Okunası Yazılardan
GUAN YİN
Keelung limanına bakan 22,5 metre yüksekliğindeki Kuanyin heykeli, Keelung,Tayvan
Guan Yin (觀音; Pinyin: guān yīn) Uzakdoğuda Budistler tarafından kutsal kabul edilen Merhamet Bodhisattvası. Kaynağı
Hindistan'daki Sanskrit Avalokiteśvara inancından almaktadır. Batıda ise Merhamet
Tanrıçası olarak bilinir. Guan Yin, Dünyanın seslerini
dinleyen anlamında Çince Guan Shih Yin kelimesinin kısaltılmış şeklidir.
Guan Yin Japonca'da Kannon ya da Kanzeon şeklinde adlandırılır. Korece Gwan-eum veya Gwanse-eum; Vietnamca ise Quan Âm ya da Quan
Thế Âm Bồ Tát Kuan Yin'in bu ülkelerdeki ismidir.
Tarihçe
Guan Yin Bodhisattva Avalokitesvara'nın Çince ismidir. Bu inanışa benzer formlarda Tibet'te de Chenrezig adıyla rastlanır. Guan Yin
inancı ilk olarak M.Ö. 1 yüzyılda Budizm ile birlikte Çin'de yayılmaya
başlamıştır. Ancak zamanla Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerindeki halk inanışları
Guan Yin'e çok farklı özellikler atfetmiştir. Hindistan ve Tibet'te
Avalokitesvara bir erkek olarak resmedilirken, onun Çinli versiyonu Guan
Yin Song Hanedanlığı'ndan (960-1279) itibaren bir kadına benzetilmiştir.
Kuan Yin tasvirleri
Çin'deki Guan Yin heykelleri ve resimleri genelde Guan Yin'i beyaz uzun bir
elbise giymiş, boynunda kraliyet ailesinin simgesi bir gerdanlıkla
gösterir. Sağ elinde içinde su olan bir çömlek, sol elinde ise bir
söğüt dalı bulunmaktadır. Başındaki taçta ise, Kuan Yin'in Bodhisattva
olmadan önceki ruhani hocası Amitabha Buddha'nın resmi bulunur.
Guan Yin'e birçok doğaüstü güç atfedilmiştir. Bunlardan hastalıkları
iyileştirme ve acılara çare olmak dışında, Çin'de Guan Yin'in çocuğu
olmayanların da yardımına koştuğuna inanılır. Kimi yerde ise Kuan Yin'in on bir
başlı ve bin kollu olarak resmedildiğini görürüz. İnanışa göre Kuan Yin
yeryüzündeki acılardan yani samsara döngüsünden kendisi kurtulmuş olmasına rağmen, dünya üzerindeki tüm
duyarlı canlılar kurtulana dek bu dünyada canlıların yardımına koşmaya kendini
adamıştır. Adından da anlaşılabileceği gibi yeryüzündeki her sesi duyabilmek
gibi bir yetenek geliştirmiştir. Bu yeteneği sayesinde her tür yardım dileyen
sesi duyabilir ve yardıma koşar. Onun bu kararlılığını gören Amitabha Buda ona
on bir tane baş ve bin tane kol verir.
Tüm bu özellikleri Guan Yin'in uzakdoğu ülkelerinde, özellikle de
Çin'de Buda kadar önemli ve yaygın bir simge yapmıştır. Hatta Çin'de Guan
Yin Taocular tarafından da kutsal sayılır. Ayrıca Çin çaylarından Wulong'un bir
türü de Kuan Yin'in adıyla anılır:
GUAN YİN İLE YAPILAN HAYALİ GÖRÜŞME
Elhamdulillahi rabbil âlemin ve vesselatü vessalamü ala rasülina Muhammedin
ve ala alihi sahbihi vesellim.
Dört yüzde varolan sır, yüzlü yedisine haber verilen müjdedir. Hakkın
saklandığı zamanda kulluğa ve sırra işaret etmek gerekli olmuştur.
Âlemlere rahmet gönderilen Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemdir. Onun
yoluna dönmeniz ve kulluğuna teslim olmak gereklidir denildi. Merhamet yolunun
sırrını nefse hoş gelen hususlara bağlı tutarak, hakkımızda olmayanları
söylemenizden rahatsız olduğumuz değil mi ki hak batıla karıştı gitti. Alemler
yaratıldı yaratılalı rahmet temsilcisi Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellemdir. Bizde görünenler ise hep ondan payımıza düşenlerdir. O Âdem
aleyhisselâmdan önce de peygamberdi. Ruhlarımız Ondan feyz alır ve bereketlenirdi.
Her şeyden O’ndan bahsederdi. İspatı mümkün olmayan şeyin peşinde
koşmayınız. kendinizi oyalayarak nefsinizin peşinde koşmanızdan bizde usandık.
Artık ışık kapılarını kapanacaktır. Israr edenler için büyük sıkıntılar gelecek
görünüyor. Şeytanlar salıverildiğinde tek muhafız Allah Teâlâ ve Hz.
Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemdir.
Herşeyin tanıdığı hak olanı biz biliyoruz. Sizde bilin. O da Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemin getirdiği yoldur. Ben Guan Yin, O’na inanıyorum.
Kapısında bekleyen biri olarak sizide yanıma bekliyorum. Benim hakkımda bir
şeyler söyleyenlerden beriyim. Bize inanan, Onun yoluna dönsün, bizi sevende .
Bundan sonra sorumluluk bizden düşmüştür.
Guan Yin rahmet peygamberinin kapısının eşiğinin tozu gibidir.
KARA GÜNLER VE İBRET LEVHALARI
SES’DEN İKTİBASLAR
(Kara günlerin küçük manzaralarını ve iniltilerini, o zamana göre, dile
getirmiye çalışan «SES» den iktibas)
EŞKİYALIK DERDİ
17/Teşrini evvel (Ekim)/1918
Şimdiye kadar çekdiğimiz çileler yetmiyormuş gibi başımıza bir de eşkiyalık
belâsı musallat oldu, garbin ve tedbirsizliğin doğurduğu bu dâhiye herşeyden
evvel ortadan kaldırılmadıkca bizim için kurtuluş imkânı yoktur ve olamaz.
Çünkü dört senedir devam eden felâketli muharebenin köy külübelerinde bırakdığı
boşluklar, saçdığı pek acı sefâletler ve yoksulluklar ancak emniyyet ve âsâyiş
ile doldurulabilir, tâ’mîr edilebilir. Böyle olmadıkça memleketlerimizin
âkibeti maâzallah yine ve daha çok fenâ olacakdır.
Bizde eşkiyalık derdinin en fazla yüklendiği yerler köylerdir. Halbuki
enginde ve uçurumda bulunan devlet gemisini selâmet kıyısına ulaştırabilecek
kuvvet yine köylerdir. Köylüler şimdiye kadar her belâya sabrettiler, hükümetin
bütün dileklerine , buyruklarına eyvallah dediler, memleketi —kadın ve çoluk
çocuklarıyla çalışmak suretiyle— doyurdular, orduyu beslediler. İstedikleri
yalınız bir şeydi: «Memleket kurtulsun, müslümanlık dirilsin».
Fakat bin çeşid felâketlerin üzerine tüy diken bu eşkiyalık beliyyesi o
zavallılara herşey’i unutdurdu, dünyâya geldiklerine bile peşîman etdirdi.
Vatan düşmanların çizmeleri altında ezilirken, varlığımız haysiyyetimiz
çiğnenirken gözlerini velinimet köylülere çeviren şakiler; kimsesizlik,
hastalık, millî endîşeler içinde kıvranan o bedbahtlar üzerinde yaman bir derd
kesilmişdir.
Köylü ilk zamânlarında eşkiyâyı avutabilecek kadar ahırında hayvan
kesesinde para, anbarında ekin bulabiliyor, bunları vermekle canını kurtarmıya
güc yetirebiliyordu. Fakat günden güne bir tufan gibi akıp gelen ve çoğaldıkça
çoğalan eşkiyâ sürüleri karşısında, zavallı, bundan da mahrum kaldı. Hattâ
köylerde âile sandığına mahsus eşya ile âile nâmusuna varıncaya kadar hepsi
yağma edildi, yırtıldı. Ya son ümidlerle sallanıp kalan hayatlar... evet, bunlar
da didiklendi; parçalandı.
Bacası tüten, fakir, zengin herkesi doyuran, köylerinde köşe taşı gibi
oturan ağalardan sağ kalanlar bugün bir lokmayı bulamayacak bir hale gelmek
üzeredirler. Bunlar köylerin temel direğidirler ve o direklerin yıkılması, bütün
ocakların sönmesi demekdir. Yeşil tarlalarını, sevimli hayvancıklarım, dede ve
baba kabirlerini bırakarak kasabaların vefasız kucağına atılan ağalar bugün
hıçkırıklarla ağlıyor, bir nur, bir çâre, bir kurtuluş yolu arıyor. Kırlarda,
obalarda ve hattâ nâhiyelerde bugün hâkim olan kuvvet —saklamayalım ki— eşkiyâ-
dır.
Hükümetin kanunu susdurulmuş, adâleti kaldırılmışdır. Bu hallerin devâmı bizim ebedî
batmamızdır. Pâdişâhın afvinden bile ibret dersi alamayan ve günler, dakikalar
geçtikçe çoğalan eşkiyâ hakkmda fevkalâde tedbirler kurulması artık farz oldu.
Biz vak’alar ve şahıslar üzerine şimdilik birşey yazmak istemiyoruz. Çünkü
sükûnete son derece muhtâcız. Dimağlarımız yorulmuş, vuran kalblerimiz
dinmişdir.
Fakat —hele herkesçe belli olan son hâdiseler üzerine olsun — ehemmiyyetle
dikkat gözünü çekmeyi vazife biliriz. İslâmda kavmiyyet (ya’nî
ırkçılık) yokdur, kardeşlik vardır. Akan bir damla kan bile bizim için pek elim
bir zarardır.Binâen’aleyh çarpışan kuvvetlerin derhal önüne geçmek, şekavetde dolaşarak
hâlâ köyleri soyan, son ümidlerimizi de söndürmek üzere bulunan adamların
zulümlerine nihâyet vermek lâzımdır. Allah’ın binâsını yıkanlara karşı sabr ile
seyirci kalmak nasıl doğru olur?...'
Sh: 41-43
Kaynak: Hasan Basri ÇANTAY, KARA GÜNLER VE İBRET LEVHALARI, 1964, İstanbul
BÜTÜN MESELE KARPUZCUYU BULMAKTA
Bir mürid mürşidine "zamanın sahibi kimdir" diye
sormuş. Mürşidi,
"şu üç kişiden biridir, git bak hangisidir, sen bul" demiş.
Üç kişi testici, camcı ve karpuzcu imiş.
Testiciye gelmiş bir şeyleri alıyım derken bilerek kırmış, testici
"Olur efendim, insanlık hali" deyip olgunlukla karşılamış. Sonra
camcıya gitmiş, orada da kaza süsü vererek dükkanın raflarını aşağılara
indirmiş, kırmış. Aynı olgunluk camcıda vaki olmuştur.
Son olarak karpuzcuya gelmiş, başlamış "şunu kes alacağım",
demiş, "kabak, olmaz" , "bunu kes alacağım", derken kesik
karpuzlardan tezgâhta yer kalmayınca karpuzcu kızmış, "Alacağın
bir karpuz al ve git, kesmeden karpuzu bilemediğin gibi, kestiklerin boşa
gitti, yemediğinde senin değil", demiş.
Mürid Mürşidine gelmiş,
"Efendim!"
"Olsa olsa testici ile camcı zamanın sahibi olur, karpuzcuda merhamet
de, sabırda yok, ", demiş. O zaman mürşidi,
"Hayır, zamanın sahibi karpuzcu, o olması gerekeni, yapmasını bilen ve
isteyendir" demiştir.
"Allah, Rahman sıfatını Rahim sıfatı ile sınırlamasa idi, şeytanın
şerrinden insanlar kendilerini koruyamazdı."
"Besmeledeki rahman isminin peşinden gelen rahimin manası budur.
Zamanın sahibinde her iki sıfat beraber tecelli etmiştir."
"Racim" ile "Rahim"in arasını bir nokta ayırmıştır. O
nokta insandır. Aşk üstadı İblis kabullenemediğinden huzurdan kovulmuştur.
İblis bir nokta ile huzurdan kovuluyorsa, bize düşende âlemin merkezindeki noktayı
bulmamızdır. Bu nokta ise "âlemlere sığmam bir müminin kalbine
sığarım" denilen yerdir ki, sanki birebir Hakkın kendisidir.
İZMİR-1914
İzmir, son onbeş yıl içinde, gerek, akademik ve gerekse popüler nitelikte
pek çok çalışmaya konu oldu; hakkında kaleme alman makalelerin derlendiği
hacimli kitaplar yayınlandığı gibi, bazı dergiler İzmir'i konu alan özel
sayılar hazırladı. Kuşkusuz şehrin kendisi, sahip olduğu geçmişiyle ve hali
hazır konumuyla bu ilgi artışını fazlasıyla hak ediyor. Osmanlı
Devleti'nin uluslararası sermayenin çekim alanına girmesiyle birlikte hızla
yükselişe geçen İzmir, bir yandan ekonomik ve siyasal oluşumdan içindeki rolüyle,
diğer yandan kozmopolit yapısıyla, incelenmesi zorunlu şehirlerin üst sırasına
yerleşmiştir. Antik dönemdeki önemi bir yana bırakılacak olursa,
yalnızca yukarıda belirttiğimiz özelliği bile araştırmaların artışını
açıklayabilecek gerekçeye sahiptir. Nitekim daha 1920'lerde dünyanın çeşitli
şehirlerini incelemeye yönelen Amerikalılar'm, Akdeniz havzasında İstanbul ile
İzmir'i seçmeleri tesadüf değildir.
Yabancıların İzmir'in çeşitli yönlerini ayrıntılı olarak tanımaya
yönelmeleri, şehrin artan ticarî önemine paralel olarak, XIX. yüzyılın ikinci
yarısında yoğunlaşmıştır. Hüseyin Rıfat'ın da belirttiği gibi, Avrupalılar
İzmir hakkında işlerine yarayabilecek en küçük bilgi kırıntılarını bile
derlemekten geri durmamışlardır. Avusturya - Macaristan imparatorluğu İzmir
Konsolosu Dr. Kari von Scherzerin 1873’te Viyana'da yayımladığı La Province de
Smyrne adlı kitabı ile Fransa'nın İzmir Konsolosu F. Rougon'un Smyrne Situation
Commerciale et Economique başlığıyla 1892'de Paris'te basılan kitabı, bu türün
ilginç ve kapsamlı örneklerini oluşturur. Sherzer'nin kitabının önsözünde
belirttiğine göre amaç, "Ön Asya'nın coğrafık, ekonomik, ve entellektûel
durumu üzerine ve özellikle de Türkiye'nin ikinci büyük şehri ve önemli bir
ticaret merkezi olan İzmir'in zengin kaynaklan, yabancı kültür, bilim ve
girişimciliğine uygunluğu üzerine yeni ve mutlu olanaklara yol açarak
saptamalarda" bulunmaktır. Bu arada İndicateur des Professions
Commerciales et İndustrielles de Smyrne de I'Anatoli ete., başlığıyla
yayınlanan yıllıkları da unutmamak gerekir. Böylece AvrupalIlar İzmir'de
meydana gelen değişiklikleri yıl yıl izleyebilmektedir.
Türkler'in bu türde yayım faaliyeti XX. yüzyılın başına kadar,
İmparatorluğun tüm vilayetlerinde ''genel'' olarak uygulanan "resmi"
salnamelerin yayınlanması düzeyinde kalmıştır. Bu çerçevede, ilki Hicri 1296
(1879) senesinden 1326 (1908) senesine kadarki dönemde, Aydın Vilayeti'ne
mahsus olmak üzere 25 adet salname yayınlanmıştır. Bilindiği gibi, vilayet
salnameleri ilgili vilayetin yönetim birimlerini, görevli listelerini,
vilayetin yerleşim alanlarındaki bina, ağaç, hayvan, araba vb. miktarlarını,
beldenin yerleşiklerinin sayısını, cinsiyet, mezhep ve etnik köken açısından
oranlarını, beldedeki ticaret ve ekonomik faaliyetlerini, okulları, hastaneleri,
kütüphaneleri vilayette yayınlanan gazeteleri, yabancı devlet temsilcilerini,
beldenin tarihi ve coğrafi özelliklerini ayrıntılı biçimde belirlemek amacıyla
düzenlenmişlerdir/1) Bu açıdan düşünüldüğünde, son derece önemli bilgiler
içerdiği aş'ikâr olan salnameler, konu ile ilgili araştırmacılar için
vazgeçilmez birer kaynaktır. Ancak sahip oldukları "resmi" niteliğin
üstüne çıkamayan salnameler, bir ikisi hariç, genellikle yasak savar bir
anlayışla ve birbirlerinin bilgilerini tekrarlar mahiyette hazırlanmışlardır.
Bu nedenle çoğu zaman hayal kırıklığı yaratmakta, hatta bazen yanıltıcı bir rol
oynamaktadır.
Aydın Vilayeti'ne ait ilk özel yıllık, Hizmet gazetesi yazarlarından Cevad
Sami ile İzmir Maarif Müdürlüğü muhasebe memurlarından Hüseyin Hüsnü Bey'in
Aydın Vilayet-i celilesinin ahvâl-i tabiîye, ziraîye, ticarîye ve İktisadîye
vesair ahvâlinden bahis 1321 sene-i mâliyesine mahsus Nevsal-ı İktisad adıyla
1905’te hazırlayıp yayınladıkları kitaptır; Hüseyin Rıfat'ın aktandığına göre,
yazarları tarafından önce Muhtıra-ı Sâl adıyla yayınlanmak istenen kitabın
basımı için gerekli izin kitabın adı değiştirilmek şartıyla ancak sekiz ayda
alınabilmişti.
Nevsal-ı İktisad, İzmir'de "olan"ı değil de "olması
istenen"i aktarması açısından resmî salnamelere benzer bir görünüm
sergilemekle beraber, pek çok yönden salnamelerden ayrılır. Nevsal-ı İktisad'ta
vilayetin yönetim yapısına ilişkin bilgiler yer almaz. Bunun yerine İzmir'de
İktisadî önemi olduğu varsayılan her konuya yer verilmeye çalışılmıştır.
Yazarlarınca her yıl yayınlanması düşünülen Nevsal-ı iktisad, Hüseyin Rıfat'ın
ifadesiyle "devr-i sabıkın bir takım seyyiat-ı ahvali" nedeniyle
devam ettirilememiştir.
Yeni harflere aktararak sunduğumuz, Hüseyin Rıfat'ın, 1330 sene-i
Mâliyesine Mahsus Ticaret Rehberi, Aydın Vilayetine ilişkin düzenlenen özel
yıllıkların ikinci örneğini oluşturmaktadır Fasiküller halinde düzenlenen
eserin ilk fasikülünün yayını, dönemin önde gelen İzmir gazetelerinde Ahenk'te
şu satırlarla duyurulmuştu. "Hizmet ve Dellal gazeteleri müdür ve
muharrir-i sabıkı Hüseyin Rıfat Bey tarafından vilayetimizin ticarî, İktisadî
vesair bir çok nokta-ı nazarlarından şiddetle muhtaç olduğu malumat ve
tafsilat-ı muhtevi olmak üzere (Ticaret Rehberi) namı altında gayet zengin,
rengin bir eser neşr edilmeğe başlandığını, hatta bunun birinci formasının da
intişar ettiğini gönderilen bir nüshasının mütalaasından anlıyoruz.
Bu eser - müessirinin beyanına göre - yalnız muhteviyat olarak bin sahifeyi
tecavüz edecek, asar-ı cedide ve atikaya ait beşyüzü mütecaviz resimle müzeyyen
olacak, bundan maada İzmir'in mütehhiz zevatının fotoğraflarını da ihtiva
edecektir. Bu çıkan birinci forması yirmi zatın resimleriyle böyle müzeyyendir.
Mühim bir eseri vücuda getirmek büyük bir fedakarlığa muhtaç olduğu gibi, bunu
iktiham etmek de şüphesiz ebedi bir muvaffakiyet add edilecektir."
Hüseyin Rıfat'ın eseri kendinden önce yayımlanan salnamelerden ve Nevsal-ı
İktisad'tan önemli farlarda ayrılmaktadır. Öncelikle eserin hemen hemen her
satırında Hüseyin Rıfat’ın gazeteci kimliği, hem de muhalefeti ön planda tutar
bir şekilde kendini göstermektedir. O İzmir'i turist davet eder bir üslupla
anlatmaz; sorunlarını öne çıkarır, konunun uzmanlarına başvurur, hatta bazen
sayfalarını doğrudan onlara terkeder. İzmir'in nüfusunu tartışır, belediyeyi
eleştirir, ziraatin, ticaretin geliştirilmesi için öneriler getirir. İkinci
olarak eser, dönemin önde gelen simalarının fotoğraflarına yer vererek, adeta
İzmir'in elit tabakasının bir panaromasını sunmaktadır. Bunun yanında içerdiği
reklamlar ile, bizim savaş öncesi İzmir'ini tanımamızı kolaylaştırır. Ne yazık
ki, savaş, Hüseyin Rıfat'ın yaklaşık bin sayfa olarak planladığı eserin büyük
kısmının yayınını engellediği gibi, daha sonraki yıllar için de projenin
sürdürülememesine yol açmıştır. Eserin bu haliyle de büyük yararlar
sağlayacağını umuyorum.
Hüseyin Rıfat'ın bu kitabını yayına hazırlarken, metni olduğu gibi vermeyi
tercih ettik. Reklâm metinlerini ve fotoğrafları bir iki küçük değişiklikle
özgün boyutlarında tutmaya çalıştık. Ne yazık ki metinden iki parçayı çıkarmak
zorunda kaldık. Bunlardan ilki Ziraat Mektebinin anlatıldığı bölümde, mektepte
okutulan ders müfredatıdır, ikinci kısım ise vilayetten toplanan vergilerin
kazalara göre dökümünü içeren cetvellerdir. Son derece önemli olduğunu düşündüğümüz
bu bilgiler, büyük karmaşa ve hata barındırıyordu. Yine de merak edenler,
eserin orijinaline bakabilirler, iç kapakta da görüleceği gibi Hüseyin Rıfat,
eserine oldukça ve kapsamlı bir başlık koymuştur. Ancak içerdiği bilgiler göz
önüne alındığında İzmir 1914 başlığını daha uygun olacağını düşündük. Umarım bu
müdahalemiz, yazara karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilmez.
Sayın Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, İzmir şair ve yazarları üzerine
yayınlanmamış çalışmasından Hüseyin Rıfat'a ait bilgileri bizimle paylaşma
inceliğini gösterdi. Çoşkun Akar dostum kitabın biçim kazanmasında büyük emek
sarfetti. Sayın Emrehan Küey, İzmir’e ilişkin kitap basma cesaretini, herşeye
rağmen tekrarlamaktan çekinmedi. Hepsine teşekkür ederim.
Dr. Erkan SERÇE
Şirinyer/İZMİR
Mart 1997
Kaynak:Hüseyin Rıfat İZMİR-1914 Aydın Vilayeti 1330 Sene-Malîyesi Ticaret
Rehberi, Yayına Hazırlayan:Dr. Erkan SERÇE, Akademi Kitabevi, 1997, İZMİR
BABAMIN BAŞKA MASALLARI
Baba bana bir masal anlat. İçinde ne savaş olsun, nede
gözyaşı. Kimse ölüm denen yokluktan ya da terörden bahsetmesin olur mu?
Ben her şeyin bir gün düzeleceğine inanmak istiyorum,.
Bir gün elbet çiçekler açacak, hiçbir anne göz yaşı dökmeyecek. Herkesin insan
olduğu bir dünya gerçekten var olacak değil mi?
Baba ben umutlarımı yitirmek istemiyorum. Eğer şimdi
hayattan vazgeçersem bir daha olmayacak. Hayat zaten benden bir sıfır önde.
Bedenim ve ruhum bunu kaldırmaz ki!
Neyleyim olan bunca geçici şeyi. Sahi
bunlar mutluluk verecekti de ben mi inanmadım?
Bilmiyorum ama ben bir gün daha gözlerim yaşla dolsun
istemiyorum. Elbet bu dediklerim İsyan değil sadece Allah'tan bir istek. Kim
bilir baba belki sen benim için aracı olursun değil mi ?
Baba sen bana anlat, masallarla uyutulan bir devirde
sadece gerçeğin masalını. Hırsızlar olmasın herkes adaleti bilsin istiyorum.
Baba, kim bilebilir ki, belki bir çocuk daha senin anlattığın masalı duyar.
Baba öyle çok uyumak istiyorum ki. Öyle çok yoruldum
ki. Hayat denen yol ne kadar uzun gitmekle bitmiyor. Ben henüz yolun başındayım
hayallerimle bekliyorum ama baba sen yine de bir masal anlat. Her şeye rağmen
olmaz mı?
En azından bedenimde taşıdığım şu kalbimi küçük bir
zaman diliminde de mutlu kılayım. Ses ver baba orda mısın?
Yerin rahat mı?
Annem söylemişti cennet sahiden çok mu güzel?
Çok erken oldu gidişin ama sen benimle birliktesin
değil mi baba?
İşte tam burada sol
yanımda. Ben yine gelirim babacığım. Bu sefer sana papatyalar getireceğim hani
geçen gün anlattığın masaldaki prensesin tacındaki çiçeklerden. Babacığım, bir
dahakine hangi masalı anlatacaksın?
blngul
‘STRANGER İN STRANGER LAND’ YABAN DİYARLARDAKİ YABANCI
Kısaca
bir Özet
‘Yaban Diyarlardaki Yabancı’,
Mars’a keşfe giden Enwoy adlı
gemide kazaya uğradıktan sonra sağ kalan Valentine Michael Smith‘in hikâyesidir.
Kahraman Valentine Michael Smith Mars’a
giden ilk seferindeki astronotun oğludur. Ancak bu seferdeki mürettebat öldükten
sonra yetim kalan Smith, akıl, beceri ve organları üzerinde tam kontrole
sahip Marslıların kültürüyle büyütüldü. Yaklaşık yirmi yıl sonra düzenlenen
ikinci seferde ise mürettebat Smith’i bulur ve Dünya’ya getirilir.
Smith gezegenler arası seyahat yapan ve
değerli buluşların sahibi annesinin Lyle Drive’nde bulunduğu bir
partinin kaderi varisi olduğu için, varlığı siyasi piyon haline gelir.
Michael, Marslılar ve onların kültürüne
göre yetiştiğinden arz insanı kültürüne olabildiğince yabancıdır. Dünya’nın
atmosferine ve yerçekimine alışık değildir. O bir kadın görmemiştir. Bu nedenle
Bethesda Hastanesi’nde sadece erkek personel tarafından tedaviye alınma
zorunluluğunu doğurdu. Ancak bu hususu bir meydan okuma ve kısıtlama
olarak gören , Hemşire
Gillian Boardman Smith’i görmek için korumaları geçerek Simth ile bir bardak su
paylaşarak onun arzda gördüğü ilk kadın ” su kardeşi “ olur.
(Havva Misali) Bu ilişki “su kardeşliği” Mars ilkelerine göre kutsal bir
ilişki olarak kabul edilmiştir.
Gillian, Smith’ le olan hadiseyi
muhabiri Ben Caxton söyler, onlar Smith hakkında hükümetin yalanlarını karşı
hareket etme düşüncesini doğurur. Ben, daha sonra, Gillian ile Smith’i
ikna ederek hastaneden ayrılmayı başarırlar. Ancak Dünya Hükümeti’nin emriyle
hükümet ajanları tarafından saldırıya uğrarlar. Takibe alınırlar.
Gillian, aynı zamanda bir doktor ve bir avukat olan ünlü bir yazar
olan Jubal
Harshaw’ın evine Smith’i taşırlar .
Smith psişik yetenekleri ve çocuksu bir
saflık ile birleştiğinde insanüstü arz bilgilerini groklamaya ve anlayış
göstermeye çalışır. Harshaw, Smith’e dinini anlatmaya çalıştığında, Smith
sadece her şeyde kaybolmamış organizma içeren ” groks biri ” olarak “Tanrı” kavramını anlar . O bu kötü bir
çeviri olduğunu bildiği halde bu ifade ” Sen Tanrı’sın “ (Sen Tanrının Sanatısın) dır. Bu ifade
Mars kavramını ifade etmek için en uygun olandır. Mars’ta hükümet “eskilere” ait bir gerçektir. Marslıların ruhları
ölmüş, savaş, giyim ve kıskançlık gibi diğer birçok insanî kavramlar, ona
yabancıdır . Bu aynı zamanda komünyon bir ruhla, sevdiklerini ve ölü
bedenlerini yemek için arkadaşlar için gelenektir. Sonunda Harshaw, Smith için
özgürlük ve Mars sahipliğini verilmesini hukukunu düzenler.
Smith ünlü olur ve Dünya’nın elit
tarafından ağırlanır. O New Vahiy Fosterite Kilisesi, popülist dâhil olmak
üzere birçok dinleri araştırır. Onu etkileyen Fosterite Kilisesisi
Kurucusu Rahip Foster, dünyadaki tüm diğer büyük dini liderlerin sahip olduğu
iki özelliğe sahipti: Çok çekici bir kişiliği vardı (onu eleştirenler, başka
sıfatlarla birlikte “hipnotize edici” sözünü de sık sık kullanıyorlardı) ve
cinsel olarak insan normları içinde bir yere sahip değildi. Dünyadaki büyük
dini liderler ya tümüyle cinsellikten uzaktılar ya da bunun tam tersi
geçerliydi. (Büyük liderler, yeni bir şeyi başlatanlar ama üst düzey
yöneticiler değil.) Foster cinsellikten uzak değildi.
Karıları ya da baş rahibelerinin hiçbiri
de öyle değildi. Yeni Vahiy Kilisesi’ne geçiş ve kabul edilme, genellikle
Valentine Michael Smith’in daha sonradan yakınlaşma için uygun bulduğu töreni
de içerirdi.
Tabii ki bu, yeni bir şey değildi. Arz
tarihindeki pek çok mezhep, tarikat ve sayılamayacak kadar çok sayıda büyük din
özünde aynı tekniği kullanmıştı ama Foster’ın zamanından önce Amerika’da bunu
büyük ölçekli bir şekilde görmek mümkün olmamıştı. Metodu ve organizasyonunu
tarikatının yayılmasını sağlayacak şekilde “mükemmelleştirmeyi” başaramadan
Foster’ın, kasabalardan kovalandığı çok olmuştu. Organizasyonunda masonluk, Katoliklik, Komünist Parti ve Madison
Caddesi’nden etkilenmeler vardı, tıpkı Yeni Vahiy’i yazarken eski
metinlerden birçok parçayı bir araya toplaması gibi… ve hepsini, müşterilere
uygun şekilde Hıristiyanlığın özüne dönüş adında bir şekerle kaplamıştı. Herkesin katılabileceği bir dış kilise ayarlamıştı… insan,
bu kilisenin pek çok hizmetinden yararlanıp yıllarca “arayıcı” olarak
kalabilirdi. Sonra sırada dışarıya “Yeni Vahiy Kilisesi” olarak görünen orta kilise vardı, günahlarından arınmış mutlu
kişiler, katkı paylarını ödüyorlar, kilisenin sürekli genişleyen iş
bağlantıları ağından yararlanıyor ve hepsinin keyfîni bitmek tükenmek bilmez
karnaval atmosferinde çıkarıyorlardı, Mutluluk, Mutluluk, Mutluluk!
Günahları bağışlanıyordu ve kiliselerini
destekledikleri sürece geriye günah olan pek az şey kaldığından diğer
Fostercılarla dürüstçe geçiniyor, günahkârları lanetliyor ve Mutlu
kalıyorlardı. Yeni Vahiy özellikle eşlerin birbirini aldatmasını savunmuyordu;
sadece cinsel ilişkiyi tartışırken mistik bir hava takınılıyordu.
Orta kilisenin günahtan arınmış üyeleri
doğrudan saldırı gerektiğinde şok askerleri olarak görev yapıyorlardı. Foster,
yirminci yüzyılın başlarında var olan Wobblielerden [Wobblieler: Tüm işçilerin
gücü ve etkinliğini artırmayı hedefleyen radikal bir işçi sendikası. ]bir
numara ödünç almıştı; bir toplum gelişen Fostercı hareketini bastırmaya
çalışırsa, başka yerlerden gelen Fostercılar, polis de hapishaneler de yetersiz
kalıncaya dek o kasabaya doluşuyorlardı ve genellikle polisler dayak yiyor,
hapishaneler de yıkılıyordu.
Bir savcı olaylardan sonra dava açacak
kadar cesur davransa bile, davayı sürdürmesi imkânsız oluyordu. Foster (savaş
alanında dersini aldıktan sonra) böyle suçlamaların gerçekten de kanuni
suçlamalar olduğunu fark etmişti; bir Fostercının tutuklanması, Foster
aleyhinde ne eyalet mahkemesinde, ne de ulusal Yüksek Mahkeme’de bir dava
açılmasına yol açmadı.
Ama görünürdeki kiliseye ek olarak bir
de İç Kilise vardı, bu isim dışarıya hiç sızmamıştı… bunlar sadece rahipliğe yükselecek
kadar adanmış olanlar, kilisenin tüm cemaat liderleri, anahtarları ve kayıtları
koruyanlar ile politika belirleyenlerden oluşuyordu. Bunlar “yeniden doğanlar”dı, günahın ötesindeydiler, cennetteki
yerleri hazırdı ve iç kilisenin gizemlerini sadece onlar bilirdi… ayrıca
doğrudan Cennet’e yollanmaya sadece onlar adaydı.
Foster, bunları büyük bir titizlikle
seçiyordu, operasyon çok fazla büyüyene kadar her birini kendi elleriyle
seçmişti. Mümkünse kendisi gibi erkekler ve rahibe eşleri gibi, dinamik,
tümüyle ikna olmuş (kendisinin olduğu gibi), inatçı ve en basit, insani anlamıyla
kıskançlıktan uzak (ya da günah ve kusurları temizlendikten sonra böyle olmaya
hazır) kadınlar. Hepsi de potansiyel satirler [gizli ilişkide bulunan] ve
nymphelerdi [peri-tabiat ilähesi] çünkü iç kilise, Amerika’da hiç görülmemiş ve
bu yüzden talebin çok fazla olduğu Dioniysyen bir yapıya sahipti.
Ama çok dikkatli davranıyordu; adaylar
evliyse, her iki de gelmek zorundaydı. Bekâr bir adayın cinsel açıdan çekici ve
yine cinsel açıdan atak olması gerekirdi; ve rahiplerine her zaman erkeklerin
sayısının kadınlara eşit ya da daha fazla olmasını öğütlemişti. Hiçbir yerde
Foster’ın Amerikan tarihindeki benzer tarikatların tarihini araştırdığı
yazmıyordu… ama bunların çoğunun çöküş sebebinin rahiplerin sahiplenici cinsel
tutkularının sonuçta kıskançlığa ve şiddete yol açması olduğunu ya biliyordu ya
da hissetmişti. Foster bu hataya asla düşmedi; hiçbir kadını sadece kendisine
saklamadı, yasal olarak evli olduğu karısını bile.
Ayrıca kendi iç grubunu büyütmeye de
çalışmadı; halk tarafından bilinen orta kilise, suçluluk duygusuyla yüklü ve
mutsuz kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince seçenek sundu. Bir
yerdeki uyanış, “Cennetsel
Evliliğe” uygun iki çift
bile çıkarsa, Foster’a yetti; eğer uygun kimse yoksa Foster tohumların
büyümesini bekledi ve bir rahip ya da rahibe göndererek bunların beslenmesini
sağladı.
Ama mümkün olduğu sürece her zaman aday
çiftleri, yanında birkaç adanmış rahibeyle birlikte kendisi test etti. Böyle
bir çift zaten orta kiliseden geçip “arınmış” olduğundan pek bir risk taşımadı…
kadın adayla ilgili risk hiç yoktu ve her zaman rahibelerini yollamadan önce
erkek adayı kendisi iyice değerlendirirdi.
Smith zamanla bir büyücü gibi kısa bir
kariyere sahip oldu. Sonunda Smith ile Fosterite kültünün (özellikle
cinsel açıdan) öğelerini Mars-kültü ile birleştirerek “Bütün âlemlerin
Kilisesi” kurar. Batı ezoterizmin üyeleri Mars dil öğrenmek ve
psikokinetik yetenekleri kazanmak için kiliseye dâhil olurlar.Ancak bu kilise sonunda Fosterites tarafından kuşatılır “küfür”
binası olur. Kilise birçok siyasetçiye ve karşı çıkanlara karşı
şiddet eylemi gerçekleştirmektedir. Smith ve onun takipçileri güvenliği
tehlikeye girer. Smith polis tarafından tutuklanır ama, kaçar ve onun
takipçileri döner. Daha sonra Jubal devasa servet ve kilisenin mirasçısı
olduğunu açıklar. O ve yeni yetenekleri ile Kilise üyeleri yeniden
organize insan toplumları ve kültürleri mümkün olacaktır. Smith, Fosterites
tarafından hazırlanmış bir çete tarafından vurulur. Smith, ölüm korkusu ve sonra intihar
girişiminde kurtardığı Juballe, konuşur ve ölür. Jubal Smith’in hatıraları
kaybolmadan ve istekleri doğrultusunda eski koşulları yeniden yaratmak için
Jubal evine döner. Bu arada Smith enkarne olarak Fosterites kurucusu
Baş Melek olarak belirir .
MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ŞEYH ABDURRAHMAN-İ TAĞİ MUHAMMED DİYÂUDDİN’E
(Kuddise sırruhu'l-âlî) MEKTUBU
Şeyh Abdurrahman-i Taği Muhammed Ziyâuddîn kuddise sırruhu'l-âlî hazretleri
aynı zamanda dini ve milleti için savaşan millî kahramanızdır. I. Dünya
Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı mücadele etti. Bu
çarpışmalar sırasında bir kolunu kaybetti.
Muhammed Ziyâuddin kuddise sırruhu'l-âlî hazretlerinin I. Dünya Savaşı'nda
gösterdiği bu şecaat; Mustafa Kemal Paşa'nın dikkatini çeker. Bir
mektup göndererek takdir ve tebriklerini sunar, Millî mücadelede de kendisine
yardımcı olmasını M. Ziyaûddin Hazretlerinden rica eder. "Nutuk"'un
vesikaları bölümünde bulunan bu mektubun metni şu şekildedir.
Vesika, 52 13.08.1919
Nurşin'li Büyük Şeyh, Şeyh Muhammed Diyauddin Efendi Hazretlerine
Faziletli Efendim:
Zat-ı fazilanelerinizin Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusuna
yapmış olduğunuz üstün vazifeler ve yüksek Hilafet makamına ve saltanata
göstermiş olduğunuz bağlılıklara içten ve yakından haberdar bulunuyorum. Bu
sebeple zat-ı âlinize kalben pek büyük hürmetim vardır.
Bugün Hilafet makamının, Osmanlı Saltanatının ve mukaddes vatanımızın
düşmanlarımız tarafından nasıl rencide edilmekte ve Vilayati
Şarkiyemizin (Şark vilayetlerimizin) Ermenilere hediye edilmesinde nasıl ısrar
olunduğu sizin malumunuzdur. Millete dayanmayan İstanbul Hükümeti, bütün
düşman saldırıları karşısında aciz ve naçiz kalarak, milletin hukuku ve
memleketi müdafaa edememekte olduğu görülmektedir. Bu sebeple milletimizin
varlığını bütün dünyaya göstermek ve hukukumuzun şahsi kararlarla yok
edilmesine müsaade etmeyeceğimizi anlatmak maksadıyla resmî makam ve sıfatımdan
ayrılarak, milletin içinde ve milletle beraber çalışmaktan başka çare görmedim
ve derhal askerlikten istifa ettim.
Acı olaylar karşısında her tarafta teşekkül eden Millî ve Vatanî
cemiyetlerin yetkililerinden oluşmak üzere Erzurum'da toplanan bir kongre
ile "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" teşekkül
etti ve millî birliğimizi içte ve dışta temsil eylemek üzere bir temsil heyeti
kabul edildi. Bu hususa ait beyan-name ve nizamnamelerden yüce zatınıza takdim
ediyorum. Zat-ı fazilaneleri cemiyetimizin en muhterem üyesinden bulunduğunuz
vesilesiyle mukaddes için cümlece kabul edilen himmet ve gayretlerinin,
teşkilatımızın o mıntıkaca tesiri ve zarar veren düşmanın telkinlerinin boşa
gitmiş olacağına eminim. Birkaç güne kadar Batı Anadolu ve Rumeli'nin bütün
vilayetinden gelmekte olan yetkililerle de genel bir Kongre Sivas'ta
yapılacaktır. Cenâb-ı Hakkın yardımı ve Peygamberi Zişanımızın Şefaati ile
bütün milletimizin bir noktada birlikte olduğunu ve hukukunu muhafaza ve
müdafaaya kadir bulunduğunu cihana göstereceğiz.
Yakında Millet Meclisini açtırmak ve millete dayanan kuvvetli bir hükümeti
iktidara geçirerek, vatanın selametini temin eylemek nasip olacaktır.
Muhabbet ve hürmetlerimin kabulünü ve havalideki bilcümle
vatandaşlarıma selam ederim. Efendim Hazretleri.
Sabık Üçüncü Ordu Müfettişi
Mustafa Kemal
Kaynak:
ŞEYH ABDURRAHMAN TAĞİ-İ MUHAMMED DİYÂUDDİN’İN (Kuddise sırruhu'l-âlî),
İŞARETLER Hazırlayan: Emekli Yarbay Mehmet ILDIRAR, Umran Yayınları, Kasım1995-
sh:209
ATATÜRK Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt III, M.E.Basımevi, İstanbul 1973, sah.
942-943
Erişim: http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=5288&ctgr_id=121
HRISTIYANLIKTA DEVRİM
Papa: Cinsellik Tanrı'nın muhteşem bir
armağanıdır
BBC
Övgü Pınar/Roma
9 Nisan 2016
Katolik Kilisesi lideri Papa Francesco,
ailevi konularda bir tavsiye belgesi yayımlayarak boşanıp yeniden evlenmiş
çiftlerin kiliseden dışlanmaması, eşcinsellere saygı gösterilmesi ve kadın
haklarının tanınması mesajlarını verdi.
Papa, cinselliğin yalnızca ailenin devamı
için bir görev gibi görülmemesi gerektiğini de belirterek "Cinsellik
Tanrı'nın muhteşem bir armağanıdır" dedi.
Aile temasını görüşmek üzere 2014 ve
2015'te toplanan Kilise Meclisi'nde alınan kararların ardından Papa Francesco
dün, Katoliklere tavsiye niteliğinde bir kılavuz belge yayımladı.
"Aşkın Sevinci" başlıklı kılavuzda Papa, Kilise Meclisi kararlarında ya da Katolik
doktrininde büyük bir değişikliğe gitmese de Kilise'nin görevinin yargılayıp
dışlamak değil anlayış ve merhamet göstermek olduğu mesajını verdi.
Papa, boşanıp yeniden evlenmiş Katoliklerin kilisede komünyona kabul
edilmemesi geleneğine karşı çıkarak her bir çiftin vakasının yetkili din
adamlarınca değerlendirilmesi ve kilise kapılarının bu kişilere kapanmaması
çağrısı yaptı.
Papa, eşcinsel evlilikleri konusunda
ise "aynı cinsiyetten kişilerin birlikteliğiyle Tanrı'nın
tasarladığı evlilik ve ailenin" birbirinden farklı olduğunu belirtti.
Öte yandan, "Cinsel
yöneliminden bağımsız olarak her bireyin onuruna saygı gösterilmelidir" diyerek
her türlü ayrımcılık ve şiddetten kaçınılmasını istedi.
'AŞKIN EROTİK BOYUTU'
Evli çiftlerin cinsel yaşamları konusuna
da "Aşkın erotik boyutu" başlığı altında değinen
Papa şu ifadeleri kullandı:
"Cinselliği yaratan Tanrı'nın kendisidir.
Cinsellik, O'nun yarattıklarına muhteşem bir armağanıdır...
Aşkın erotik boyutunu hiçbir şekilde, müsaade edilen bir kötülük ya da
ailenin iyiliği için katlanılması gereken bir yük olarak
değerlendiremeyiz."
Papa, kadın hakları ve kadına karşı şiddet
sorunuyla ilgili olaraksa "Kadın haklarının tanınması ve kadının
kamusal hayata dahil olması konusunda önemli ilerlemeler kaydedilse de bazı
ülkelerde halen yapılması gerekenler var. Kabul edilemez alışkanlıklar hala tam
olarak ortadan kalkmadı" dedi.
Kadına karşı şiddeti "erkek
gücünün değil yozlaşmış bir korkaklığın göstergesi olarak" nitelendiren
Papa, "Evli çiftler arasında kadına karşı sözel, fiziksel ve
cinsel şiddet uygulanması, bu birlikteliğin yapısına ters düşer" ifadesini
kullandı.
Bekar annelerin durumuna da değinen Papa Francesco, "ayrılık
ya da başka nedenlerle tek başına çocuk yetişmek zorunda olan kadınların" Kilise
tarafından yargılanıp tek başına bırakılmaması, merhametle karşılanması
gerektiğini belirtti
Erişim: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160409_papa_aile
İNSAN BİR ŞEHİR GİBİDİR
Aşık Paşa Garibnâme kitabının dördüncü babın altıncı destanında diyor ki:
yer ve gök büyük bir memleket gibidir. Bunun orta yerinde insan bir
yola benzer. Bu yol üzerinde büyük bir şehir vardır. Uslu, deli
herkes o şehirden geçer. Bu şehirde bir taht kurulmuştur. Bunun
üzerinde oturan hâkim Allah’ın hükmüdür. Bu hâkimin mülkü can, hazine odası
gönüldür.
Akıl, keyyal yani kile ile ölçerek zahire dağıtan memurdur.
Fehm yani anlayış kuvveti peymane yani ölçektir.
Bu şehrin dört kapısı vardır. 1. Göz, 2. Kulak, 3. Dil, 4. Parmaktır.
İyi kötü her şey o kapılardan geçer, akıl önüne arzolunur. Bazı şeyler
gözden girer, elden çıkar. Kimi kulaktan girer, dilden çıkar. Zira gözün
gördüğünü el işler. Kulak işitir, dil söyler.Kulak sözü alır gönüle verir, yine
gönülden o söz dile gider.
Hülâsa gözden giren elden çıkar. Kulaktan giren dahi dilden çıkar. Zira
âlem dün ve bugün ondadır. Bazan surette bazan gönülde ve candadır. Bu âlem bir
dolap gibi hiç durmadan çevrenur yani döner. Her vücuda kısmeti ne ise o
veçhile yetişir. Herkes kendisine ne lâyıksa onu ondan alır.
Vâkıa münafık olan insanların görmek ve işitmek hususlarında sadık
müslümanlardan farkı yoksa da münafikların işleri ve sözleri çok farklı olur. Mü’minlerin hayrı çok ve şerri
yoktur. Münafıkların ise hayrı yok ve şerleri çoktur. Zira mü’min hayrı gördüğü
vakit alır, kursağında bir iyi iş bin olur. O hayırlı işler hep onun elinden
çıkar. Bu sebeple mü’minin yolu haktır. Vâkıa münafikın gözile gördüğü hayır
onun dahi gönlüne girer ama, kursağında yok olur. Onun için elinden çıkmaz.
Söze gelince bu da kulaktan girer, gönüle iner. Yine gönülden dile gelir.
Kulak iyi ve yavuz yani fena her sözü işitir. Zira işitmek kulağın işidir. Bu
söz işitmekte büyük ve küçüklerin hiç farkı yoktur. Fakat bunları söyledikleri
vakit aralarındaki fark belli olur. Her kimin kalbindegizli ne varsa
açılır. Mü’minlerin kulaklarından giren güzel sözler yine dillerinden
çıkar, fakat münafıklar işitecekleri güzel sözlerin hiçbirini dillerine
götürmezler. Onlar küfür söylerler. Çünki onu severler.
Sh:20-22
CAN NEDİR?
Aşık Paşa Garibnâme’de şöyle diyor: İlmin adı gerçi dışarıda yazılıdır.
Fakat tadı canda gizlidir. Onun için ilim canlara delildir. Fakat canın ne
olduğunu kimse bilmiyor. Cismin bütün cünbüşü, hareketi can sayesindedir. Can
gidince cisim hiçbir iş göremez. Tenin cümle dirliği canladır, hiç şüphesiz
ister benim olsun ister senin.
Fakat acaba canın tende durağı neresidir?
Biliyor musun?
Tende midir, yoksa dışarıda mıdır, bu can nerededir?
Can neye benzer, ya nedir?
Buna bir nişan gösterebilir misin?
Can su mudur, toprak mıdır, yel midir, ateş midir?
Yahut bunların hiç birisi değil de yalınız kuru bir isimden mi ibarettir?
İyi ama tenin diri olması için su, hararet... lâzımdır. Onların hangisi
olmazsa bu ten ölür. O halde dinle de ben söyleyeyim:
Bazı şeyler su ile bulur hayat
“Yani sudan diridir cümle nebat”
Hayvanlar ile bazı halkın hayatları Allah’ın emrile kaimdir. Bazı halkın
canlan dahi ruh-u kudsîdir. Şu halde insanın cismi nebat gibi büyür, nefsi
hayvanın hayatı gibi yaşar. Canı da ruh-u menfûhtur (Üflenen Ruh). Bununla
beraber şunu biliyoruz ki halk onsuz değildir.
Hiç kimse bilmedi can nidüğin
Gelmeği ve gitmeği nicedüğin
Deprenen ten dünyade cansız değil
Pes bilin kim muteberdir işbu can
Çün anınla diridir işbu cihan
Sh:27-28
İBRET ALACAK BİR HİKAYE
İsa (aleyhisselâm) havariyyuna demiş:
Sizin bir kardeşiniz uyumuş olsa ve yel onun eteğini açsa, keşf-i avret
vaki olsa neylerdiniz?
Onlar demişler ki örterdik ve uyandırırdık.
İsa (aleyhisselâm) demiş:
Yok belki keşf-i avret ederdiniz. Dediler:
Subhanallah bu nice olur? Dedi:
Sizden biriniz bir kardeşinin ayıbını görse aşikâr ediyor. Bu ondan daha
çirkindir.
Sh:209
Kaynak: Mehmed Ali Aynî, Türk
Ahlâkçıları-1939, Kitabevi,1993- İstanbul
DESİNLER DURSUNLAR CENNET ÇALIŞMA İLE GİRİLECEK BİR YER DEĞİL
Allah Teâlâ’m büyüklüğüne inanıyorum.
Küçükten bir şey beklemek şanına yakışmaz.
Büyüklüğünü göstermez misin?
Günahkar yüzümle kapına geldim.
Kovulacak bu yüzü
Güldürmen çok zor değil.
EZİYETİ ÇEKEN NEFS MÜKAFATI ALAN RUH MU OLMALIDIR?
Yıllardır, nefsin ve ruhun üzerinden bilinir ve bilinmezlik arasında
polemik yapılır. “Nefs şöyle kötü, ruh ise o kadar kusursuz” falan
gibi. Ancak ceza ve mükâfat kategorisinde her türlü hakaret ve eziyeten nasip
alan bu nefsin yerine ruha pay biçilir. O hale gelir ki başkalaşım
geçirmediği müddetçe nefs kötülenmeyle kalmadığı gibi birde cennete giremeyecek
kadar aşağılanmıştır. Bakınız: http://www.sorularlaislamiyet.com/article/14393/eski-filozoflarin-ahiret-hakkindaki-gorusleri-nelerdir.html
Önemli olan burada nefsin ruhla ilişkisinde gerçekten aşağılanması gereken
bir varlık olmaktan öte, değerli olması gerekmektedir. İnsanı, insan
sıfatlı yapan ruh değil, nefsdir. Eğer nefs olmasaydı meleklerden
üstün olamayacaktı.
Tasavvufun terbiye sisteminde ruh ve nefs ekolleri vardır. Görülen o ki
nefs terbiyesi ruh terbiyesinden üstün olmasıdır. Çünkü nefsde bir değişim
başkalaşımdan bahsetmek ruhtaki olandan daha reeldir. Ruhun değişimi ise iyiliğinin
derecelerinde olmasıyla bir üstünlük değil, varlık olma yürüyüşünde olan
üstünlük ve dahası gibi algılanmasıdır. Nefs, aşağılamış olarak yerinden
kalkarak iyiliğe doğru ve daha ilerisi ölüme varacak kadar azimli bir yolculuğu
seyretmesidir. Allah Teâlâ buyurdu ki:
“O Allah ki, sizi güçsüz (zayıf) bir şeyden (nutfeden) yarattı. Sonra
zayıflığın ardından (sizi) kuvvetli kıldı. Sonra (sizi), kuvvetin ardından
zayıf ve ihtiyar kıldı. O (Allah), dilediğini yaratır. Ve O; Âlim’dir (en iyi
bilen), Kaadir’dir (herşeye gücü yeten).” Rûm Suresi 54
Bu anlatılan nefsin evreleriyle asıldan alakalıdır. Misal olarak, bir insan
için yapılan her türlü nasihat ile şehveti terbiye edebilmesindeki zirve ancak
ihtiyarlık döneminde en yüksek mertebeye ulaşır. Genç iken zorlamalı va azimli
sabır takviyesi ile terbiyeli olma hali, ihtiyarlıkta iken zorunlu olmaktan çok
vasıf olarak gözükür. Burada ruh dediğimiz hususun bahtiyarlığıda nefsin
kemaliyle dolaylı olarak yücelmektedir.
Bir başka örnek;
Hacı Hasan Akyol efendimiz, şeyhi Tokatlı Mustafa Hâkî kuddise
sırruhu'l-âlî ile görüşme esnasında babasının hayatta olup olmadığı
sorulunca, “Efendim küçük yaşta kaybetmişiz” dediklerinde,
Hâki Efendi, “oğlum Allah Teâlâ seni bahtiyar yaratmış” buyurmuşlar.
Bu misalin benzeri küçük yaşta anne ve baba kaybetmenin gerçeği nefsin
terbiyesinde olan noksanlık değerlerinin azaltılması kaderi çizgiyle murat
edilmesidir. Tarihçi Arnold Toynbee, öğrencilik döneminde yurt hayatının tercih
edilmesini tavsiye eden görüşleri de belkide bu metefordan gelen bir ilham
olabilir. Nefsin yetişme çizgisinde geçirdiği evrelerdeki
düşkünlükler/noksanlıklar [öksüz-yetim kalmak gibi], kötülük olarak
algılanmaktan çok değişim ve karakter oluşumunda daha yüksek yerlere varmanın
birinci olmasada ikincil önermeleridir. Peygamberlerin hayatını incelendiğinde
nefsin terakkisinde insan için en fazla engel olan unsurlar olağan bir kader
içerisinde olumlu şekilde kaldırılmıştır. Bu şekilde Allah Teâlâ tarafından
ismet sıfatında zayıflık ve bulanma olmaması irade edilmiştir.
Hulasa ruh ve nefis denilen hususları ayrı birer cevherler olarak düşünmek
yerine bir madalyonun iki yüzü olarak kabule etmek uygun olan görüştür. Eskiden bu türlü düşünmek yerine
ayrıştırılmış varlık düşüncesi, günahların sebebi illetinde ruhun durumu yani
Allah Teâlâ ile olan ilişkisi ve safiyeti halel gelme korkusudur diyebiliriz.
Bu nedenle nefsi ayrı düşünmek insanlara kolay gelmiş olabilir. Ruhun Allah
Teâlâ’nın nefesi olarak düşünme telakkisi ile safiyetini korumak kaygısıyla
yapılan bu düşünce tarzı kendi içerisinde birçok zıtlıkları da beraberinde getirmiştir.
Çocukken ruhumuz ve nefsimizin temizliği gayret göstermeden bulunuyorsa,
ihtiyarlıktada aynı şekilde vardır. İhtiyarlıktaki olan safiyet
dahi bir gayretin sonucu ile değil, nefsin ihtiyarlığı ile alakalıdır. Kutuplar
için doksan yaşının baz alınmasının bir hikmetinde yaş faktörü bulunması nefsin
ihtiyarlığı ile alakalıdır. Yoksa ruhun tam bir olgunlaşma vasfı değildir.
Herkes için neden yok denilebilir. Buna da cevap insanların nefsiyle olan
bağlantı hususunu tekrar hatıra getirebiliriz. Nefs ne hususta
terakkiyi arzu ederse o yerde hatmiyete kavuşur. Ruh insanın doğumu
gelişimi ve ölümü ile hiçbir değişim gösteremez. Ayniyeti ile gelir gider.
Çünkü peygamberlik çalışma ile kazanılan bir değer değildir. Allah Teâlâ’nın
muradıdır. Yine Menkabelerde ruhun hapsedilmiş gibi düşünülmesi, kafesten kaçış
hikayelerini hatırlamak gerekir. Kemalât ruhda zannedilir, halbuki her zaman
nefs ile alakalıdır. Bu konuda Vahdet-i vücüd muarızları meseleye nefs
cihetinden baktıklarında vahdet-i şuhudu isbat etmeleri de kolay olacaktır.
Yine nefsin durumu ruhun rahmanın nefesinden ayrılmış düşüncesini pasifize
ederek Allah Teâlâ’nın hâlik sıfatının isbatında ruhtan daha elyak olur ki, kul
ve rabblik ilişkisine daha güzel görünüm verebilmektedir.
Ruhun varlığı Hakk ile benzeşen karakteriyle hedefimiz olamaz. Bizler nefs
tarafımızla kulluğun tadını çıkarmaya bakalım.
Allah Teâlâ’nın razı olduğu nefs takdir edilmiştir. Ruh için bu türlü bir
bilgi yoktur. Ruh belki Allah Teâlânın kendinden bir parça
görünümünde olmayı hak edebilir. Bu ise Hakk katında bir övünç
kaynağı değildir.
Terbiye olmuş nefs, rıza makamına ulaşmak için göstereceği seyr ile
hakikikatin gerçeğini bulmuştur.
ALLAH TEÂLÂ |
RUH |
|
Madde değildir ve benzeri yoktur |
Madde değildir. |
|
Mekânsızdır |
Mekânsızdır |
|
Allah Teâlâ´nın âlem ile beraberliği Ne içindedir, ne dışındadır. |
Ruhun bedene bağlılığı, ne bitişiktir, nede ayrıdır. |
|
Allah Teâlâ, bilinemez, nasıldır denilemez |
Allah Teâlâ, insanın ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak
yaratmıştır. |
|
Âlemi varlıkta durduran, Allah Teâlâ´dır. |
Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. |
|
Allah Teâlâ anlaşılamayandır. |
Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmıştır. |
D VİTAMİNİ KALP YETMEZLİĞİNE ÇARE OLABİLİR
James GallagherBBC Sağlık Editörü
5 Nisan 2016
İngiltere'de yapılan yeni bir araştırma, D
vitamini almanın bazı kalp hastalıklarına iyi gelebileceğini ortaya koydu.
Kalp yetmezliği çeken 163 hasta üzerinde
yapılan deneyler, normal olarak vücutta cildin güneşe maruz kalmasıyla üretilen
D vitaminini takviye olarak almanın, kalbin kan pompalama kapasitesini
artırdığını ortaya koydu.
Çalışmayı Leeds Üniversite Hastanesi'nden
bir ekip yürüttü ve araştırmaların sonucu, Amerikan Kalp Hastalıkları Fakültesi
(American College of Cardiology) tarafından düzenlenen bir toplantıda sunuldu.
İngiltere Kalp Hastalıkları Vakfı ise
takviye vitamin almanın etkileriyle ilgili daha kapsamlı deneyler yapılması
çağrısında bulundu.
Kemik ve diş sağlığı için hayati önem
taşıyan D vitamininin vücutta başka bir çok iyileştirici etkisi olduğu
düşünülüyor ama çoğu insan bu vitamini yeterince almıyor.
Yaş ortalaması 70
Leeds'de yürütülen deneye katılan
hastaların yaş ortalaması 70'ti ve o yaştaki insanların çoğu gibi yaz
mevsiminde dahi D vitamini eksikliği çekiyorlardı.
Kalp hastalıkları uzmanı Dr. Klaus Witte
"Dışarda daha az zaman harcıyorlar ama aynı zamanda ciltlerinin D vitamini
üretme kapasitesi de yaşla birlikte azalıyor. Bunun neden böyle olduğunu henüz
bilmiyoruz" diyor.
Deneye katılan hastaların bir kısmına bir
yıl boyunca her gün 100 mikrogramlık birer D vitamini tableti, diğer kısmına
ise D vitamini olduğuna inandıkları birer şeker tableti verilmiş.
Araştırmacılar bu süre içinde vitaminin
kalp yetmezliği yani kalbin kan pompalama yetersizliği üzerindeki etkisini
incelemişler.
Burada ölçü, kalbin her bir çarpışında ne
kadar miktar kan pompalayabildiği.
Image copyrightPA
Sağlıklı bir yetişkinde bu kapasite
kalpteki kanın yüzde 60-70'i dolayında iken, kalp yetmezliği çeken birinin
kalbi, kanın ancak dörtte birini pompalayabiliyor.
Reçete için henüz erken
Fakat bir yıl içinde D vitamini alan kalp
hastalarında pompalama oranının yüzde 26'dan yüzde 34'e çıktığı saptandı.
Araştırma ekibinden Dr. Witte BBC'ye
"Bu çok önemli bir oran. Çok pahalı bazı tedavi yönmetleriyle de ancak bu kadar
gelişme sağlayabiliyorsunuz. İnanılmaz bir sonuç. Üstelik fındık fıstık gibi
ucuz, yan etkisi de yok. Son 15 yıldır böyle bir sonuç alınmadı" dedi.
Çalışma, D vitamini alan hastaların
kalplerinde küçülme de görüldüğünü ortaya koydu. Uzmanlar, bunun kalbin daha
etkin ve güçlü hale gelmesiyle ilgili olabileceği gönüxühre,
Fakat ekip kalp hastalıkları için D
vitamini reçetesi yazmak için henüz erken olduğu görüşünde.
Dr. Witte, "Henüz o noktada değiliz.
Aldığımız sonuçlara inanmadığımız için değil fakat daha kapsamlı bir
araştırmaya ihtiyaç var" diye konuştu.
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160405_vitamind_kalp
ABDULLAH-I TERCÜMAN (ANSELMA TURMEDA)
ANSELMO TURMEDA'NIN MÜSLÜMAN OLUŞU
Abdullah et-Tercüman (Anselmo Turmeda), aslen İspanyanın Mallorca adasına
mensup bir katolik-fransisken papazı iken, Müslümanlığı kabul etmiş (1420) ve
gerçeğe hizmet için "Tuhfetü'l-Erib (Lebîb) fi'r-Reddi 'ala
Ehli's-Salib" adlı bu eseri yazarak eski dindaşlarını Hak Din
İslamiyet'e çağırmıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in hak son
peygamber olduğunu Tevrat ve İncil'e dayanarak defalarca ispatlayan, Abdullah
Tercüman, misyonerlikle mücadele için geliştirdiği metotları bu kitapta
anlatıyor. İçerisinde Hıristiyanların kutsal kitabının muharref olup olmadığı
meselesi, bu kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmadığı meselesi, teslis
inancı, Kurân'ın Allah kelamı olup olmaması ve Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi
ve sellem)'in risaletinin hak olup olmadığı meseleleri bulunmaktadır.
Akdeniz'de Balear takımadalarının en büyüğü olan Mayorka adasında, bir ailenin
tek çocuğu olan Anselmo Turmeda isimli biri vardı. Altı yaşında iken bir
papazdan din ilmini öğrenmek üzere tahsile başladı. Sonra ilmini ilerletmek
üzere Katalan'da, Larde şehrine gitti. Din ilmini hayli ilerleten Anselmo, daha
da ilerletmek için Nebuniye şehrine gitti. Burada ilmi çok yüksek, kadri
kıymeti büyük bir papazın himayesi ve hizmetinde uzun müddet kaldı. Nikola
Mertil ismindeki bu papaz, bir gün hasta olduğundan derse gelmedi. O gün
talebeler kendi aralarında müzakerelerle meşgul oldular. Akşam olduğunda
Anselmo, papaz Mertil'in evine vardığında papaz:
— Bugün ne ile meşgul oldunuz? diye sordu.
Anselmo ise, arkadaşları ile bazı ders müzakerelerinde bulunduklarını fakat
İncil'in bir yerinde Hazreti İsa'nın «Benden sonra bir Peygamber gelir,
onun ismi Paraklit'tir» sözü üzerine hayli tartışma yaptıklarını
söyledi.
Papaz:
— Bu hususta arkadaşlarından kimler ne gibi sözler söyledi ve sen ne
dedin diye sordu.
Anselmo, kendi söylediklerini ve arkadaşlarının söylediklerini anlattıktan
sonra Papaz: «Sen biraz yaklaşmışsın, falan arkadaşın hiç isabet edememiş,
falan arkadaşın da biraz yaklaşmış», deyince Anselmo, büsbütün merak etti.
Papaza yalvararak bunun hakikatini sordu. Papaz Nikola, bir türlü söylemek
istemiyordu. Hattâ söylediği takdirde hayatının tehlikeye düşebileceğini ifade
ediyordu. Anselmo, papazın ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladı. Nihayet
Papaz Nikola, ağlayarak bu meselenin hakikatini anlatmaya başladı ve şöyle
dedi:
— Evlâdım! Ben bu hakikati hayatımın son zamanlarında öğrendim. Eğer, daha
evvel öğrenmiş olsaydım, benim için çok şeyler değişirdi. Burada İsa'nın,
benden sonra ismi Paraklid olan birisi gelecektir dediği zat, Müslümanların
peygamberi Hazreti Muhammed'dir. Paraklid'in tam karşılığı Ahmed'dir. Bu
hakikati benden duyduğunu kimseye söyleme. Eğer kendin hayırlı bir şey yapmak
istiyorsan, Müslüman ol, dedi.
Hocasından bu hakikatleri duyan Anselmo Turmeda, hemen memleketine döndü.
Altı ay kadar kaldıktan sonra, Tunus'a gitti. Orada kendi dilinden anlayan
birini bulup Müslüman olacağını anlattı ve Tunus Emiri Ebu'!l Abbas Ahmed'in
huzuruna çıkardılar. Huzurda Müslümanlığı kabul etti. Abdullah Tunus Emirinden
Tunus'ta bulunan ve kendisini yakından tanıyan Hıristiyanlardan kendisinin
sorulmasını istedi.
Hıristiyanlar, emir üzerine toplandılar.
Kendilerine Anselmo Turmeda isminde bir papazı tanıyıp
tanımadıkları soruldu. Hepsi, hakkında iyidir diye şahitlik yaptılar, O zaman
huzurlarına Abdullah çıktı ve Kelime-i Şehadeti getirdi. Perişan oldular. Bu
bizim içimizde en kötü kimse olarak bildiğimiz biridir demeye başladılar.
Abdullah, Tunus sarayında uzun müddet tercümanlık
görevinde bulundu, (Ne garip! Hıristiyanlar okudukça ve ilimleri ilerledikçe
Müslüman oluyorlar; Müslümanlar da cahillikleri çoğaldıkça Hıristiyan
oluyorlar.)
Abdullah-ı Tercümân, Akdeniz'de bulunan Balear
adalarının büyüğü olan Mayorka adasında, bir âilenin tek çocuğu idi. Asıl ismi,
Anselmo Turmeda idi. Hıristiyanlığa Reddiye olarak
yazdığı “Tuhfet-ül-erîb” kitabında, hayatını şöyle anlatır:
PAPAZ NİKOLA'NIN YANINDA
Babam beni, altı yaşına girdiğimde, bir papaz öğretmene teslim etti. Bu
papazdan İncîl'i okudum. İki senede, yarısından fazlasını ezberledim. İki sene,
İncîl'in lügatleri ve mantık ilmi üzerine çalıştım. Sonra Hıristiyanlarca ilim
merkezi sayılan “Larde” şehrine gittim. Burada altı sene kadar tıb ve
astronomi ilmi öğrendim. Dört sene kadar da İncîl'i ve lügatlerini okudum. Daha
sonra “Nebûniye” şehrine gittim. Orada zamânın en seçkin papazı olan Nikola
Mertil'den ders okudum. Bu papaza hükümdârlar bile mürâcaat eder ve hediyeler
gönderirlerdi. Bu papazdan Hıristiyanlık dininin usûl ve hükümlerini okudum.
Dâima hizmetinde bulunup, ona yakın olmaya çok i'tinâ ve ihtimâm gösterdim.
Papaz da, beni en yüksek talebesi olarak herkese takdim ederdi. Hattâ o kadar yakın
oldu ki, evinin ve anbarlarının anahtarlarını bana teslim ederdi. Böylece on
sene, Nikola'ya tam teslimiyetle hizmet ettim.
Bir gün papaz hastalanıp derse gelmedi. Derse gelenler arasında, Cenâb-ı
Hakkın Îsâ aleyhisselâma; “Senden sonra bir peygamber gelir, ism-i şerîfi
Paraklit'tir” meâlindeki ilâhi hükmü üzerinde çok münâkaşa oldu. Fakat
sonuca varılamadan meclis dağıldı.
“PARAKLİT İSMİNİ TARTIŞTIK”
Ben de oradan ayrılarak, papazın evine gittim. Bana; “Bugün aranızda
ne gibi hâdiseler cereyân etti?” diye sordu. Ben de; “Paraklit
isminde ihtilâf oldu” deyip, olanları anlattım. Papaz; “Sen ne cevap
verdin?” diye sorunca, ben, bir İncîl'de olan cevâbı verdiğimi söyledim.
Papaz; “Sen kusur etmemiş, sorunun cevâbınâ yaklaşmışsın. Filan hatâ
etmiş, falan yaklaşmış. Lâkin doğrusu bunlardan hiçbirisi değildir. Bu yüce
ismi, ancak ilimde çok ileri gitmiş olanlar bilir. Sizin ise, ilimden nasîbiniz
çok az bir şeydir” dedi. Bunun üzerine ben ona;“Efendim! Siz bilirsiniz
ki, ben vatanımı bırakıp uzak bir ülkeden buraya geldim. On senedir,
hizmetinize devâm ve rızânızı kazanmaya gayret ettim. Sizden sayılamayacak
derecede bilgi öğrendim. Şimdi siz muhterem üstadımdan, bu mübârek ismi dahî
bana açıklamak sûretiyle ihsânınızı tamamlamanızı istirhâm ederim”dedim. Papaz
Nikola Mertil, ağlayarak şunları söyledi: “Oğlum! Vallahi, bana olan iyi
hizmetin, sevgi ve sadâkatinden dolayı seni çok severim. Evet bu mübârek ismi
bilmekte sayısız faydalar vardır. Fakat, korkarım ki saklayamayıp söylersin.
Sonra Hıristiyanlar, seni o dakikada öldürürler” dedi...
“PARAKLİT, ‘MUHAMMED'DİR!..”
Papazın bu sözlerinden sonra, merak ve heyecanım bir kat daha
artarak; “Üstadım, Allah, İncîl ve Mesih hakkı için, bana söyleyeceğiniz
sırların hiçbirisini ifşa etmem” deyince, Papaz bana; “Oğlum, bil ki;
“Paraklit”, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek ismidir.
O'na, Danyâl aleyhisselâmın lisânı üzere dördüncü kitap olan Kur'ân-ı kerîm
nâzil olmuş ve bu kitabın, O Peygamber-i celîle nâzil olacağı ve dininin hak
din, milletinin de İncîl'de adı geçen beyaz bir millet olduğunu, Danyâl aleyhisselâm
haber vermiştir” dedi. Bunun üzerine ben; “Hıristiyanlık hakkında ne
dersiniz?” diye sorunca, papaz çok ciddi bir tavır alarak;
“Oğlum, eğer Hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın dîni üzere olsalar, ilâhî din
üzere kâim olmuş olurlardı” dedi. Ben,“Öyle ise bu işten kurtuluş nasıl
olur?” dedim. Papaz; “Müslüman olmakla” deyince,
ben; “Müslüman olan kurtulur mu?” diye sordum. O da; “Evet,
Müslüman olan kimse, dünyâ ve âhirette saâdet bulur” deyince,
ben;“Efendim, akıllı olan kimse, en fazîletli ve en hayırlı olan şey ne ise,
kendi için onu seçer. Siz, İslâm dininin fazîlet ve yüksek kıymetini
kavradığınız hâlde, niçin Müslüman olmadınız? Ne mâni vardı?” dedim.
Papaz; “Oğlum, eğer sen yaşta iken Hak teâlâ bana hidâyet buyurmuş
olsaydı, her şeyi terk eder, Hak dînine alenen girerdim. Dünyâya muhabbet, her
günâhın temeli ve başıdır. Hıristiyanlar, benim İslâmiyet'e az bir meylimin
olduğunu bilseler, derhâl öldürürler” dedi ve zâhiren Hıristiyanlık dîni
üzerine kalacağını bildirdi...
“BURADAN HEMEN GİT!”
Bunun üzerine ben; “Efendim, ben İslâm diyârına gidecek ve İslâm
dînine girecek olursam, bana yardım ve delâlet eder misiniz?” deyince, o
da; “Eğer aklın varsa ve kurtuluşa ermek istersen hiç durma, git. Fakat
konuştuklarımızdan bir şey sezdirecek olursan, Hıristiyanlar, seni o ânda
öldürürler ve ben seni kurtaramam”dedi.
Nikola Mertil, bunları söyledikten kısa bir zaman sonra öldü. Ben de oradan
ayrılarak Tunus'a gittim ve Müslüman olmakla şereflendim.
HRİSTİYANLIĞA REDDİYE
ABDULLAH TERCÜMAN
BEDİR YAYINEVİ / 1970
"ASLEN ANSELMO TURMEDA ADINDA BİR İSPANYOL PAPAZI İKEN, BİLAHERE
İSLAMİYETİ KABUL EDEN MÜHTEDİ ABDULLAH TERCÜMAN'IN "TUHFETÜ'L-ERİB
Fİ'R-REDDİ ALA EHLİ'S SALİB" İSİMLİ ARAPÇA ESERİNİN TERCÜMESİDİR"
Orjinal adıyla "Tuhfetü'l-Erib (Lebîb) fi'r-Reddi 'ala
Ehli's-Salib" adlı bu eser, ülkemizde son yıllarda artan misyonerlik
propagandasına cevap olacak nitelikte. Yazıldığı tarihten itibaren onlarca dile
çevrilmiş ve Avrupa üniversitelerinde doktora tezlerine konu olmuş ve kiliseyi
bunaltmıştır.
Kaynaklar
www.ilahi-tr.org
www.muhteva.com
vehbitulek.com
http://www.tahavi.com/rapid/hr.pdf
ESKİ RUBÂİLERİM -Muhyiddin Raif Yengin
Bir bahrdeyim tasavvurî müşkildir;
Garkâbeleri ka’rına der sahildir.
İhyayı maânî ederim ben sessiz;
Muhyi! demim î’câz-i-Mesîh-i-dildîr.
**
«Hafız» dan
Sordum güle: «cürmün nedir ey gül söyle.
Nıçün seni suzân ediyorlar böyle?»
Gül gülşen-i-hestîde dedi «cürmüm bu:
Bir gün yanılıp gülmüş idim bir şöyle!»
**
Hestî: f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet
Kaynak: Muhyiddin Raif Yengin, Eski
Rubâilerim, Cumhuriyet Matbaası-1946, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar