Print Friendly and PDF

Okunası Yazılardan






GUAN YİN

 

Keelung limanına bakan 22,5 metre yüksekliğindeki Kuanyin heykeli, Keelung,Tayvan

Guan Yin (觀音Pinyin: guān yīn) Uzakdoğuda Budistler tarafından kutsal kabul edilen Merhamet Bodhisattvası. Kaynağı Hindistan'daki Sanskrit Avalokiteśvara inancından almaktadır. Batıda ise Merhamet Tanrıçası olarak bilinir. Guan Yin, Dünyanın seslerini dinleyen anlamında Çince Guan Shih Yin  kelimesinin kısaltılmış şeklidir.

Guan Yin Japonca'da Kannon ya da Kanzeon şeklinde adlandırılır. Korece Gwan-eum veya Gwanse-eum; Vietnamca ise Quan Âm ya da Quan Thế Âm Bồ Tát Kuan Yin'in bu ülkelerdeki ismidir.

Tarihçe

Guan Yin Bodhisattva Avalokitesvara'nın Çince ismidir. Bu inanışa benzer formlarda Tibet'te de Chenrezig adıyla rastlanır. Guan Yin inancı ilk olarak M.Ö. 1 yüzyılda Budizm ile birlikte Çin'de yayılmaya başlamıştır. Ancak zamanla Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerindeki halk inanışları Guan Yin'e çok farklı özellikler atfetmiştir. Hindistan ve Tibet'te Avalokitesvara bir erkek olarak resmedilirken, onun Çinli versiyonu Guan Yin Song Hanedanlığı'ndan (960-1279) itibaren bir kadına benzetilmiştir.

Kuan Yin tasvirleri

Çin'deki Guan Yin heykelleri ve resimleri genelde Guan Yin'i beyaz uzun bir elbise giymiş, boynunda kraliyet ailesinin simgesi bir gerdanlıkla gösterir. Sağ elinde içinde su olan bir çömlek, sol elinde ise bir söğüt dalı bulunmaktadır. Başındaki taçta ise, Kuan Yin'in Bodhisattva olmadan önceki ruhani hocası Amitabha Buddha'nın resmi bulunur.

Guan Yin'e birçok doğaüstü güç atfedilmiştir. Bunlardan hastalıkları iyileştirme ve acılara çare olmak dışında, Çin'de Guan Yin'in çocuğu olmayanların da yardımına koştuğuna inanılır. Kimi yerde ise Kuan Yin'in on bir başlı ve bin kollu olarak resmedildiğini görürüz. İnanışa göre Kuan Yin yeryüzündeki acılardan yani samsara döngüsünden kendisi kurtulmuş olmasına rağmen, dünya üzerindeki tüm duyarlı canlılar kurtulana dek bu dünyada canlıların yardımına koşmaya kendini adamıştır. Adından da anlaşılabileceği gibi yeryüzündeki her sesi duyabilmek gibi bir yetenek geliştirmiştir. Bu yeteneği sayesinde her tür yardım dileyen sesi duyabilir ve yardıma koşar. Onun bu kararlılığını gören Amitabha Buda ona on bir tane baş ve bin tane kol verir.

Tüm bu özellikleri Guan Yin'in uzakdoğu ülkelerinde, özellikle de Çin'de Buda kadar önemli ve yaygın bir simge yapmıştır. Hatta Çin'de Guan Yin Taocular tarafından da kutsal sayılır. Ayrıca Çin çaylarından Wulong'un bir türü de Kuan Yin'in adıyla anılır: 

 

GUAN YİN İLE YAPILAN HAYALİ GÖRÜŞME 

Elhamdulillahi rabbil âlemin ve vesselatü vessalamü ala rasülina Muhammedin ve ala alihi sahbihi vesellim.

Dört yüzde varolan sır, yüzlü yedisine haber verilen müjdedir. Hakkın saklandığı zamanda kulluğa ve sırra işaret etmek gerekli olmuştur.

Âlemlere rahmet gönderilen Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemdir. Onun yoluna dönmeniz ve kulluğuna teslim olmak gereklidir denildi. Merhamet yolunun sırrını nefse hoş gelen hususlara bağlı tutarak, hakkımızda olmayanları söylemenizden rahatsız olduğumuz değil mi ki hak batıla karıştı gitti. Alemler yaratıldı yaratılalı rahmet temsilcisi Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemdir. Bizde görünenler ise hep ondan payımıza düşenlerdir. O Âdem aleyhisselâmdan önce de peygamberdi. Ruhlarımız Ondan feyz alır ve bereketlenirdi.

Her şeyden O’ndan bahsederdi. İspatı mümkün olmayan şeyin peşinde koşmayınız. kendinizi oyalayarak nefsinizin peşinde koşmanızdan bizde usandık. Artık ışık kapılarını kapanacaktır. Israr edenler için büyük sıkıntılar gelecek görünüyor. Şeytanlar salıverildiğinde tek muhafız Allah Teâlâ ve Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemdir.

Herşeyin tanıdığı hak olanı biz biliyoruz. Sizde bilin. O da Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin getirdiği yoldur. Ben Guan Yin, O’na inanıyorum. Kapısında bekleyen biri olarak sizide yanıma bekliyorum. Benim hakkımda bir şeyler söyleyenlerden beriyim. Bize inanan, Onun yoluna dönsün, bizi sevende . Bundan sonra sorumluluk bizden düşmüştür.

Guan Yin rahmet peygamberinin kapısının eşiğinin tozu gibidir.

KARA GÜNLER VE İBRET LEVHALARI

SES’DEN İKTİBASLAR

(Kara günlerin küçük manzaralarını ve iniltilerini, o zamana göre, dile getirmiye çalışan «SES» den iktibas)

EŞKİYALIK DERDİ

17/Teşrini evvel (Ekim)/1918

Şimdiye kadar çekdiğimiz çileler yetmiyormuş gibi başımıza bir de eşkiyalık belâsı musallat oldu, garbin ve tedbirsizliğin doğurduğu bu dâhiye herşeyden evvel ortadan kaldırılmadıkca bizim için kurtuluş imkânı yoktur ve olamaz. Çünkü dört senedir devam eden felâketli muharebenin köy külübelerinde bırakdığı boşluklar, saçdığı pek acı sefâletler ve yoksulluklar ancak emniyyet ve âsâyiş ile doldurulabilir, tâ’mîr edilebilir. Böyle olmadıkça memleketlerimizin âkibeti maâzallah yine ve daha çok fenâ olacakdır.

Bizde eşkiyalık derdinin en fazla yüklendiği yerler köylerdir. Halbuki enginde ve uçurumda bulunan devlet gemisini selâmet kıyısına ulaştırabilecek kuvvet yine köylerdir. Köylüler şimdiye kadar her belâya sabrettiler, hükümetin bütün dileklerine , buyruklarına eyvallah dediler, memleketi —kadın ve çoluk çocuklarıyla çalışmak suretiyle— doyurdular, orduyu beslediler. İstedikleri yalınız bir şeydi: «Memleket kurtulsun, müslümanlık dirilsin».

Fakat bin çeşid felâketlerin üzerine tüy diken bu eşkiyalık beliyyesi o zavallılara herşey’i unutdurdu, dünyâya geldiklerine bile peşîman etdirdi.

Vatan düşmanların çizmeleri altında ezilirken, varlığımız haysiyyetimiz çiğnenirken gözlerini velinimet köylülere çeviren şakiler; kimsesizlik, hastalık, millî endîşeler içinde kıvranan o bedbahtlar üzerinde yaman bir derd kesilmişdir.

Köylü ilk zamânlarında eşkiyâyı avutabilecek kadar ahırında hayvan kesesinde para, anbarında ekin bulabiliyor, bunları vermekle canını kurtarmıya güc yetirebiliyordu. Fakat günden güne bir tufan gibi akıp gelen ve çoğaldıkça çoğalan eşkiyâ sürüleri karşısında, zavallı, bundan da mahrum kaldı. Hattâ köylerde âile sandığına mahsus eşya ile âile nâmusuna varıncaya kadar hepsi yağma edildi, yırtıldı. Ya son ümidlerle sallanıp kalan hayatlar... evet, bunlar da didiklendi; parçalandı.

Bacası tüten, fakir, zengin herkesi doyuran, köylerinde köşe taşı gibi oturan ağalardan sağ kalanlar bugün bir lokmayı bulamayacak bir hale gelmek üzeredirler. Bunlar köylerin temel direğidirler ve o direklerin yıkılması, bütün ocakların sönmesi demekdir. Yeşil tarlalarını, sevimli hayvancıklarım, dede ve baba kabirlerini bırakarak kasabaların vefasız kucağına atılan ağalar bugün hıçkırıklarla ağlıyor, bir nur, bir çâre, bir kurtuluş yolu arıyor. Kırlarda, obalarda ve hattâ nâhiyelerde bugün hâkim olan kuvvet —saklamayalım ki— eşkiyâ- dır.

Hükümetin kanunu susdurulmuş, adâleti kaldırılmışdır. Bu hallerin devâmı bizim ebedî batmamızdır. Pâdişâhın afvinden bile ibret dersi alamayan ve günler, dakikalar geçtikçe çoğalan eşkiyâ hakkmda fevkalâde tedbirler kurulması artık farz oldu.

Biz vak’alar ve şahıslar üzerine şimdilik birşey yazmak istemiyoruz. Çünkü sükûnete son derece muhtâcız. Dimağlarımız yorulmuş, vuran kalblerimiz dinmişdir.

Fakat —hele herkesçe belli olan son hâdiseler üzerine olsun — ehemmiyyetle dikkat gözünü çekmeyi vazife biliriz. İslâmda kavmiyyet (ya’nî ırkçılık) yokdur, kardeşlik vardır. Akan bir damla kan bile bizim için pek elim bir zarardır.Binâen’aleyh çarpışan kuvvetlerin derhal önüne geçmek, şekavetde dolaşarak hâlâ köyleri soyan, son ümidlerimizi de söndürmek üzere bulunan adamların zulümlerine nihâyet vermek lâzımdır. Allah’ın binâsını yıkanlara karşı sabr ile seyirci kalmak nasıl doğru olur?...'

Sh: 41-43

Kaynak: Hasan Basri ÇANTAY, KARA GÜNLER VE İBRET LEVHALARI, 1964, İstanbul

BÜTÜN MESELE KARPUZCUYU BULMAKTA

Bir mürid mürşidine "zamanın sahibi kimdir" diye sormuş. Mürşidi,

"şu üç kişiden biridir, git bak hangisidir, sen bul" demiş.

Üç kişi testici, camcı ve karpuzcu imiş.

Testiciye gelmiş bir şeyleri alıyım derken bilerek kırmış, testici

"Olur efendim, insanlık hali" deyip olgunlukla karşılamış. Sonra camcıya gitmiş, orada da kaza süsü vererek dükkanın raflarını aşağılara indirmiş, kırmış. Aynı olgunluk camcıda vaki olmuştur.

Son olarak karpuzcuya gelmiş, başlamış "şunu kes alacağım", demiş, "kabak, olmaz" , "bunu kes alacağım", derken kesik karpuzlardan tezgâhta yer kalmayınca karpuzcu kızmış, "Alacağın bir karpuz al ve git, kesmeden karpuzu bilemediğin gibi, kestiklerin boşa gitti, yemediğinde senin değil", demiş.

Mürid Mürşidine gelmiş,

"Efendim!"

"Olsa olsa testici ile camcı zamanın sahibi olur, karpuzcuda merhamet de, sabırda yok, ", demiş. O zaman mürşidi,

"Hayır, zamanın sahibi karpuzcu, o olması gerekeni, yapmasını bilen ve isteyendir" demiştir.

"Allah, Rahman sıfatını Rahim sıfatı ile sınırlamasa idi, şeytanın şerrinden insanlar kendilerini koruyamazdı."

"Besmeledeki rahman isminin peşinden gelen rahimin manası budur. Zamanın sahibinde her iki sıfat beraber tecelli etmiştir."

"Racim" ile "Rahim"in arasını bir nokta ayırmıştır. O nokta insandır. Aşk üstadı İblis kabullenemediğinden huzurdan kovulmuştur. İblis bir nokta ile huzurdan kovuluyorsa, bize düşende âlemin merkezindeki noktayı bulmamızdır. Bu nokta ise "âlemlere sığmam bir müminin kalbine sığarım" denilen yerdir ki, sanki birebir Hakkın kendisidir.

İZMİR-1914

İzmir, son onbeş yıl içinde, gerek, akademik ve gerekse popüler nitelikte pek çok çalışmaya konu oldu; hakkında kaleme alman makalelerin derlendiği hacimli kitaplar yayınlandığı gibi, bazı dergiler İzmir'i konu alan özel sayılar hazırladı. Kuşkusuz şehrin kendisi, sahip olduğu geçmişiyle ve hali hazır konumuyla bu ilgi artışını fazlasıyla hak ediyor. Osmanlı Devleti'nin uluslararası sermayenin çekim alanına girmesiyle birlikte hızla yükselişe geçen İzmir, bir yandan ekonomik ve siyasal oluşumdan içindeki rolüyle, diğer yandan kozmopolit yapısıyla, incelenmesi zorunlu şehirlerin üst sırasına yerleşmiştir. Antik dönemdeki önemi bir yana bırakılacak olursa, yalnızca yukarıda belirttiğimiz özelliği bile araştırmaların artışını açıklayabilecek gerekçeye sahiptir. Nitekim daha 1920'lerde dünyanın çeşitli şehirlerini incelemeye yönelen Amerikalılar'm, Akdeniz havzasında İstanbul ile İzmir'i seçmeleri tesadüf değildir.

Yabancıların İzmir'in çeşitli yönlerini ayrıntılı olarak tanımaya yönelmeleri, şehrin artan ticarî önemine paralel olarak, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşmıştır. Hüseyin Rıfat'ın da belirttiği gibi, Avrupalılar İzmir hakkında işlerine yarayabilecek en küçük bilgi kırıntılarını bile derlemekten geri durmamışlardır. Avusturya - Macaristan imparatorluğu İzmir Konsolosu Dr. Kari von Scherzerin 1873’te Viyana'da yayımladığı La Province de Smyrne adlı kitabı ile Fransa'nın İzmir Konsolosu F. Rougon'un Smyrne Situation Commerciale et Economique başlığıyla 1892'de Paris'te basılan kitabı, bu türün ilginç ve kapsamlı örneklerini oluşturur. Sherzer'nin kitabının önsözünde belirttiğine göre amaç, "Ön Asya'nın coğrafık, ekonomik, ve entellektûel durumu üzerine ve özellikle de Türkiye'nin ikinci büyük şehri ve önemli bir ticaret merkezi olan İzmir'in zengin kaynaklan, yabancı kültür, bilim ve girişimciliğine uygunluğu üzerine yeni ve mutlu olanaklara yol açarak saptamalarda" bulunmaktır. Bu arada İndicateur des Professions Commerciales et İndustrielles de Smyrne de I'Anatoli ete., başlığıyla yayınlanan yıllıkları da unutmamak gerekir. Böylece AvrupalIlar İzmir'de meydana gelen değişiklikleri yıl yıl izleyebilmektedir.

Türkler'in bu türde yayım faaliyeti XX. yüzyılın başına kadar, İmparatorluğun tüm vilayetlerinde ''genel'' olarak uygulanan "resmi" salnamelerin yayınlanması düzeyinde kalmıştır. Bu çerçevede, ilki Hicri 1296 (1879) senesinden 1326 (1908) senesine kadarki dönemde, Aydın Vilayeti'ne mahsus olmak üzere 25 adet salname yayınlanmıştır. Bilindiği gibi, vilayet salnameleri ilgili vilayetin yönetim birimlerini, görevli listelerini, vilayetin yerleşim alanlarındaki bina, ağaç, hayvan, araba vb. miktarlarını, beldenin yerleşiklerinin sayısını, cinsiyet, mezhep ve etnik köken açısından oranlarını, beldedeki ticaret ve ekonomik faaliyetlerini, okulları, hastaneleri, kütüphaneleri vilayette yayınlanan gazeteleri, yabancı devlet temsilcilerini, beldenin tarihi ve coğrafi özelliklerini ayrıntılı biçimde belirlemek amacıyla düzenlenmişlerdir/1) Bu açıdan düşünüldüğünde, son derece önemli bilgiler içerdiği aş'ikâr olan salnameler, konu ile ilgili araştırmacılar için vazgeçilmez birer kaynaktır. Ancak sahip oldukları "resmi" niteliğin üstüne çıkamayan salnameler, bir ikisi hariç, genellikle yasak savar bir anlayışla ve birbirlerinin bilgilerini tekrarlar mahiyette hazırlanmışlardır. Bu nedenle çoğu zaman hayal kırıklığı yaratmakta, hatta bazen yanıltıcı bir rol oynamaktadır.

Aydın Vilayeti'ne ait ilk özel yıllık, Hizmet gazetesi yazarlarından Cevad Sami ile İzmir Maarif Müdürlüğü muhasebe memurlarından Hüseyin Hüsnü Bey'in Aydın Vilayet-i celilesinin ahvâl-i tabiîye, ziraîye, ticarîye ve İktisadîye vesair ahvâlinden bahis 1321 sene-i mâliyesine mahsus Nevsal-ı İktisad adıyla 1905’te hazırlayıp yayınladıkları kitaptır; Hüseyin Rıfat'ın aktandığına göre, yazarları tarafından önce Muhtıra-ı Sâl adıyla yayınlanmak istenen kitabın basımı için gerekli izin kitabın adı değiştirilmek şartıyla ancak sekiz ayda alınabilmişti.

Nevsal-ı İktisad, İzmir'de "olan"ı değil de "olması istenen"i aktarması açısından resmî salnamelere benzer bir görünüm sergilemekle beraber, pek çok yönden salnamelerden ayrılır. Nevsal-ı İktisad'ta vilayetin yönetim yapısına ilişkin bilgiler yer almaz. Bunun yerine İzmir'de İktisadî önemi olduğu varsayılan her konuya yer verilmeye çalışılmıştır. Yazarlarınca her yıl yayınlanması düşünülen Nevsal-ı iktisad, Hüseyin Rıfat'ın ifadesiyle "devr-i sabıkın bir takım seyyiat-ı ahvali" nedeniyle devam ettirilememiştir.

Yeni harflere aktararak sunduğumuz, Hüseyin Rıfat'ın, 1330 sene-i Mâliyesine Mahsus Ticaret Rehberi, Aydın Vilayetine ilişkin düzenlenen özel yıllıkların ikinci örneğini oluşturmaktadır Fasiküller halinde düzenlenen eserin ilk fasikülünün yayını, dönemin önde gelen İzmir gazetelerinde Ahenk'te şu satırlarla duyurulmuştu. "Hizmet ve Dellal gazeteleri müdür ve muharrir-i sabıkı Hüseyin Rıfat Bey tarafından vilayetimizin ticarî, İktisadî vesair bir çok nokta-ı nazarlarından şiddetle muhtaç olduğu malumat ve tafsilat-ı muhtevi olmak üzere (Ticaret Rehberi) namı altında gayet zengin, rengin bir eser neşr edilmeğe başlandığını, hatta bunun birinci formasının da intişar ettiğini gönderilen bir nüshasının mütalaasından anlıyoruz.

Bu eser - müessirinin beyanına göre - yalnız muhteviyat olarak bin sahifeyi tecavüz edecek, asar-ı cedide ve atikaya ait beşyüzü mütecaviz resimle müzeyyen olacak, bundan maada İzmir'in mütehhiz zevatının fotoğraflarını da ihtiva edecektir. Bu çıkan birinci forması yirmi zatın resimleriyle böyle müzeyyendir. Mühim bir eseri vücuda getirmek büyük bir fedakarlığa muhtaç olduğu gibi, bunu iktiham etmek de şüphesiz ebedi bir muvaffakiyet add edilecektir."

Hüseyin Rıfat'ın eseri kendinden önce yayımlanan salnamelerden ve Nevsal-ı İktisad'tan önemli farlarda ayrılmaktadır. Öncelikle eserin hemen hemen her satırında Hüseyin Rıfat’ın gazeteci kimliği, hem de muhalefeti ön planda tutar bir şekilde kendini göstermektedir. O İzmir'i turist davet eder bir üslupla anlatmaz; sorunlarını öne çıkarır, konunun uzmanlarına başvurur, hatta bazen sayfalarını doğrudan onlara terkeder. İzmir'in nüfusunu tartışır, belediyeyi eleştirir, ziraatin, ticaretin geliştirilmesi için öneriler getirir. İkinci olarak eser, dönemin önde gelen simalarının fotoğraflarına yer vererek, adeta İzmir'in elit tabakasının bir panaromasını sunmaktadır. Bunun yanında içerdiği reklamlar ile, bizim savaş öncesi İzmir'ini tanımamızı kolaylaştırır. Ne yazık ki, savaş, Hüseyin Rıfat'ın yaklaşık bin sayfa olarak planladığı eserin büyük kısmının yayınını engellediği gibi, daha sonraki yıllar için de projenin sürdürülememesine yol açmıştır. Eserin bu haliyle de büyük yararlar sağlayacağını umuyorum.

Hüseyin Rıfat'ın bu kitabını yayına hazırlarken, metni olduğu gibi vermeyi tercih ettik. Reklâm metinlerini ve fotoğrafları bir iki küçük değişiklikle özgün boyutlarında tutmaya çalıştık. Ne yazık ki metinden iki parçayı çıkarmak zorunda kaldık. Bunlardan ilki Ziraat Mektebinin anlatıldığı bölümde, mektepte okutulan ders müfredatıdır, ikinci kısım ise vilayetten toplanan vergilerin kazalara göre dökümünü içeren cetvellerdir. Son derece önemli olduğunu düşündüğümüz bu bilgiler, büyük karmaşa ve hata barındırıyordu. Yine de merak edenler, eserin orijinaline bakabilirler, iç kapakta da görüleceği gibi Hüseyin Rıfat, eserine oldukça ve kapsamlı bir başlık koymuştur. Ancak içerdiği bilgiler göz önüne alındığında İzmir 1914 başlığını daha uygun olacağını düşündük. Umarım bu müdahalemiz, yazara karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilmez.

Sayın Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, İzmir şair ve yazarları üzerine yayınlanmamış çalışmasından Hüseyin Rıfat'a ait bilgileri bizimle paylaşma inceliğini gösterdi. Çoşkun Akar dostum kitabın biçim kazanmasında büyük emek sarfetti. Sayın Emrehan Küey, İzmir’e ilişkin kitap basma cesaretini, herşeye rağmen tekrarlamaktan çekinmedi. Hepsine teşekkür ederim.

Dr. Erkan SERÇE
Şirinyer/İZMİR
Mart 1997 

Kaynak:Hüseyin Rıfat İZMİR-1914 Aydın Vilayeti 1330 Sene-Malîyesi Ticaret Rehberi, Yayına Hazırlayan:Dr. Erkan SERÇE, Akademi Kitabevi, 1997, İZMİR

 

BABAMIN BAŞKA MASALLARI

Baba bana bir masal anlat. İçinde ne savaş olsun, nede gözyaşı. Kimse ölüm denen yokluktan ya da terörden bahsetmesin olur mu?

Ben her şeyin bir gün düzeleceğine inanmak istiyorum,. Bir gün elbet çiçekler açacak, hiçbir anne göz yaşı dökmeyecek. Herkesin insan olduğu bir dünya gerçekten var olacak değil mi?

Baba ben umutlarımı yitirmek istemiyorum. Eğer şimdi hayattan vazgeçersem bir daha olmayacak. Hayat zaten benden bir sıfır önde. Bedenim ve ruhum bunu kaldırmaz ki!

Neyleyim  olan bunca geçici şeyi. Sahi bunlar mutluluk verecekti de ben mi inanmadım?

Bilmiyorum ama ben bir gün daha gözlerim yaşla dolsun istemiyorum. Elbet bu dediklerim İsyan değil sadece Allah'tan bir istek. Kim bilir baba belki sen benim için aracı olursun değil mi ?

Baba sen bana anlat, masallarla uyutulan bir devirde sadece gerçeğin masalını. Hırsızlar olmasın herkes adaleti bilsin istiyorum. Baba, kim bilebilir ki, belki bir çocuk daha senin anlattığın masalı duyar.

Baba öyle çok uyumak istiyorum ki. Öyle çok yoruldum ki. Hayat denen yol ne kadar uzun gitmekle bitmiyor. Ben henüz yolun başındayım hayallerimle bekliyorum ama baba sen yine de bir masal anlat. Her şeye rağmen olmaz mı?

En azından bedenimde taşıdığım şu kalbimi küçük bir zaman diliminde de mutlu kılayım. Ses ver baba orda mısın?

Yerin rahat mı?

Annem söylemişti cennet sahiden çok mu güzel?

Çok erken oldu gidişin ama sen benimle birliktesin değil mi baba?

İşte tam burada sol yanımda. Ben yine gelirim babacığım. Bu sefer sana papatyalar getireceğim hani geçen gün anlattığın masaldaki prensesin tacındaki çiçeklerden. Babacığım, bir dahakine hangi masalı anlatacaksın?

blngul

 

‘STRANGER İN STRANGER LAND’ YABAN DİYARLARDAKİ YABANCI

 

Kısaca bir Özet

 ‘Yaban Diyarlardaki Yabancı’, Mars’a keşfe giden Enwoy adlı gemide kazaya uğradıktan sonra sağ kalan Valentine Michael Smith‘in hikâyesidir.

Kahraman Valentine Michael Smith Mars’a giden ilk seferindeki astronotun oğludur. Ancak bu seferdeki mürettebat öldükten sonra yetim kalan Smith, akıl, beceri ve organları  üzerinde tam kontrole sahip Marslıların kültürüyle büyütüldü. Yaklaşık yirmi yıl sonra düzenlenen ikinci seferde ise mürettebat Smith’i bulur ve Dünya’ya getirilir.

Smith gezegenler arası seyahat yapan ve  değerli buluşların sahibi annesinin Lyle Drive’nde bulunduğu  bir partinin kaderi varisi olduğu için, varlığı siyasi piyon haline gelir.

Michael, Marslılar ve onların kültürüne göre yetiştiğinden arz insanı kültürüne olabildiğince yabancıdır.  Dünya’nın atmosferine ve yerçekimine alışık değildir. O bir kadın görmemiştir. Bu nedenle Bethesda Hastanesi’nde sadece erkek personel tarafından tedaviye alınma zorunluluğunu doğurdu. Ancak bu hususu bir  meydan okuma ve kısıtlama olarak gören , Hemşire Gillian Boardman Smith’i görmek için korumaları geçerek Simth ile bir bardak su paylaşarak onun arzda gördüğü ilk kadın ” su kardeşi “ olur. (Havva Misali) Bu ilişki  “su kardeşliği” Mars ilkelerine göre kutsal bir ilişki olarak kabul edilmiştir.

Gillian, Smith’ le olan hadiseyi muhabiri Ben Caxton söyler, onlar Smith hakkında hükümetin yalanlarını karşı hareket etme düşüncesini doğurur. Ben, daha sonra, Gillian ile  Smith’i ikna ederek hastaneden ayrılmayı başarırlar. Ancak Dünya Hükümeti’nin emriyle hükümet ajanları tarafından saldırıya uğrarlar. Takibe alınırlar.  Gillian, aynı zamanda bir doktor ve bir avukat olan ünlü bir yazar olan Jubal Harshaw’ın  evine Smith’i taşırlar .

Smith psişik yetenekleri ve çocuksu bir saflık ile birleştiğinde insanüstü arz bilgilerini groklamaya ve anlayış göstermeye çalışır. Harshaw, Smith’e dinini anlatmaya çalıştığında, Smith sadece her şeyde  kaybolmamış organizma içeren ” groks biri ” olarak “Tanrı” kavramını anlar . O bu kötü bir çeviri olduğunu bildiği halde bu ifade ” Sen Tanrı’sın “ (Sen Tanrının Sanatısın) dır.  Bu ifade Mars kavramını ifade etmek için en uygun olandır.  Mars’ta hükümet “eskilere” ait bir gerçektir. Marslıların ruhları ölmüş, savaş, giyim ve kıskançlık gibi diğer birçok insanî kavramlar, ona yabancıdır . Bu aynı zamanda komünyon bir ruhla, sevdiklerini ve ölü bedenlerini yemek için arkadaşlar için gelenektir. Sonunda Harshaw, Smith için özgürlük ve Mars sahipliğini verilmesini hukukunu düzenler.

Smith ünlü olur ve Dünya’nın elit tarafından ağırlanır. O New Vahiy Fosterite Kilisesi, popülist dâhil olmak üzere birçok dinleri araştırır.  Onu etkileyen Fosterite Kilisesisi Kurucusu Rahip Foster, dünyadaki tüm diğer büyük dini liderlerin sahip olduğu iki özelliğe sahipti: Çok çekici bir kişiliği vardı (onu eleştirenler, başka sıfatlarla birlikte “hipnotize edici” sözünü de sık sık kullanıyorlardı) ve cinsel olarak insan normları içinde bir yere sahip değildi. Dünyadaki büyük dini liderler ya tümüyle cinsellikten uzaktılar ya da bunun tam tersi geçerliydi. (Büyük liderler, yeni bir şeyi başlatanlar ama üst düzey yöneticiler değil.) Foster cinsellikten uzak değildi.

Karıları ya da baş rahibelerinin hiçbiri de öyle değildi. Yeni Vahiy Kilisesi’ne geçiş ve kabul edilme, genellikle Valentine Michael Smith’in daha sonradan yakınlaşma için uygun bulduğu töreni de içerirdi.

Tabii ki bu, yeni bir şey değildi. Arz tarihindeki pek çok mezhep, tarikat ve sayılamayacak kadar çok sayıda büyük din özünde aynı tekniği kullanmıştı ama Foster’ın zamanından önce Amerika’da bunu büyük ölçekli bir şekilde görmek mümkün olmamıştı. Metodu ve organizasyonunu tarikatının yayılmasını sağlayacak şekilde “mükemmelleştirmeyi” başaramadan Foster’ın, kasabalardan kovalandığı çok olmuştu. Organizasyonunda masonluk, Katoliklik, Komünist Parti ve Madison Caddesi’nden  etkilenmeler vardı, tıpkı Yeni Vahiy’i yazarken eski metinlerden birçok parçayı bir araya toplaması gibi… ve hepsini, müşterilere uygun şekilde Hıristiyanlığın özüne dönüş adında bir şekerle kaplamıştı. Herkesin katılabileceği bir dış kilise ayarlamıştı… insan, bu kilisenin pek çok hizmetinden yararlanıp yıllarca “arayıcı” olarak kalabilirdi. Sonra sırada dışarıya “Yeni Vahiy Kilisesi” olarak görünen orta kilise vardı, günahlarından arınmış mutlu kişiler, katkı paylarını ödüyorlar, kilisenin sürekli genişleyen iş bağlantıları ağından yararlanıyor ve hepsinin keyfîni bitmek tükenmek bilmez karnaval atmosferinde çıkarıyorlardı, Mutluluk, Mutluluk, Mutluluk!

Günahları bağışlanıyordu ve kiliselerini destekledikleri sürece geriye günah olan pek az şey kaldığından diğer Fostercılarla dürüstçe geçiniyor, günahkârları lanetliyor ve Mutlu kalıyorlardı. Yeni Vahiy özellikle eşlerin birbirini aldatmasını savunmuyordu; sadece cinsel ilişkiyi tartışırken mistik bir hava takınılıyordu.

Orta kilisenin günahtan arınmış üyeleri doğrudan saldırı gerektiğinde şok askerleri olarak görev yapıyorlardı. Foster, yirminci yüzyılın başlarında var olan Wobblielerden [Wobblieler: Tüm işçilerin gücü ve etkinliğini artırmayı hedefleyen radikal bir işçi sendikası. ]bir numara ödünç almıştı; bir toplum gelişen Fostercı hareketini bastırmaya çalışırsa, başka yerlerden gelen Fostercılar, polis de hapishaneler de yetersiz kalıncaya dek o kasabaya doluşuyorlardı ve genellikle polisler dayak yiyor, hapishaneler de yıkılıyordu.

Bir savcı olaylardan sonra dava açacak kadar cesur davransa bile, davayı sürdürmesi imkânsız oluyordu. Foster (savaş alanında dersini aldıktan sonra) böyle suçlamaların gerçekten de kanuni suçlamalar olduğunu fark etmişti; bir Fostercının tutuklanması, Foster aleyhinde ne eyalet mahkemesinde, ne de ulusal Yüksek Mahkeme’de bir dava açılmasına yol açmadı.

Ama görünürdeki kiliseye ek olarak bir de İç Kilise vardı, bu isim dışarıya hiç sızmamıştı… bunlar sadece rahipliğe yükselecek kadar adanmış olanlar, kilisenin tüm cemaat liderleri, anahtarları ve kayıtları koruyanlar ile politika belirleyenlerden oluşuyordu. Bunlar “yeniden doğanlar”dı, günahın ötesindeydiler, cennetteki yerleri hazırdı ve iç kilisenin gizemlerini sadece onlar bilirdi… ayrıca doğrudan Cennet’e yollanmaya sadece onlar adaydı.

Foster, bunları büyük bir titizlikle seçiyordu, operasyon çok fazla büyüyene kadar her birini kendi elleriyle seçmişti. Mümkünse kendisi gibi erkekler ve rahibe eşleri gibi, dinamik, tümüyle ikna olmuş (kendisinin olduğu gibi), inatçı ve en basit, insani anlamıyla kıskançlıktan uzak (ya da günah ve kusurları temizlendikten sonra böyle olmaya hazır) kadınlar. Hepsi de potansiyel satirler [gizli ilişkide bulunan] ve nymphelerdi [peri-tabiat ilähesi] çünkü iç kilise, Amerika’da hiç görülmemiş ve bu yüzden talebin çok fazla olduğu Dioniysyen bir yapıya sahipti.

Ama çok dikkatli davranıyordu; adaylar evliyse, her iki de gelmek zorundaydı. Bekâr bir adayın cinsel açıdan çekici ve yine cinsel açıdan atak olması gerekirdi; ve rahiplerine her zaman erkeklerin sayısının kadınlara eşit ya da daha fazla olmasını öğütlemişti. Hiçbir yerde Foster’ın Amerikan tarihindeki benzer tarikatların tarihini araştırdığı yazmıyordu… ama bunların çoğunun çöküş sebebinin rahiplerin sahiplenici cinsel tutkularının sonuçta kıskançlığa ve şiddete yol açması olduğunu ya biliyordu ya da hissetmişti. Foster bu hataya asla düşmedi; hiçbir kadını sadece kendisine saklamadı, yasal olarak evli olduğu karısını bile.

Ayrıca kendi iç grubunu büyütmeye de çalışmadı; halk tarafından bilinen orta kilise, suçluluk duygusuyla yüklü ve mutsuz kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince seçenek sundu. Bir yerdeki uyanış, “Cennetsel Evliliğe” uygun iki çift bile çıkarsa, Foster’a yetti; eğer uygun kimse yoksa Foster tohumların büyümesini bekledi ve bir rahip ya da rahibe göndererek bunların beslenmesini sağladı.

Ama mümkün olduğu sürece her zaman aday çiftleri, yanında birkaç adanmış rahibeyle birlikte kendisi test etti. Böyle bir çift zaten orta kiliseden geçip “arınmış” olduğundan pek bir risk taşımadı… kadın adayla ilgili risk hiç yoktu ve her zaman rahibelerini yollamadan önce erkek adayı kendisi iyice değerlendirirdi.

Smith zamanla bir büyücü gibi kısa bir kariyere sahip oldu. Sonunda Smith ile Fosterite kültünün (özellikle cinsel açıdan) öğelerini Mars-kültü ile birleştirerek  “Bütün âlemlerin Kilisesi” kurar.  Batı ezoterizmin üyeleri Mars dil öğrenmek ve psikokinetik yetenekleri kazanmak için kiliseye dâhil olurlar.Ancak bu kilise sonunda Fosterites tarafından kuşatılır “küfür” binası olur. Kilise birçok siyasetçiye ve karşı çıkanlara karşı şiddet eylemi gerçekleştirmektedir. Smith ve onun takipçileri güvenliği tehlikeye girer. Smith polis tarafından tutuklanır ama,  kaçar ve onun takipçileri döner. Daha sonra Jubal devasa servet ve kilisenin mirasçısı olduğunu açıklar. O ve yeni yetenekleri ile Kilise üyeleri yeniden organize insan toplumları ve kültürleri mümkün olacaktır. Smith, Fosterites tarafından hazırlanmış bir çete tarafından vurulur. Smith,  ölüm korkusu ve sonra intihar girişiminde kurtardığı Juballe, konuşur ve ölür. Jubal Smith’in hatıraları kaybolmadan ve istekleri doğrultusunda eski koşulları yeniden yaratmak için Jubal evine döner. Bu arada Smith enkarne olarak  Fosterites kurucusu Baş Melek olarak  belirir .

MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ŞEYH ABDURRAHMAN-İ TAĞİ MUHAMMED DİYÂUDDİN’E (Kuddise sırruhu'l-âlî) MEKTUBU

Şeyh Abdurrahman-i Taği Muhammed Ziyâuddîn kuddise sırruhu'l-âlî hazretleri aynı zamanda dini ve milleti için savaşan millî kahramanızdır. I. Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı mücadele etti. Bu çarpışmalar sırasında bir kolunu kaybetti.

Muhammed Ziyâuddin kuddise sırruhu'l-âlî hazretlerinin I. Dünya Savaşı'nda gösterdiği bu şecaat; Mustafa Kemal Paşa'nın dikkatini çeker. Bir mektup göndererek takdir ve tebriklerini sunar, Millî mücadelede de kendisine yardımcı olmasını M. Ziyaûddin Hazretlerinden rica eder. "Nutuk"'un vesikaları bölümünde bulunan bu mektubun metni şu şekildedir.

Vesika, 52 13.08.1919

Nurşin'li Büyük Şeyh, Şeyh Muhammed Diyauddin Efendi Hazretlerine

Faziletli Efendim:

Zat-ı fazilanelerinizin Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusuna yapmış olduğunuz üstün vazifeler ve yüksek Hilafet makamına ve saltanata göstermiş olduğunuz bağlılıklara içten ve yakından haberdar bulunuyorum. Bu sebeple zat-ı âlinize kalben pek büyük hürmetim vardır.

Bugün Hilafet makamının, Osmanlı Saltanatının ve mukaddes vatanımızın düşmanlarımız tarafından nasıl rencide edilmekte ve Vilayati Şarkiyemizin (Şark vilayetlerimizin) Ermenilere hediye edilmesinde nasıl ısrar olunduğu sizin malumunuzdur. Millete dayanmayan İstanbul Hükümeti, bütün düşman saldırıları karşısında aciz ve naçiz kalarak, milletin hukuku ve memleketi müdafaa edememekte olduğu görülmektedir. Bu sebeple milletimizin varlığını bütün dünyaya göstermek ve hukukumuzun şahsi kararlarla yok edilmesine müsaade etmeyeceğimizi anlatmak maksadıyla resmî makam ve sıfatımdan ayrılarak, milletin içinde ve milletle beraber çalışmaktan başka çare görmedim ve derhal askerlikten istifa ettim.

Acı olaylar karşısında her tarafta teşekkül eden Millî ve Vatanî cemiyetlerin yetkililerinden oluşmak üzere Erzurum'da toplanan bir kongre ile "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" teşekkül etti ve millî birliğimizi içte ve dışta temsil eylemek üzere bir temsil heyeti kabul edildi. Bu hususa ait beyan-name ve nizamnamelerden yüce zatınıza takdim ediyorum. Zat-ı fazilaneleri cemiyetimizin en muhterem üyesinden bulunduğunuz vesilesiyle mukaddes için cümlece kabul edilen himmet ve gayretlerinin, teşkilatımızın o mıntıkaca tesiri ve zarar veren düşmanın telkinlerinin boşa gitmiş olacağına eminim. Birkaç güne kadar Batı Anadolu ve Rumeli'nin bütün vilayetinden gelmekte olan yetkililerle de genel bir Kongre Sivas'ta yapılacaktır. Cenâb-ı Hakkın yardımı ve Peygamberi Zişanımızın Şefaati ile bütün milletimizin bir noktada birlikte olduğunu ve hukukunu muhafaza ve müdafaaya kadir bulunduğunu cihana göstereceğiz.

Yakında Millet Meclisini açtırmak ve millete dayanan kuvvetli bir hükümeti iktidara geçirerek, vatanın selametini temin eylemek nasip olacaktır.

 Muhabbet ve hürmetlerimin kabulünü ve havalideki bilcümle vatandaşlarıma selam ederim. Efendim Hazretleri.

Sabık Üçüncü Ordu Müfettişi
Mustafa Kemal

 

Kaynak:

ŞEYH ABDURRAHMAN TAĞİ-İ MUHAMMED DİYÂUDDİN’İN (Kuddise sırruhu'l-âlî), İŞARETLER Hazırlayan: Emekli Yarbay Mehmet ILDIRAR, Umran Yayınları, Kasım1995- sh:209

 

ATATÜRK Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt III, M.E.Basımevi, İstanbul 1973, sah. 942-943

 

Erişim: http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=5288&ctgr_id=121


HRISTIYANLIKTA DEVRİM

Papa: Cinsellik Tanrı'nın muhteşem bir armağanıdır

BBC
Övgü Pınar/Roma

9 Nisan 2016

Katolik Kilisesi lideri Papa Francesco, ailevi konularda bir tavsiye belgesi yayımlayarak boşanıp yeniden evlenmiş çiftlerin kiliseden dışlanmaması, eşcinsellere saygı gösterilmesi ve kadın haklarının tanınması mesajlarını verdi.

Papa, cinselliğin yalnızca ailenin devamı için bir görev gibi görülmemesi gerektiğini de belirterek "Cinsellik Tanrı'nın muhteşem bir armağanıdır" dedi.

Aile temasını görüşmek üzere 2014 ve 2015'te toplanan Kilise Meclisi'nde alınan kararların ardından Papa Francesco dün, Katoliklere tavsiye niteliğinde bir kılavuz belge yayımladı.

"Aşkın Sevinci" başlıklı kılavuzda Papa, Kilise Meclisi kararlarında ya da Katolik doktrininde büyük bir değişikliğe gitmese de Kilise'nin görevinin yargılayıp dışlamak değil anlayış ve merhamet göstermek olduğu mesajını verdi.

Papa, boşanıp yeniden evlenmiş Katoliklerin kilisede komünyona kabul edilmemesi geleneğine karşı çıkarak her bir çiftin vakasının yetkili din adamlarınca değerlendirilmesi ve kilise kapılarının bu kişilere kapanmaması çağrısı yaptı.

Papa, eşcinsel evlilikleri konusunda ise "aynı cinsiyetten kişilerin birlikteliğiyle Tanrı'nın tasarladığı evlilik ve ailenin" birbirinden farklı olduğunu belirtti.

Öte yandan, "Cinsel yöneliminden bağımsız olarak her bireyin onuruna saygı gösterilmelidir" diyerek her türlü ayrımcılık ve şiddetten kaçınılmasını istedi.

'AŞKIN EROTİK BOYUTU'

Evli çiftlerin cinsel yaşamları konusuna da "Aşkın erotik boyutu" başlığı altında değinen Papa şu ifadeleri kullandı:

"Cinselliği yaratan Tanrı'nın kendisidir.

Cinsellik, O'nun yarattıklarına muhteşem bir armağanıdır...

Aşkın erotik boyutunu hiçbir şekilde, müsaade edilen bir kötülük ya da ailenin iyiliği için katlanılması gereken bir yük olarak değerlendiremeyiz."

Papa, kadın hakları ve kadına karşı şiddet sorunuyla ilgili olaraksa "Kadın haklarının tanınması ve kadının kamusal hayata dahil olması konusunda önemli ilerlemeler kaydedilse de bazı ülkelerde halen yapılması gerekenler var. Kabul edilemez alışkanlıklar hala tam olarak ortadan kalkmadı" dedi.

Kadına karşı şiddeti "erkek gücünün değil yozlaşmış bir korkaklığın göstergesi olarak" nitelendiren Papa, "Evli çiftler arasında kadına karşı sözel, fiziksel ve cinsel şiddet uygulanması, bu birlikteliğin yapısına ters düşer" ifadesini kullandı.

Bekar annelerin durumuna da değinen Papa Francesco, "ayrılık ya da başka nedenlerle tek başına çocuk yetişmek zorunda olan kadınların" Kilise tarafından yargılanıp tek başına bırakılmaması, merhametle karşılanması gerektiğini belirtti

Erişim: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160409_papa_aile

İNSAN BİR ŞEHİR GİBİDİR

Aşık Paşa Garibnâme kitabının dördüncü babın altıncı destanında diyor ki: yer ve gök büyük bir memleket gibidir. Bunun orta yerinde insan bir yola benzer. Bu yol üzerinde büyük bir şehir vardır. Uslu, deli herkes o şehirden geçer. Bu şehirde bir taht kurulmuştur. Bunun üzerinde oturan hâkim Allah’ın hükmüdür. Bu hâkimin mülkü can, hazine odası gönüldür.

Akıl, keyyal yani kile ile ölçerek zahire dağıtan memurdur.

Fehm yani anlayış kuvveti peymane yani ölçektir.

Bu şehrin dört kapısı vardır. 1. Göz, 2. Kulak, 3. Dil, 4. Parmaktır.

İyi kötü her şey o kapılardan geçer, akıl önüne arzolunur. Bazı şeyler gözden girer, elden çıkar. Kimi kulaktan girer, dilden çıkar. Zira gözün gördüğünü el işler. Kulak işitir, dil söyler.Kulak sözü alır gönüle verir, yine gönülden o söz dile gider.

Hülâsa gözden giren elden çıkar. Kulaktan giren dahi dilden çıkar. Zira âlem dün ve bugün ondadır. Bazan surette bazan gönülde ve candadır. Bu âlem bir dolap gibi hiç durmadan çevrenur yani döner. Her vücuda kısmeti ne ise o veçhile yetişir. Herkes kendisine ne lâyıksa onu ondan alır.

Vâkıa münafık olan insanların görmek ve işitmek hususlarında sadık müslümanlardan farkı yoksa da münafikların işleri ve sözleri çok farklı olur. Mü’minlerin hayrı çok ve şerri yoktur. Münafıkların ise hayrı yok ve şerleri çoktur. Zira mü’min hayrı gördüğü vakit alır, kursağında bir iyi iş bin olur. O hayırlı işler hep onun elinden çıkar. Bu sebeple mü’minin yolu haktır. Vâkıa münafikın gözile gördüğü hayır onun dahi gönlüne girer ama, kursağında yok olur. Onun için elinden çıkmaz.

Söze gelince bu da kulaktan girer, gönüle iner. Yine gönülden dile gelir. Kulak iyi ve yavuz yani fena her sözü işitir. Zira işitmek kulağın işidir. Bu söz işitmekte büyük ve küçüklerin hiç farkı yoktur. Fakat bunları söyledikleri vakit aralarındaki fark belli olur. Her kimin kalbindegizli ne varsa açılır. Mü’minlerin kulaklarından giren güzel sözler yine dillerinden çıkar, fakat münafıklar işitecekleri güzel sözlerin hiçbirini dillerine götürmezler. Onlar küfür söylerler. Çünki onu severler.

Sh:20-22

CAN NEDİR?

Aşık Paşa Garibnâme’de şöyle diyor: İlmin adı gerçi dışarıda yazılıdır. Fakat tadı canda gizlidir. Onun için ilim canlara delildir. Fakat canın ne olduğunu kimse bilmiyor. Cismin bütün cünbüşü, hareketi can sayesindedir. Can gidince cisim hiçbir iş göremez. Tenin cümle dirliği canladır, hiç şüphesiz ister benim olsun ister senin.

Fakat acaba canın tende durağı neresidir?

Biliyor musun?

Tende midir, yoksa dışarıda mıdır, bu can nerededir?

Can neye benzer, ya nedir?

Buna bir nişan gösterebilir misin?

Can su mudur, toprak mıdır, yel midir, ateş midir?

Yahut bunların hiç birisi değil de yalınız kuru bir isimden mi ibarettir?

İyi ama tenin diri olması için su, hararet... lâzımdır. Onların hangisi olmazsa bu ten ölür. O halde dinle de ben söyleyeyim:

Bazı şeyler su ile bulur hayat

“Yani sudan diridir cümle nebat”

Hayvanlar ile bazı halkın hayatları Allah’ın emrile kaimdir. Bazı halkın canlan dahi ruh-u kudsîdir. Şu halde insanın cismi nebat gibi büyür, nefsi hayvanın hayatı gibi yaşar. Canı da ruh-u menfûhtur (Üflenen Ruh). Bununla beraber şunu biliyoruz ki halk onsuz değildir.

Hiç kimse bilmedi can nidüğin

Gelmeği ve gitmeği nicedüğin

Deprenen ten dünyade cansız değil

Pes bilin kim muteberdir işbu can

Çün anınla diridir işbu cihan

Sh:27-28

İBRET ALACAK BİR HİKAYE

İsa (aleyhisselâm) havariyyuna demiş:

Sizin bir kardeşiniz uyumuş olsa ve yel onun eteğini açsa, keşf-i avret vaki olsa neylerdiniz?

Onlar demişler ki örterdik ve uyandırırdık.

İsa (aleyhisselâm) demiş:

Yok belki keşf-i avret ederdiniz. Dediler:

Subhanallah bu nice olur? Dedi:

Sizden biriniz bir kardeşinin ayıbını görse aşikâr ediyor. Bu ondan daha çirkindir.

Sh:209

Kaynak: Mehmed Ali Aynî, Türk Ahlâkçıları-1939,  Kitabevi,1993- İstanbul

DESİNLER DURSUNLAR CENNET ÇALIŞMA İLE GİRİLECEK BİR YER DEĞİL

Allah Teâlâ’m büyüklüğüne inanıyorum.

Küçükten bir şey beklemek şanına yakışmaz.

Büyüklüğünü göstermez misin?

Günahkar yüzümle kapına geldim.

Kovulacak bu yüzü

Güldürmen çok zor değil.

EZİYETİ ÇEKEN NEFS MÜKAFATI ALAN RUH MU OLMALIDIR?

Yıllardır, nefsin ve ruhun üzerinden bilinir ve bilinmezlik arasında polemik yapılır. “Nefs şöyle kötü, ruh ise o kadar kusursuz” falan gibi. Ancak ceza ve mükâfat kategorisinde her türlü hakaret ve eziyeten nasip alan bu nefsin yerine ruha pay biçilir.  O hale gelir ki başkalaşım geçirmediği müddetçe nefs kötülenmeyle kalmadığı gibi birde cennete giremeyecek kadar aşağılanmıştır. Bakınız: http://www.sorularlaislamiyet.com/article/14393/eski-filozoflarin-ahiret-hakkindaki-gorusleri-nelerdir.html

Önemli olan burada nefsin ruhla ilişkisinde gerçekten aşağılanması gereken bir varlık olmaktan öte, değerli olması gerekmektedir. İnsanı, insan sıfatlı yapan ruh değil, nefsdir. Eğer nefs olmasaydı meleklerden üstün olamayacaktı.

Tasavvufun terbiye sisteminde ruh ve nefs ekolleri vardır. Görülen o ki nefs terbiyesi ruh terbiyesinden üstün olmasıdır. Çünkü nefsde bir değişim başkalaşımdan bahsetmek ruhtaki olandan daha reeldir. Ruhun değişimi ise iyiliğinin derecelerinde olmasıyla bir üstünlük değil, varlık olma yürüyüşünde olan üstünlük ve dahası gibi algılanmasıdır. Nefs, aşağılamış olarak yerinden kalkarak iyiliğe doğru ve daha ilerisi ölüme varacak kadar azimli bir yolculuğu seyretmesidir. Allah Teâlâ  buyurdu ki:

“O Allah ki, sizi güçsüz (zayıf) bir şeyden (nutfeden) yarattı. Sonra zayıflığın ardından (sizi) kuvvetli kıldı. Sonra (sizi), kuvvetin ardından zayıf ve ihtiyar kıldı. O (Allah), dilediğini yaratır. Ve O; Âlim’dir (en iyi bilen), Kaadir’dir (herşeye gücü yeten).” Rûm Suresi 54

Bu anlatılan nefsin evreleriyle asıldan alakalıdır. Misal olarak, bir insan için yapılan her türlü nasihat ile şehveti terbiye edebilmesindeki zirve ancak ihtiyarlık döneminde en yüksek mertebeye ulaşır. Genç iken zorlamalı va azimli sabır takviyesi ile terbiyeli olma hali, ihtiyarlıkta iken zorunlu olmaktan çok vasıf olarak gözükür. Burada ruh dediğimiz hususun bahtiyarlığıda nefsin kemaliyle dolaylı olarak yücelmektedir.

Bir başka örnek;

Hacı Hasan Akyol efendimiz, şeyhi Tokatlı Mustafa Hâkî kuddise sırruhu'l-âlî ile görüşme esnasında babasının hayatta olup olmadığı sorulunca, “Efendim küçük yaşta kaybetmişiz” dediklerinde, Hâki Efendi, “oğlum Allah Teâlâ seni bahtiyar yaratmış” buyurmuşlar.

Bu misalin benzeri küçük yaşta anne ve baba kaybetmenin gerçeği nefsin terbiyesinde olan noksanlık değerlerinin azaltılması kaderi çizgiyle murat edilmesidir. Tarihçi Arnold Toynbee, öğrencilik döneminde yurt hayatının tercih edilmesini tavsiye eden görüşleri de belkide bu metefordan gelen bir ilham olabilir. Nefsin yetişme çizgisinde geçirdiği evrelerdeki düşkünlükler/noksanlıklar [öksüz-yetim kalmak gibi], kötülük olarak algılanmaktan çok değişim ve karakter oluşumunda daha yüksek yerlere varmanın birinci olmasada ikincil önermeleridir. Peygamberlerin hayatını incelendiğinde nefsin terakkisinde insan için en fazla engel olan unsurlar olağan bir kader içerisinde olumlu şekilde kaldırılmıştır. Bu şekilde Allah Teâlâ tarafından ismet sıfatında zayıflık ve bulanma olmaması irade edilmiştir.

Hulasa ruh ve nefis denilen hususları ayrı birer cevherler olarak düşünmek yerine bir madalyonun iki yüzü olarak kabule etmek uygun olan görüştür. Eskiden bu türlü düşünmek yerine ayrıştırılmış varlık düşüncesi, günahların sebebi illetinde ruhun durumu yani Allah Teâlâ ile olan ilişkisi ve safiyeti halel gelme korkusudur diyebiliriz. Bu nedenle nefsi ayrı düşünmek insanlara kolay gelmiş olabilir. Ruhun Allah Teâlâ’nın nefesi olarak düşünme telakkisi ile safiyetini korumak kaygısıyla yapılan bu düşünce tarzı kendi içerisinde birçok zıtlıkları da beraberinde getirmiştir. Çocukken ruhumuz ve nefsimizin temizliği gayret göstermeden bulunuyorsa, ihtiyarlıktada aynı şekilde vardır.  İhtiyarlıktaki olan safiyet dahi bir gayretin sonucu ile değil, nefsin ihtiyarlığı ile alakalıdır. Kutuplar için doksan yaşının baz alınmasının bir hikmetinde yaş faktörü bulunması nefsin ihtiyarlığı ile alakalıdır. Yoksa ruhun tam bir olgunlaşma vasfı değildir. Herkes için neden yok denilebilir. Buna da cevap insanların nefsiyle olan bağlantı hususunu tekrar hatıra getirebiliriz. Nefs ne hususta terakkiyi arzu ederse o yerde hatmiyete kavuşur. Ruh insanın doğumu gelişimi ve ölümü ile hiçbir değişim gösteremez. Ayniyeti ile gelir gider. Çünkü peygamberlik çalışma ile kazanılan bir değer değildir. Allah Teâlâ’nın muradıdır. Yine Menkabelerde ruhun hapsedilmiş gibi düşünülmesi, kafesten kaçış hikayelerini hatırlamak gerekir. Kemalât ruhda zannedilir, halbuki her zaman nefs ile alakalıdır. Bu konuda Vahdet-i vücüd muarızları meseleye nefs cihetinden baktıklarında vahdet-i şuhudu isbat etmeleri de kolay olacaktır. Yine nefsin durumu ruhun rahmanın nefesinden ayrılmış düşüncesini pasifize ederek Allah Teâlâ’nın hâlik sıfatının isbatında ruhtan daha elyak olur ki, kul ve rabblik ilişkisine daha güzel görünüm verebilmektedir.

Ruhun varlığı Hakk ile benzeşen karakteriyle hedefimiz olamaz. Bizler nefs tarafımızla kulluğun tadını çıkarmaya bakalım.

Allah Teâlâ’nın razı olduğu nefs takdir edilmiştir. Ruh için bu türlü bir bilgi yoktur.  Ruh belki Allah Teâlânın kendinden bir parça görünümünde olmayı hak edebilir. Bu ise Hakk katında bir övünç kaynağı  değildir.

Terbiye olmuş nefs, rıza makamına ulaşmak için göstereceği seyr ile hakikikatin gerçeğini bulmuştur.

ALLAH TEÂLÂ

RUH

Madde değildir ve benzeri yoktur

Madde değildir.

Mekânsızdır

Mekânsızdır

Allah Teâlâ´nın âlem ile beraberliği Ne içindedir, ne dışındadır.

Ruhun bedene bağlılığı, ne bitişiktir, nede ayrıdır.

Allah Teâlâ,  bilinemez, nasıldır denilemez

Allah Teâlâ, insanın ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratmıştır.

Âlemi varlıkta durduran, Allah Teâlâ´dır.

Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur.

Allah Teâlâ anlaşılamayandır.

Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmıştır.

D VİTAMİNİ KALP YETMEZLİĞİNE ÇARE OLABİLİR

James GallagherBBC Sağlık Editörü

5 Nisan 2016

 

İngiltere'de yapılan yeni bir araştırma, D vitamini almanın bazı kalp hastalıklarına iyi gelebileceğini ortaya koydu.

Kalp yetmezliği çeken 163 hasta üzerinde yapılan deneyler, normal olarak vücutta cildin güneşe maruz kalmasıyla üretilen D vitaminini takviye olarak almanın, kalbin kan pompalama kapasitesini artırdığını ortaya koydu.

Çalışmayı Leeds Üniversite Hastanesi'nden bir ekip yürüttü ve araştırmaların sonucu, Amerikan Kalp Hastalıkları Fakültesi (American College of Cardiology) tarafından düzenlenen bir toplantıda sunuldu.

İngiltere Kalp Hastalıkları Vakfı ise takviye vitamin almanın etkileriyle ilgili daha kapsamlı deneyler yapılması çağrısında bulundu.

Kemik ve diş sağlığı için hayati önem taşıyan D vitamininin vücutta başka bir çok iyileştirici etkisi olduğu düşünülüyor ama çoğu insan bu vitamini yeterince almıyor.

Yaş ortalaması 70

Leeds'de yürütülen deneye katılan hastaların yaş ortalaması 70'ti ve o yaştaki insanların çoğu gibi yaz mevsiminde dahi D vitamini eksikliği çekiyorlardı.

Kalp hastalıkları uzmanı Dr. Klaus Witte "Dışarda daha az zaman harcıyorlar ama aynı zamanda ciltlerinin D vitamini üretme kapasitesi de yaşla birlikte azalıyor. Bunun neden böyle olduğunu henüz bilmiyoruz" diyor.

Deneye katılan hastaların bir kısmına bir yıl boyunca her gün 100 mikrogramlık birer D vitamini tableti, diğer kısmına ise D vitamini olduğuna inandıkları birer şeker tableti verilmiş.

Araştırmacılar bu süre içinde vitaminin kalp yetmezliği yani kalbin kan pompalama yetersizliği üzerindeki etkisini incelemişler.

Burada ölçü, kalbin her bir çarpışında ne kadar miktar kan pompalayabildiği.

Image copyrightPA

Sağlıklı bir yetişkinde bu kapasite kalpteki kanın yüzde 60-70'i dolayında iken, kalp yetmezliği çeken birinin kalbi, kanın ancak dörtte birini pompalayabiliyor.

Reçete için henüz erken

Fakat bir yıl içinde D vitamini alan kalp hastalarında pompalama oranının yüzde 26'dan yüzde 34'e çıktığı saptandı.

Araştırma ekibinden Dr. Witte BBC'ye "Bu çok önemli bir oran. Çok pahalı bazı tedavi yönmetleriyle de ancak bu kadar gelişme sağlayabiliyorsunuz. İnanılmaz bir sonuç. Üstelik fındık fıstık gibi ucuz, yan etkisi de yok. Son 15 yıldır böyle bir sonuç alınmadı" dedi.

Çalışma, D vitamini alan hastaların kalplerinde küçülme de görüldüğünü ortaya koydu. Uzmanlar, bunun kalbin daha etkin ve güçlü hale gelmesiyle ilgili olabileceği gönüxühre,

Fakat ekip kalp hastalıkları için D vitamini reçetesi yazmak için henüz erken olduğu görüşünde.

Dr. Witte, "Henüz o noktada değiliz. Aldığımız sonuçlara inanmadığımız için değil fakat daha kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç var" diye konuştu.

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160405_vitamind_kalp

ABDULLAH-I TERCÜMAN (ANSELMA TURMEDA)

ANSELMO TURMEDA'NIN MÜSLÜMAN OLUŞU

Abdullah et-Tercüman (Anselmo Turmeda), aslen İspanyanın Mallorca adasına mensup bir katolik-fransisken papazı iken, Müslümanlığı kabul etmiş (1420) ve gerçeğe hizmet için "Tuhfetü'l-Erib (Lebîb) fi'r-Reddi 'ala Ehli's-Salib" adlı bu eseri yazarak eski dindaşlarını Hak Din İslamiyet'e çağırmıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in hak son peygamber olduğunu Tevrat ve İncil'e dayanarak defalarca ispatlayan, Abdullah Tercüman, misyonerlikle mücadele için geliştirdiği metotları bu kitapta anlatıyor. İçerisinde Hıristiyanların kutsal kitabının muharref olup olmadığı meselesi, bu kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmadığı meselesi, teslis inancı, Kurân'ın Allah kelamı olup olmaması ve Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in risaletinin hak olup olmadığı meseleleri bulunmaktadır. Akdeniz'de Balear takımadalarının en büyüğü olan Mayorka adasında, bir ailenin tek çocuğu olan Anselmo Turmeda isimli biri vardı. Altı yaşında iken bir papazdan din ilmini öğrenmek üzere tahsile başladı. Sonra ilmini ilerletmek üzere Katalan'da, Larde şehrine gitti. Din ilmini hayli ilerleten Anselmo, daha da ilerletmek için Nebuniye şehrine gitti. Burada ilmi çok yüksek, kadri kıymeti büyük bir papazın himayesi ve hizmetinde uzun müddet kaldı. Nikola Mertil ismindeki bu papaz, bir gün hasta olduğundan derse gelmedi. O gün talebeler kendi aralarında müzakerelerle meşgul oldular. Akşam olduğunda Anselmo, papaz Mertil'in evine vardığında papaz:

— Bugün ne ile meşgul oldunuz? diye sordu.

Anselmo ise, arkadaşları ile bazı ders müzakerelerinde bulunduklarını fakat İncil'in bir yerinde Hazreti İsa'nın «Benden sonra bir Peygamber gelir, onun ismi Paraklit'tir» sözü üzerine hayli tartışma yaptıklarını söyledi.

Papaz:

— Bu hususta arkadaşlarından kimler ne gibi sözler söyledi ve sen ne dedin diye sordu.

Anselmo, kendi söylediklerini ve arkadaşlarının söylediklerini anlattıktan sonra Papaz: «Sen biraz yaklaşmışsın, falan arkadaşın hiç isabet edememiş, falan arkadaşın da biraz yaklaşmış», deyince Anselmo, büsbütün merak etti. Papaza yalvararak bunun hakikatini sordu. Papaz Nikola, bir türlü söylemek istemiyordu. Hattâ söylediği takdirde hayatının tehlikeye düşebileceğini ifade ediyordu. Anselmo, papazın ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladı. Nihayet Papaz Nikola, ağlayarak bu meselenin hakikatini anlatmaya başladı ve şöyle dedi:

— Evlâdım! Ben bu hakikati hayatımın son zamanlarında öğrendim. Eğer, daha evvel öğrenmiş olsaydım, benim için çok şeyler değişirdi. Burada İsa'nın, benden sonra ismi Paraklid olan birisi gelecektir dediği zat, Müslümanların peygamberi Hazreti Muhammed'dir. Paraklid'in tam karşılığı Ahmed'dir. Bu hakikati benden duyduğunu kimseye söyleme. Eğer kendin hayırlı bir şey yapmak istiyorsan, Müslüman ol, dedi.

Hocasından bu hakikatleri duyan Anselmo Turmeda, hemen memleketine döndü. Altı ay kadar kaldıktan sonra, Tunus'a gitti. Orada kendi dilinden anlayan birini bulup Müslüman olacağını anlattı ve Tunus Emiri Ebu'!l Abbas Ahmed'in huzuruna çıkardılar. Huzurda Müslümanlığı kabul etti. Abdullah Tunus Emirinden Tunus'ta bulunan ve kendisini yakından tanıyan Hıristiyanlardan kendisinin sorulmasını istedi.

Hıristiyanlar, emir üzerine toplandılar. Kendilerine Anselmo Turmeda isminde bir papazı tanıyıp tanımadıkları soruldu. Hepsi, hakkında iyidir diye şahitlik yaptılar, O zaman huzurlarına Abdullah çıktı ve Kelime-i Şehadeti getirdi. Perişan oldular. Bu bizim içimizde en kötü kimse olarak bildiğimiz biridir demeye başladılar.

Abdullah, Tunus sarayında uzun müddet tercümanlık görevinde bulundu, (Ne garip! Hıristiyanlar okudukça ve ilimleri ilerledikçe Müslüman oluyorlar; Müslümanlar da cahillikleri çoğaldıkça Hıristiyan oluyorlar.)

Abdullah-ı Tercümân, Akdeniz'de bulunan Balear adalarının büyüğü olan Mayorka adasında, bir âilenin tek çocuğu idi. Asıl ismi, Anselmo Turmeda idi. Hıristiyanlığa Reddiye olarak yazdığı “Tuhfet-ül-erîb” kitabında, hayatını şöyle anlatır:

PAPAZ NİKOLA'NIN YANINDA

Babam beni, altı yaşına girdiğimde, bir papaz öğretmene teslim etti. Bu papazdan İncîl'i okudum. İki senede, yarısından fazlasını ezberledim. İki sene, İncîl'in lügatleri ve mantık ilmi üzerine çalıştım. Sonra Hıristiyanlarca ilim merkezi sayılan “Larde” şehrine gittim. Burada altı sene kadar tıb ve astronomi ilmi öğrendim. Dört sene kadar da İncîl'i ve lügatlerini okudum. Daha sonra “Nebûniye” şehrine gittim. Orada zamânın en seçkin papazı olan Nikola Mertil'den ders okudum. Bu papaza hükümdârlar bile mürâcaat eder ve hediyeler gönderirlerdi. Bu papazdan Hıristiyanlık dininin usûl ve hükümlerini okudum. Dâima hizmetinde bulunup, ona yakın olmaya çok i'tinâ ve ihtimâm gösterdim. Papaz da, beni en yüksek talebesi olarak herkese takdim ederdi. Hattâ o kadar yakın oldu ki, evinin ve anbarlarının anahtarlarını bana teslim ederdi. Böylece on sene, Nikola'ya tam teslimiyetle hizmet ettim.

Bir gün papaz hastalanıp derse gelmedi. Derse gelenler arasında, Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma; “Senden sonra bir peygamber gelir, ism-i şerîfi Paraklit'tir” meâlindeki ilâhi hükmü üzerinde çok münâkaşa oldu. Fakat sonuca varılamadan meclis dağıldı.

“PARAKLİT İSMİNİ TARTIŞTIK”

Ben de oradan ayrılarak, papazın evine gittim. Bana; “Bugün aranızda ne gibi hâdiseler cereyân etti?” diye sordu. Ben de; “Paraklit isminde ihtilâf oldu” deyip, olanları anlattım. Papaz; “Sen ne cevap verdin?” diye sorunca, ben, bir İncîl'de olan cevâbı verdiğimi söyledim. Papaz; “Sen kusur etmemiş, sorunun cevâbınâ yaklaşmışsın. Filan hatâ etmiş, falan yaklaşmış. Lâkin doğrusu bunlardan hiçbirisi değildir. Bu yüce ismi, ancak ilimde çok ileri gitmiş olanlar bilir. Sizin ise, ilimden nasîbiniz çok az bir şeydir” dedi. Bunun üzerine ben ona;“Efendim! Siz bilirsiniz ki, ben vatanımı bırakıp uzak bir ülkeden buraya geldim. On senedir, hizmetinize devâm ve rızânızı kazanmaya gayret ettim. Sizden sayılamayacak derecede bilgi öğrendim. Şimdi siz muhterem üstadımdan, bu mübârek ismi dahî bana açıklamak sûretiyle ihsânınızı tamamlamanızı istirhâm ederim”dedim. Papaz Nikola Mertil, ağlayarak şunları söyledi: “Oğlum! Vallahi, bana olan iyi hizmetin, sevgi ve sadâkatinden dolayı seni çok severim. Evet bu mübârek ismi bilmekte sayısız faydalar vardır. Fakat, korkarım ki saklayamayıp söylersin. Sonra Hıristiyanlar, seni o dakikada öldürürler” dedi...

“PARAKLİT, ‘MUHAMMED'DİR!..”

Papazın bu sözlerinden sonra, merak ve heyecanım bir kat daha artarak; “Üstadım, Allah, İncîl ve Mesih hakkı için, bana söyleyeceğiniz sırların hiçbirisini ifşa etmem” deyince, Papaz bana; “Oğlum, bil ki; “Paraklit”, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek ismidir. O'na, Danyâl aleyhisselâmın lisânı üzere dördüncü kitap olan Kur'ân-ı kerîm nâzil olmuş ve bu kitabın, O Peygamber-i celîle nâzil olacağı ve dininin hak din, milletinin de İncîl'de adı geçen beyaz bir millet olduğunu, Danyâl aleyhisselâm haber vermiştir” dedi. Bunun üzerine ben; “Hıristiyanlık hakkında ne dersiniz?” diye sorunca, papaz çok ciddi bir tavır alarak;

“Oğlum, eğer Hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın dîni üzere olsalar, ilâhî din üzere kâim olmuş olurlardı” dedi. Ben,“Öyle ise bu işten kurtuluş nasıl olur?” dedim. Papaz; “Müslüman olmakla” deyince, ben; “Müslüman olan kurtulur mu?” diye sordum. O da; “Evet, Müslüman olan kimse, dünyâ ve âhirette saâdet bulur” deyince, ben;“Efendim, akıllı olan kimse, en fazîletli ve en hayırlı olan şey ne ise, kendi için onu seçer. Siz, İslâm dininin fazîlet ve yüksek kıymetini kavradığınız hâlde, niçin Müslüman olmadınız? Ne mâni vardı?” dedim. Papaz; “Oğlum, eğer sen yaşta iken Hak teâlâ bana hidâyet buyurmuş olsaydı, her şeyi terk eder, Hak dînine alenen girerdim. Dünyâya muhabbet, her günâhın temeli ve başıdır. Hıristiyanlar, benim İslâmiyet'e az bir meylimin olduğunu bilseler, derhâl öldürürler” dedi ve zâhiren Hıristiyanlık dîni üzerine kalacağını bildirdi...

“BURADAN HEMEN GİT!”

Bunun üzerine ben; “Efendim, ben İslâm diyârına gidecek ve İslâm dînine girecek olursam, bana yardım ve delâlet eder misiniz?” deyince, o da; “Eğer aklın varsa ve kurtuluşa ermek istersen hiç durma, git. Fakat konuştuklarımızdan bir şey sezdirecek olursan, Hıristiyanlar, seni o ânda öldürürler ve ben seni kurtaramam”dedi.

Nikola Mertil, bunları söyledikten kısa bir zaman sonra öldü. Ben de oradan ayrılarak Tunus'a gittim ve Müslüman olmakla şereflendim.

HRİSTİYANLIĞA REDDİYE

ABDULLAH TERCÜMAN

BEDİR YAYINEVİ / 1970

"ASLEN ANSELMO TURMEDA ADINDA BİR İSPANYOL PAPAZI İKEN, BİLAHERE İSLAMİYETİ KABUL EDEN MÜHTEDİ ABDULLAH TERCÜMAN'IN "TUHFETÜ'L-ERİB Fİ'R-REDDİ ALA EHLİ'S SALİB" İSİMLİ ARAPÇA ESERİNİN TERCÜMESİDİR"

Orjinal adıyla "Tuhfetü'l-Erib (Lebîb) fi'r-Reddi 'ala Ehli's-Salib" adlı bu eser, ülkemizde son yıllarda artan misyonerlik propagandasına cevap olacak nitelikte. Yazıldığı tarihten itibaren onlarca dile çevrilmiş ve Avrupa üniversitelerinde doktora tezlerine konu olmuş ve kiliseyi bunaltmıştır.

Kaynaklar

www.ilahi-tr.org

www.muhteva.com

vehbitulek.com

 

http://www.tahavi.com/rapid/hr.pdf

 

 

ESKİ RUBÂİLERİM -Muhyiddin Raif Yengin

 

Bir bahrdeyim tasavvurî müşkildir;

Garkâbeleri ka’rına der sahildir.

İhyayı maânî ederim ben sessiz;

Muhyi! demim î’câz-i-Mesîh-i-dildîr.

**

«Hafız» dan

Sordum güle: «cürmün nedir ey gül söyle.

Nıçün seni suzân ediyorlar böyle?»

Gül gülşen-i-hestîde dedi «cürmüm bu:

Bir gün yanılıp gülmüş idim bir şöyle!»

**

Hestî: f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet

Kaynak: Muhyiddin Raif Yengin, Eski Rubâilerim, Cumhuriyet Matbaası-1946, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar