.tez, s. 230-231
[262] HÖKELEKLİ, Din
Psikolojisi, s. 87-92
[263] HÖKELEKLİ, a.g.e.,
s. 86-87
* Bu makale, “Abu
Hanifa’s Use of the Solitary Hadith as a Source of Islamic Law” ad yla İslamic Studies Dergisinin 2001 yaz, 40. cilt, 2. sayı, 257-272. sayfaları
arasında yayınlanmıştır.
(Makale, harfî tercümeden ziyade, akıcı bir okumayı sağlayabilmek için, ana metne
sadık kalınarak Türkçe’ ye çevrilmiştir.)
** KSÜ
İlaEiyat Fakültesi Hadis
Anabilim Dalı. akevgin@yahoo.com
[265] Bu tanım, İgnaz
Goldziher’in Introduction to İslamic Theology and Law,
tr., Andras and Ruth Hamori (Princeton: Princeton University Press, 1981) adlı
kitabı, sayfa 49’dan alınmıştır; Ayrıca Bkz: Marshall G. S. Hodgson, The Ventur of İslam, (Chicago: Chicago University Press, 1974), I/327; Ahmed
b. Muhammed b. Hallikân, Vefayâtu’l-Âyân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, thk., İhsan Abbas (Beyrut: Dâru
Sâdır, 1977), V/409.( İbn
Hallikân onu kıyas konusunda önder olarak da isimlendirmektedir.)
[266] Bkz: Muhammed b. İdris
eş-Şâfiî, er-Risâle,
thk., Ahmed Muhammed Şakir
(Kahire: Matbaatu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1940), s. 73; Muhammed b. Ahmed b.
Ebî Sehl es- Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, thk., Ebu’l-Vefâ el-Afgânî
(Kahire: Matâbi’u Dâri’l-Kitâbi’l- Arabî, 1954), I/65; Abdullah b.
Abdu’l-Muhsin et-Türkî, Usûlü Mezhebi İmam Ahmed: Dirâsâtün Usûliyyetün Mukârenetün (Riyad: Mektebetü’r-Riyad, 1977), s.102; Muhammed Zâhid
el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum, thk., Abdu’l-Fettâh Ebû
Gudde ( Beyrut: Mektebu Matbûâti’l- İslâmiyye, 1970), s.18.
[267] Bkz: Ahmed b. Ali b. Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdat ev Madînetu’s-Selâm
(Bağdat:
Mektebetü’l-Arabiyye, 1931), XIII/394-423. Hatîb el-Bağdâdî kitabında Süfyân b.
Uyeyne (öl: 198/814), Malik b. Enes(öl:179/795), Hammad b. Zeyd (öl:179/796),
Abdurrahman b. Mehdi (öl:198/814), Amr b. Abdurrahman el-Evzâî (öl:157/773),
Süfyân es-Sevrî (öl:161/778), Süleyman b. Harb (öl:224/839), Abdullah b. Mübârek,
Muhammed b. İdris
eş- Şafiî (öl:204/819, Ahmed b.
Hanbel (öl:241/855) ve daha birçoğuna ait çok sayıda rivayet aktarmaktadır.
[268] Hatîb el-Bağdâdî,
Târîhu Bağdat, XIII/403.
’” Bu ismin telaffuzu hakkında bazı ihtilaflar vardır. Bazı
alimler onu “Gazâlî” şeklinde
telaffuz ederken birkaç alim de “Gazzâlî” şeklindeki telaffuzu tercih etmiştir. İkinci telaffuz şu
anda nadiren kullanılsa da yazarın
tercihine saygı olarak, bu makalede “Gazzâlî” ismi telaffuz edilmi ştir.
[269] Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Menhûl
min Ta’lîkâti’l-Usûl, thk., Mu- hammed Hasan Haytû (Dımeşk: Dâru’ l-Fikr, 1980),
s.500; Ayrıca bkz: Ebu’l-Kâsım el- Mûsevî el-Hûî, Mu’cemu Ricâli’l-Hadîs ve
Tafsîlu Tabakâti’ r-Ruvât (Kum: Mansûrâtu Medîneti’l-İlm, 1983), XIX/164. Hûî bu
kitabında Gazzâlî’ye atfedilen şu ifadeyi aktarmaktadır: “Ebû Hanife, İslam Hukuk Usûlü’nün
temellerini, Peygamber’in şeriatından
yıkarak elde ettiği
usullerle oluşturmuştur.” Kim bunu hukukî
görürse kafirdir. Kim de bunu doğru (izin verilmiş) kabul ederse günahkardır”. Fakat yazar, Gazzâlî’ nin Menhûl’ünde
bu ifadeyi bulamadı.
[270] Bkz: Muhammed b. Muhammed el-Havârizmî, Câmiu’l-Mesânîd
(Beyrut: Dâru’ l-Kütübi’l- İlmiyye, tsz.), I/41-43; el-Hûî, Mu’cemu Ricâli’l-Hadîs,
XIX/164; el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l- Irâk, 21.
[271] Ignaz Goldziher, The Zâhirîs: Their Doctrine and Their
History, thk., Wolfgand Behn (Leiden: E.J. Brill, 1971), s.13.
[272] N.J. Coulson, A History of Islamıc Law (Edinburg: University
Press, 1964), s.52.
[273] Bkz: el-Havârizmî, Câmiu’l-Mesânîd, I/41-53.
[274] el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk, 21
[275] Joseph Schacht, The Origins of Muhammadan
Jurispuridence (Oxford: Clarendon press, 1959), s. 27.
[276] Bu makalede âhad’dan maksat, mütevatir
kavramı içinde mütalaa edilmeyen hadistir. Hatîb el- Bağdâdî
ve Zeynuddin Abdurrahîm b. Hüseyn el-Irâkî (öl: 806/1404) mütevatir’i, yalan
üzerinde ittifak etmeleri imkansız olan bir topluluğun
yine kendileri gibi yalan üzerine ittifakları asla mümkün olmayan bir topluluğa
aktardıkları hadis, olarak tanımlamaktadır. Mütevatir hadis kesin bilgi ifade
eder. Bu sebeple Müslüman bir kimsenin hayatında mütevatir hadisleri dikkate
alması gerekir. Yukarıdaki şartları taşımayan hadisler de âhad olarak isimlendirilir. Sened
ve metniyle birlikte zikredilen âhad hadis, duruma göre sahîh (sound), hasen
(sufficient) ve zayıf (weak) olarak isimlendi- rilmektedir. Âhad hadisler ise
zann (probable) ifade ederler. Sahîh-âhad ve hasen-âhad hukuki
kaynak olarak kullanılabilir fakat zayıf hadis kullanılamaz. Bu terim
hakkında daha geniş bilgi Hadis Usûlü ve Fıkıh Usûlü kitaplarında bulunabilir.
Bkz. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, thk., Ahmed Ömer Hâşim ( Beyrut:
Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1986), s.32; Muhammed Cemaleddin el- Kâsımî, Kavâidu’t-Tahdîs
min Funûni Mustalahi’l-Hadîs, thk., Muhammed Behcet el-Bîsâr (Beyrut:
Dâru’n-Nefâis, 1987) s. 151; Weal b. Hallaq, Law and Legal Theroy in
Classical and Medieval Islam (Aldershot: Variorum, 1994) adlı kitabının
dördüncü bölüm 3-31 sayfaları arasındaki “On Inductive Corroboration,
Probability and Certainty in Sunnî Legal Thought” isimli konu; Nicholas
Aghnides, Mohammedan Theories of Finance with an Introduction to Mohammedan
Law and a Bibliography ( Lahor: The Premier Book House, 1961) s.39-47.
[277] Hatîb el-Bağdâdî, Tarihu Bağdad, XIII/330. Ebû Hanife’ nin doğum yılıyla ilgili olarak
Hatîb, Davud b. Uleyye’nin hicrî 61 iddiasında bulunduğunu
belirtmektedir. Onun ısrarla üzerinde durduğu bu bilgi ise şüphelidir.
Bkz: Takıyyeddin b. Abdulkâdir et-Temîmî, Tabakâtu’s-Seniyye fî
Terâcimi’l-Hanefiyye, thk., Abdülfettah Muhammed Ebû Gudde, (Kahire:
Ihyâu’t-Türâsi’l-Islâmî, 1970), I/88; el-Havârizmî, Câmiu’ l-Mesânîd,
I/21, 78;
Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, Ukûdu’l-Cümân fî Menâkıbi İmâmı A‘zam Ebî Hanîfe
en- Nu’mân, (Haydarabad: Matbaatu Maârifi’
ş-Şarkıyye, 1974) s.42;
Cemaleddin Ebu’ l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahman el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl fî
Esmâi’r-Ricâl, thk., Beşşâr Avvâd Ma’rûf (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1992),
XXIX/444; Mizzî (öl: 742/1341) bu kitabında Yahya b. Maîn’in (öl:233/848) Ebû
Hanife’nin ölüm tarihi ile ilgili olarak 151/768 yılını, Mekkî b. İbrahim’in(öl.215/830) de
153/770 yılını belirttiklerine iş aret etmektedir.
14 İslâmî
kaynaklar, Ebû Hanife’nin karşılaştığı sahâbîlerin sayısı
hakkında farklı görüşlere
sahiptirler. Ahmed b. Abdullah Isbahânî (öl:430/1038) gibi bazıları, bunların
Enes b. Malik (Ebû Hanife onunla 13 yaşında iken Kûfe’de karşılaşmıştır), Abdullah b. Hâris
(Ebû Hanife onunla 16 yaşında
iken Mekke’de karşılaşmıştır) ve Abdullah b. Ebî
Evfâ’dan oluşan
üç kişi
olduğunu
belirtmektedir. Bazıları, İbn
Hallikân (öl:681/1282)’ın isimlerini verdiği Kûfe’ de Enes b. Malik, Abdullah b. Ebî Evfâ, Medîne’ de
Sehl b. Sa’d es-Sâidî(öl:91/710) ve Mekke’de Ebu Tufeyl Âmir b.Vâsıle
(öl:100/718)’dir. Bazıları ise bunların Enes b. Malik, Abdullah b. Uneys
(öl:94/713), Abdullah b. Hâris, Abdullah b. Ebî Evfâ, Vâsıle b. Eskâ ve Aişe bt. Acrad’ dan oluşan 6 kişi olduğunu söylemektedir.
Havârizmî gibi bazıları da bu 6 kişiye Câbir b. Abdullah’ı (öl:78/698) da ekleyerek sayının 7
olduğunu,
yine bazıları söz konusu bu 7 kişiye Ma’ kıl b Yesâr (öl:65/685)’ı da ekleyerek 8 kişi olduğunu zikretmektedir. Bkz:
Ahmed b. Abdullah el-Isbahânî, Müsned-u Ebî Hanîfe, thk., Nazar Muhammed
(Riyad: Mektebetü’ l-Kevser, 1994), s. 24-25; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, V/406; el- Havârizmî,
Câmiu’l-Mesânîd, I/22-26 ve II/345-348; es-Sâlihî, Ukûdü’l-Cümân,
s. 49-61.
15 Hadis isnad’ ları, hadisçilere göre sahih, zayıf ve mevzu
(uydurma) gibi bir çok çeşitlere
ayrılmaktadır.Bkz: es-Sâlihî, Ukûdü’l-Cümân, s. 54-62.
17 Bkz: Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, XXIX/418-420; Muhammed
b. Muhammed ez-Zehebî, Tarihu’l-İslam ve Vefeyâtü’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, thk.,
Ömer Abdusselam Tedmurî(Beyrut: Dâru’ l-Kitâbi’ l-Arabî, 1988), IX/306.
[281] Şiblî
Nu’mânî, Imam Abu Hanifa: Life and Work, tr., M. Hadi Hussain ( New
Delhi: Kitâbu Bhavan, 1988), s.18-26.
[282] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 29/420-422
[283] Tamamı el-Havârizmî tarafından Câmiu’l-Mesânîd adlı eserde
toplanan Ebû Hanîfe’ye ait 15 tane hadis koleksiyonu bulunmaktadır. Bunlar
Abdullah b. Muhammed b. Yakub (öl:340- 951-952), Talha b. Muhammed
(öl:380/990), Muhammed b. Muzaffer b. Musa (öl:386/996), Ahmed b. Abdullah
el-Isbahani (öl:430/1038), Ebû Bekr Muhammed b. Abdülbaki el-Ensârî
(öl:535/1140), Abdullah b. Adiyy el-Cürcânî (öl:365/975-976), Hasan b. Ziyâd
el-Lü’lüî (öl:204/819), Ömer b. Hasan el-Esnânî (öl:339/951), Ebû Bekr Ahmed b.
Muhammed el- Halâî (öl:432/1041), Muhammed b. Huseyn el-Belhî (öl:526/1132),
Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim
el-Kâdî, Hammad b. Ebû Hanife, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî -ki onun hadis koleksiyonuna
el-Âsâr adı verilmiştir- ve Abdullah b. Muhammed b. Ebî Avâm es-Sağâdî (öl:290/903)
tarafından derlenen Müsned’ lerdir. Ayrıca Bkz: Havârizmî, Câmiu’l-Mesânîd,
I/4-5; es-Sâlihî, Ukûdü’l-Cümân, s. 322-334. es-Sâlihî bu kitabında
yukarıdakilere ilave olarak Ebu Bekr b. el-Mukrî ve Ali el-Bekrî tarfından
derlenen, Ebû Hanife’ ye ait iki Müsned daha zikreder.
[284] Takıyyeddin Temîmî, Tabakâtu’s-Seniyye, I/99
[285] a.g.e., I/111.
* Hadis’ in kaynakları için
bkz: Buhârî, büyû 19, 22, 42, 43, 44, 46, 47; Müslim, büyû 43, 46, 47; Ebû
Dâvud, büyû 51; Tirmîzî, büyû 26; Nesâî, büyû 4, 8, 9, 10, 82; İbn Mâce, ticârât
17.(Çeviren)
[287] a.g.e., XIII/389
[288] a.g.e., XIII/388 (Aslında bu rivayetler bizzat
Peygambere ait olmadıkları için değil, Pey-
gambere ait olmama ihtimallerinden dolayı, Ebû Hanife bunlara kayıtsız kalmıştır. Yazar)
[289] G.H.A. Juynboll, Muslim Tradition: Studies in the
Chronology, Provenance, and Authorship of Early Hadith (Cambridge:
Cambridge University Press, 1982), s.122.
[290] a.g.e., s.120.
[291] Usûl bilginleri İctihad’ı, İslam
Hukuk Kurallarını araştırmada
bir hukukçunun zihnî kapasitesinin ulaştığı
en son gayret noktası olarak tanımlarlar. Bkz: Ali b. Ebî Ali el-Âmidî, el- İhkam fî Usûli’l-Ahkâm (Kahire: Dâru’l-Hadîs, tsz.), IV/218; İbrahim b. Ali eş-Şîrâzî, el- Vusûl ilâ
Mesâil’il-Usûl, thk., Abdülmecid Türkî (Cezair: Şirketü’l-Vataniyye, tsz.),
II/433; Abdullah Draz’ ın Ebu İshak eş-Şâtıbî’ nin el-Muvâfakât
fî Usûli’ş-Şerîa (Beyrut: Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, tsz.), IV/64) adlı eseri hakkındaki yorumu; Wael B.
Hallaq’ın Law and Legal Theroy in Classical and Medieval Islam (Aldershot:
Variorum, 1994 )adlı kitabının beşinci bölümündeki “Was the Gate of Ijtihâd Closed?”adlı
konu.
[292] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, XXIX/443; Hatîb el-Bağdâdî, Tarihu Bağdat, XIII/368; es-Sâlihî, Ukûdü’l-Cümân, s. 172.
[293] Bkz: Abdülhalim el-Cündî, Ebû Hanife:
Batalu’l-Hürriyyeti ve’t-Tesâmuhi fi’l-İslam (Kahire: Dâru’
s-Sa’ d, 1945), s.138.
[294] es-Sâlihî, Ukûdü’l-Cümân, s. 173.
[295] Mürsel, senedinde sahâbî ravisi hazfedilmek suretiyle Hz. Peygamber’ e
isnad edilen hadis olarak tarif edilmektedir. Mesela tâbiûn’dan olan Said b.
Müseyyeb (öl:94/7139)’in duyduğu sahabinin ismini zikretmeksizin, bir hadisi doğrudan Peygamber’ e isnad
etmesi gibi. Alimler mürsel hadisin delil olup olamayacağı konusunda farklı görüştedirler. Bkz: Hatîb el-
Bağdâdî,
el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s.423-435; Hüseyn Abdullah et-Tîbî, el-Hulasa fî
Usûli’l-Hadis, thk., Subhi Samarrâî (Bağdat: İhyâu’t-Turâsi’l-İslâmî, 1971), s.65-66.;
Celaleddin es-Suyûtî, Manzûmâtu İlmu’l-Âsâr, Mahfuz b.
Abdullah et-Tirmizî’nin Menhecu’z-Zâvî en-Nazar isimli kitabıyla
birlikte basım (Beyrut: Dâru’ l-Fikr, 1981), s.49- 54; Subhi Salih, Ulûmu’l-Hadis
ve Mustalihuhâ (Beyrut: Dâru’ l-İlm lil-Melâyîn, 1988), s.166-168; Haldun el-Ahzab, Ashâbu İhtilâfi’l-Muhaddisîn (Cidde: Dâru’ s-Suûdiyye, 1985), s.203-270.
[296] Hanefî usûlcülerine göre ayetlerin ve meşhur sünnet’ in âhad hadis tarafından tahsis edilmesine
izin verilmez. Buna karşılık
Şafiî, bunun kabul
edilebileceğini
ileri sürer. Bkz: Mu- hammed b. Ahmed es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî,
I/364; Muhammed b. İdris
eş-Şafiî, er- Risâle,
thk., Ahmed Muhammed Şakir
(Kahire: Mustafa el-Bâbî Halebî, 1940), s.64.
[297] Muhaddislere göre, bir hadisin sahih kabul edilebilmesi için şu şartları taşıyor olması gerekir: (a)
Senedi başından
sonuna kadar kesintisiz(muttasıl) olmalıdır. (b) Bütün ravileri sika olmalıdır.
(c) Senedi ve metni şaz
olmamalıdır. (d) Senedi ve metni illetli olmamalıdır. Hadislerin sağlamlığı ve delil olarak
kullanılması yukarıdaki şartların
hangilerini taşıdıklarına
göre değişiklik
arzeder. Bkz: et-Tîbî, el-Hulasa fî Usûli’l-Hadis, s.38-38; Osman b.
Abdurrahman b. Salah, Mukaddimetu İbn Salah, Abdurrahman
b. Hüseyn el-Irâkî’ nin et- Takyîd ve’l-Îzâh: Şerhu Mukaddimeti İbn Salah’ı ile birlikte basım (Beyrut. Dâru’l-Fikr, 1981), s. 20-42.
[299] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 2/3-7; el-Kevserî, Fıkhu
Ehli’l-Irâk, s.36-38; el-Cündî, Ebû Hanife: Batalu’l-Hürriyyeti
ve’t-Tesâmuh fi’l-İslam, s.140.
[300] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/364.
[301] a.g.e., I/365; eş-Şafiî,
er-Risale, s.224; İbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm (Kahire: İdârâtu’t-Tibâati’l-Münîriyye,
tsz., ), I/191).
[302]a.g.e., I/365; Ayrıca
Bkz: Alaaddin Abdülaziz b. Muhammed el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli
Fahru’l-İslam
el-Pezdevî, thk., Muhammed Mu’tasım Billah
el-Bağdâdî
( Beyrut: Dâru’ l-Kitâbi’ l-Arabî, 1991), III/19-21; Schacht, The Origins,
s.28.
[303]Abdurrahman b. Amr el-Evzâî, Sünenü’l-Evzâî, (Beyrut: Dâru’
n-Nefâis, 1993), s.338; Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe, Kitâbu’l-Musannef
fi’l-Ehâdîs ve’l-Âsâr (Beyrut: Dâru’t-Tâc, 1989), IV/137.
[304] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/365.
[305] Schacht, The Origins, s.29.
[306] Şafiî,
er-Risale, s.64-67; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, III/20; Âmidî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm,
II/472-477.
[307] Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensârî, er-Redd Alâ Siyeri’l-Evzâî, thk.,
Ebu’l-Vefâ el- Afgânî (Kahire: İhyâu Maârifi’n-Nu’mâniyye, tsz.), s.23.
[308] Evzâî, Sünenü’l-Evzâî, s.412
[309] Ebû Yusuf, er-Redd Alâ Siyeri’l-Evzâî, s.23-24.
[310] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/743;
Hatîb el-Bağdâdî,
el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s.
102.
[311] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr,
II/735-736.
[312] Takıyyuddın Abdulkadir, Tabkâtu’s-Seniyye, I/112.
[313] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/728.
[314] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, II/3; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, III/124-125.
[315] Ebu Davud Süleyman b. Eş’as, Sünen, thk., Muhammed Muhiddin Abdülmecid
(Beyrut: Mektebetü’l-Asriye, tsz.,), II/229; Ahmed b. Hanbel, Müsned
(Beyrut: Dâru’ l-Fikr, tsz.), VI/66.
[316] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr,
III/129-131; Müslim b. Haccâc en-Nîsâbûrî, Sahih, nikah (bâbu
isti’zâni’t-tayyibi bi’ n-nutk ve’l-bikr bi’ s-sükût); Ebu Davud Süleyman b. Eş’as, Sünen, nikah(
bâbu’ t-tayyib); Ebu İsa
Muhammed b. İsa
et-Tirmizî, Sünen, nikah (bâbu mâ câe fî ist’mâri’l-bikr ve’t-tayyib);
el-Havârizmî, Camiu’l-Mesânîd, II/119.
[317] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, II/5-6; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’ l-Esrâr, III/132-134.
[318] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, II/6-7; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’ l-Esrâr, III/135-137.
[319] Goldziher, The Zâhirîs, s.18.
[320] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, II/6-7; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’ l-Esrâr, III/135-137.
[321] Süleyman b. Abdülkavi et-Tûfî, Şerhu Muhtasarı’r-Ravda, thk., Abdullah b. Abdülmüslim
et-Türkî (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1988), II/239-240; Şîrâzî, el-Vusûl,
II/103-104.
[322] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr,
II/699-700..
[323] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/338; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/697.
[324] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/339; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/698-700.
[325] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/707.
[326] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/340-342; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/702.
[327] es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/342; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/704, 708.
[328] Bkz: Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe, s.135; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî,
Kitâbu’l- Hucce Alâ Ehl-i Medîne, thk., Mehdi Hasan el-Gaylânî
(Haydarabad: Matbaatü’l-Maârifi’ş- Şarkıyye, 1965), I/391.
[329] Müslim b. Haccâc, Sahih, sıyâm (bâbu eklü’n-nâsî ve şürbühû)
[330] eş-Şeybânî, Kitâbu’l-Hucce
Alâ Ehl-i Medîne, I/393-395. Şeybânî bu hadisin ravileri arasında Ali b. Ebî Tâlib ve
Alkame b. Kays gibi sahâbîlerin ismini de zikretmektedir
[331] eş-Şeybânî, Kitâbu’l-Hucce
Alâ Ehl-i Medîne, I/392; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/708.
[332] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/702.
[333] Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahih,
büyû (bâbu’n-nehyi li’-bâî an lâ yahfel ale’l-ibili ve’l-bakarı ve’l-ganemi);
Müslim b. Haccâc, Sahih, büyû (bâbu hükmi bey’ıl-musarrât); Ebu Davud
Süleyman b. Eşas, Sünen, büyû (bâbu men işterâ
musarrâten fe kerihahâ)
[334] Ayette “... kim size saldırırsa siz de ona misilleme
olacak kadar saldırın...” ifadesi yer almaktadır.
[335] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/704-705.
[336] Bkz: Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe, s.16; el-Havârizmî, Camiu’l-Mesânîd, II/25.
[337] Bkz: Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/706-724; es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I/342-
345.
* Bu
tercüme Rus Oryantalist L.İ.
Klimoviç’in “Kur’an Hakkında” kitabının O.Oralbekov tarafından Almatı
1990 tarihinde Kazak Türkçe'sine yapılan çevirisinin II. Bölümünü içermektedir.
Tercümenin Rusça aslı ile karşılaştırılmasını,
A.Yesevi Türk-Kazak Ünv. İlah.Fak.
mezunu, öğrencim
Abjalov Sultanmurat ile Erdoğan Altuntaş yapmışlardır.
[339] W. Montgomery Watt, Vliyaniye İslâma na srednevekovuyu Europu, M.1976, .s. 65.
[340] İ.Y.
Kraçkovski, “Zabiti İstoçnik
Dlya Karakteristiki Soçineni İbn er-Ravendi” Dokladi
A.N. SSSR Seriya, V, 1926, s.71.
[341] Meç A. Müslümanskiy Renessons, s, 280.
[342] Kraçkovski, İzbranniye
soçineniya, M-L, 1956, T.2. s.300.
[343] L. Massignon “La passiond d “al- Nalladj, martyr mystigue de i”
isiam.i.p, 1922, r.148; Kraçkovski, Zabiti istoçnik dlya karakteristki
seçineni İbn
Ravendi, s. 74.”
[344] B.Y. Şidfar,
Ebu’l-Alâ el-Maarri, M, 1985, s. 79-80.
[345] Bak. Kraçkovski, Seçkin Eseri (izbranniye seçineni)” II/13.
[346] V.İ.
Belyayev, Arapskiye rukopisi v soranii instituta vostokovedeniya Akademii
hauk SSSR, 1953. T.6. s 87.
[347] Philip K. Hitti, Dzieje arabow, Warszawa, 1969, s 229.
[348] Bak: V.S. Fotiyeva, Peutsi omeyadskogo
perioda//Pismenniye ponuyatniki Vostoka, istoriko- filologiçeskiye isledovaniye,
Ejegodnik, 1976-1977, M, 1989, s. 187-188.
[350] a.g.e. s. 194-195.
[351] a.g.e. s. 198.
[352] “Siyasetname” Kniga o pravlenii vezira XI stoletiya Nizam
el-Mülka. M-L 1949, s 222.
[353] Harun Raşid Halifenin önünde hıristiyanın sorduğu soruya Ebu Hanife böyle
cevap vermiş.
Bu “cevaplar” Ebu Hanife’yi yüceltmek için bizim memleketimizde (S.S.C.B.) Ekim
devrimine kadar çok yaygındı.
[354] Wiener Zeitschrift Fâar die Kunde des Movgenlandes, Bol. 51, Heft. 4.
Wien, 1952, s. 324.
[355] T. Hüseyin’e yapılan saldırı hakkında Kraçkovski’nin “T.
Huseyn o doislamskoy poezii arabow i yego kritiki” diyen eserinde ele
alınmıştır.
Bkz: “Seçme Eserleri (izbranniye goçinenii)” M-L, 1956. T.3 s. 189-222.
[356] A. Luka, T.Huseyn ieuvopeyskaya kultura-kulturi-DİALOG NARODOW MİRA, Kultura Narodow Vostoka-Unesko, 1985. No: 3 s. 27”
[357] Luka , “T.Huseyn i Europeyskaya Kultura” s. 37.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar