Print Friendly and PDF

Ordan Burdan

Bunlarada Bakarsınız





TÜRK DÜNYASININ REMZİ -BAHTİYAR VAHABZADE-

«Meşhur Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul’un bir  beyti her zaman bana Vahabzade’yi hatırlatır:

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.

Vahabzade, fikir ve sanat dünyasına geldiği günden  beri Azerbaycan’ın dertlerini haykıran soylu şairlerinden birisi olmuştur. 

Türk edebiyatı için Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ne ise Azerbaycan Edebiyatı için de Vahabzade odur. 

Vahabzade bütün Türk dünyasının ortak sesi, seven  yüreği, aydınlık yüzü, güzellik çizgisi, remzidir. 

O, eserlerinde manevi dünyası inkâr edilen, kökünden koparılmak istenilen insanların dertlerini ortaya koyar. Hissiyatımız karşısında aklımızın ve vicdanımızın  önemine vurgu yapar. Bugünkü cemiyeti sarsan, yıkan  felaketleri eserlerinde gözlerimizin önüne serer. Böylece  Azerbaycan’da cereyan eden dehşetli olayları bilenler şairin eserlerinde kendisini bulur. Onu yürekten alkışlar.

Ben ilk defa Vahabzade’yi Türkiye’de yayımlanan şiirleri ile tanıdım. İlk defa 1980 yılında Bakü’de yüz yüze  görüştük. 1982 yılında ikinci defa Bakü’de Hazar denizi  sahillerinde karşılaştık. Bu görüşümüzde Azerbaycan  halkının şaire olan hayranlığını, sevgisini görmüştüm.  Bir şairin halkının gönlünde taht kurması ne kadar güzeldir. Bu büyük sevgi, onun öz milli değerlerine, köküne  sağlam bağlarla bağlıolmasından ve zulmün karşısında  halkının ve hakkın sesi olmasından kaynaklanır.»

Yavuz Bülent BAKİLER

 

BU AYRILIK NEDEN OLDU

Ellerini üzüb menden

Yarim bir baş geder oldu

Can deyib can eşiderdik

Bu ayrılıq neden oldu

Qızıl güller desteyem men

Bülbülem qefesdeyem men

Gezirem men qemli qemli

Gören deyir hesteyem men

Öz eşqimden dileyimle

Ayrı düşdüm illerde men

Ancaq senden ayrı gezen

Ürek deyil beden oldu

Can deyib can eşiderdik

Bu ayrılıq neden oldu

 

 


DOSTUN KAPISINDA AĞLAYANLARLA

Üstadım Molla Lutfi rahmetu’llâhi aleyhi ziyarete gittim.

-Efendim, hayli zamandır görüşemiyoruz, dedim.

-Oğul aramızda perde yok ki, seninle, ayrılık olsun da, bulup görüşelim. Gönüller beraber değil mi?

-Evet, dedim. Sonra

-Efendim bir kardeşim, “namaz kılmak, benim için olağanlaştı, zevk alamıyorum, tat bulamıyorum” dedi.

-Evlat, bir şeyin sık tekrarında  insan için biraz bıkkınlık hasıl eder. Ancak doğru olan  ilke “terk etmemek” ve “bağı koparmamaktır”. Çünkü hayat kendi içerisinde her an bir sıkıntı ile karşı karşıyayız. Şimdi neyin geleceği belli olmayan bir hayat yaşayan insanoğlu, bir sıkıntıya düştüğü zaman, sığınacağı bir kapısı olmalıdır. Bunun içinde en elzem olan, sık sık ziyaret ettiği dostun kapısıdan başkası değildir. Uğramadığın yere, bir sebeple gittiğinde,  soğuk karşılama olmaz mı? Nedenli karşılanacağına, nedensizlerle gidebilmek için, dost kapısını incitmeden, yük olmadan çalmak uygundur.

-Efendim, siz bizim kıldığımız namazlar niyaz değil, yatıp kalmadır, diyen siz değil misiniz?

-Evet, bizim ibadetlerimiz inhinadır. Uçma kaçma cinsinden olsa da terk etmemeliyiz. Çünkü dosta vefa, boyun kesmekten gelir. Bir gün büyük alim Fahreddin Râzi için bir kıssa anlatılır.

Fahreddin-i Râzî âhirete intikal ettiğinde, malum sualler… Hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın nasıl bir iman?” sualine cevap bir türlü cevap veremez. Ben alimim aklımla buldum demek ister. Fakat bir konu da soruluyorsa, bu bir noksanlığa işaret cinsinden zuhur ettiğini bildiğinden şaşırıp kalır. Aklına bir türlü ışık düşmez. Manevi olarak Üstadından yardım dilenir. Necmüddîn el-Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîzden yardım gelir.

-Oğul “Taklittir, de, taklit.” O da,

-“Taklittir”, de diyor.

“Kimin taklidi?” diye soruyorlar. Yine üstadı

-“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” de derler.

-Tamam, geçtin, denilir.

-Evlat, bunun için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, büyüklerimiz  “La ilâhe illa’llah alâ muradillah”  [La ilâhe illa’llah’tan Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise]

“ve alâ murad-ı Rasûlillah” [Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o kasıtla diyorum] üzerine  “sen de öyle de” derler.

-Bu taklittir.

-Olmuyor, yapamıyorum demek yoktur. Zaten sen ne kadar varsın ki, o kadar yok olasın.

-Yine Hz. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Firavun’un yandaşlarından Haman, Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ederdi. Hz. Mûsâ aleyhisselâm, biraz kıllı vücutlu, göbekli, başı dazlak ve konuştuğunda sinirli birisi olduğundan dili zorlanırdı. İşte bu adam, başına işkembe geçirir, karnına bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ederdi. Niye, Firavun’u güldürecek.

Hz. Mûsâ aleyhisselâm bunu haber alır. Allah Teâlâ ile Tur-u Sina’ da konuşurken,

“Yâ Rabbî,  onu kahretsene” dedi. Allah Teâlâ ise;

-“Kahretmem” diye karşılık verdi. Hz. Musa aleyhisselâm nedenini sorunca, Allah Teâlâ;

“O, Firavun’u değil, seni taklit ediyor.”  Buyurdu.

-Evlat her ne kadar biz hakikatine varamasak, dost kapısına yüz koymalıyız. Biz bu gerçeği bilmek ile gönlümüz kanlanır, başımız kesilmeye razıdır.  Anak bizim gibi körlere, taklitle iş yapmak gerekir!

Şu halde Tanrı’dan bir şey umarak, Tanrı’dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar.

“Mesnevî Cilt, 3, b.4595”

-Evlat, doğrusunu görmekte zorlandığın hususlarda inkar etmek yerine taklide daim olmalıyız. Gerçi taklidin değeri yoktur, derler. Olsun, dostun kapısında taklitle durmak, uzak durmaktan iyidir. Velevki hakikati uzak durmakla buldum diyenler varsa da.

-Sen gel, uzak kalma orada, hakikaten ağlayanlarla ağla kapıda, nasıl olsa, bir rahmet busesi sana da olmaz değil ya..

 


NEFESLER  

Erenler serveri, gerçekler piri,

Hünkâr Hacı Bektaş erleriyiz biz.

Balım Sultan, Abdal Musa şahımız,

Seyyid Ali Sultan gülleriyiz biz...

Kaygusuz Sultandır bir serdarımız,

Karadonlu Çan'dır türbedarımız,

Kamber Ali Sultan şehsüvarımız,

Necef deryasının gevheriyiz biz.

Sarı İsmail, Hacım'dır ulumuz,

Şah-ı Horasan'a çıkar yolumuz,

Muhammed Ali'den kokar gülümüz,

Oniki tarikin serveriyiz biz

Türâbi, üçlerin birisi oldu,

Yedilerle kırklar meclise güldü,

Horasan erleri azmedip geldi,

Muhammed Ali'nin kullarıyız biz... 

***

Bu nefesler sizin için

Gel gönül gidelim aşk illerine,

Meramın yâr ise bir tane yeter..

Fikreyle kıldığın amellerine,

Heva-yı cehline efsane yeter.

Meyl-i dünya olup gel olma bednam,

Kim almış felekten muradmca kâm? 

Ölüm var mı yok mu âhir ü encam?

Hakka ibâdete virâne yeter.

Türâbi özünü pây-i mâl eyle,

Erenler yolunda kesb-i hâl eyle,

Şu fâni dünyayı bir hayal eyle,

Konan göçtü kalan nişane yeter.

***

Vakit tamam oldu çilleler doldu,

Gel gezelim bizim elleri şimdi.

Hamdülillah maksud yerini buldu,

Seslendi muhabbet telleri şimdi.

Şükür kabul olduk Hak divanında,

Canımız kurbandır âsitanında,

Bir gece misafir Yıldız hanında,

Seyredelim Çamlıbelleri şimdi.

Sürelim dergâhda devranı, demi,

Derdimin dermanı, yâremin em'i...

Ziyaret edelim âb-ı zemzemi,

Akar Akpınarın balları şimdi.

Sıtkiyâ, göründü Çillehaneler,

Uyku görmez âhû gözlü sunalar,

Ah eder yavrular, ağlar analar,

Gözler şehzadeler, yolları şimdi...

 


UYANAMAYACAĞI UYKUYA YATANLAR

Bir tavsiye üzere teoloji ve felsefe üzerine ömrünü vermiş bir zatın video sohbetlerini seyrettim. Videoda ilahiyatın yıllardır bünyesinde çözmeye çalıştığı ve sonuçlandırmadığı birçok konuda konuşuldu.

Netice: çözüm yok, çare yok cevap yok olan şüphe ve çaresizlik.

İnsanların çözmeye çalıştıkları birçok konu aslında çözülmüyor. Uğraşıldıkça daha kararıyor. Aklı kullanın maşası ile meseleler tutuluyor mu, yoksa soğutuluyor mu belli değil.

Aklı kullanın demek, mesele çözmek ile algılanacağına, öleceğine bak sonunda insan ol/bul demek mi olduğuna karar verilmeden, sallana sallana bir dar koridorda, o duvardan bu duvara çarparak yürümeye benzeyen bu konuşmalar artık huzur vermiyor. Yani sohbeti eden/dinleyen insanın bir kazancı kafası karışması mı olmalı?

Hayat, gerekli olmayanı bırakmaktır. Bir mesele zuhur ederse öğrenirsin doğru ve yanlış yapar gidersin. [Çünkü doğruların doğru olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Senin doğrun ötekisinin yanlışı.]

İnsanın bilmediği bir kısım her zaman bulunmalıdır. Doğrusu da budur. Bu gibi durumlarda mistik veya  tasavvuf terbiyesinin faydası çıkıyor. Ayrıca aşkı olan insanın zaten sorunu yok ki. [Kocakarının da inancı kulluktur. Felsefecinin en son bulduğu yer olan kulluğu, o  Allah Teâlâ vergisiyle bulmuştur. Aklını yoranların bulacağı sıradanlık noktası, kulluk. Maalesef, filozof kul olmada yolda kalır. Soracaklarını son nefesine dahi bitiremez.]

Sorgulayıcı aklın en son sorguladığı kendi olduğunda, yine kesin cevabı yoktur. Çünkü düşünen insan kendini bir yere koymaktan hep korkmuştur. Hep bir ötesi vardır onun için. Bu nedenle bir insan için en güzel şey diğer bir insana huzur verebilmesidir. Huzuru artırmayan her şey kalp üzerinde bir kara nokta olur, gönlü karartmaya başlar.

Bu meyanda yıllardır söylenen meseleleri  şöyle olsaydı böyle olmalıydı teknesinde ekşitmek yerine, insan için ne gerekliye gitmek doğru değil midir? Dinin naslarını aklın potasında müspet ve menfi cevaplamak ile din kendini değiştirmediği gibi, uğraşan insanı çok yorar.

Bunalım denilen marazın emareleri bu mudur?

Herşeyi çözmemiz gerekli diyen birçok akıllı insanların Ashab-ı Kehfin mağrasında uykuya daldıklarını görüyoruz. Kehf asahab-ı yedi kişiydi. Onlar üçyüzyıl sonra uyandılar. Burada uyumaya çalışan diğer insanların uyandığı görülmedi. Onun için bu mağaraya girmek ve uyumak hoştur. Ancak insan uyanamayacağı bu uykuyu neden taleb eder ki.

 


HAK HUKUKA VASIL OLUNCA

Bir kahraman suikastle şehit edilmiş, Hakk katına vasıl olmuştu. Rabbi sormuştu,

“Kanın yerde kalmasına biz razı olmadık. Tahsil edilmesini ister misin?”

Kahraman:

“Vatan için millet için can feda olsun. Ancak kendim için istemediğimi olur ya  milletimin çocukları hainlerle işbirlik içinde olanlar yüzünden devrilmeye başlarsa, bende hakkımı isterim” dedi.

Sözler bakidir. Cehennemi süre denilen bir zaman bitti. -Ehli hal bilir.- Hak olacak hesap defterlerinde silinecek bir emare kalmadı. Fakat devlet için canlar devrilmeye başlayınca Hakk ahdi cari oldu.

Devrilmez dağlar devrildi. Durmazların çarkları durdu. Kan yerde kalmadı. Beklenmeyen tecelliyat batıdan doğan güneşle oldu. Hak hukuka vasıl oldu.

Ey adl-i ilâhi mazlumların sahibi ve vekili sen değil misin?

İhramcızâde İsmail Hakkı


"DİKKAT EDİNİZ! ALLAH'IN LANETİ ZALİMLER ÜZERİNEDİR’’

“Hud Suresi. 18.ayet”

Bu ayet Hud Suresinin 18. ayetinin sonudur. Yüce Allah meleklerin veya peygamberlerinin dilinden hikaye ederek, o kimselere kıyamet günü şöyle denileceğini haber vermektedir:

“Allah a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabb'lerine sunulacaklar, şahidler de, “işte Rabb’lerine karşı yalan söyleyecekler bunlardır" diyecekler. “İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.”

Hadis: “Safvan b. Muhriz el-Mâzenî anlatıyor (Allah ona rahmet etsin): Ben İbni Ömer’in elini tutmuş olduğum halde, onunla beraber yürüyordum. Bir adam geldi ve “Necvâ (: fısıldamak)" konusunda Hz. Peygamberden nasıl bir açıklama duydun?" diye sordu. İbn Ömer

“Ben Allah’ın Rasülünden konu ile ilgili şu hadisi duydum:

“Kıyamet günü Allah Teâlâ mümini yaklaştırır ve üzerine şefkat kanatları koruma örtüsünü (hicabı hıfzını) örter. Böylece onu diğer insanların gözlerinden gizler ve o kişiye şöyle der:

“Ey kulum, Şu günahını bilirsin değil mi? Şu günahı da bilirsin değil mi? Şu günahını da bilirsin değil mi?"

diye sorar. O kişi de

“Evet ey Allahım!" diyerek, bütün günahlarını İkrar ve İtiraf ettikten sonra, kendi kendine helak olduğunu anlayınca. Allah Taâlâ

“Kulum sen dünyada kendi aleyhine olan günahlarını halktan gizledin. Ben de bu gün senin için bu günahlarını affediyorum"

buyurur. Bunun üzerine o kulun sevab (hasenat) defteri sağından verilir. Kafir ve münafıklara gelince, (meleklerden ve peygamberlerden) bir çok şahidler onlara şöyle diyecekler:

“İşte şunlar Rablerinc (ortak koşarak) yalan söyleyenlerdir. Allah ın laneti o zalimlerin üzerine olsun!"

AÇIKLAMA VE YORUMU:

“Necvâ", yavaşça ve gizlice söylemeye denir. Fısıldamak manasına da gelir. Buradaki manası, Allah Teâlâ'nın kıyamet günü inanan kuluyla gizlice konuşmasıdır. Bu da Allah'ın büyük lutuflanndan biridir. Çünkü kulunun günahlarını affetmek için gizilce önce kendisine hatırlatıyor, sonra da affediyor.

Allah'ın mümin kuluna yaklaşması, mekan ile ilgili bir yaklaşma değil, rütbe ile ilgili bir yaklaşmadır (et-takribü'r-rütbi).

Hadiste sözü edilen. Allah Teâlâ’nın mümin kulunu rahmet ve merhamet kanatları altına alarak, mahşer günü toplanan bütün insanların gözlerinden saklayıp, onu örtmesi, hadiste geçtiği gibi, arkasından da ona sorular sorarak, cevablarını ikrar ettirmesi. beliğ bir temsili içeriyor. Konu ile ilgili olarak mî şöyle diyor: Bu hadisde gecen örtme ve ilahi koruma, kuşun kanadından istiare olmuştur. Nasıl ki kuş kendi kanadıyle hem kendi hayatını, hem de yumurtasını örterek korur. İşte Yüce Allah da mümin kulunu mahşer halkının bakışlarından. örtmek suretiyle gizler. O kulunu rezil olmaktan korur. İşte bu durumu anlatmak için hadiste istiare sanatı kullanılmıştır.

Hadisin son kısmı, yukarıdaki başlıkta yer alan ayetin bir bölümüdür. Bu ayette geçen zulüm, Allah'a inanmama, yani Küfür ve münafıklıktır. Çünkü her zulüm bu ayetin manasına girmez ve Allah Teâlâ’nın lanetini gerektirmez. Çünkü Allah'ın katında kafirliğin cezası. diğer küçük günahların cezası gibi değildir.

“Lânet”. Allah’ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırmadır.

Bu hadis şu ayeti kerimeyi tefsir etmektedir:

"Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız.. (Tekasür Suresi. 8) 

Helal nimetten sorulacak soru, sadece Allah ın insana verdiği nimetleri ona ikrar ettirmek için sorulan bir sorudur. Nitekim Yüce Allah insana o gün. daha önce kendisine isyan ederek yaptığı günahlarını da ikrar ettirerek o günahlarını affediyor. Durum böyle olunca. Allah'ın kullarına verdiği helal nimetten dolayı sorguya çekmesi. kendilerine verilen nimetlerin ikrar edilmesi olarak anlamak, intikam veya hesap sormak için sorguya çekmek olarak anlamaktan daha iyi ve doğrudur.

Bu hadis günah işleyen müminlerin - işledikleri günah büyük bile olsa- kafir olmadıklarına bir delildir.

Halbuki Hariciler büyük günah işleyenin kafir olacağını savunmuşlardır. Yine aynı hadis büyük günahların da Allah tarafından affolunabileceğine de delildir. Halbuki Mu’tezîliler sadece küçük günahların affedilebileceğini iddia etmişlerdir.

Sh:113-116

KİŞİ ANNE VE BABASINDAN İZİNSİZ CİHADA ÇIKAMAZ

Hadis: Abdullah b. Anır (radıya'llâhu anh) şöyle dedi: Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme bir adam gelerek.

“Cihad yapmak istiyorum"

dedi. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem:

“Senin annen baban var mı?"

diye sordu. Adam “evet" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"O halde, madem ki annen ve baban var. onlar için savaş (çalış, uğraş, mücadele et)"

Sh:174

Kaynak: Doç. Dr. Talat SAKALLI, Bedruddin AYNÎ,(Hayat, Eserleri ve İlmî Şahsiyeti), TDV, 1995, Ankara

ÜZÜLEN NEDEN BİZ OLUYORUZ?

Kalbimizin içinden geçen her konu gerçek olsa, sonra da çıksa, bu sevinilecek bir şey mi olur, yoksa üzülmesi gereken bir bahis midir, diye düşünmeliyiz..

Doğru olan kalbimize uygun gelirken, eğridir dediğimiz, onlara uygun düşüyorsa, sorunsuz geçmesi takdir edilen bu hayatta sorunlar neden oluşuyor? Hikmetli sözleri bildiğimiz halde hikmetsiz gibi yaşıyorsak, bu hayat bizim için değerli, ötekisine neden değersiz oluyor?

Kahreden düşüncelerimizi toplamaya çalışıyoruz. Ancak mahvolmaya çalışan sevdiklerimizin geleceğine doğru bakışımızda olmasını/olmamasını temenni ettiğimiz her hususu, bir kerre de değiştirmek için gayret edelim derken, yine kötülenen olmak riskini alıyorsak, bunun nedeni onlara nefretimiz mi yoksa muhabbetimiz mi oluyor?

Sevdiğimizin kaderini bildirseler, biz de müdahale edemiyorsak, bilmemiz ile bilmememiz arasını nasıl bulacağız. Yoksa bu değerli olduğumuzu mu gösteriyor veya değersizliğimize işaret mi saymalıyız?

Köprüleri yıkacağını bilsek, altından dizi dizi figanlar geçeceğini hayal etsek, zandır desek ya da gerçeğe çıkacağını tam olarak tahmin etsek, bunu da kendimize dahi inandıramazsak, bu bilmemenin hangi sıfatla değeri olur ki? 

Olanlar bizim bilmemizle mi oldu, yoksa bileceğimiz için mi oldu diyemediğimiz bu hususları kime nasıl anlatabileceğiz?

Kadere kafa tutsak, kader bizden etkilenir mi, gününü değiştirir mi?

Hiçbiri olmazda, içi boşalmış cevizler gibi kırılmayı beklesek ve soba da yanarken cızırtısından başka sesi kalmayan bir kül olmak ile bitecek varlığımızın bir değeri var mıdır?

Şeytan bir gün denizin kıyısında ağlıyormuş, sormuşlar.

“Neden ağlıyorsun?”

“Gayretlerimin sonuçsuz kalışının işareti dünyanın üçte ikisi şu denizler, değil mi? Hepsi benim mağlup olacağımı anlatıyor, anlayamadınız mı?”

“Ne zaman bir ağlayan olsa “ben yıkıldım” diye figan ederim. Sular benim yıkılışımın her zaman bir ifadesi olmuştur.”

[Şeytanın sevmediği taklit edemediği şeylerden biri de sudur.] Tanrı evi Kâbe’nin tek zenginliği zemzem dir.

Bir üstadın çok akıllı bir talebesi vardı. Üstadından daha ileri seviyede bilgiye sahipti. Ancak üstadın üstünlüğü biraz fazla olan tecrübesi idi. Onunla akıllı talebesinin bir derece önünde durabiliyordu.  Tecrübe dedikleri şey talebesinin geleceğine iki cihetten bakış idi. Bir dışarıdan oluşu, diğeri fazla yaşından ileri geliyordu. Üstad, her zaman talebesi isyan ederken tecrübe ve sabırla alttan alırdı. Ancak bir vakit üstad yıkıldı. Talebesi onu terbiye eder gibi ağır sözle aşağılamıştı. Üstad onun ikaz edici sözlerine kızmadı, “Olur” dedi, “sen haklı çıkabilirsin, fakat benim dediğim olacak biliyor musun?”

“Nasıl olur”. “Ben haklı iken senin dediğin çıksın ki” dedi. Üstad,

“Bu işlerin takdiri gönlüne göre olmayacak kadar ne bize, ne de sana aittir” dedi.

“Neden” diye sorduğunda

“Bu senin istemenle değil, benim istememle değil, olması gerekenle olan vakıalardır. Onlar zuhur ederken buna engel olacak olduğum benim bir şeyim yok ki, senin nereden olsun” dedi.

“Şeytan cennetten kovulurken, girdiği yerden mi kovuldu. Secde etmedi diye atılan şeytanı yılanın derisi altında cennete sokanlar bir yanlışı rivayet etmiyorlar mı?”

Havva’nın kalbine gelen vesvese, kalpten kalbe giden yolun üzerinde duruş değil midir ki, aynı durum hala devam etmektedir. Kadın ve erkeğin, olduğu yerde bu fitnenin devam edişi şeytana mı bağlı yoksa insanın fıtratının emaresi midir?

Dağlar üstüne düşen yıldırım, dağı yıkar mı, yıldırır mı?

Bir sesi çıkar, bir de ışık. Bunların ne faydası vardır, ne zararı. Bazıları faydası olduğu şeyleri vardır dese de vereceği korkudan fazla değildir. Korkular bizi bitiren korkular. Korkuları teslimiyetin kelepçesiyle bağlı tutmasaydık, her şeyimizi dağıtırdı. Bunun gibi gün gelirde geri dönüp bakacak kadar bir zamanımız olursa insanın tek söyleyeceği sözü, sadece, “keşke” oluyorsa, burada acınacak husus talebeye mi olur, yoksa üstada mı?

Bize göre buradaki düşünce suçu üstada ait kılmaktır. Çünkü teslim olan talebesine bakması gerekirdi. Ancak üstad şu sözü yinelerse; “Talebe itibar edip bize teslim olmadı.”  O zaman üstada yine sormalıyız; “suç teslim olamayan talebede mi, yoksa teslim alamayan  üstatta mıdır?”

Hulasa; suç her zaman üstattadır. Talebeyi suçlamak yanlıştır. Buradan sözü Tanrıya getirirsek isyan eden kulun suçunu, kulda aramamalıyız. Ve öyledir. Sonuçta kullar cennet ve cehennem hususunda birbirlerinden haklarını teslim aldıktan sonra cennettekiler melek, cehennemdekiler oranın ehli olup süfliyyete memur olacaktır. Böylece her kul bulunduğu yerin memurudur.  Nasıl ki, melekler ve şeytanlar bugün varsa geleceğinki de onlar olacaktır. 

Burada önemli olan üstadın aciz kalışında talebenin düştüğü uçurumdur. Çıkılmayan yarları olan uçurumlar. Düşenlere ağlamanın olmadığı uçurumlar.

Ey talebesini kurtaramayan üstad!

Huzuru neden bulamadığını/bulamadığımızı anlıyoruz. Sebepler ve sonuçlar ile karışmış olan iç dünyamızda neden üzülen biz oluyoruz, diye kendimize hep soruyoruz. Üstad değiliz, talebe de olamıyoruz. Sorun tanrıda mı, diyemiyoruz. Ne öyleyse?…


HIZLI DİL ÖĞRENMENİN YOLLARI

Rob Budden
BBC Capital

4 Mart 2015

Yurtdışında hayalinizdeki bir işe başvurmak istiyorsunuz. Ama bir sorun var. Yabancı dil bilmeniz gerekiyor. Siz ise bilmiyorsunuz ve fazla zamanınız da yok.

İmkansızmış gibi gelebilir ama dil uzmanlarına göre, birkaç hafta içinde bir dilde basit iletişim kurmayı, birkaç ayda ise o dili ayrıntılı bir şekilde öğrenmeyi başarabilirsiniz. O dilde edebiyat eserlerini okuyup anlayacak kadar öğrenmek daha uzun bir zaman gerektirir elbette. Fakat ister diplomatik serviste olsun ister bilgisayar programcılığında, kendi ihtiyaçlarınıza uygun kelime ve deyimleri ya da teknik dili hızlı yoldan öğrenmeniz mümkündür.

Bazen iş gereği sık sık seyahat etmek zorunda olmak, günlük konuşma yürütecek şekilde birkaç dili öğrenmeyi de zorunlu kılabilir. Örneğin Benny Lewis adlı bir mühendis bu nedenle İspanyolca, Fransızca ve Almancanın yanı sıra Çince de dahil yedi dili akıcı bir şekilde konuşur hale gelmiş.

Önceliği iyi belirlemek

Lewis, ana dili olan İngilizceden sonra öğrendiği ilk yabancı dil olan İspanyolcayı bir yıldan faza sürede öğrenmiş, ama sonrakiler çok daha hızlı olmuş. Bu işin sırrını şöyle açıklıyor Lewis: Dil öğrenirken önceliği işine yarayacak türden konuşmalara ve kendisine sorulabilecek soruları yanıtlamaya vermek. Yeni diller öğrendikçe teknik tercüme yapar hale bile gelmiş.

Bu ilk aşamada, en çok kullanılan kelime, deyim ya da kalıpları içeren kitaplar ve internet üzerinden dersler yararlı olabilir. Böylece o dilden basit konuşmaları yürütecek kelime ve cümle kalıplarıyla donanmış olursunuz.

Kendinize güvenmek

Lewis, “Başlangıçta en büyük bariyer özgüven eksikliği oluyor,” diyor. “Ama konuştukça daha iyi hale geldiğinizi görüyorsunuz ve bu da kendinize güveninizi artırıyor.”

Dil uzmanları, yabancı dilde ilerlemek için o dili konuşma cesaretini göstermek gerektiğini vurguluyor. “Ağzınızı açmazsanız gelişme kaydedemezsiniz,” diyorlar.

Bu ise yanlış yapmaktan korkmamak anlamına geliyor. Lewis, İspanyolcaya ilk başladığında Tarzanca konuştuğunu söylüyor. Fakat iki hafta içinde “kafada ampul yanan an” gelmiş ve diş fırçası kırıldığında marketten kendisine yeni bir fırça alabilmiş. Nereye giderseniz gidin insanların yeni dil öğrenenleri dinlerken büyük sabır gösterdiğini söylüyor.

Ders dışı aktiviteler

ABD’de bir dil okulu müdürü olan Michael Geisler yabancı dili hızlı öğrenmek için kendini tümden dile vermek gerektiğini belirtiyor. O dilde ne kadar çok okur, dinler ve konuşursanız o kadar hızlı gelişme kaydedersiniz.

Geisler, okullarındaki öğrencilerin spordan tiyatroya kadar ders dışı aktivitelere katılarak öğrendikleri dili pekiştirmeleri gerektiğini söylüyor.

Amerikalı diplomatları eğiten Washington DC’deki Foreign Service Institute’te (FSI) da benzer bir yaklaşım izleniyor. 70 dilde eğitim veren kurslar 44 hafta sürüyor. Bu sürenin sonunda öğrenciler Time gibi bir dergiyi okuyup anlayacak ve tartışma yürütecek hale geliyor.

Uygun sitelerden yararlanmak

Uzmanlar, düzenli konuşma halinde o dili konuşurken üst düzeyde akıcı bir seviyeye birkaç hafta içinde ulaşılabileceğini belirtiyor. FSI öğrencilerini yerlilerle iletişim halinde olmaya teşvik ediyor. Gönüllü çalışma yapmanın ya da bölgenizdeki kafe, restoran gibi halkın toplanma alanlarında zaman geçirmenin işe yarayacağı ifade ediliyor. Dil öğrenenlerin internet üzerinden bu tür konuşma pratiği yapabileceği siteler de var: italki.com, lang-8.com ve voxswap.com gibi.

Düzenli konuşma yoluyla yanlışlarınızı düzelttirip daha hızlı öğrenme amacınıza da ulaşmış olursunuz. Uzmanlar konuşma pratiğinin önemli olduğunu, ama yanlışlara da işaret edilmesi gerektiğini söylüyor. Fakat ilk aşamada konuşurken grameri çok fazla kafaya takmamak gerektiğine de dikkat çekiyorlar.

Lewis, “Önce dili kullanın, sonra gramere yoğunlaşın,” diyor. O aşamada iseradiolingua.com ve languagepod101.com gibi sitelerdeki ses kayıtlarından yararlanılabileceğini söylüyor.

Uzmanlar, dil öğrenirken o dildeki medyayı kullanmanın, resimli çocuk kitapları okuma ya da bildiğiniz programları o dilde izlemenin önemine de dikkat çekiyor.

http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2015/03/150304_vert_fut_hizli_dil_ogrenmek



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar