Seçki -2-
İLMÎ ÇALIŞMALARA ENGEL OLANLARA İTHAFEN
[İlmin ne kadar değerli olduğunu ve neticesinin
kutsallığını anlamak için Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Ârabî kaddese’llâhü sırrahu’l
azîzin açıklamasını bu konuda hatırlamak gerekir. Şöyle ki;
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
“rûh” u Cenâb-ı Musa aleyhisselâma;
“İblîs” i de Fir’avun’a
“ilm” i de “deryâ”ya teşbih
buyurmuştur. Nitekim Firavun askerleriyle Mûsâ aleyhisselâmı Kızıldeniz’i sahiline
kadar takip etmiş ve Cenâb-ı Musa aleyhisselâm asası ile denize vurup kendisine
bir yol açılmakla o yola girerek karşı tarafa geçmiş ve Fir’avun dahi onu
takîben bu yola girmiş ise de deniz kavuşup helak olmuştur. Ruh dahi İblîs’in
tecâvüzü hâlinde deryayı ilimden açılacak bir yola sülük etmesi gerekir.
Zira “ilim” riyaset ve kendini beğenme vereceğinden ve
Âdemoğlu’nun helaki riyaset ve kendini beğenme sebepleriyle vâki’ olduğundan
şeytan Ademoğlu’nun ilim tarafına meylini pek ziyâde arzu eder ve onu riyaset
ve ucüb sebepleriyle helake düşürmek ister.
Binâenaleyh sen ilim sahiline gelip açılan tarîka
girince düşman dahi arkandan gelir. Tâki ilim denizinin ortasına gelir, deniz
onun üzerine kavuşup sesinin dahi çıkmasına meydan vermeden kolaylıkla gark ve
helak eder. Ve işte bu hakikate binâen ulemanın bazıları
“İlmi, Allah’ın gayri için talep ettik;
ilim kaçındı ve bizi ancak Allah Teâlâ’ya reddeyledi” dedi. Yani biz ilmi riyasete nail
olmak ve insanlara karşı bu sayede gelir ve dünya refahına vasıl olmak için
istedik; ilim tahsil ettikçe bu maksat bizden çekildi. İlim bizi Allah
Teâlâ’nın gayri olan bu maksada ulaşmaya mani oldu. Nihayet bizim elimizden
tutup asıl yaratılış maksadı olan marifetullâha sevk eyledi.
İblîs Âdemoğlunu ilme teşvik edip, onu o ilim
sahasında şaşırtmak için arkasından gelir. Fakat ilmin hâssası neticede insanı
marifetullâha sevk olduğundan İblîs şaşırtma niyetini ifâ edemez. Şerri murat
ettiği halde neticede hayır zuhur eder. Nitekim Firavun, Musa aleyhisselâmın
peşinden deryaya dâhil oldu ve derya kavuşup kendisi helak oldu.
Eğer derya kavuşmayıp Hz. Musa aleyhisselâma yetişe idi, onunla harp edecekti…
Eğer düşmanın sana: “İlme çalış, tâ ki
zamanının insanları üzerinde yükselesin! Hükümdârlar senin önünde eğilsinler ve
halk sana muhtaç bulunsunlar!” derse, sakın bu emr-i şeytanîdir deyip
ilim tahsilinden vazgeçme ve çok çalış. Zira düşmanın olan İblîs “senin
hevânın ferahı ve sevinci, ancak senin amelsiz amelin iledir. İlim ise ameli olmayan
bir ameldir. Yani sen ilim tahsili ile meşgul olduğun vakit, başka türlü amel
ile meşgul olmaya vaktin müsait olmaz. Bütün vakitlerini ilim işgal eder.
Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler.” Demeye
devam eder.
Hâlbuki o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi
hakikatinin verdiği şeyin gayrinden uzaklaştırır. Yani ilim öyle bir şeydir
ki, yukarıda izah olunduğu üzere neticede marifetullâha ulaştırır. Onun
hakikatinin verdiği şey ancak budur.
İblîs’in hakikati cehâlet ile şaşırtmak istemesidir. Hâlbuki
ilmin hakikati dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs dahi
bilememektedir. Çünkü İblîs’in batınî gözü kördür, hakikate nazar
edemez. O yalnız zahir gözü vardır. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi
bu nedenledir. İblîs’in hakikati görmemesinin delillerinden biri de Âdem
aleyhisselâma secde ile emr olundukda “Ben Âdem’den hayırlıyım.
Çünkü beni latif olan ateşten ve onu koyu ve yoğun olan topraktan yarattın” deyip
ona secdeden kaçınmıştır. İblîs bu sözünü ilme dayandığını zannetti. Hâlbuki
Allah Teâlâ melâikeye secdeyi emir buyurmuş ve İblîs dahi melâike arasında bu
hitabı duymuş idi. Halîfe ise yerine halife koyan ile aynıdır. Buna
göre muteber olan şey, halîfetullâh olan Âdem aleyhisselâmın zahiri değil,
bâtınıdır. Melâikenin Âdem’e secde ile mükellef olması, onun hakikatine
nazarandır. Bâtınî gözü kör olan İblîs Âdem’in hakikatini göremediği için,
Allah Teâlâ’nın emrine muhalefetle kulluk yolunda üzerinde yürüyemedi. Kibri
buna da mâni’ oldu. Fakat Âdem aleyhisselâm taştan ve topraktan bina
olunan Ka’be’ye secde ile emr olunduğu vakit bu, gayrullâha secde olmakla,
caiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye secde
etti. Ve
“Beni halîfe olarak yarattın; ve sıfat-ı
semâniyye-i ilâhiyyenin mazharı kıldın. Cansız maddeden ibaret olan Ka’be’nin
aslı ile benim aslım arasında fark vardır. Ben üstünüm o basittir. Niçin ona
secde edeyim” diyerek serkeşlik etmedi. Zira Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretleri
Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyas edepsizliktir. Ubûdiyyet kulluk ancak emre
uymaktır.
İblîs’in yukarıdan beri izah olunan hali hep sırf
cehalettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu düşünüp hayal etti de, ben
Âdem’i ilim ile kandırdım zannetti. Bu sebeple âdemoğlunu ilme teşvik
eyledi. Hâlbuki bilmez ki, eğer âdemoğlu ilminde yükselirse, bu ilim onun
aybını ve cehaletini açığa çıkarır. Neticede Âdemoğlu, dalâlete düşmek şöyle
dursun, belki hidâyet bulur.[1]
Hz. Ali Kerremallâhü veche de şöyle buyuruyor: “Âlim
olan kişi geceyi ibadetle geçirip uyumayan, gündüz oruçlu ve Allah Teâlâ yolunda
cihad edenlerden daha üstündür. Bir âlim ölünce İslâm’da öyle bir gedik açılır
ki, onun yerini onun gibi bir âlimden başkası dolduramaz.”
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: “Bir âlim
öldüğü zaman onun için denizdeki balıklar ve havadaki kuşlar bile ağlar. Bir
âlim, her ne kadar kendisi bu âlemden gayb olsa da yaşıyormuş gibi onun şanı
daima anılır.”[2]]
Bu yazılanlardan benim anladığım ilme ve öğretime
engel olan, yardım etmeyen kişiler şeytanın arkadaşları olduğudur. Elinde
imkânları varken, farz edelim bir kitapçı, bir kütüphaneci, vb. her
kimse eğer bir insanın ilmî çalışmasına yardım etmeyip sadece dünya nimetleri
karşılığında yardım ve yaltaklık ediyorsa şeytanın kardeşleri olmaktan kendini
kurtarabilir mi? Zengin öğrenciye zekât verebileceğini kabul eden İslâm dinimizin
engelleyiciler hakkındaki yorumunu dile getirmek hiç istemiyorum. Bu nedenle
elinde imkânı ve fırsatı bulunup ilmî çalışma yapanlar velev ki bu dünya nimeti
için olsun, onlara yardım etmeyenler için kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın büyük
bir azapla muamele edeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Allah Teâlâ
“Müminlerin hepsinin toptan sefere
çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî
ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları
ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”[3] Buyururken cihadın yanında ilmin ne kadar
gerekli olduğunu açıkça beyan etmiştir.
Düşünün bir kere muhterem bir kişi senelerce kendi
gayretleriyle birçok eser toplamış. Daha sonra bir kütüphaneye bunları
vakfetmiştir. Bu kişi topladığı eserleri vakfederken insanların eserlere
ulaşmasını dilemiştir. Fakat öyle kişiler bu eserlerin başına gelmiş oturmuş
ki, içinde ne bir kuruşu, bir gayreti de vardır. Birde bunları para karşılığı
ancak kullandırırım demekteymiş! Vahim durumu düşünün.
Sonuç olarak ağlaması sızlaması çok olan milletimizin
önünde engel olanlar hakkında Rabbime niyaz ediyorum ki;
“Ey Allah Teâlâ’m milletimizin cahil
kalmaması için ne gerekiyorsa acilen yüce kudretinden niyaz ediyorum. Biliyorum
ki Senin İlk Emrin “OKU” dur. Emrine isyan edenler hakkında yaptığım duamı
kabul edeceğine inanıyor ve Zât’ına güveniyorum.”
ALLAH TEÂLÂ’NIN EMRETTİĞİ VE İSTEDİĞİ ŞEYLER
“Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar
bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki
Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya,22)
Unutmayalım ki, Allah Teâlâ kullarına idarelerini
bırakırken başıboşluk içerisinde terk etmemiştir. Çünkü ayetin işaret ettiği
mana bunu göstermektedir. Ayette zahiren ilahların çokluğundan bahsedilirken
hakikatte ilahlık yarışında olanlar ve yalnız insan olduğunu hatırlatmak
durumundayız. Bu mevzuya işaretle, “Sultan Allah Teâlâ’nın yeryüzünde
gölgesidir” sözü bunu teyit eder.
İnsanlar, istekler çamurunun kurumuş şeklidir. Ne
zaman bir sulu ortama kavuşursa içinde bir hareketlenme oluşur. Bu hareketlenme
onun canlılığı olurken bir yandan fitnesi olmaktadır.
“Canlıları sudan yarattık” (Enbiya, 30)
Eğer bu canlanmada bir dengesizlik olma ihtimali “Yeryüzüne,
insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik” (Enbiya, 31)
engellenmiş olur.
Bu, Allah Teâlâ’nın kullarını kullarından muhafaza
etmesi olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı, manasına yönelir. Düşünün bir kere;
insânî istekleri bırakın, eğer kulların her duası kabul olsaydı, yeryüzünde
fesat çıkar, kabul eden Allah Teâlâ’da zulmedenlerden olmuş olurdu. Çünkü
kullar bir şeyi isterken “an”ına göre ister. Geleceği hakikatiyle görmek
bir kul için mümkün değildir. “Allah Teâlâ ise her şeyi hakkıyla bilen
ve görendir.”
Bizim düşüncemizde Allah Teâlâ’nın emrettiğinden çok
istediğini bilmek gerekir. İsteklerimizin O’nun rızasına uygun olup olmadığını
bilemek isteyen için tek faktör “için dışa uyumu”dur.
İç=ruh, dış=nefs;
Bir istek sonuçta şeytânî ve nefsânî bir emele
bağlanıyorsa, Allah Teâlâ’nın rızası olmaz. Düşünün ki, temelinde çamurlaşmaya
dönüşen bir duygu ancak bataklık zemini oluşturur.
İnsan hayatı oyundan ibarettir. Oyun, oyun kuranın
kontrolünde olsa da, her oyunun içindeki hedef, bir hile ve hevâ ile sekteye
uğrar. Silsileler içindeki olayların hesabı ihtimal üzere oluşturmaktan çok,
sağlam bir kıstasa sahip olması daha gerçekçi bir duygudur. Sağlam kıstaslar
ancak Allah Teâlâ’nın murat ettiği sonuçları doğurur.
Allah Teâlâ ne dilemişse, o doğrudur. Bunun
dışındakiler sadece hevesler sınıfından olan işlerdir. “Sonra yine vay
sana! Vay sana. İnsan sanır mı ki, başıboş bırakılacaktır?” (Kıyame,
35-36)
Sonuç olarak insan istemek ile her muradına kavuşamaz.
Sadece Allah Teâlâ murat ettiği vardır. Bazı insanlar yeryüzünde felaketlere
sebep olup, kafalarına göre hareket edeceklerini sanıyorlarsa bilsinler ki,
mülkün sahibi “Kahhar” olan Allah Teâlâ’nındır. İnsan ise mülkün içinde “adı
anılmayacak” kadar zayıf bir varlıktır. Hak ve hukuk içinde yaşamayı
bilmek için gayret gösterelim. İsyan etmek, gelişigüzel hareket etmek yalnızca
elem getirir. Bir de nesillerimizi ipotek altına alan hatalar ise ne korkunç
emellerdir. Kardeşlerin kardeşçe kurduğu düzende fitne tohumu ekenin
samimiyetinden şüphe edilir. Mahcup olacağımız hatalardan sığınmalı, ailemizin
huzuru için elimizden geleni yapmalıyız. Yarın kıyamette kirli çamaşırlar
ortaya serildiğinde kör olmak tek çaremiz olmasın.
“Allah Teâlâ kolay ve güzel olanı sever”
GÜNÜN SÖZÜ
"Yüreklerin fethedilmediği yerde duygular ve
düşünceler ancak fitne unsurudur. Allah Teâlâ'nın mülkünde sınırlarımıza
tecavüz ederek ancak huzurumuzu kaçırırız. Akıllı insan geleceği görenden çok
geçmişini çok iyi bilen kişidir. Geçmiş kesin, gelecek ihtimaldir. Geçmişte
olmayanı talep etmek gelecekte de olmayacak şeyi istemektir. İsyan edenin
cennet istemesi abestir. İsyan geçmişte nasıl cehennem ise gelecekte de
cehennemdir. Cehennemin yakıtı ise taşlar ve insanlardır.Allah Teâlâ'ya sığınırız."
BİLİNÇALTINA ETKİ EDENLER (SUBLİMİNAL)
İnsan, gelişen bir varlıktır. Bu gelişimi, hem maddî
hem manevî olarak gerçekleşir. Ancak bu süreç, her insanda farklılık gösterir.
Bunu genetik yapısı, hayatı, iç ve dış etkenlere maruz kalarak oluşturur. Bu
etkenleri çevre, kültürel ve içtimâî etkileşimler, kültür yapısı ile ilgi
alanlar gibi durumlarla da beslenerek gelişmeye devam eder.
İnsanın bilinci dâhilinde gerçekleşen her çeşit
unusuru farklarıyla birlikte algılarken; bilinçaltında gerçekleşen hususları
çoğunlukla kontrol edememektedir. Bu sebepten dolayı, bilinçaltını yönetmek de,
standartlara sığdırmak pek mümkün olamamaktadır. Mesela, reklam dünyası başta
olmak üzere hedef kitle hakkında ulaşılması gereken hedefe kavuşmak için
gizlenen bir mesajın bilinçaltı ile karşılanmasının önüne geçilmesi için
yapılması için gerekli tedbirler hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.
Subliminal Mesaj
Mesajın eleştirel bilinçli zihnin filtresine
takılmadan, doğrudan bilinçaltı tarafından algılanmasıdır.
Belli belirsiz algılamayı (subliminal, gizli
şekil/imge) “bir kimsenin, uzaklık ya da ışık yetersizliği nedeniyle
bir nesneyi tam olarak değil hayal meyal fark etmesi”. (Larousse
sözlüğü)
Beynimiz gün boyu sayısız şeyler algılar, çoğunu da
bilinçsizce kaydeder. Mesela; araba kullanırken çevremizde gördüklerimizin pek
azını bilinçli olarak görürüz, gerisi hep bilinçdışı kayıtlardır. İşaretçinin
işaretini bilinçdışı algılar, bilinçli algılamadan sonra hareketi
gerçekleştiririz. Neticede alışkanlıklarımızın ve inançlarımızın kayıtlı olduğu
bilinçaltı zihnimiz, davranışlarımızı, seçimlerimizi ve kaderimizi hayatımız
boyunca etkiler, durur.
Subliminal mesaj yüzde yüz güvenlidir, insana zarar
verebilecek her türlü mesaj otomatik olarak bilinçaltı tarafından reddedilir,
denilse de insanların bir türlü mesajlardan bir şekilde zarar gördüğü
kesindir. Belki her canlının bilinç katmanları tabiatı gereği
kendini korumaya yönelik olarak programlanmış olsa da gizli etkisi olan bu
psikolojik etkilenme durumundan kurtulması gereklidir. Sürekli
tekrarlanan bir mesaj alışkanlık yapmaktadır. İnsanın zayıf kaldığı
yönlerin uyarılması ile duygu ve fiiller gizli mesaj karşısında refleksle hareket
ederek ötekinin istenilen hedefine doğru hareket eder.
Kapitalist sistemin fikir babalarından Freud’un ana
fikri olan cinselliği, insan hayatının bütün alanlarında, yiyecek, içecek,
giyecek, vb. şeylerde dolaylı olaraktan kullanılmak istenilmesi tüketim
ekonomisinin temel faktörlerinden olmasıyla, bir yiyecek firması ürünün etkili
imajı yakalaması için cinselliği ima ederken oluşacak etkisindeki gizli mesajın
güvenilirliği nasıl ölçülebilir.
Mesela, bir filimin hangi mesaja kilitlendiğini; bir
partinin seçim öncesi bir şarkıyı sürekli dinletirken altında subliminal mesaj
kullanmadığını nasıl takdir edebiliriz. Bu gizli mesajın içeriğini daha
sonradan toplumun yargısında yeni oluşmuş yargı cümlelerini tespit etmek zaman
alsa da, bu gizli mesajın bir işareti olmaktadır.
Bizim burada asıl anlatmak istediğimiz, bu mesaj
yağmuru altında nasıl korunacağımız olmaktadır. Dinimizin bize öngördüğü temel
esaslardan biri nifak alameti olan hususlardan uzak durmaktır. Bunun
başında “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” emri ile
münafıklığı kesin dille yasaklamasıdır. Münafık, kâfir olan kişiden daha kötü
olup en büyük manevi cezayı görendir. Çünkü aldatma ve hilesi ile insanları
yanlışa sevk etmektedir.
Nasıl korunacağız?
Bahsedilen gizli mesajlar karşısında insanı koruyacak
bir faktör vardır. O da inancı gereği oluşan ibadetler zinciridir. İbadetler, taabbudi [4] olması
ile direk bilinçaltını uyarıcı olmaktadır. İnsanın algılama
düzeyindeki “Bilinç öncesi”, “Bilinç” ve “Bilinçaltı” sıralamasında
en korunaksız kısım olan “Bilinçaltı” ancak aklın sınırında
olmayan taabbudî ibadetle korunabilmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına
kendisine hiçbir faydası dokunmayan ibadet emrini verirken, bahsedilen etkinin
en az seviyeye inmesini ve yok olmasını murat etmiştir. Sürekli çalışan
veya müzik dinleyen bir kişinin algısında etki yapacak subliminal
mesaj sayısı ve zamanı bir namaz vakti ile kesildiğinde, beynin temizleme
işlemi için ezberden okuyacağı bir ayet bilgisayara atılan format etkisi gibi
beyine etki eder. Bunu fark etmek isteyen kişiler bunu şu şekilde
deneyebilirler. Namaz için kalkıldığında alınan abdest ve namazın fiili
hareketleri ile değişik bir ortama dâhil olup dönüldüğünde kalınan yerden
başlamak yerine sıfırdan başladığı bir nokta içerisinde olduğunu görür. Ayrıca
namaz ibadetinde gözün açık tutulması sebeplerinden biride algılanmış
görüntülerin silinme hareketlerinden başka bir şey değildir. Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı
hakkıyla ifa et!
Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan,
meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük
fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” [5]
Buna göre namaz etkilenen insanı etki alanından
çıkarır demektir. Bu sonuçla ibadet etmeyeninde bir etki içerisinde olduğunu
söylemeden de geçemeyiz.
Tasavvufun, halvet, zikir gibi unsurları ise ileri
seviyede bilinçaltına müdahale eden unsurlar olduğundan herkese tavsiye edilen
bir husus değildir.
Allah Teâlâ’m senin gerçekten ilâh olduğuna bir daha
iman ettim.
İNSAN GERÇEKTEN DE ,“KUL” OLAMADI!
İnsan, doğumundan ölümüne kadar, hep mutlu olma,
hayalindeki isteklerine hep kavuşma arzusu içerisindedir. Bu istek, insanın
hayatının amacı ve anlamıdır. Bu yüzden o, daima kendine bu zevki yaşatacak
şeyleri arar durur.
Zamanımızda teknolojinin ve bilimin hızla
ilerlemesiyle birlikte insanların mutluluğunun da artacağı düşünülmüştür.
Oysaki teknolojinin ilerlemesi insanın mutlu olmasına vesile olamamış, aksine
sıkıntının, stresin artmasına neden olmuştur. Bu ortam içerisinde insan
kendisini mutlu edecek her yöntemi kullanmaya çalışmıştır. Bu nedenle kişileri
mutluluğa götürecek çeşitli formüller üretilmeye çalışılmış ve bu formüllerle
ilgili yöntemler ve kitaplar tüm dünya üzerinde rağbet görmüştür.[6]
İnsanın kavuşacağı son yetenek de bile, onun bazı
şeyleri aşmaya gücünün yetemeyeceğini anlaması noktasına varıldığında, değişim
korkusu içinde yeise düşmüş oluşu, her kavuşulan yeni
şeyin, asıl kavuşulmak istenilen olmadığını fark etmesiyle, yeni bir
derde düşmesidir. Ölümün bile kendisine acı veren durumundan kurtulmaya
çalışırken, sonuçta ölüme varan noktaya ulaşmada aslında farkında bile olmadan
gayret göstermesi, insanın kaçınılmaz kaderiyle acılarından kurtulamamasıdır.
İnsan ruhunun ilk ve son isteği Allah Teâlâ’ya
kavuşmaktır. Çünkü ruhun sonsuzluk halleri vardır. Kavuştuğu şeyler
onu tatmin etmediğinden Allah Teâlâ’yı bulmak sevdası ile ancak huzur
bulacağını bilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu;
“Allah Teâlâ Âdemi onun suretinde yarattı” [7] sözü buna
işaret etmektedir.
Görüldüğü üzere bu durum karşısında, mistik hayatın
temsilcileri de, bu arayışın içinde olmaktan bir şekilde kendilerini
kurtaramamış, hedeflerini en yüksek noktaya çıkarmışlardır. Bu ise onların,
Allah olmakla eş değer bir tutum içerisine girmek gibi bir durumu da yanında
getirmiştir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’yı bulmaktaki sonsuz isteğin girdabında
cezp edilmiş dururken, başarmak için kutsal intiharlarını da
zikredip “ölmeden önce ölün” diyerek çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan
zevk ve şevk duymuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim'de bu konuyu Allah Teâlâ haber verirken
buyurdu ki;
“Onlar, iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış
olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile yatışır.” (Râd, 28)
Hakikatte [başkasıyla değil, ancak Allah'ın zikri ile
veya Allah'ı anmak ve hatırlamakla kalpler mutmain olur. Gönüller huzura erer,
içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükûna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin
başlangıcı ve sonu Allah Teâlâ'ya bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah
Teâlâ'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan
her şeyin akışı Allah Teâlâ'da kesilir. Allah Teâlâ, daha üstü ve daha ötesi
olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi biri olduğundan,
gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla
bir kalb hareketine imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler
hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular,
bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O'nun dışında
hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların
hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar
kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına
ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp ilâhî
marifetten, Allah Teâlâ'yı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların
ve bütün işlerin Allah Teâlâ'ya yönelmiş olduğunu anlar ve artık O'ndan yüksek
bir makam ve merciye, O'nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan
dolayıdır ki, marifetullah'a yükselemeyen ve Allah Teâlâ'yı zikretmeyen kâfir
ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru
veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz,
çırpınır da çırpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı
vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp
yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, "Allah" demedikçe
sürekli olarak devam eder gider.] (Elmalılı, Râd, 28)
Ancak bu âyetin işaretinden zikrin artışını algılayıp
Allah Teâlâ’yı çokça zikre çalışan bazı kişiler, bir yerden sonra, bulamama,
anlayamama ve olamama gerçeğiyle karşılaşınca bocalamaya başlamaları
yüzünden, üzüntülerini kat kat artırmaktan da öteye gidememiştirler.
İnsana ne olmuştu ki, Allah Teâlâ’yı zikretmekte onu
tatmin edemiyor ve bıkıyordu. Aslında insan, mutluluğa azıcık bir şeyle bile
kavuşabilirdi. Fakat sevdiği şeyler, sonradan onu sıkmaya başladı. Yani Allah
Teâlâ’da insanı sıkmaya başladı. Çünkü J. Paul Sartre’nin dediği gibi, “İnsan
Tanrı olmayı özleyen varlıktır” [8]. Girdaba
düşmüş insan için bu , “O Olmak veya olamamak “tı.
O Olmak, insana mümkün değildir. Çünkü sonradan
yaratıldı.
Olamamak ise, insanın yaratılışına ters geliyordu.
Çünkü insan hep olmak zorunda olduğu hissini içinden atamıyordu.
Öyleyse sonuç ne olmalı idi;
Anlaşıldığı üzere, sonsuz hırs ve istek karşısında
ezilen insan için tek tatmin yolu, Allah Teâlâ’nın elinde olduğu görülmektedir.
Fakat insan, hangi noktadayken bunu fark edip kendine dur diyebilecektir. Bu
durumu bilmek ise, insanın yaratılışı ile mümkün değildir. Bu konuda
diyebiliriz ki; İnsanın yüce kudret sahibinin, insan benliğindeki, kendisi için
sonsuzluk algısını kendi zatına doğru cezb ederek, ona yardım etmesidir,
diyebiliriz. Bunun misali şudur;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin miraç
mucizesi ile ikrama kavuşmasıdır. (Miraç olayı; Hicret'ten bir yıl ya da 16 ay
önce (milâdî 621 yılı başlarında) recep ayının 27. gecesi) Eğer
miraç olmasaydı, Efendimiz Allah Teâlâ’ya karşı kazandığı ve bulduğu
hakikatleri (İbrahim aleyhisselâmın ölülerin diriltilmesi hadisesindeki
itmi’nana kavuşması gibi) anlayıp sukûna eremeyecekti. Çünkü Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, nübüvveti ile başlayan ruh âlemindeki hızlı olan
seyrini anlamakta biraz zorluk çekiyordu. Bunun yanında üç yıl süren
müşriklerin boykotu, kıymetli amcası Hz. Ebu Tâlip ve seçkin hanımı Hz. Hatice
(radiyallâhü anhüma) Hakk’a yürümeleri, Taiflilerin acımasızlığı ile bir
şeylerin Hak olan İslâm davasındaki yavaş seyri benliğini sıkıntıya düşürmekte
olunca, ne, neden, niçin benzeri soruların cevabı karşısında
beşerî kuvvetinde tatmin olma ihtiyacı meydana geldi. İşte Miraçta gösterilen
hakikatler ve “kul” olma müjdesiyle bu durum sakinleşip normal
halini almış ve dünyaya geri dönerken bir başka dönmüştü. Sonraki hayatında
yaşanan bütün hadiselerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olunması
gereken makamı bulmuş ve temkin üzere hareket etmişti. Bu şekilde Allah
Teâlâ’yı nasıl bilmek gerektiğini kulluk hakikatiyle kavramıştı.
Bu sözlerden anlaşılan o dur ki, “Kul olma” makamına
kavuşmak, ancak Allah Teâlâ’nın insana ihsan edeceği bir makamdır. Bu makamın
hakikati çalışılarak ve gayret edilerek kazanılamamaktadır. Bu makama tasavvuf
literatüründeki yedinci makam ve “yaklaşmayın” olarak
bahsedilen “Ehâdiyyet’ül Cem” makamıdır da diyebiliriz.
İnsân-ı kâmiller bu makamdan çokça bahsederler. Fakat bunu bilmeleri ile
onların da buna sahip oldukları manasına gelmediği bilinmelidir. Çünkü hakiki
kul makamında karar kılabilen yalnız ve yalnızca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem olmuştur.
Sonuç olarak; insan olarak bize düşen, karşılık
beklemeden, Allah Teâlâ’yı zikir yani kulluk ederek mutlu olmaya çaba
göstermemiz gerektiğidir. Çünkü bedeni zevkler, hiçbir şekilde insanı mutlu
etmeye yetmeyecektir. Kendimize münasip ruhânî zevkler ise, geçici bir dönem bize
mutluluk vermekte olduğundan, gayretimizi beklentisiz bir şekilde devam
ettirip, yaşamımız boyunca Allah Teâlâ’ya kendimizi sevdirmeye
çalışmamız, daha kolay bir yol olan şeriat dairesi üzerinde az bir
sebatla ibadet ve taat üzere olmamız gerektiği gerçeğine kavuşmamız lazımdır.
Allah Teâlâ insanları yalnızca şeriattan sorumlu
tutmuştur. Şeriatı olmayanın hakikati yoktur. Örnek verecek olursak, namaz
kılmayanın bu dünyada Allah’ı, ahirette ise varlığı yoktur. Kulluk yapmamakla
bir insanın kavuştuğu makam, onun ancak Allah olmasıdır. Allah
Teâlâ ise kendisinden başka ilahlar olmadığını bize bildirdiğine ve bunu bizim
de kesin olarak bildiğimize göre, sonuçta cehennemine atacakları ilahlardan
olmamak için, “kul olma” örneğini taklit etmekten başka çaremiz
ve gidecek yerimiz yoktur. O da “Futuhât-ı Medeniyye Sahibi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem” dir.
Bir kul olarak, sorumlu olduğumuz şeyleri terk edip
kendimizi perişan etmekten kaçınıp, Allah Teâlâ’yı sevmek ve ona kendimizi
sevdirmenin yollarını bulmayı, onun verdiği şeylere razı olup boyun bükmekten
başka çaremiz olmadığını anlamamız ve hiç unutmamamız gerekmektedir.
İbadet çokluğuna yok itibar hiç
Kulundan Hâliki hoşlanmayınca [9]
[1] KONUK, Ahmed
Avni ,”et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi
Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye” Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa
TAHRALI, İst. 1992, s. 319-324
[2]İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc.Y.
Vehbi Yavuz, İst, 1993 s.40
[3] Tevbe,122
[4] Taabbüdî : "İbadete ait olup emrolunduğu için
yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan.
İbâdete âit ve müteallik.
[5] (Ankebut, 45)
[6]Bkz:ACABOĞA Asiye ı Din-Mutluluk İlişkisi [Kitap]. -
Kahramanmaraş : Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe
ve Din Bilimleri Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi-204569, Ocak–2007. s. IV
[7] (İbn Kuteybe hadisin, varsayılan ilk formu ile
ilgili bu ameliyeyi kelâmcılara izafe etmektedir (Tevîlü muhtelifi’l-hadîs,
Kahire 1908/1326, 277). Krş. Kastallânî, Buhârî Şerhi, İsti’zân, 79/1; Nevevî,
Müslim Şerhi, Birr, 45/115.)
[8] MURDOCH İris ve Hilâv trc: Selâhattin Sartre'in Yazarlığı
Ve Felsefesi, [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1983,, s. 75
[9] Kuddûsi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
HAS ODA SAKİNLERİNDEN ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN
SIRRI
Leyla nın mahallesinde çadır kuran adamlar,
Aşkın yolunda varılacak en son yere varanlar!
Hasan'ın soyundanım, "Has Oda"dır makamım,
Ricalin boyunları üstündedir ayaklarım![1]
["Has Oda'dır makamım" sözü, İmam Geylânî hazretleri ile çağdaşı Şeyh
Abdur-rahmân Tafsûncî arasında geçen bir olaya işaret etmektedir. Şattanûfî ve
Yâfiî'nin üç yoldan rivayet ettikleri bir haberde Şeyh Tafsûncî şöyle der:
"Ben, Şeyh Abdülkâdir'in adını ancak yeryüzünde duydum. Kırk yıldır
kudret kapısının eşiklerindeyim, ama onu görmedim!" Bu söylediklerini İmam Geylânî
hazretlerine iletmek üzere, sohbet arkadaşlarından bir grubu Bağdat'a gönderir.
Tam o sırada İmam Geylânî hazretleri bazı müritlerine şöyle buyurur:
"Tafsûnc'a doğru yola çıkın. Yolda Şeyh Abdurrahmân'ın göndermiş
olduğu bir gurup göreceksiniz. Onları da yanınıza alarak Şeyh Tafsûncî'ye gidin
ve deyin ki Abdülkâdir sana selâm söylüyor ve şöyle diyor:
“Sen eşiklerdesin! Eşiklerde olan kimse huzurda bulunanı göremez. Huzurda
bulunan da Mahda'da/Has Oda'da olanı göremez. Ben ise Has Odadayım!” [2]
İbn’ül Arabî, Hakîm Tirmizî'nin sorularına vermiş
olduğu cevapta, İmam Geylânî ile Şeyh Muhammed b. Fâid el-Evânî arasında geçen
buna benzer bir olayı anlatır. Şeyh Evânî şöyle der:
"Ben huzurda bulunuyordum. Ama Şeyh Abdülkâdir'i
göremedim!" Bu sözler İmam Geylânî hazretlerine iletildiğinde tebessüm ederek
şöyle buyurur:
"Muhammed doğru söylemiş! Lâkin ben Has Odada
bulunuyordum!"[3] Sufilere göre "Mahda" kelimesi, kalbin
(veya kutbun) Allah Teâlâ'ya vâsıl olmuş insanları göremediği yeri ifade eder.[4]]
Bu anlattığımız durumdan çıkaracağımız sonuç şudur.
Tasavvuf ehlinde birbirini tanımayanlar olduğuna göre
diğer insanların onları tanıması, bilmesi ve düşüncelerini kabullenmelerini
beklemek hatalı olacaktır. Bu nedenle çok şeyi bilmediğimiz açığa çıkıyor.
Bazen susmak daha hayırlıdır.
[1] (Abdülkâdir Geylânî, et al., 2005), Kaside-i Hamriyye (Gavsiyye), s.
203
"Ayaklarım, Allah Teâlâ'nın bütün velilerinin boyunları
üstündedir" sözü, İmam Geylânî'nin en meşhur sözlerinden biri ve belki de en
meşhurudur. Bu söz, Şattanûfî'yi bir taraftan rivayetin isnadını tahkik etmek,
diğer taraftan da bu sözü söyleyenin makamını ispat etmek için kaleme
aldığı Behçetü'l-Esrâr ve Ma'dinü'l-Envâr adlı eserini yazmaya
teşvik eden sebep olmuştur.
[2] (Bkz: Behcetü'l-Esrâr, 27; Hulâsatü'l-Mefâhır, yazma,
vr.: 92a).
[3] (Olayın ayrıntıları ve İbn Arabî’nin yaptığı yorum için, Osman
Yahya'nın tahkik ettiği Hatmü'l-Evliyâ adlı eserin 224. sayfasına
bakınız).
[4] (Bkz: Kaşânî, Istilâhâtü's-Sûfiyye, 81).
Kaynakça
Abdülkâdir Geylânî thk: Yusuf ZEYDAN ve hzl: Mustafa UTKU Abdülkâdir
Geylânî Divanı Kaside Makaleleri [Kitap]. - İstanbul : Sır, 2005.
İMTİHAN SIRRI ve FİTNE
Geleceği bilmek gaybi ilimler arasında olunca, bu
yönüyle gelecek imtihan konuları arasında bulunmaktadır.
İnsan dünyaya gelmekle imtihan için sözleşmeye imza
atan birey olmuştur. Onun için her şey bir imtihan vesilesidir ve kurtuluşu da
yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatının bir deneme veya imtihan yeri olduğunu
sıkça tekrar ettiği temalarından biridir. Ayetlerde de görüleceği gibi kâinatın
insanlık için imtihan yeri olduğudur.
İnsanın dünya hayatının yegâne gayesi
imtihandır. “İmtihan insan hayatının özüdür. İnsan hayatına anlam ve
varlığına gaye kazandırır.” [1]
“Allah, hanginizin ameli, hal ve hareketlerinin
daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde
yarattı.” [2]
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı
denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” [3]
“ Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak
kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize
döndürüleceksiniz,” [4]
İmtihan konusunda insanların iyi ve kötü ile ayırt
edilmediğinin bilinmesi ilâhi bir emir olması nedeniyle kaçınılmaz hakikattir.
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece “İman ettik”
demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan
geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da
mutlaka ortaya koyacaktır.” [5]
“Biz sizi, çaresiz, biraz korku, biraz açlık, biraz da
mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o
sabredenleri!” [6]
“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun
halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla
sıkmışızdır.” [7]
“Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle
islediklerinizden ötürüdür. O, yinede çoğunu affeder.” [8]
İmtihan konusunun Kur’ân-ı Kerim’de fitne olarak
bahsedilmesi de, bu ilmin kendi içerisinde sıkıntıların bulunması yanında
yanlış algı ile sapmaların ve hata ihtimallerini artırmasındandır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Sizi bir fitne olmak
üzere şerle de hayırla da deneyip sınarız” [9] buyrulmaktadır.
Fitne insanın sınanması anlamına kullanıldığında hem
olumlu, hem de olumsuz sonuç vermesi ihtimal olduğu için her iki şekilde sonuçlanan
olaylara da isim olarak verilir. Hz. Ömer radiyallâhü anh, fitnelerden Allah
Teâlâ'ya sığınan bir kişiyi gördüğünde:
“Allah'ın sana evlat ve mal vermemesini mi
istiyorsun?” der. [10] Yani hayattan kopmak mı istiyorsun diye
sorgulamaktadır.
Geleceğimiz hakkında yorum yapmak hata payının en
düşük düzeye düşürülmesi için gayret göstermek içindir. Gelecek, Allah Teâlâ’ya
ait olup çok az bir pay, insanlara işaretler ve ilham yoluyla vehbî olarak
ihsan edilmiştir.
Rivayetlerde belirtildiğine göre bir defasında da Hz.
Ömer radiyallâhü anh, yanındakilere:
“Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
bildirdiği fitneleri hanginiz biliyor?” diye sormuş, mecliste bulunanlardan Hz. Huzeyfe
radiyallâhü anh (v.36/656), aile, evlat, mal ve komşu yüzünden maruz kalman
fitnelerden bahsetmiş, Hz. Ömer radiyallâhü anh,
“Hayır, bu fitneleri değil, deniz dalgaları gibi
dalgalanacak olan fitneleri kastediyorum” [11] demiştir. İbn-i
Ömer de kendisine sorulduğunda,
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin döneminde
sadece müşriklerle savaştıklarını ve onların dinine girmeyi fitne saydıklarını,
şimdi ise insanların iktidar uğruna birbirleri ile savaştıklarını” [12] söylemiştir.
Müslümanların bu bahsedilen imtihan ve fitnelerin
önbilgisinin geçmişte bilmelerine rağmen gelecekte kurtulamayışları belki kader
divanlarındaki yazıların tecellisinin engellenemez bir durumlarının varlığından
mı yoksa, başka bir geleceğin geçmişi olacak durumların gereği olduğunu anlamak
mümkün olamamaktadır.
Yine aynı soru akla gelmektedir.
Geçmiş mi geleceği etkiliyor? Yoksa gelecek mi geçmişi
etkiliyor?
Burada zaman, bilgi, irade ve fiil dörtlüsünün sonsuz
blanketleri [13] sarmalar durur. Bu durumların tek
sonuçlandırıcısı da muhakkak Allah Teâlâ olacağı için insanlık açısından zâtına
karşı haddi aşanlardan olmamak gerekir. Düşünün bir defa “Ben
Kahhâr’ım, bu sıfatım ile tecelli ettiğimde kim bana mani olacak?” emri
ilahisi karşısında beşeriyetin konuşması söz konusu olabilir mi?
“O gün onlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi
Allah'a gizli kalmaz. “Bugün hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü
herşeye yeten tek Allah'ındır” derler.” [14]
[1] Muhammed Kutup, Tarihe Bakışımız, (trc. Talip Özdeş), İstanbul, 1990,
s.76
[2] Hud, 7
[3] Mülk, 2
[4] Enbiya, 35
[5] Ankebut, 2–3
[6] Bakara, 155
[7] Araf, 94
[8] Şura, 30
[9] Enbiya, 35
[10] İbnü'l-Esîr, en-Nihaye fi garîbi'l-hadîs ve'l-eser, Kahire 1963,s.
111,411.
[11] Buhârî, Fiten, 17; Tirmizî, Fiten, 60.
[12] Buhârî, Fiten, 16.
[13] Endless blanket: sonsuz blanket
Endless: s. sonsuz, daimi, bitmek bilmeyen, ebedi, uçsuz bucaksız, ölümsüz,
bitmez tükenmez
Blanket: i. battaniye. f. sarıp sarmalamak.
[14] Mümin, 16
SUÇ FİİLİ KUTSÎLEŞMEDEN İŞLENEMEZ!
Suç, cihanşümul bir gerçektir.
Suç, toplumlarda insanlar arası ilişkileri bozan,
dayanışmayı zayıflatan ve sosyal yapıyı temelinden sarsarak bozan bir problem
olarak çıkmış, tarihin ilk dönemlerinden itibaren, dikkatleri üzerine
çekmiştir. İnsanlar neden suç işlerler? sorusu, yüzyıllar boyu
düşünürleri, yöneticileri, sosyologları, hukukçuları, bilim adamlarını yakından
ilgilendirmiş ve hâlâ da ilgilendirmeye devam etmektedir.
Toplumların gelişimi incelendiğinde, her türlü sosyal
oluşumun içinde suç niteliği taşıyan eylemlerin çeşitli şekillerde her zaman
mevcut olduğu görülür. Bütün insanlığı ilgilendirmesi yanında, suçu oluşturan
fiiller, toplumdan topluma ya da aynı toplum içinde zaman içersinde
farklılıklar gösterebilirler. Bir toplumda suç olarak kabul edilen bir
davranış, başka bir toplumda suç olarak tanımlanmayabilir. Bu ise suçun tarif
edilemezliğini çağrıştırır.
E. Durkheim'e göre suç, normal bir sosyolojik olaydır ve
kendisine özgü bir açıklık ve enerji belirten kolektif duyguları ihlal
etmektedir.
Ona göre suçun üç önemli özelliği vardır.
Birincisi, suç normaldir, çünkü içinde suç
işlenmeyen bir toplum imkânsızdır.
İkincisi, suç mecburidir, çünkü suçların ihlal
etmekte olduğu duygular, bütün kişilerin vicdanlarında vardır ve bunun tersi
olan duyguların kişilerin vicdanında yerleşmesine imkân yoktur. Böyle bir durum
gerçekleşmiş olsaydı, suçluluk ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirmiş
olurdu.
Üçüncü ve son olarak da suç yararlıdır, çünkü
suçun bulunmadığı bir toplumda, mutlak bir durgunluk var olacak ve o toplumlar
oldukları yerde ve halde kalacaklardır. "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki,
eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen,
arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret
ederdi." [1]
Bu özelliğinden ötürü suç, en önemli sosyal değişim
aracı ve kaçamadığı bir kaderidir.[2]
Gelişen toplumlarda kaldırılması mümkün görülmeyen
özellik olarak karşımıza çıkan suç kavramı için önemli olan nedir, diye
düşünecek olursak, “Suçun kendisinin mi, yoksa işlenme sebebinin mühim
olduğu” sorusunu cevaplamamız gerekecektir.
Suça giden sebeplerin başında, toplumda işlenilme
sıklığı ve inanç mefhumun olumluluğu olgusu vardır. Yani bir insan birini
öldürürken her zaman tahrik olarak bu fiili işlemeyebilir. Öyle olur ki bazen
bunu idealize ettiği bir faktöre adapte ederek de eylemine geçer. Bunun
sonucunda da inancının doğurduğu etik duygularla yaptığı bu eylemi ona huzur
verir. Neticenin ne olduğu onu çok fazla ilgilendirmez, artık yapılması mecbur
bir iş halini almıştır. Örnek olarak Hz. Ali kerremallâhü vecheyi şehit eden
haricinin yapacağı eylemin idealize edilmiş inancı fiile dönüştürmesidir.
İnsan yaratılışı icabı, suçu kabullenmede, inkâr edici
olarak yaratıldığından dolayı yaptığı eyleminde “yanlış yapıyorum” düşüncesini
hiçbir zaman benliğinde bulundurmaz. Bu sebeple suçu onun kutsalı olmuştur.
[Günümüzde ise insanları öyle karmaşık anlayış içinde
öldürüyoruz ve zulmümüzün sonuçları bizden öylesine titizlikle saklanıyor ki
bu eylemin vahşiliğine hiçbir sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü
ise, eşine rastlanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek, olduğu
görülmektedir.
Zalim Neron'un bile girişemeyeceği bir
işe girişen sıradan bir müteşebbis, çokbilmiş doktorlarının tavsiyesine kanan
hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan kanıyla dolu bir havuz yapmak
isteseydi, kabul gördüğü ve uygun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir
engele karşılaşmadan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan
kanlarından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapmadıkları takdirde
hayatlarının tehlikeye girdiği ihsas ederek yapardı.
Bugünün dünyasının insanları, on dokuzuncu yüzyıl
teknolojisinin göz alıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarılarına rağmen
hayatlarından lezzet alamıyor. Şüphesiz ki tarihin hiçbir döneminde on
dokuzuncu yüzyıldaki kadar maddi başarıya (mesela, insan tabiatının kuvvetlerinin
fethi gibi) ulaşılamadı. Fakat yine şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde,
giderek canavarlaşan şimdiki dünyamızdaki kadar ahlaksız, insanın hayvani
ihtiraslarına hiçbir kısıtlamanın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. On
dokuzuncu yüzyılda ulaşılan maddi ilerleme gerçekten muazzam; fakat bu
ilerleme, Atilla, Cengiz Han veya Neron'un
zamanında bile şahit olunmayan şekilde ahlakın en temel şartlarını ihmal etme
pahasına satın alındı ve halen de satın alınıyor.][3]
İnsanlığın temelinde bulunan fıtratın, geçerli
temellerini tahrip eden ikna edici düşünceler olmasa idi, suç hiçbir zaman
olgunlaşmaz ve işlenilmezdi. Bu nedenle inancın temelinde bulunan ikna, aldanma
ve mecburiyetin harmanında yoğrulmuş bireyin fiillerini yorumlayıp işlerken
sebep-sonuç ilkesinin hangi temele dayandıracağını bizim bilmemizde ise sonsuz
kriterler ortaya çıkacaktır. Suç, işleyen açısından günah olarak düşünülmezken,
karşı tarafın kıstaslarında olan umdeler onu yererek cezalı duruma düşürür.
Ancak doğan etkileşimdeki denge ise kuvvetlinin tarafına doğru eğilim
göstermektedir. Neticede eylem iki etki arasında suç veya doğruluk olarak
tespit edilir. Bu ise sonsuz döngüden ve başkalaşımından başka bir şey
değildir. Hakikatte eylemin insanlık aynasına düşüşündeki neticesine
bakmalıyız. Çünkü umumi ahlak suçun alanını daraltmaktadır. Allah Teâlâ
göndermiş olduğu son kitap Kur’ân-ı Kerim’de suç olarak kabul ettiği eylemlerin
sınırlı oluşu ve güzel ahlakın geniş bir bölüm tutması da yapılan işlerin
vicdana olan etkiyi ön plana çıkarır ki, bu “ilâhî kuvvet” in
tecellisidir. Eğer insan Allah Teâlâ’yı severse, yaratıcının yarattığı her şeye
karşı merhamet duyacağından, eylemlerindeki karşı taraf sendromuyla
karşılaşmayacağını bilmemiz lazımdır.
Mehmet Akif Ersoy bir şiirinde bu konuyu şu şekilde
değerlendiriyor.
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin Havfı Yezdân’ın
Ne irfanın kalır te’siri katiyen ne vicdanın
Hulasa kişi yaptığı işin doğuluğundan çok, sonuçlarını
karşı taraf ile değerlendirmesi, fiillerindeki suç olacak unsurların azalmasına
neden olacağı kesindir. (Empati) İnsan ancak bu şekilde ahlakî
cephedeki olgunluğa kavuşup kıyamet günü mahcup olacağı durumlardan kurtulmuş
olur. Bu durum Allah Teâlâ’nın insana bağışladığı büyük lütuflardan biridir.
Allah Teâlâ bir kula eğer azap kapısını açarsa, o kul bütün fiillerinden huzur
ve mutluluk duymasını artırır ki, bu o kulun helak olduğunun işaretidir. Çünkü
mahlûkatın isyandan dolayı mürekkep olan bir çamuru vardır. Bu durumdan da
Allah Teâlâ’ya sığınırız.
FITRATI KURBAN ETME
Allah Teâlâ’nın öngördüğü ve bizden istediği dini
hayatın makro şekilde yaşanıldığı bir gelecek için tedbirler almamız ve bazı
tavsiyelere uymamız gerekmektedir. Bu tavsiyeler sayesinde, geleceğimiz
hakkında olumlu sonuçlar elde etmemize imkân sağlanacaktır.
Anlaşılıyor ki, geleceklerin temeli şimdiki ve
geçmişteki kavramlarıdır; ancak ihtimaller “geleceğin” gelecekteki
simgelenişini de kapsarlar. Geleceğe dair temeller her ne kadar şimdiki
temelden farklıysa da mevcut temelle ilişkilidir. Dolayısıyla gelecekteki
ihtimaller sadece hayal edilen şeyler olmak yerine gelecek için anlam taşıyan
temelleri içinde barındıracaktır. O halde temelin bugünkü durumu gelecekteki
ihtimallerin bir ön şartı da olmayabilir. Bilindiği gibi insanlar mevcut olanı,
geçmişle karşılaştırma aracılığıyla, kendilerini ve hayatlarını kıyaslarlar. Bu
süreç de hem olumlu hem de olumsuz nitelikli “ihtimaller geleceklerin” oluşmasına
katkı sağlayabilir. Buna göre, bugün başına gelen herhangi bir şey ile yarın
kendisinin başına ne gelebileceğini düşünebilir ve kurtuluş çareleri aranır.
Sonuçta kurtulan da kaybeden de birdir. Çünkü zaman geçmiştir. Zamanın
geleceğine ve geçmişine ne türlü yolculuk yapılırsa yapılsın çıkar yolun
olmadığı görülecektir. Bu nedenle kurtuluşun temelleri Allah Teâlâ’nın
gösterdiği hedefler ile kazanılır. Bu hedefleri bulmak ise üç şeyle
gerçekleşecektir.
a- Allah Teâlâ’nın ihsanı ve
devamıdır.
b- İnsanın doğru bilgiye ulaşması
ve nübüvvet nuruyla aydınlanmasıdır.
c- Kurtuluşu talep eden insanın
kendi iradesidir.
Bunlarla birlikte bunların olması için kulun
hazırlanması gerekir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ile iman nimetine kavuşan
kulun, İlâhî lütfun bir yansıması olarak gönderilen rasüllere ve onların
getirdikleri vahye muhalefet etmemesi ve bunun gereklerini yerine getirmesi
gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve onun Allah Teâlâ katından
getirdiği kesin olarak bilinen her şeye, gönülden bağlılık göstermesi
esastır. Bu esaslara yardım edecek tavsiyelere de uymakta gerekebilir.
Kavuştuğu veya bulduğu tavsiyelerin yapılması ve yapılmaması da çok bir anlam
ifade etmeyeceğidir. Ne garip tecellidir ki, çok doğruları zamanında yanlış
anlayarak hüküm verdiğimiz olmuştur ve olacaktır. Bu konuda en önemli olan
hususlardan biri fıtratı esas almaktır. Yani, Allah Teâlâ’yı da
kabul etmektir. Allah Teâlâ insanlara son rasülünü göndermiş ve
fıtratın kemalini beyan etmiştir. Eğer bir anlaşılamayan durum zuhur
ederse, bu manada kesinleşmiş bilgiler ve geçmişin tecrübeleri ile kendimizi
sapkın ve dalâlet yollarından imtina ederek muhafaza etmemiz gerekmektedir. Çok
şeyde istenilen seviyede bir çözüm olamayınca, geçmiş hayatın işareti ile güne
ışık tutmakta ayrı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Yani bugünü geçmişte yaşamak
demektir ki, geleceğin sıkışmasına sebep olur. Sıkıntıların ve
meselelerin çözümü için geçmişe gidilmesi yanına geçmişi bugüne getirmek en
uygun olanıdır. Bu nedenle sorunları çözmek için, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem dönemine gitmek değil, O’nu bu döneme getirmek
gerekir.
Bugün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
nasıl hareket ederdi, diye düşünüp hareket edilmelidir. Fakat günümüz için tehlikeler
arz eden teknoloji çılgınlığında insan fıtratının boğulmasına engel olmayı
unutmamak gerekir. Çünkü manevî açıdan zayıf kalmamız, hırsların ürünü olan
teknolojik nimetlere insan fıtratının kolay uyum sağlayamaması ile birçok
sorunları beraberinde getirmektedir. Bu nedenle hırslarına yetişmekte zorlanan
insanlar, hastalıklı sınıfına geçmektedir. Çünkü fıtratı, hayata ve kavuşma
hırsına yenilince nevrozlu bir hale dönüşmüş olacaktır. Çağımızda ise sömürgeci
güçler ve sapık ideolojiler, kimliklerin kontrolünü sağlamak için, bol bol
uyuşturucu imal etmiş, haşhaş tarlaları açmış ya da olur olmaz sebeplerden
savaşların çıkmasını sağlayarak hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır.
Sonuç olarak artık kontrol edilmesi imkânsız durumlar
çıkmıştır. En kolay kontrol etme yöntemi ise kaos meydana getirecek unsurları
üretmektir ki, bu her gün kılıf ve kıyafet değiştirerek tekrarlanmaktadır.
İyi bir gelecek için fıtratı bozmamak
gerekmektedir. Fıtrata uymayan hayatın geleceği kurban olmaktır.
MİLLETLERİN YIKILIŞI NE ZAMAN BAŞLAR?
Millet ve devlet canlı organizmalar gibi doğar, büyür
ve sonra heybetli bir çınarın yıkılışı gibi göçer gider. Doğması ve büyümesi
ilimle olurken yıkılışında ise ilmi terk edişi vardır. Eğer bir
milletin ilmi alanında fitne başladıysa o yıkılacak demektir. İsterse bu
yıkılış yılları alsın. Muhakkak o yıkımı birinci nesil görmese de ikinci
nesil acısıyla tadacak ve dönülmez yolun yolcuları olacaktır. Bu durumun vahim
şeklini Osmanlı İmparatorluğunda görebiliriz. Bizans’sın muhteşem devlet mirası
üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in temelini sağlamlaştırdığı devlet, onun dünyayı
terk etmesiyle tekrar yıkılma eğilimine geçmiştir. Birçok tarihçinin yükselme
devri olarak bahsettikleri Kanuni’ye kadar olan dönem, aslında duraklama
dönemidir. Yükselme Fatih’le başlamış ve bitmiştir. Ondan sonraki her şey
gizliden bir yıkılışın hazırlık aşamalarını taşımaktadır.
Osmanlıda yıkılışın başlamasına sebep olan, ilmi
hayatın dejenere olmasıdır. Başlangıcı da Molla Lûtfi (hyt.
1494)’nin idamıdır. Bir idam ki sebebi incelendiğinde, içi doldurulamayacak
kadar kof ve kudret sahibi ilmiye taifesinin, verdiği zararlar yüzünden
devletin kurtlanışıdır. Avamın yıllar yılı başaramadığı şeyi, ulema
kısa zamanda harekete geçirmekte hiç zorluk çekmemiştir. Bu idam ile, ilmiyede
telafisi mümkün olmayan hasarlar meydana gelmiş binlerce yıllık emek heba olup
gitmiştir. İşte, Molla Lûtfî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1494)
Sahn müderrisliğinden idam sehpasına giden yolda bir “kıskançlık kurbanı” [4] olurken
onun yardımına yetişmeyen kişilerdeki noksanlığın ne olduğunu çok iyi düşünmek
gerekir.
Eğer -resmen zındık ve mülhid ilan edilmediği ve bu
sebeple hüküm giymediği için- Şeyh Bedreddîn'i saymazsak, Osmanlı ilmiye
geleneği içinde 15. yüzyılda resmen zındıklık ve mülhidlik ile suçlanarak idam
edilen ilk ilmî şahsiyet, Molla Lûtfî'dir. Ama o Şeyh Bedreddîn'den farklı
olarak, sûfi çevrelerle ilişkisi ve yakınlığı olmasına rağmen onlardan herhangi
birine mensup değildir.
Yaşadığı dönemde meslektaşları arasında “Deli
Lûtfî” diye meşhur olduğuna bakılırsa, kalıplaşmış Osmanlı ulema
tipinin oldukça dışında bir karakter çizen Molla Lûtfi önce Medrese-i Sâbi'de,
sonra Medrese-i Sâmin'de müderrislik yaptığı anlaşılıyor. Ancak, onun bilgisini
dağıtmak için kendisini aramakta ve beklemekte olan öğrencilerine ve öğrenmek
isteyenlere her gittiğinde, bindiği hayvanını kapının halkasına kendisi
bağlayacak, önüne yemini kendisi koyacak kadar tabii; kılık-kıyafetinden bir
ayrıcalık beklemeyecek kadar gösterişten uzak, zavâhire karşı umursuz olması
arkadaşlarını çileden çıkarıyordu. Sahn müderrisliğinin, Osmanlı yüksek ilmiyesinin
hiyerarşik sisteminde, önemli bürokratik mevkilere geçiş makamı ve bu makamın
o devirde sekiz kişilik dar bir kontenjanı olduğunu bilmek,
Molla Lûtfî'nin rakiplerine karşı hareket ve davranışlarını, kendisine karşı
tutumlarını ve nihayet başına gelenleri anlamak bakımından çok önemlidir. Molla
Lûtfî, Sahn'daki meslektaşlarını küçümsemektedir. Üstelik bu konudaki
hissiyatını onların gıyabına veya yüzlerine karşı söylemekten de geri
durmamaktadır. Bu mizacı sebebiyle kaynakların “Lâübâlî-veş ve
meczûb-nakş ve melâmî-üslûb tekellüf-meslûb”, “Lâübâlî ve şûrîde-reng” diye
niteledikleri, biraz kılık kıyafetine olan ilgisizliği ve pejmürdeliği, fakat
daha çok iğneleyici dili, herkesin içinde yaptığı kaba şakaları
yüzünden, “beyne'l-mevâlî Deli Lûtfî dimekle ma'rûf' Molla Lûtfî, hiç
şüphesiz ki bu tavırlarını yalnız meslektaşlarına değil, bazı devlet adamlarına
karşı da sergiliyor ve onları da yıldırıyordu. Özellikle
Sahn'daki meslektaşları -ve tabii aynı zamanda rakipleri- Molla Arap,
Molla İzârî diye meşhur Kâsım-ı Germiyânî, Molla Ahaveyn lakabıyla
tanınan Molla Muhyiddîn b. Mehmed, Hatipzâde Molla Muhyiddîn Mehmed ve
kısaca Efdalzâde olarak bilinen Molla Hamîdeddîn gibi ulemanın
yazdığı eserler hakkında aşağılayıcı ve küçümseyici ifadeleri, onları çileden
çıkarıyor ve Molla Lûtfî'ye diş biliyorlardı. Çünkü O, Fatih Sultan
Mehmet ve II. Sultan Bayezit'in, meclislerinde, sarayın
bir geleneği olarak toplanan ve seçtikleri konular üzerinde, huzurlarında
kendilerine tartışmalar yaptırdıkları bilginler arasındaydı. Kütüphanesinin
başında bulunduğu zamanlarda olsun, daha sonraları olsun, Fatih'le iki arkadaş
gibi şakalaşmaları, zekâsının nasıl kıvılcımlar saçtığını göstermektedir. O,
kişiliğini daha önceki bilginlerin, sonradan gelenlerce tek el-kitabı bilinen,
dokunulmaz sayılan eserlerinde yanlışlar bulacak kadar derin bilgisiyle,
bunları ortaya koyacak cesareti de gösterecektir. O, bu yanlışları doğru
saymayı, görmezden gelmeyi nefsine yediremediği için, açıklamadan edememiştir.
Ancak onun şehid olmasına sebep olacak bir
olayı bulmak çekemeyenleri tarafından zor da olmamıştır. Her zaman olduğu gibi Molla Lûtfi,
dersini verdikten sonra Şeyh Ebû Vefa Zaviyesine gider ve ikindi
namazını kıldıktan sonra orada akşam namazına kadar Sahih-i Buhari'den hadisler
okur ve onları açıklardı. Sahih-i Buhari'yi açtığı zaman gözyaşlarını tutamaz,
bunlar kitabın üzerine iner ve kitap bitinceye kadar ağlardı. Yine bir gün, her
gün ikindi namazından sonra yaptığı gibi, Şeyh Vefa tekkesinde Buharî
naklederken Hazret-i Ali kerreme’llâhü vecheye ait bir hikâye çıktı.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche, gazvelerinden birinde vücuduna ok
saplanmış, savaş bitmeden ok kırılmış ve temren[5] vücudunda kalmıştır;
temrenin ıztırabı ciğerine işlemiştir. Açılan yara başına işler açmıştır.
Hazret-i Ali kerreme’llâhü veche canından usanıp bu tür bir bitmez, dayanılmaz
derde uğradığından iyice dertlenmiştir. O kanlı hırsızı gizlendiği yerden
cerrahlar çıkarıp ele geçirmek istedikçe Hazret dayanamayıp inlemektedir.
Cerrahi müdahalenin acısına dayanamayacağını anlayan Hz. Ali kerreme’llâhü
veche, cerraha namaza durmak istediğini bildirmiş ve böylece ok ancak o namazda
iken çıkarılabilmiştir. Bunun sebebi, Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin namazda
kendini tamamıyla Allah Teâlâ'ya vermesi, huşu içinde ibadet etmesi dolayısıyla
cerrahi müdahalenin acısını duymamasıdır. Mevlânâ Lûtfi bu kıssayı anlattıktan
sonra ağlaya ağlaya
“Hakikat-i hal salât budur. Yoksa bizim
kılduğımız amel kuru kıyam ve inhinadır.[6] Anda fâyide yoktur” (işte
asıl namaz budur; yoksa bizim kıldığımız kuru kalkıp eğilmedir, onda faide
yoktur), buyurmuştur. [7]
Ancak bu derste hazır olan ve hocalarına kin besleyen
bir kısım talebe, bu sözünü “vâkı'-ı hâle muhalif nakl” deyip
bu sözü fırsat bildiler. Arap Molla, Hatipzade, İzâri [8] bunu
bir iftira şekline soktular. Zamanın vezirlerinden İskender Paşa'nın[9] gönlü
de Molla Lûtfi'ye kırık olmasından dolayı, “Molla Lûtfi dâll ve
mudilidir, vücudu din-i mübini muhilldir” diye padişaha teftiş
olunmasını arz eder. Padişah kendisine bu uydurma iftira anlatılınca
bozulup 'bu, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir deyip
'hayır, bu haber doğru değildir; bu sözün ve bu konunun doğru olması
ihtimalden uzaktır. Bu husus görülsün' deye ferman etmiştir.
Neticede âlimlerin en bilginlerinden Hatipzade, Efdalüddin,
Mevlâna Ahaveyn ve başka ileri gelenlerden meclis kurdular. Molla
Lûtfi'nin dersinde hazır bulunan ders arkadaşları, Molla Lûtfi'yi teftişe
geldiklerinde ve o mahut mecliste 'namaz dedikleri kuru kalkıp
eğilmedir, ona itibar yoktur' dedi diye, Molla Lûtfi'nin sözünü
gerçeğe aykırı olarak anlattılar. Meclis kurulup da Molla Lûtfi'yi getirdiklerinde
kendisine dediler ki:
“Sen Allah'ın bu kadar lutfuna mazhar
olmuş bir kişisin. İçin faziletlerle dopdolu bir bilgi hazinesi olduğu halde,
hidayet yolundan çıkıp dalalet yoluna yönelmişsin.”
Molla Lûtfi, “hâzihi firye-i bilâ mirye”[10] deyip
şöyle dedi:
“Benim Allah Teâlâ tarafından gelen
imanım ve doğruluğum, Allah Teâlâ'nın bunda yazılı olan emirler ve nehiyler
hakkında imanım muhakkaktır. Ben esasta İslam dinindenim, yedi kat gökler gibi
hiçbir bozuk yanım yoktur ve benim güzel itikadımın güneşi, zeval bulmaktan
yücedir. Benim dindarlığımın tadı ilhad zehriyle
acılanmamıştır; benim itikadımın şükrü zeval bulmaktan uzaktır. Benim için bu
hususta söylenenler yalan ve boş laftır. Hâşâ bende küfür ve ilhad olsun, bu
küfrü kâfirlerden başka işleyenler yoktur” diye sözünü bitirdi.
Bu mecliste iki yüz kadar kimse vardı. Her biri bir
madde nakl edüp “hakikaten o Hak ile batılı ayırt eden kâfi bir
sözdür; o, bir şaka değildir”, diye gerçekmiş gibi
Molla'nın ilhadına şehadet eylediler. Molla Lûtfi, o şahitlerin yalanları
meydanda olan şehadetlerine karşı “onların, bu söyledikleri hakkında
hiçbir bilgileri yoktur” diye yalan şehadetlerini ileri sürdüyse de
orada bulunan ve onu mahkûm etmek üzere toplanmış olan ulema(!) “bu
şahitlerin şehadetleri şeriatça makbul ve bizim yanımızda geçerlidir” deyip
gereğini yapıp imzaladılar... Bu ulema takımından Hatipzade, Mevlâna
İzâri, hiç duraklamadan katline karar verip kanının dökülmesinin mubah
olduğuna hükmettiler. Lakin Mevlâna Efdalüddin, Mevlâna Ahaveyn tereddüt
edip çekinmeden idam edilmesine ve öldürülmesine hükmetmeye cüret etmeyerek
haksız yere öldürülmesinden çekindiler. Sonra Ahaveyn de
birincilere katıldı. Bu husus padişaha arz olundukta, türlü araştırmalardan
sonra, ulemanın ittifakıyla hükmün yerine getirilmesine ruhsat verilmiştir.
İskender Paşa kol [11] oldu Molla
Lütfi’yi ondokuz gün hapsetti. Kendisine gücenmiş olan bilginlerden Çömlekçizade
Kemal Çelebi ve arkadaşları başka şeyleri arz edip bazı hususlara dahi
şehadet ederler. Sultan Bayezit da katline bir şey diyemeyerek rıza gösterir.
Lâmii Çelebi bu durum için şu kıt'ayı söylemiştir:
Mülkün adaletli padişahı Sultan Bayezid ki
onun kahrından fitne köşeye sinmiştir.
Zindana Lûtfi'yi habs etti ki ilhad ile
suçlanmıştı, onun tutuklanmasına Hak tarafından şu tarih erişmiştir:
Doğru yoldan çıkmış olan Lûtfi zindana
atıldı.[12]
Molla Lütfi, 1494 rebiyülâhırının yirmi beşinci salı
günü şehid edilip Ebu Eyyüb-Ensâri radiyallâhü anh çevresinde
ve defterdar merhum Mahmut Çelebi'nin mescidi yakınında defn edildi.
Molla Lûtfi, öldürüleceği yere giderken yolun iki
tarafında duran Müslümanlar onun tekrar tekrar kelime-i şehadet getirerek
Müslümanlığını ve imanını doğrulamıştır. Hatta rivayet olunur ki öldürülüp de
can verirken mübarek başı toprağa düşünce temiz dilinden Allah Teâlâ'nın
birliğine şehadet getirmiştir.
Molla Lûtfi'nin idamına fetva veren Hatipzade ile
onun şiddetli aleyhtarlarından İzâri de onun ölümünden sonra
çok geçmeden ölmüşlerdir. Hatipzade Molla Lûtfi'nin katline fetva verip de
akşam evine geldiği zaman yanlışlarını meydana çıkaracağını işittiği Haşiye-i
Tecrid adlı kitabını kastederek “kitabımı elinden
kurtardım” demiştir. Oysa Hatipzade kat'iyyen gücenmeyeceğine yemin
ederek Molla Lütfi'den çekinmeden yanlışlarını göstermesini istemiş; o da bu
kitaba bir reddiyye yazmıştır. Şeyhülislam Efdalüddin'in Molla Lûtfi'nin
idamını gerektirecek bir suç bulunmadığını söyleyerek heyetten çekilmesi
üzerine; Hatipzade'nin heyetin başına niçin geldiği ve Lûtfi'nin katline neden
fetva verdiği, 'kitabımı kurtardım' demesi ile açıkça
anlaşılmaktadır.
Birileri kitabını kurtarırken gelecek nesillere attığı
korkaklık, gerçeği söylemeden çekinen, hakikati haykırmak şöyle dursun,
yaltakçı tiplerin doğmasının da ilk temelini atıyordu. Bir olay umuma
mal olduğunda onun gizli yaptırımlarını tespit etmek mümkün değildir. Bu tür
olayların bilinçaltlarına attığı etkileri görmek şöyle dursun geri dönüşü
olmayan binlerce hüsranı da vardır. Düşünülecek olursa yüksek
mevkideki ilmiye sınıfı şahsiyetlerinden kaç tanesi bu türlü bir tehdidin
karşısında gerçeği söyleyebilirdi. Bu olaydan günümüze gelirsek, ilmiyenin olur
olmaz meselelerle yıpratılması Molla Lûtfi’nin idamını ve neticelerini
hatırlatmaktadır. Lütuf eli orakla kesilirse, çekic örse vurmaktan
kendini alamayacaktır. İlmiye ile uğraşmanın tek sonucu filmleri
çekilen uyduruk kurgulamalara sermaye olan senaryo olmaktan başka bir şeyi
doğurmayacak olmasıdır. Sonrada “biz bir zamanlar neydik….” söyleyene “bugün
filmin çekiliyor” derler. Eğer bir millet ebed davasında ise
ilmiyesini, filmiyeye çevirmekten kendini kurtarmalı, bulanık olmaktan
sakınmalıdır. Mantığın eğri düzlemde de doğru sonuçları vardır. Önemli olan
devlet ve millet sevgisini ciğere kadar indirmektir. Fakat ciğersiz ve duygusuz
birçok insan, sırf egolarını tatmin etme ve zarar verici şeyler üretmekten geri
durmaktadırlar.
Allah Teâlâ’ya bu türlü hallerden sığınmak ise
hepimize düşen görevdir.
[1] Müslim, Tevbe 9, (2748) Rezîn şu ziyadede bulundu: "Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
"Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin
olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e
düşeceğinizden korkarım." (Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb
ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir (4, 20).)
[2] Bkz:ESENTUR Uğur Devlet Aleyhine Suç İşleyen
Teröristlerin Sosyoekonomik Özellikleri - [Kitap]. - Ankara : Ankara
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü -Disiplinler Arası Adli Tıp Ana Bilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi-193835, 2007.
[3]TOLSTOY trc. Zeynep GÜLEÇ Din Nedir? [Kitap]. - İstanbul : [s.n.],
2005. , s. 30
[4] (OCAK, 1998), s. 205-227; (GÖKYAY, 1987), s. 1-15
[5] Temren: Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya
verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da
"soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı.
Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.
[6] İnhina: Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme,
kavislenme.
[7] Hoca Sâdeddîn, II, 548;
Hüseyin, II, 400b.
[8] Müderrisler
[9] İskender
Paşa: Fatih Sultan Mehmed'in
yakın adamlarındandır. 880/1475'de
Bosna beyi, 885/1480'de Bosna Beylerbeyisi olup 888/1483'de vezir oldu.890/1485'de tekrar Bosna valisi 894/1488'de
tekrar vezir oldu. 904/1498'de üçüncü defa Bosna valisi olup 912/1506'da ölmüştür. Cesur, çalışkan, vazifesine düşkün bir vezirdi.
[10] “Bu bir yalan sözdür.”
[11] Kolağası: Eskiden mevcut olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki
rütbe.
[12] Âşık Çelebi, 106a. Aslı Farsçadır.
GÖKYAY Orhan Şaik Molla Lutfi [Kitap]. - Ankara : Kültür Bakanlığı, 1987.
OCAK Ahmet Yaşar Zındıklar ve Mülhidler [Kitap]. - İstanbul : Tarih Vakfı ve
Yurt Yayınları, 1998.
FİKİR ADAMI (DÜŞÜNÜR)
Fikir, toplumlar ve insanlık için kıymet biçilemeyecek
değerleri ifade etmektedir. Ancak asıl gaye, fikrin hayata
geçirilebilip, uygulanabilir nitelikte olması gerektiğidir. Fikir “insan
başını fare kafasından ayıran tek hassa” [1] dır.
Necip Fazıl Kısakürek, fikirlerinin geniş bir kitleye tesir etmesi
amacıyla kendisinin ifadesiyle “fikir öfkesi” ne
ihtiyaçtan bahseder. İnsan ve cemiyet hayatında bir anlam ifade etmeyen
fikirleri, “zarını yırtmamış bir tohum” [2] görmektedir.
O zaman itibarı ile kabul görmemesi nedeniyle zayi edilmemesi gerekir. Fikrinde
çilesini de beraberinde çekmeye razı olmak, kuvvet bulunmasına yardımcı olmak
gerekir. “Öfkesi olmayan fikir de, tüfeği olmayan asker” [3] gibi
zamanla yıpranmakta, her türlü taarruza maruz kalmaktadır. Fakat zamanımızda
fikirler para etmez hale getirilmiştir. Düşünen kişiler ezilmesi için bazı
güçler sürekli baskı yapmaktadır. Bu güçler emperyalist güçlerin düşünen
insanlara karşı hazırladığı entrikalardır. Bugün öyle bir hale gelinmiştir ki
Finansal Kurumlar bile bu çetelere destek olmaktadırlar. Mesela kitap
okumanın artması için parasal destekler verilmezken eğlence türü etkinliklere
ise paralar su gibi akıtılmaktadır. Uçan havai fişekler sanki toz olan
fikirlerin son çığlıklarıdır. Bu nedenle uçan her havai fişeğin
karşılığında, eğitimde bir katkı yoksa o kişi ya da kurumlara sorumlu oldukları
hatırlatılmalı ve sermaye sahiplerinin kazancının seviyesine göre siyasi,
eğitim, kültür, sanat, edebiyat felsefe vb. konuları içeren eserlerin
insanlara ulaşılmasını sağlamak mecburiyeti getirilmelidir.
Hali hazırda zengin ve elit tabaka teknolojiyi kontrol
etmek amacıyla açtığı özel okullarda düşünceyi ele alan eğitimden çok teknoloji
hedef almıştırlar. Yani, düşünme, fikir üretme unutturulursa kontrol edilmesi ve ele
geçirilmesi kolay bir nesil kolay bir lokma olacaktır. Teknoloji
eğitimi pahalıdır. Bu eğitimin yakınına dahi yaklaşamayan diğer
guruplar ise fakir kalır, geçim kaygısı yüzünden düşünmeye fırsat dahi
bulamayınca, şahsiyeti olumsuz yönde gelişerek, potansiyel suçlu olma
yolunda aktif eleman olur. Sonuçta bu kişilerin hedef kitlesin de,
yine refah seviyesi yüksek olan insan, millet ve devlet olması da önemli
değildir. Varlığını bulamayan, bu yüzden olgunlaşamayanın kaybedeceği bir şey
olmayacağı gibi, arzularına kavuşmada ise ilkel tavrı olan hayvanî yönü
harekete geçecektir. Çünkü düşünme unutturulunca, hayvanî şahsiyet, ruhanî ve
ulvî gerçeği baskı altına alacaktır. Parçalanmış bir nesil sendromu ile
yıllarca başıboş vahşiler gibi etkilendiği ve emelini duyduğu bir şeyi
kalmayıncaya kadar, karamsar duyguları ile rasüllerine isyan eden, yıllarca çöl
hayatına mahkûm olan Yahudiler, kinle, nefretle, yoğrulmuş topluluklar haline
gelip dünyanın başına bela olmuşlardır. [Yahudilerin yetmiş yıllık Babil
esareti, insanlığın ebedi kalacak çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu esaretin
kıyamete kadar intikamını almaya söz veren, vicdanı azapsız kavim, madde
dünyasında olduğu kadar ruh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği
bütün zulmü yapıyor.][4]
Fikir adamı sayısı düşen milletlerin, yıkılma
kaderlerini görmek için kehanete lüzum yoktur. Bu nedenle millet olarak
kendimizi sorgulamaya biran evvel başlamamız lazımdır. Ne var ki mukallitleri
dahi sahte olan bir dönemin içindeyiz. Zamanımızda inançlının riyakâr olması mantıken
olumlu görünürken, inançsızlar, davasızlar da mukallit olunca insan
hayıflanmadan kendini alamıyor.
İnsan için sonuçta tek çare kaderi olan çalışmaktır.
Allah Teâlâ bile her an bir yaratma içinde olup hareket halinde olunca, insanın
tembellik yapmak gibi bir hakka sahip değildir. Mehmet Âkif ERSOY diyor ki,
“Mâsivâ bir şey midir? Boş durmuyor Hâlik bile;
Bak tecelli eyliyor, bin şe’n-i gûnâgûn ile.”[5]
GEÇMİŞİMİZ GELECEĞİMİZDİR
Geçmişi olmayan geleceğin varlığı, kaybolmaktan öte
geçemez! “Kaybolmak” , ateşe düşmüş odun küllerinin
tekrar dönüşümü için geçecek haller ile tasarruf ve tesadüf ihtimallerinin
hesabı kadar zordur. Geçmiş, geleceğin güç kaynağı durumunda olduğundan, bu
kaynak kurutulunca, üçüncü nesil için hedefsiz olmaktan başka çıkar yol
bırakmaz.
[Şahsiyet, mutlak manada bütün maziyi, mazi
olaylarının muhteşem sentezini kaybettiği zaman, işte bu insanları tımarhane
kliniklerinde buluyoruz. Hafızasız fert olmadığı gibi, hafızasız
millet de olmaz. Mazide bir milleti kurmuş olan ve millet
hafızasının bütün servetini teşkil eden yaratıcı kuvvetler elde tutuldukça o
millet kendi şahsiyetine bürünmüştür. Ancak o millet, ruhen istiklâline sahip
sayılır. Mazinin bu ulvî mirasına mukaddesat denir. Büyük milletler muhteşem
mazilerinin sahibi oldukları için, daima büyüktür.][6]
[Fatih’in, alnında Rönesanslar parıldayan simasına
bakın. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emelini gerçekleştirmek için
gemilerini dağdan aşıran hükümdar, kafalardan kule yaptıran Cengiz'lerin torunu
değildir. Varna'da ve İkinci Kosova'da düşmanları tarumar etmek üzere
Manisa’daki çilehaneden çıkıp gelen bir dervişin oğludur. Dünyanın en büyük
zaferlerine muhteris olan Yıldırım gibi bir kumandan, kahpe düşmanı arkadan vurmaya
tenezzül etmeyerek, sonunda sekiz ay bir demir kafesin içerisindeki işkencelere
katlanan ve kendisi gibi nice millet büyüklerinin dayanılmaz ıstıraplarına
önder olmuş bir Türk büyüğüdür.
Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim olmuştur?
Topkapı Sarayı'nda görülen, bir tarih ve bir milletin siması değil midir? Bu
şehrin, bir milletin şehri, belki de bir milletin beyni olduğunu ispat eden,
cihana ilân eden yüzlerce minare değil midir?
Her köşesinde bir devlet harikası, bir millet zaferi
yükselen bu toprak, bu vakfen Fatih’lerin bize emanetidir. Ve bu toprakların
üstünde yasayan insan, eşref-i mahlûkattır. Bu millet, bu vatan çocuklarının
insanlık sahnesinde önderi, büyük Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.
Onlar seherden geceye kadar vakit vakit O'nu hatırlar, O'na olan sevgilerini
tazeler. Ahlâkî yapısı insanlığa örnek olacak insanlar tarafından kurulan millî
birlik, ulu devletimizin en kuvvetli temelini teşkil ediyordu. Altıyüz yıl bu
millet, kendi sinesinde parça parça, fırka fırka ayrılık nedir bilmedi.
Fatih’in anlayış ve âlicenaplık taşıran kalbi. Bizans'ın Rum halkını da
birliğimize hayran bir bağlılıkla fethetmiştir. Vatan bir aile ocağı haline
gelmişti.][7]
Milletimizin son yüzyılda verdiği İstiklal
Mücadelesinin temellerini de oluştururken, Gazi Mustafa Kemal’e destek veren
insanlar, bu kuvvetini yine dinden almış ve onunla aynı paydaları paylaşmıştır.
Bu sıkıntılı dönemde de, milletimiz, içindeki cevheri bir şekilde dışarı
çıkarıp, geleceğe yön vermek için harekete geçirmiştir. Dünya, eğer bir inkılâp
bekliyorsa, bunu başaracak olan yine milletimizin birlik ve beraberliğinden
alacağı kuvvet olacaktır. Bu kuvvet hiçbir zaman kaybolmadı ve kaybolmayacaktır
da…Geleceğe umutlu bakanların, geçmişlerinde zulüm ve kan yoktur. Tarih bu
açıdan bakıldığında, milletimiz için bu acı durumları hiç yaşatmadı. Bazen bir
şekilde bazı oyunlar oynansa da, kuvvetli inanç ve millî değerlerimizle bunun
üstesinden gelmeyi başarmış, milletimizin önemini ve ne kadar gerekli olduğunu,
dünya ve tarih her zaman itiraf etmek mecburiyetinde kalacaktır.
BİZ NİÇİN İLİMDE GERİ KALIYORUZ?
İlimde geri kalmanın sebepleri halk değil alim geçinen
kimselerdir. Halk denilen avam tabakası ne verilirse muhakkak onu kabul temeye
hazırdır. Halk bir şekilde bazı şeylere kavuşamamıştır. Fakat bir konuda
ihtisas yapmış kişi ise işin inceliğine vakıf olduğundan istediği şekilde karşı
tarafı yönlendirebilir. Çok zaman kişiler der ki “biz ilim konusunda geri
kaldık”. Bunu diyenler yine ilim ehli olan kişilerdir. Çünkü halk
neyin gerisinde kaldığını nereden bilecek ki? Elinde mihengi olmayanın taklidi
aşabilen sözü olabilir mi?
Bu konuyu biraz açalım.
YÖK’ün idaresinde olan TEZ TARAMA sitesi
vardır. Bir kere olsun izinli tezlerini gördünüz mü? Ben sürekli bir konuda
yazı yazacak olsam öncelikle fedakâr devletimin bu sitesine bakmadan edemem.
Niçin mi derseniz?
Çünkü bir konuda yapılmış en küçük araştırma en
azından yüzlerce kitabın karıştırılması ile oluşmaktadır. İşin garip tarafı
burada başlamaktadır. İzinli tezlerin büyük çoğunluğu veya hepsi denecek
şekildeki kısmı YÜKSEK LİSANS TEZİdir. Doktoralardan okunmaya izin
verimiş olanlar %2yi bile geçmiyor. Hani derler ya “insanımız cahil,
kitap okumuyor” bence kitaplar okutturulmuyor denilse daha revadır.
Bazı doktora yapmış olanlara soruyorum niye insanlarımızı, devlet
imkânlarıyla hazırladığınız ve yaparken maaş aldığınız tezinizi paylaşmaktan
çekiniyorsunuz veya imtina ediyorsunuz. Zaten bu tezin oluşmasında
devlet size imakanları sunmadı mı, millete borcunuz yok mu?
Cevap çoğu zaman cevap susmak oldu.
-Geçenlerde Murat Bardakçı Beyefendi bir televizyon
programında kendi kitabının bir tez şeklinde intihalinden bahsedince anladım
ki, birileri üretmediği fikir ve araştırmayı kendilerine mal edince foyalarının
çıkmasından korkuyorlar. Aslında niye korkuluyor ki, kaynağını gösterip bir
şahsiyeti kendinden önce bu işi başarmış veya bulmuş demek insanı aptal yerine
mi koyar?
- Bir ilim ehli için vatanını ve milletini sevmek
milletini düşünmek yerine ikinci plana atmak gizli bir sadakatsizliğin işareti
midir?
-Tezleri kitap olarak basılan kişilere yayın evlerinin
telif haklarında bu türlü verilmiş izinleri ticari kaygıyla iptal ettirmeleri
midir?
-Ünvan almış kişilerin birileri tarafından alacağı
eleştirilere tahammül güçlerinin olmaması mıdır?
Bu düşüncelere çok şey ilave edebilirsiniz.
Bence devletimizin imkânları ile yapılmış
araştırmaların ve tezlerin milletimizle paylaşmak bütün eğitim camiamızın
boynunun borcudur. Bugüne kadar yapılmış bu araştırmalarda yetimin hakkı
olduğunu düşünerek kaygılardan uzaklaşıp milletin hakkını millete ödemek için önce
ilim ehline düşer. Zannediyorum ki yarın kıyamet gününde Allah Teâlâ milletin
bu hakkını talep edecektir. Çünkü cahil bırakılmış bir millette en büyük vebal
ilim ehline düşer. Her şeyin zekâtı vardır. İlmin zekâtı ise paylaşmaktır. Eğer
bunu başaramazsak yarın uygar devletlerarasında bizim olmamız mümkün değildir.
Ayrıca eğer bir âlim insanlar arasında anılmak istiyorsa onun eserlerini halka
ulaşmasında fedakar olmasından başka çaresi yoktur. Halk garip ve biçare
görünür. Fakat değer verdiğine yıllarca sahip çıkar. Halka mal olmuş kişileri
yıllar yok edemez. Bu kişilerin tek özelliği vardır. O da nefislerine milletini
tercih etmeleridir.
GÜNAH VE TÖVBE İLİŞKİSİ
Üzüntü duyma ile ceza verme kavramlarının aynı şeyler
olmadığı bilinmedir. Bu nedenle, doğruluk adına yapılan hareketlerde dahi, bu
ayrıma dikkat etmek gerekir. Tekrarlanması istenmeyen bir davranışın
engellenmesi amacıyla, bilinen tepki ile karşılık verilmesi cezayı, bilinmeyen
sonuçlar ise üzüntüyü meydana getirir.
Ceza ve mükâfat kelimelerinin eşdeğer kullanıldığı
yerler vardır. Üzüntüde bulanıklık hali mevcutken, cezada açıklık hali daha
belirgindir. Cezanın karşılığında karamsarlık hali bulunmazken üzüntü de
karamsarlık durumu vardır. Bu nedenle her cezalı duruma düşen üzülmez. Üzülen
kişi ise, hem cezasının karşılığını, hem de eziyetini beraberinde çeker.
Terbiye metodunda, cezanın üzüntüye sebep ve ikilem
oluşturduğundan insan hata ve günaha bakarken olumsuz yönden değil, olumlu yani
yapılabilir açısından göz atmalıdır. Bu güne kadar insanlara tövbeyi
anlatanlar, kurtuluş yerine kaosu ve ağır teklifleri beraberinde yükleyerek,
insanları çıkmaza götürmüşlerdir. Çoğu zamanda biçare durumuna düşmüş insanı,
daha çok biçare durumuna getirerek, onu acımasız bir ilah ile baş başa
bırakmışlardır. İlâhî dinlerde tövbe anlayışına bakarsak;
İslâmiyet’te kişinin işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyması,
tövbe edilen günahı kesinlikle terk etmesi ve günaha kesinlikle geri dönmeme
hali,
Yahudilik’te kişinin tövbesi yeterli olmayıp Allah Teâlâ’nın
veya mağdurun affetmesi,
Hıristiyanlık’ta suçtan dolayı pişmanlık duyulması, günah
çıkarılması vardır.
Yahudilikteki tövbe inancı, İslâmiyet’teki kul hakkı
ile örtüşmektedir. Yahudilik ve İslâmiyet’te pişmanlık, bağışlanma çok önemli
yer tutarken, Hıristiyanlıkta ise merhamet ve sevgi ön planda olduğu
görülmektedir.
Üç dindeki anlayış farklılıklarıyla, toplumlarda
sürekli uyuşamazlık baş göstermesine sebep olmakta, tövbe fonksiyonu da
yeterince etkisiz hale getirilerek, hükmetmek isteyenlerin etkileme aracı
haline dönüştürülmektedir. Yahudilerin, genellikle mağdur olduklarını ileri
sürerek insanlığı suçlamaları, haksızlıklarını sürekli haklılığa çıkarma
gayretleri altında yatan gerçek neden tövbe inançlarındaki saplantılarıdır.
Yahudilikteki ırkçı anlayışın şekillendirdiği tövbe inancı ile hiçbir zaman
sürgünlerin ve katliamların mağdurları tarafından affedilmeyeceğinden,
Yahudilerden kin ve nefret duygularını silmelerini beklemek mümkün değildir.
En mantıklı olan, Tövbe etmenin Allah Teâlâ’nın bir
emri olduğunu bilmemiz sebebiyle, insanın bunu hem geçmişi hem de geleceği ile
yorumlaması ve doğru görülene dönüş sağlaması gerekir. Çünkü yapılan ve
gerçekleşen şeylerin geriye dönük telafisi mümkün olamadığı hallerde, akıl ve
mantık çerçevesinden hareketle, müspet ve insanlık için gerekli doğruyu en
nihayetinde bulmak zorundayız. Bu da dinimiz İslâm’ın gereğidir. İnsanlığın
hata ve doğruluk çizgisinde tövbe denge unsuru olunca, tahterevallinin hangi
tarafında olduğumuz o kadar önemli olmasa gerek. İnişli çıkışlı bir hayatı olan
insanın, sürekli emir babında olan tövbeyi kullanarak, kendini emniyete alması
daha münasip olacaktır. Çünkü [“Tûbû ilâllah”[8] âyet-i kerîmesinde
hem işaret vardır, hem müjde vardır. Eğer kabul etmeyeler idi.
Emretmezler idi. Emir kabule delildir. Hatayı görmekle bile.]
Ey günahkâr kişi geçmişine bakıp üzülerek kendine ceza
vermek yerine, Rahman olan Allah Teâlâ’nın emirlerine itaat edip, salih kullar
ile hemhal olup geleceğini düzenlemeye ve doğrultmaya çalış. Umulur ki tövbe
edenlere karşı Rabbimiz mağfiret sahibidir.
“Kim haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu
düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah Teâlâ çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[9]
[1] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8.
[2] “1001 Çerçeveden”, Büyük Doğu, İstanbul,1944, s. 30, s.2;
[3] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8; Ayrıca bkz.
Akif Emre, “Büyük Doğu ve Gelecek Tasavvuru”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel
Sayısı, s. 52.
[4] Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), s. 205
[5] Allah Teâlâ'nın dışındaki varlıklar, zaten çalışıyor. Hâlik bile boş
durmuyor, Yaratıcı dahi devamlı çalışıyor, ihtiyacı yokken çalışıyor; sen
sıkılmazsan otur. Allah Teâlâ her an yarattığı bin bir çeşit yaratılmış ile
tecelli ediyor diyor.
[6] TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-İsmail Kara Yarınki
Türkiye [Kitap]. - İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999., s. 154-155
[7] Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 16-17.
[8] “Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim
merhamet eder ve çok sever.” (Hud, 90)
[9] Maide, 34
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar