Print Friendly and PDF

Okunacaklardan

Bunlarada Bakarsınız




 

 

ARAPÇADAN TÜRKÇEYE TERCÜME HATALARI

Not: Okunması gereken bir makale

İlyas KARSLI*

 

ÖzetTercüme, bir metni bir dilden başka bir dile aktarma işlemidir. Bu aktarım bir takım kurallar ve diller arasındaki benzerlikler ve zıtlıklar üzerine bina edilir. Tercüme faaliyetlerinin ne zaman ve kim tarafından başlatıldığı bilinmemektedir. Çevirmen, çevirdiği metindeki bütün kelimeleri bilmek zorundadır. Fakat bu da çeviri için yeterli olmamaktadır. Bunun yanı sıra, çevirmen, tercüme kurallarını ve inceliklerini bilmeli, çevireceği metin üzerinde bu kuralları yeterli şekilde uygulayabilmelidir. Çünkü uygulanmayan teori kördür. Fakat bir dilden diğer bir dile tercüme yapma görüldüğü kadar kolay bir iş değildir. Çevirmen, dili değil metni çevirir. Ayrıca çevirmenler bir dildeki metni başka bir dile aktarma hususunda her iki dil açısından da iyi bir altyapıya sahip olmak zorundadırlar. Tercümenin zihinsel bir aktivite olması ve ilk insanların da düşüncelerinin yanı sıra duygularını da aktarmak zorunda olmaları nedeniyle tercüme faaliyetleri ilk insanla başlamıştır. Tarih boyunca çok sayıda kaliteli tercüme yapılmıştır. Pek çok bilimsel ve edebi eser diğer dillere çevrilmiştir. Ancak tercümenin ne olduğu konusunda düşünürler net bir görüş ortaya koymamışlarsa da, onun kuralları ve ilkeleri konusunda birçok şey söylemiş ve tercüme teorileri ortaya atmışlardır. İleri sürülen bu teoriler de gerçekten çok önemli olup, onlara uyularak yapılan tercümeler isabetli, diğerleri de hatalar içermiştir. Bu makalede, kurallarına dikkat edilmeden yapılan bazı Arapça-Türkçe tercüme hataları gösterilmiş ve meslektaşlarımızın dikkatleri çekilmiştir.

 

 

Giriş:

“Fertler ve toplumlar arasında her türlü bilgi ve kültür akışını sağlayan yol” olarak tarif edebileceğimiz tercüme faaliyetinin, ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu faaliyetin, ilk insanla başladığını tahmin etmek hiç de zor değildir. Çünkü tercümenin bir zihin faaliyeti olması, bu faaliyetin ilk insanla birlikte var olması sonucunu doğurmaktadır. İlk insanlar bile, içlerinden geçen şeyleri karşılarındaki kişilere anlatmak için bir zihin faaliyeti gösterme ve karşılıklı anlaşım sağlama çabası göstermiştir.

Bir insanın duygu ve düşüncesini, bir olay karşısında duyduğu etki veya tepkiyi ifade etmesi de bir nevi tercüme faaliyetidir. İşte, bu ve benzeri durumlara göz atınca, tercümenin bir zihin faaliyeti olduğu ve ilk insanla başladığı açıkça görülür. Ancak, tercüme bir zihin faaliyeti olmakla birlikte, diğer bilimler gibi onun bir metodu, teorisi ve tekniğinin de olması gerekir. Çünkü, teorisi olmayan pratik kördür. Bu konu ile ilgilenenler, “tercüme”nin tanımı ve taşıması gereken şartlar üzerinde anlaşmaya varamasalar da onun birçok tanımlarını yapmışlar, bazı kurallarının olması gerektiğini söylemişlerdir. O kurallardan bazıları şunlardır:

-Tercüme; aslındaki fikir ve düşünceleri tam ve eksiksiz olarak vermelidir. Yazının üslup ve tarzı ile aynı vasıfta olmalı ve de telif kadar kolay okunabilmelidir.[1][1]

-Tercüme; aslını ilk işitenlere nasıl tesir ediyorsa, tercümeyi işitenlere de aynı tesiri yapması gerekir.[2][2]

-Mütercimin, hem kaynak dilin hem de çeviri dilinin işleyiş düzenini, iki dilin de dilbilgisi ve dile ait diğer kurallarını çok iyi bilmesi gerekir.[3][3] Dil bilmek önemli bir şart olmakla birlikte, tek başına yeterli bir şart  değildir.

-Tercüme işi bir sanatkarlık ve maharet de ister. Orijinal metnin cümlelerini körü körüne nakletmekle iş bitmiş olmaz.[4][4]

Tercüme; muhatabın bilmediği bir dildeki kelimeleri, bilmekte olduğu bir dile aktarmak değildir. Mütercimin görevi de bir dildeki cümleleri ya da o cümlelerin ne demek istediğini tercüme etmektir.

Bu makaleyi kaleme almaktan maksadımız, meslektaşlarımızın dikkatini çekmek suretiyle, tercüme yaparken daha dikkatli olmaları konusunda kendilerine yardımcı olmak ve bir uyarıda bulunmaktır. Tercüme işinin umulduğundan çok daha ciddi ve teorisinin çok iyi bilinmesini meslektaşlarımıza hatırlatmak da ayrıca bir görevdir. Hatta tercüme işi o kadar dikkat ve maharet isteyen bir zihin faaliyetidir ki, şu anda bu makaleyi kaleme alan zat bile bu makaledeki tercümelerinde hata yapma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Esas olan, bu hataları yapmamaya azami gayret göstermek, yapılan hataları tashih edebilme cesaretini göstermektir. Diğer bir husus ise, eli kalem tutan herkesin her şeyi yapamayacağını, bu işi uzmanlarına bırakmanın lüzumuna işaret etmektir. Sahanın boş olduğunu zanneden ve “nasıl olsa bu işi benden başka bilen yok” düşüncesiyle hareket etmenin de doğru olmadığının bazıları tarafından anlaşılması gerektiği kanaatimi de ifade etmek isterim. Kaldı ki sahasında uzman ve isim yapmış birçok ilim adamının da tercüme hatası yaptıkları sıkça görülen bir durumdur. es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi, Hamdi Yazır, H. Basri Çantay, Ö. Rıza Doğrul.. gibi tarihe mal olmuş şahsiyetler de bundan uzak kalamamıştır.

Arapçadan Türkçeye tercüme yanlışlarının kaynaklandığı noktalar hayli çoktur. Onların hepsine örnek vermek de kolay bir iş değildir. Bazıları tabii ve çok basittir. Biz sadece yoğunlukta olduğunu tahmin ettiğimiz hususları başlıklara ayırmak suretiyle açıklayacağız.

 

1- Dikkatsizlikten Kaynaklanan Yanlışlar

Tercüme yanlışlarının çoğu, dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır. Bunun için, tercüme yapan kişiler, tercüme esnasında bütün dikkatlerini tercümesi yapılan metne vermek zorundadırlar. Aksi halde büyük yanlışların yapılması kaçınılmaz olur. Nitekim aşağıda belirteceğim yanlışlar, tamamen dikkatsizlikten kaynaklanan yanlışlardır.

Meselâ Meşhur es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi, müellif el-Cevherî'nin[5][5]  بَاتَ يَهرجها ليلتَه جَمْعَاءَ  ifadesini: "Cuma gecelerinde cimâ’ı çok eder oldu" şeklinde tercüme etmiştir.[6][6] Halbuki bu ifadenin anlamı: "Bütün gecesini cinsel ilişkiyle geçirdi" olmalıydı.

Bu tür yanlışlardan birini de Elmalılı Hamdi Yazır’ın eserinde görmekteyiz. Yazır döneminin ünlü tefsir bilgini olmasına rağmen, gaflet eseri olacak ki Nemr b. Tevleb’in[7][7] : فَيَوْمٌ علينا ويومٌ لنا ويومٌ نُساءُ  ويوم نُسَرُّ  ifadesini Türkçeye ‘Bir gün kadınlar günüdür, bir gün kartallar günüdür’[8][8] şeklinde hatalı tercüme etmiştir. Bu hatalı tercüme, ibarede geçen ‘نساء ‘ ve ‘ نسر ‘ kelimelerinin okunuşundan kaynaklandığı kanaatindeyiz. Çünkü bu kelimeler, harekesiz olduklarından, ‘kartallar’ ve ‘kadınlar’ anlamı verecek şekilde okunabilirler. Ancak, ifade bir bütün olarak göz önüne alındığında, bu iki kelimenin anlamları; ‘üzülürüz’ ve ‘seviniriz’ olması gerekir. O zaman ifadenin Türkçesi şöyle olur: ‘Bir gün aleyhimize, diğer bir gün lehimizedir. Bir gün üzülür, diğer bir gün seviniriz.

et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî adlı eserde geçen  [9][9]إذ الزنا من مُحْصَن عقوبتُه الموتُ...  cümlesinin Türkçeye tercümesi; ‘…Bekar olarak zina eden kimsenin cezası ölümdür..[10][10] şeklindedir. Aynı yerde geçen المُنكَر فإنّ قتل الزاني المحصَن يعتبر واجبا لابُدّ من إزالة  de yine hatalı olarak ‘…Bir münkerin izalesi için, bekar olarak zina edenin öldürülmesi vacib olur..’ denmektedir. Dikkat edilecek olursa, her iki Arapça metinde geçen مُحْصَن / evli kelimeleri Türkçeye ‘bekar’ diye tercüme edilerek, farkına varmaksızın amaç kitleye yanlış bilgi aktarılmıştır. Bu yanlışı doğuran sebep, sadece dikkatsizliktir. Mütercim, bu kelimenin anlamının ‘bekar’ değil ‘evli’ olduğunu mutlaka bilir. Ancak, basit bir dikkatsizliğin fahiş yanlışlara sebep olacağı da bilinmeli ve dikkat edilmelidir.

Bu tür hataları, titiz ilim adamı oldukları herkesçe kabul edilen kimselerde de görüyoruz. Mesela onlardan biri “علمٌ لا يُقالُ به ككَنزٍ لا يُنفَقُ منه ” ifadesini dalgınlık eseri olacak ki “İlim hakkında: ‘ kendisinden sadaka verilmesi (icab etmeyen) bir hazine gibidir’ denemez..”[11][11] şeklinde tercüme emiştir. Halbuki doğrusu “İfade edilmeyen bilgi, kullanılmayan hazine gibidir” ya da “söylenmeyen ilim, harcanmayan hazine gibidir” olmalıydı.

Dikkatsizlikten meydana gelen hataların bir örneği de Tâhâ Huseyn’in şu ifadesinin tercümesinde görülür.

واستغلها الإسلام لسبب ديني ، وقبلتها مكة لسبب ديني وسياسي أيضا.[12][12]                

“…Bu kıssayı İslâm dini bir sebeple almış ve Mekke’de hem dinî ve hem de siyâsî nedenlerle kullanmıştır..”[13][13]

Bu Arapça metne bakıldığında, tercümesi zor olmadığı erbabınca bilinir. Ancak, dikkatsizlik yüzünden olacak ki, yapılan tercüme pek anlaşılır değil. Bu ifade Türkçe’ye şu şekilde çevrilseydi daha anlaşılır olurdu:

İslâm bu hikâyeyi dînî bir sebeple kullandı; Mekke ise bunu, hem dînî hem de siyâsî sebepten dolayı kabul etti.”

Dikkatsizlik hatalarını ne yazık ki bazen Kur’ân meallerinde ve hadis tercümelerinde de görmekteyiz. Halbuki dikkat edilmesi gereken en önemli tercümeler, dini metinler olması gerekir. Nisa sûresi 82. âyeti de mütercimleri tarafından bu tür bir hataya kurban edilmiştir.

أفلا يتدبّرون القرآن ولوكان من غير الله لَوجدوا فيه إختلافا كثيرا.[14][14]

Bu âyetin meâli: “Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’ın dışında birisi tarafından indirilmiş olsaydı, onda kesinlikle birçok çelişki bulurlardı” şeklinde olması en uygun olanıydı. Mütercimler bu âyeti “Kur’ân’ı düşünüyorlar mı?.. O Allah katından olmasaydı onda birçok çelişki bulurlardı[15][15] şeklinde çevirmiştir.

 Yine, Hz. Peygamber’in: مَن استطاع الباءة فليتزوّج ... ومن لم يستطع فعليه بالصوم..[16][16] hadisi “…Eğer içinizde gücü yetmeyen biri varsa o kişi evlenmek yerine oruç tutsun, gücü yeten ise evlensin..”[17][17]şeklinde tercüme edilmiştir. Bu hadisin tercümesi şu şekilde yapılmalıydı. “Evlenmeye gücü olan evlensin, gücü olmayan ise oruç tutsun..”

Tercümelerde en çok göze çarpan hususlardan biri de Arapça kelimeleri Türkçe gibi düşünmek, sözlüğe bakmadan tercüme yapmaktır. Durum böyle olunca hata da kaçınılmaz olur. el-Kehf suresi 84. âyette geçen  إنَّا مَكَّنَّا له في الأرض  “mekkennâ” fiili Türkçedeki “mekan”la karıştırılmış olacak ki, bazı meal yazarlarımız bunu “yerleştirmek” olarak anlamışlardır. Halbuki bu kelime, li harf-i ceriyle kullanılır ve “birisine veya bir şeye güç-kudret vermek, imkan tanımak..” gibi anlamlar ifade eder. Ayette de “..Biz ona dünyada güç ve kuvvet verdik…” anlamındadır. Halbuki bazı mealciler şu şekilde farklı ve hatalı anlamlar vermişlerdir:

Doğrusu, Biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve ona her tür şeyin sebebini öğretmiştik.”[18][18]

Doğrusu biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve O’na her şeyin yolunu öğretmiştik.”[19][19]

Behold, we established him securely on earth..”[20][20]

 

2- Gramer Kurallarını İhlal Etmekten Kaynaklanan Yanlışlar

Tercümede başarılı olmanın temel ilkelerinden biri, tercüme yapılan her iki dilin gramer kurallarını çok iyi bilmektir. Aksi halde başarı şansı azalır ve hataya düşme ihtimali artar. Bu kurallara dikkatsizlik sonucu hataları  a) sarf açısından, b) nahiv açısından olmak üzere iki grup altında incelemeyi uygun bulduk.

a) Sarf Açısından: Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri de, sarf bilgilerine yani, kelimelerin türemiş olduğu köklere dikkat etmektir. Buna dikkat edilmediğinde, kelimeye yanlış anlam verilir, kelimeye yanlış anlam verilince, yapılan yorum da yanlış olur. صلاة  kelimesinde bu durum açıktır. Bu kelime iki kökten türer. Bunların biri صلي  , diğeri de صلو  dir. Türemiş kelimelere dikkat edip, ona göre anlam verilmezse, bu konuda bilgi sahibi okurların tenkidine maruz kalınır. Nitekim Kur’ân-ı Kerimin birçok ayetinde yer alan صلاة   kelimesi صلو  kökünden türemiştir. Fakat Tebbet Sûresinde geçen سَيَصْلَى نارًا ذات لهبٍ  âyetindeki يصلى   kelimesi صلو  kökünden değil, صلي  kökünden türeyen bir kelimedir. Bunlar bilinmezse veya tercümede göz ardı edilirse o zaman ‘صلاة/namaz’ kelimesi için, ‘bir şeyi yakmak için ateşe bırakmak’[21][21] diye anlam verilir ve yanlış bilgi esas alınmak suretiyle yorum-tefsir yapılır.

Bu hususa örnek olması açısından şu tercüme şekline çok dikkat edilmelidir.          

وخيل إلى بعضهم أن المختصين أنفسهم لم يتناولوا المسألة من جميع أطرافها ..[22][22]

“..Kimilerine göre, uzmanların bizzat kendileri, bu problemi bütün yönleriyle ele almadıkları kanaatindedirler..”

Bu metinde geçen “المختصين/uzmanlar” kelimesi, Arapça “خ ص ص” kökünden türemiş bir kelimedir. Bu kelimeyi benzer bir kök olan “خ ص م” den türetmeye kalkarsak sağlıklı bir tercüme yapamayız ve yaptığımız tercüme şu şekilde gülünç olur: “..Kimileri birbirine hasım tarafları uzlaştırabileceği hayaline kapılmıştır..”[23][23] Dikkat edilirse tercümede fahiş bir hatanın olduğu açıkça görülür.

Tâhâ Huseyn’in aşağıdaki ifadesinde geçen “أَخْلَقَهمفما “ tabiri de sanırım farkına varılamamış ve hatalı tercüme edilmiştir.

وإذا كانوا أصحاب علم ودين ، وأصحاب ثروة وقوة وبأس ، وأصحاب سياسة متصلة بالسياسة العامة متأثرة بها مؤثرة فيها ، فما أخلقهم أن يكونوا أمة متحضرة راقية لا أمة جاهلة همجية . وكيف يستطيع رجل عاقل أن يصدق أن القرآن قد ظهر في أمة جاهلية همجية! [24][24]

Onlar, ilim, din, servet, güç ve mevki sahipleri, tesir ve teessüre açık, genel siyasetle ilişkili olduklarına göre; cahil ve barbar bir toplum değil de parlak ve uygar bir toplum olmaktan onları alıkoyan nedir? Kur’ân’ın cahil ve barbar bir toplumda ortaya çıktığını hangi akıl sahibi tasdik edebilir?” [25][25]

Bu metnin doğru tercümesi şu şekilde olmalıydı:

“Onlar; ilim, din, servet, güç ve mevki sahibi, tesir ve teessüre açık, genel siyasetle irtibatlı olduklarına göre; kendilerine en uygun olanın, cahil ve barbar bir toplum değil, gelişmiş ve uygar bir toplum olmalarıydı! Kur’ân’ın cahil ve barbar bir toplumda ortaya çıktığını hangi akıl sahibi kabul edebilir?”

Yine bilindiği üzere Arapçada, belki hiçbir dünya dilinde bulunmayan bir “tâ-i merbûta-yuvarlak tâ” harfi vardır. Bu harf, bitiştiği kelimeye farklı anlamlar kazandırır. Vasfiyyet, ismiyyet, vahdet, kesret, mubâlağa, te’nîs… gibi. Tercüme yaparken harfin bu özelliklerine dikkat edilmezse, bazen uygun olmayan, hatta yanlış anlamlar ortaya çıkar. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’in en-Neml sûresindeki : قالتِ نملةٌ أيها النمل ادخُلوا مَساكِنَكم   âyetinde geçen “  نملة” kelimesindeki tâ-i merbûta, vahdet/teklik bildiren bir harftir. Buna tenis/dişilik anlamı vermek doğru olmaz. Nitekim bazı meal yazarları bu hususa dikkat etmeyerek âyeti  “..Dişi bir karınca dedi ki…”[26][26] şeklinde tercüme etmişlerdir. Halbuki âyetin anlamı: “Bir karınca dedi ki…” olacaktır.

Bu harf, Kurân-ı Kerim’de muhtelif yerlerde ve farklı anlamlara gelir.

 و في الآخرة حسنةً.حسنة  في الدنيارَبّنا آتنا  âyetindeki “حسنة” kelimesinde de bu “ ة ” harfi mevcut olmasına rağmen, bazı meal yazarları bunu göz ardı etmişler ve kelimeyi “حَسَن” anlamında tercüme ederek şöyle demişlerdir:

“..İy çalabumuz, Vir bize dünyede eylük, dakı âhıratda eylük..”[27][27]

“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver..”[28][28]

“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver..”[29][29]

“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver..”[30][30]

Elmalı merhum ise, burada geçen “ ة ” ya vahdet anlamı verip ve âyetin mealini daraltarak “..Bize dünyada da bir güzellik ver ahirette de bir güzellik ver..” demiştir.[31][31]

Kelimede geçen bu harf, mutlaka bir anlam ifade etmelidir. Ancak, görebildiğimiz kadarıyla meallerin birçoğu bu anlamı bulamamıştır. Kelimede geçen bu harf, kesret ya da mubâlâğa ifade eder. Ancak, mubâlâğa ifade etmesi dine daha uygundur. Kesret anlamında alırsak; “Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilikler (çoğul olarak) ver..” demeliyiz. Mubâlâğa olarak alırsak[32][32] –ki bana göre de doğrusu budur- “..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da en iyi olanı ver, ahirette de en iyi olanı ver” demiş oluruz. Böylece; Allah’tan çok şeyler istemek yerine  hakkımızda “en iyi olanı” istemiş oluruz.

Aynı hata el-Ahzâb suresindeki لقد كان لكم في رسول الله أسوةٌ حسنةٌ  âyetinde de göze çarpmaktadır. Bu âyetin meali de: “.. Gerçek şu ki, sizin için en iyi örnek Allah Resûlüdür” şeklinde yapılsa, daha doğru olur kanaatindeyim.

Dilde şeklen birbirine benzeyen ifadelerin tercümesinde de yanlışlıklar yapılabilmektedir. Arapçadaki قَطُّ/asla kelimesiyle فَقَطْ/sadece kelimesi de bunlardandır. Necip Mahfûz’un romanında geçen bir kelime bakınız nasıl tercüme edilmiştir:

 

لَو وُجِدت في الماضي حِكمةٌ حقيقيّة لَمَا صارَ ماضيًا قَطُّ.[33][33]

Eğer geçmişte gerçek bir bilgelik bulunsaydı, sadece mazi olmazdı.”[34][34]

Görüldüğü gibi, metinde geçen قَطُّ/asla kelimesi “sadece” şeklinde hatalı olarak tercüme edilmiştir. Doğru tercümesi şöyle olmalıydı:

Eğer mâzîde/geçmişte gerçek bir bilgelik olsaydı, asla  mazi olmazdı.”

Harflerin birbirine benzemesinden kaynaklanan bir hata da şu ifadelerin okunmasında ve tercümesinde vardır.

فإنّ للحيوان على سادة الريف حقًّا في الغَذاء والمأوى والصحة لا مَراءَ فيه، وَلَمْ يُقَرَّ بمثله للفلاّحِ![35][35]

Bu ifadede geçen “لم يُقرَّ” ifadesini “لِمَ يُقَرَّ” şeklinde okumak mümkündür. Nitekim mütercimimiz öyle okumuş ve cümleye şu anlamı vermiştir:

Hayvanların köyün efendisi olarak yiyecek, barınma, sağlık bakımından kesin hakları vardır. Niçin aynısı tanınmaz?”[36][36]

Bu tercümeye dikkat edilecek olursa, Türkçe ifade açısından bazı problemler içerdiği ve anlaşılamaz olduğu, ayrıca müellifin ifadesini de yansıtmadığı görülür. Hâlbuki dikkat edilerek yapılsa, tercümede bu tür aksaklıklar olmaz ve müellifin ifadesi açık bir şekilde anlaşılır. Buna göre tercüme şöyle olabilirdi:

Hayvanların; köyün ileri gelenlerinde, beslenme, barınma ve tedavi edilme hakkı vardır ve bu kesindir. Halbuki, aynı hak çiftçilere sağlanmamıştır.”

Arapçada en kapsamlı konulardan biri de çoğullar konusudur. Tercüme esnasında bu durum göz önüne alınmazsa, bazı tercümelerin istenilen anlamı ifade etmediği görülür. El-Enbiyâ sûresi 8. âyetinde bu durum açıkça görülür.

وَمَا جَعَلْنَاهُم جَسَدًا لاَ يأْكُلُونَ الطَّعامَ...

Bu âyette geçen ‘جسد’ kelimesi sarf yönüyle tekil bir kelimedir. Ancak, cins ifade ettiği için tekil kullanılmıştır.[37][37] Bundan dolayı, tercüme yaparken çoğul şekliyle ‘cesetler/bedenler’ demeliyiz. Nitekim, kelimeden sonraki لاَ يأْكُلُونَ الطَّعام   ifadesi de çoğul olan bir kelimenin sıfatıdır. “Biz onları yemek yemeyen birer ceset kılmadık..”[38][38] şeklindeki tercüme yerine; “Biz onları yemek yemeyen cesetler kılmadık” demek, daha uygundur.

Aynı hata Yûsuf Sûresindeki:[39][39]   إنّي أراني أَحمل فوق رأسي خُبزا تأكل منه الطّيْرُ... âyetinin tercümesinde yapılmıştır. Bu hatanın sebebi, âyette geçen ‘الطير ’ kelimesine dikkat etmemekten kaynaklanmaktadır. Bu kelime, ‘الطائر ’ kelimesinin çoğuludur ve ‘kuşlar’ anlamına gelir. Nitekim, bu kelimenin gayr-i âkıl çoğul olması nedeniyle de fiili müfred ve müennes kipiyle ‘تأكل ‘ şeklindedir. Yapılan tercümede bu durum göz ardı edilerek, ‘..Rüyamda ekmek taşıyorum, bir kuş da gelip hep bu ekmeği gagalıyor..’[40][40] şeklinde tercüme edilmiştir. Halbuki bu âyetin ‘..Başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve bu ekmeği kuşların gagaladığını görüyorum’  şeklinde tercümesi daha uygundur.

Bu konuda bir başka hata da dikkatsizlikten ileri gelmektedir.  el-Hadîd Sûresi 19 ve 21. ayetlerde geçen ‘er-Rusül-peygamberler’ kelimesi tekil şekliyle ‘peygamber’ olarak tercüme edilmiştir. [41][41]

Tercüme hatalarının görüldüğü başka bir nokta da isim-mastar ayırımına dikkat edilmemesidir. Bu durum, Türkçemizde de meşhur olan إنّ الله جميل يحبّ الجمالَ[42][42] hadisinde açıkça görülür. Hadiste geçen “الجمال”  kelimesi mastardır ve “güzellik” anlamına gelir. Hadisin anlamı ise: “Allah güzeldir, güzellikleri sever” olmalıdır. Halbuki yapılan tercümeler genelde “Allah güzeldir, güzeli sever” şeklindedir. Tercümede yapılan ikinci bir hata ise, “الجمال” kelimesindeki “ال” takısını göz ardı etmektir. O zaman anlam eksik olur ve “güzellikler” anlamına gelen kelime “güzellik” şekline dönüşür. Dolayısıyla hadisin anlamında daralma meydana gelir. “Allah güzeldir ve güzeli sever” ile “Allah güzeldir ve güzellikleri sever” arasındaki anlam farkı açıktır.

Tercümelerde en çok göze çarpan hatalardan biri de, fiillerin kiplerine dikkat edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum Kur'ân meallerinde daha barizdir. Mesela el-Kâfirûn sûresinde geçen لاَ أعبُدُ ما تَعْبُدُونَ âyetindeki fiil geniş zamanlı bir fiildir. Ancak birçok tercümede buna dikkat edilmemek suretiyle -di'li geçmiş zaman anlamı verilmiştir ve şöyle denmiştir:

"Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem."[43][43] Halbuki âyetin doğru tercümesi "Ben sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibadet etmem" şeklinde olsaydı fiilin zamanına dikkat edilmiş olacaktı.  Nitekim aynı surenin diğer  âyetlerinde de bu tür hatalar yapılmıştır.

 

b) Nahiv Açısından: Meselâ:

واللهُ أنبتَكم من الأرض نباتًا..[ نوح 17]

Ayetinde geçen  نباتًا kelimesinin gramer yönünden cümledeki yerini bilmemek, hoş olmayan bir anlam vermemize yol açar. Nitekim bazı meal yazarları, “Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi..”[44][44] şeklinde  hatalı meal vermişlerdir.

Bu âyette geçen نَبَاتًا kelimesi cümlede mefûl-ü mutlak konumundadır ve fiili tekit çindir. Anlamı: “Allah sizi mutlak olarak/kesinlikle yerden yarattı.” Olmalıydı.

 Bunun bir benzeri tercüme hatası da Âl-i İmrân sûresi 37. âyette yapılmaktadır. Âyet, وَ أَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا...    şeklindedir ve buradaki ‘نَبَاتًا’ kelimesi cümlenin mefûlü mutlakıdır. Bu nahiv kuralı göz ardı edildiği zaman âyetin anlamı da değişecektir. Bu kelimeyi mefûlü mutlakın dışında hatalı olarak iki şekilde değerlendirebiliriz. Mefûlün bih veya hâl. Birici duruma göre âyetin anlamı: ‘‘Onu güzel bir bitkiye çevirdi/bitki yaptı’’ şeklinde olur. İkinci hatalı tercüme ihtimalinde ise: ‘‘Onu güzel bir bitki olarak bitirdi/yetiştirdi’’ olur ki bunların hiçbiri doğru değildir. Doğru olması için şöyle olmalıdır: ‘‘Onu güzelce büyüttü/yetiştirdi.’’

Yine

نَحن نَقُصُّ عليك أحسنَ القَصَصِ.. [يوسف 3]

âyetinde geçen   أحسنَ القَصَص]ِ  [ifadesinin mef'ûl-ü mutlak değil de mef'ûlü bih anlamı verirsek, yaptığımız tercüme “..Sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz..” şeklinde ve hatalı olur. Halbuki bu âyetin anlamı “ ..Sana en güzel şekilde anlatıyoruz..” şeklinde olmalıdır.

Merhum Ahmed Davudoğlu’nun Kur’ân Mealinde yaptığı yanlışlık da hayli ilginçtir.  O, Bakara suresi 132. âyette geçen: وَوَصَّى بِها إبراهيم بَنِيه وَيعقوبُ...  ifadesini “..İbrahim bunu oğullarına ve Yakub’a vasiyet etti..”[45][45] şeklinde tercüme etmiştir. Bunun sebebi, dikkatsizlik nedeniyle meful olan “Yakup” kelimesini fail gibi görmesidir. Bu âyetin doğru meali “İbrahim, bunu oğullarına vasiyet etti, Yakup da..” olmalıydı.

Tercümelerde göze çarpan bir başka yanlışlık da atıf harflerine dikkat edilmemesinden ileri gelmektedir.  Şu şiirde yapılan tercüme hatası da bunlardan biridir:

لَمّا أتى خبرُ الزُّبيْر تَواضعتْ    سُورُ المدينة والجبالُ الخُشَّع.[46][46]

Yapılan tercümesi: "Zübeyr'in haberi geldiğinde Medine'nin surları yerle bir oldu, dağlar da (musibetin büyüklüğünden ve Zübeyr'in yokluğundan dolayı) boynunu büktü."[47][47]

Bu tercümede, والجبالُ الخُشَّع ifadesindeki و  atıf harfidir. Buna dikkat edildiği zaman doğru tercümesi şöyle olmalıdır:

"Zübeyr'in haberi geldiğinde, Medine'nin surları ve boynunu bükmüş dağlar yerle bir oldu."

Arapçada zamirlerin merci’lerini tespit çok önemlidir. Bunda hata yapılınca, tercümelerde de büyük hatalar olabilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in:

  خلق الله عزّو جلّ آدم على صورته[48][48]  hadisinde böyle bir hataya düşüldüğü açıkça görülmektedir. Bu hadiste geçen “ صورة ” kelimesine bitişen “ـه  “ zamirinin mercii, ya daha önce geçen Allah ya da Âdem’dir.  Arapça gramer kuralına göre, zamir için asıl olan kendisinden önceki ilk kelimeye râci olmasıdır.[49][49] Burada zamirden önceki ilk kelime Âdem’dir. Öyleyse zamirin mercii de Âdem’dir. Bu şekilde anlam vermediğimizde hadisin anlamı şudur: “Allah, Âdem’i kendi şeklinde/biçiminde yaratmıştır.” Nitekim hadis mütercimleri de buna benzeyen anlamlar vermişlerdir.[50][50] Hadise yanlış anlam verilince, birtakım teviller yapmak gerekecek. İşte o zaman, herkes bir şeyler söyleyecek ve durum içinden çıkılmaz olacaktır. Halbuki zamirin mercii doğru tespit edilmiş olsaydı tercüme: “Allah, Âdem’i mevcut şeklinde yaratmıştır.” Olurdu. Yani Allah Âdem’i, kendi biçiminde değil, Âdem’in var olduğu özgün biçimde yaratmıştır.

Bu hadisin İngilizce tercümesinde de aynı hataya düşülerek “..Allah created Adam in His Picture..”[51][51] şeklinde  tercüme edilmiş, hemen arkasından da Türkçede olduğu gibi te’vîl edilmeye çalışılmıştır. İngilizce metinde geçen “His” zamirinin büyük harfle yazılması, merciin Allah’a verilmesidir. Halbuki merci Allah değil Âdem olmalıydı.

Arapçada, kelimelerin olduğu kadar harflerin de önemi çok büyüktür. Çünkü harflerin bazıları da kendi başlarına anlamlar taşır. Bunlardan biri de و-vâv harfidir. Bu harfin cümlede ibtidâ, atıf, hâl.. gibi anlamlar ifade ettiği bilinmektedir. Tercümede bunlara dikkat edilmeyince önemli hatalar oluşur. Bu hataların olduğu tercümelerden biri de Âl-i İmrân suresi 139. ve Muhammed suresi 35. ayetinde geçen şu ayettir.

 

ولا تَهنوا ولا تحزنوا وأنتم الأعلوْنَ إن كنتم مؤمنين. (آل عمران 129)

Bu âyete şu şekilde mealler verilmiştir:

Dakı za’ıf olman; dakı kayurman. Dakı siz yüksegireklersiz, eger olursanuz müminler.”[52][52]

Sizler gerçek müminler iseniz, daha yükselecekken gevşemeyin ve üzülmeyin.”[53][53]

Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız en üstün sizsiniz.[54][54]

“…Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer mümin iseniz çok üstünsünüzdür.”[55][55]

Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz.[56][56]

Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmışsanız en üstün siz olacaksınız.[57][57]

Öyleyse cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.[58][58]

Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka en üstün olursunuz.”[59][59]

Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız, siz daha üstünsünüz.”[60][60]

Verilen meallerde görüldüğü gibi, hepsi birbirine benzemekte ve birbirinin kopyası gibi görülmektedir. İlk bakışta göze çarpan bir hata yok gibidir. Ancak, وَأَنتُم  deki vâv harfi göz ardı edilmiş, bundan ötürü meal de eksik olmuştur.

Kur’ân irabıyla ilgilenen eserlere baktığımızda, buradaki vavın hal vavı olduğunu görürüz. Öyleyse anlamı da ona göre vermeliyiz. Ayetin iniş sebebini ve bağlamını da düşündüğümüz zaman anlam: Eğer gerçekten inanmış kimseler iseniz, en üstün sizler olmuşken gevşeyip üzülmeyin! şeklinde olur. Bu tercümeyi meale çevirecek olursak şöyle deriz:

Siz gerçekten inanmış kimselersiniz. O halde en üstün kimseler de sizlersiniz. Öyleyse sakın gevşeyip üzülmeyiniz! Bu ayet Uhud savaşı sonrasında inmiş olduğundan, bir nevi yenilgiye uğramış olan Müslümanları teselli mahiyeti taşır.

Bazı mütercimler -her ne hikmetse- hiçbir sebep yokken, isim cümlelerini fiil cümlesi olarak Türkçeye çevirmektedirler. Bu durum Kur'ân tercümelerinde bile göze çarpmaktadır. Serbest tercüme yapmak adına bu yola başvurmak kutsal metinler için düşünülmemelidir. Kutsal metinler için asıl olan onların orijinalliğini olabildiğince muhafaza etmektir. el-Ahzâb sûresinin 23. âyeti bir isim cümlesidir. Ancak bazı mütercimler (meal yazanlar) bunu fiil cümlesi olarak tercüme etmişlerdir.

مِنَ المؤمنين رِجالٌ صدقوا ما عاهدُوا اللهَ عليه..

"Müminlerden, Allah'a verdikleri sözde sâdık kalan erkekler-yiğit kişiler- vardır..."

Bazıları bu âyeti: "Müminlerden öyle erkekler vardır ki, Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar.."[61][61] "Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlarını ispat ettiler.."[62][62] Şeklinde tercüme ederek, asıldan uzaklaşmış görünmektedirler.

Kur’ân âyetleri, tercüme edilirken daha çok dikkat edilmeli, kılı kırka yararcasına titiz davranılmalıdır. Çünkü Kur’ân, bir dinin kitabıdır, tarih boyunca da hep öyle yapılmıştır. Mesela şu âyetlere verilen meallere bir bakalım:

قالت الأعراب آمنّا قل لم تؤمنوا ولكن قولوا أسلمنا...[63][63]

“Göçebe Araplar ‘inandık’ dediler. Sen de onlara: ‘Siz inanmadınız, öyleyse sadece ‘teslim olduk’ deyin de…”

Bu âyetin meali bu ve benzer şekilde tercüme edilebilir. Ancak, bunu: “ ‘İnandık’ diyen bedevilere de ki: Siz iman etmediniz; ama ‘boyun eğdik’ deyin..” şeklinde tercüme etmek, hem Türkçe açısından hem de âyetteki kelime dizimi açısından uygun değildir.

Şu âyette de aynı durum söz konusudur:

ربّ السموات والأرض وما بينهما فاعبدْه واصطبِر لِعبادته هل تعلم له سَمِيًّا.[64][64]

Allah; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse O’na ibadet et ve O’na ibadette sabırlı ol! Sen O’nun herhangi bir adaşı olduğunu biliyor musun?”

Şimdi bu mealde olan bir Allah kelâmını:“Bir adaşı ve benzeri olmayan, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin rabbine kulluk et ve O’na kulluk etmek için sabırlı ve metanetli ol!”[65][65] şeklinde tercüme etmek hiç sağlıklı değildir.

Bilindiği üzere Arapçada bazı harflerin önemi de büyüktür. Bunlardan biri de “مَا” dır. Bu harfin kullanım yerleri çok farklı ve ilginçtir. Bu farklar göz ardı edilince, zaman zaman yanlış tercümeler ortaya çıkar. Şu cümlede geçen “مَا” da onlardan biridir:

ولقد اقتنعت بنتائج هذا البحث اقتناعا ما أعرف أني شعرت بمثله في تلك المواقف المختلفة التي وقفتها من تاريخ الأدب العربي.[66][66]

Bu araştırmaların sonuçlarından tamamen emin olmuş bulunuyorum. Öyle ki, Arap edebiyatı tarihi ile ilgili yaptığım çeşitli tespitlerde de aynı şeyi hissettiğimi biliyorum..”[67][67]

Arapça metinde geçen “مَا” nın birçok anlamı vardır. Ancak buradaki anlamı nefy/olumsuzluktur. Buna göre anlam şöyle olmalıydı:

Bu araştırmanın sonuçlarındanArap edebiyatı tarihi ile ilgili yaptığım çeşitli tespitlerde hissetmediğim derecede güven hissetmekteyim..”

Arapça tercümelerde hataya sebep olan harflerden biri de “إلا” dır. Bu kelimenin birçok anlamı olmasına rağmen, en genel anlamda istisnâ edatıdır. Aşağıdaki örnekte, bu anlamda kullanılması gerekirken, başka bir anlamda kullanılmış ve mütercim tarafından müellifin düşüncesinin zıddına bir bilgi ortaya çıkmıştır.

لاَ يَصلُح الأمرُ إلاّ بالعربيّة ولن تكفي وحدَها الفارسيَّةُ..[68][68]

“..Bu özellik sadece Arap Edebiyatı ile sağlanamazdı. Farsça da tek başına buna güç yetiremezdi..”[69][69]

Doğru tercüme şöyle olmalıydı: “.. Bu, Arapçanın dışında bir dille gerçekleşemez. Farsça da tek başına yeterli olmaz..

Harflerle ilgili hatalardan biri de cer harflerinin anlamlarını göz ardı etmektir. Hadiste geçen “أقمِ الصلاة لِذِكْري  “ ifadesindeki “لِ-li” harfine dikkat etmezsek, bu hadisi anlaşılmaz bir şekilde tercüme yaparız. Bu harfin birçok anlamı arasında en çok kullanılanı illet-sebeptir. Zaman belirttiğine pek rastlanmaz. Hadisin anlamı: “Beni hatırlamak için namaz kıl..” veya “beni hatırlaman bir vesile olması için namaz kıl” iken dikkat edilmeyince, “.. Namazı, beni hatırladığın zaman kıl..”[70][70] şekline dönüşür ki bu doğru değildir.

Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken bir husus da marife ve nekra kelimelerle ilgilidir. Bazen öyle oluyor ki marife bir kelime nekra gibi tercüme edilince Türkçe akıcılık yok oluyor ve kulağa hoş gelmiyor. Aşağıdaki şu ifadenin tercümesine bakalım:

 

فتنَهّد إرتياحًا، ثم تساءل تُرى لأي أسرة تنتمي  الفتاة؟[71][71]

 

Rahatça bir nefes aldı. Sonra, kız hangi aileye mensup diye sordu.”[72][72] Bu tercümeyi daha güzel yapmak için, ana metinde geçen “الفتاة-kız” kelimesinin muhatap tarafından bilindiğini ve onun için de marife olduğuna dikkat edilmelidir. O zaman tercümeyi şöyle yapmamız gerekir:

Rahatça bir nefes aldı, sonra da ‘acaba bu kız hangi aileye mensup’ diye sordu.”

Tercümeye “bu”  eklenmesinin sebebi, “kız” kelimesinin marife olmasından ötürüdür.

 

3- Kalıp İfadelerin Tercümesinde yapılan Yanlışlıklar

Arapçada bazı kalıp ifadeler vardır. Bu kalıp ifadelerin anlamı bilinmeyince ya da göz ardı edilince, yapılan tercümeler sağlıklı olmaz. أَ تُرَى، هل تُرَى، يَاتُرى، يا هل تُرَى    gibi ifadeler de böyledir ve bu ifadelerin anlamı “acaba”dır. İçerisinde “رَأى/görme” kökünden gelen bir fiil ihtiva etmiş olması önemli değildir. Nitekim bazı meslektaşlarımız bu ifadenin tercümesinde isabet edememişlerdir.

يا هل تُرى هذا يسوء أحمدَا     أو هل تُراه ليس يُرضي الصَّمَدَا.[73][73]

Görüyor musun (hayret)! Bu mu Ahmed’i kötülüyor? Ya da görüyor musun (hayret)! es-Samed olan Allah’ı razı etmeyen bu mu?[74][74]

Beytin doğru tercümesi şöyle olsaydı daha güzel olurdu: “Acaba bu, Ahmed’i mi kötülüyor, yoksa Samed’i mi razı etmiyor?”

      Bazı tercümeler de vardır ki, ya hiç dikkat edilmeden yapılmış ya da tercüme yapılan dilin terimleri bilinmemektedir. Necip Mahfûz’dan yapılan şu tercümeye dikkat ediniz:

عندما أعود إلى حالتي الطبيعيّة سأحاول أن أفهم الحياة فهما جديدا يقرنها بالسعادة الحقيقيّة..

ـ لنسأل الله أن يحفظنا من كل سوءٍ...

ـ الله يحبّ أن نسأله الخير للناس جميعا..[75][75]

“..Normal halime dönünce, gerçek mutluluğa götürecek bir yaşam felsefesi bulacağım kendime.”

“Allah yardımcınız olsun.”

“Allah hepinizin iyiliğiyle ilgilensin.”[76][76]

Dikkatle bakıldığında, tercümedeki eksiklikler bir yana, İslâmî düşünce sisteminde “Allah hepinizin iyiliğiyle ilgilensin” şeklinde bir dua cümlesini bulmak kolay olmayacaktır. Aynı mütercimin: كلما رأيت أنثى خُيّل إليّ  أنني أرى الحياة على قدمين...[77][77]  ifadesini de: “..Seks konusunda iki ayağımın üstüne basarım ben..”[78][78] biçiminde tercüme etmesi anlaşılır gibi değil. Oysa ki bu cümlenin, “…Ne zaman bir kadın görsem, bu hayat bana kadınlardan ibaret gelir… şeklinde tercüme edilmesi gerekir.

Yine es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi; رَكِبَ رَأْسَهُ  ifadesini "başına bindi"[79][79] şeklinde tercüme etmiştir. Bunun doğru anlamı ise "kendi başına iş yapmak, düşünüp taşınmadan hareket etmek" olacaktı. Merhum mütercim, el-Cevherî (v.400 h.) tarafından kaleme alınan es-Sihâh adlı bayağı hacimli ve oldukça zor olan o eseri iyi bir tercümeyle Türkçeye aktarmış, ancak dikkatsizlik eseri bazı yanlışlıklar da yapmıştır.

                                                                                                                                         Bazı Arapça ifadeler vardır ki, o ifadeleri olduğu gibi Türkçe’ye çevirmek zor bir iş değildir. Ancak, kolaylıkla Türkçeye çevrilen bu ifadelerin neyi anlattığını anlamak hayli güç olur. Mesela, Arapça belağat kitaplarında geçen şu cümlenin tercümesi üzerinde düşünelim.

لاَ شَكَّ أنَّ قَصْدَ المُخبِر بِخَبَرِه إفادةُ المُخاطب : إمّا الحكمَ أو كَونَه عالِمًا بِهويُسمّى الأوّلُ فائدةَ الخبرِ والثاني لازِمَها.. [80][80]

Bu ifadeler Türkçeye: “Şüphe yok ki haber verenin verdiği haberden maksadı, muhataba ya bir hükmü bildirmesi ya da kendisinin o hususta bilgi sahibi olduğunu ifade etmesidir. Birincisi فائدةُ الخبرِ haberin faydası, ikincisi ise لازِمُ فائدةِ الخبَرِ haberin faydasının gereği diye adlandırılır.”[81][81]

Aynı Arapça ifadenin serbest bir tercümesi ise şöyledir:

“Haber cümlesindeki hükme “faide-i haber” (haberin faydası) adı verilir... Mütekellimin bunu bilmesine de; “lazım-ı faide-i haber” (haberin faydasının lazımı) adı verilir.”[82][82]

Yukarıdaki Arapça metinde geçen  فائدةُ الخبر  ifadesi, “muhataba bir hükmü bildirme” olarak tercüme edilmiştir ki  bu tercüme doğrudur. Ancak daha sonra bu ifadeyi, “haberin faydası” şeklinde tercüme etmek anlaşılır şey değil. Bu  فائدةُ الخبر  ifadesinin Türkçedeki tam karşılığı “muhatabı bilgilendirme”dir. لازِمُ فائدةِ الخبَرِ ifadesinin Türkçedeki karşılığı ise, “konuşmacının, muhataplarının bildiğini de bilmiş olması”dır. Bunu, “haberin faydasının gereği” şeklinde tercüme etmek, zor anlaşılan bir ifadeyi daha da zorlaştırmaktır.

Bu hususlar göz önünde bulundurulmak suretiyle Arapça ifadeyi şu şekilde tercüme etmek mümkündür:

“Şüphesiz, bilgi veren/konuşma yapan/bilgilendiren kişinin amacı; ya muhatabı bilgilendirmek ya da muhatabın bildiği şeyi, kendisinin de bildiğini muhataba bildirmektir. Bunlardan birincisine فائدة الخبَر muhatabı bilgilendirme, ikincisine ise لازِمُ فائدةِ الخبَرِ muhatabın bildiği şeyi, kendisinin de bildiğini muhataba bildirme denir.”

Görüldüğü gibi, Arapça metinde geçen “haber, faide ve lazım” kelimelerinin hiçbiri, Türkçedeki “haber, fayda ve lazım/gerek” anlamlarında kullanılmamış, bulundukları cümle içerisinde yeni anlamlar kazanmışlardır. Öyleyse, Türk muhataplarımızı bilgilendirmek için yapacağımız tercümede, yeni anlamları kullanmak zorundayız.

Kalıp ifadeler zaman zaman dinî metinlerde de geçer. Onun için, âyetleri ve hadisleri tercüme ederken daha çok dikkat etmeliyiz. Mesela Arapçada çok kullanılan “شَدّ رِحالَهُ ” ifadesi; “yolculuğa hazırlanmak ve yolculuk yapmak[83][83] anlamına gelir. Hz. Peygamber’in hadisinde geçen:

لا تُشَدُّ الرّحالُ إلا إلى ثلاثة مساجدَ ifadesi; “Sadece  üç mescit için yolculuğa çıkılır” anlamına gelir. Yani, ibadet yapmak amacıyla ancak şu üç mescide yolculuk yapılır.. Bu hadisi, metinde geçen kelimelerin sözlük anlamlarıyla tercüme yaparsak “Deve palanları sadece üç mescide gitmek için bağlanır[84][84] deriz ki bu da anlaşılır olmaz.

 

4- Atasözleri ve Deyimlerin Tercümesinde Yapılan Yanlışlıklar

Arapçadan tercüme yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de, atasözlerinin ve deyimlerin tercümesidir. Acaba bunlar, Türkçe’ye tercüme edilirken, metne sadık kalmak suretiyle mi yoksa kavram olarak mı tercüme edilmelidir. Bu konuyu açıklığı kavuşturmak için şu soruları da sormamız gerekir:

a) Atasözleri ve deyimleri bir dilden diğer dile aktarırken, onların ifade ettikleri mi yoksa salt tercümesi mi aktarılacak?

b) Eğer salt tercüme aktarılacaksa, ve aktarılan dilde o tercümenin bir anlamı olmayacaksa aktarmanın amacı ne olacak? Bu aktarım neye yarayacak?

c) Aktarılan dilde, o kavramın karşılığı yoksa aktarım nasıl yapılacak?

Bu sorulara açıklık kazandırmak üzere seçtiğimiz şu atasözleri ve deyimleri Türkçeye aktarmaya çalışalım.

أنْ يأكل البَقْلَ ولا يسألَ المَقْبَلَةَ.

Bu ifade dört kelimeden oluşan bir atasözüdür. İçerisinde "yemek, bakla, sormak ve  baklacı " kelimeleri ve bağlaçlar vardır. Bunları Türkçeye şu iki şekilden biriyle aktarabiliriz: "Baklayı yemek, baklacıyı sormamak" ya da "baklayı yemesi, baklacıyı sormamas”ı. " Türkçe atasözleri ve deyimler içerisinde bu tür bir ifadeye -araştırabildiğimiz kadarıyla- rastlayamadık. Öyleyse bu Arapça ifadeyi sadece tercüme edip geçelim mi yoksa Türkçedeki karşılığını mı verelim? Tercüme edip geçtiğimizde, bu tercümeden bir şey anlamak çok güçtür ve bilgilendirmek istediğimiz kitleye de bilgi vermiş sayılmayız. Öyleyse biz mütercim olarak bu ifadenin Türkçedeki karşılığını okuyucuya aktarmalıyız. O da : "Üzümü ye, bağını sorma" ifadesidir.

Bu durum, ذَهَبَ الأطيبانِ و بقي الأخبثانِ  meselinde de görülür. Burada geçen ‘الأطيبانِ’ kelimesi iki gözü, ‘الأخبثانِ’ kelimesi ise yellenme ve öksürme anlamına gelir. Bu meseli ‘gözler gitti, yellenme ve öksürme kaldı’ şeklinde tercüme etmek hoş olmaz. Çünkü Türkçede böyle bir atasözü yok. Ancak bu meseli Türkçeye ‘ahı gitmiş vahı kalmış’ şeklinde çevirebiliriz. İşte o zaman yapılan tercüme amacına ulaşır.

      Türkçe’deki deyimleri yeterince bilmemek, bu deyimlere dikkat etmemek ya da umursamamak sebebiyle de bazı hataların yapıldığı görülmektedir. Nitekim el-Me'âric sûresi 44. âyette geçen خاشِعَةً أبصارُهُمْ âyetine de "gözleri dönmüş" anlamı verilmiştir.[85][85]

Halbuki Kur'ân'da geçen  خاشِعَةً أبصارُهُمْ  ifadesi, Türkçedeki "gözleri dönmek" deyimine tekabül etmez. "Gözü dönmüş" deyiminin Türkçedeki anlamları şöyledir:

Gözü dönmüş: Öfkeli, sinirli,[86][86] aşırı bir istek ya da çok öfkelenme dolayısıyla saldıracak durumda olmak,[87][87] öfkesinden ne yaptığını bilmemek,[88][88] aşırı bir isteğin, öfkenin tesiriyle ne yaptığını bilmez, zapt edilmez hale gelmek.[89][89]

Kur'an'da geçen خاشِعَةً أبصارُهُمْ ifadesinin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre bu ifade, Türkçedeki "gözleri dönmüş" anlamına gelmemektedir. Kur'an'daki bu ifadenin anlamı "uğradıkları zilletten ötürü gözleri düşmüş, başları aşağı eğilmiş" şeklinde olması daha uygun olur. Çünkü:

Ayette geçen  أبصار / gözler" kelimesi kinâî bir lafız olup, zikr-i cüz irade-i kül kaidesi uygulanır. Burada başın bir cüz'ü olan göz zikredilmek suretiyle, baş kastedilmiştir. Öyleyse, anlam da ona göre verilmelidir.

 

 

5- Kelimelere Hatalı Anlam Vermekten Kaynaklanan Yanlışlar

 

Bazı kelimeler vardır ki, cümlede bulunmuş oldukları yere göre farklı anlamlar ifade ederler. Onlardan birisi de "evet" anlamına gelen "نَعَم " kelimesidir. Ancak bu kelime, bulunduğu her yerde "evet" diye tercüme edilirse, Türkçe ifade bozukluğu ortaya çıkar.

Çocukla babası arasında şu kısa Arapça diyalog geçer:

 

بَابَا.

نَعَم!

Bu kısa diyalog Türkçeye:

-Baba...

-Evet.. şeklinde tercüme edilmiştir. Halbuki ifadede geçen "نعم " kelimesinin buradaki anlamı "efendim" olmalıydı.  Çünkü Türkçede, kendisine çağırılan kişi "efendim" diyerek karşılık verir.

Türkçe ve Arapça, yıllarca iç içe yaşayan iki dildir. Bu sebepledir ki, birbirlerinden oldukça fazla kelime alışverişinde bulunmuşlardır. Türkçemizin Arapçadan aldığı kelimelerden biri de   " عِرْضٌ " kelimesidir. Bu kelimenin birçok anlamı olmakla birlikte, Türkçede sadece "ırz" anlamı bilinmektedir. Arapçadan yapılan tercümelerdeki her العرض kelimesini Türkçedeki "ırz" yerine tercüme yaparsak hatalı tercüme yapmış oluruz. Nitekim bu kelime, Hz. Peygamber'in şairi Hassân b. Sâbit'in iki ayrı şiirinde geçer ve her geçtiği yerde ayrı anlam ifade eder. Şiirler ve anlamları şöyledir:

فإن أبي ووالدَه وعِرْضِي    لِعِرضِ محمدٍ منكم وِقَاءُ . [90][90]

Bu şiir şu şekilde tercüme edilmiş:

"Çünkü babam, onun babası ve benim şerefim

Size karşı Muhammed'in şerefine siperdir."[91][91]

Bu şiirin başka bir tercümesi ise şöyledir:

"Benim babam ve onun babası, sizden korunmuş saklanmıştır."[92][92]

Şiirde geçen ‘‘ırz’’ kelimesi, ‘‘beden,can,ceset, asalet…’’ gibi anlamlara gelmektedir. Halbuki yapılan her iki tercümede de ‘‘şeref’’ anlamı verilmiştir.  Böyle bir anlam verme, vakıaya aykırıdır. Çünkü, bir insanın şerefi, diğer insanın şerefine siper olması tabiri Türçede kullanılan bir ifade değildir. Bunun içindir ki, şiir şöyle tercüme edilseydi daha şık olacaktı:

‘‘Babam, dedem ve benim canım/bedenim, size karşı Muhammed'in bedenine siperdir.’’

Ancak, şiirin bu şekilde tercüme edilmesinde de bazı ön bilgilere ihtiyaç vardır. Eğer şairin babası ve dedesi, şiirin söylendiği anda var ise, bu tercüme doğrudur. Ölmüşlerse doğru olamaz. Yaşamayan kimselerin can/bedenleri, yaşayan peygambere nasıl siper olur! Başka bir bakış açısı da şiirdeki kelimelerin diziliş biçimidir. “Babam, dedem” denince aşağıdan yukarıya doğru bir sıralama var. Bunun peşinden “atalarım” gelmesi gerekir. Öyleyse şiiri şu şekilde tercüme etmek daha mantıklı olmaz mı?

Babam, dedem ve atalarım, Muhammed’in asaletini sizden koruyacaktır.” Bu durumda, “ırz” kelimesi “ata” anlamında kullanılacaktır.

 

Aynı şairin şu şiirinde ise عِرْضٌ " kelimesi Türkçedeki "ırz" anlamına gelmektedir.

أصون عِرضِي بِمالي لا أُدنّسُهْ   لاَ بارك اللهُ بعد العِرض بالمال.[93][93]

‘‘Paramla ırzımı korurum, onu (ırzımı/şerefimi, manevi kişiliğimi) kirletmem, çünkü Allah, ırz/şeref olmadıktan sonra paraya bereket vermez.’’[94][94]

Arapça asıllı olup Türkçede pek sık kullanılan kelimeler çok olmakla birlikte, araştırmamızı şişirmemek için sadece iki tanesine daha örnek vermekle yetineceğiz. Bunlardan biri Arapçadaki “الأدب” ve “أَدَّبَ “ kelimeleridir. Bu kelimelerin Arapçadaki anlamı bugünün Türkçesinde kullanılan anlamı ifade etmemektedir.[95][95] Bu kelimeler Türkçede genelde “ahlâk” ve “terbiye edip edeplendirmek” anlamlarında kullanılır. Bu konuda İbn Seb’în (v.562/1126) tarafından rivayet edilen ve Türkçe nasihat ve öğüt kitaplarında yer alan meşhur:

  [96][96] أدبي أدّبني وأحسن إنّ اللهَ  ifadesi Türkçeye; “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi/edebimi güzel yaptı” şeklinde çevrilir.

Arapça ilk lügatlere baktığımızda, yukarıda geçen ifadelerin; “ahlâk” ve “edeplendirme” anlamına geldiğini göremiyoruz. Ayrıca, Kenzu’l-‘Ummâl isimli hadis kitabı bu ifade hakkında şu açıklamayı yapar:

“Hz. Ebû Bekir: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Araplar arasında gezip dolaştım, Fakat senden daha güzel konuşan/fasîh birisini duymadım. Seni kim edip yaptı?-مَنْ أدَّبّكَ؟’ diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber de :

بني ربي ونشأْتُ في بني سعدأدّ –‘Beni Rabbim edip yaptı ve ben Benî Sa’d kabilesinde yetiştim’ hadisini irad buyurdu.”[97][97]

Aynı ifadeleri değerlendiren İbnü’l-Esîr ise şu bilgileri verir: Bir gün Hz. Peygambere; ‘Ey Allah’n Elçisi! Görüyoruz ki, sana gelen her yabancı kabile temsilcisiyle fasih olarak konuşabiliyorsun. Bunu nasıl yapabiliyorsun? Diye sordular. O da “أدبي فأحسن أدّبني ربي ” şeklinde cevap verdi.[98][98]

Bütün bu değerlendirmeleri göz önüne aldığımızda, -şayet rivayetler sahih ise- Hz. Peygamberin cevap niteliğindeki sözlerini “Bani Rabbim ‘edip’ yaptı. Onun içindir ki edebiyatımı güzel yaptı” şeklinde anlamamız daha doğru olacaktır.

Hz. Peygamberin birçok hadisinde geçen أدّبَ  kelimesi, “disipline sokmak, uslandırmak, cezalandırmak…” gibi anlamlara da gelmektedir. Nitekim, Hz. Peygambere “لَو أنّ رجلا أدَّبَ بعضَ رعيّته أَ تُقَصُّهُ ؟  -Bir adam, yönetimi altında bulananları disipline soksa/uslandırsa/cezalandırsa ona da kısas yapar mısınız?[99][99] şeklinde sorular sorulmuştur.

Türkçeye hatalı olarak tercüme edilen diğer bir kelime de “النصيحة “ kelimesidir. Bu kelime, asıl itibariyle “samimiyet ve içtenlik” anlamına gelir. Hz. Peygamberin hadisinde geçen  الدين النصيحة ifadesi hemen bütün tercümelerde “din nasihattir” şeklindedir. Halbuki bu ifadenin doğru anlamı “din samimiyettir/samimi olarak inanmaktır” şeklinde olmalıdır.[100][100]

Tercüme hataları telaffuzu birbirine yakın olan kelimelerde de görülmektedir. “النهار “ kelimesini “الأنهار “ kelimesine benzemesi nedeniyle bakınız nasıl bir hata oluşmuş: “ إنقطاع المياه عن الأدوار العليا في النهار[101][101]-Gündüzleyin, yüksek katlarda suların kesilmesi” ifadesi mütercim tarafından :”Nehirlerdeki su seviyesinin düşmesi[102][102] şeklinde tercüme edilmiştir.

 

6- Ezdâdların Tercümesinde Yapılan Yanlışlar

Arapçadan yapılan tercümelerde görülen hatalardan biri de ezdâdla ilgilidir. Bu durum özellikle âyet meallerinde görülür. Mütercimlerin, Arapçadaki ezdâd konusunu hiç dikkat etmedikleri kanaatindeyim. Hatta bazı meşhur meal yazarları için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Aşağıda arz edeceğim örneklere bakılınca, durum daha da netleşecektir.

إنّي لأظُنُّك يا مُوسى مَسحُورًأ.[103][103]

Bu âyete Türkçe ve İngilizce meallerde verilen anlamların bazıları şöyledir:

“..Mûsâ! Seni (aklını bozmuş), büyüye tutulmuş bir adam sanıyorum!.”[104][104]

“..Ey Mûsâ! Ben seni kesinlikle büyülenmiş sanıyorum!”[105][105]

“..Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş olduğunu sanıyorum.[106][106]

“..Ey Mûsâ! Gerçekten ben, elbette seni büyülenmiş sanıyorum..”[107][107]

“..Mûsâ! Sanki büyülenmiş gibisin.[108][108]

“..Ey Mûsâ! Ben, zannediyorum ki sen büyülenmişsin.”[109][109]

..Ben senin büyülendiğini zannediyorum.[110][110]

..Ben seni büyülenmiş sanıyorum.[111][111]

“Her halde ben seni yâ Mûsâ bir büyüye tutulmuş zannediyorum.”[112][112]

..Ben senin kesinlikle büyülendiğini düşünüyorum, ey Mûsâ.”[113][113]

..Ey Mûsâ Ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum.”[114][114]

“..Mûsâ, ben seni herhalde büyülenmiş sanıyorum.”[115][115]

..Ben senin kesinlikle büyülendiğini zannediyorum ey Mûsâ..”[116][116]

“..Ey Mûsâ! Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum..”[117][117]

“..Ey Mûsâ, ben seni büyülenmiş sanıyorum..”[118][118]

“..Zan ederin ki sen bir sihirbazsın..”[119][119]

“..Ey Mûsâ büyülenmiş gibisin sanki sen.”[120][120]

“..Verily, O Moses, I think that thou art full of socrery.”[121][121]

“..Lo! I deem thee one bewitched, O Moses.”[122][122]

“..Moses, I think thou art bewitched.”[123][123]

“..Moses, I can see that you are bewitched.”[124][124]

“..Surely, I deem thee, O Moses to be one bewitched.”[125][125]

“..O Mosé io credo che tu sia stregato.”[126][126]

“..Bayık ben, gümensüz bilürin seni, iy Mûsâ, bügülenmişsin.”[127][127]

“..Ey Mûsâ! Senin, kesinkes cin çarpmış kişi olduğuna inanıyorum..”[128][128]

Ayette geçen “أظُنّ” fiilinin tercümesine dikkat ederseniz birçok mealci bunu hatalı tercüme etmiştir.

Aynı kelime, Kur’ân’ın başka bazı ayetlerinde de geçer ve yine “kesin bilgi sahibi olmak” anlamına gelir. Fakat ne yazık ki bazı mütercimler yine hatalı şekilde tercüme etmişlerdir. Cin Sûresi 12. âyet de bunlardan biridir.[129][129]

Ezdâd konusunda hatalı tercüme yapılan birçok âyet daha vardır. Bakara 26. âyette geçen فوق  kelimesi ezdâddan olup تحت  anlamına, Enbiya 105 deki بعد kelimesi قبل  anlamına ve Kehf 79 daki وراء  kelimesi de  أمامَ  anlamına geldiği birçok meal yazarı tarafından göz ardı edilmiştir. [130][130]

 

7- Belâğî İfadelerin Tercümesinde Yapılan Yanlışlar

Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken bir husus da belâgat kaidelerine riayettir. Buna dikkat edilmeyince yine bazı hatalar ortaya çıkar. Seyyid Kutub’un كلّ منهج غريب لايُمكن أن يحقق الإسلام في النهاية...[131][131]    ifadesi, mütercimi tarafından “Yabancı her nizamın en sonunda İslâm’ı tahakkuk ettirmesi imkansızdır.”[132][132] şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercümenin açılımına bakacak olursak ortaya şöyle bir durum çıkar: Yabancı her nizamın İslam’a götürme imkanı yoktur. Sadece bazıları sonunda İslâm’a götürür.”

Bu tercümede iki yanlış göze çarpar, birincisi; metinde geçen ‘menhec-metot’ kelimesinin ‘nizam’ olarak tercüme edilmesi, diğeri ise belagat kuralının ihlâl edilmesidir. Müellifin ifadesinde, umûm-i selb vardır. Çünkü müellif, önce sûr edatı dediğimiz “كلّ” yü kullandıktan sora nefy edatı olan “ مْلـ ”i kullanmıştır.[133][133] Yani müellif  “Hiçbir yabancı metot, sonunda İslâm’ı gerçekleştiremez” demektedir. Bu durumun bazı istisnaları da vardır. Eğer karine bu tür tercümeye imkân vermiyorsa bu kuralın göz ardı edilmesi gerekir.[134][134]

Bu durum el-Hâc sûresindeki إنّ الله لا يحبّ كلَّ خوّان كفور âyetinde mevcuttur. Kurala göre burada umûm-i selb vardır ve âyetin anlamı: “ Allah her hain nankörü sevmez.” Bu tercüme şekli “bazılarını sever” anlamına gelir. Bu durum Allah için düşünülemez.  Bunun anlamını “..Allah, nimetini görmezden gelen nankörleri hiç mi hiç sevmez”[135][135] şeklinde tercüme etmek de sağlıklı değildir. Aynı şekilde, “..Çünkü Allah, her haini ve nankörü sevmez”[136][136] şeklindeki tercüme de doğru olamaz. Doğru tercüme: “..Allah, hiçbir nankör haini sevmez” ya da “..Allah, nankörlük yapan hiçbir haini sevmez”  olmalıydı. Böyle kural dışı tercüme edilmesinin sebebi, karinedir. Karine olunca, tercümede farklılık olabiliyor. Buna benzer durumlar; Bakara 276. ve Lokman 38. âyetlerde de mevcuttur ve kimi mealciler tarafından hatalı tercüme edilmiştir.[137][137]

Verilen çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, çok ciddi ve işinin ehli olan mütercimler bile bazen önemli hatalar yapabilmekte iseler de bu durum bizlere, tercüme yapmada hatanın kaçınılmaz olduğunu göstermez. Yapılan tercümenin amacı, amaç kitleyi bilgilendirmek ise, o kitleye vereceğimiz tercüme bilgi, müellifin vermek istediği bilginin aynısı olmak zorundadır. Aksi halde müellife ve amaç kitleye karşı -bilerek ya da bilmeyerek- ihanete kadar varan hatalar yapma durumunda kalırız. Bu ise hem ahlak hem de hukuk açısından hoş karşılanacak bir şey değildir. Öyleyse, tercüme yaparken azami dikkat göstermek ve yapılan işi ciddiye almak şarttır. Bütün bu hassasiyetler gösterildikten sonra yine de hatalar olursa –ki bunlar çok azdır- o zaman yapılacak şey, hatayı kabullenmek ve hatayı tashih etme yolunu kullanmaktır. İşin buraya varmaması için ise, tercüme yapmaya başlamazdan önce, tercümeyle ilgili bazı teorik kitapların okunmasının faydalı olacağı kanaatindeyim.

Kaynak: NÜSHA, YIL: V, SAYI: 19, GÜZ 2005

 

 

“EĞER DOSTLARDAN BİRİ İLERİDE İNAT EDER VE KENDİ DİLEDİĞİNİ YAPARSA BU YÜZÜĞÜN TILSIMI BOZULACAKTIR!”

BİR KEŞMİR MASALI: YÜZÜĞÜN SIRRI Türkçesi: Prof. Dr. Halil Toker

"Hindistan’ın tacı", "Güney Asya'nın İsviçresi", "dünya üzerindeki cennet misali ülke" Keşmir. Tarih boyunca seyyahların güzelliğine hayran kaldıkları, şairlerin şiirlerine konu olmuş destansı bir ülke Keşmir. Ancak bu ülkeye bahşedilen olağan üstü güzellikler, ülke halkının hayatının da aynı derecede güzel ve huzurlu olmasını sağlayamamıştır. Ne yazık ki Keşmirliler, bilinen tarihlerinin ilk günlerinden başlayarak günümüze kadar baskı ve zulüm altında yaşamlarını sürdürmeye mecbur kalmışlardır.

Mitolojik verilerden edinilen bilgilere göre Keşmir'e ilk yerleşenler, şeytanî bir varlığın zulmünden kaçan “yılan insanlar”dır. Takib eden dönemlerde bölge çeşitli kavimlerin istilasına uğramış, ancak büyük yıkım Moğollarla gelmiştir. Keşmir'i yakıp yıkan ve halkını katleden Moğolların bölgeden ayrılışının ardından İslâm dini, bölgede hızla yayılmış, beraberinde huzur ve güveni getirmiş; gerek bölgede kurulan Müslüman devletleri, gerekse bölgeyi daha sonraki yüzyıllarda ele geçiren Babürlüler zamanında geniş çaplı ilerlemeler kaydedilmiş, bölge göreceli bir refah seviyesine erişmiştir. Babürlüler'in çöküş dönemine girmesi, Keşmirliler için günümüze kadar sürecek meş’um bir sürecin başlangıcının habercisidir. Afganistan Devleti'nin kurucusu Ahmed Şah Abdâli'nin Patipat'ta Babürlüleri yenilgiye uğratmasının ardından Keşmir Afganlar'ın yönetimine geçmiştir. Afganlar, bölgede sert ve zorba bir yönetim kurmuşlardır kurmasına, ancak 1819'da Afganlar'ı yenerek bölgeye gelen Pencablı Sikhler, Keşmir'in üzerine bir kabus gibi çökmüştür. O günlerde ağır vergiler ve akla hayale gelmez zorbalıklar altında ezilen Keşmirliler Müslüman'ın "bir hayvan kadar" dahi değeri bulunmadığı -bir Keşmirli Müslüman'ı öldürmenin cezası sadece birkaç rupi olduğu- bir dönem yaşamıştır. Nisbeten kısa süren bu kabus dönemini, Sikhler'i yenen İngilizler'in Keşmir'i 16 Mart 1846'da 7.500.000 rupiye, halkıyla birlikte, Cammulu bir Hindu'ya satmasıyla başlayan daha uzun bir kabus dönemi izlemiştir. Bu dönemde yaşamların tüm safhalarında dışlanmışlığı, itilmişliği ve baskıyı şiddetle hisseden Keşmirli Müslümanlar, belki de yüzyıllardır süregelen ezilmişliğin meydana getirdiği bir tür içgüdüyle, yapılanlara karşı koymamış ya da koyma gücünü kendinde bulamamıştır.

XX. yüzyılın başları, eski dünya düzeninde değişme emarelerinin görüldüğü yıllardır. Tüm dünyada olduğu gibi, dönemin süper gücü, Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk Britanya’nın sömürgelerindeki halklar arasında sosyal ve siyasî hayatta kıpırdanmalar gerçekleşmektedir. Özellikle artan sayıdaki modem eğitim almış gençler, yeni arayışlara ve içinde bulundukları esarete tepki duymaya ve tepkilerini çeşitli yöntemlerle göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerin en hararetli biçimde kendini gösterdiği yer ise Hindistan’dır. Yavaş yavaş başka bir ülkenin sömürgesi kalamayacaklarını hisseden Hindistan düşünür ve siyaset adamları -tabiî ki buna o günlerde PakistanlIlar da dahildir- teşkilatlanarak bu düşüncelerini yaymaya başlamışlardır. Tarihinin hiçbir döneminde doğrudan Hindistan’ın bir parçası olmamakla birlikte Keşmirliler’in komşuları Hindistan’da yaşananlardan bigâne kalması mümkün değildir ve özellikle ‘özgürlük ve kendi geleceğini tayin etme’ gibi düşünceler orada eğitim almış gençler aracılığıyla Keşmir’e gelmeye başlar. Ardından da 1930’lu yıllarda ülkeyi demir pençesinde ezen Keşmir Maharacası’na karşı organize bir hâl alır. Maharaca’ya karşı bu baş kaldırış sırasında da Keşmir halkı zulüm görür ve yıpranır, fakat artık kendine yapılanlara tepki gösterecek bilince ve cesarete sahiptir. Bu tepkiyi büyük oranda gösterir de. 14-15 Ağustos 1947’de Hindistan ve Pakistan bağımsızlıklarını kazanır. Ancak iki ülke arasındaki anlaşmazlık nedeniyle Cammu ve Keşmir’in büyük bir kısmı Hindistan’ın denetimine geçer ve bir kısmı da Pakistan’da kalır. Bu da yüzyıllardır hiç sona ermeyen bir kâbusu yaşayan Keşmirliler’in özellikle Hindistan tarafında kalanları için yeni bir evredir. 1947’deki bu bölünmeden sonra günümüze kadar devam eden süreçte, dünyanın gözü önünde yine Keşmirliler ezilmekte, yine baskıya maruz kalmakta ve yine öldürülmektedir.[138]

Ancak Keşmir sadece kan ve gözyaşından ibaret değildir. Evliyalarıyla ünlü bu topraklarda yeşeren güçlü bir edebiyat da yüzyıllardan beri varlığım sürdürmektedir. Fars Dili ve Edebiyatına yüzyıllarca hizmet edilmiş, Emîr Kebîr Seyyid ‘Ali-yi Hemedânî (ölm. 786/1384), Nureddîn Velî (ölm. 842/1440), Baba Dâvud Hâkî (ölm. 994/1586), Mazharî-yi Keşmîrî (ölm. 1017-20/1598-1600?), Ganî-yi Keşmîrî gibi birçok Keşmirli şair Farsça şiirler kaleme almıştır.[139] Bölgenin yerel dili Keşmîrî ve Urduca ile sayısız eserler yazılmıştır. Bunun yanında Keşmir’in bir de çok renkli ve canlı bir halk edebiyatı vardır. Özellikle olağan üstü güzellikteki Keşmir arka planında, olağan üstü varlıkların yer aldığı doğaüstü olayların anlatıldığı masallar, okuyucusunun kafasında son derece ilginç ve değişik bir atmosfer yaratmaktadır. İşte “Yüzüğün Sırrı” adlı masal da bunlardan biri olup Keşmirlilerin düşünüş ve hissediş tarzını bizlere yansıtmaktadır.

YÜZÜĞÜN SIRRI[140]

Bir adamın üç oğlu vardı. Ölüm döşeğindeyken oğullarını yanına çağırarak tüm birikimini bu üç oğlu arasında bölüştürdü ve “Kendi yeteneğinize göre bu parayla bir iş tutun!” dedi. Büyük ve ortanca oğul kendi paylarını bir işe yatırdılar ancak küçük oğul parasını bir işe yatırmak yerine “Önce dünyada ticaret nasıl yürür? Görüp öğreneyim!” diye düşünüp uzun bir yolculuğa çıktı.

Genç adam evinden biraz uzaklaşmıştı ki iki üç çocuğun ellerine taş almış güzel renkli bir yılanı taşladıklarını gördü. Bunu görünce gencin aklına kim bilir ne geldi ki o çocuklara para vererek yılanı öldürmemelerini istedi. Genç adam yaralı yılanı yolun üstünden kaldırıp yol kenarına koyup yoluna devam etmek istiyordu ki birden bire yaralı yılan acı içinde kıvranarak konuşmaya başladı:

-   Kardeşim! Sen benim canımı kurtararak bana büyük bir iyilikte bulundun. Bunun karşılığını ödemem mümkün değil. Biraz bekle de ben de seninle beraber yürüyüp sana yol arkadaşlığı edeyim.

Genç adam oturup biraz dinlendi. Ardından ikisi de yola koyuldular. Genç adam insanların dilini konuşan bu varlığın bir yılan olamayacağını anlamıştı, bu yüzden bu yılan görünümlü varlığı alıp cebine koydu. Bir süre daha yola devam ettiler. İleride bir adamı güzel bir orman üveyiğini kafese koymuş yolda giderken gördüler. Üveyik çığlık çığlığa bağırıyor yardım istiyordu. Yılan, genç adama:

-    Ne olursa olsun bu üveyiği kafesten kurtar. İşine yarar, dedi.

Genç adam kafesiyle birlikte üveyik kuşunu satın aldı ve yoluna devam etti. Az sonra iki kişinin bir kediyi iple bağlamış sürükleyerek götürdüğünü gördü. Yine yılan:

-  Kardeşim! Bu çok sadık bir kedidir. Köylülerin tavuklarını ve diğer yiyeceklerini çalarak yaşlı bir kadına yediriyor. Köylüler de şimdi ona bu iyiliğinin cezasını çektiriyorlar. Onu kurtar, işine yarar, dedi.

Genç adam bir miktar para vererek kediyi kurtardı. Kedi de “Miyav, miyav” diyerek onun peşine takıldı.

Bu sırada uzaktan bir köpeğin havlama sesini işittiler. Kedi bu sesi duyunca korkuya kapıldı ama üveyik kuşu:

-  Kedi hanım, korkma, bu köpek çok vefakâr bir köpektir. Bizim çok işimize yarar, dedi.

Genç adam bir miktar para vererek köpeği de satın aldı ve bu dört arkadaşı da yanına alarak ticaret hayatını öğrenmek için yola koyuldu. Yılanın tavsiyesi üzerine genç adam tertemiz suların aktığı bir pınarın bulunduğu bir ovada gecelemeye karar verdi. Genç adam gece uyurken yılanın kendisine “Sabah erken kalkıp pınarın suyunda yıkanırken birkaç saniye için nefesini tutup suya dal!” dediğini işitti. Sabah genç adam uyandığında gece yılanın kendisine söylediği aklına geldi. Cebini karıştırıp baktığında ise yılanın cebinde olmadığını fark etti. Bunun üzerine kalkıp yıkanmak için pınarın başına gitti. Gözlerini yumarak suya daldı Birkaç saniye sonra suyun üstüne doğru çıktığını hissedince gözlerini açıp baktı. Bir de ne görsün gözlerinin önünde muhteşem bir saray. Genç adam çocukların elinden kurtardığı yılanın aslında yeraltının şehzadesi olduğunu ve biçim değiştirerek dünyayı gezmeye çıktığını anladı. Genç adam şehzadenin anne ve babası ile tanıştı. Yeraltı padişahı oğullarını kurtardığı için genç adama teşekkür ederken gencin şehadet parmağına sihirli bir yüzük taktı. Bir süre sohbet ettikten sonra hayvan dostlarının genç adamı ovada bekledikleri bilindiğinden gitmesine izin verildi. Genç adam ovaya geri döndüğünde sihirli yüzük aracılığıyla kalmak için güzel bir saray ile altın renkli saçlı huri gibi güzel bir eş diledi. Göz açıp kapanıncaya kadar dileği yerine geldi ve o da köpeği, kedisi ve üveyiği ile birlikte bu sarayda yaşamaya başladı.

Gel zaman git zaman, bir gün altın renkli saçlı huri saçlarını tararken tarağa takılan saçlarından bir topak yaparak bunu ırmağa attı. Bir balık bu topağı yuttu. Balık padişahın balıkçısının ağına takıldı ve sarayın mutfağına götürüldü. Aşçı, balığın karnı yanlınca altın rengi saçlardan oluşan bu topak çıktı. Padişahın oğlu bunu görünce:

-  Ben bu saçların sahibi kızla evleneceğim, diye tutturdu.

Balıkçının karısı casusluk yapmak için balığın yakalandığı yere gönderildi. Bir süre yürüdükten sonra kadın altın rekli saçlı kızın tek başına oturup kocasını beklediği ovadaki saraya vardı. Genç adam o sırada köpeğini, kedisini ve üveyiğini de yanına alıp ava gitmişti. Balıkçının karısı altın renkli saçlı kızı lafa tutup sihirli yüzüğün sırrını öğrendi ve onu kandırarak bu yüzüğü kocasının yerine kendi parmağına takması konusunda ikna etti.

Akşam vakti genç adam avdan geri döndüğünde karısını üzüntülü bir hâlde buldu. Bunun nedenini araştırınca meselenin sihirli yüzük olduğunu anladı. Ertesi gün genç adam ava giderken yüzüğünü huri gibi güzel karısının parmağına taktı.

Genç adamın saraydan ayrılmasının ardından balıkçının kansı saraya girerek altın saçlı bu huriye kocasının umursamazlığı ve taş kalpliliğinden bahsetmeye, bu konuda hikâyeler uydurmaya başladı. Genç kadın:

-        Benim kocam öyle değildir, diyerek parmağında parıl panl parıldayan sihirli yüzüğü balıkçının karısına gösterdi.

Balıkçının karısı sihirli yüzüğü daha yakından görmek istediğini söyleyince genç kadın yüzüğü çıkararak balıkçının karısının eline tutuşturdu. Balıkçının karısı yüzüğü ovalayarak yüzüğe: “Bu saray tüm içindekilerle götürülüp padişahın sarayının bahçesine konulsun!” diye emir verdi. Artık altın renkli saçlı güzel durumu anlamış gözü açılmıştı açılmasına ama artık sabretmek dışında başka bir çare yoktu. Şehzade güzel genç kadını görünce içi içine sığmaz oldu ve hemen evlenmek istedi. Fakat genç kadın kendi geleneklerine göre sabah akşam kuşlar ve dört ayaklı hayvanlara hizmet etmesi gerektiğini söyleyerek üç aylık bir mühlet istedi.

Öte tarafta genç adam avdan geri dönünce ovada saray ve genç karısından eser kalmadığını gördü. Cesaretini yitirmeyerek dostlan ile birlikte kansını aramaya koyuldu. Ertesi gün genç adamın karısı kuşlara yem atarken genç adamın üveyiği padişahın sarayına çıka geldi. Tüm kuşlar yem yerlerken üveyik genç kadının gözlerine gözlerini dikerek bakmaya başladı. Genç kadın hıçkıra hıçkıra ağlayarak kısık bir sesle:

-    Ey üveyik! Ben büyük bir aptallık yaptım. Yüzüğü takma ısranm bizi bu hallere düşürdü. O sihirli yüzüğü şehzadenin yatağının bacaklarından birine bir delik açarak içine sakladılar. Sen bu mesajı benim cesur kocama götür, dedi.

Üveyik geri dönüp genç adama tüm olup biteni anlattı. Kendi aralarında yüzüğü geri alma yollarını düşünmeye başladılar. Kedi:

-   Bu konuda bana ilk adımı atma iznini verin, diye öneride bulundu.

Bu önerisi kabul edilince kedi padişahın sarayına gitti. Gece boyunca ölü balıkları getirerek şehzadenin yatağının altına bıraktı. Gece yarısını geçince başta önderleri olmak üzere bir fare ordusu yatağın altındaki ölü balıkları yemek için geldi. Köşeye saklanmış kedi birden fırlayıp farelerin liderini yakaladı. Şehzadenin yatağının bacaklarını kemirerek sihirli yüzüğü çıkarmaları şartıyla farelerin liderini bıraktı. Kısa bir süre sonra sihirli yüzük kedinin elindeydi. Köpek ile üveyik dışarıda kediyi bekliyorlardı. Kedi sihirli yüzüğü üveyiğe verdi ve üçü sabırsızlıkla genç adamın yanına vardılar. Yüzüğü alan genç adam sarayını ve huriler gibi güzel karısını geri istedi. Göz açıp kapayıncaya kadar saray ve genç kadın geri geldi. Ama bunun yanında yeraltı şehzadesinin bir uyansı da vardı. Yılan kılığına girmiş şehzade “Eğer dostlardan biri ileride inat eder ve kendi dilediğini yaparsa bu yüzüğün tılsımı bozulacaktır!” demekteydi. Bu uyarıdan sonra dostlar, her zaman birlikte uyum içinde yaşayacaklarına ve birlikte tüm konuları danışarak karara bağlayacaklarına söz verdiler.

KIZIL KONAĞIN RÜYASINDA KARŞILIKSIZ AŞK: JIA RUI’NİN AKIBETİ

Gürhan KIRÎLEN[141]

ÖZET

Kızıl Konağın Rüyası “Hong Lou Meng”, Çin romanları arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. “Batıya Seyahat”, Bataklık Kaçkınlan” ve “Üç Devlet Gösterisi” ile birlikte Çin’in “dört klasik romanından” biri olan Kızıl Konağın Rüyası konu, üslup ve dil zenginliği bakımından da diğerlerinden daha ileri bir romancılık örneği sergiler. Geleneksel Çin toplumunun en incelikli tasvirleri bu eserde karşımıza çıkar.

İnsani ilişkiler, adab ve muaşeret, törenler, eğitim, aşk ve cinsellik gibi sosyal konular bu eserin başlıca temalarını oluşturur. Diğer klasik romanlarla kıyaslandığında, kadın erkek ilişkileri bakımından Kızıl Konağın Rüyası oldukça karmaşık özellikler gösterir ve kadın karakterlerin sosyal konumlan diğer romanlara nazaran daha ileridir.

Kadın karakterler arasında ayncalıklı bir konuma sahip olan Anka bu karmaşık ilişkiler içinde sık sık boy gösterir ve pek çok örnekte “iffetli kadın” figürüne ilginç bir örnek oluşturur. Romanın 11. Bölümünde yaşanan rastlantısal bir karşılaşmanın ardından, Jia Rui’nin Anka’ya tutulması ve sonuçta gencin ölümüyle sonlanacak olan olaylar zinciri baş gösterir. Sonraki bölümde ise, Jia Rui’nin arzusuna karşılık, kadının zalimlikleri ve bunun sonucunda gencin ölüme gidişinin anlatısı yer alır. Jia Rui, aşkı ve dizginleyemediği şehvet düşkünlüğü yüzünden aşağılanır ve olmadık muamelelere maruz bırakılır. Hastalanan genç, sannlar ve heyulalar içine düştüğü hasta yatağındayken bile nefsine hâkim olamaz. Son iyileşme umudu olan “büyülü ayna” da dertlerine çare olmaz. Aksine bu aynanın içinde başından geçen kötü olaylann farklı bir kurgulanışıyla yeniden karşılaşır. Bu kısım, yazar Cao Xueqin’in geleneksel değerlere ve batıl inançlara yönelttiği bir eleştiridir. Aynı zamanda yazarın gerçekçilikten yana tavrını ortaya koyduğu, bir yazar olarak ustalığını gösterdiği bir hayal sahnesidir.

Giriş

Klasik Çin romancılığının zirvesi olan Kızıl Konağın Rüyası konusu ve anlatımı bakımından gündelik dile yakın gerçekçi bir üslupla kaleme alınmıştır. 18. yüzyılın ikinci yarısında yazılan eserin iki adı vardır. Kızıl Konağın Rüyası adında geçen “kızıl konak” eğretilemeli olarak “genç kız” ya da “bakire” anlamındadır ve roman karakterlerinden genç Lin Daiyu’nün köşke gelişine; saflığına ve buradaki şaşaalı yaşama uyum sağlarken kaybolan masumiyetine bir göndermedir. Buradaki ‘rüya’ ise Lin Daiyu’nün yeni geldiği ‘konağa’ dair hayallerini imlemektedir.

Romanın asıl adı “Taşın Hikâyesi”dir. “Taşın” hikâyesi oldukça ilginçtir ve eserin hemen başında konu edilir: Bu “taş” efsanevî çağlarda yaşamış olan Nüwa’nın, elinde artakalan taştır. Efsaneye göre iblisler, göğü ayakta tutan sütunları devirerek dünyayı bir felakete sürüklerler. Nüwa, dev kaplumbağanın ayaklarından 36501 adet yama taşı yapar ve bunlarla açılan göğü baştanbaşa yamar. İşi bittiğinde, elinde kalan zavallı “taşı” Karanlık Kuyu adlı bir tepenin yamacına öylece bırakır:[142]

...Kim bilirdi ki, bu taş gayret etsin, güçlenip cana gelsin; gezip tozsun hatta kendi kendine büyüsün, istediğinde küçülsün? Canlanan taşcağız etrafına bakınınca bir de ne görsün? Diğer bütün taşlar göğü yamamış, hepsi bir işe yarıyor; işe yaramayan bir tek o kalmış. Nüwa onu seçmediği için, kendi kendine hayıflanmış ve çok, hem de çok utanmış; gece gündüz dertlenmiş, üzülmüş, kederlenmiş. Derken bir gün, yine böyle iç çekip dertlene dursun, uzaktan bir gariple bir rahibin geldiğini görmüş. Görünüşleri, şekil- şimalleri bir şeye benzemiyormuş ya, yine de istisnaî kimseler oldukları anlaşılıyormuş. Taşın durduğu şu Kara Kuyu Tepesi’ne varmışlar, oturup taşcağızla sohbete koyulmuşlar... (Cao 1990: 5).

Nüwa’nın göğü yamarken kullandığı taşların sayısı bir yıllık döngünün sembolik anlatımıdır. Yazar, geriye kalan tek taşı “artık gün”le eş tutmuş, taşın geride kalmışlığını romanının girişinde kullanarak kendi dışlanmış halini anlatmak istemiştir. Artakalan taşa çeşitli meziyetler atfeden yazar, yetenekleri ve zekâsına rağmen kendisinin başkentte kabul görmeyişine de gönderme yaparak “taş” ile kendini özdeşleştirmiş görünmektedir.

Keşişlerin taşlarla konuştuğu, hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bu girişle birlikte, Kızıl Konağın Rüyası’nm gizemli dünyasına adım atılır. Hurafelerin, fantastik hikâyelerin, aşkın, rüyaların ve eğlencenin harmanlanarak verildiği “Kızıl Konağın Rüyası”, şiirler, masallar ve bilmecelerle donatılmış görsel bir şölendir. Yazarın, döneminin olaylarına hiç değinmeyerek tarih göstermemesi, gerçekdışı yer, unvan ve makamlar türetmesiyle bu roman önceki romanların ‘tarih’ anlatılarından ayrılmaktadır. ‘Taşın Hikâyesi’ adından çok ‘Kızıl Konağın Rüyası’nın kabul görmesinin sebebi belki de budur. (Zheng, Zheng, 2006, 8) Zira romanda rüyalar, gayb-âlemiyle ilişkilendirilerek bir tür gerçeklik yansıması ya da aynası oluşturulmuştur. Rüya âlemi gerçeklerin farklı biçimde yaşandığı, uyarıların, işaretlerin ve açıklamaların görülebildiği mistik bir dünya olarak sunulmuştur.

Yazar Hakkında

Cao Xueqin (1715-1764) zengin bir zadegân ailesinde dünyaya gelmiş bir Mançu soylusudur. Bugünkü Nanjing şehrinde doğmuştur. Babası 1727 yılında zimmetine para geçirmekle suçlanmış, işten el çektirilmiş ve itibarım kaybetmiştir. Ailenin birikimleri kısa zamanda tükenmiş, şaşalı bir geçmişi olan Cao ailesi fakir düşmüştür. Hala bir miktar parası olan yazar, Nanjing’den ayrılarak Pekin’e taşınmış, ömrünün geri kalanını aile itibarını geri kazanmak ümidiyle yoksulluk içinde geçirmiştir. Yazar, zengin ve aristokrat bir ailenin çöküşünü anlatan bu romanı Pekin’deyken yazmıştır. Kendi yaşantısından hareketle kaleme aldığı eser onun son yıllarının ürünüdür (Li, 2006, 205).

Mançulann Çin’e hâkim olduğu 17. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Mançu Hanedanı’nın hizmetine giren aile, saray ile çok yakın ilişkiler kurmuş, bu yüzden ailenin de Mançu olduğu yönünde görüşler ortaya atılmıştır. Aslında “Cao” soyadı M.S. 2-5. Yüzyıllar arasında Çin’de önemli siyasi bir birlik sağlayan Hun-Xianbei göçebe konfederasyonlarının siyasi mirasını taşıyan Wei Beyliği’ne dayanmaktadır. Kuzeyli ve göçebe bir soydan gelen bu ailenin aradan geçen yüzyıllar içinde “Çinlileştiği” ve Mançu döneminde bu kez “Mançulaştığı” fikri temelinde en eski göçebe aidiyetlerine bağlı olarak Mançu soylusu demek daha mantıklı görünmektedir. M.S. 155-220 yılları arasında yaşamış olan Wei devletinin kurucusu Cao Cao’ya dayandırılan aileden Song hanedanlığının kuruluşunda büyük işler yapmış olan Cao Bin adında bir general, 1400’lerde dönemin Hebei eyalet valiliği görevinde bulunmuş olan bir başkası çıkmıştır. En önemlisi Xue Qin’nin büyük büyükannesi Mançu hükümdarlarından Kang Xi’nin sütannesidir. Son olarak yarım yüzyıl boyunca Nanjing’de resmi tekstil denetçiliği görevini yürüten Cao ailesi bu özellikleriyle “zadegâna” iyi bir örnek teşkil etmektedir. (Liu 2006: 304)

Roman Hakkında

Çin toplumunun dolaysız bir tasviri bu eserde karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal düzen, törenler, hediyeleşme, eğitim, aşk ve cinsellik romandaki belirgin temalardandır. Aynı zamanda bir tür “öteki anlatısı” olan romanda, Çin kültür tarihinden ayrıntılar sergilenir. Bu yüzden bazı araştırmacılar Kızıl Konağın Rüyası’m geleneksel değerlerin bir araya toplandığı bir “ansiklopedi” olarak gösterirler (He, 2010: 3). Geleneksel kültür öğelerinin en ince ayrıntılarıyla ele alındığı, adetlerin, gelenek- göreneklerin de içten içe eleştirildiği iki katmanlı bir yapıya sahiptir. Anlatımdaki incelik, gerçekçilikle yan yana getirildiğinde eski ile yeninin buluştuğu bir sahne oluşturur ve “eski edebiyattan yeni edebiyata geçişin eşiğini belirler” (He, 2010: 2).

Gerçeküstü temalarla donatılmış olayların, gerçekçi ve detaylı bir biçimde ele alındığı, yöntem olarak yeni, ancak malzeme olarak geleneksel yaşamı konu edinen Kızıl Konağın Rüyası, dönemin düşünsel yapısını yansıtması bakımından önemlidir. Eski toplumsal yapının çözülme işaretleri gösterdiği bir dönemde yazılan eser geleneksel değerlerin ve toplumsal alışkanlıkları sorgulamaktadır. Kuşak çatışması başta olmak üzere, aşk, aile değerleri, ahlak ve kadın erkek ilişkileri tüm yalınlığıyla ele alınarak daha sonraki yıllarda belirginleşecek olan tartışmaların işaretleri verilmiştir. Eserde işlenen sosyal olgular günümüzde de canlılığını yitirmemiştir.[143] Aradan geçen iki yüz küsur yıla ve toplumsal yapının birkaç kez değişmiş olmasına karşın, bu eserde anlatılan olay, kişi ve ilişkilerin güncelliğini koruyabilmiş olmasının nedenleri, yazar Cao Xueqin’in yetkinliğinde, gerçekçiliğinde, detaycılığında ve düşünsel zenginliğinde saklıdır.[144]

“Kızıl Konağın Rüyası” başlığı, eserin asıl adı olan “Hong Lou Meng”ın bire bir çevirisidir. Çin’de “kızıl konak” zengin aileleri temsil eder, bu yüzden bu başlık hikâyenin ana temasını da yansıtmakta, düş gibi görünen hatıraları imlemektedir. Fakat bu düş geride kalmıştır. Anlatılan olaylar yitip giden zenginlik ve güçten kalan hayallerdir. Kültürel değerler bağlamında, romanda; evlilik, eğitim, politika, hukuk, yemek, eğlence, şiir, bayramlar, cenaze törenleri, kadınların rolü, sosyal hiyerarşi, akrabalıklar ve homoseksüellik de dâhil olmak üzere, pek çok “modem” sayılabilecek olgu özenle işlenmiştir. Hikâye örgüsü, çok sayıda kehanet öğesi ve sembolizm içermektedir. Başkişi Jia Baoyu ve akranları Lin Daiyu ile Xue Baochai’nin değişen kaderlerinde roman, çağın sorunlarım ve ailenin çöküşünü anlatmaktadır. Romanda üç ana karakter, feodal sisteme karşı çıkan iki asi genç Jia Baoyu ve Lin Daiyu ile tutucu Xue Baochai etkili biçimde betimlenmiştir. Karakterlerini özenle resmeden yazar, mütevazı hizmetçi kadınları ve genç bayanlar dâhil olmak üzere kalabalık bir genç kadınlar topluluğunu hayata taşımıştır. Her birinin gerçekte ne kadar sınırlı bir yaşam alanına sahip olduklarını ve feodal toplum içinde gördükleri baskıyı anlatmıştır. (Lü 2007: 87)

Roman iki koldan anlatılmaktadır; Rongguo Konağı ve Ningguo Konaklarında Jia hanesinin yaşamı tasvir edilir. Rongguo Konağı, Bayan Jia ile iki oğlu Jia She ve Jia Zheng ve de onların eşleri Bayan Xing ve Bayan Wang’in idaresindedir. Ningguo kolu ise Rongguo’nun akrabaları Jia Zhen ve onun eşi You Shi tarafından yönetilmektedir (Liu 2006: 247). Aşağıdaki bölümün başkarakteri Anka (Xifeng) da burada yaşamaktadır. Birbiriyle akrabalık ilişkileri olan bu iki konak her yeni nesille birlikte eski güç ve zenginliklerini yitirirler. Aile bireylerinin lüks düşkünlüğü, giderlerin gelirleri aştığı ve sonunda iflasın eşiğine gelinen bir durum yaratır. Savurganlıkları, saraya gelin olarak gönderilen bir kızın aile ziyareti kutlamaları için yapılan büyük bahçe inşaatından ve hizmetçilerin sayısından anlaşılabilir. (Lü 2007: 112) Bunun yanında konağın erkeklerinin çoğu çapkınlığa ve kumara düşkündürler. Konakların işleriyle ilgilenmeyerek görevlerini ihmal etmektedirler. Aşağıda ele aldığımız bölümün başkişisi olan Anka Hanım konağın mali yönetimini elinde bulunduran kişidir.[145]

Mançu Dönemi Zadegân Ailelerinde Kadının Konumu

Burada çevirisini verdiğimiz bölüm, geleneksel kadın-erkek ilişkilerinden farklı bir örnek ortaya koymaktadır. Aynı zamanda karşılıksız bir aşkın anlatısı olan bu kısımda, toplumun geniş kitlelerinin değerleri değil, çözülmekte olan bir zadegân ailesinin feodal değerleri işlenmektedir. Feodal yapının seçkin aile değerleri ekseninde, kadın-erkek ilişkileri karmaşık bir görünüm sergiler. Gerçekte Çin toplumunda kadının konumu -geleneksel toplumlann çoğunda olduğu gibi- erkeğin oldukça gerisindedir. Konfuçyüsçü değerlerin el üstünde tutulduğu Mançu yönetimi altındaki Çin’de toplumsal ilişkiler, wu chang ve san gang olarak bilinen kurallarla kuşatılmıştır.[146] Ataerkil bir yapıda olan bu kurallara göre kadınlardan beklenen koşulsuz itaat ve fedakârlıktır.[147] Gündelik yaşamda kadının öncelikli görevi “hanenin” düzenlenmesi ve çocuk yetiştirmektir. Kadınların okuyarak kendini geliştirdiği örnekler bulunmakla birlikte “erkek işlerine” karışmaları “hayırlı” sayılmaz.

Diğer yandan, zengin zadegân aileleri gündelik dertlerden azade bir yaşam sürerler, bu sayede zengin kadınlar kendilerine ayrılmış “özel” zaman ve alanlara sahip olurlar. Yüksek duvarlarla çevrili, büyük bahçelerin ve köşklerin bulunduğu, işlerin hizmetçiler tarafından görüldüğü lüks konaklardaki seçkin kadınlar, çeşitli görev, yetki ve ayrıcalıklara mazhar olurlar. Zadegân ailelerinde[148] kadınların görevleri arasında başta adap ve muaşeret düzeninin korunması, törensel özellik taşıyan davet ve toplantıların düzenlenmesi, gösteri, eğlence veya temsillerin organize edilmesi gelir. Bu etkinlikler seçkin zadegân yaşantısının dışarıdan görünen estetik ve etik biçiminin sunumu için elzemdir ve bunlar Kızıl Konağın Rüyası’nda son derece detaylı anlatımlarla verilirler.

Toplantı ve eğlenceler sırasında, davranışların seçkin dışavurumu sayılan törenler sergilenir. Eda, tavır, oturma, kalkma, konuşma ve nazik jestler, ideal bir tören fikri etrafında şekillendirilir. Törenler Çin özelinde yasa ile bir tutulmuş ve törene uygunluk, erdem ve ahlak gibi faziletlerin ölçütünü oluşturmuştur.[149] Bu bakımdan zadegân içinde kadınlar, düzenledikleri sosyal etkinliklerle etik yaşamın temsilcileri olma misyonunu yüklenmişlerdir. Köşk ve konakların çevresindeki gündelik estetik dışavurumlara biçim verenler de aynı şekilde kadınlar olmuştur. “Hong Lou Mengda Cinsiyet” adlı çalışmasında, Kızıl Konağın Rüyası’nın kadınlarım daha önceki Çin romanlarındaki kadınlarla karşılaştıran Liu Jinjin’e göre Kızıl Konağın Rüyası’nda kadınlar “erkeklerin yanında zaman zaman görünen yan figürler” değildir. Liu Jinjin sosyal yaşamda kadınların konumlan bakımından romanın çağın ilerisinde olduğunu dile getirmektedir. (Liu 2006; 159-160).

Roman kahramanlan arasında ön planda bir figür olan Anka Hanım (Feng Jie ya da Wang Xifeng) bir bakıma “iffetli” zadegân kadınına da örnek oluşturmaktadır. Çoğu fazla narin olan ve kırılgan mizaçlı diğer kadınlar karşısında Anka; güçlü, kurnaz, dilbaz ve acımasız kişiliğiyle fark edilmekte, küçük bir sarayı andıran Rong Konağı çevresinde üst düzey bir idareci görüntüsü sergilemektedir.[150] Köşkün iaşe ve maaşlarıyla da ilgilenen Anka, mutfaktan, inşaat-onanm işlerine kadar pek çok konuda söz sahibidir. Aynı zamanda çok alımlı bir kadın olan Anka, elindeki gücü kaybetmemek adına her tür kötülüğü yapabilecek bir mizaca da sahiptir (Lü, 2006, 249). Romanda söz edildiği gibi; “...parlayınca yakıcı bir ateş, karanlıkta adeta hançerdir...” (Cao 1990: 394).

Anka, aslında bulunduğu Jia ailesine sonradan gelmiş, kurnazlığı ve becerisiyle konağın idari işlerini eline alarak konumunu ve yerini sağlamlaştırmıştır. Köşkün idaresi zor ve yıpratıcı bir uğraştır, bu yıpranma sürecinde çeşitli ayak oyunları ile insanların ona karşı duyduğu korkuyu pekiştirmeyi, aynı zamanda olası düşmanlarına gözdağı vermeyi ihmal etmez. On birinci bölümde anlatılan aşağıdaki karşılaşmada, kendisine ilk görüşte âşık olan genç Jia Rui’nin hayatıyla oynamaktan çekinmediğini görürüz. “Haddini bilmeyen” gencin kendisine yönelttiği aşk teklifinden acımasızca ve sinsice yararlanır. Bu durumu, çıkar sağlayacağı bir “şova” dönüştürerek, “haddini bildirmek” ve “dersini vermek” bahanesiyle gencin zaaflarım kullanır.

Karşılıksız Aşk ve Jia Rui’nin Trajik Sonu

Bu hikâyenin erkek kahramanı Jia Rui’dir. Jia Rui pek söz dinlemeyen, biraz havai, gözü çapkınlıkta olan ama kötülük düşünmeyen saf bir gençtir. Aile büyüklerinden Jia Jing’in doğum günü davetinin anlatıldığı Onbirinci bölümdeki karşılaşma, bu gencin trajik ölümüyle sonuçlanacak olayların başlangıcıdır. Tanışmanın öncesindeki şiir fırtına öncesi sessizliğin, sakin bir anlatısıdır:

•y

...Anka, beraberindeki hizmetçi kızlarla Ning Konağı’ndan hanımları da alarak çıktı. Dolaşıp yan kapıdan bahçeye geçmişti ki, karşısında şu şiir gibi manzarayı buldu;

Krizantemler donatmış dört bir yanı,

Tepelerde akça söğütler,

Küçük köprü sanki Ye deresi,

Kıvrılarak karşılar;

Göğe çıkarı izleği.

Taşlar arasında çağlayan sular,

Kıyısında saz çitler uğuldar;

Ağaçlan kızılyapraklar,

Bir o yana yana dönüp dururlar.

Bir tablo gibi adeta,

Ağaçlar dağılmış etrafa.

Karayel aniden,

Susturunca serçeleri;

Ilık güneş ışınları,

Dillendirir çekirgeleri.

Güneybatıya bir bak!

Tepelere yaslanmış onca çardak;

Kuzeybatıda su kıyısında,

Üç köşk kurulmuş yan yana.

Kulakları okşayan kaval,

İşte bir mucize,

Ahenge ahenk katan,

îpek giysili ağaçlar.

Anka bahçedeki manzaraya dalmış sakin adımlarla ilerlerken bir yandan da hayran hayran karşısındaki güzelliği seyrediyor, mest oluyordu. Birden yanından geçmekte olduğu Sahte Dağ Kayalığı ’nın arkasından biri çıkıverdi, hızlıca yanına sokulup; “Selam hanımefendi!” dedi. Anka irkildi, bir adım geriledi; “Rui Bey siz misiniz?” Jia Rui; “Beni tanıyamadınız mı, ya kim olacaktı?” Anka sıkılarak; “Tanımamak değil de, birdenbire görünce çıkartamadım ” Jia Rui; “Sizinle karşılaşacağımız varmış, az önce sahneden indikten sonra biraz gezinmek, hava almak istedim. Sizi gelirken görünce de... Söyleyin bana, bu kader değil de ne peki öyleyse?” Jia Rui bir yandan konuşuyor bir yandan da gözlerini dikmiş Anka ’yı yiyecek gibi süzüyordu. Anka akıllı kadın, adamın şu halini görüp niyetini sezmez mi? Yalancıktan gülümsedi;

 

“Tevekkeli değil, ağabeyiniz sık sık sizden söz eder, yaman biri olduğunuzu söyler dururdu, karşılaştık işte. Konuşmanızdan çok zeki biri olduğunuz anlaşılıyor; ne yazık ki şimdi hanımların yanına gitmem icap ediyor, sizinle konuşamayacağım, daha sonra, başka bir zaman görüşürüz belki. ” diyerek savuşturmak istedi. Jia Rui; “Evinize kadar gelip sizi görmek isterim, ama genç ve güzelsiniz, öyle herkesle görüşmezsiniz korkarım” diyerek ağzını aradı. Anka yine sahte bir gülümsemeyle; “O nasıl söz öyle? Biz aynı ailedeniz, genci yaşlısı mı olur? ” Jia Rui kulaklarına inanamıyordu, şans eseri karşılaştıklarını unutmuş, iyiden iyiye cüretlenmişti; tavrı daha da çirkinleşti. Anka; “Hadi hemen yerinize dönün, yokluğunuz fark edilirse cezası var, içki içirirler size ” diyerek gence yol verdi. Bu sözleri duyunca, Jia Rui’nin bacakları adeta odun kesildi, tutuk adımlarla uzaklaşırken başı arkasında bakmaya devam ediyordu yine de. Anka, adımlarını iyice yavaşlattı, adam yeterince uzaklaşınca içinden şöyle geçirdi; ‘Adamı bilsen suretini, suretini bilsen niyetini bilemezsin,! demek buymuş. Bu kadar da hayvanlık olmaz ki, böyle giderse birkaç vakte kalmaz eceli benim elimden olur; o zaman anlar ya kim olduğumu! ”(Cao 1990:118).

Davetliler dağıldığı sırada Jia Rui, Anka’yı yine rahatsız eder. Anka’nın “adabıyla” verdiği “hayır” cevabını anlamamıştır. Daha sonraki günlerde Anka’nın kaldığı eve birkaç kez giderek onu görmeye çalışır fakat başaramaz. 11. Bölümün son satırları yine böyle bir ziyarette karşılaşmalarını anlatarak sona erer:

...Anka ancak oturma fırsatı bulabilmişti. Yardımcısı Pinger’e evdeki işleri sordu. Pinger çay getirmiş Anka’ya doğru uzatırken; “Önemli bir şey yok, sadece Wangerler’in Hanımı şu 300 gümüşün faizini getirdi. Bir de Jia Bey sizin evde olup olmadığınızı sormak için adam yollamış, sizi görmek istiyormuş” dedi. Anka homurdandı, “Bu hayvan herif eceline susamış belli ki; gelsin de görsün bakalım!”. Pinger; “Rui Bey ne demeye gelip duruyor böyle?” diye sorunca Anka, Ningler’in bahçesinde Eylül ayında olanları anlattı. Karşılaşmalarını ve adamın dediklerini bir bir söyledi. Pinger; “Vay, vay, vay! Demek, kuğunun peşine düşmüş bir kertenkele; ahlaksız, kanı bozuk şey, geberesice!” Anka; “Dur bakalım, hele gelsin bir görelim, benim de kendi yöntemlerim var” dedi.(Cao 1990: 124)

Romanın 12. bölümünün tamamı aynı olayın devamını anlatmaktadır. Bu bölüm aşağıda değiştirilmeden ve bölünmeden verilmiştir.

Pinger ve Anka böyle konuşurlarken Rui Bey’in geldiği haberini getirdiler. Anka, “İçeri alın” dedi. Daveti duyan Jia Rui sevincinden yerinde duramıyordu. Alelacele içeri girdi ve Anka ’yı gördüğünde ağzı kulaklarına varmıştı. Halini hatırını sorup durdu. Anka işveli ve hevesli göründü yalancıktan; oturmasını söyledi, çay ikram etti. Anka ’nın süslenmiş olduğunu gören Jia Rui iyice gevşedi, cesaretlendi. Gözlerini dikip; “Beyefendi daha gelmedi mi? ” diyerek kocasını sordu. Anka; “Kim bilir niye gelmedi? ” deyince; beriki gülerek; “Yolda biri ayağına dolanmış, alıkoymuş olmasın? Ayrılmak istemiş de çıkamamıştır, kim bilir?” Anka: “Bilemeyiz tabi, erkekler hep böyledir işte; birini görür âşık oluverirler. ” Jia Rui: “Hanımefendinin söylediği doğru sayılmaz, mesela ben ‘öylelerinden’ değilim”. Anka: “Senin gibi birinin, kim bilir kaç tane sevgilisi vardır? On tane içinden belki seçsen seçemezsin ”. Jia Rui duyduklarına inanamıyordu, heyecandan elleriyle yanaklarını, kulaklarını ovuşturdu; “Hanımefendinin böyle her gün canı sıkılıyordur? ” diyebildi. Anka: “Sıkılmaz mı? Şöyle birileri gelse de muhabbet etsek diye bekliyorum”. Jia Rui gülümseyerek; “Benim günlerim boş geçiyor, siz isteyin yeter ki, can sıkıntısına her gün gelip çare olurum. ” Anka gülerek: “Dalga geçmeyin, hem niye benim yanıma gelmek isteyesiniz ki? ” Jia Rui: “Yalan söylüyorsam gök yarılsın başıma yıldırım düşsün! Fakat sizin için ‘Feng Jie çok tehlikelidir’, ‘ona yanlış yapamazsın’ diyorlardı. Korkumdan hep geri durdum ama şimdi bakıyorum, hanımefendi gülmeyi, güldürmeyi seven, hoşsohbet biriymiş. Bundan sonra nasıl olur da gelmem ben? Öleceğimi bilsem yine de görmek isterim sizi ”.

Anka: “Söylediğiniz gibi akıllı birisiniz, kocam Jia Rong’la aranızda dağlar kadar fark var. Kocam ve kardeşi hem seçkin hem yakışıklılar fakat kadın ruhundan pek anladıkları söylenemez. ” Jia Rui duyduklarından cesaretle Anka ’ya sokulmaya yeltendi, gözlerini Anka ’nın elindeki çantaya dikti, taktığı yüzüğü sordu. Anka sakin bir edayla; “Biraz saygılı olun lütfen, hizmetçileri kendimize güldürmeyelim ” diyerek savuşturdu. Jia Rui sanki hükümdar fermanı duymuş ya da bir dua işitmişçesine toparlanıp geri çekildi. Anka gülerek; “Artık gitmelisin” dedi. Jia Rui: “Birazcık daha otursam ya, güzel kalplim benim”. Anka kısık sesle; “Böyle güpegündüz gelen giden olur, bir gören olur, burada kalman doğru olmaz. Şimdi git, akşamı bekle, hava kararınca yine gelirsin. Batı tarafındaki büyük koridorda bekle beni. ” Jia Rui hazine bulmuş gibi heyecanlandı; “Benimle oyun oynamayın. Hem oradan çok insan geçer. Nereye saklanacağız?” Anka: “Sen merak etme, gececi hizmetkârlara izin verdim, iki yandaki kapı kapanınca kimsecikler kalmayacak. ” Jia Rui sevincinden yerinde duramaz oldu, alelacele veda edip çıktı, içinden “Bu iş oldu ” diye geçirdi.

Akşama kadar bekleyip karanlıkta konağa sızdı. Kimselere görünmeden büyük koridora girdi. Zifiri karanlıktı ve etrafta kimsecikler görünmüyordu. Büyük Hanım ’ın odasına yakın olan kapı kapanmış, sadece doğudaki kapı açık duruyordu. Kulak kesilip dinledi, uzun süre hiç ses duymadı. Neden sonra bir şakırtıyla doğu kapısı da kilitlendi. Korkusundan çıt çıkarmadan sessiz adımlarla kapıya yaklaştı, kapıyı yokladı, çelik gibi sapasağlamdı. Zorladı ama yerinden kıpırdatamadı. Artık vazgeçmek istese de çok geçti, çünkü kuzey ve güney taraflarda koca duvarlar yükseliyordu. Atlamayı düşündü, tırmanmak için duvarda tutunabileceği bir çıkıntı aradı, hiç çıkıntı yoktu. Girdiği odanın kapısı kapanmıyor, içeri rüzgâr giriyordu ve oda bomboştu. Buz gibi soğuk Aralık ayında gece uzundu ya, içine işleyen ayaz, etlerini, kemiklerini donduruyordu. Geceyi burada geçirirse donarak ölecekti.

Sabahı zor etti. İhtiyar bir kadın doğu kapısını açıp diğerinin de açılması için seslendiğinde, hemen toparlanıp yüzünü saklayarak dağılan sis misali koşarak çıktı; şansı varmış ki vakit henüz erkendi ve insanlar daha uyanmamıştı.

Jia Rui’nin annesi ve babası çoktan ölmüştü. Büyükbabası Dai Ru hayattaydı ve gencin bakımıyla ve eğitimiyle o ilgileniyordu. Büyükbaba Dai Ru çok disiplinli biriydi.[151] Torununun her hareketine karışıyor, dışarıda kumar oynar içki içer diye endişeleniyor, terbiyesine halel getirir diye korkuyordu. O gece eve dönmediğini görünce; “Dışarıda içkiye kumara düştü, kadınların peşinde sürtüyor besbelli ” diye düşündü. Olanları nereden bilecekti? Bütün gece kendi kendine öfkelendi durdu. Sabah Jia Rui kan ter içinde eve gelmiş bir de dedesine yalan söylemişti; “Dayımlara gittim, hava kararınca bırakmadılar yatıya kaldım” demişti. İhtiyar; “Hem izinsiz dışarıda kalıyorsun hem de yalan söylüyorsun, dayağı hak ettin şimdi” deyip o sinirle 30, 40 sopa vurdu, yemeğine yasak koydu, bir de bahçenin ortasına diz çöktürüp ezber cezası verdi. Jia

Rui, on günlük ödevin hepsini birden yapacaktı. Bütün gece üşüdüğü yetmezmiş gibi, bir de dayak yemiş, üstüne de sabah ayazında bahçenin ortasına aç biilaç diz çökmüş, ezber yapıyordu.

Ama içindeki arzu dinmek bilmiyordu ve Anka ’nın ona oyun oynamış olabileceği hiç aklına gelmiyordu. İki gün sonra bir boşluk yakaladığında, yine Anka’nın peşine düştü. Görüştükleri zaman Anka, Jia Rui ’nin kendisini aramadığını bahane edip yalandan kızdı. Jia Rui yeminler ederek kendini ortaya attı durdu. Ağa takılmış bir kuşa benzeyen genci gören Anka, ‘doğru yolu ’ anlaması için başka bir plan düşünmeye koyuldu ve yeniden buluşmaktan söz açtı; “Bu akşam gel, ama bu kez geçen seferki yerde değil; benim evin arkasındaki dar geçitte boş bir oda var, orada bekle beni, ama yakalanayım deme sakın!” Jia Rui; “Gerçek mi söylüyorsun? ’’Anka; “Niye kandırayım ki seni? İnanmıyorsan gelmezsin” Jia Rui, “Gelirim! Gelirim! Öleceğimi bilsem yine de gelirim ” Anka; “İyi, şimdi git o zaman ”. Jia Rui akşamki buluşmanın heyecanıyla ayrıldı. Anka ise beri tarafta askerlerini seçip komutanlarını tayin etmek üzere plan yapıyordu.

Jia Rui sabırsızlıkla akşamı beklemeye koyuldu. O gün Fener Bayramı’na tesadüf etmiş, eve misafir gelmiş ve yemeğe kalmışlardı. Geç vakte kadar dedesinin istirahata çekilmesini bekledi. Neden sonra sessizce sıvışıp gizlice Rong Konağı ’na sızdı. Şu dar sokaktaki odayı bulup yine beklemeye başladı. Kızgın tavaya düşen karınca misali, içi içine sığmıyor, bomboş odada bir yukarı bir aşağı dolanıp duruyordu. Kapıdan başını uzatıp bir sağa bir sola baktı, kimsecikler yoktu, kulak kabarttı hiç ses gelmiyordu: “Yine gelmeyecek, bu gece de soğuktan donacağım ” diye geçirdi içinden. Böyle düşünürken, karanlığın içinde siyahlara bürünmüş biri göründü. Bizimki Anka ’nın geldiğini sandı ve pusudaki aç bir kaplan gibi kapıya ulaşmasını gözledi. Yaklaşınca bu kez fareye atılan kedi misali kadının üstüne atılıp sarıldı; “Canım, beklemekten öldürdün beni ” diyerek kucağına aldı, odadaki yükseltinin üzerine yatırdı. Bir yandan öpmeye çalışıyor, bir yandan da kendi uçkurunu çözmeye uğraşıyordu. “Canım bir tanem, canım benim” diye gevelerken pantolonunu çıkarıp bir kenara attı. Ötekinden hiç ses çıkmıyordu ama Jia Rui acele ve hevesle debelenip duruyordu. Sonra aniden ortalık bir ışıkla aydınlandı; Jia Qiang elinde bir meşaleyle içeri girmişti; “Kim var orada! ” diye bağırdı. Uzanmış olan öteki; “Beni becermeye kalktı ” deyince Jia Rui baktı ki ne görsün, altındaki Anka değil, aksine Jia Rong! Eli ayağına dolandı, ne yapacağını bilemez halde dönüp kaçmaya yeltendi. Jia Qiang bir hamlede yakasına yapışıp durdurdu onu: “Gel bakalım şöyle, gel! Anka bugün ona sarkıntılık ettiğini Büyük Hanıma söyledi. Senden kurtulmak için bir oyun düşündü ve seni buraya o yüzden çağırdı. Büyük Hanım duyunca öfkelenip kendinden geçti, seni yakalamam için beni gönderdiler buraya. Adama nasıl saldırdığını gördük. Söyleyecek söz yok, her şey ortada, Büyük Hanımın yanına gidiyoruz, yürü bakalım!”

Jia Rui’nin ruhu bedeninden çıkacak gibi oldu; “Güzel ağabeyim! Canım ağabeyim, sen beni görmediğini söyle yeter; ben yarın bu iyiliğinin karşılığını bin minnetle öderim. ” Jia Qiang; “Ha, ödeyeceksen o başka. Ama seni bıraksam para etmezsiz, ne kadar teklif ediyorsun onu söyle hele bakalım? Hem öyle lafla da olmaz, senet yapacağız. ”Jia Rui; “Bu işin senedi mi olur? ” deyince beriki; “Kolayı var, kumar borcu yazarız, ‘Şu kadar gümüş alacaklıdır’ deriz olur biter. ” Jia Rui; “Kolaymış, ama bu saatte kâğıdı fırçayı nereden bulacağız? ” Jia Qiang; “Onun da kolayı var” deyip üstünü yokladı, kâğıtla kalem çıkıverdi. Jia Rui’nin eline tutuşturup, “Yaz!” dedi. Al takke ver külah, iyi kötü elli gümüş para yazdırdı. İmzalatıp aldı, katlayıp cebine koydu. Sonra dönüp bu sefer de Jia Rong’u ikna etmeye çalıştı. Jia Rong önce ayak diredi, kabul etmek istemedi; “Yarın ben seni ailedekilere söyleyeyim de icabına onlar baksın artık ” diyerek tehdit etti. Jia Rui yerlere kapanıp yalvardı. Jia Qiang da allem edip kallem edip elli gümüşlük bir borç senedi daha imzalattı ve sonra; “Şimdi seni bıraksam içim rahat etmeyecek, Büyük Hanım şu taraftaki kapıyı çoktan kapattırmıştır; Efendi hazretleri de salonda Nanjing’den gelen malzemeleri inceliyor, o yoldan da geçemeyiz. Bir tek arka kapıdan çıkabilirsin. Ola ki yolda birine rastlarsan beni de yakarsın. O yüzden biz önden gidip bir kolaçan edelim, sonra gelip seni alırız. Ama artık bu odada da kalamazsın çünkü birazdan buraya malzeme getirecekler. Başka bir yer bulmalıyız” dedi ve adamı tutup dışarı çıkardı. Elindeki feneri söndürdü, bahçenin dışındaki büyük sundurmanın altına götürüp bir çukurun içine soktu; “Bu kuytu yer iyi, buraya çök ve hiç ses çıkarmadan bizi bekle. ” diye tembihledi. Sonra Jia Rong’u alıp gitti.

Jia Rui çaresizlik içindeydi, istemeye istemeye çukura girip çömelmiş, küçücük kamıştı. Bir yandan düşünüyor, içi içini kemiriyor, ne yapacağını bilemiyordu. O sırada tepesinde bir çağıltı duymasıyla bidon dolusu sidikle bokun başından aşağı “foş” diye boca olması bir oldu. Kaşla göz arasında, donuna kadar sırılsıklam mundar olup çıkmıştı. “Aman!” diye bağırıp doğrulmak istedi ama

 

korkup tuttu kendini, gıkı bile çıkmadı zavallının. Yüzü, gözü, baştan ayağa her yanı buz gibi bokla sidik olmuştu; olduğu yerde kalakaldı. Jia Qiang neden sonra gelebildi; “Hadi!” dedi “Çabuk! Çabuk çık şuradan!” Jia Rui büzüştüğü yerden adeta cana gelmiş gibi bir hamleyle fırladı, uçar adım koşarak evin yolunu tuttu. Vakit gecenin körüydü, eve varınca çaresizlik içinde kapıyı çaldı, içeri seslendi. Kapıyı açan adam karşısındakinin halini görünce sormadan edemedi. Beriki kem küm edip nafile yalana sığındı; “Karanlıkta ayağım kaydı fosseptiğe düştüm” deyiverdi. Sonra da alelacele odasına geçti; soyunup dökünmeye, yıkanıp temizlenmeye koyuldu. Bir yandan soyunuyor bir yandan da Anka’nın ettiği oyunu düşünüyordu, değil mi ki aptal yerine koymuştu onu? Öfkesi kabardı, kinlendi ama düşündükçe kadının güzelliği gözünün önünden gitmez oluyordu. İster istemez ona sarıldığını, kollarına aldığını düşünüp hayale daldı. O gece sabaha kadar gözünü bir an bile kırpmadı ve o günden sonra artık sadece Anka ’yı düşünür oldu. Fakat cesaret edip de Rong Konağı ’na tekrar gidemiyordu.

Jia Rong’la kardeşi sık sık gelip şu gümüşleri soruyordu, Jia Rui büyükbabası öğrenir diye korkuyor, düşünüyor taşınıyor ama bu meseleyi nasıl örtbas edeceğini bilemiyordu. Her seferinde borcuna yeni borçlar ekliyor, gelenleri savuşturuyordu. Gündüz dersleri yoğundu ama Anka aklından bir an bile çıkmıyordu. İkinin biri kendisiyle oynayıp el çekiyor, cenabet olup duruyordu. Bir de üstüne şu pis, soğuk duşu ekleyin üç-beş vakte kalmadı hastalandı yataklara düştü. Ciğerleri şişti, ağzının tadı tuzu gitti, ayakları pamuk gibi yumuşadı ve gözleri yuvalarında sirkeleşip hasetle doldu. Geceleri ateşler içinde yanıyor, gün ağarınca bitap düşüyordu. Altına kaçırıyor bir de geceleri rüyalanıyordu; hastaydı ve hatta öksürdüğünde ağzından kan gelmeye başlamıştı...

Bir seneye varmadan hastalık ağırlaşıp her yanını sardı. Artık ayakta duracak takati kalmamıştı, gözlerini yumduğunda kendini bilmez bir halde gayb-âlemine dalıyor, sayıklıyor, saçmalıyor ve olmadık hezeyanlara kapılıyordu. Evdekiler her yolu denediler, hekimler, şifacılar getirdiler; Çin tarçını, kurtboğan, bağa, lale kökü ve yeşim kamışı gibi çokça derman tatbik olundu1, kilolarca adamotu yedirip içirdiler ama nafile, hiçbiri fayda vermedi.

'Rouguil^IöU Fuzipft-p\ Biejia^ Ep N Maidong#^K YuzhuEEt't, Çin tıbbında adı geçen çeşitli ilaç karışımlarıdır. Bunlar, içeriğinde baskın olan bitkinin adıyla anılırlar.

Bahar dönümü geldi çattı, iyileşmesi gerekirken Jia Rui’ın hastalığı daha da ağırlaştı. Büyükbabası Dai Ru iyiden iyiye telaşlanıyordu; dört bir yandan hekimler çağırtılıp şifa aranıyor bir sonuç alınamıyordu. En son adamotu çorbasına[152] başlandı, ama Dai Ru bu kadarını nereden bulacaktı? Almak istese nasıl para yetiştirecekti? Son çare olarak Rong Konağı ’nın kapısına vardı, sordu soruşturdu, rica minnet etti. Hanımefendi, Anka’dan istetti ama Anka; “Daha yeni Büyük Hanım için kullandık, hepi topu o kadardı; Büyük Hanım kalanı da Vali Naibi Yang’ın kerimesine ilaç yapılsın diye ayırttı, dün kendi ellerimle gönderdim ” dedi. Hanımefendi, “Bizde kalmadıysa hanımannene ya da Zhen Ağabeyine sordur öyleyse; bulup buluşturun, olanı denkleştirin, şu çocukcağıza yollayın faydalansın; hayat kurtaracaksınız, bu iş sizin de hayrınıza olur” diye tembihledi. Anka “Başüstüne” dedi lâkin soruşturmaya kalkışmadı, avuç içi kadar adamotunu ve üç beş kuruş bozukluğu Dai Ru’ya yollatıp; “Hanımefendi gönderdi” dedirtti. Hanımefendi ’ye de “Sağdan soldan toplattık, bol bol geldi, hepsini gönderdik” diye yalan söyledi.

Jia Rui ölümle cebelleşiyordu, içmediği ilaç, görmediği tedavi kalmamıştı. Fakat onca para çare olmamış, boşa harcanmıştı. Neden sonra bir gün, zar zor yürüyen topal bir keşiş çıkageldi. Bu keşiş elinde tasıyla dilenirken, bir yandan da günahlardan kaynaklanan hastalıkların uzmanı olduğunu söyleyip duruyordu. Jia Rui yattığı yerden bahçedeki konuşmalara kulak kabarttı,

•y

söylenenleri duyunca doğrulup; “O keşişi bana getirin hemen, kurtarsın beni!” diye bağırıp can hıraş yastığına secde etmeye başladı. Yanındakiler keşişi içeri aldılar. Jia Rui uzanıp adamı kolundan yakaladı; “Kurtar beni keşiş! Kurtar beni!” diye yalvardı. Keşiş, Jia Rui’ye bakıp bir iç çekti; “Şendeki bu hastalık ilaç, derman dinlemez ama bende kıymetli bir şey var, eğer ona her gün bakarsan hayatın kurtulur” deyip, bohçasından önlü arkalı iki tarafı da gösteren bir ayna çıkardı. Aynanın arka yüzünde; “Rüzgâr, Ay, Hazine ve Akis” imleri kazınmıştı; Jia Rui’ye bunları bir bir gösterirken şöyle dedi; “Bu ayna gayb-âleminin terk edilmiş ruhlar

sarayından çıkmadır ve heyulalar muhafızı bir ölümsüz tarafından yapılmıştır. Kötü düşüncelerden, edepsiz davranışlardan peydahlanan dertleri iyi etmede bire birdir; fani hayatın korunmasına yardımcı olur. O yüzden şu âlem-i faniye indiğimde yanımda getirdim ve bilesin, yalnızca aklı başında, uslu kimseler veya seçkin beyzadeler ona bakmaya muktedirdir. Aman! Sakın ola ki ön yüzüne bakmayasın, sadece arka yüzüne bakacaksın. Sakın ha! Sakın! Üç gün sonra gelip aynayı alacağım, hastalığın da muhakkak iyileşmiş olacak” dedi ve çekip gitti. Kalması için ısrar ettiler ama durduramadılar.

Jia Rui aynayı eline aldı, “Şu keşiş hakikaten kerametli biri galiba; bakayım, bir deneyeyim şunu ” diye düşündü. Kıymetli akis denen şu şeyi kaldırıp arka yüzüne bakmasıyla içinde duran iskeleti görmesi bir oldu. Hemen eliyle kapadı aynayı; “Allahın cezası! Nasıl da korkuttu beni. ” deyip keşişe bir küfür savurdu. Sonra, “Bir de diğer yüzüne bakayım şunun, ne varmış?” diye düşünüp aynanın ön yüzünü çevirdi ve ne görse beğenirsiniz; işte Anka oracıkta duruyor, el sallayıp kendisini yanına çağırıyordu. Jia Rui sevincinden yerinde duramaz oldu, şöyle bir uzanıp aynanın içine girdi. Ne güzeldi işte, Anka’yla burada sevişeceklerdi. Ama Anka onu geri getirdi, yatağına yatırdı. “Aman! ” dedi Jia Rui, gözlerini açtı fakat ayna tekrar gözlerinin önüne geldi. Aynanın arka yüzüne baktığında, orada hala bir iskelet vardı; terlemiş, sırılsıklam olmuştu, alt tarafı da ıslanmıştı belli ki boşalmıştı. Ama gördükleri kâfi gelmemiş olacak ki, aynanın ön yüzünü yeniden çevirdi. Yine Anka, yine ona el sallıyor ve yanına çağırıyordu. Aynanın içine bir daha girdi. Böyle üç dört defa girip çıktıktan sonra tam son kez çıkacağı sırada ellerinde prangalar olan iki adam belirdi; prangalarla Jia Rui’yi bağladılar ve alıp götürdüler. Jia Rui; “Aynamı da alayım öyle gidelim!... ” diyebildi sadece, bir daha da konuşamadı.

Odada bulunan refakatçiler, sadece aynayı alıp arkasını çevirdiğini görmüşlerdi, eli düştü, gözleri açıktı ve ayna hala elindeydi. Son olarak ayna da elinden kaydığında artık bir daha kıpırdayamadı. Yakından baktılar, nefes almıyordu, vücudunun alt tarafı buz gibiydi ve sırılsıklam olmuştu. Elbiselerini değiştirmeyi, yatağı yenilemeyi akıl edebildiler sadece. Bu durumu gören Dai Ru ile karısı ağlaya ağlaya helak oldular. Keşişe sövüyorlardı; “Bu ne iblisliktir, nasıl bir musibettir bu böyle!” diye yakınıp, dövünüp duruyorlardı. Nereden geldiği belli olmayan bir ses; “Aynanın ön yüzünü ona kim gösterdi? Yalanı kendi kendinize gerçek

 

kılıyorsunuz, beni ne diye buna alet ediyorsunuz? ” dedi. Sonra ayna kendiliğinden havalandı uçarak odadan çıktı. Dai Ru dışarı çıktığında aksak keşiş oradaydı; “Aynamı alıyorum ” dedi keşiş ve süzülerek gözden kayboldu.

Dai Ru ’nun, cenaze işlerine başlamaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı, her yana haber saldı, üçünde dua okuttu; yedisinde ateş yaktırıp Tie Kan Tapınağı ’nın arkasında çocuğun ruhunu uğurladı. Bir zaman sonra Jialar toplanıp baş sağlığına geldiler... (Cao 1990: 125-132)

Sonuç Yerine

Anlatımın zengin imgelerle donatıldığı sahneler, her ayrıntının incelikle tasvir edildiği mekânlar ve en ince detayına kadar işlenen olaylar, okurun zihninde modem romanların bile pek azında görülen canlı bir dünyanın kapılarını aralar. Olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerinin ve zamansal sıranın düzenli oluşu eserin tamamına hâkim olan bir başka özelliktir. Düzenli ve akıcı olay örgüsüyle neden sonuç ilişkileri, yazarın zihninin geri planında, öz güveni tam, gerçekçi bir yaklaşımın bulunduğunu sezdirir. Bu bakımdan Cao Xueqin, gerçekçi bir yazar olarak anılmış ve güçlü üslubuyla modem Çin romancılığına da öncülük etmiştir. Kendinden önce ve sonraki yazarların mantıksal çarpıklıklarına bu eserde az rastlanmaktadır. Doğal afetler, hastalıklar, siyasi ve toplumsal olayların arkasındaki gerçek nedenler, çoğunlukla akılcı bir geri plana sahiptir. Böylece akıcı anlatıma dâhil edilen gerçek üstü ve fantastik kısımlar hiç de ayrıksı durmaz. Daima bir hazırlık merhalesinden ince ince süzülerek gelir, demlenir ve ortaya çıktığında hiç de şaşırtıcı değildirler; sadece heyecan vericidirler. Bu romanda, geleneksel öykü ve romanlarda gördüğümüz masalsı olaylar ve doğaüstü becerileri olan kimseler önemli yer tutmaz; birden bire havalanıp uçan insanlar yoktur. Jia Rui’ye yardıma gelen keşiş gibi, doğaüstü karakterler de psikolojik açıdan anlaşılır bir çerçeveye yerleştirilmiştir. Olağanüstü pek çok durum karakterlerin hayal, düşünce ve inançları bağlamında aktarılmakta, böylece yazarın olayları olduğu gibi vermekteki kararlılığı zarar görmemektedir. Jia Rui’nin karşılıksız aşkında da ince düşünülmüş, iyi kurgulanmış bir olay örgüsü görülmektedir. Gencin “aşkı” yüzünden hastalanarak ölmesi; başına gelen olaylar, şehvet düşkünlüğü ve giderek ağırlaşan psikolojik bir süreçle gerekçelendiril- mektedir.

Bu saf fakat şehvet düşkünü genç, konum olarak kendinden üstün bir kadına kapılmıştır. Anka’nın belli belirsiz uyarılarım anlayamaz ve kadının nazik tavrını kendisine karşı ilgisi olduğu yönünde yorumlar. Anka ise çok kurnaz ve aynı oranda kötü yürekli biridir. Gence verdiği ceza, sadece kendisine yapılan saygısızca tekliften kaynaklanmamakta, sosyal konumunu sağlamlaştırmak ve çevresindekilere gözdağı vermek adına bir insanın hayatına kıymaktan geri durmamaktadır. Nitekim gencin hastalığı sırasında önüne gelen “iyilik yapma” fırsatını da geri teper ve temin edebileceği halde ilaç temin edip göndermez. Bu durum anlaşılmazdır; ancak yazarın vermek istediği mesaj, Anka ile ilgili değil, ailenin içinde bulunduğu basiretsizlik ve idari güçsüzlükle ilgilidir. Çünkü hane içi olayların gerçek sorumlusu Büyük Hanım’dır, o ise Anka’ya emirler vermekte fakat işleri yakından takip edememektedir. Nihayetinde, başından beri bilinen ve kontrol altına alınabilecek bir yanlış, çığ gibi büyüyerek bir gencin hayatına mal olmuştur.

Cao Xueqin’in kurgudaki ustalığı, metinde gizlenmiştir. Öyle ki, olaylar arasındaki derin kurgusal bağlantı ve göndermeler neredeyse hiç yüzeye çıkmamakta, aslında aynı olgunun iki farklı anlatımı olan olaylar birbirinin devamı gibi görünmektedir. Yakından bakıldığında; son kısımda Anka’nın “genci aynadan çıkartarak yatağına yatırması” gibi kimi olayların anlaşılmaz oluşu, psikolojik ve gerçek süreçlerin eşleştirilmiş olmasına bazı anlamlar yüklemektedir.

Hikâyede Jia Rui’nin başından geçen iki ardışık süreç bu bakımdan anahtardır: Bunlardan ilki, Jia Rui’nin, Anka’nın peşinde olduğu “şehvet” dönemiyken diğeri, daha dramatik olan “hastalık” dönemidir. “Şehvet” çok güçlü bir duygudur, öyle ki Jia Rui’nin aklını başından alır ve genç başka şey düşünemez hale gelir. Yazar, adını vermemiş olsa da -muhtemelen zatürree olan- bu “hastalık”, “şehvetten” daha ciddi, gerçek ve fiziksel bir duruma işaret eder. Gencin ölümüne yol açan hastalığın gelişimi çok iyi gerekçelendirilmiştir; başına gelen olaylar; kış soğuğunda iki gece boyunca dışarıda kalması, yorgunluk, dedesinin verdiği cezalar, bakımsızlık ve kendi kendini tüketmesi, aşkından ve arzularından daha somut etmenlerdir. Yazar böylece “şehvet” ve “hastalık” arasında bir koşutluk kurgulamakta; birini diğerinin sonucu gibi göstermekle beraber hastalığın, aslında gencin maruz kaldığı “zulümlerle” eş zamanlı olarak kök salmaya başladığına işaret etmektedir. Doğu’nun mistik düşüncesinde belirgin olan “sonra”nın, “önce” içinde olumsal olarak bulunması burada dikkate değerdir. Böylece “ölüm döşeğinde” keşişin getirdiği ayna ile belirginleşen heyulalar, “ayna” metaforu yardımıyla geçmişin hastalık dönemine yansıtılmasını sağlamıştır. Jia Rui’nin aynanın içine girmesi ve Anka’nın onu çıkarıp tekrar yatağına yatırması, ilk karşılaşmalarına atfen, kadının onu reddedişinin yeniden anlatımıdır. Gencin benzer biçimde, aynanın arka yüzünde gördüğü “iskelet” ile Anka’nın ilk “bedduası”, ikinci defa görüşüyle de kadının ikinci “bedduası” imlenmektedir. Son olarak, Anka’nın o derece kötü yürekli oluşuna rağmen Jia Rui’yi birkaç kez “aynadan çıkarıp yatağına yatırması” başka türlü anlam oluşturmamaktadır. Bu durum Anka’nın daha önce Jia Rui’yi gerçekten birkaç kez reddetmiş olmasıyla özdeşleşmekte, yazar böylece gencin ölüm döşeğindeki sanrılarının gerçekliğini belirsizleştirmektedir. Gerçek, Jia Rui’nin, “aşk beklentilerinin” gözlerini kör etmiş olması, Anka’nın uyanlarını anlayamamış olması, olanlardan sonra hastalanması ve en nihayet heyulalar içinde göçüp gitmesidir. Böylece hikâyeye dâhil edilen “keşiş” ve “ayna” sembolleri, gencin psikolojik durumunun bir uzantısı haline gelmekte, yazar Çin toplumunda yaygın olan “batıl inançlara” paye vermediğini göstermektedir.

KAYNAKÇA

AMES, Roger T. (2001). Focusing the Familiar: A Translation and Philosophical

Interpretation of the Zhongyong. Honolulu, HI, USA: University of Hawaii Press.

CHEN, Qingl^iif (1999). Zhongguo Zhexue Shi ^    (Çin Felsefesi Tarihi).

Beijing: Beijing Yüyan Wenhua Daxue Chubanshe.

CAO, Xueqintfli^ (2003). Hong Luo Meng^C^Üİ^ (Kızıl Konağın Rüyası). Renmin

Wenxue Chubanshe. Pekin.

HE, Wangru        (2010). Hong Lou Meng Yanjiu^C^^Şf^ (Hong Lou Meng

Araştırmaları). Zhejiang: Xinmin Chubanshe.

KIRİLEN, Gürhan (2005). Çin’de 19. Yüzyılda Reform: Zongli Yamen’ın Kuruluşu.

Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

LI, Lianyu^jİÜ (2006). Hong Lou Meng Shi yu Ren         A (Hong Lou

Meng’da Olaylar ve Gerçekler). Shanghai: Renmin Chubanshe.

LIU, Jingqi>C[J;İfc:İÎf (2006). Hong Lou Meng de Niixing Guan yu Nanxing Guan

(Hong Lou Meng’da Erkek ve Kadın). Beijing: Beijing Daxue Chubanshe.

LÜ, Qixiangn Jn# (2007). Wang Xifeng de Moli yu Meili

(Wang Xifeng’in Gözbağcılığı ve Cazibesi). Beijing: Beijing Daxue Chubanshe.

NEEDHAM, Joseph (2000). Zaman ve Doğulu İnsan: Beşeri Hukuk ve Tabiat Kanunları, (çev.) Necdet Özberk. İstanbul: İz Yayıncılık.

PEERENBOOM, R. P. (1990). “Natural Law in the Huang-Lao Boshu".

Philosophy East and West 40 (3): 309-329.

ÜNAL, Gonca Chiang, (2011). “Çinde Ayak Bağlama Geleneği: Bir Çift Küçük

Ayak, Bir Kap Gözyaşı”, I. Uluslararası Asya Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, Kayseri, 147-154.

ZHENG, Hongfeng^P^CM & Zheng, Qingshan^Pj^lLl (2006). Hong Lou Meng

Zhiping Jizhu^C^^IIW^^ (Hong Lou Meng Üzerine Notlar). Beijing: Beijing Tushuguan Chubanshe.

 

 

YETENEK-HASTALIK KARIŞIMI BİR RAHATSIZLIK! SAVANT

Yetenek-hastalık karışımı bir rahatsızlık! Dahası, biz savantları anlayana dek, insan hafızasını ve bilişini asla tam olarak çözemeyeceğimiz öne sürülüyor.

Savant sendromu, belki de insanlar arasındaki farklılıklarla beraber bilişsel psikoloji söz konusu olduğunda, en büyüleyici fenomenlerden biri haline geliyor. Sendrom dahilinde, genellikle olağanüstü yetilerin söz konusu olması nedeniyle, biz savantlan anlayana dek insan hafızasını ve bilişini asla tam olarak çözemeyeceğimiz öne sürülüyor. Savant sendromuna sahip kişiler, ciddi psikolojik veya fiziksel engellere rağmen, oldukça dikkat çekici ve bazen inanılmaz derecede yetenekli olabilen insanlardır. Birkaç belgelenmiş vaka olmasına rağmen, savant sendromu, biraz nadir rastlanan bir sendrom olma özelliğini koruyor.

Savant sendromu, ilk kez doğru biçimde, Down sendromunu da tanımlayan. Dr. John Langdon Down tarafından tanındı.

1887 yılında  muhakeme gücü kusurlu, ancak olağanüstü hafızası olan insanları tanımlamak için "idiot savant' terimi türetildi (Fr. savoir: bilmek). Bu terim, uygunsuz çağrışımlar yaptığı için artık daha az kullanılmakladır. İdiot savant terimi, doğrudan Türkçe'ye çevrildiğinde bu uygunsuzluk kolayca göze çarpar. Buradaki idiot" terimi, IQ değerinin 25'in altında olduğunu belirtmeye yarar. Şimdilerde ise "Savant sendromu" terimi benimsenmiştir. Aynı zamanda başka bir terim olan "otistik savant” da yaygın olarak kullanılmaktadır, ancak bu biraz yanıltıcı olabilir; zira otizmle güçlü bir ilişkisi olmasına rağmen, savantların hepsi otistik değildir. Tahminen savant vakalarının %50'si, otizm nüfusundandır. Diğer %50'lik kısım ise gelişimsel bozukluklar ya da merkezi sinir sistemi problemleri grubundandır. Savant becerilerinin tahmini sıklığı, öğrenme bozukluğu olan nüfusta muhtemelen % 1'den az iken, otistik nüfusta yaklaşık %10'dur. Tüm bu rakamlar, savant sendromuna sahip kişilerin ne kadar nadir olduklarını anlamamız açısından önem taşıyor. Savant sendromuna sahip kişilerin becerileri, olağanüstü belleğin, müthiş derecede derin, ancak kısıtlı bir türüne dayandırılıyor.

 


* Yard. Doç. Dr. KTÜ. Rize İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Belagatı Anabilim Dalı

[1][1] . Geniş bilgi için bkz. Theodore Savory, Tercüme Sanatı, 50 vd., trc. Salih Dereli, İstanbul, 1994.

[2][2] . Savory, 52.

[3][3] . Geniş bilgi için bkz. Akşit Göktürk, Çeviri: Dillerin Dili, 17, İstanbul, 2000; Edmond Cary, Çeviri Nasıl    Yapılmlı? Trc., Mete Çamdereli, 32, İstanbul, 1996.

[4][4]. Bedrettin Tuncel, “Tercüme Meselesi”,  Cumhuriyet Dönemi Edebiyat Çevirileri Seçkisi, nşr., Öner Yağcı, Ankara, 1999.

[5][5]. Bkz. es-Sihâh, I, 350, Beyrut, 1982.

[6][6]. Bkz. Vankulu, I, 110 b.

[7][7] . Bkz., Sibeveyhi, el-Kitâb, I, 86, Kahire, 1988.

[8][8]. Bkz., Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1182, İst., ts.

[9][9]. Abdulkâdir ‘Ûdeh, et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî, I, 321, Beyrut, 1994.

[10][10]. Abdulkâdir ‘Ûdeh, et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî, I, 321, trc. Akif Nuri, İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri  Hukuk, I, 571, İst., 1976.

[11][11] . Salih TUĞ, Züheyr b. Harb ve Kitâbu’l-‘İlm Adlı Eseri, 12, 186; İst., 1984.

[12][12] . Tâhâ Huseyn, Fi’ş-şi’ri’l-Câhilîhttp://www. ofouq.com, 2004, s.9.

[13][13] . Tâhâ Huseyn, Fi’ş-şi’ri’l-Câhilîhttp://www. ofouq.com, 2004, s.9, trc. Şaban KARATAŞ, Cahiliye Şiiri Üzerine, 48, Ankara, 2003.

[14][14] . en-Nisâ, 82.

[15][15] .Yakup ÇİÇEK/Dilaver SELVİ, Kalplerin Azığı, I, 21. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb adlı eserinin tercümesi, İst., 2003.

[16][16] . el-Buhârî, Savm, 10;   Ayrıca bkz., Sofuoğlu, IV, 1776; İst., 1987, Tecrid, VI, 255, Ankara, 1976.

[17][17] . A.Kadir EVGİN, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları, 122.

[18][18] . Hüseyin Atay, 302, Kur’ân Türkçe Çeviri, Ankara, 2002.

[19][19] . Yakup ÇİÇEK/Necat KAHRAMAN, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meali, 304, İst., 2000. Bu mütercimler, yaptıkları meali Elmalı’dan aslına uygun olarak sadeleştirdiklerin söylüyorsalar da,  aslına uygun düştüğü pek söylenemez. (Bkz. ÖNSÖZ, 5)

[20][20] . Muhammad Asad, The Message of The Qurân, 452, İst. 1996. Ayrıca bkz., Arberry, 326; Maulana Muhammed Ali, The Holy Qur’ân, 586; Muhammad Taqî-ud-Dîn Al-Hilâlî/Muhammad Muhsin Khan, The Noble Qur’an, 461.

[21][21] . Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, I, 176.

[22][22] . Tâhâ Huseyn, Fi’şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.1.

[23][23] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.

[24][24] . Tâhâ Huseyn, fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî, , http://www. ofouq.com, 2004, s.7.

[25][25] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.

[26][26] . Hüseyin Atay, Kur’ân Türkçe Çeviri, 377.

[27][27] . Muhammed b. Hamza, Kur’ân Tercümesi, I, 23, nşr., Ahmet Topaloğlu, İst., 1976.

[28][28]. Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’ân, 178, İstanbul, 2000, trc., Abdülazizi Hatip/Mahmut Kanık; Hamdi Döndüren, İnsnlığa Son Çağrı, I, 46; İst., 2003; Mehmet ÇAKIR, Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçesei, 32, Ankara, 2003.

[29][29] . Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’ân-ı Kerim Meali, 42; Muhammad Asad, The Message of The  Qur’ân, 44.

[30][30] . Hasan Basri ÇANTAY, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, III, 55, İst., 1965.

[31][31] . Elmalılı Hamdi Yazır,

[32][32] . Bkz. Ebû Hilâl el-‘Askerî, Kitâbu’l-Furûk, 245, Beyrut, 1994.

[33][33] . Necip Mahfûz, el-Muellefâtu’l-Kâmile, Hânu’l-Halîlî, 546.

[34][34] . Hân el-Halîlî’de, Necip Mahfuz’dan trc., Bedrettin Aytaç, 57, İst., 1999.

[35][35] . Necip Mahfûz, el-Muellefâtu’l-KâmileHânu’l-Halîlî, 558.

[36][36] . Hân el-Halîlî’de, 77.

[37][37]. ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 564; Beyrut, ts.;  Haseneyn Muhammed Mahlûf, Safvetü’l-Beyân Lime’âni’l-Kur’ân, Kuveyt, 1987.

[38][38] .Ömer  Dumlu/Hüseyin Elmalı, Ayet Ayet Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İzmir, 2003.

[39][39] . Yûsuf, 36.

[40][40] . Mehmet Çakır, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçesi, Yûsuf Sûresi, 36. âyet meali.

[41][41] . Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali, 549, Ankara, 1983.

[42][42] .Muslim, Îman, 147.

[43][43] . Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, 603, Almanya, 1998; Mehmet Çakır, 604.

[44][44] . Ateş, 570.

[45][45]. Davudoğlu, Ahmed, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meali, 21, İst., 1988.

[46][46] . Şerhu Dîvânı Cerîr, 259, Beyrut, 1995.

[47][47] . A. Galip GEZGİN, “Kur’an’da  ‘Huşu’ Kelimesinin Semantik Analizi” Tasavvuf, IV, 93.

[48][48] . Buhârî, İsti’zân, 1.

[49][49] . Zamirin Mercii için bkz. Abbâs Hasan, en-Nahvu’l-Vâfî, I, 255-256, Mısır, 1966.

[50][50] . Bkz. Davudoğlu, 11, 251; Sofuoğlu, 13, 6175; Miras, 9, 177.

[51][51] .Muhammad Muhsin Khan, Sahih al-Bukhari, Arabic-English, VIII, 160, Ankara, 1976.

[52][52] . Muhammed b. Hamza, 50.

[53][53] . Yazır, 68.

[54][54] . Döndüren, I, 119.

[55][55] . Çantay, I, 106.

[56][56] . Yıldırım, 66.

[57][57] . Atay, 66.

[58][58] . Esed Terc., I, 116.

[59][59] . Bayraklı, IV, 379.

[60][60] . Dumlu/Elmalı, 66.

[61][61] . Abdullah YÜCEL,  Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, 420, İst., ts.

[62][62] . Suat YILDIRIM, Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, 420.

[63][63] . el-Hucrât, 14.

[64][64] . Meryem, 65.

[65][65] . Ali Akyüz, Yaşayan Kur’ân Hz. Peygamber, 157, İst., 2004.

[66][66] . Tâhâ Huseyn, Fi’şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.1.

[67][67] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.

[68][68] . İslâmî Edebiyat, 2003, sy., 38, s., 175.

[69][69] . M. Sabri DEMİR, İslâmî Edebiyat, 2003, sy., 38, s., 177.

[70][70] . A. Kadir EVGİN, Hz. Peygamberin Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları, 62, Ankara, 2004. Bu ifade aynı zamanda Tâhâ Sûresi 14. âyetidir.

[71][71] . Hân el-Halîlî, 550.

[72][72] . Hân el-Halîlî’de, 63.

[73][73] .M. Edip ÇAĞMAR, Edebî Açıdan Arapça Mevlidler, 164, Ankara, 2004.

[74][74] .M. Edip ÇAĞMAR, Edebî Açıdan Arapça Mevlidler, 164.

[75][75] .Necîb Mahfûz, el-Muellefât el-Kâmile, III, 327.

[76][76] .Necîb Mahfûz, Dilenci, Türkçesi: Alova, 29, İst., 2004.

[77][77] .Necîb Mahfûz, el-Muellefât el-Kâmile, III, 340

[78][78] .Necîb Mahfûz, Dilenci, Türkçesi: Alova, 67.

[79][79]. Bkz. Vankulu, I, 110 a.

[80][80] . Nevzat H. YANIK/Mustafa KILIÇLI/M. Sadi ÇÖĞENLİ, Telhis ve Tercümesi, Arapça kısmı, 16, İst., ts.

[81][81] . Ae. Tercüme kısmı, 7-8.

[82][82] . Nusreddin BOLELLİ, Belağat, 156, İst., 1999.

[83][83] . Bkz.,

[84][84] . Bkz. Abdullah Aydınlı, Sünen-i Dârimî Tercümesi, III, 227.

[85][85] . Talat KOÇYİĞİT, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, 569, Diyanet İşleri Başkanlığı, Meal, 569.

[86][86] . Metin YURTBAŞI, Örnekleriyle Deyimler Sözlüğü, 249, İst., 1996.

[87][87] . Ömer Asım AKSOY, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, II, 812.

[88][88] . TDK. Türkçe Sözlük, I, 885, Ankara, 1988.

[89][89] . MEB. Örnekleriyle Türkçe Sözlük, II, 1047, Ankara, 1995.

[90][90] . Bkz. Hassan b. Sabit, Divan, 171.

[91][91] . Yusuf SANCAK, Hz. Peygamber Devrinde Şiir, 244.

[92][92] . Hasan EGE, Siret-i İbn-i Hişam, IV, 89.

[93][93] . Hassan b. Sabit, ae. 171.

[94][94] . Detaylı bilgi için bkz., İlyas KARSLI, “Kur’ân ve Hadis Tercümelerinde Geçen ‘IRZ’ Kavramı Hakkında Düşünceler”, Nüsha, Yıl, III, sy., 10, 2003.

[95][95] . Bkz. El-Halîl b. Ahmed, Kitâbu’l-‘Ayn, VIII, 85; İbn ‘Abbâd, el-Muhît fi’l-Luğa, IX, 377. Ancak bu  kelimelerin, daha sonra yazılan Arapça lügatlarda “ahlâk, edeb” gibi anlamlarda kullanmaya başlandıkları belirtilmiştir. Bkz. ez-Zebîdî, Tâcu’l-‘Arûs, II, 12.

[96][96]. Es- Sem’ânî, Edebu’l-İmlâ ve’l-İstimlâ, 1.

[97][97] . Ali el-Muttakî, Kenzu’l-‘Ummâl, Hadis No. 31942 ve 32024.

[98][98] . İbnü’l-Esîr, I, ilgili madde.

[99][99] . Ebû Dâvûd, Sünen, Diyât, 15; Edeb, 131.

[100][100] . Bu hadis konusunda detaylı bilgi için bkz., Mehmet GÖRMEZ, “Hz. Peygamberin Bir Hadis-i Şerifinde Bir Din Tanımı”, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel Sayı-, 331, Ankara, 2000.

[101][101] . Yusuf el-Kardâvî, el-İslâm ve’l-‘İlmâniyye, 7.

[102][102] . Osman Arpaçukuru.  İslâm ve Lâiklik, 7.

[103][103] . el-İsrâ, 101.

[104][104] . Ömer Rıza DOĞRUL, Tanrı Buyruğu, II, 474.

[105][105] . Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’ân, 439.

[106][106] . Hüseyin ELMALI/Ömer DUMLU, 293.

[107][107] . Sıdkı Gülle, Kelime Anlamlı Kur’ân-ı Kerim Meali, II, 277.

[108][108] . Mehmet ÇAKIR, 293.

[109][109] . Talat KOÇYİĞİT, 291.

[110][110] . Suat YILDIRIM, 291.

[111][111] . Hüseyin ATAY, 291.

[112][112] . Elmalı, 291.

[113][113] . Yaşar Nuri ÖZTÜRK, 265.

[114][114] . Hamdi DÖNDÜREN, I, 461.

[115][115] . Hasan Basri ÇANTAY, II, 530.

[116][116] . Halil ALTUNTAŞ/Muzaffer ŞAHİN, 291.

[117][117] . Ali ÖZEK ve ekibi, Kur’ân-ı Kerim Ve Türkçe Açıklamalı Meali, 291.

[118][118] . Süleyman ATEŞ, 291.

[119][119] . Cemil Sait BARLAS, Kur’ân-ı Kerîm Tercümesi, 327.

[120][120] . Nusret ÇAM, Şiir Diliyle Kur’ân-ı Kerîm, 29, Ankara, 2002.

[121][121] . Muhammad ASAD, The Message of The Qur’ân, 435.

[122][122] . Mohammed Marmaduke PİCKTHALL, The Glorious Qur’ân, 198

[123][123] . A. J. ARBERRY, The Koran Interpreted, 314.

[124][124] . N. J. DAVOOD, The Koran, 241. USA. 1976.

[125][125] . Maulana Muhammad Ali, The Holly Qur’ân, 564.

[126][126] . Hazma Roberto PICCARDO, Il Corano, 252. Milano, 1996.

[127][127] . Muhammed b. Hazma, 227.

[128][128] . Salih PARLAK, Bilgi Toplumuna Doğru Kur’ân-ı Kerîm, 557, İst., 2001.

[129][129] . Örnek için bkz. Hamidullah, age., 719.

[130][130] . Detaylı bilgi için bkz. Kâsım b. Selâm el-Herevî el-Ezdî, el-Ezdâd, Beyrut,  ilgili maddeler.

[131][131] . Seyyid KUTUB, Me‘âlim fi’tarîk, 75, Beyrut, 1982.

[132][132] . Akif Nuri, Yoldaki İşaretler, 58.

[133][133].Geniş bilgi için bkz: el-Kazvînî, el-Îzâh, 67-71, Nasrullah Hacımüftüoğlu/Rabiha Çelebi, Teshîlü’l-Belâğa, 14-15; R. Resul SEVİNÇ, Arap Dilinde Cümle Yapısı ve Biçimi, 148, Basılmamış doktora tezi, Erzurum, 2004.

[134][134] . Detaylı bilgi için bkz. Ahmed b. İbrâhîm el-Hâşimî, Cevâhiru’l-Belâğa, 140-141, İstanbul, 1984.

[135][135] . Çakır, 337.

[136][136] . Ali Fikri Yavuz,  Kur’ân-ı Kerim ve Meâl-i Âlisi, 337, İstanbul, 1984.

[137][137] . Bkz. Abdulvehap ÖZTÜRK, Kur’ân-ı Kerim ve Meâli,  46, Ankara, ts.

[138]          Halil Toker, Keşmir Dosyası, İstanbul 2003.

[139]          Halil Toker, Hindistan’da Farsça ve Urduca Şiir ve II. Bahâdır Şah Devri Şairleri, (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1995, s. 55-59.

[140]          Kaşmîrî Lok Kahâniyân, Tâus Bânhâlî, 1987, Lok virsa işâ’at ghar, İslamabad, s. 75-79.

[141] Dr.

[142]          Çincenin görsel yoğunluklu imgelem zenginliğini Türkçenin zaman ve bakı yani aspect açısından gelişmiş anlatım gücüyle vermeye çalıştık. Asıl metne olabildiğince sadık kalmakla birlikte Türkçenin söyleyişine en uygun anlatıma ulaşılmaya gayret gösterdik.

[143]          Bu eser, geleneksel Çin romanının zirvesi olarak görülür ve aynı zamanda bir başyapıttır. Bugün dahi Çin’de yaşlı genç hemen hemen herkes bu romanı okumuştur ya da en azından karakterleri ve hikâyeyi detaylarıyla bilmektedir. Romanda anlatılan bazı bölümler tasvirlerin inceliği ve detaylı işlenişi bakımından Joyce’un Ulysses’i ile karşılaştırılacak oranda ayrıntılıdır. Şiirler, masallar, bilmeceler ve günümüzde dahi yazarın ne anlatmak istediği konusunda fikir ayrılıkları olan esrarlı hikâyelerden oluşmaktadır. Geçmişten günümüze bu eserin esin kaynağı olduğu pek çok dizi çekilmiş, operalar sahneye konulmuştur. Hatta bugün adına fakülte ve araştırma enstitüleri kurulan tek roman da budur. Çin’de, Tayvan’da ve Honkong’da sadece bu eser üzerinde uzmanlaşmış araştırmacıların bulunduğu bölüm ve enstitüler mevcuttur.

[144]          Öte yandan romanın iki yazarının olabileceği fikri de kabul görmektedir. Cao Xueqin’in erken ölümüyle romanın yarım kaldığı, geri kalan kısmın, komşusu Gao E tarafından tamamlandığı kabul edilmektedir. Fakat ilk seksen bölüm ile sonraki bölümler arasında yapılan bir karşılaştırma, sözcüklerin kullanım yerleri ve sıklıklarından hareketle iki kısım arasında belirgin bir farkın olmadığını, her ikisinin de aynı kalemden çıktığını doğrulamıştır. Bir başka görüşse, başına gelen bir olay nedeniyle romanı baştan yazmaya başlayan Cao Xueqin’in, ömrünün vefa etmediği, öldükten sonraysa komşusu Gao E’nin eldeki müsveddelerden yararlanarak çalışmayı tamamladığı yönündedir. Tüm romanın aynı elden çıkmış olabileceğine bir başka dayanak da birinci kısımda işaretleri verilen fakat tamamlanmamış kimi olayların ikinci kısımda mantıklı bir biçimde tamamlanmış olmasıdır. Ancak 1791’de basılan ilk nüsha 80 bölümken Afyon Savaşı sonrasında 120 bölümlük Gao- Cheng nüshası yayınlanmıştır. Eser 1842 yılında basılmış, 1892’de Hong Kong’da İngilizce olarak iki cilt halinde bir baskısı daha yapılmıştır. Günümüzde on altı farklı dilde çevirisi bulunmaktadır, ondan fazla yayınevi tarafından basımı yapılmaktadır. Bunların arasında Renmin Wenxue Yayınevinin 1981 ve 2003 baskılan notlandırılmış ve diğer nüshalarla karşılaştırmalı düzeltmeler içermektedir. Bu yazıda her iki baskıdan da yararlanılmıştır.

[145]          Romanda gerçekten yüzlerce karakter bulunur; bunların çoğunluğunu genç kadınlar oluşturur ve pek çoğunun hikâyesine yer verilir. Romanın esas konusu, iki ana karakter, Jia Baoyu ve Lin Daiyu arasında geçmektedir ve bu iki genç diğer hane halkından farklı, biraz başına buyruk bir mizaca sahiptirler. (He 2010: 11) ‘Konağın prensi’ diyebileceğimiz Baoyu ders çalışmaktan nefret eden, kuzenleri ve hizmetçileriyle oyun oynamaktan hoşlanan uçarı bir çocuktur. Duygusallığıyla, erkeklerden daha ziyade kızların arkadaşlığından hoşlanan Jia Baoyu, hizmetçilere de hane halkına karşı davrandığı gibi davranır; bu yaklaşımıyla sosyal tabakalar arasında ayırım yapmamakta bu yüzden de hem eleştirilmekte hem de çevresi tarafından çokça sevilmektedir. Lin Daiyu ise son derece hassas, çabuk öfkelenen ve keskin dilli bir genç kızdır. Roman boyunca sık sık ağlayan bir görüntü vermektedir. Konakta kendisini bir yabancı gibi gören Lin Daiyu diğerlerine bağımlı olduğunu düşünmektedir. İçine kapalı genç kız yıllar önce kaybettiği ailesi için yas tutmakta ve içten içe Jia Baoyu’den hoşlanmaktadır. Üçüncü önemli kişi ise Baoyu’nün kuzeni olan Baochai’dır. Baochai, Daiyu’nün aksine saygılı, anlayışlı, nazik ve büyüklerine karşı özenli bir genç kızdır. (Zheng; Zheng 2006: 67). Gençler konakta mutlu bir yaşam sürmektedirler ancak Baoyu’nün evlenme yaşı geldiğinde aile büyükleri, Daiyu’yü mizacından dolayı eş olarak düşünmeyerek Baochai’yi seçerler. (Cao 2003: 1422) Daiyu üzüntüsünden hasta düşer, Baoyu ile Baochai’ın düğün gecesinde, kan kusarak yaşama veda eder. Baoyu gerçeği öğrendiğinde adeta aklını yitirir. Aşağıda çevirisi verilen bölümün, romanın ana temasıyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Bu nedenle ana tema, bu kısa dipnotta özet olarak verilmiştir.

[146]          Wu Chang E#; Ren {I. ‘İnsan Sevgisi’, Yi |ft ‘Doğruluk’, Li ¡¡üTören’, Xin fif ‘İnanç’, Zhi Ü? ‘Bilgelik’. San Gang H^Evladın anne-babasına, kadının kocasına, küçük kardeşin ağabeyine, arkadaşın arkadaşa ve en nihayet tebaanın hükümdarına karşı sorumluluklarını anlatır. (Ames 2001 ’den; Zhongyong 20: 8)

[147]          Kadının sadakat, fedakârlık ve koşulsuz hizmet gibi kavramlarla uzun süre kuşatılması en acımasız örneğini “ayak bağlama” âdetinde görülür. Kadının sadakat ve edilgenlik gibi kavramlarla desteklenen “bağımlılık” bedene zarar verme derecesine varmıştır. Güzellik anlayışını da belirleyen bu adet; kız çocukların küçük yaşta ayaklarının tarak kemiklerinin kırılarak sıkıca bağlanması şeklinde uygulanır. Böylece üç cun (üç hat: yaklaşık 10 cm) büyüklüğünde ayakları olan “narin” ve “aciz” kadınlar ideal eşler olarak görülürler. Bu uygulamanın cinsellikle de ilgili olduğu bilinmektedir. Daha fazla bilgi için bknz. (Ünal 2011).

[148]          Zadegân sınıfi, çok yönlü karakteriyle Çin’de en göze çarpan sınıftır; üç yönlü bir işleve sahiptir. Merkezle bağları yönünden (l)siyasi, (2)idari ve ekonomik işlevleri olmasının yanında (3)toplumsal eğitim işini de üstlenmiştir. Devlete memur ve idareci yetiştiren sınıf Çin’de zadegân sınıfıdır. Bu sınıf bir oranda Osmanlı toplumunda kendine has özellikleri olan ıkta sahipleri ve taşranın zadegân aileleri ile karşılaştırılabilir.

[149]          Konfüçyusun etkili takipçilerinden Xun Zi (M.Ö. 4.yy.) “en büyük erdem tören’e tam uygunluk”tur der (Chen 1999). Xun Zi, Tören’in gereğini hiçbir zaman doyurulamayacağını düşündüğü arzuların engellenmesi için bir araç olarak ortaya koyar. (Peerenboom, 1990, 328) Bir diğer önemli isim Mengzi ise tören’i, siyasetin en temel dayanaklarından biri olarak görür; “tören’e aykırı hareket eden hükümdara karşı gelmek dahi meşru sayılır” (Needham 2000; 114). “Göğün Altı’nda yol hâkim olduğunda tören ve müzik hükümdardan çıkarak yayılır ve her yeri fetheder, yol hâkim değilken beylerden çıkar, beylerden çıktığında etkisi yalnızca on nesil sürer...” (Lunyu 16:2) Öte yandan bu sınırlandırıcı görüşe karşı çıkan Laozi, “törenler çoğalıyorsa ülkede bozulma var demektir” (Laozi, 38) sözleriyle, tören’e ve kurallara bağlılığın toplumda iyiye değil kötüye işaret ettiğini ileri sürer ve törenin yüzeyselliğini eleştirir. Çin tarihinde baskın olan toplumsal yapı töreni kutsallaştıran Konfiıçyüsçü yaklaşımı iki bin yıl boyunca sürdürmüştür.

[150] Liu Jinjin, “Hong Lou Meng’da Cinsiyet” adlı çalışmasında, romanın kadın karakterlerini daha önceki Çin romanlarındaki kadınlarla karşılaştırıyor. Liu’ya göre Hong Lou Meng’ın kadınları bu eserde artık, “erkeklerin yanında zaman zaman görünen, yan figürler” değildir; kadınların sosyal yaşamdaki konumları bakımından romanın ilerici olduğunu dile getiriyor. (Liu 2006; 159-160).

[151]          Yazar geleneksel değerlerin temsilcisi olarak resmettiği bu karaktere pek fazla diyalog yazmamıştır. Buna karşın onu daha çok torununa verdiği cezalar, eğitimi ve ahlakçı tavrıyla ön plana çıkarmıştır. Bu sebeple adı içinde “Konfiıçyüsçü” anlamındaki “ruM” imi geçmektedir.

[152]          Adamotu olarak verdiğimiz bitki ginseng’dir.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar