Okunacaklardan
ARAPÇADAN TÜRKÇEYE TERCÜME HATALARI
Not: Okunması gereken bir makale
İlyas KARSLI*
Özet: Tercüme, bir metni bir dilden başka bir dile aktarma işlemidir. Bu aktarım
bir takım kurallar ve diller arasındaki benzerlikler ve zıtlıklar üzerine bina
edilir. Tercüme faaliyetlerinin ne zaman ve kim tarafından başlatıldığı
bilinmemektedir. Çevirmen, çevirdiği metindeki bütün kelimeleri bilmek
zorundadır. Fakat bu da çeviri için yeterli olmamaktadır. Bunun yanı sıra,
çevirmen, tercüme kurallarını ve inceliklerini bilmeli, çevireceği metin
üzerinde bu kuralları yeterli şekilde uygulayabilmelidir. Çünkü uygulanmayan
teori kördür. Fakat bir dilden diğer bir dile tercüme yapma görüldüğü kadar
kolay bir iş değildir. Çevirmen, dili değil metni çevirir. Ayrıca çevirmenler
bir dildeki metni başka bir dile aktarma hususunda her iki dil açısından da iyi
bir altyapıya sahip olmak zorundadırlar. Tercümenin zihinsel bir aktivite
olması ve ilk insanların da düşüncelerinin yanı sıra duygularını da aktarmak
zorunda olmaları nedeniyle tercüme faaliyetleri ilk insanla başlamıştır. Tarih
boyunca çok sayıda kaliteli tercüme yapılmıştır. Pek çok bilimsel ve edebi eser
diğer dillere çevrilmiştir. Ancak tercümenin ne olduğu konusunda düşünürler net
bir görüş ortaya koymamışlarsa da, onun kuralları ve ilkeleri konusunda birçok
şey söylemiş ve tercüme teorileri ortaya atmışlardır. İleri sürülen bu teoriler
de gerçekten çok önemli olup, onlara uyularak yapılan tercümeler isabetli,
diğerleri de hatalar içermiştir. Bu makalede, kurallarına dikkat edilmeden
yapılan bazı Arapça-Türkçe tercüme hataları gösterilmiş ve meslektaşlarımızın
dikkatleri çekilmiştir.
Giriş:
“Fertler ve toplumlar arasında her türlü bilgi ve kültür akışını sağlayan
yol” olarak tarif edebileceğimiz tercüme faaliyetinin, ne zaman başladığı kesin
olarak bilinmemektedir. Ancak bu faaliyetin, ilk insanla başladığını tahmin
etmek hiç de zor değildir. Çünkü tercümenin bir zihin faaliyeti olması, bu
faaliyetin ilk insanla birlikte var olması sonucunu doğurmaktadır. İlk insanlar
bile, içlerinden geçen şeyleri karşılarındaki kişilere anlatmak için bir zihin
faaliyeti gösterme ve karşılıklı anlaşım sağlama çabası göstermiştir.
Bir insanın duygu ve düşüncesini, bir olay karşısında duyduğu etki veya
tepkiyi ifade etmesi de bir nevi tercüme faaliyetidir. İşte, bu ve benzeri
durumlara göz atınca, tercümenin bir zihin faaliyeti olduğu ve ilk insanla
başladığı açıkça görülür. Ancak, tercüme bir zihin faaliyeti olmakla birlikte,
diğer bilimler gibi onun bir metodu, teorisi ve tekniğinin de olması gerekir.
Çünkü, teorisi olmayan pratik kördür. Bu konu ile ilgilenenler, “tercüme”nin
tanımı ve taşıması gereken şartlar üzerinde anlaşmaya varamasalar da onun
birçok tanımlarını yapmışlar, bazı kurallarının olması gerektiğini
söylemişlerdir. O kurallardan bazıları şunlardır:
-Tercüme; aslındaki fikir ve düşünceleri tam ve eksiksiz olarak vermelidir.
Yazının üslup ve tarzı ile aynı vasıfta olmalı ve de telif kadar kolay
okunabilmelidir.[1][1]
-Tercüme; aslını ilk işitenlere nasıl tesir ediyorsa, tercümeyi işitenlere
de aynı tesiri yapması gerekir.[2][2]
-Mütercimin, hem kaynak dilin hem de çeviri dilinin işleyiş düzenini, iki
dilin de dilbilgisi ve dile ait diğer kurallarını çok iyi bilmesi gerekir.[3][3] Dil bilmek önemli bir şart olmakla birlikte, tek
başına yeterli bir şart değildir.
-Tercüme işi bir sanatkarlık ve maharet de ister. Orijinal metnin
cümlelerini körü körüne nakletmekle iş bitmiş olmaz.[4][4]
Tercüme; muhatabın bilmediği bir dildeki kelimeleri, bilmekte olduğu bir
dile aktarmak değildir. Mütercimin görevi de bir dildeki cümleleri ya da o
cümlelerin ne demek istediğini tercüme etmektir.
Bu makaleyi kaleme almaktan maksadımız, meslektaşlarımızın dikkatini çekmek
suretiyle, tercüme yaparken daha dikkatli olmaları konusunda kendilerine yardımcı
olmak ve bir uyarıda bulunmaktır. Tercüme işinin umulduğundan çok daha ciddi ve
teorisinin çok iyi bilinmesini meslektaşlarımıza hatırlatmak da ayrıca bir
görevdir. Hatta tercüme işi o kadar dikkat ve maharet isteyen bir zihin
faaliyetidir ki, şu anda bu makaleyi kaleme alan zat bile bu makaledeki
tercümelerinde hata yapma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Esas olan, bu hataları
yapmamaya azami gayret göstermek, yapılan hataları tashih edebilme cesaretini
göstermektir. Diğer bir husus ise, eli kalem tutan herkesin her şeyi
yapamayacağını, bu işi uzmanlarına bırakmanın lüzumuna işaret etmektir. Sahanın
boş olduğunu zanneden ve “nasıl olsa bu işi benden başka bilen yok”
düşüncesiyle hareket etmenin de doğru olmadığının bazıları tarafından
anlaşılması gerektiği kanaatimi de ifade etmek isterim. Kaldı ki sahasında
uzman ve isim yapmış birçok ilim adamının da tercüme hatası yaptıkları sıkça
görülen bir durumdur. es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi,
Hamdi Yazır, H. Basri Çantay, Ö. Rıza Doğrul.. gibi tarihe mal olmuş
şahsiyetler de bundan uzak kalamamıştır.
Arapçadan Türkçeye tercüme yanlışlarının kaynaklandığı noktalar hayli
çoktur. Onların hepsine örnek vermek de kolay bir iş değildir. Bazıları tabii
ve çok basittir. Biz sadece yoğunlukta olduğunu tahmin ettiğimiz hususları
başlıklara ayırmak suretiyle açıklayacağız.
1- Dikkatsizlikten Kaynaklanan Yanlışlar
Tercüme yanlışlarının çoğu, dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır. Bunun için,
tercüme yapan kişiler, tercüme esnasında bütün dikkatlerini tercümesi yapılan
metne vermek zorundadırlar. Aksi halde büyük yanlışların yapılması kaçınılmaz
olur. Nitekim aşağıda belirteceğim yanlışlar, tamamen dikkatsizlikten
kaynaklanan yanlışlardır.
Meselâ Meşhur es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi,
müellif el-Cevherî'nin[5][5] بَاتَ يَهرجها ليلتَه جَمْعَاءَ ifadesini: "Cuma
gecelerinde cimâ’ı çok eder oldu" şeklinde tercüme etmiştir.[6][6] Halbuki bu ifadenin anlamı: "Bütün
gecesini cinsel ilişkiyle geçirdi" olmalıydı.
Bu tür yanlışlardan birini de Elmalılı Hamdi Yazır’ın eserinde görmekteyiz.
Yazır döneminin ünlü tefsir bilgini olmasına rağmen, gaflet eseri olacak ki
Nemr b. Tevleb’in[7][7] : فَيَوْمٌ علينا ويومٌ لنا ويومٌ نُساءُ ويوم نُسَرُّ ifadesini Türkçeye ‘Bir gün
kadınlar günüdür, bir gün kartallar günüdür’[8][8] şeklinde hatalı tercüme etmiştir. Bu hatalı
tercüme, ibarede geçen ‘نساء ‘ ve ‘ نسر ‘ kelimelerinin okunuşundan
kaynaklandığı kanaatindeyiz. Çünkü bu kelimeler, harekesiz olduklarından, ‘kartallar’
ve ‘kadınlar’ anlamı verecek şekilde okunabilirler. Ancak, ifade bir
bütün olarak göz önüne alındığında, bu iki kelimenin anlamları; ‘üzülürüz’
ve ‘seviniriz’ olması gerekir. O zaman ifadenin Türkçesi şöyle olur: ‘Bir
gün aleyhimize, diğer bir gün lehimizedir. Bir gün üzülür, diğer bir gün
seviniriz.’
et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî adlı eserde geçen [9][9]إذ الزنا من مُحْصَن عقوبتُه الموتُ... cümlesinin
Türkçeye tercümesi; ‘…Bekar olarak zina eden kimsenin cezası ölümdür..’[10][10] şeklindedir. Aynı yerde geçen المُنكَر فإنّ قتل الزاني المحصَن يعتبر واجبا لابُدّ من إزالة de
yine hatalı olarak ‘…Bir münkerin izalesi için, bekar olarak zina edenin
öldürülmesi vacib olur..’ denmektedir. Dikkat edilecek olursa, her iki
Arapça metinde geçen مُحْصَن / evli kelimeleri
Türkçeye ‘bekar’ diye tercüme edilerek, farkına varmaksızın amaç kitleye
yanlış bilgi aktarılmıştır. Bu yanlışı doğuran sebep, sadece dikkatsizliktir.
Mütercim, bu kelimenin anlamının ‘bekar’ değil ‘evli’
olduğunu mutlaka bilir. Ancak, basit bir dikkatsizliğin fahiş yanlışlara sebep
olacağı da bilinmeli ve dikkat edilmelidir.
Bu tür hataları, titiz ilim adamı oldukları herkesçe kabul edilen
kimselerde de görüyoruz. Mesela onlardan biri “علمٌ لا يُقالُ به ككَنزٍ لا يُنفَقُ منه ” ifadesini dalgınlık eseri olacak ki
“İlim hakkında: ‘ kendisinden sadaka verilmesi (icab etmeyen) bir hazine
gibidir’ denemez..”[11][11] şeklinde tercüme emiştir. Halbuki doğrusu “İfade
edilmeyen bilgi, kullanılmayan hazine gibidir” ya da “söylenmeyen ilim,
harcanmayan hazine gibidir” olmalıydı.
Dikkatsizlikten meydana gelen hataların bir örneği de Tâhâ Huseyn’in şu
ifadesinin tercümesinde görülür.
واستغلها الإسلام لسبب ديني ، وقبلتها مكة لسبب ديني وسياسي أيضا.[12][12]
“…Bu kıssayı İslâm dini bir sebeple almış ve Mekke’de hem dinî ve hem de
siyâsî nedenlerle kullanmıştır..”[13][13]
Bu Arapça metne bakıldığında, tercümesi zor olmadığı erbabınca bilinir.
Ancak, dikkatsizlik yüzünden olacak ki, yapılan tercüme pek anlaşılır değil. Bu
ifade Türkçe’ye şu şekilde çevrilseydi daha anlaşılır olurdu:
“İslâm bu hikâyeyi dînî bir sebeple kullandı; Mekke ise bunu, hem dînî
hem de siyâsî sebepten dolayı kabul etti.”
Dikkatsizlik hatalarını ne yazık ki bazen Kur’ân meallerinde ve hadis
tercümelerinde de görmekteyiz. Halbuki dikkat edilmesi gereken en önemli
tercümeler, dini metinler olması gerekir. Nisa sûresi 82. âyeti de mütercimleri
tarafından bu tür bir hataya kurban edilmiştir.
أفلا يتدبّرون القرآن ولوكان من غير الله لَوجدوا فيه إختلافا كثيرا.[14][14]
Bu âyetin meâli: “Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’ın dışında
birisi tarafından indirilmiş olsaydı, onda kesinlikle birçok çelişki bulurlardı”
şeklinde olması en uygun olanıydı. Mütercimler bu âyeti “Kur’ân’ı
düşünüyorlar mı?.. O Allah katından olmasaydı onda birçok çelişki bulurlardı”[15][15] şeklinde çevirmiştir.
Yine, Hz. Peygamber’in: مَن استطاع الباءة فليتزوّج ... ومن لم يستطع فعليه بالصوم..[16][16] hadisi “…Eğer içinizde gücü yetmeyen biri
varsa o kişi evlenmek yerine oruç tutsun, gücü yeten ise evlensin..”[17][17]şeklinde tercüme edilmiştir. Bu
hadisin tercümesi şu şekilde yapılmalıydı. “Evlenmeye gücü olan evlensin,
gücü olmayan ise oruç tutsun..”
Tercümelerde en çok göze çarpan hususlardan biri de Arapça kelimeleri
Türkçe gibi düşünmek, sözlüğe bakmadan tercüme yapmaktır. Durum böyle olunca
hata da kaçınılmaz olur. el-Kehf suresi 84. âyette geçen إنَّا مَكَّنَّا له في الأرض “mekkennâ” fiili
Türkçedeki “mekan”la karıştırılmış olacak ki, bazı meal yazarlarımız
bunu “yerleştirmek” olarak anlamışlardır. Halbuki bu kelime, li harf-i
ceriyle kullanılır ve “birisine veya bir şeye güç-kudret vermek, imkan
tanımak..” gibi anlamlar ifade eder. Ayette de “..Biz ona dünyada güç ve
kuvvet verdik…” anlamındadır. Halbuki bazı mealciler şu şekilde farklı ve
hatalı anlamlar vermişlerdir:
“Doğrusu, Biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve ona her tür şeyin sebebini
öğretmiştik.”[18][18]
“Doğrusu biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve O’na her şeyin yolunu
öğretmiştik.”[19][19]
“Behold, we established him securely on earth..”[20][20]
2- Gramer Kurallarını İhlal Etmekten Kaynaklanan Yanlışlar
Tercümede başarılı olmanın temel ilkelerinden biri, tercüme yapılan her iki
dilin gramer kurallarını çok iyi bilmektir. Aksi halde başarı şansı azalır ve
hataya düşme ihtimali artar. Bu kurallara dikkatsizlik sonucu
hataları a) sarf açısından, b) nahiv açısından olmak üzere iki grup
altında incelemeyi uygun bulduk.
a) Sarf Açısından: Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken önemli
hususlardan biri de, sarf bilgilerine yani, kelimelerin türemiş olduğu köklere
dikkat etmektir. Buna dikkat edilmediğinde, kelimeye yanlış anlam verilir,
kelimeye yanlış anlam verilince, yapılan yorum da yanlış olur. صلاة kelimesinde bu durum açıktır.
Bu kelime iki kökten türer. Bunların biri صلي ,
diğeri de صلو dir.
Türemiş kelimelere dikkat edip, ona göre anlam verilmezse, bu konuda bilgi
sahibi okurların tenkidine maruz kalınır. Nitekim Kur’ân-ı Kerimin birçok
ayetinde yer alan صلاة kelimesi صلو kökünden türemiştir. Fakat
Tebbet Sûresinde geçen سَيَصْلَى نارًا ذات لهبٍ âyetindeki يصلى kelimesi صلو kökünden değil, صلي kökünden türeyen bir kelimedir.
Bunlar bilinmezse veya tercümede göz ardı edilirse o zaman ‘صلاة/namaz’ kelimesi için, ‘bir şeyi yakmak için ateşe bırakmak’[21][21] diye anlam verilir ve yanlış bilgi esas alınmak
suretiyle yorum-tefsir yapılır.
Bu hususa örnek olması açısından şu tercüme şekline çok dikkat
edilmelidir.
وخيل إلى بعضهم أن المختصين أنفسهم لم يتناولوا المسألة من جميع أطرافها ..[22][22]
“..Kimilerine göre, uzmanların bizzat kendileri, bu problemi bütün
yönleriyle ele almadıkları kanaatindedirler..”
Bu metinde geçen “المختصين/uzmanlar” kelimesi,
Arapça “خ ص ص” kökünden türemiş bir kelimedir. Bu
kelimeyi benzer bir kök olan “خ ص م”
den türetmeye kalkarsak sağlıklı bir tercüme yapamayız ve yaptığımız tercüme şu
şekilde gülünç olur: “..Kimileri birbirine hasım tarafları uzlaştırabileceği
hayaline kapılmıştır..”[23][23] Dikkat edilirse tercümede fahiş bir hatanın
olduğu açıkça görülür.
Tâhâ Huseyn’in aşağıdaki ifadesinde geçen “أَخْلَقَهمفما “
tabiri de sanırım farkına varılamamış ve hatalı tercüme edilmiştir.
وإذا كانوا أصحاب علم ودين ، وأصحاب ثروة وقوة وبأس ، وأصحاب سياسة متصلة بالسياسة العامة متأثرة بها مؤثرة فيها ، فما أخلقهم أن يكونوا أمة متحضرة راقية لا أمة جاهلة همجية . وكيف يستطيع رجل عاقل أن يصدق أن القرآن قد ظهر في أمة جاهلية همجية! [24][24]
“Onlar, ilim, din, servet, güç ve mevki sahipleri, tesir ve teessüre
açık, genel siyasetle ilişkili olduklarına göre; cahil ve barbar bir toplum
değil de parlak ve uygar bir toplum olmaktan onları alıkoyan nedir? Kur’ân’ın
cahil ve barbar bir toplumda ortaya çıktığını hangi akıl sahibi tasdik
edebilir?” [25][25]
Bu metnin doğru tercümesi şu şekilde olmalıydı:
“Onlar; ilim, din, servet, güç ve mevki sahibi, tesir ve teessüre açık,
genel siyasetle irtibatlı olduklarına göre; kendilerine en uygun olanın, cahil
ve barbar bir toplum değil, gelişmiş ve uygar bir toplum olmalarıydı! Kur’ân’ın
cahil ve barbar bir toplumda ortaya çıktığını hangi akıl sahibi kabul
edebilir?”
Yine bilindiği üzere Arapçada, belki hiçbir dünya dilinde bulunmayan bir
“tâ-i merbûta-yuvarlak tâ” harfi vardır. Bu harf, bitiştiği kelimeye farklı
anlamlar kazandırır. Vasfiyyet, ismiyyet, vahdet, kesret, mubâlağa, te’nîs…
gibi. Tercüme yaparken harfin bu özelliklerine dikkat edilmezse, bazen uygun
olmayan, hatta yanlış anlamlar ortaya çıkar. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’in en-Neml
sûresindeki : قالتِ نملةٌ أيها النمل ادخُلوا مَساكِنَكم âyetinde geçen
“ نملة” kelimesindeki tâ-i
merbûta, vahdet/teklik bildiren bir harftir. Buna tenis/dişilik anlamı vermek
doğru olmaz. Nitekim bazı meal yazarları bu hususa dikkat etmeyerek
âyeti “..Dişi bir karınca dedi ki…”[26][26] şeklinde tercüme etmişlerdir. Halbuki âyetin
anlamı: “Bir karınca dedi ki…” olacaktır.
Bu harf, Kurân-ı Kerim’de muhtelif yerlerde ve farklı anlamlara gelir.
و في الآخرة حسنةً.حسنة في الدنيارَبّنا آتنا âyetindeki
“حسنة” kelimesinde de bu “ ة ” harfi mevcut olmasına rağmen, bazı
meal yazarları bunu göz ardı etmişler ve kelimeyi “حَسَن”
anlamında tercüme ederek şöyle demişlerdir:
“..İy çalabumuz, Vir bize dünyede eylük, dakı âhıratda eylük..”[27][27]
“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver..”[28][28]
“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver..”[29][29]
“..Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver..”[30][30]
Elmalı merhum ise, burada geçen “ ة ”
ya vahdet anlamı verip ve âyetin mealini daraltarak “..Bize dünyada da
bir güzellik ver ahirette de bir güzellik ver..” demiştir.[31][31]
Kelimede geçen bu harf, mutlaka bir anlam ifade etmelidir. Ancak, görebildiğimiz
kadarıyla meallerin birçoğu bu anlamı bulamamıştır. Kelimede geçen bu harf,
kesret ya da mubâlâğa ifade eder. Ancak, mubâlâğa ifade etmesi dine daha
uygundur. Kesret anlamında alırsak; “Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de
iyilikler (çoğul olarak) ver..” demeliyiz. Mubâlâğa olarak
alırsak[32][32] –ki bana göre de doğrusu budur- “..Ey
Rabb’imiz! Bize dünyada da en iyi olanı ver, ahirette de en iyi olanı ver”
demiş oluruz. Böylece; Allah’tan çok şeyler istemek
yerine hakkımızda “en iyi olanı” istemiş oluruz.
Aynı hata el-Ahzâb suresindeki لقد كان لكم في رسول الله أسوةٌ حسنةٌ âyetinde de göze çarpmaktadır.
Bu âyetin meali de: “.. Gerçek şu ki, sizin için en iyi örnek Allah
Resûlüdür” şeklinde yapılsa, daha doğru olur kanaatindeyim.
Dilde şeklen birbirine benzeyen ifadelerin tercümesinde de yanlışlıklar
yapılabilmektedir. Arapçadaki قَطُّ/asla kelimesiyle فَقَطْ/sadece kelimesi de
bunlardandır. Necip Mahfûz’un romanında geçen bir kelime bakınız nasıl tercüme
edilmiştir:
لَو وُجِدت في الماضي حِكمةٌ حقيقيّة لَمَا صارَ ماضيًا قَطُّ.[33][33]
“Eğer geçmişte gerçek bir bilgelik bulunsaydı, sadece mazi olmazdı.”[34][34]
Görüldüğü gibi, metinde geçen قَطُّ/asla kelimesi
“sadece” şeklinde hatalı olarak tercüme edilmiştir. Doğru tercümesi
şöyle olmalıydı:
“Eğer mâzîde/geçmişte gerçek bir bilgelik olsaydı, asla mazi
olmazdı.”
Harflerin birbirine benzemesinden kaynaklanan bir hata da şu ifadelerin
okunmasında ve tercümesinde vardır.
فإنّ للحيوان على سادة الريف حقًّا في الغَذاء والمأوى والصحة لا مَراءَ فيه، وَلَمْ يُقَرَّ بمثله للفلاّحِ![35][35]
Bu ifadede geçen “لم يُقرَّ” ifadesini “لِمَ يُقَرَّ” şeklinde okumak mümkündür. Nitekim
mütercimimiz öyle okumuş ve cümleye şu anlamı vermiştir:
“Hayvanların köyün efendisi olarak yiyecek, barınma, sağlık bakımından
kesin hakları vardır. Niçin aynısı tanınmaz?”[36][36]
Bu tercümeye dikkat edilecek olursa, Türkçe ifade açısından bazı problemler
içerdiği ve anlaşılamaz olduğu, ayrıca müellifin ifadesini de yansıtmadığı
görülür. Hâlbuki dikkat edilerek yapılsa, tercümede bu tür aksaklıklar olmaz ve
müellifin ifadesi açık bir şekilde anlaşılır. Buna göre tercüme şöyle
olabilirdi:
“Hayvanların; köyün ileri gelenlerinde, beslenme, barınma ve tedavi
edilme hakkı vardır ve bu kesindir. Halbuki, aynı hak çiftçilere sağlanmamıştır.”
Arapçada en kapsamlı konulardan biri de çoğullar konusudur. Tercüme
esnasında bu durum göz önüne alınmazsa, bazı tercümelerin istenilen anlamı
ifade etmediği görülür. El-Enbiyâ sûresi 8. âyetinde bu durum açıkça görülür.
وَمَا جَعَلْنَاهُم جَسَدًا لاَ يأْكُلُونَ الطَّعامَ...
Bu âyette geçen ‘جسد’ kelimesi sarf
yönüyle tekil bir kelimedir. Ancak, cins ifade ettiği için tekil
kullanılmıştır.[37][37] Bundan dolayı, tercüme yaparken çoğul şekliyle ‘cesetler/bedenler’
demeliyiz. Nitekim, kelimeden sonraki لاَ يأْكُلُونَ الطَّعام ifadesi
de çoğul olan bir kelimenin sıfatıdır. “Biz onları yemek yemeyen birer ceset
kılmadık..”[38][38] şeklindeki tercüme yerine; “Biz
onları yemek yemeyen cesetler kılmadık” demek, daha uygundur.
Aynı hata Yûsuf Sûresindeki:[39][39] إنّي أراني أَحمل فوق رأسي خُبزا تأكل منه الطّيْرُ... âyetinin
tercümesinde yapılmıştır. Bu hatanın sebebi, âyette geçen ‘الطير ’ kelimesine dikkat etmemekten
kaynaklanmaktadır. Bu kelime, ‘الطائر ’
kelimesinin çoğuludur ve ‘kuşlar’ anlamına gelir. Nitekim, bu kelimenin
gayr-i âkıl çoğul olması nedeniyle de fiili müfred ve müennes kipiyle ‘تأكل ‘ şeklindedir. Yapılan tercümede bu
durum göz ardı edilerek, ‘..Rüyamda ekmek taşıyorum, bir kuş da gelip hep bu
ekmeği gagalıyor..’[40][40] şeklinde tercüme edilmiştir. Halbuki bu âyetin
‘..Başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve bu ekmeği kuşların gagaladığını
görüyorum’ şeklinde tercümesi daha uygundur.
Bu konuda bir başka hata da dikkatsizlikten ileri
gelmektedir. el-Hadîd Sûresi 19 ve 21. ayetlerde geçen ‘er-Rusül-peygamberler’ kelimesi
tekil şekliyle ‘peygamber’ olarak tercüme edilmiştir. [41][41]
Tercüme hatalarının görüldüğü başka bir nokta da isim-mastar ayırımına
dikkat edilmemesidir. Bu durum, Türkçemizde de meşhur olan إنّ الله جميل يحبّ الجمالَ[42][42] hadisinde açıkça görülür. Hadiste geçen “الجمال” kelimesi mastardır ve “güzellik”
anlamına gelir. Hadisin anlamı ise: “Allah güzeldir, güzellikleri sever”
olmalıdır. Halbuki yapılan tercümeler genelde “Allah güzeldir, güzeli sever”
şeklindedir. Tercümede yapılan ikinci bir hata ise, “الجمال”
kelimesindeki “ال” takısını göz ardı
etmektir. O zaman anlam eksik olur ve “güzellikler” anlamına gelen
kelime “güzellik” şekline dönüşür. Dolayısıyla hadisin anlamında daralma
meydana gelir. “Allah güzeldir ve güzeli sever” ile “Allah güzeldir
ve güzellikleri sever” arasındaki anlam farkı açıktır.
Tercümelerde en çok göze çarpan hatalardan biri de, fiillerin kiplerine
dikkat edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum Kur'ân meallerinde daha
barizdir. Mesela el-Kâfirûn sûresinde geçen لاَ أعبُدُ ما تَعْبُدُونَ âyetindeki fiil geniş zamanlı bir
fiildir. Ancak birçok tercümede buna dikkat edilmemek suretiyle -di'li geçmiş
zaman anlamı verilmiştir ve şöyle denmiştir:
"Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem."[43][43] Halbuki âyetin doğru tercümesi "Ben
sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibadet etmem" şeklinde olsaydı
fiilin zamanına dikkat edilmiş olacaktı. Nitekim aynı surenin
diğer âyetlerinde de bu tür hatalar yapılmıştır.
b) Nahiv Açısından: Meselâ:
واللهُ أنبتَكم من الأرض نباتًا..[ نوح 17]
Ayetinde geçen نباتًا kelimesinin
gramer yönünden cümledeki yerini bilmemek, hoş olmayan bir anlam vermemize yol
açar. Nitekim bazı meal yazarları, “Allah sizi yerden bir bitki olarak
bitirdi..”[44][44] şeklinde hatalı meal vermişlerdir.
Bu âyette geçen نَبَاتًا kelimesi cümlede
mefûl-ü mutlak konumundadır ve fiili tekit çindir. Anlamı: “Allah sizi
mutlak olarak/kesinlikle yerden yarattı.” Olmalıydı.
Bunun bir benzeri tercüme hatası da Âl-i İmrân sûresi 37. âyette
yapılmaktadır. Âyet, وَ أَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا... şeklindedir ve
buradaki ‘نَبَاتًا’ kelimesi cümlenin
mefûlü mutlakıdır. Bu nahiv kuralı göz ardı edildiği zaman âyetin anlamı da
değişecektir. Bu kelimeyi mefûlü mutlakın dışında hatalı olarak iki şekilde
değerlendirebiliriz. Mefûlün bih veya hâl. Birici duruma göre âyetin anlamı: ‘‘Onu
güzel bir bitkiye çevirdi/bitki yaptı’’ şeklinde olur. İkinci hatalı
tercüme ihtimalinde ise: ‘‘Onu güzel bir bitki olarak bitirdi/yetiştirdi’’ olur
ki bunların hiçbiri doğru değildir. Doğru olması için şöyle olmalıdır: ‘‘Onu
güzelce büyüttü/yetiştirdi.’’
Yine
نَحن نَقُصُّ عليك أحسنَ القَصَصِ.. [يوسف 3]
âyetinde geçen أحسنَ القَصَص]ِ [ifadesinin
mef'ûl-ü mutlak değil de mef'ûlü bih anlamı verirsek, yaptığımız tercüme “..Sana
kıssaların en güzelini anlatıyoruz..” şeklinde ve hatalı olur. Halbuki bu
âyetin anlamı “ ..Sana en güzel şekilde anlatıyoruz..” şeklinde
olmalıdır.
Merhum Ahmed Davudoğlu’nun Kur’ân Mealinde yaptığı yanlışlık da hayli
ilginçtir. O, Bakara suresi 132. âyette geçen: وَوَصَّى بِها إبراهيم بَنِيه وَيعقوبُ... ifadesini “..İbrahim bunu
oğullarına ve Yakub’a vasiyet etti..”[45][45] şeklinde tercüme etmiştir. Bunun sebebi, dikkatsizlik nedeniyle meful
olan “Yakup” kelimesini fail gibi görmesidir. Bu âyetin doğru meali “İbrahim,
bunu oğullarına vasiyet etti, Yakup da..” olmalıydı.
Tercümelerde göze çarpan bir başka yanlışlık da atıf harflerine dikkat
edilmemesinden ileri gelmektedir. Şu şiirde yapılan tercüme hatası
da bunlardan biridir:
لَمّا أتى خبرُ الزُّبيْر تَواضعتْ سُورُ المدينة والجبالُ الخُشَّع.[46][46]
Yapılan tercümesi: "Zübeyr'in haberi geldiğinde Medine'nin surları
yerle bir oldu, dağlar da (musibetin büyüklüğünden ve Zübeyr'in yokluğundan
dolayı) boynunu büktü."[47][47]
Bu tercümede, والجبالُ الخُشَّع ifadesindeki و atıf harfidir. Buna dikkat edildiği zaman doğru
tercümesi şöyle olmalıdır:
"Zübeyr'in haberi geldiğinde, Medine'nin surları ve boynunu bükmüş
dağlar yerle bir oldu."
Arapçada zamirlerin merci’lerini tespit çok önemlidir. Bunda hata
yapılınca, tercümelerde de büyük hatalar olabilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber
(sav)’in:
خلق الله عزّو جلّ آدم على صورته[48][48] hadisinde böyle bir hataya düşüldüğü
açıkça görülmektedir. Bu hadiste geçen “ صورة ”
kelimesine bitişen “ـه “
zamirinin mercii, ya daha önce geçen Allah ya da Âdem’dir. Arapça
gramer kuralına göre, zamir için asıl olan kendisinden önceki ilk kelimeye râci
olmasıdır.[49][49] Burada zamirden önceki ilk kelime Âdem’dir.
Öyleyse zamirin mercii de Âdem’dir. Bu şekilde anlam vermediğimizde hadisin
anlamı şudur: “Allah, Âdem’i kendi şeklinde/biçiminde yaratmıştır.”
Nitekim hadis mütercimleri de buna benzeyen anlamlar vermişlerdir.[50][50] Hadise yanlış anlam verilince, birtakım teviller
yapmak gerekecek. İşte o zaman, herkes bir şeyler söyleyecek ve durum içinden
çıkılmaz olacaktır. Halbuki zamirin mercii doğru tespit edilmiş olsaydı
tercüme: “Allah, Âdem’i mevcut şeklinde yaratmıştır.” Olurdu. Yani Allah
Âdem’i, kendi biçiminde değil, Âdem’in var olduğu özgün biçimde yaratmıştır.
Bu hadisin İngilizce tercümesinde de aynı hataya düşülerek “..Allah
created Adam in His Picture..”[51][51] şeklinde tercüme edilmiş, hemen
arkasından da Türkçede olduğu gibi te’vîl edilmeye çalışılmıştır. İngilizce
metinde geçen “His” zamirinin büyük harfle yazılması, merciin Allah’a
verilmesidir. Halbuki merci Allah değil Âdem olmalıydı.
Arapçada, kelimelerin olduğu kadar harflerin de önemi çok büyüktür. Çünkü
harflerin bazıları da kendi başlarına anlamlar taşır. Bunlardan biri de و-vâv harfidir. Bu harfin cümlede ibtidâ,
atıf, hâl.. gibi anlamlar ifade ettiği bilinmektedir. Tercümede bunlara dikkat
edilmeyince önemli hatalar oluşur. Bu hataların olduğu tercümelerden biri de
Âl-i İmrân suresi 139. ve Muhammed suresi 35. ayetinde geçen şu ayettir.
ولا تَهنوا ولا تحزنوا وأنتم الأعلوْنَ إن كنتم مؤمنين. (آل عمران 129)
Bu âyete şu şekilde mealler verilmiştir:
“Dakı za’ıf olman; dakı kayurman. Dakı siz yüksegireklersiz, eger
olursanuz müminler.”[52][52]
“Sizler gerçek müminler iseniz, daha yükselecekken gevşemeyin ve üzülmeyin.”[53][53]
“Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız en üstün sizsiniz.”[54][54]
“…Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer mümin iseniz çok üstünsünüzdür.”[55][55]
“Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka
üstün gelirsiniz.”[56][56]
“Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmışsanız en üstün siz olacaksınız.”[57][57]
“Öyleyse cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız
mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.”[58][58]
“Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten)
inanıyorsanız, mutlaka en üstün olursunuz.”[59][59]
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız, siz daha üstünsünüz.”[60][60]
Verilen meallerde görüldüğü gibi, hepsi birbirine benzemekte ve birbirinin
kopyası gibi görülmektedir. İlk bakışta göze çarpan bir hata yok gibidir.
Ancak, وَأَنتُم deki vâv
harfi göz ardı edilmiş, bundan ötürü meal de eksik olmuştur.
Kur’ân irabıyla ilgilenen eserlere baktığımızda, buradaki vavın hal vavı
olduğunu görürüz. Öyleyse anlamı da ona göre vermeliyiz. Ayetin iniş sebebini
ve bağlamını da düşündüğümüz zaman anlam: “Eğer gerçekten inanmış
kimseler iseniz, en üstün sizler olmuşken gevşeyip üzülmeyin!” şeklinde
olur. Bu tercümeyi meale çevirecek olursak şöyle deriz:
“Siz gerçekten inanmış kimselersiniz. O halde en üstün kimseler de
sizlersiniz. Öyleyse sakın gevşeyip üzülmeyiniz!” Bu ayet Uhud savaşı sonrasında inmiş
olduğundan, bir nevi yenilgiye uğramış olan Müslümanları teselli mahiyeti
taşır.
Bazı mütercimler -her ne hikmetse- hiçbir sebep yokken, isim cümlelerini
fiil cümlesi olarak Türkçeye çevirmektedirler. Bu durum Kur'ân tercümelerinde
bile göze çarpmaktadır. Serbest tercüme yapmak adına bu yola başvurmak kutsal
metinler için düşünülmemelidir. Kutsal metinler için asıl olan onların
orijinalliğini olabildiğince muhafaza etmektir. el-Ahzâb sûresinin 23. âyeti
bir isim cümlesidir. Ancak bazı mütercimler (meal yazanlar) bunu fiil cümlesi
olarak tercüme etmişlerdir.
مِنَ المؤمنين رِجالٌ صدقوا ما عاهدُوا اللهَ عليه..
"Müminlerden, Allah'a verdikleri sözde sâdık kalan erkekler-yiğit
kişiler- vardır..."
Bazıları bu âyeti: "Müminlerden öyle erkekler vardır ki, Allah'a
verdikleri söze sadık kaldılar.."[61][61] "Müminlerden öyle yiğitler vardır ki
Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlarını ispat ettiler.."[62][62] Şeklinde tercüme ederek, asıldan uzaklaşmış
görünmektedirler.
Kur’ân âyetleri, tercüme edilirken daha çok dikkat edilmeli, kılı kırka
yararcasına titiz davranılmalıdır. Çünkü Kur’ân, bir dinin kitabıdır, tarih
boyunca da hep öyle yapılmıştır. Mesela şu âyetlere verilen meallere bir
bakalım:
قالت الأعراب آمنّا قل لم تؤمنوا ولكن قولوا أسلمنا...[63][63]
“Göçebe Araplar ‘inandık’ dediler. Sen de onlara: ‘Siz inanmadınız,
öyleyse sadece ‘teslim olduk’ deyin de…”
Bu âyetin meali bu ve benzer şekilde tercüme edilebilir. Ancak, bunu: “ ‘İnandık’
diyen bedevilere de ki: Siz iman etmediniz; ama ‘boyun eğdik’ deyin..”
şeklinde tercüme etmek, hem Türkçe açısından hem de âyetteki kelime dizimi
açısından uygun değildir.
Şu âyette de aynı durum söz konusudur:
ربّ السموات والأرض وما بينهما فاعبدْه واصطبِر لِعبادته هل تعلم له سَمِيًّا.[64][64]
“Allah; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse
O’na ibadet et ve O’na ibadette sabırlı ol! Sen O’nun herhangi bir adaşı
olduğunu biliyor musun?”
Şimdi bu mealde olan bir Allah kelâmını:“Bir adaşı ve benzeri olmayan,
göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin rabbine kulluk et ve O’na kulluk
etmek için sabırlı ve metanetli ol!”[65][65] şeklinde tercüme etmek hiç sağlıklı değildir.
Bilindiği üzere Arapçada bazı harflerin önemi de büyüktür. Bunlardan biri
de “مَا” dır. Bu harfin kullanım yerleri çok
farklı ve ilginçtir. Bu farklar göz ardı edilince, zaman zaman yanlış
tercümeler ortaya çıkar. Şu cümlede geçen “مَا”
da onlardan biridir:
ولقد اقتنعت بنتائج هذا البحث اقتناعا ما أعرف أني شعرت بمثله في تلك المواقف المختلفة التي وقفتها من تاريخ الأدب العربي.[66][66]
“Bu araştırmaların sonuçlarından tamamen emin olmuş bulunuyorum. Öyle
ki, Arap edebiyatı tarihi ile ilgili yaptığım çeşitli tespitlerde de aynı şeyi
hissettiğimi biliyorum..”[67][67]
Arapça metinde geçen “مَا” nın birçok anlamı
vardır. Ancak buradaki anlamı nefy/olumsuzluktur. Buna göre anlam şöyle
olmalıydı:
“Bu araştırmanın sonuçlarından, Arap edebiyatı tarihi ile
ilgili yaptığım çeşitli tespitlerde hissetmediğim derecede güven
hissetmekteyim..”
Arapça tercümelerde hataya sebep olan harflerden biri de “إلا” dır. Bu kelimenin birçok anlamı olmasına rağmen, en genel
anlamda istisnâ edatıdır. Aşağıdaki örnekte, bu anlamda kullanılması
gerekirken, başka bir anlamda kullanılmış ve mütercim tarafından müellifin
düşüncesinin zıddına bir bilgi ortaya çıkmıştır.
لاَ يَصلُح الأمرُ إلاّ بالعربيّة ولن تكفي وحدَها الفارسيَّةُ..[68][68]
“..Bu özellik sadece Arap Edebiyatı ile sağlanamazdı. Farsça da tek
başına buna güç yetiremezdi..”[69][69]
Doğru tercüme şöyle olmalıydı: “.. Bu, Arapçanın dışında bir dille
gerçekleşemez. Farsça da tek başına yeterli olmaz..”
Harflerle ilgili hatalardan biri de cer harflerinin anlamlarını göz ardı
etmektir. Hadiste geçen “أقمِ الصلاة لِذِكْري “
ifadesindeki “لِ-li” harfine dikkat
etmezsek, bu hadisi anlaşılmaz bir şekilde tercüme yaparız. Bu harfin birçok
anlamı arasında en çok kullanılanı illet-sebeptir. Zaman belirttiğine pek
rastlanmaz. Hadisin anlamı: “Beni hatırlamak için namaz kıl..” veya “beni
hatırlaman bir vesile olması için namaz kıl” iken dikkat edilmeyince,
“.. Namazı, beni hatırladığın zaman kıl..”[70][70] şekline dönüşür ki bu doğru değildir.
Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken bir husus da marife
ve nekra kelimelerle ilgilidir. Bazen öyle oluyor ki marife bir kelime nekra
gibi tercüme edilince Türkçe akıcılık yok oluyor ve kulağa hoş gelmiyor.
Aşağıdaki şu ifadenin tercümesine bakalım:
فتنَهّد إرتياحًا، ثم تساءل تُرى لأي أسرة تنتمي الفتاة؟[71][71]
“Rahatça bir nefes aldı. Sonra, kız hangi aileye mensup diye sordu.”[72][72] Bu tercümeyi daha güzel yapmak için, ana metinde
geçen “الفتاة-kız” kelimesinin
muhatap tarafından bilindiğini ve onun için de marife olduğuna dikkat
edilmelidir. O zaman tercümeyi şöyle yapmamız gerekir:
“Rahatça bir nefes aldı, sonra da ‘acaba bu kız hangi aileye mensup’
diye sordu.”
Tercümeye “bu” eklenmesinin sebebi, “kız”
kelimesinin marife olmasından ötürüdür.
3- Kalıp İfadelerin Tercümesinde yapılan Yanlışlıklar
Arapçada bazı kalıp ifadeler vardır. Bu kalıp ifadelerin anlamı
bilinmeyince ya da göz ardı edilince, yapılan tercümeler sağlıklı olmaz. أَ تُرَى، هل تُرَى، يَاتُرى، يا هل تُرَى gibi
ifadeler de böyledir ve bu ifadelerin anlamı “acaba”dır. İçerisinde “رَأى/görme” kökünden gelen bir fiil ihtiva
etmiş olması önemli değildir. Nitekim bazı meslektaşlarımız bu ifadenin
tercümesinde isabet edememişlerdir.
يا هل تُرى هذا يسوء أحمدَا أو هل تُراه ليس يُرضي الصَّمَدَا.[73][73]
“Görüyor musun (hayret)! Bu mu Ahmed’i kötülüyor? Ya da görüyor musun
(hayret)! es-Samed olan Allah’ı razı etmeyen bu mu?”[74][74]
Beytin doğru tercümesi şöyle olsaydı daha güzel olurdu: “Acaba bu,
Ahmed’i mi kötülüyor, yoksa Samed’i mi razı etmiyor?”
Bazı tercümeler de vardır ki, ya hiç dikkat edilmeden
yapılmış ya da tercüme yapılan dilin terimleri bilinmemektedir. Necip
Mahfûz’dan yapılan şu tercümeye dikkat ediniz:
عندما أعود إلى حالتي الطبيعيّة سأحاول أن أفهم الحياة فهما جديدا يقرنها بالسعادة الحقيقيّة..
ـ لنسأل الله أن يحفظنا من كل سوءٍ...
ـ الله يحبّ أن نسأله الخير للناس جميعا..[75][75]
“..Normal halime dönünce, gerçek mutluluğa götürecek bir yaşam felsefesi
bulacağım kendime.”
“Allah yardımcınız olsun.”
“Allah hepinizin iyiliğiyle ilgilensin.”[76][76]
Dikkatle bakıldığında, tercümedeki eksiklikler bir yana, İslâmî düşünce
sisteminde “Allah hepinizin iyiliğiyle ilgilensin” şeklinde bir dua
cümlesini bulmak kolay olmayacaktır. Aynı mütercimin: كلما رأيت أنثى خُيّل إليّ أنني أرى الحياة على قدمين...[77][77] ifadesini de: “..Seks konusunda iki ayağımın
üstüne basarım ben..”[78][78] biçiminde tercüme etmesi anlaşılır gibi değil.
Oysa ki bu cümlenin, “…Ne zaman bir kadın görsem, bu hayat bana kadınlardan
ibaret gelir… şeklinde tercüme edilmesi gerekir.
Yine es-Sihâh mütercimi Vânî Mehmed Efendi; رَكِبَ رَأْسَهُ ifadesini
"başına bindi"[79][79] şeklinde tercüme etmiştir. Bunun doğru anlamı
ise "kendi başına iş yapmak, düşünüp taşınmadan hareket etmek"
olacaktı. Merhum mütercim, el-Cevherî (v.400 h.) tarafından kaleme alınan es-Sihâh adlı
bayağı hacimli ve oldukça zor olan o eseri iyi bir tercümeyle Türkçeye
aktarmış, ancak dikkatsizlik eseri bazı yanlışlıklar da yapmıştır.
Bazı
Arapça ifadeler vardır ki, o ifadeleri olduğu gibi Türkçe’ye çevirmek zor bir
iş değildir. Ancak, kolaylıkla Türkçeye çevrilen bu ifadelerin neyi anlattığını
anlamak hayli güç olur. Mesela, Arapça belağat kitaplarında geçen şu cümlenin
tercümesi üzerinde düşünelim.
لاَ شَكَّ أنَّ قَصْدَ المُخبِر بِخَبَرِه إفادةُ المُخاطب : إمّا الحكمَ أو كَونَه عالِمًا بِه. ويُسمّى الأوّلُ فائدةَ الخبرِ والثاني لازِمَها.. [80][80]
Bu ifadeler Türkçeye: “Şüphe yok ki haber verenin verdiği haberden maksadı,
muhataba ya bir hükmü bildirmesi ya da kendisinin o hususta bilgi sahibi
olduğunu ifade etmesidir. Birincisi فائدةُ الخبرِ haberin faydası, ikincisi ise لازِمُ فائدةِ الخبَرِ haberin faydasının gereği diye
adlandırılır.”[81][81]
Aynı Arapça ifadenin serbest bir tercümesi ise şöyledir:
“Haber cümlesindeki hükme “faide-i haber” (haberin faydası) adı
verilir... Mütekellimin bunu bilmesine de; “lazım-ı faide-i haber”
(haberin faydasının lazımı) adı verilir.”[82][82]
Yukarıdaki Arapça metinde geçen فائدةُ الخبر ifadesi, “muhataba bir hükmü
bildirme” olarak tercüme edilmiştir ki bu tercüme doğrudur.
Ancak daha sonra bu ifadeyi, “haberin faydası” şeklinde tercüme etmek
anlaşılır şey değil. Bu فائدةُ الخبر ifadesinin Türkçedeki tam
karşılığı “muhatabı bilgilendirme”dir. لازِمُ فائدةِ الخبَرِ ifadesinin Türkçedeki karşılığı ise,
“konuşmacının, muhataplarının bildiğini de bilmiş olması”dır. Bunu, “haberin
faydasının gereği” şeklinde tercüme etmek, zor anlaşılan bir ifadeyi daha
da zorlaştırmaktır.
Bu hususlar göz önünde bulundurulmak suretiyle Arapça ifadeyi şu şekilde
tercüme etmek mümkündür:
“Şüphesiz, bilgi veren/konuşma yapan/bilgilendiren kişinin amacı; ya
muhatabı bilgilendirmek ya da muhatabın bildiği şeyi, kendisinin de bildiğini
muhataba bildirmektir. Bunlardan birincisine فائدة الخبَر muhatabı bilgilendirme,
ikincisine ise لازِمُ فائدةِ الخبَرِ muhatabın
bildiği şeyi, kendisinin de bildiğini muhataba bildirme denir.”
Görüldüğü gibi, Arapça metinde geçen “haber, faide ve lazım”
kelimelerinin hiçbiri, Türkçedeki “haber, fayda ve lazım/gerek”
anlamlarında kullanılmamış, bulundukları cümle içerisinde yeni anlamlar
kazanmışlardır. Öyleyse, Türk muhataplarımızı bilgilendirmek için yapacağımız
tercümede, yeni anlamları kullanmak zorundayız.
Kalıp ifadeler zaman zaman dinî metinlerde de geçer. Onun için, âyetleri ve
hadisleri tercüme ederken daha çok dikkat etmeliyiz. Mesela Arapçada çok
kullanılan “شَدّ رِحالَهُ ” ifadesi; “yolculuğa hazırlanmak
ve yolculuk yapmak”[83][83] anlamına gelir. Hz. Peygamber’in hadisinde geçen:
لا تُشَدُّ الرّحالُ إلا إلى ثلاثة مساجدَ ifadesi; “Sadece üç
mescit için yolculuğa çıkılır” anlamına gelir. Yani, ibadet yapmak amacıyla
ancak şu üç mescide yolculuk yapılır.. Bu hadisi, metinde geçen kelimelerin
sözlük anlamlarıyla tercüme yaparsak “Deve palanları sadece üç mescide
gitmek için bağlanır”[84][84] deriz ki bu da anlaşılır olmaz.
4- Atasözleri ve Deyimlerin Tercümesinde Yapılan Yanlışlıklar
Arapçadan tercüme yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan
biri de, atasözlerinin ve deyimlerin tercümesidir. Acaba bunlar, Türkçe’ye
tercüme edilirken, metne sadık kalmak suretiyle mi yoksa kavram olarak mı
tercüme edilmelidir. Bu konuyu açıklığı kavuşturmak için şu soruları da
sormamız gerekir:
a) Atasözleri ve deyimleri bir dilden diğer dile aktarırken, onların ifade
ettikleri mi yoksa salt tercümesi mi aktarılacak?
b) Eğer salt tercüme aktarılacaksa, ve aktarılan dilde o tercümenin bir
anlamı olmayacaksa aktarmanın amacı ne olacak? Bu aktarım neye yarayacak?
c) Aktarılan dilde, o kavramın karşılığı yoksa aktarım nasıl yapılacak?
Bu sorulara açıklık kazandırmak üzere seçtiğimiz şu atasözleri ve deyimleri
Türkçeye aktarmaya çalışalım.
أنْ يأكل البَقْلَ ولا يسألَ المَقْبَلَةَ.
Bu ifade dört kelimeden oluşan bir atasözüdür. İçerisinde "yemek,
bakla, sormak ve baklacı " kelimeleri ve bağlaçlar vardır.
Bunları Türkçeye şu iki şekilden biriyle aktarabiliriz: "Baklayı yemek,
baklacıyı sormamak" ya da "baklayı yemesi, baklacıyı
sormamas”ı. " Türkçe atasözleri ve deyimler içerisinde bu tür bir ifadeye
-araştırabildiğimiz kadarıyla- rastlayamadık. Öyleyse bu Arapça ifadeyi sadece
tercüme edip geçelim mi yoksa Türkçedeki karşılığını mı verelim? Tercüme edip
geçtiğimizde, bu tercümeden bir şey anlamak çok güçtür ve bilgilendirmek
istediğimiz kitleye de bilgi vermiş sayılmayız. Öyleyse biz mütercim olarak bu
ifadenin Türkçedeki karşılığını okuyucuya aktarmalıyız. O da : "Üzümü
ye, bağını sorma" ifadesidir.
Bu durum, ذَهَبَ الأطيبانِ و بقي الأخبثانِ meselinde
de görülür. Burada geçen ‘الأطيبانِ’
kelimesi iki gözü, ‘الأخبثانِ’ kelimesi ise
yellenme ve öksürme anlamına gelir. Bu meseli ‘gözler gitti, yellenme ve
öksürme kaldı’ şeklinde tercüme etmek hoş olmaz. Çünkü Türkçede böyle bir
atasözü yok. Ancak bu meseli Türkçeye ‘ahı gitmiş vahı kalmış’ şeklinde çevirebiliriz.
İşte o zaman yapılan tercüme amacına ulaşır.
Türkçe’deki deyimleri yeterince bilmemek, bu deyimlere
dikkat etmemek ya da umursamamak sebebiyle de bazı hataların yapıldığı
görülmektedir. Nitekim el-Me'âric sûresi 44. âyette geçen خاشِعَةً أبصارُهُمْ âyetine
de "gözleri dönmüş" anlamı verilmiştir.[85][85]
Halbuki Kur'ân'da geçen خاشِعَةً أبصارُهُمْ ifadesi, Türkçedeki "gözleri
dönmek" deyimine tekabül etmez. "Gözü dönmüş"
deyiminin Türkçedeki anlamları şöyledir:
Gözü dönmüş: Öfkeli, sinirli,[86][86] aşırı bir istek ya da çok öfkelenme dolayısıyla
saldıracak durumda olmak,[87][87] öfkesinden ne yaptığını bilmemek,[88][88] aşırı bir isteğin, öfkenin tesiriyle ne
yaptığını bilmez, zapt edilmez hale gelmek.[89][89]
Kur'an'da geçen خاشِعَةً أبصارُهُمْ ifadesinin siyak ve sibakından
anlaşıldığına göre bu ifade, Türkçedeki "gözleri dönmüş"
anlamına gelmemektedir. Kur'an'daki bu ifadenin anlamı "uğradıkları
zilletten ötürü gözleri düşmüş, başları aşağı eğilmiş" şeklinde olması
daha uygun olur. Çünkü:
Ayette geçen أبصار / gözler"
kelimesi kinâî bir lafız olup, zikr-i cüz irade-i kül kaidesi uygulanır. Burada
başın bir cüz'ü olan göz zikredilmek suretiyle, baş kastedilmiştir. Öyleyse,
anlam da ona göre verilmelidir.
5- Kelimelere Hatalı Anlam Vermekten Kaynaklanan Yanlışlar
Bazı kelimeler vardır ki, cümlede bulunmuş oldukları yere göre farklı
anlamlar ifade ederler. Onlardan birisi de "evet" anlamına gelen
"نَعَم " kelimesidir. Ancak bu kelime,
bulunduğu her yerde "evet" diye tercüme edilirse, Türkçe ifade
bozukluğu ortaya çıkar.
Çocukla babası arasında şu kısa Arapça diyalog geçer:
بَابَا.
نَعَم!
Bu kısa diyalog Türkçeye:
-Baba...
-Evet.. şeklinde tercüme edilmiştir. Halbuki ifadede geçen "نعم " kelimesinin buradaki anlamı
"efendim" olmalıydı. Çünkü Türkçede, kendisine
çağırılan kişi "efendim" diyerek karşılık verir.
Türkçe ve Arapça, yıllarca iç içe yaşayan iki dildir. Bu sebepledir ki,
birbirlerinden oldukça fazla kelime alışverişinde bulunmuşlardır. Türkçemizin
Arapçadan aldığı kelimelerden biri de " عِرْضٌ " kelimesidir. Bu kelimenin
birçok anlamı olmakla birlikte, Türkçede sadece "ırz" anlamı
bilinmektedir. Arapçadan yapılan tercümelerdeki her العرض kelimesini Türkçedeki "ırz" yerine
tercüme yaparsak hatalı tercüme yapmış oluruz. Nitekim bu kelime, Hz.
Peygamber'in şairi Hassân b. Sâbit'in iki ayrı şiirinde geçer ve her geçtiği
yerde ayrı anlam ifade eder. Şiirler ve anlamları şöyledir:
فإن أبي ووالدَه وعِرْضِي لِعِرضِ محمدٍ منكم وِقَاءُ . [90][90]
Bu şiir şu şekilde tercüme edilmiş:
"Çünkü babam, onun babası ve benim şerefim
Size karşı Muhammed'in şerefine siperdir."[91][91]
Bu şiirin başka bir tercümesi ise şöyledir:
"Benim babam ve onun babası, sizden korunmuş saklanmıştır."[92][92]
Şiirde geçen ‘‘ırz’’ kelimesi, ‘‘beden,can,ceset, asalet…’’
gibi anlamlara gelmektedir. Halbuki yapılan her iki tercümede de ‘‘şeref’’
anlamı verilmiştir. Böyle bir anlam verme, vakıaya aykırıdır. Çünkü,
bir insanın şerefi, diğer insanın şerefine siper olması tabiri Türçede
kullanılan bir ifade değildir. Bunun içindir ki, şiir şöyle tercüme edilseydi
daha şık olacaktı:
‘‘Babam, dedem ve benim canım/bedenim, size karşı Muhammed'in bedenine
siperdir.’’
Ancak, şiirin bu şekilde tercüme edilmesinde de bazı ön bilgilere ihtiyaç
vardır. Eğer şairin babası ve dedesi, şiirin söylendiği anda var ise, bu
tercüme doğrudur. Ölmüşlerse doğru olamaz. Yaşamayan kimselerin can/bedenleri,
yaşayan peygambere nasıl siper olur! Başka bir bakış açısı da şiirdeki
kelimelerin diziliş biçimidir. “Babam, dedem” denince aşağıdan yukarıya
doğru bir sıralama var. Bunun peşinden “atalarım” gelmesi gerekir.
Öyleyse şiiri şu şekilde tercüme etmek daha mantıklı olmaz mı?
“Babam, dedem ve atalarım, Muhammed’in asaletini sizden koruyacaktır.”
Bu durumda, “ırz” kelimesi “ata” anlamında kullanılacaktır.
Aynı şairin şu şiirinde ise عِرْضٌ "
kelimesi Türkçedeki "ırz" anlamına gelmektedir.
أصون عِرضِي بِمالي لا أُدنّسُهْ لاَ بارك اللهُ بعد العِرض بالمال.[93][93]
‘‘Paramla ırzımı korurum, onu (ırzımı/şerefimi, manevi kişiliğimi)
kirletmem, çünkü Allah, ırz/şeref olmadıktan sonra paraya bereket vermez.’’[94][94]
Arapça asıllı olup Türkçede pek sık kullanılan kelimeler çok olmakla
birlikte, araştırmamızı şişirmemek için sadece iki tanesine daha örnek vermekle
yetineceğiz. Bunlardan biri Arapçadaki “الأدب”
ve “أَدَّبَ “ kelimeleridir. Bu kelimelerin
Arapçadaki anlamı bugünün Türkçesinde kullanılan anlamı ifade etmemektedir.[95][95] Bu kelimeler Türkçede genelde “ahlâk” ve
“terbiye edip edeplendirmek” anlamlarında kullanılır. Bu konuda İbn
Seb’în (v.562/1126) tarafından rivayet edilen ve Türkçe nasihat ve öğüt
kitaplarında yer alan meşhur:
[96][96] أدبي أدّبني وأحسن إنّ اللهَ ifadesi Türkçeye; “Beni
Rabbim terbiye etti ve terbiyemi/edebimi güzel yaptı” şeklinde çevrilir.
Arapça ilk lügatlere baktığımızda, yukarıda geçen ifadelerin; “ahlâk”
ve “edeplendirme” anlamına geldiğini göremiyoruz. Ayrıca, Kenzu’l-‘Ummâl isimli
hadis kitabı bu ifade hakkında şu açıklamayı yapar:
“Hz. Ebû Bekir: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Araplar arasında gezip dolaştım, Fakat
senden daha güzel konuşan/fasîh birisini duymadım. Seni kim edip yaptı?-مَنْ أدَّبّكَ؟’
diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber de :
بني ربي ونشأْتُ في بني سعدأدّ –‘Beni
Rabbim edip yaptı ve ben Benî Sa’d kabilesinde yetiştim’ hadisini irad
buyurdu.”[97][97]
Aynı ifadeleri değerlendiren İbnü’l-Esîr ise şu bilgileri verir: Bir gün
Hz. Peygambere; ‘Ey Allah’n Elçisi! Görüyoruz ki, sana gelen her yabancı kabile
temsilcisiyle fasih olarak konuşabiliyorsun. Bunu nasıl yapabiliyorsun? Diye
sordular. O da “أدبي فأحسن أدّبني ربي ” şeklinde cevap verdi.[98][98]
Bütün bu değerlendirmeleri göz önüne aldığımızda, -şayet rivayetler sahih
ise- Hz. Peygamberin cevap niteliğindeki sözlerini “Bani Rabbim ‘edip’
yaptı. Onun içindir ki edebiyatımı güzel yaptı” şeklinde anlamamız daha doğru
olacaktır.
Hz. Peygamberin birçok hadisinde geçen أدّبَ kelimesi,
“disipline sokmak, uslandırmak, cezalandırmak…” gibi anlamlara da
gelmektedir. Nitekim, Hz. Peygambere “لَو أنّ رجلا أدَّبَ بعضَ رعيّته أَ تُقَصُّهُ ؟ -Bir
adam, yönetimi altında bulananları disipline soksa/uslandırsa/cezalandırsa ona
da kısas yapar mısınız?”[99][99] şeklinde sorular sorulmuştur.
Türkçeye hatalı olarak tercüme edilen diğer bir kelime de “النصيحة “ kelimesidir. Bu kelime, asıl
itibariyle “samimiyet ve içtenlik” anlamına gelir. Hz. Peygamberin
hadisinde geçen الدين النصيحة ifadesi hemen bütün tercümelerde “din nasihattir” şeklindedir.
Halbuki bu ifadenin doğru anlamı “din samimiyettir/samimi olarak inanmaktır”
şeklinde olmalıdır.[100][100]
Tercüme hataları telaffuzu birbirine yakın olan kelimelerde de
görülmektedir. “النهار “ kelimesini “الأنهار “ kelimesine benzemesi nedeniyle
bakınız nasıl bir hata oluşmuş: “ إنقطاع المياه عن الأدوار العليا في النهار[101][101]-Gündüzleyin, yüksek katlarda suların kesilmesi”
ifadesi mütercim tarafından :”Nehirlerdeki su seviyesinin düşmesi”[102][102] şeklinde tercüme edilmiştir.
6- Ezdâdların Tercümesinde Yapılan Yanlışlar
Arapçadan yapılan tercümelerde görülen hatalardan biri de ezdâdla
ilgilidir. Bu durum özellikle âyet meallerinde görülür. Mütercimlerin,
Arapçadaki ezdâd konusunu hiç dikkat etmedikleri kanaatindeyim. Hatta bazı
meşhur meal yazarları için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Aşağıda arz
edeceğim örneklere bakılınca, durum daha da netleşecektir.
إنّي لأظُنُّك يا مُوسى مَسحُورًأ.[103][103]
Bu âyete Türkçe ve İngilizce meallerde verilen anlamların bazıları
şöyledir:
“..Mûsâ! Seni (aklını bozmuş), büyüye tutulmuş bir adam sanıyorum!.”[104][104]
“..Ey Mûsâ! Ben seni kesinlikle büyülenmiş sanıyorum!”[105][105]
“..Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş olduğunu sanıyorum.”[106][106]
“..Ey Mûsâ! Gerçekten ben, elbette seni büyülenmiş sanıyorum..”[107][107]
“..Mûsâ! Sanki büyülenmiş gibisin.”[108][108]
“..Ey Mûsâ! Ben,
zannediyorum ki sen büyülenmişsin.”[109][109]
“..Ben senin büyülendiğini
zannediyorum.”[110][110]
“..Ben seni büyülenmiş
sanıyorum.”[111][111]
“Her halde ben seni yâ Mûsâ bir büyüye tutulmuş zannediyorum.”[112][112]
“..Ben senin
kesinlikle büyülendiğini düşünüyorum, ey Mûsâ.”[113][113]
“..Ey Mûsâ Ben senin
büyülenmiş olduğunu sanıyorum.”[114][114]
“..Mûsâ, ben seni herhalde büyülenmiş sanıyorum.”[115][115]
“..Ben senin
kesinlikle büyülendiğini zannediyorum ey Mûsâ..”[116][116]
“..Ey Mûsâ! Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum..”[117][117]
“..Ey Mûsâ, ben seni büyülenmiş sanıyorum..”[118][118]
“..Zan ederin ki sen bir sihirbazsın..”[119][119]
“..Ey Mûsâ büyülenmiş gibisin sanki sen.”[120][120]
“..Verily, O Moses, I think that thou art full of socrery.”[121][121]
“..Lo! I deem thee one bewitched, O Moses.”[122][122]
“..Moses, I think thou art bewitched.”[123][123]
“..Moses, I can see that you are bewitched.”[124][124]
“..Surely, I deem thee, O Moses to be one bewitched.”[125][125]
“..O Mosé io credo che tu sia stregato.”[126][126]
“..Bayık ben, gümensüz bilürin seni, iy Mûsâ, bügülenmişsin.”[127][127]
“..Ey Mûsâ! Senin, kesinkes cin çarpmış kişi olduğuna inanıyorum..”[128][128]
Ayette geçen “أظُنّ” fiilinin tercümesine
dikkat ederseniz birçok mealci bunu hatalı tercüme etmiştir.
Aynı kelime, Kur’ân’ın başka bazı ayetlerinde de geçer ve yine “kesin
bilgi sahibi olmak” anlamına gelir. Fakat ne yazık ki bazı mütercimler yine
hatalı şekilde tercüme etmişlerdir. Cin Sûresi 12. âyet de bunlardan biridir.[129][129]
Ezdâd konusunda hatalı tercüme yapılan birçok âyet daha vardır. Bakara 26.
âyette geçen فوق kelimesi
ezdâddan olup تحت anlamına,
Enbiya 105 deki بعد kelimesi قبل anlamına ve Kehf 79 daki وراء kelimesi de أمامَ anlamına geldiği birçok meal
yazarı tarafından göz ardı edilmiştir. [130][130]
7- Belâğî İfadelerin Tercümesinde Yapılan Yanlışlar
Arapçadan yapılan tercümelerde dikkat edilmesi gereken bir husus da belâgat
kaidelerine riayettir. Buna dikkat edilmeyince yine bazı hatalar ortaya çıkar.
Seyyid Kutub’un كلّ منهج غريب لايُمكن أن يحقق الإسلام في النهاية...[131][131] ifadesi, mütercimi tarafından
“Yabancı her nizamın en sonunda İslâm’ı tahakkuk ettirmesi imkansızdır.”[132][132] şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercümenin
açılımına bakacak olursak ortaya şöyle bir durum çıkar: “Yabancı her
nizamın İslam’a götürme imkanı yoktur. Sadece bazıları sonunda İslâm’a götürür.”
Bu tercümede iki yanlış göze çarpar, birincisi; metinde geçen
‘menhec-metot’ kelimesinin ‘nizam’ olarak tercüme edilmesi, diğeri ise belagat
kuralının ihlâl edilmesidir. Müellifin ifadesinde, umûm-i selb vardır. Çünkü
müellif, önce sûr edatı dediğimiz “كلّ”
yü kullandıktan sora nefy edatı olan “ مْلـ ”i
kullanmıştır.[133][133] Yani müellif “Hiçbir yabancı
metot, sonunda İslâm’ı gerçekleştiremez” demektedir. Bu durumun bazı
istisnaları da vardır. Eğer karine bu tür tercümeye imkân vermiyorsa bu kuralın
göz ardı edilmesi gerekir.[134][134]
Bu durum el-Hâc sûresindeki إنّ الله لا يحبّ كلَّ خوّان كفور âyetinde
mevcuttur. Kurala göre burada umûm-i selb vardır ve âyetin anlamı: “ Allah her
hain nankörü sevmez.” Bu tercüme şekli “bazılarını sever” anlamına gelir. Bu
durum Allah için düşünülemez. Bunun anlamını “..Allah, nimetini
görmezden gelen nankörleri hiç mi hiç sevmez”[135][135] şeklinde tercüme etmek de sağlıklı değildir.
Aynı şekilde, “..Çünkü Allah, her haini ve nankörü sevmez”[136][136] şeklindeki tercüme de doğru olamaz. Doğru
tercüme: “..Allah, hiçbir nankör haini sevmez” ya da “..Allah, nankörlük yapan
hiçbir haini sevmez” olmalıydı. Böyle kural dışı tercüme edilmesinin
sebebi, karinedir. Karine olunca, tercümede farklılık olabiliyor. Buna benzer
durumlar; Bakara 276. ve Lokman 38. âyetlerde de mevcuttur ve kimi mealciler
tarafından hatalı tercüme edilmiştir.[137][137]
Verilen çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, çok ciddi ve işinin ehli olan
mütercimler bile bazen önemli hatalar yapabilmekte iseler de bu durum bizlere,
tercüme yapmada hatanın kaçınılmaz olduğunu göstermez. Yapılan tercümenin
amacı, amaç kitleyi bilgilendirmek ise, o kitleye vereceğimiz tercüme bilgi,
müellifin vermek istediği bilginin aynısı olmak zorundadır. Aksi halde müellife
ve amaç kitleye karşı -bilerek ya da bilmeyerek- ihanete kadar varan hatalar
yapma durumunda kalırız. Bu ise hem ahlak hem de hukuk açısından hoş
karşılanacak bir şey değildir. Öyleyse, tercüme yaparken azami dikkat göstermek
ve yapılan işi ciddiye almak şarttır. Bütün bu hassasiyetler gösterildikten
sonra yine de hatalar olursa –ki bunlar çok azdır- o zaman yapılacak şey,
hatayı kabullenmek ve hatayı tashih etme yolunu kullanmaktır. İşin buraya
varmaması için ise, tercüme yapmaya başlamazdan önce, tercümeyle ilgili bazı
teorik kitapların okunmasının faydalı olacağı kanaatindeyim.
Kaynak: NÜSHA, YIL: V, SAYI: 19, GÜZ 2005
“EĞER DOSTLARDAN BİRİ İLERİDE İNAT EDER VE KENDİ DİLEDİĞİNİ YAPARSA BU
YÜZÜĞÜN TILSIMI BOZULACAKTIR!”
BİR KEŞMİR MASALI: YÜZÜĞÜN SIRRI Türkçesi: Prof. Dr. Halil Toker
"Hindistan’ın tacı", "Güney Asya'nın İsviçresi",
"dünya üzerindeki cennet misali ülke" Keşmir. Tarih boyunca
seyyahların güzelliğine hayran kaldıkları, şairlerin şiirlerine konu olmuş
destansı bir ülke Keşmir. Ancak bu ülkeye bahşedilen olağan üstü güzellikler,
ülke halkının hayatının da aynı derecede güzel ve huzurlu olmasını
sağlayamamıştır. Ne yazık ki Keşmirliler, bilinen tarihlerinin ilk günlerinden
başlayarak günümüze kadar baskı ve zulüm altında yaşamlarını sürdürmeye mecbur
kalmışlardır.
Mitolojik verilerden edinilen bilgilere göre Keşmir'e ilk yerleşenler,
şeytanî bir varlığın zulmünden kaçan “yılan insanlar”dır. Takib eden dönemlerde
bölge çeşitli kavimlerin istilasına uğramış, ancak büyük yıkım Moğollarla
gelmiştir. Keşmir'i yakıp yıkan ve halkını katleden Moğolların bölgeden
ayrılışının ardından İslâm dini, bölgede hızla yayılmış, beraberinde huzur ve
güveni getirmiş; gerek bölgede kurulan Müslüman devletleri, gerekse bölgeyi
daha sonraki yüzyıllarda ele geçiren Babürlüler zamanında geniş çaplı
ilerlemeler kaydedilmiş, bölge göreceli bir refah seviyesine erişmiştir.
Babürlüler'in çöküş dönemine girmesi, Keşmirliler için günümüze kadar sürecek
meş’um bir sürecin başlangıcının habercisidir. Afganistan Devleti'nin kurucusu
Ahmed Şah Abdâli'nin Patipat'ta Babürlüleri yenilgiye uğratmasının ardından
Keşmir Afganlar'ın yönetimine geçmiştir. Afganlar, bölgede sert ve zorba bir
yönetim kurmuşlardır kurmasına, ancak 1819'da Afganlar'ı yenerek bölgeye gelen
Pencablı Sikhler, Keşmir'in üzerine bir kabus gibi çökmüştür. O günlerde ağır
vergiler ve akla hayale gelmez zorbalıklar altında ezilen Keşmirliler
Müslüman'ın "bir hayvan kadar" dahi değeri bulunmadığı -bir Keşmirli
Müslüman'ı öldürmenin cezası sadece birkaç rupi olduğu- bir dönem yaşamıştır.
Nisbeten kısa süren bu kabus dönemini, Sikhler'i yenen İngilizler'in Keşmir'i
16 Mart 1846'da 7.500.000 rupiye, halkıyla birlikte, Cammulu bir Hindu'ya
satmasıyla başlayan daha uzun bir kabus dönemi izlemiştir. Bu dönemde
yaşamların tüm safhalarında dışlanmışlığı, itilmişliği ve baskıyı şiddetle
hisseden Keşmirli Müslümanlar, belki de yüzyıllardır süregelen ezilmişliğin
meydana getirdiği bir tür içgüdüyle, yapılanlara karşı koymamış ya da koyma gücünü
kendinde bulamamıştır.
XX. yüzyılın başları, eski dünya düzeninde değişme emarelerinin görüldüğü
yıllardır. Tüm dünyada olduğu gibi, dönemin süper gücü, Üzerinde Güneş Batmayan
İmparatorluk Britanya’nın sömürgelerindeki halklar arasında sosyal ve siyasî
hayatta kıpırdanmalar gerçekleşmektedir. Özellikle artan sayıdaki modem eğitim
almış gençler, yeni arayışlara ve içinde bulundukları esarete tepki duymaya ve
tepkilerini çeşitli yöntemlerle göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerin en
hararetli biçimde kendini gösterdiği yer ise Hindistan’dır. Yavaş yavaş başka
bir ülkenin sömürgesi kalamayacaklarını hisseden Hindistan düşünür ve siyaset
adamları -tabiî ki buna o günlerde PakistanlIlar da dahildir- teşkilatlanarak
bu düşüncelerini yaymaya başlamışlardır. Tarihinin hiçbir döneminde doğrudan
Hindistan’ın bir parçası olmamakla birlikte Keşmirliler’in komşuları
Hindistan’da yaşananlardan bigâne kalması mümkün değildir ve özellikle
‘özgürlük ve kendi geleceğini tayin etme’ gibi düşünceler orada eğitim almış gençler
aracılığıyla Keşmir’e gelmeye başlar. Ardından da 1930’lu yıllarda ülkeyi demir
pençesinde ezen Keşmir Maharacası’na karşı organize bir hâl alır. Maharaca’ya
karşı bu baş kaldırış sırasında da Keşmir halkı zulüm görür ve yıpranır, fakat
artık kendine yapılanlara tepki gösterecek bilince ve cesarete sahiptir. Bu
tepkiyi büyük oranda gösterir de. 14-15 Ağustos 1947’de Hindistan ve Pakistan
bağımsızlıklarını kazanır. Ancak iki ülke arasındaki
anlaşmazlık nedeniyle Cammu ve Keşmir’in büyük bir kısmı Hindistan’ın
denetimine geçer ve bir kısmı da Pakistan’da kalır. Bu da yüzyıllardır hiç sona
ermeyen bir kâbusu yaşayan Keşmirliler’in özellikle Hindistan tarafında
kalanları için yeni bir evredir. 1947’deki bu bölünmeden sonra günümüze kadar
devam eden süreçte, dünyanın gözü önünde yine Keşmirliler ezilmekte, yine
baskıya maruz kalmakta ve yine öldürülmektedir.[138]
Ancak Keşmir sadece kan ve gözyaşından ibaret değildir. Evliyalarıyla ünlü
bu topraklarda yeşeren güçlü bir edebiyat da yüzyıllardan beri varlığım sürdürmektedir.
Fars Dili ve Edebiyatına yüzyıllarca hizmet edilmiş, Emîr Kebîr Seyyid ‘Ali-yi
Hemedânî (ölm. 786/1384), Nureddîn Velî (ölm. 842/1440), Baba Dâvud Hâkî (ölm.
994/1586), Mazharî-yi Keşmîrî (ölm. 1017-20/1598-1600?), Ganî-yi Keşmîrî gibi
birçok Keşmirli şair Farsça şiirler kaleme almıştır.[139] Bölgenin
yerel dili Keşmîrî ve Urduca ile sayısız eserler yazılmıştır. Bunun yanında
Keşmir’in bir de çok renkli ve canlı bir halk edebiyatı vardır. Özellikle
olağan üstü güzellikteki Keşmir arka planında, olağan üstü varlıkların yer
aldığı doğaüstü olayların anlatıldığı masallar, okuyucusunun kafasında son
derece ilginç ve değişik bir atmosfer yaratmaktadır. İşte “Yüzüğün Sırrı” adlı
masal da bunlardan biri olup Keşmirlilerin düşünüş ve hissediş tarzını bizlere
yansıtmaktadır.
YÜZÜĞÜN SIRRI[140]
Bir adamın üç oğlu vardı. Ölüm döşeğindeyken oğullarını yanına çağırarak
tüm birikimini bu üç oğlu arasında bölüştürdü ve “Kendi yeteneğinize göre bu
parayla bir iş tutun!” dedi. Büyük ve ortanca oğul kendi paylarını bir işe
yatırdılar ancak küçük oğul parasını bir işe yatırmak yerine “Önce dünyada
ticaret nasıl yürür? Görüp öğreneyim!” diye düşünüp uzun bir yolculuğa çıktı.
Genç adam evinden biraz uzaklaşmıştı ki iki üç çocuğun ellerine taş almış
güzel renkli bir yılanı taşladıklarını gördü. Bunu görünce gencin aklına kim
bilir ne geldi ki o çocuklara para vererek yılanı öldürmemelerini istedi. Genç
adam yaralı yılanı yolun üstünden kaldırıp yol kenarına koyup yoluna devam
etmek istiyordu ki birden bire yaralı yılan acı içinde kıvranarak konuşmaya
başladı:
- Kardeşim! Sen benim canımı kurtararak bana
büyük bir iyilikte bulundun. Bunun karşılığını ödemem mümkün değil. Biraz bekle
de ben de seninle beraber yürüyüp sana yol arkadaşlığı edeyim.
Genç adam oturup biraz dinlendi. Ardından ikisi de yola koyuldular. Genç
adam insanların dilini konuşan bu varlığın bir yılan olamayacağını anlamıştı,
bu yüzden bu yılan görünümlü varlığı alıp cebine koydu. Bir süre daha yola
devam ettiler. İleride bir adamı güzel bir orman üveyiğini kafese koymuş yolda
giderken gördüler. Üveyik çığlık çığlığa bağırıyor yardım istiyordu. Yılan,
genç adama:
- Ne olursa olsun bu üveyiği kafesten
kurtar. İşine yarar, dedi.
Genç adam kafesiyle birlikte üveyik kuşunu satın aldı ve yoluna devam etti.
Az sonra iki kişinin bir kediyi iple bağlamış sürükleyerek götürdüğünü gördü.
Yine yılan:
- Kardeşim! Bu çok sadık bir kedidir.
Köylülerin tavuklarını ve diğer yiyeceklerini çalarak yaşlı bir kadına
yediriyor. Köylüler de şimdi ona bu iyiliğinin cezasını çektiriyorlar. Onu
kurtar, işine yarar, dedi.
Genç adam bir miktar para vererek kediyi kurtardı. Kedi de “Miyav, miyav”
diyerek onun peşine takıldı.
Bu sırada uzaktan bir köpeğin havlama sesini işittiler. Kedi bu sesi
duyunca korkuya kapıldı ama üveyik kuşu:
- Kedi hanım, korkma, bu köpek çok vefakâr
bir köpektir. Bizim çok işimize yarar, dedi.
Genç adam bir miktar para vererek köpeği de satın aldı ve bu dört arkadaşı
da yanına alarak ticaret hayatını öğrenmek için yola koyuldu. Yılanın tavsiyesi
üzerine genç adam tertemiz suların aktığı bir pınarın bulunduğu bir ovada
gecelemeye karar verdi. Genç adam gece uyurken yılanın kendisine “Sabah erken
kalkıp pınarın suyunda yıkanırken birkaç saniye için nefesini tutup suya dal!”
dediğini işitti. Sabah genç adam uyandığında gece yılanın kendisine söylediği
aklına geldi. Cebini karıştırıp baktığında ise yılanın cebinde olmadığını fark
etti. Bunun üzerine kalkıp yıkanmak için pınarın başına gitti. Gözlerini
yumarak suya daldı Birkaç saniye sonra suyun üstüne doğru çıktığını hissedince
gözlerini açıp baktı. Bir de ne görsün gözlerinin önünde muhteşem bir saray.
Genç adam çocukların elinden kurtardığı yılanın aslında yeraltının şehzadesi
olduğunu ve biçim değiştirerek dünyayı gezmeye çıktığını anladı. Genç adam şehzadenin
anne ve babası ile tanıştı. Yeraltı padişahı oğullarını kurtardığı için genç
adama teşekkür ederken gencin şehadet parmağına sihirli bir yüzük taktı. Bir
süre sohbet ettikten sonra hayvan dostlarının genç adamı ovada bekledikleri
bilindiğinden gitmesine izin verildi. Genç adam ovaya geri
döndüğünde sihirli yüzük aracılığıyla kalmak için güzel bir saray ile altın
renkli saçlı huri gibi güzel bir eş diledi. Göz açıp kapanıncaya kadar dileği
yerine geldi ve o da köpeği, kedisi ve üveyiği ile birlikte bu sarayda yaşamaya
başladı.
Gel zaman git zaman, bir gün altın renkli saçlı huri saçlarını
tararken tarağa takılan saçlarından bir topak yaparak bunu ırmağa attı. Bir
balık bu topağı yuttu. Balık padişahın balıkçısının ağına takıldı ve sarayın
mutfağına götürüldü. Aşçı, balığın karnı yanlınca altın rengi saçlardan oluşan
bu topak çıktı. Padişahın oğlu bunu görünce:
- Ben bu saçların sahibi kızla evleneceğim,
diye tutturdu.
Balıkçının karısı casusluk yapmak için balığın yakalandığı yere gönderildi.
Bir süre yürüdükten sonra kadın altın rekli saçlı kızın tek başına oturup
kocasını beklediği ovadaki saraya vardı. Genç adam o sırada köpeğini, kedisini
ve üveyiğini de yanına alıp ava gitmişti. Balıkçının karısı altın renkli saçlı
kızı lafa tutup sihirli yüzüğün sırrını öğrendi ve onu kandırarak bu yüzüğü
kocasının yerine kendi parmağına takması konusunda ikna etti.
Akşam vakti genç adam avdan geri döndüğünde karısını üzüntülü bir hâlde
buldu. Bunun nedenini araştırınca meselenin sihirli yüzük olduğunu anladı.
Ertesi gün genç adam ava giderken yüzüğünü huri gibi güzel karısının parmağına
taktı.
Genç adamın saraydan ayrılmasının ardından balıkçının kansı saraya girerek
altın saçlı bu huriye kocasının umursamazlığı ve taş kalpliliğinden bahsetmeye,
bu konuda hikâyeler uydurmaya başladı. Genç kadın:
- Benim kocam öyle değildir, diyerek
parmağında parıl panl parıldayan sihirli yüzüğü balıkçının karısına gösterdi.
Balıkçının karısı sihirli yüzüğü daha yakından görmek istediğini söyleyince
genç kadın yüzüğü çıkararak balıkçının karısının eline tutuşturdu. Balıkçının
karısı yüzüğü ovalayarak yüzüğe: “Bu saray tüm içindekilerle götürülüp
padişahın sarayının bahçesine konulsun!” diye emir verdi. Artık altın renkli
saçlı güzel durumu anlamış gözü açılmıştı açılmasına ama artık sabretmek
dışında başka bir çare yoktu. Şehzade güzel genç kadını görünce içi içine
sığmaz oldu ve hemen evlenmek istedi. Fakat genç kadın kendi geleneklerine göre
sabah akşam kuşlar ve dört ayaklı hayvanlara hizmet etmesi gerektiğini
söyleyerek üç aylık bir mühlet istedi.
Öte tarafta genç adam avdan geri dönünce ovada saray ve genç karısından
eser kalmadığını gördü. Cesaretini yitirmeyerek dostlan ile birlikte kansını
aramaya koyuldu. Ertesi gün genç adamın karısı kuşlara yem atarken genç adamın
üveyiği padişahın sarayına çıka geldi. Tüm kuşlar yem yerlerken üveyik genç
kadının gözlerine gözlerini dikerek bakmaya başladı. Genç kadın hıçkıra hıçkıra
ağlayarak kısık bir sesle:
- Ey üveyik! Ben büyük bir aptallık yaptım.
Yüzüğü takma ısranm bizi bu hallere düşürdü. O sihirli yüzüğü şehzadenin
yatağının bacaklarından birine bir delik açarak içine sakladılar. Sen bu mesajı
benim cesur kocama götür, dedi.
Üveyik geri dönüp genç adama tüm olup biteni anlattı. Kendi aralarında
yüzüğü geri alma yollarını düşünmeye başladılar. Kedi:
- Bu konuda bana ilk adımı atma iznini verin,
diye öneride bulundu.
Bu önerisi kabul edilince kedi padişahın sarayına gitti. Gece boyunca ölü
balıkları getirerek şehzadenin yatağının altına bıraktı. Gece yarısını geçince
başta önderleri olmak üzere bir fare ordusu yatağın altındaki ölü balıkları
yemek için geldi. Köşeye saklanmış kedi birden fırlayıp farelerin liderini
yakaladı. Şehzadenin yatağının bacaklarını kemirerek sihirli yüzüğü çıkarmaları
şartıyla farelerin liderini bıraktı. Kısa bir süre sonra sihirli yüzük kedinin
elindeydi. Köpek ile üveyik dışarıda kediyi bekliyorlardı. Kedi sihirli yüzüğü
üveyiğe verdi ve üçü sabırsızlıkla genç adamın yanına vardılar. Yüzüğü alan
genç adam sarayını ve huriler gibi güzel karısını geri istedi. Göz açıp
kapayıncaya kadar saray ve genç kadın geri geldi. Ama bunun yanında yeraltı
şehzadesinin bir uyansı da vardı. Yılan kılığına girmiş şehzade “Eğer
dostlardan biri ileride inat eder ve kendi dilediğini yaparsa bu yüzüğün
tılsımı bozulacaktır!” demekteydi. Bu uyarıdan sonra dostlar, her zaman
birlikte uyum içinde yaşayacaklarına ve birlikte tüm konuları danışarak karara
bağlayacaklarına söz verdiler.
KIZIL KONAĞIN RÜYASINDA KARŞILIKSIZ AŞK: JIA RUI’NİN AKIBETİ
Gürhan KIRÎLEN[141]
ÖZET
Kızıl Konağın Rüyası “Hong Lou Meng”, Çin romanları arasında ayrıcalıklı
bir yere sahiptir. “Batıya Seyahat”, Bataklık Kaçkınlan” ve “Üç Devlet
Gösterisi” ile birlikte Çin’in “dört klasik romanından” biri olan Kızıl Konağın
Rüyası konu, üslup ve dil zenginliği bakımından da diğerlerinden daha ileri bir
romancılık örneği sergiler. Geleneksel Çin toplumunun en incelikli tasvirleri
bu eserde karşımıza çıkar.
İnsani ilişkiler, adab ve muaşeret, törenler, eğitim, aşk ve cinsellik gibi
sosyal konular bu eserin başlıca temalarını oluşturur. Diğer klasik romanlarla
kıyaslandığında, kadın erkek ilişkileri bakımından Kızıl Konağın
Rüyası oldukça karmaşık özellikler gösterir ve kadın karakterlerin sosyal
konumlan diğer romanlara nazaran daha ileridir.
Kadın karakterler arasında ayncalıklı bir konuma sahip olan Anka bu
karmaşık ilişkiler içinde sık sık boy gösterir ve pek çok örnekte “iffetli
kadın” figürüne ilginç bir örnek oluşturur. Romanın 11. Bölümünde yaşanan
rastlantısal bir karşılaşmanın ardından, Jia Rui’nin Anka’ya tutulması ve
sonuçta gencin ölümüyle sonlanacak olan olaylar zinciri baş gösterir. Sonraki
bölümde ise, Jia Rui’nin arzusuna karşılık, kadının zalimlikleri ve bunun
sonucunda gencin ölüme gidişinin anlatısı yer alır. Jia Rui, aşkı ve dizginleyemediği
şehvet düşkünlüğü yüzünden aşağılanır ve olmadık muamelelere maruz bırakılır.
Hastalanan genç, sannlar ve heyulalar içine düştüğü hasta yatağındayken bile
nefsine hâkim olamaz. Son iyileşme umudu olan “büyülü ayna” da dertlerine çare
olmaz. Aksine bu aynanın içinde başından geçen kötü olaylann farklı bir
kurgulanışıyla yeniden karşılaşır. Bu kısım, yazar Cao Xueqin’in geleneksel
değerlere ve batıl inançlara yönelttiği bir eleştiridir. Aynı zamanda yazarın
gerçekçilikten yana tavrını ortaya koyduğu, bir yazar olarak ustalığını
gösterdiği bir hayal sahnesidir.
Giriş
Klasik Çin romancılığının zirvesi olan Kızıl Konağın Rüyası konusu ve
anlatımı bakımından gündelik dile yakın gerçekçi bir üslupla kaleme alınmıştır.
18. yüzyılın ikinci yarısında yazılan eserin iki adı vardır. Kızıl
Konağın Rüyası adında geçen “kızıl konak” eğretilemeli olarak “genç kız” ya da
“bakire” anlamındadır ve roman karakterlerinden genç Lin Daiyu’nün köşke
gelişine; saflığına ve buradaki şaşaalı yaşama uyum sağlarken kaybolan
masumiyetine bir göndermedir. Buradaki ‘rüya’ ise Lin Daiyu’nün yeni geldiği
‘konağa’ dair hayallerini imlemektedir.
Romanın asıl adı “Taşın Hikâyesi”dir. “Taşın” hikâyesi oldukça ilginçtir ve
eserin hemen başında konu edilir: Bu “taş” efsanevî çağlarda yaşamış olan
Nüwa’nın, elinde artakalan taştır. Efsaneye göre iblisler, göğü ayakta tutan
sütunları devirerek dünyayı bir felakete sürüklerler. Nüwa, dev kaplumbağanın
ayaklarından 36501 adet yama taşı yapar ve bunlarla açılan göğü baştanbaşa
yamar. İşi bittiğinde, elinde kalan zavallı “taşı” Karanlık Kuyu adlı bir
tepenin yamacına öylece bırakır:[142]
...Kim bilirdi ki, bu taş gayret etsin, güçlenip cana gelsin; gezip tozsun
hatta kendi kendine büyüsün, istediğinde küçülsün? Canlanan taşcağız etrafına
bakınınca bir de ne görsün? Diğer bütün taşlar göğü yamamış, hepsi bir işe
yarıyor; işe yaramayan bir tek o kalmış. Nüwa onu seçmediği için, kendi kendine
hayıflanmış ve çok, hem de çok utanmış; gece gündüz dertlenmiş, üzülmüş,
kederlenmiş. Derken bir gün, yine böyle iç çekip dertlene dursun, uzaktan bir
gariple bir rahibin geldiğini görmüş. Görünüşleri, şekil- şimalleri bir şeye
benzemiyormuş ya, yine de istisnaî kimseler oldukları anlaşılıyormuş. Taşın
durduğu şu Kara Kuyu Tepesi’ne varmışlar, oturup taşcağızla sohbete
koyulmuşlar... (Cao 1990: 5).
Nüwa’nın göğü yamarken kullandığı taşların sayısı bir yıllık döngünün
sembolik anlatımıdır. Yazar, geriye kalan tek taşı “artık gün”le eş tutmuş,
taşın geride kalmışlığını romanının girişinde kullanarak kendi dışlanmış halini
anlatmak istemiştir. Artakalan taşa çeşitli meziyetler atfeden yazar,
yetenekleri ve zekâsına rağmen kendisinin başkentte kabul görmeyişine de
gönderme yaparak “taş” ile kendini özdeşleştirmiş görünmektedir.
Keşişlerin taşlarla konuştuğu, hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bu girişle
birlikte, Kızıl Konağın Rüyası’nm gizemli dünyasına adım atılır. Hurafelerin,
fantastik hikâyelerin, aşkın, rüyaların ve eğlencenin harmanlanarak verildiği
“Kızıl Konağın Rüyası”, şiirler, masallar ve bilmecelerle donatılmış görsel bir
şölendir. Yazarın, döneminin olaylarına hiç değinmeyerek tarih göstermemesi,
gerçekdışı yer, unvan ve makamlar türetmesiyle bu roman önceki romanların
‘tarih’ anlatılarından ayrılmaktadır. ‘Taşın Hikâyesi’ adından çok ‘Kızıl Konağın
Rüyası’nın kabul görmesinin sebebi belki de budur. (Zheng, Zheng, 2006, 8) Zira
romanda rüyalar, gayb-âlemiyle ilişkilendirilerek bir tür gerçeklik yansıması
ya da aynası oluşturulmuştur. Rüya âlemi gerçeklerin farklı biçimde yaşandığı,
uyarıların, işaretlerin ve açıklamaların görülebildiği mistik bir dünya olarak
sunulmuştur.
Yazar Hakkında
Cao Xueqin (1715-1764) zengin bir zadegân ailesinde dünyaya gelmiş bir
Mançu soylusudur. Bugünkü Nanjing şehrinde doğmuştur. Babası 1727 yılında
zimmetine para geçirmekle suçlanmış, işten el çektirilmiş ve itibarım
kaybetmiştir. Ailenin birikimleri kısa zamanda tükenmiş, şaşalı bir geçmişi
olan Cao ailesi fakir düşmüştür. Hala bir miktar parası olan yazar, Nanjing’den
ayrılarak Pekin’e taşınmış, ömrünün geri kalanını aile itibarını geri kazanmak
ümidiyle yoksulluk içinde geçirmiştir. Yazar, zengin ve aristokrat bir ailenin
çöküşünü anlatan bu romanı Pekin’deyken yazmıştır. Kendi yaşantısından
hareketle kaleme aldığı eser onun son yıllarının ürünüdür (Li, 2006, 205).
Mançulann Çin’e hâkim olduğu 17. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Mançu
Hanedanı’nın hizmetine giren aile, saray ile çok yakın ilişkiler kurmuş, bu
yüzden ailenin de Mançu olduğu yönünde görüşler ortaya atılmıştır. Aslında
“Cao” soyadı M.S. 2-5. Yüzyıllar arasında Çin’de önemli siyasi bir birlik
sağlayan Hun-Xianbei göçebe konfederasyonlarının siyasi mirasını taşıyan Wei
Beyliği’ne dayanmaktadır. Kuzeyli ve göçebe bir soydan gelen bu ailenin aradan
geçen yüzyıllar içinde “Çinlileştiği” ve Mançu döneminde bu kez “Mançulaştığı”
fikri temelinde en eski göçebe aidiyetlerine bağlı olarak Mançu soylusu demek
daha mantıklı görünmektedir. M.S. 155-220 yılları arasında yaşamış olan Wei
devletinin kurucusu Cao Cao’ya dayandırılan aileden Song hanedanlığının kuruluşunda
büyük işler yapmış olan Cao Bin adında bir general, 1400’lerde dönemin Hebei
eyalet valiliği görevinde bulunmuş olan bir başkası çıkmıştır. En önemlisi Xue
Qin’nin büyük büyükannesi Mançu hükümdarlarından Kang Xi’nin sütannesidir. Son
olarak yarım yüzyıl boyunca Nanjing’de resmi tekstil denetçiliği görevini
yürüten Cao ailesi bu özellikleriyle “zadegâna” iyi bir örnek teşkil
etmektedir. (Liu 2006: 304)
Roman Hakkında
Çin toplumunun dolaysız bir tasviri bu eserde karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal düzen, törenler, hediyeleşme, eğitim, aşk ve cinsellik romandaki
belirgin temalardandır. Aynı zamanda bir tür “öteki anlatısı” olan romanda, Çin
kültür tarihinden ayrıntılar sergilenir. Bu yüzden bazı araştırmacılar Kızıl
Konağın Rüyası’m geleneksel değerlerin bir araya toplandığı bir “ansiklopedi”
olarak gösterirler (He, 2010: 3). Geleneksel kültür öğelerinin en ince
ayrıntılarıyla ele alındığı, adetlerin, gelenek- göreneklerin de içten içe
eleştirildiği iki katmanlı bir yapıya sahiptir. Anlatımdaki incelik, gerçekçilikle
yan yana getirildiğinde eski ile yeninin buluştuğu bir sahne oluşturur ve “eski
edebiyattan yeni edebiyata geçişin eşiğini belirler” (He, 2010: 2).
Gerçeküstü temalarla donatılmış olayların, gerçekçi ve detaylı bir biçimde
ele alındığı, yöntem olarak yeni, ancak malzeme olarak geleneksel yaşamı konu
edinen Kızıl Konağın Rüyası, dönemin düşünsel yapısını yansıtması bakımından
önemlidir. Eski toplumsal yapının çözülme işaretleri gösterdiği bir dönemde
yazılan eser geleneksel değerlerin ve toplumsal alışkanlıkları sorgulamaktadır.
Kuşak çatışması başta olmak üzere, aşk, aile değerleri, ahlak ve kadın erkek
ilişkileri tüm yalınlığıyla ele alınarak daha sonraki yıllarda belirginleşecek
olan tartışmaların işaretleri verilmiştir. Eserde işlenen sosyal olgular
günümüzde de canlılığını yitirmemiştir.[143] Aradan
geçen iki yüz küsur yıla ve toplumsal yapının birkaç kez değişmiş olmasına
karşın, bu eserde anlatılan olay, kişi ve ilişkilerin güncelliğini koruyabilmiş
olmasının nedenleri, yazar Cao Xueqin’in yetkinliğinde, gerçekçiliğinde,
detaycılığında ve düşünsel zenginliğinde saklıdır.[144]
“Kızıl Konağın Rüyası” başlığı, eserin asıl adı olan “Hong Lou Meng”ın bire
bir çevirisidir. Çin’de “kızıl konak” zengin aileleri temsil eder, bu yüzden bu
başlık hikâyenin ana temasını da yansıtmakta, düş gibi görünen hatıraları
imlemektedir. Fakat bu düş geride kalmıştır. Anlatılan olaylar yitip giden
zenginlik ve güçten kalan hayallerdir. Kültürel değerler bağlamında, romanda;
evlilik, eğitim, politika, hukuk, yemek, eğlence, şiir, bayramlar, cenaze
törenleri, kadınların rolü, sosyal hiyerarşi, akrabalıklar ve homoseksüellik de
dâhil olmak üzere, pek çok “modem” sayılabilecek olgu özenle işlenmiştir.
Hikâye örgüsü, çok sayıda kehanet öğesi ve sembolizm içermektedir. Başkişi Jia
Baoyu ve akranları Lin Daiyu ile Xue Baochai’nin değişen kaderlerinde roman,
çağın sorunlarım ve ailenin çöküşünü anlatmaktadır. Romanda üç ana karakter,
feodal sisteme karşı çıkan iki asi genç Jia Baoyu ve Lin Daiyu ile tutucu Xue
Baochai etkili biçimde betimlenmiştir. Karakterlerini özenle resmeden yazar,
mütevazı hizmetçi kadınları ve genç bayanlar dâhil olmak üzere kalabalık bir
genç kadınlar topluluğunu hayata taşımıştır. Her birinin gerçekte ne kadar
sınırlı bir yaşam alanına sahip olduklarını ve feodal toplum içinde gördükleri
baskıyı anlatmıştır. (Lü 2007: 87)
Roman iki koldan anlatılmaktadır; Rongguo Konağı ve Ningguo Konaklarında
Jia hanesinin yaşamı tasvir edilir. Rongguo Konağı, Bayan Jia ile iki oğlu
Jia She ve Jia Zheng ve de onların eşleri Bayan Xing ve
Bayan Wang’in idaresindedir. Ningguo kolu ise Rongguo’nun akrabaları
Jia Zhen ve onun eşi You Shi tarafından yönetilmektedir (Liu 2006: 247).
Aşağıdaki bölümün başkarakteri Anka (Xifeng) da burada yaşamaktadır. Birbiriyle
akrabalık ilişkileri olan bu iki konak her yeni nesille birlikte eski güç ve
zenginliklerini yitirirler. Aile bireylerinin lüks düşkünlüğü, giderlerin
gelirleri aştığı ve sonunda iflasın eşiğine gelinen bir durum yaratır.
Savurganlıkları, saraya gelin olarak gönderilen bir kızın aile ziyareti
kutlamaları için yapılan büyük bahçe inşaatından ve hizmetçilerin sayısından
anlaşılabilir. (Lü 2007: 112) Bunun yanında konağın erkeklerinin çoğu
çapkınlığa ve kumara düşkündürler. Konakların işleriyle ilgilenmeyerek
görevlerini ihmal etmektedirler. Aşağıda ele aldığımız bölümün başkişisi olan
Anka Hanım konağın mali yönetimini elinde bulunduran kişidir.[145]
Mançu Dönemi Zadegân Ailelerinde Kadının Konumu
Burada çevirisini verdiğimiz bölüm, geleneksel kadın-erkek ilişkilerinden
farklı bir örnek ortaya koymaktadır. Aynı zamanda karşılıksız bir aşkın
anlatısı olan bu kısımda, toplumun geniş kitlelerinin değerleri değil,
çözülmekte olan bir zadegân ailesinin feodal değerleri işlenmektedir. Feodal
yapının seçkin aile değerleri ekseninde, kadın-erkek ilişkileri karmaşık bir
görünüm sergiler. Gerçekte Çin toplumunda kadının konumu -geleneksel toplumlann
çoğunda olduğu gibi- erkeğin oldukça gerisindedir. Konfuçyüsçü değerlerin el
üstünde tutulduğu Mançu yönetimi altındaki Çin’de toplumsal ilişkiler, wu
chang ve san gang olarak bilinen kurallarla
kuşatılmıştır.[146] Ataerkil bir yapıda olan bu
kurallara göre kadınlardan beklenen koşulsuz itaat ve fedakârlıktır.[147] Gündelik
yaşamda kadının öncelikli görevi “hanenin” düzenlenmesi ve çocuk yetiştirmektir.
Kadınların okuyarak kendini geliştirdiği örnekler bulunmakla birlikte “erkek
işlerine” karışmaları “hayırlı” sayılmaz.
Diğer yandan, zengin zadegân aileleri gündelik dertlerden azade bir yaşam
sürerler, bu sayede zengin kadınlar kendilerine ayrılmış “özel” zaman ve
alanlara sahip olurlar. Yüksek duvarlarla çevrili, büyük bahçelerin ve
köşklerin bulunduğu, işlerin hizmetçiler tarafından görüldüğü lüks konaklardaki
seçkin kadınlar, çeşitli görev, yetki ve ayrıcalıklara mazhar olurlar. Zadegân
ailelerinde[148] kadınların görevleri arasında başta
adap ve muaşeret düzeninin korunması, törensel özellik taşıyan davet ve
toplantıların düzenlenmesi, gösteri, eğlence veya temsillerin organize edilmesi
gelir. Bu etkinlikler seçkin zadegân yaşantısının dışarıdan görünen estetik ve
etik biçiminin sunumu için elzemdir ve bunlar Kızıl Konağın Rüyası’nda son
derece detaylı anlatımlarla verilirler.
Toplantı ve eğlenceler sırasında, davranışların seçkin dışavurumu
sayılan törenler sergilenir. Eda, tavır, oturma, kalkma,
konuşma ve nazik jestler, ideal bir tören fikri etrafında
şekillendirilir. Törenler Çin özelinde yasa ile
bir tutulmuş ve törene uygunluk, erdem ve ahlak gibi
faziletlerin ölçütünü oluşturmuştur.[149] Bu bakımdan
zadegân içinde kadınlar, düzenledikleri sosyal etkinliklerle etik yaşamın
temsilcileri olma misyonunu yüklenmişlerdir. Köşk ve konakların çevresindeki
gündelik estetik dışavurumlara biçim verenler de aynı şekilde kadınlar
olmuştur. “Hong Lou Mengda Cinsiyet” adlı çalışmasında, Kızıl Konağın Rüyası’nın kadınlarım
daha önceki Çin romanlarındaki kadınlarla karşılaştıran Liu Jinjin’e göre Kızıl
Konağın Rüyası’nda kadınlar “erkeklerin yanında zaman zaman görünen yan
figürler” değildir. Liu Jinjin sosyal yaşamda kadınların konumlan bakımından
romanın çağın ilerisinde olduğunu dile getirmektedir. (Liu 2006; 159-160).
Roman kahramanlan arasında ön planda bir figür olan Anka Hanım (Feng Jie ya
da Wang Xifeng) bir bakıma “iffetli” zadegân kadınına da örnek
oluşturmaktadır. Çoğu fazla narin olan ve kırılgan mizaçlı diğer kadınlar
karşısında Anka; güçlü, kurnaz, dilbaz ve acımasız kişiliğiyle fark edilmekte,
küçük bir sarayı andıran Rong Konağı çevresinde üst düzey bir idareci görüntüsü
sergilemektedir.[150] Köşkün iaşe ve maaşlarıyla da
ilgilenen Anka, mutfaktan, inşaat-onanm işlerine kadar pek çok konuda söz
sahibidir. Aynı zamanda çok alımlı bir kadın olan Anka, elindeki gücü
kaybetmemek adına her tür kötülüğü yapabilecek bir mizaca da sahiptir (Lü,
2006, 249). Romanda söz edildiği gibi; “...parlayınca yakıcı bir ateş,
karanlıkta adeta hançerdir...” (Cao 1990: 394).
Anka, aslında bulunduğu Jia ailesine sonradan gelmiş, kurnazlığı ve
becerisiyle konağın idari işlerini eline alarak konumunu ve yerini
sağlamlaştırmıştır. Köşkün idaresi zor ve yıpratıcı bir uğraştır, bu yıpranma
sürecinde çeşitli ayak oyunları ile insanların ona karşı duyduğu korkuyu
pekiştirmeyi, aynı zamanda olası düşmanlarına gözdağı vermeyi ihmal etmez. On
birinci bölümde anlatılan aşağıdaki karşılaşmada, kendisine ilk görüşte âşık
olan genç Jia Rui’nin hayatıyla oynamaktan çekinmediğini görürüz. “Haddini
bilmeyen” gencin kendisine yönelttiği aşk teklifinden acımasızca ve sinsice
yararlanır. Bu durumu, çıkar sağlayacağı bir “şova” dönüştürerek, “haddini
bildirmek” ve “dersini vermek” bahanesiyle gencin zaaflarım kullanır.
Karşılıksız Aşk ve Jia Rui’nin Trajik Sonu
Bu hikâyenin erkek kahramanı Jia Rui’dir. Jia Rui pek söz dinlemeyen, biraz
havai, gözü çapkınlıkta olan ama kötülük düşünmeyen saf bir gençtir. Aile
büyüklerinden Jia Jing’in doğum günü davetinin anlatıldığı Onbirinci bölümdeki
karşılaşma, bu gencin trajik ölümüyle sonuçlanacak olayların başlangıcıdır.
Tanışmanın öncesindeki şiir fırtına öncesi sessizliğin, sakin bir anlatısıdır:
•y
...Anka, beraberindeki hizmetçi kızlarla Ning Konağı’ndan hanımları da
alarak çıktı. Dolaşıp yan kapıdan bahçeye geçmişti ki, karşısında şu şiir gibi
manzarayı buldu;
Krizantemler donatmış dört bir yanı,
Tepelerde akça söğütler,
Küçük köprü sanki Ye deresi,
Kıvrılarak karşılar;
Göğe çıkarı izleği.
Taşlar arasında çağlayan sular,
Kıyısında saz çitler uğuldar;
Ağaçlan kızılyapraklar,
Bir o yana yana dönüp dururlar.
Bir tablo gibi adeta,
Ağaçlar dağılmış etrafa.
Karayel aniden,
Susturunca serçeleri;
Ilık güneş ışınları,
Dillendirir çekirgeleri.
Güneybatıya bir bak!
Tepelere yaslanmış onca çardak;
Kuzeybatıda su kıyısında,
Üç köşk kurulmuş yan yana.
Kulakları okşayan kaval,
İşte bir mucize,
Ahenge ahenk katan,
îpek giysili ağaçlar.
Anka bahçedeki manzaraya dalmış sakin adımlarla ilerlerken bir yandan da
hayran hayran karşısındaki güzelliği seyrediyor, mest oluyordu. Birden yanından
geçmekte olduğu Sahte Dağ Kayalığı ’nın arkasından biri çıkıverdi, hızlıca
yanına sokulup; “Selam hanımefendi!” dedi. Anka irkildi, bir adım geriledi;
“Rui Bey siz misiniz?” Jia Rui; “Beni tanıyamadınız mı, ya kim olacaktı?” Anka
sıkılarak; “Tanımamak değil de, birdenbire görünce çıkartamadım ” Jia Rui;
“Sizinle karşılaşacağımız varmış, az önce sahneden indikten sonra biraz
gezinmek, hava almak istedim. Sizi gelirken görünce de... Söyleyin bana, bu
kader değil de ne peki öyleyse?” Jia Rui bir yandan konuşuyor bir yandan da
gözlerini dikmiş Anka ’yı yiyecek gibi süzüyordu. Anka akıllı kadın, adamın şu
halini görüp niyetini sezmez mi? Yalancıktan gülümsedi;
“Tevekkeli değil, ağabeyiniz sık sık sizden söz eder, yaman biri olduğunuzu
söyler dururdu, karşılaştık işte. Konuşmanızdan çok zeki biri olduğunuz
anlaşılıyor; ne yazık ki şimdi hanımların yanına gitmem icap ediyor, sizinle
konuşamayacağım, daha sonra, başka bir zaman görüşürüz belki. ” diyerek
savuşturmak istedi. Jia Rui; “Evinize kadar gelip sizi görmek isterim, ama genç
ve güzelsiniz, öyle herkesle görüşmezsiniz korkarım” diyerek ağzını aradı. Anka
yine sahte bir gülümsemeyle; “O nasıl söz öyle? Biz aynı ailedeniz, genci
yaşlısı mı olur? ” Jia Rui kulaklarına inanamıyordu, şans eseri
karşılaştıklarını unutmuş, iyiden iyiye cüretlenmişti; tavrı daha da
çirkinleşti. Anka; “Hadi hemen yerinize dönün, yokluğunuz fark edilirse cezası
var, içki içirirler size ” diyerek gence yol verdi. Bu sözleri duyunca, Jia
Rui’nin bacakları adeta odun kesildi, tutuk adımlarla uzaklaşırken başı
arkasında bakmaya devam ediyordu yine de. Anka, adımlarını iyice yavaşlattı,
adam yeterince uzaklaşınca içinden şöyle geçirdi; ‘Adamı bilsen suretini,
suretini bilsen niyetini bilemezsin,! demek buymuş. Bu kadar da
hayvanlık olmaz ki, böyle giderse birkaç vakte kalmaz eceli benim elimden olur;
o zaman anlar ya kim olduğumu! ”(Cao 1990:118).
Davetliler dağıldığı sırada Jia Rui, Anka’yı yine rahatsız eder. Anka’nın
“adabıyla” verdiği “hayır” cevabını anlamamıştır. Daha sonraki günlerde
Anka’nın kaldığı eve birkaç kez giderek onu görmeye çalışır fakat başaramaz.
11. Bölümün son satırları yine böyle bir ziyarette
karşılaşmalarını anlatarak sona erer:
...Anka ancak oturma fırsatı bulabilmişti. Yardımcısı Pinger’e evdeki
işleri sordu. Pinger çay getirmiş Anka’ya doğru uzatırken; “Önemli bir şey yok,
sadece Wangerler’in Hanımı şu 300 gümüşün faizini getirdi. Bir de Jia Bey sizin
evde olup olmadığınızı sormak için adam yollamış, sizi görmek istiyormuş” dedi.
Anka homurdandı, “Bu hayvan herif eceline susamış belli ki; gelsin de görsün
bakalım!”. Pinger; “Rui Bey ne demeye gelip duruyor böyle?” diye sorunca Anka,
Ningler’in bahçesinde Eylül ayında olanları anlattı. Karşılaşmalarını ve adamın
dediklerini bir bir söyledi. Pinger; “Vay, vay, vay! Demek, kuğunun peşine
düşmüş bir kertenkele; ahlaksız, kanı bozuk şey, geberesice!” Anka; “Dur
bakalım, hele gelsin bir görelim, benim de kendi yöntemlerim var” dedi.(Cao
1990: 124)
Romanın 12. bölümünün tamamı aynı olayın devamını anlatmaktadır. Bu bölüm
aşağıda değiştirilmeden ve bölünmeden verilmiştir.
Pinger ve Anka böyle konuşurlarken Rui Bey’in geldiği haberini getirdiler.
Anka, “İçeri alın” dedi. Daveti duyan Jia Rui sevincinden yerinde duramıyordu.
Alelacele içeri girdi ve Anka ’yı gördüğünde ağzı kulaklarına varmıştı. Halini
hatırını sorup durdu. Anka işveli ve hevesli göründü yalancıktan; oturmasını
söyledi, çay ikram etti. Anka ’nın süslenmiş olduğunu gören Jia Rui iyice
gevşedi, cesaretlendi. Gözlerini dikip; “Beyefendi daha gelmedi mi? ” diyerek
kocasını sordu. Anka; “Kim bilir niye gelmedi? ” deyince; beriki gülerek;
“Yolda biri ayağına dolanmış, alıkoymuş olmasın? Ayrılmak istemiş de
çıkamamıştır, kim bilir?” Anka: “Bilemeyiz tabi, erkekler hep böyledir işte;
birini görür âşık oluverirler. ” Jia Rui: “Hanımefendinin söylediği doğru
sayılmaz, mesela ben ‘öylelerinden’ değilim”. Anka: “Senin gibi birinin, kim
bilir kaç tane sevgilisi vardır? On tane içinden belki seçsen seçemezsin ”. Jia
Rui duyduklarına inanamıyordu, heyecandan elleriyle yanaklarını, kulaklarını
ovuşturdu; “Hanımefendinin böyle her gün canı sıkılıyordur? ” diyebildi. Anka:
“Sıkılmaz mı? Şöyle birileri gelse de muhabbet etsek diye bekliyorum”. Jia Rui
gülümseyerek; “Benim günlerim boş geçiyor, siz isteyin yeter ki, can
sıkıntısına her gün gelip çare olurum. ” Anka gülerek: “Dalga geçmeyin, hem
niye benim yanıma gelmek isteyesiniz ki? ” Jia Rui: “Yalan söylüyorsam gök
yarılsın başıma yıldırım düşsün! Fakat sizin için ‘Feng Jie çok tehlikelidir’,
‘ona yanlış yapamazsın’ diyorlardı. Korkumdan hep geri durdum ama şimdi
bakıyorum, hanımefendi gülmeyi, güldürmeyi seven, hoşsohbet biriymiş. Bundan
sonra nasıl olur da gelmem ben? Öleceğimi bilsem yine de görmek isterim sizi ”.
Anka: “Söylediğiniz gibi akıllı birisiniz, kocam Jia Rong’la aranızda
dağlar kadar fark var. Kocam ve kardeşi hem seçkin hem yakışıklılar fakat kadın
ruhundan pek anladıkları söylenemez. ” Jia Rui duyduklarından cesaretle Anka
’ya sokulmaya yeltendi, gözlerini Anka ’nın elindeki çantaya dikti, taktığı
yüzüğü sordu. Anka sakin bir edayla; “Biraz saygılı olun lütfen, hizmetçileri
kendimize güldürmeyelim ” diyerek savuşturdu. Jia Rui sanki hükümdar fermanı
duymuş ya da bir dua işitmişçesine toparlanıp geri çekildi. Anka gülerek;
“Artık gitmelisin” dedi. Jia Rui: “Birazcık daha otursam ya, güzel kalplim
benim”. Anka kısık sesle; “Böyle güpegündüz gelen giden olur, bir gören olur,
burada kalman doğru olmaz. Şimdi git, akşamı bekle, hava kararınca yine
gelirsin. Batı tarafındaki büyük koridorda bekle beni. ” Jia Rui hazine bulmuş
gibi heyecanlandı; “Benimle oyun oynamayın. Hem oradan çok insan geçer. Nereye
saklanacağız?” Anka: “Sen merak etme, gececi hizmetkârlara izin verdim, iki
yandaki kapı kapanınca kimsecikler kalmayacak. ” Jia Rui sevincinden yerinde
duramaz oldu, alelacele veda edip çıktı, içinden “Bu iş oldu ” diye geçirdi.
Akşama kadar bekleyip karanlıkta konağa sızdı. Kimselere görünmeden büyük
koridora girdi. Zifiri karanlıktı ve etrafta kimsecikler görünmüyordu. Büyük
Hanım ’ın odasına yakın olan kapı kapanmış, sadece doğudaki kapı açık
duruyordu. Kulak kesilip dinledi, uzun süre hiç ses duymadı. Neden sonra bir
şakırtıyla doğu kapısı da kilitlendi. Korkusundan çıt çıkarmadan sessiz
adımlarla kapıya yaklaştı, kapıyı yokladı, çelik gibi sapasağlamdı. Zorladı ama
yerinden kıpırdatamadı. Artık vazgeçmek istese de çok geçti, çünkü kuzey ve
güney taraflarda koca duvarlar yükseliyordu. Atlamayı düşündü, tırmanmak için
duvarda tutunabileceği bir çıkıntı aradı, hiç çıkıntı yoktu. Girdiği odanın
kapısı kapanmıyor, içeri rüzgâr giriyordu ve oda bomboştu. Buz gibi soğuk
Aralık ayında gece uzundu ya, içine işleyen ayaz, etlerini, kemiklerini
donduruyordu. Geceyi burada geçirirse donarak ölecekti.
Sabahı zor etti. İhtiyar bir kadın doğu kapısını açıp diğerinin de açılması
için seslendiğinde, hemen toparlanıp yüzünü saklayarak dağılan sis misali
koşarak çıktı; şansı varmış ki vakit henüz erkendi ve insanlar daha
uyanmamıştı.
Jia Rui’nin annesi ve babası çoktan ölmüştü. Büyükbabası Dai Ru hayattaydı
ve gencin bakımıyla ve eğitimiyle o ilgileniyordu. Büyükbaba Dai Ru çok
disiplinli biriydi.[151] Torununun her hareketine
karışıyor, dışarıda kumar oynar içki içer diye endişeleniyor, terbiyesine halel
getirir diye korkuyordu. O gece eve dönmediğini görünce; “Dışarıda içkiye
kumara düştü, kadınların peşinde sürtüyor besbelli ” diye düşündü. Olanları
nereden bilecekti? Bütün gece kendi kendine öfkelendi durdu. Sabah Jia Rui kan
ter içinde eve gelmiş bir de dedesine yalan söylemişti; “Dayımlara gittim, hava
kararınca bırakmadılar yatıya kaldım” demişti. İhtiyar; “Hem izinsiz dışarıda
kalıyorsun hem de yalan söylüyorsun, dayağı hak ettin şimdi” deyip o sinirle
30, 40 sopa vurdu, yemeğine yasak koydu, bir de bahçenin ortasına diz çöktürüp
ezber cezası verdi. Jia
Rui, on günlük ödevin hepsini birden yapacaktı. Bütün gece üşüdüğü
yetmezmiş gibi, bir de dayak yemiş, üstüne de sabah ayazında bahçenin ortasına
aç biilaç diz çökmüş, ezber yapıyordu.
Ama içindeki arzu dinmek bilmiyordu ve Anka ’nın ona oyun oynamış
olabileceği hiç aklına gelmiyordu. İki gün sonra bir boşluk yakaladığında, yine
Anka’nın peşine düştü. Görüştükleri zaman Anka, Jia Rui ’nin kendisini
aramadığını bahane edip yalandan kızdı. Jia Rui yeminler ederek kendini ortaya attı
durdu. Ağa takılmış bir kuşa benzeyen genci gören Anka, ‘doğru yolu ’ anlaması
için başka bir plan düşünmeye koyuldu ve yeniden buluşmaktan söz açtı; “Bu
akşam gel, ama bu kez geçen seferki yerde değil; benim evin arkasındaki dar
geçitte boş bir oda var, orada bekle beni, ama yakalanayım deme sakın!” Jia
Rui; “Gerçek mi söylüyorsun? ’’Anka; “Niye kandırayım ki seni? İnanmıyorsan
gelmezsin” Jia Rui, “Gelirim! Gelirim! Öleceğimi bilsem yine de gelirim ” Anka;
“İyi, şimdi git o zaman ”. Jia Rui akşamki buluşmanın heyecanıyla ayrıldı. Anka
ise beri tarafta askerlerini seçip komutanlarını tayin etmek üzere plan
yapıyordu.
Jia Rui sabırsızlıkla akşamı beklemeye koyuldu. O gün Fener Bayramı’na
tesadüf etmiş, eve misafir gelmiş ve yemeğe kalmışlardı. Geç vakte kadar
dedesinin istirahata çekilmesini bekledi. Neden sonra sessizce sıvışıp gizlice
Rong Konağı ’na sızdı. Şu dar sokaktaki odayı bulup yine beklemeye başladı.
Kızgın tavaya düşen karınca misali, içi içine sığmıyor, bomboş odada bir yukarı
bir aşağı dolanıp duruyordu. Kapıdan başını uzatıp bir sağa bir sola baktı,
kimsecikler yoktu, kulak kabarttı hiç ses gelmiyordu: “Yine gelmeyecek, bu gece
de soğuktan donacağım ” diye geçirdi içinden. Böyle düşünürken, karanlığın
içinde siyahlara bürünmüş biri göründü. Bizimki Anka ’nın geldiğini sandı ve
pusudaki aç bir kaplan gibi kapıya ulaşmasını gözledi. Yaklaşınca bu kez fareye
atılan kedi misali kadının üstüne atılıp sarıldı; “Canım, beklemekten öldürdün
beni ” diyerek kucağına aldı, odadaki yükseltinin üzerine yatırdı. Bir yandan
öpmeye çalışıyor, bir yandan da kendi uçkurunu çözmeye uğraşıyordu. “Canım bir
tanem, canım benim” diye gevelerken pantolonunu çıkarıp bir kenara attı.
Ötekinden hiç ses çıkmıyordu ama Jia Rui acele ve hevesle debelenip duruyordu.
Sonra aniden ortalık bir ışıkla aydınlandı; Jia Qiang elinde bir meşaleyle
içeri girmişti; “Kim var orada! ” diye bağırdı. Uzanmış olan öteki; “Beni
becermeye kalktı ” deyince Jia Rui baktı ki ne görsün, altındaki Anka değil,
aksine Jia Rong! Eli ayağına dolandı, ne yapacağını bilemez halde dönüp kaçmaya
yeltendi. Jia Qiang bir hamlede yakasına yapışıp durdurdu onu: “Gel bakalım
şöyle, gel! Anka bugün ona sarkıntılık ettiğini Büyük Hanıma söyledi. Senden
kurtulmak için bir oyun düşündü ve seni buraya o yüzden çağırdı. Büyük Hanım
duyunca öfkelenip kendinden geçti, seni yakalamam için beni gönderdiler buraya.
Adama nasıl saldırdığını gördük. Söyleyecek söz yok, her şey ortada, Büyük
Hanımın yanına gidiyoruz, yürü bakalım!”
Jia Rui’nin ruhu bedeninden çıkacak gibi oldu; “Güzel ağabeyim! Canım
ağabeyim, sen beni görmediğini söyle yeter; ben yarın bu iyiliğinin karşılığını
bin minnetle öderim. ” Jia Qiang; “Ha, ödeyeceksen o başka. Ama seni bıraksam
para etmezsiz, ne kadar teklif ediyorsun onu söyle hele bakalım? Hem öyle lafla
da olmaz, senet yapacağız. ”Jia Rui; “Bu işin senedi mi olur? ” deyince beriki;
“Kolayı var, kumar borcu yazarız, ‘Şu kadar gümüş alacaklıdır’ deriz olur
biter. ” Jia Rui; “Kolaymış, ama bu saatte kâğıdı fırçayı nereden bulacağız? ”
Jia Qiang; “Onun da kolayı var” deyip üstünü yokladı, kâğıtla kalem çıkıverdi.
Jia Rui’nin eline tutuşturup, “Yaz!” dedi. Al takke ver külah, iyi kötü elli
gümüş para yazdırdı. İmzalatıp aldı, katlayıp cebine koydu. Sonra dönüp bu
sefer de Jia Rong’u ikna etmeye çalıştı. Jia Rong önce ayak diredi, kabul etmek
istemedi; “Yarın ben seni ailedekilere söyleyeyim de icabına onlar baksın artık
” diyerek tehdit etti. Jia Rui yerlere kapanıp yalvardı. Jia Qiang da allem
edip kallem edip elli gümüşlük bir borç senedi daha imzalattı ve sonra; “Şimdi
seni bıraksam içim rahat etmeyecek, Büyük Hanım şu taraftaki kapıyı çoktan
kapattırmıştır; Efendi hazretleri de salonda Nanjing’den gelen malzemeleri
inceliyor, o yoldan da geçemeyiz. Bir tek arka kapıdan çıkabilirsin. Ola ki
yolda birine rastlarsan beni de yakarsın. O yüzden biz önden gidip bir kolaçan
edelim, sonra gelip seni alırız. Ama artık bu odada da kalamazsın çünkü
birazdan buraya malzeme getirecekler. Başka bir yer bulmalıyız” dedi ve adamı
tutup dışarı çıkardı. Elindeki feneri söndürdü, bahçenin dışındaki büyük
sundurmanın altına götürüp bir çukurun içine soktu; “Bu kuytu yer iyi, buraya
çök ve hiç ses çıkarmadan bizi bekle. ” diye tembihledi. Sonra Jia Rong’u alıp
gitti.
Jia Rui çaresizlik içindeydi, istemeye istemeye çukura girip çömelmiş,
küçücük kamıştı. Bir yandan düşünüyor, içi içini kemiriyor, ne yapacağını
bilemiyordu. O sırada tepesinde bir çağıltı duymasıyla bidon dolusu sidikle
bokun başından aşağı “foş” diye boca olması bir oldu. Kaşla göz arasında,
donuna kadar sırılsıklam mundar olup çıkmıştı. “Aman!” diye bağırıp doğrulmak
istedi ama
korkup tuttu kendini, gıkı bile çıkmadı zavallının. Yüzü, gözü, baştan
ayağa her yanı buz gibi bokla sidik olmuştu; olduğu yerde kalakaldı. Jia Qiang
neden sonra gelebildi; “Hadi!” dedi “Çabuk! Çabuk çık şuradan!” Jia Rui
büzüştüğü yerden adeta cana gelmiş gibi bir hamleyle fırladı, uçar adım koşarak
evin yolunu tuttu. Vakit gecenin körüydü, eve varınca çaresizlik içinde kapıyı
çaldı, içeri seslendi. Kapıyı açan adam karşısındakinin halini görünce sormadan
edemedi. Beriki kem küm edip nafile yalana sığındı; “Karanlıkta ayağım kaydı
fosseptiğe düştüm” deyiverdi. Sonra da alelacele odasına geçti; soyunup
dökünmeye, yıkanıp temizlenmeye koyuldu. Bir yandan soyunuyor bir yandan da
Anka’nın ettiği oyunu düşünüyordu, değil mi ki aptal yerine koymuştu onu?
Öfkesi kabardı, kinlendi ama düşündükçe kadının güzelliği gözünün önünden
gitmez oluyordu. İster istemez ona sarıldığını, kollarına aldığını düşünüp
hayale daldı. O gece sabaha kadar gözünü bir an bile kırpmadı ve o günden sonra
artık sadece Anka ’yı düşünür oldu. Fakat cesaret edip de Rong Konağı ’na
tekrar gidemiyordu.
Jia Rong’la kardeşi sık sık gelip şu gümüşleri soruyordu, Jia Rui
büyükbabası öğrenir diye korkuyor, düşünüyor taşınıyor ama bu meseleyi nasıl
örtbas edeceğini bilemiyordu. Her seferinde borcuna yeni borçlar ekliyor,
gelenleri savuşturuyordu. Gündüz dersleri yoğundu ama Anka aklından bir an bile
çıkmıyordu. İkinin biri kendisiyle oynayıp el çekiyor, cenabet olup duruyordu.
Bir de üstüne şu pis, soğuk duşu ekleyin üç-beş vakte kalmadı hastalandı
yataklara düştü. Ciğerleri şişti, ağzının tadı tuzu gitti, ayakları pamuk gibi
yumuşadı ve gözleri yuvalarında sirkeleşip hasetle doldu. Geceleri ateşler
içinde yanıyor, gün ağarınca bitap düşüyordu. Altına kaçırıyor bir de geceleri
rüyalanıyordu; hastaydı ve hatta öksürdüğünde ağzından kan gelmeye
başlamıştı...
Bir seneye varmadan hastalık ağırlaşıp her yanını sardı. Artık ayakta
duracak takati kalmamıştı, gözlerini yumduğunda kendini bilmez bir halde
gayb-âlemine dalıyor, sayıklıyor, saçmalıyor ve olmadık hezeyanlara
kapılıyordu. Evdekiler her yolu denediler, hekimler, şifacılar getirdiler; Çin
tarçını, kurtboğan, bağa, lale kökü ve yeşim kamışı gibi çokça derman tatbik
olundu1, kilolarca adamotu yedirip içirdiler ama nafile, hiçbiri
fayda vermedi.
'Rouguil^IöU Fuzipft-p\ Biejia^ Ep N Maidong#^K
YuzhuEEt't, Çin tıbbında adı geçen çeşitli ilaç karışımlarıdır. Bunlar,
içeriğinde baskın olan bitkinin adıyla anılırlar.
Bahar dönümü geldi çattı, iyileşmesi gerekirken Jia Rui’ın hastalığı daha
da ağırlaştı. Büyükbabası Dai Ru iyiden iyiye telaşlanıyordu; dört bir yandan
hekimler çağırtılıp şifa aranıyor bir sonuç alınamıyordu. En son adamotu
çorbasına[152] başlandı, ama Dai Ru bu kadarını
nereden bulacaktı? Almak istese nasıl para yetiştirecekti? Son çare olarak Rong
Konağı ’nın kapısına vardı, sordu soruşturdu, rica minnet etti. Hanımefendi,
Anka’dan istetti ama Anka; “Daha yeni Büyük Hanım için kullandık, hepi topu o
kadardı; Büyük Hanım kalanı da Vali Naibi Yang’ın kerimesine ilaç yapılsın diye
ayırttı, dün kendi ellerimle gönderdim ” dedi. Hanımefendi, “Bizde kalmadıysa
hanımannene ya da Zhen Ağabeyine sordur öyleyse; bulup buluşturun, olanı
denkleştirin, şu çocukcağıza yollayın faydalansın; hayat kurtaracaksınız, bu iş
sizin de hayrınıza olur” diye tembihledi. Anka “Başüstüne” dedi lâkin
soruşturmaya kalkışmadı, avuç içi kadar adamotunu ve üç beş kuruş bozukluğu Dai
Ru’ya yollatıp; “Hanımefendi gönderdi” dedirtti. Hanımefendi ’ye de “Sağdan soldan
toplattık, bol bol geldi, hepsini gönderdik” diye yalan söyledi.
Jia Rui ölümle cebelleşiyordu, içmediği ilaç, görmediği tedavi kalmamıştı.
Fakat onca para çare olmamış, boşa harcanmıştı. Neden sonra bir gün, zar zor
yürüyen topal bir keşiş çıkageldi. Bu keşiş elinde tasıyla dilenirken, bir
yandan da günahlardan kaynaklanan hastalıkların uzmanı olduğunu söyleyip
duruyordu. Jia Rui yattığı yerden bahçedeki konuşmalara kulak kabarttı,
•y
söylenenleri duyunca doğrulup; “O keşişi bana getirin hemen, kurtarsın
beni!” diye bağırıp can hıraş yastığına secde etmeye başladı. Yanındakiler
keşişi içeri aldılar. Jia Rui uzanıp adamı kolundan yakaladı; “Kurtar beni
keşiş! Kurtar beni!” diye yalvardı. Keşiş, Jia Rui’ye bakıp bir iç çekti;
“Şendeki bu hastalık ilaç, derman dinlemez ama bende kıymetli bir şey var, eğer
ona her gün bakarsan hayatın kurtulur” deyip, bohçasından önlü arkalı iki
tarafı da gösteren bir ayna çıkardı. Aynanın arka yüzünde; “Rüzgâr, Ay, Hazine
ve Akis” imleri kazınmıştı; Jia Rui’ye bunları bir bir gösterirken şöyle dedi;
“Bu ayna gayb-âleminin terk edilmiş ruhlar
sarayından çıkmadır ve heyulalar muhafızı bir ölümsüz tarafından
yapılmıştır. Kötü düşüncelerden, edepsiz davranışlardan peydahlanan dertleri
iyi etmede bire birdir; fani hayatın korunmasına yardımcı olur. O yüzden şu
âlem-i faniye indiğimde yanımda getirdim ve bilesin, yalnızca aklı başında,
uslu kimseler veya seçkin beyzadeler ona bakmaya muktedirdir. Aman! Sakın ola
ki ön yüzüne bakmayasın, sadece arka yüzüne bakacaksın. Sakın ha! Sakın! Üç gün
sonra gelip aynayı alacağım, hastalığın da muhakkak iyileşmiş olacak” dedi ve
çekip gitti. Kalması için ısrar ettiler ama durduramadılar.
Jia Rui aynayı eline aldı, “Şu keşiş hakikaten kerametli biri galiba;
bakayım, bir deneyeyim şunu ” diye düşündü. Kıymetli akis denen şu şeyi
kaldırıp arka yüzüne bakmasıyla içinde duran iskeleti görmesi bir oldu. Hemen
eliyle kapadı aynayı; “Allahın cezası! Nasıl da korkuttu beni. ” deyip keşişe
bir küfür savurdu. Sonra, “Bir de diğer yüzüne bakayım şunun, ne varmış?” diye
düşünüp aynanın ön yüzünü çevirdi ve ne görse beğenirsiniz; işte Anka oracıkta
duruyor, el sallayıp kendisini yanına çağırıyordu. Jia Rui sevincinden yerinde
duramaz oldu, şöyle bir uzanıp aynanın içine girdi. Ne güzeldi işte, Anka’yla
burada sevişeceklerdi. Ama Anka onu geri getirdi, yatağına yatırdı. “Aman! ”
dedi Jia Rui, gözlerini açtı fakat ayna tekrar gözlerinin önüne geldi. Aynanın
arka yüzüne baktığında, orada hala bir iskelet vardı; terlemiş, sırılsıklam
olmuştu, alt tarafı da ıslanmıştı belli ki boşalmıştı. Ama gördükleri kâfi
gelmemiş olacak ki, aynanın ön yüzünü yeniden çevirdi. Yine Anka, yine ona el
sallıyor ve yanına çağırıyordu. Aynanın içine bir daha girdi. Böyle üç dört
defa girip çıktıktan sonra tam son kez çıkacağı sırada ellerinde prangalar olan
iki adam belirdi; prangalarla Jia Rui’yi bağladılar ve alıp götürdüler. Jia
Rui; “Aynamı da alayım öyle gidelim!... ” diyebildi sadece, bir daha da
konuşamadı.
Odada bulunan refakatçiler, sadece aynayı alıp arkasını çevirdiğini görmüşlerdi,
eli düştü, gözleri açıktı ve ayna hala elindeydi. Son olarak ayna da elinden
kaydığında artık bir daha kıpırdayamadı. Yakından baktılar, nefes almıyordu,
vücudunun alt tarafı buz gibiydi ve sırılsıklam olmuştu. Elbiselerini
değiştirmeyi, yatağı yenilemeyi akıl edebildiler sadece. Bu durumu gören Dai Ru
ile karısı ağlaya ağlaya helak oldular. Keşişe sövüyorlardı; “Bu ne
iblisliktir, nasıl bir musibettir bu böyle!” diye yakınıp, dövünüp
duruyorlardı. Nereden geldiği belli olmayan bir ses; “Aynanın ön yüzünü ona kim
gösterdi? Yalanı kendi kendinize gerçek
kılıyorsunuz, beni ne diye buna alet ediyorsunuz? ” dedi. Sonra ayna
kendiliğinden havalandı uçarak odadan çıktı. Dai Ru dışarı çıktığında aksak
keşiş oradaydı; “Aynamı alıyorum ” dedi keşiş ve süzülerek gözden kayboldu.
Dai Ru ’nun, cenaze işlerine başlamaktan başka yapabileceği bir şey
kalmamıştı, her yana haber saldı, üçünde dua okuttu; yedisinde ateş yaktırıp
Tie Kan Tapınağı ’nın arkasında çocuğun ruhunu uğurladı. Bir zaman sonra Jialar
toplanıp baş sağlığına geldiler... (Cao 1990: 125-132)
Sonuç Yerine
Anlatımın zengin imgelerle donatıldığı sahneler, her ayrıntının incelikle
tasvir edildiği mekânlar ve en ince detayına kadar işlenen olaylar, okurun
zihninde modem romanların bile pek azında görülen canlı bir dünyanın kapılarını
aralar. Olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerinin ve zamansal sıranın
düzenli oluşu eserin tamamına hâkim olan bir başka özelliktir. Düzenli ve akıcı
olay örgüsüyle neden sonuç ilişkileri, yazarın zihninin geri planında, öz
güveni tam, gerçekçi bir yaklaşımın bulunduğunu sezdirir. Bu bakımdan Cao
Xueqin, gerçekçi bir yazar olarak anılmış ve güçlü üslubuyla modem Çin
romancılığına da öncülük etmiştir. Kendinden önce ve sonraki yazarların
mantıksal çarpıklıklarına bu eserde az rastlanmaktadır. Doğal afetler,
hastalıklar, siyasi ve toplumsal olayların arkasındaki gerçek nedenler,
çoğunlukla akılcı bir geri plana sahiptir. Böylece akıcı anlatıma dâhil edilen
gerçek üstü ve fantastik kısımlar hiç de ayrıksı durmaz. Daima bir hazırlık
merhalesinden ince ince süzülerek gelir, demlenir ve ortaya çıktığında hiç de
şaşırtıcı değildirler; sadece heyecan vericidirler. Bu romanda, geleneksel öykü
ve romanlarda gördüğümüz masalsı olaylar ve doğaüstü becerileri olan kimseler
önemli yer tutmaz; birden bire havalanıp uçan insanlar yoktur. Jia Rui’ye
yardıma gelen keşiş gibi, doğaüstü karakterler de psikolojik açıdan anlaşılır
bir çerçeveye yerleştirilmiştir. Olağanüstü pek çok durum karakterlerin hayal,
düşünce ve inançları bağlamında aktarılmakta, böylece yazarın olayları olduğu
gibi vermekteki kararlılığı zarar görmemektedir. Jia Rui’nin karşılıksız
aşkında da ince düşünülmüş, iyi kurgulanmış bir olay örgüsü görülmektedir.
Gencin “aşkı” yüzünden hastalanarak ölmesi; başına gelen olaylar, şehvet
düşkünlüğü ve giderek ağırlaşan psikolojik bir süreçle gerekçelendiril-
mektedir.
Bu saf fakat şehvet düşkünü genç, konum olarak kendinden üstün bir kadına
kapılmıştır. Anka’nın belli belirsiz uyarılarım anlayamaz ve kadının nazik
tavrını kendisine karşı ilgisi olduğu yönünde yorumlar. Anka ise çok kurnaz ve
aynı oranda kötü yürekli biridir. Gence verdiği ceza, sadece kendisine yapılan
saygısızca tekliften kaynaklanmamakta, sosyal konumunu sağlamlaştırmak ve
çevresindekilere gözdağı vermek adına bir insanın hayatına kıymaktan geri
durmamaktadır. Nitekim gencin hastalığı sırasında önüne gelen “iyilik yapma”
fırsatını da geri teper ve temin edebileceği halde ilaç temin edip göndermez.
Bu durum anlaşılmazdır; ancak yazarın vermek istediği mesaj, Anka ile ilgili
değil, ailenin içinde bulunduğu basiretsizlik ve idari güçsüzlükle ilgilidir.
Çünkü hane içi olayların gerçek sorumlusu Büyük Hanım’dır, o ise Anka’ya
emirler vermekte fakat işleri yakından takip edememektedir. Nihayetinde,
başından beri bilinen ve kontrol altına alınabilecek bir yanlış, çığ gibi
büyüyerek bir gencin hayatına mal olmuştur.
Cao Xueqin’in kurgudaki ustalığı, metinde gizlenmiştir. Öyle ki, olaylar
arasındaki derin kurgusal bağlantı ve göndermeler neredeyse hiç yüzeye
çıkmamakta, aslında aynı olgunun iki farklı anlatımı olan olaylar birbirinin
devamı gibi görünmektedir. Yakından bakıldığında; son kısımda Anka’nın “genci
aynadan çıkartarak yatağına yatırması” gibi kimi olayların anlaşılmaz oluşu,
psikolojik ve gerçek süreçlerin eşleştirilmiş olmasına bazı anlamlar
yüklemektedir.
Hikâyede Jia Rui’nin başından geçen iki ardışık süreç bu bakımdan
anahtardır: Bunlardan ilki, Jia Rui’nin, Anka’nın peşinde olduğu “şehvet”
dönemiyken diğeri, daha dramatik olan “hastalık” dönemidir. “Şehvet” çok güçlü bir
duygudur, öyle ki Jia Rui’nin aklını başından alır ve genç başka şey düşünemez
hale gelir. Yazar, adını vermemiş olsa da -muhtemelen zatürree olan- bu
“hastalık”, “şehvetten” daha ciddi, gerçek ve fiziksel bir duruma işaret eder.
Gencin ölümüne yol açan hastalığın gelişimi çok iyi gerekçelendirilmiştir;
başına gelen olaylar; kış soğuğunda iki gece boyunca dışarıda kalması,
yorgunluk, dedesinin verdiği cezalar, bakımsızlık ve kendi kendini tüketmesi,
aşkından ve arzularından daha somut etmenlerdir. Yazar böylece “şehvet” ve
“hastalık” arasında bir koşutluk kurgulamakta; birini diğerinin sonucu gibi
göstermekle beraber hastalığın, aslında gencin maruz kaldığı “zulümlerle” eş
zamanlı olarak kök salmaya başladığına işaret etmektedir. Doğu’nun mistik
düşüncesinde belirgin olan “sonra”nın, “önce” içinde olumsal olarak bulunması
burada dikkate değerdir. Böylece “ölüm döşeğinde” keşişin getirdiği ayna ile
belirginleşen heyulalar, “ayna” metaforu yardımıyla geçmişin hastalık dönemine
yansıtılmasını sağlamıştır. Jia Rui’nin aynanın içine girmesi ve Anka’nın onu
çıkarıp tekrar yatağına yatırması, ilk karşılaşmalarına atfen, kadının onu
reddedişinin yeniden anlatımıdır. Gencin benzer biçimde, aynanın arka yüzünde
gördüğü “iskelet” ile Anka’nın ilk “bedduası”, ikinci defa görüşüyle de kadının
ikinci “bedduası” imlenmektedir. Son olarak, Anka’nın o derece kötü yürekli
oluşuna rağmen Jia Rui’yi birkaç kez “aynadan çıkarıp yatağına yatırması” başka
türlü anlam oluşturmamaktadır. Bu durum Anka’nın daha önce Jia Rui’yi gerçekten
birkaç kez reddetmiş olmasıyla özdeşleşmekte, yazar böylece gencin ölüm
döşeğindeki sanrılarının gerçekliğini belirsizleştirmektedir. Gerçek, Jia
Rui’nin, “aşk beklentilerinin” gözlerini kör etmiş olması, Anka’nın uyanlarını
anlayamamış olması, olanlardan sonra hastalanması ve en nihayet heyulalar
içinde göçüp gitmesidir. Böylece hikâyeye dâhil edilen “keşiş” ve “ayna”
sembolleri, gencin psikolojik durumunun bir uzantısı haline gelmekte, yazar Çin
toplumunda yaygın olan “batıl inançlara” paye vermediğini göstermektedir.
KAYNAKÇA
AMES, Roger T. (2001). Focusing the Familiar: A Translation and
Philosophical
Interpretation of the Zhongyong. Honolulu, HI, USA: University of Hawaii
Press.
CHEN, Qingl^iif (1999). Zhongguo Zhexue Shi ^ (Çin
Felsefesi Tarihi).
Beijing: Beijing Yüyan Wenhua Daxue Chubanshe.
CAO, Xueqintfli^ (2003). Hong Luo Meng^C^Üİ^ (Kızıl Konağın Rüyası). Renmin
Wenxue Chubanshe. Pekin.
HE, Wangru (2010). Hong Lou
Meng Yanjiu^C^^Şf^ (Hong Lou Meng
Araştırmaları). Zhejiang: Xinmin Chubanshe.
KIRİLEN, Gürhan (2005). Çin’de 19. Yüzyılda Reform: Zongli Yamen’ın
Kuruluşu.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
LI, Lianyu^jİÜ (2006). Hong Lou Meng Shi yu
Ren A (Hong Lou
Meng’da Olaylar ve Gerçekler). Shanghai: Renmin Chubanshe.
LIU, Jingqi>C[J;İfc:İÎf (2006). Hong Lou Meng
de Niixing Guan yu Nanxing Guan
(Hong Lou Meng’da Erkek ve Kadın). Beijing: Beijing
Daxue Chubanshe.
LÜ, Qixiangn Jn# (2007). Wang Xifeng de Moli yu Meili
(Wang Xifeng’in Gözbağcılığı ve Cazibesi). Beijing: Beijing
Daxue Chubanshe.
NEEDHAM, Joseph (2000). Zaman ve Doğulu İnsan: Beşeri Hukuk ve Tabiat
Kanunları, (çev.) Necdet Özberk. İstanbul: İz Yayıncılık.
PEERENBOOM, R. P. (1990). “Natural Law in the Huang-Lao Boshu".
Philosophy East and West 40 (3): 309-329.
ÜNAL, Gonca Chiang, (2011). “Çinde Ayak Bağlama Geleneği: Bir
Çift Küçük
Ayak, Bir Kap Gözyaşı”, I. Uluslararası Asya Dilleri ve Edebiyatları
Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan,
Kayseri, 147-154.
ZHENG, Hongfeng^P^CM & Zheng,
Qingshan^Pj^lLl (2006). Hong Lou Meng
Zhiping Jizhu^C^^IIW^^ (Hong Lou Meng Üzerine Notlar). Beijing:
Beijing Tushuguan Chubanshe.
YETENEK-HASTALIK KARIŞIMI BİR RAHATSIZLIK! SAVANT
Yetenek-hastalık karışımı bir rahatsızlık! Dahası, biz savantları anlayana
dek, insan hafızasını ve bilişini asla tam olarak çözemeyeceğimiz öne
sürülüyor.
Savant sendromu, belki de insanlar arasındaki farklılıklarla beraber
bilişsel psikoloji söz konusu olduğunda, en büyüleyici fenomenlerden biri
haline geliyor. Sendrom dahilinde, genellikle olağanüstü yetilerin söz konusu
olması nedeniyle, biz savantlan anlayana dek insan hafızasını ve bilişini asla
tam olarak çözemeyeceğimiz öne sürülüyor. Savant sendromuna sahip kişiler,
ciddi psikolojik veya fiziksel engellere rağmen, oldukça dikkat çekici ve bazen
inanılmaz derecede yetenekli olabilen insanlardır. Birkaç belgelenmiş vaka
olmasına rağmen, savant sendromu, biraz nadir rastlanan bir sendrom olma
özelliğini koruyor.
Savant sendromu, ilk kez doğru biçimde, Down sendromunu da tanımlayan. Dr.
John Langdon Down tarafından tanındı.
1887 yılında muhakeme gücü kusurlu, ancak olağanüstü hafızası olan
insanları tanımlamak için "idiot savant' terimi türetildi (Fr. savoir:
bilmek). Bu terim, uygunsuz çağrışımlar yaptığı için artık daha az
kullanılmakladır. İdiot savant terimi, doğrudan Türkçe'ye çevrildiğinde bu
uygunsuzluk kolayca göze çarpar. Buradaki idiot" terimi, IQ değerinin
25'in altında olduğunu belirtmeye yarar. Şimdilerde ise "Savant sendromu" terimi benimsenmiştir. Aynı zamanda
başka bir terim olan "otistik savant” da yaygın olarak kullanılmaktadır,
ancak bu biraz yanıltıcı olabilir; zira otizmle güçlü bir ilişkisi olmasına
rağmen, savantların hepsi otistik değildir. Tahminen savant vakalarının %50'si,
otizm nüfusundandır. Diğer %50'lik kısım ise gelişimsel bozukluklar ya da
merkezi sinir sistemi problemleri grubundandır. Savant becerilerinin tahmini
sıklığı, öğrenme bozukluğu olan nüfusta muhtemelen % 1'den az iken, otistik
nüfusta yaklaşık %10'dur. Tüm bu rakamlar, savant sendromuna sahip kişilerin ne
kadar nadir olduklarını anlamamız açısından önem taşıyor. Savant sendromuna
sahip kişilerin becerileri, olağanüstü belleğin, müthiş derecede derin, ancak
kısıtlı bir türüne dayandırılıyor.
* Yard. Doç. Dr. KTÜ. Rize İlahiyat
Fakültesi, Arap Dili ve Belagatı Anabilim Dalı
[1][1] . Geniş bilgi için bkz. Theodore
Savory, Tercüme Sanatı, 50 vd., trc. Salih Dereli, İstanbul, 1994.
[2][2] . Savory, 52.
[3][3] . Geniş bilgi için bkz. Akşit
Göktürk, Çeviri: Dillerin Dili, 17, İstanbul, 2000; Edmond
Cary, Çeviri Nasıl Yapılmlı? Trc., Mete
Çamdereli, 32, İstanbul, 1996.
[4][4]. Bedrettin Tuncel, “Tercüme
Meselesi”, Cumhuriyet Dönemi Edebiyat Çevirileri Seçkisi, nşr.,
Öner Yağcı, Ankara, 1999.
[5][5]. Bkz. es-Sihâh, I, 350,
Beyrut, 1982.
[6][6]. Bkz. Vankulu, I, 110 b.
[7][7] . Bkz., Sibeveyhi, el-Kitâb,
I, 86, Kahire, 1988.
[8][8]. Bkz., Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur’ân Dili, II, 1182, İst., ts.
[9][9]. Abdulkâdir ‘Ûdeh, et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî,
I, 321, Beyrut, 1994.
[10][10]. Abdulkâdir ‘Ûdeh, et-Teşrî‘u’l-Cinâ’îyyu’l-İslâmî,
I, 321, trc. Akif Nuri, İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk,
I, 571, İst., 1976.
[11][11] . Salih TUĞ, Züheyr b.
Harb ve Kitâbu’l-‘İlm Adlı Eseri, 12, 186; İst., 1984.
[12][12] . Tâhâ Huseyn, Fi’ş-şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.9.
[13][13] . Tâhâ Huseyn, Fi’ş-şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.9, trc. Şaban
KARATAŞ, Cahiliye Şiiri Üzerine, 48, Ankara, 2003.
[14][14] . en-Nisâ, 82.
[15][15] .Yakup ÇİÇEK/Dilaver
SELVİ, Kalplerin Azığı, I, 21. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb adlı
eserinin tercümesi, İst., 2003.
[16][16] . el-Buhârî, Savm,
10; Ayrıca bkz., Sofuoğlu, IV, 1776; İst., 1987, Tecrid,
VI, 255, Ankara, 1976.
[17][17] . A.Kadir EVGİN, Hz.
Peygamber’in Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları, 122.
[18][18] . Hüseyin Atay, 302, Kur’ân
Türkçe Çeviri, Ankara, 2002.
[19][19] . Yakup ÇİÇEK/Necat
KAHRAMAN, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meali, 304, İst., 2000. Bu
mütercimler, yaptıkları meali Elmalı’dan aslına uygun olarak sadeleştirdiklerin
söylüyorsalar da, aslına uygun düştüğü pek söylenemez. (Bkz. ÖNSÖZ,
5)
[20][20] . Muhammad Asad, The Message of
The Qurân, 452, İst. 1996. Ayrıca bkz., Arberry, 326; Maulana Muhammed Ali, The
Holy Qur’ân, 586; Muhammad Taqî-ud-Dîn Al-Hilâlî/Muhammad Muhsin
Khan, The Noble Qur’an, 461.
[21][21] . Bayraktar BAYRAKLI, Yeni
Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, I, 176.
[22][22] . Tâhâ Huseyn, Fi’şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.1.
[23][23] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye
Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.
[24][24] . Tâhâ Huseyn, fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî,
, http://www. ofouq.com, 2004, s.7.
[25][25] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye
Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.
[26][26] . Hüseyin Atay, Kur’ân
Türkçe Çeviri, 377.
[27][27] . Muhammed b. Hamza, Kur’ân
Tercümesi, I, 23, nşr., Ahmet Topaloğlu, İst., 1976.
[28][28]. Muhammed Hamidullah, Aziz
Kur’ân, 178, İstanbul, 2000, trc., Abdülazizi Hatip/Mahmut Kanık; Hamdi
Döndüren, İnsnlığa Son Çağrı, I, 46; İst., 2003; Mehmet ÇAKIR,
Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçesei, 32, Ankara, 2003.
[29][29] . Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’ân-ı
Kerim Meali, 42; Muhammad Asad, The Message of The Qur’ân,
44.
[30][30] . Hasan Basri ÇANTAY, Kur’ân-ı
Hakîm ve Meâl-i Kerîm, III, 55, İst., 1965.
[31][31] . Elmalılı Hamdi Yazır,
[32][32] . Bkz. Ebû Hilâl
el-‘Askerî, Kitâbu’l-Furûk, 245, Beyrut, 1994.
[33][33] . Necip Mahfûz, el-Muellefâtu’l-Kâmile,
Hânu’l-Halîlî, 546.
[34][34] . Hân el-Halîlî’de,
Necip Mahfuz’dan trc., Bedrettin Aytaç, 57, İst., 1999.
[35][35] . Necip Mahfûz, el-Muellefâtu’l-Kâmile, Hânu’l-Halîlî,
558.
[36][36] . Hân el-Halîlî’de,
77.
[37][37]. ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II,
564; Beyrut, ts.; Haseneyn Muhammed Mahlûf, Safvetü’l-Beyân
Lime’âni’l-Kur’ân, Kuveyt, 1987.
[38][38] .Ömer Dumlu/Hüseyin
Elmalı, Ayet Ayet Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İzmir, 2003.
[39][39] . Yûsuf, 36.
[40][40] . Mehmet Çakır, Kur’ân-ı
Kerim ve Türkçesi, Yûsuf Sûresi, 36. âyet meali.
[41][41] . Süleyman Ateş, Kur’ân-ı
Kerim ve Yüce Meali, 549, Ankara, 1983.
[42][42] .Muslim, Îman, 147.
[43][43] . Suat Yıldırım, Kur’ân-ı
Hakîm ve Açıklamalı Meali, 603, Almanya, 1998; Mehmet Çakır, 604.
[44][44] . Ateş, 570.
[45][45]. Davudoğlu, Ahmed, Kur’ân-ı
Kerim ve Türkçe Meali, 21, İst., 1988.
[46][46] . Şerhu Dîvânı Cerîr,
259, Beyrut, 1995.
[47][47] . A. Galip GEZGİN, “Kur’an’da ‘Huşu’
Kelimesinin Semantik Analizi” Tasavvuf, IV, 93.
[48][48] . Buhârî, İsti’zân, 1.
[49][49] . Zamirin Mercii için bkz. Abbâs
Hasan, en-Nahvu’l-Vâfî, I, 255-256, Mısır, 1966.
[50][50] . Bkz. Davudoğlu, 11, 251;
Sofuoğlu, 13, 6175; Miras, 9, 177.
[51][51] .Muhammad Muhsin Khan, Sahih
al-Bukhari, Arabic-English, VIII, 160, Ankara, 1976.
[52][52] . Muhammed b. Hamza, 50.
[53][53] . Yazır, 68.
[54][54] . Döndüren, I, 119.
[55][55] . Çantay, I, 106.
[56][56] . Yıldırım, 66.
[57][57] . Atay, 66.
[58][58] . Esed Terc., I, 116.
[59][59] . Bayraklı, IV, 379.
[60][60] . Dumlu/Elmalı, 66.
[61][61] . Abdullah YÜCEL, Kur’an-ı
Kerim ve Türkçe Meali, 420, İst., ts.
[62][62] . Suat YILDIRIM, Kur’an-ı
Hakim ve Açıklamalı Meali, 420.
[63][63] . el-Hucrât, 14.
[64][64] . Meryem, 65.
[65][65] . Ali Akyüz, Yaşayan
Kur’ân Hz. Peygamber, 157, İst., 2004.
[66][66] . Tâhâ Huseyn, Fi’şi’ri’l-Câhilî, http://www. ofouq.com, 2004, s.1.
[67][67] . Tâhâ Huseyn, Cahiliye
Şiiri Üzerine, trc. Şaban KARATAŞ, 27.
[68][68] . İslâmî Edebiyat, 2003, sy.,
38, s., 175.
[69][69] . M. Sabri DEMİR, İslâmî
Edebiyat, 2003, sy., 38, s., 177.
[70][70] . A. Kadir EVGİN, Hz.
Peygamberin Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları, 62, Ankara, 2004. Bu ifade
aynı zamanda Tâhâ Sûresi 14. âyetidir.
[71][71] . Hân el-Halîlî,
550.
[72][72] . Hân el-Halîlî’de,
63.
[73][73] .M. Edip ÇAĞMAR, Edebî
Açıdan Arapça Mevlidler, 164, Ankara, 2004.
[74][74] .M. Edip ÇAĞMAR, Edebî
Açıdan Arapça Mevlidler, 164.
[75][75] .Necîb Mahfûz, el-Muellefât
el-Kâmile, III, 327.
[76][76] .Necîb Mahfûz, Dilenci,
Türkçesi: Alova, 29, İst., 2004.
[77][77] .Necîb Mahfûz, el-Muellefât
el-Kâmile, III, 340
[78][78] .Necîb Mahfûz, Dilenci,
Türkçesi: Alova, 67.
[79][79]. Bkz. Vankulu,
I, 110 a.
[80][80] . Nevzat H. YANIK/Mustafa
KILIÇLI/M. Sadi ÇÖĞENLİ, Telhis ve Tercümesi, Arapça kısmı, 16,
İst., ts.
[81][81] . Ae. Tercüme kısmı, 7-8.
[82][82] . Nusreddin BOLELLİ, Belağat,
156, İst., 1999.
[83][83] . Bkz.,
[84][84] . Bkz. Abdullah Aydınlı, Sünen-i
Dârimî Tercümesi, III, 227.
[85][85] . Talat KOÇYİĞİT, Kur’an-ı
Kerim ve Türkçe Meali, 569, Diyanet İşleri Başkanlığı, Meal, 569.
[86][86] . Metin YURTBAŞI, Örnekleriyle
Deyimler Sözlüğü, 249, İst., 1996.
[87][87] . Ömer Asım AKSOY, Atasözleri
ve Deyimler Sözlüğü, II, 812.
[88][88] . TDK. Türkçe Sözlük, I,
885, Ankara, 1988.
[89][89] . MEB. Örnekleriyle
Türkçe Sözlük, II, 1047, Ankara, 1995.
[90][90] . Bkz. Hassan b. Sabit, Divan,
171.
[91][91] . Yusuf SANCAK, Hz.
Peygamber Devrinde Şiir, 244.
[92][92] . Hasan EGE, Siret-i
İbn-i Hişam, IV, 89.
[93][93] . Hassan b. Sabit, ae. 171.
[94][94] . Detaylı bilgi için bkz., İlyas
KARSLI, “Kur’ân ve Hadis Tercümelerinde Geçen ‘IRZ’ Kavramı Hakkında
Düşünceler”, Nüsha, Yıl, III, sy., 10, 2003.
[95][95] . Bkz. El-Halîl b. Ahmed, Kitâbu’l-‘Ayn,
VIII, 85; İbn ‘Abbâd, el-Muhît fi’l-Luğa, IX, 377. Ancak
bu kelimelerin, daha sonra yazılan Arapça lügatlarda “ahlâk, edeb”
gibi anlamlarda kullanmaya başlandıkları belirtilmiştir. Bkz. ez-Zebîdî, Tâcu’l-‘Arûs,
II, 12.
[96][96]. Es- Sem’ânî, Edebu’l-İmlâ
ve’l-İstimlâ, 1.
[97][97] . Ali el-Muttakî, Kenzu’l-‘Ummâl,
Hadis No. 31942 ve 32024.
[98][98] . İbnü’l-Esîr, I, ilgili madde.
[99][99] . Ebû Dâvûd, Sünen,
Diyât, 15; Edeb, 131.
[100][100] . Bu hadis konusunda detaylı
bilgi için bkz., Mehmet GÖRMEZ, “Hz. Peygamberin Bir Hadis-i Şerifinde Bir
Din Tanımı”, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel
Sayı-, 331, Ankara, 2000.
[101][101] . Yusuf el-Kardâvî, el-İslâm
ve’l-‘İlmâniyye, 7.
[102][102] . Osman Arpaçukuru. İslâm
ve Lâiklik, 7.
[103][103] . el-İsrâ, 101.
[104][104] . Ömer Rıza DOĞRUL, Tanrı
Buyruğu, II, 474.
[105][105] . Muhammed Hamidullah, Aziz
Kur’ân, 439.
[106][106] . Hüseyin ELMALI/Ömer DUMLU,
293.
[107][107] . Sıdkı Gülle, Kelime
Anlamlı Kur’ân-ı Kerim Meali, II, 277.
[108][108] . Mehmet ÇAKIR, 293.
[109][109] . Talat KOÇYİĞİT, 291.
[110][110] . Suat YILDIRIM, 291.
[111][111] . Hüseyin ATAY, 291.
[112][112] . Elmalı, 291.
[113][113] . Yaşar Nuri ÖZTÜRK, 265.
[114][114] . Hamdi DÖNDÜREN, I, 461.
[115][115] . Hasan Basri ÇANTAY, II, 530.
[116][116] . Halil ALTUNTAŞ/Muzaffer
ŞAHİN, 291.
[117][117] . Ali ÖZEK ve ekibi, Kur’ân-ı
Kerim Ve Türkçe Açıklamalı Meali, 291.
[118][118] . Süleyman ATEŞ, 291.
[119][119] . Cemil Sait BARLAS, Kur’ân-ı
Kerîm Tercümesi, 327.
[120][120] . Nusret ÇAM, Şiir
Diliyle Kur’ân-ı Kerîm, 29, Ankara, 2002.
[121][121] . Muhammad ASAD, The
Message of The Qur’ân, 435.
[122][122] . Mohammed Marmaduke
PİCKTHALL, The Glorious Qur’ân, 198
[123][123] . A. J. ARBERRY, The
Koran Interpreted, 314.
[124][124] . N. J. DAVOOD, The Koran, 241.
USA. 1976.
[125][125] . Maulana Muhammad Ali, The
Holly Qur’ân, 564.
[126][126] . Hazma Roberto PICCARDO, Il
Corano, 252. Milano, 1996.
[127][127] . Muhammed b. Hazma, 227.
[128][128] . Salih PARLAK, Bilgi
Toplumuna Doğru Kur’ân-ı Kerîm, 557, İst., 2001.
[129][129] . Örnek için bkz. Hamidullah,
age., 719.
[130][130] . Detaylı bilgi için bkz. Kâsım
b. Selâm el-Herevî el-Ezdî, el-Ezdâd, Beyrut, ilgili
maddeler.
[131][131] . Seyyid KUTUB, Me‘âlim
fi’tarîk, 75, Beyrut, 1982.
[132][132] . Akif Nuri, Yoldaki
İşaretler, 58.
[133][133].Geniş bilgi için bkz:
el-Kazvînî, el-Îzâh, 67-71, Nasrullah Hacımüftüoğlu/Rabiha
Çelebi, Teshîlü’l-Belâğa, 14-15; R. Resul SEVİNÇ, Arap
Dilinde Cümle Yapısı ve Biçimi, 148, Basılmamış doktora tezi, Erzurum,
2004.
[134][134] . Detaylı bilgi için bkz. Ahmed
b. İbrâhîm el-Hâşimî, Cevâhiru’l-Belâğa, 140-141, İstanbul, 1984.
[135][135] . Çakır, 337.
[136][136] . Ali Fikri Yavuz, Kur’ân-ı
Kerim ve Meâl-i Âlisi, 337, İstanbul, 1984.
[137][137] . Bkz. Abdulvehap ÖZTÜRK, Kur’ân-ı
Kerim ve Meâli, 46, Ankara, ts.
[138] Halil
Toker, Keşmir Dosyası, İstanbul 2003.
[139] Halil
Toker, Hindistan’da Farsça ve Urduca Şiir ve II. Bahâdır Şah Devri Şairleri,
(basılmamış doktora tezi), İstanbul 1995, s. 55-59.
[140] Kaşmîrî
Lok Kahâniyân, Tâus Bânhâlî, 1987, Lok virsa işâ’at ghar, İslamabad, s. 75-79.
[141] Dr.
[142] Çincenin
görsel yoğunluklu imgelem zenginliğini Türkçenin zaman ve bakı yani
aspect açısından gelişmiş anlatım gücüyle vermeye çalıştık. Asıl metne
olabildiğince sadık kalmakla birlikte Türkçenin söyleyişine en uygun anlatıma
ulaşılmaya gayret gösterdik.
[143] Bu
eser, geleneksel Çin romanının zirvesi olarak görülür ve aynı zamanda bir
başyapıttır. Bugün dahi Çin’de yaşlı genç hemen hemen herkes bu romanı
okumuştur ya da en azından karakterleri ve hikâyeyi detaylarıyla bilmektedir.
Romanda anlatılan bazı bölümler tasvirlerin inceliği ve detaylı işlenişi
bakımından Joyce’un Ulysses’i ile karşılaştırılacak oranda ayrıntılıdır.
Şiirler, masallar, bilmeceler ve günümüzde dahi yazarın ne anlatmak istediği
konusunda fikir ayrılıkları olan esrarlı hikâyelerden oluşmaktadır. Geçmişten
günümüze bu eserin esin kaynağı olduğu pek çok dizi çekilmiş, operalar sahneye
konulmuştur. Hatta bugün adına fakülte ve araştırma enstitüleri kurulan tek
roman da budur. Çin’de, Tayvan’da ve Honkong’da sadece bu eser üzerinde
uzmanlaşmış araştırmacıların bulunduğu bölüm ve enstitüler mevcuttur.
[144] Öte
yandan romanın iki yazarının olabileceği fikri de kabul görmektedir. Cao
Xueqin’in erken ölümüyle romanın yarım kaldığı, geri kalan kısmın, komşusu Gao
E tarafından tamamlandığı kabul edilmektedir. Fakat ilk seksen bölüm ile
sonraki bölümler arasında yapılan bir karşılaştırma, sözcüklerin kullanım
yerleri ve sıklıklarından hareketle iki kısım arasında belirgin bir farkın
olmadığını, her ikisinin de aynı kalemden çıktığını doğrulamıştır. Bir başka
görüşse, başına gelen bir olay nedeniyle romanı baştan yazmaya başlayan Cao
Xueqin’in, ömrünün vefa etmediği, öldükten sonraysa komşusu Gao E’nin eldeki
müsveddelerden yararlanarak çalışmayı tamamladığı yönündedir. Tüm romanın aynı
elden çıkmış olabileceğine bir başka dayanak da birinci kısımda işaretleri
verilen fakat tamamlanmamış kimi olayların ikinci
kısımda mantıklı bir biçimde tamamlanmış olmasıdır. Ancak 1791’de
basılan ilk nüsha 80 bölümken Afyon Savaşı sonrasında 120 bölümlük Gao- Cheng
nüshası yayınlanmıştır. Eser 1842 yılında basılmış, 1892’de Hong Kong’da
İngilizce olarak iki cilt halinde bir baskısı daha yapılmıştır. Günümüzde on
altı farklı dilde çevirisi bulunmaktadır, ondan fazla yayınevi tarafından
basımı yapılmaktadır. Bunların arasında Renmin Wenxue Yayınevinin 1981 ve 2003
baskılan notlandırılmış ve diğer nüshalarla karşılaştırmalı düzeltmeler
içermektedir. Bu yazıda her iki baskıdan da yararlanılmıştır.
[145] Romanda
gerçekten yüzlerce karakter bulunur; bunların çoğunluğunu genç kadınlar
oluşturur ve pek çoğunun hikâyesine yer verilir. Romanın esas konusu, iki ana
karakter, Jia Baoyu ve Lin Daiyu arasında geçmektedir ve bu iki genç diğer hane
halkından farklı, biraz başına buyruk bir mizaca sahiptirler. (He 2010: 11)
‘Konağın prensi’ diyebileceğimiz Baoyu ders çalışmaktan nefret eden, kuzenleri
ve hizmetçileriyle oyun oynamaktan hoşlanan uçarı bir çocuktur.
Duygusallığıyla, erkeklerden daha ziyade kızların arkadaşlığından hoşlanan Jia
Baoyu, hizmetçilere de hane halkına karşı davrandığı gibi davranır; bu
yaklaşımıyla sosyal tabakalar arasında ayırım yapmamakta bu yüzden de hem
eleştirilmekte hem de çevresi tarafından çokça sevilmektedir. Lin Daiyu ise son
derece hassas, çabuk öfkelenen ve keskin dilli bir genç kızdır. Roman boyunca
sık sık ağlayan bir görüntü vermektedir. Konakta kendisini bir yabancı gibi
gören Lin Daiyu diğerlerine bağımlı olduğunu düşünmektedir. İçine kapalı genç
kız yıllar önce kaybettiği ailesi için yas tutmakta ve içten içe Jia Baoyu’den
hoşlanmaktadır. Üçüncü önemli kişi ise Baoyu’nün kuzeni olan Baochai’dır.
Baochai, Daiyu’nün aksine saygılı, anlayışlı, nazik ve büyüklerine karşı özenli
bir genç kızdır. (Zheng; Zheng 2006: 67). Gençler konakta mutlu bir yaşam
sürmektedirler ancak Baoyu’nün evlenme yaşı geldiğinde aile büyükleri, Daiyu’yü
mizacından dolayı eş olarak düşünmeyerek Baochai’yi seçerler. (Cao 2003: 1422)
Daiyu üzüntüsünden hasta düşer, Baoyu ile Baochai’ın düğün gecesinde, kan
kusarak yaşama veda eder. Baoyu gerçeği öğrendiğinde adeta aklını yitirir.
Aşağıda çevirisi verilen bölümün, romanın ana temasıyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır.
Bu nedenle ana tema, bu kısa dipnotta özet olarak verilmiştir.
[146] Wu
Chang E#; Ren {I. ‘İnsan Sevgisi’, Yi
|ft ‘Doğruluk’, Li ¡¡üTören’, Xin fif ‘İnanç’, Zhi
Ü? ‘Bilgelik’. San Gang H^Evladın anne-babasına, kadının kocasına, küçük
kardeşin ağabeyine, arkadaşın arkadaşa ve en nihayet tebaanın hükümdarına karşı
sorumluluklarını anlatır. (Ames 2001 ’den; Zhongyong 20: 8)
[147] Kadının
sadakat, fedakârlık ve koşulsuz hizmet gibi kavramlarla uzun süre kuşatılması
en acımasız örneğini “ayak bağlama” âdetinde görülür. Kadının sadakat ve
edilgenlik gibi kavramlarla desteklenen “bağımlılık” bedene zarar verme
derecesine varmıştır. Güzellik anlayışını da belirleyen bu adet; kız çocukların
küçük yaşta ayaklarının tarak kemiklerinin kırılarak sıkıca bağlanması şeklinde
uygulanır. Böylece üç cun (üç hat: yaklaşık 10 cm) büyüklüğünde ayakları olan
“narin” ve “aciz” kadınlar ideal eşler olarak görülürler. Bu uygulamanın cinsellikle
de ilgili olduğu bilinmektedir. Daha fazla bilgi için bknz. (Ünal 2011).
[148] Zadegân
sınıfi, çok yönlü karakteriyle Çin’de en göze çarpan sınıftır; üç yönlü bir
işleve sahiptir. Merkezle bağları yönünden (l)siyasi, (2)idari ve ekonomik
işlevleri olmasının yanında (3)toplumsal eğitim işini de üstlenmiştir. Devlete
memur ve idareci yetiştiren sınıf Çin’de zadegân sınıfıdır. Bu sınıf bir oranda
Osmanlı toplumunda kendine has özellikleri olan ıkta sahipleri ve taşranın
zadegân aileleri ile karşılaştırılabilir.
[149] Konfüçyusun
etkili takipçilerinden Xun Zi (M.Ö. 4.yy.) “en büyük
erdem tören’e tam uygunluk”tur der (Chen 1999). Xun Zi, Tören’in
gereğini hiçbir zaman doyurulamayacağını düşündüğü arzuların engellenmesi için
bir araç olarak ortaya koyar. (Peerenboom, 1990, 328) Bir diğer önemli isim Mengzi
ise tören’i, siyasetin en temel dayanaklarından biri olarak
görür; “tören’e aykırı hareket eden hükümdara karşı gelmek dahi meşru
sayılır” (Needham 2000; 114). “Göğün Altı’nda yol hâkim
olduğunda tören ve müzik hükümdardan çıkarak yayılır ve her
yeri fetheder, yol hâkim değilken beylerden çıkar, beylerden
çıktığında etkisi yalnızca on nesil sürer...” (Lunyu 16:2) Öte yandan bu
sınırlandırıcı görüşe karşı çıkan Laozi, “törenler çoğalıyorsa ülkede bozulma
var demektir” (Laozi, 38) sözleriyle, tören’e ve kurallara bağlılığın
toplumda iyiye değil kötüye işaret ettiğini ileri sürer ve törenin
yüzeyselliğini eleştirir. Çin tarihinde baskın olan toplumsal
yapı töreni kutsallaştıran Konfiıçyüsçü yaklaşımı iki bin yıl boyunca
sürdürmüştür.
[150] Liu Jinjin, “Hong Lou Meng’da
Cinsiyet” adlı çalışmasında, romanın kadın karakterlerini daha önceki Çin
romanlarındaki kadınlarla karşılaştırıyor. Liu’ya göre Hong Lou Meng’ın
kadınları bu eserde artık, “erkeklerin yanında zaman zaman görünen, yan
figürler” değildir; kadınların sosyal yaşamdaki konumları bakımından romanın
ilerici olduğunu dile getiriyor. (Liu 2006; 159-160).
[151] Yazar
geleneksel değerlerin temsilcisi olarak resmettiği bu karaktere pek fazla
diyalog yazmamıştır. Buna karşın onu daha çok torununa verdiği cezalar, eğitimi
ve ahlakçı tavrıyla ön plana çıkarmıştır. Bu sebeple adı içinde “Konfiıçyüsçü”
anlamındaki “ruM” imi geçmektedir.
[152] Adamotu
olarak verdiğimiz bitki ginseng’dir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar