Print Friendly and PDF

Seçki -2-

Bunlarada Bakarsınız



 



İLMÎ ÇALIŞMALARA ENGEL OLANLARA İTHAFEN

[İlmin ne kadar değerli olduğunu ve neticesinin kutsallığını anlamak için Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Ârabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin açıklamasını bu konuda hatırlamak gerekir. Şöyle ki;

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz

“rûh” u Cenâb-ı Musa aleyhisselâma;

 “İblîs” i de Fir’avun’a

 “ilm” i de “deryâ”ya teşbih buyurmuştur. Nitekim Firavun askerleriyle Mûsâ aleyhisselâmı Kızıldeniz’i sahiline kadar takip etmiş ve Cenâb-ı Musa aleyhisselâm asası ile denize vurup kendisine bir yol açılmakla o yola girerek karşı tarafa geçmiş ve Fir’avun dahi onu takîben bu yola girmiş ise de deniz kavuşup helak olmuştur. Ruh dahi İblîs’in tecâvüzü hâlinde derya­yı ilimden açılacak bir yola sülük etmesi gerekir. Zira “ilim” riyaset ve kendini beğenme vereceğinden ve Âdemoğlu’nun helaki riyaset ve kendini beğenme sebepleriyle vâki’ olduğundan şeytan Ademoğlu’nun ilim tarafına meylini pek ziyâde arzu eder ve onu riyaset ve ucüb sebepleriyle helake düşürmek ister.

Binâenaleyh sen ilim sahiline gelip açılan tarîka girince düşman dahi ar­kandan gelir. Tâki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kavuşup sesinin dahi çıkmasına meydan vermeden kolaylıkla gark ve helak eder. Ve işte bu hakikate binâen ulemanın bazıları

“İlmi, Allah’ın gayri için talep ettik; ilim kaçındı ve bizi ancak Allah Teâlâ’ya reddeyledi” dedi. Yani biz ilmi riyasete nail olmak ve insanlara karşı bu sayede gelir ve dünya refahına vasıl olmak için istedik; ilim tahsil ettikçe bu maksat bizden çekildi. İlim bizi Allah Teâlâ’nın gayri olan bu maksada ulaşmaya mani oldu. Nihayet bizim elimizden tutup asıl yaratılış maksadı olan marifetullâha sevk eyledi.

İblîs Âdemoğlunu ilme teşvik edip, onu o ilim sahasında şaşırtmak için arkasından gelir. Fakat ilmin hâssası neticede insanı marifetullâha sevk olduğundan İblîs şaşırtma niyetini ifâ edemez. Şerri murat ettiği halde neticede hayır zuhur eder. Nitekim Firavun, Musa aleyhisselâmın peşinden  deryaya dâhil oldu ve derya kavuşup kendisi helak oldu. Eğer derya kavuşmayıp Hz. Musa aleyhisselâma yetişe idi, onunla harp edecekti…

Eğer düşmanın sana: “İlme çalış, tâ ki zamanının insanları üzerinde yükselesin! Hükümdârlar senin önünde eğilsinler ve halk sana muhtaç bulunsunlar!” derse, sakın bu emr-i şeytanîdir deyip ilim tahsilinden vazgeçme ve çok çalış. Zira düşmanın olan İblîs “senin hevânın ferahı ve sevinci, ancak senin amelsiz amelin iledir. İlim ise ameli ol­mayan bir ameldir. Yani sen ilim tahsili ile meşgul olduğun vakit, başka türlü amel ile meşgul olmaya vaktin müsait olmaz. Bütün vakitlerini ilim işgal eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler.” Demeye devam eder.

 Hâlbuki o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi hakikatinin verdiği şeyin gay­rinden uzaklaştırır. Yani ilim öyle bir şeydir ki, yukarıda izah olunduğu üzere neticede marifetullâha ulaştırır. Onun hakikatinin verdiği şey an­cak budur.

İblîs’in hakikati cehâlet ile şaşırtmak istemesidir. Hâlbuki ilmin hakikati dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs dahi bilememektedir. Çünkü İb­lîs’in batınî gözü kördür, hakikate nazar edemez. O yalnız za­hir gözü vardır. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu nedenledir. İb­lîs’in hakikati görmemesinin delillerinden biri de Âdem aleyhisselâma secde ile emr olundukda  “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latif olan ateşten ve onu koyu ve yoğun olan topraktan yarattın” deyip ona secdeden kaçınmıştır. İblîs bu sözünü ilme dayandığını zannetti. Hâlbuki Allah Teâlâ melâikeye secdeyi emir buyurmuş ve İblîs dahi melâike arasında bu hitabı duymuş idi. Halîfe ise yerine halife koyan ile aynı­dır. Buna göre muteber olan şey, halîfetullâh olan Âdem aleyhisselâmın zahiri de­ğil, bâtınıdır. Melâikenin Âdem’e secde ile mükellef olması, onun hakikatine nazarandır. Bâtınî gözü kör olan İblîs Âdem’in haki­katini göremediği için, Allah Teâlâ’nın em­rine muhalefetle kulluk yolunda üzerinde yürüyemedi. Kibri buna da mâni’ oldu. Fakat Âdem aleyhisselâm taştan ve topraktan bina olu­nan Ka’be’ye secde ile emr olunduğu vakit bu, gayrullâha secde olmakla, caiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye sec­de etti. Ve

“Beni halîfe olarak yarattın; ve sıfat-ı semâniyye-i ilâhiyyenin mazharı kıldın. Cansız maddeden ibaret olan Ka’be’nin aslı ile benim aslım arasında fark vardır. Ben üstünüm o basittir. Niçin ona secde edeyim” diyerek serkeşlik etmedi. Zira Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretle­ri Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyas edepsizliktir. Ubûdiyyet kulluk ancak emre uymaktır.

İblîs’in yukarıdan beri izah olunan hali hep sırf cehalettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu düşünüp hayal etti de, ben Âdem’i ilim ile kandırdım zannetti. Bu sebeple âdemoğlunu ilme teşvik eyledi. Hâlbuki bilmez ki, eğer âdemoğlu ilminde yükselirse, bu ilim onun aybını ve cehaletini açığa çıkarır. Neticede Âdemoğlu, dalâlete düşmek şöyle dursun, belki hidâyet bulur.[1]

Hz. Ali Kerremallâhü veche de şöyle buyuruyor: “Âlim olan kişi geceyi ibadetle geçirip uyumayan, gündüz oruçlu ve Allah Teâlâ yo­lunda cihad edenlerden daha üstündür. Bir âlim ölünce İslâm’da öyle bir gedik açılır ki, onun yerini onun gibi bir âlimden başkası dolduramaz.”

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: “Bir âlim öldüğü zaman onun için denizdeki balıklar ve havadaki kuşlar bile ağlar. Bir âlim, her ne kadar kendisi bu âlemden gayb olsa da yaşıyormuş gibi onun şanı daima anılır.”[2]]

Bu yazılanlardan benim anladığım ilme ve öğretime engel olan, yardım etmeyen kişiler şeytanın arkadaşları olduğudur. Elinde imkânları varken,  farz edelim bir kitapçı, bir kütüphaneci, vb. her kimse eğer bir insanın ilmî çalışmasına yardım etmeyip sadece dünya nimetleri karşılığında yardım ve yaltaklık ediyorsa şeytanın kardeşleri olmaktan kendini kurtarabilir mi? Zengin öğrenciye zekât verebileceğini kabul eden İslâm dinimizin engelleyiciler hakkındaki yorumunu dile getirmek hiç istemiyorum. Bu nedenle elinde imkânı ve fırsatı bulunup ilmî çalışma yapanlar velev ki bu dünya nimeti için olsun, onlara yardım etmeyenler için kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın büyük bir azapla muamele edeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Allah Teâlâ

“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”[3]  Buyururken cihadın yanında ilmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Düşünün bir kere muhterem bir kişi senelerce kendi gayretleriyle birçok eser toplamış. Daha sonra bir kütüphaneye bunları vakfetmiştir. Bu kişi topladığı eserleri vakfederken insanların eserlere ulaşmasını dilemiştir. Fakat öyle kişiler bu eserlerin başına gelmiş oturmuş ki, içinde ne bir kuruşu, bir gayreti de vardır. Birde bunları para karşılığı ancak kullandırırım demekteymiş! Vahim durumu düşünün.

Sonuç olarak ağlaması sızlaması çok olan milletimizin önünde engel olanlar hakkında Rabbime niyaz ediyorum ki;

“Ey Allah Teâlâ’m milletimizin cahil kalmaması için ne gerekiyorsa acilen yüce kudretinden niyaz ediyorum. Biliyorum ki Senin İlk Emrin “OKU” dur. Emrine isyan edenler hakkında yaptığım duamı kabul edeceğine inanıyor ve Zât’ına güveniyorum.”


ALLAH TEÂLÂ’NIN EMRETTİĞİ VE İSTEDİĞİ ŞEYLER

“Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya,22)

Unutmayalım ki, Allah Teâlâ kullarına idarelerini bırakırken başıboşluk içerisinde terk etmemiştir. Çünkü ayetin işaret ettiği mana bunu göstermektedir. Ayette zahiren ilahların çokluğundan bahsedilirken hakikatte ilahlık yarışında olanlar ve yalnız insan olduğunu hatırlatmak durumundayız. Bu mevzuya işaretle, “Sultan Allah Teâlâ’nın yeryüzünde gölgesidir” sözü bunu teyit eder.

İnsanlar, istekler çamurunun kurumuş şeklidir. Ne zaman bir sulu ortama kavuşursa içinde bir hareketlenme oluşur. Bu hareketlenme onun canlılığı olurken bir yandan fitnesi olmaktadır.

“Canlıları sudan yarattık” (Enbiya, 30)

Eğer bu canlanmada bir dengesizlik olma ihtimali “Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik” (Enbiya, 31) engellenmiş olur.

Bu, Allah Teâlâ’nın kullarını kullarından muhafaza etmesi olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı, manasına yönelir. Düşünün bir kere; insânî istekleri bırakın, eğer kulların her duası kabul olsaydı, yeryüzünde fesat çıkar, kabul eden Allah Teâlâ’da zulmedenlerden olmuş olurdu. Çünkü kullar bir şeyi isterken “an”ına göre ister. Geleceği hakikatiyle görmek bir kul için mümkün değildir. “Allah Teâlâ ise her şeyi hakkıyla bilen ve görendir.”

Bizim düşüncemizde Allah Teâlâ’nın emrettiğinden çok istediğini bilmek gerekir. İsteklerimizin O’nun rızasına uygun olup olmadığını bilemek isteyen için tek faktör “için dışa uyumu”dur.

İç=ruh, dış=nefs;

Bir istek sonuçta şeytânî ve nefsânî bir emele bağlanıyorsa, Allah Teâlâ’nın rızası olmaz. Düşünün ki, temelinde çamurlaşmaya dönüşen bir duygu ancak bataklık zemini oluşturur.

İnsan hayatı oyundan ibarettir. Oyun, oyun kuranın kontrolünde olsa da, her oyunun içindeki hedef, bir hile ve hevâ ile sekteye uğrar. Silsileler içindeki olayların hesabı ihtimal üzere oluşturmaktan çok, sağlam bir kıstasa sahip olması daha gerçekçi bir duygudur. Sağlam kıstaslar ancak Allah Teâlâ’nın murat ettiği sonuçları doğurur.

Allah Teâlâ ne dilemişse, o doğrudur. Bunun dışındakiler sadece hevesler sınıfından olan işlerdir. “Sonra yine vay sana! Vay sana. İnsan sanır mı ki, başıboş bırakılacaktır?” (Kıyame, 35-36)

Sonuç olarak insan istemek ile her muradına kavuşamaz. Sadece Allah Teâlâ murat ettiği vardır. Bazı insanlar yeryüzünde felaketlere sebep olup, kafalarına göre hareket edeceklerini sanıyorlarsa bilsinler ki, mülkün sahibi “Kahhar” olan Allah Teâlâ’nındır. İnsan ise mülkün içinde “adı anılmayacak” kadar zayıf bir varlıktır. Hak ve hukuk içinde yaşamayı bilmek için gayret gösterelim. İsyan etmek, gelişigüzel hareket etmek yalnızca elem getirir. Bir de nesillerimizi ipotek altına alan hatalar ise ne korkunç emellerdir. Kardeşlerin kardeşçe kurduğu düzende fitne tohumu ekenin samimiyetinden şüphe edilir. Mahcup olacağımız hatalardan sığınmalı, ailemizin huzuru için elimizden geleni yapmalıyız. Yarın kıyamette kirli çamaşırlar ortaya serildiğinde kör olmak tek çaremiz olmasın.

“Allah Teâlâ kolay ve güzel olanı sever”

GÜNÜN SÖZÜ

"Yüreklerin fethedilmediği yerde duygular ve düşünceler ancak fitne unsurudur. Allah Teâlâ'nın mülkünde sınırlarımıza tecavüz ederek ancak huzurumuzu kaçırırız. Akıllı insan geleceği görenden çok geçmişini çok iyi bilen kişidir. Geçmiş kesin, gelecek ihtimaldir. Geçmişte olmayanı talep etmek gelecekte de olmayacak şeyi istemektir. İsyan edenin cennet istemesi abestir. İsyan geçmişte nasıl cehennem ise gelecekte de cehennemdir. Cehennemin yakıtı ise taşlar ve insanlardır.Allah Teâlâ'ya sığınırız."


BİLİNÇALTINA ETKİ EDENLER (SUBLİMİNAL)

İnsan, gelişen bir varlıktır. Bu gelişimi, hem maddî hem manevî olarak gerçekleşir. Ancak bu süreç, her insanda farklılık gösterir. Bunu genetik yapısı, hayatı, iç ve dış etkenlere maruz kalarak oluşturur. Bu etkenleri çevre, kültürel ve içtimâî etkileşimler, kültür yapısı ile ilgi alanlar gibi durumlarla da beslenerek gelişmeye devam eder.

İnsanın bilinci dâhilinde gerçekleşen her çeşit unusuru farklarıyla birlikte algılarken; bilinçaltında gerçekleşen hususları çoğunlukla kontrol edememektedir. Bu sebepten dolayı, bilinçaltını yönetmek de, standartlara sığdırmak pek mümkün olamamaktadır. Mesela, reklam dünyası başta olmak üzere hedef kitle hakkında ulaşılması gereken hedefe kavuşmak için gizlenen bir mesajın bilinçaltı ile karşılanmasının önüne geçilmesi için yapılması için gerekli tedbirler hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.

 Subliminal Mesaj

Mesajın eleştirel bilinçli zihnin filtresine takılmadan, doğrudan bilinçaltı tarafından algılanmasıdır.

Belli belirsiz algılamayı (subliminal, gizli şekil/imge) “bir kimsenin, uzaklık ya da ışık yetersizliği nedeniyle bir nesneyi tam olarak değil hayal meyal fark etmesi”. (Larousse sözlüğü)

Beynimiz gün boyu sayısız şeyler algılar, çoğunu da bilinçsizce kaydeder. Mesela; araba kullanırken çevremizde gördüklerimizin pek azını bilinçli olarak görürüz, gerisi hep bilinçdışı kayıtlardır. İşaretçinin işaretini bilinçdışı algılar, bilinçli algılamadan sonra hareketi gerçekleştiririz. Neticede alışkanlıklarımızın ve inançlarımızın kayıtlı olduğu bilinçaltı zihnimiz, davranışlarımızı, seçimlerimizi ve kaderimizi hayatımız boyunca etkiler, durur.

Subliminal mesaj yüzde yüz güvenlidir, insana zarar verebilecek her türlü mesaj otomatik olarak bilinçaltı tarafından reddedilir, denilse de insanların bir türlü mesajlardan bir şekilde zarar gördüğü kesindir.  Belki her canlının bilinç katmanları tabiatı gereği kendini korumaya yönelik olarak programlanmış olsa da gizli etkisi olan bu psikolojik etkilenme durumundan kurtulması gereklidir. Sürekli tekrarlanan bir mesaj alışkanlık yapmaktadır. İnsanın zayıf kaldığı yönlerin uyarılması ile duygu ve fiiller gizli mesaj karşısında refleksle hareket ederek ötekinin istenilen hedefine doğru hareket eder.

Kapitalist sistemin fikir babalarından Freud’un ana fikri olan cinselliği, insan hayatının bütün alanlarında, yiyecek, içecek, giyecek, vb. şeylerde dolaylı olaraktan kullanılmak istenilmesi tüketim ekonomisinin temel faktörlerinden olmasıyla, bir yiyecek firması ürünün etkili imajı yakalaması için cinselliği ima ederken oluşacak etkisindeki gizli mesajın güvenilirliği nasıl ölçülebilir.

Mesela, bir filimin hangi mesaja kilitlendiğini; bir partinin seçim öncesi bir şarkıyı sürekli dinletirken altında subliminal mesaj kullanmadığını nasıl takdir edebiliriz. Bu gizli mesajın içeriğini daha sonradan toplumun yargısında yeni oluşmuş yargı cümlelerini tespit etmek zaman alsa da, bu gizli mesajın bir işareti olmaktadır.

Bizim burada asıl anlatmak istediğimiz, bu mesaj yağmuru altında nasıl korunacağımız olmaktadır. Dinimizin bize öngördüğü temel esaslardan biri nifak alameti olan hususlardan uzak durmaktır. Bunun başında “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” emri ile münafıklığı kesin dille yasaklamasıdır. Münafık, kâfir olan kişiden daha kötü olup en büyük manevi cezayı görendir. Çünkü aldatma ve hilesi ile insanları yanlışa sevk etmektedir.

Nasıl korunacağız?

Bahsedilen gizli mesajlar karşısında insanı koruyacak bir faktör vardır. O da inancı gereği oluşan ibadetler zinciridir. İbadetler, taabbudi [4] olması ile direk bilinçaltını uyarıcı olmaktadır. İnsanın algılama düzeyindeki “Bilinç öncesi”, “Bilinç” ve “Bilinçaltı” sıralamasında en korunaksız kısım olan “Bilinçaltı” ancak aklın sınırında olmayan taabbudî ibadetle korunabilmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına kendisine hiçbir faydası dokunmayan ibadet emrini verirken, bahsedilen etkinin en az seviyeye inmesini ve yok olmasını murat etmiştir. Sürekli çalışan veya müzik dinleyen bir kişinin algısında etki yapacak subliminal mesaj sayısı ve zamanı bir namaz vakti ile kesildiğinde, beynin temizleme işlemi için ezberden okuyacağı bir ayet bilgisayara atılan format etkisi gibi beyine etki eder. Bunu fark etmek isteyen kişiler bunu şu şekilde deneyebilirler. Namaz için kalkıldığında alınan abdest ve namazın fiili hareketleri ile değişik bir ortama dâhil olup dönüldüğünde kalınan yerden başlamak yerine sıfırdan başladığı bir nokta içerisinde olduğunu görür. Ayrıca namaz ibadetinde gözün açık tutulması sebeplerinden biride algılanmış görüntülerin silinme hareketlerinden başka bir şey değildir. Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifa et!

Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” [5]

Buna göre namaz etkilenen insanı etki alanından çıkarır demektir. Bu sonuçla ibadet etmeyeninde bir etki içerisinde olduğunu söylemeden de geçemeyiz.

Tasavvufun, halvet, zikir gibi unsurları ise ileri seviyede bilinçaltına müdahale eden unsurlar olduğundan herkese tavsiye edilen bir husus değildir.

Allah Teâlâ’m senin gerçekten ilâh olduğuna bir daha iman ettim.


İNSAN GERÇEKTEN DE ,“KUL” OLAMADI!

İnsan, doğumundan ölümüne kadar, hep mutlu olma, hayalindeki isteklerine hep kavuşma arzusu içerisindedir. Bu istek, insanın hayatının amacı ve anlamıdır. Bu yüzden o, daima kendine bu zevki yaşatacak şeyleri arar durur.

Zamanımızda teknolojinin ve bilimin hızla ilerlemesiyle birlikte insanların mutluluğunun da artacağı düşünülmüştür. Oysaki teknolojinin ilerlemesi insanın mutlu olmasına vesile olamamış, aksine sıkıntının, stresin artmasına neden olmuştur. Bu ortam içerisinde insan kendisini mutlu edecek her yöntemi kullanmaya çalışmıştır. Bu nedenle kişileri mutluluğa götürecek çeşitli formüller üretilmeye çalışılmış ve bu formüllerle ilgili yöntemler ve kitaplar tüm dünya üzerinde rağbet görmüştür.[6]

İnsanın kavuşacağı son yetenek de bile, onun bazı şeyleri aşmaya gücünün yetemeyeceğini anlaması noktasına varıldığında, değişim korkusu içinde yeise düşmüş oluşu, her kavuşulan yeni şeyin,  asıl kavuşulmak istenilen olmadığını fark etmesiyle, yeni bir derde düşmesidir. Ölümün bile kendisine acı veren durumundan kurtulmaya çalışırken, sonuçta ölüme varan noktaya ulaşmada aslında farkında bile olmadan gayret göstermesi, insanın kaçınılmaz kaderiyle acılarından kurtulamamasıdır.

İnsan ruhunun ilk ve son isteği Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır.  Çünkü ruhun sonsuzluk halleri vardır. Kavuştuğu şeyler onu tatmin etmediğinden Allah Teâlâ’yı bulmak sevdası ile ancak huzur bulacağını bilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu;

“Allah Teâlâ Âdemi onun suretinde yarattı” [7] sözü buna işaret etmektedir.

Görüldüğü üzere bu durum karşısında, mistik hayatın temsilcileri de, bu arayışın içinde olmaktan bir şekilde kendilerini kurtaramamış, hedeflerini en yüksek noktaya çıkarmışlardır. Bu ise onların, Allah olmakla eş değer bir tutum içerisine girmek gibi bir durumu da yanında getirmiştir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’yı bulmaktaki sonsuz isteğin girdabında cezp edilmiş dururken, başarmak için kutsal intiharlarını da zikredip  “ölmeden önce ölün” diyerek çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan zevk ve şevk duymuşlardır.

Kur'ân-ı Kerim'de bu konuyu Allah Teâlâ haber verirken buyurdu ki;

“Onlar, iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile yatışır.” (Râd, 28)

Hakikatte [başkasıyla değil, ancak Allah'ın zikri ile veya Allah'ı anmak ve hatırlamakla kalpler mutmain olur. Gönüller huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükûna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah Teâlâ'ya bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah Teâlâ'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Allah Teâlâ'da kesilir. Allah Teâlâ, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi biri olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O'nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp ilâhî marifetten, Allah Teâlâ'yı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah Teâlâ'ya yönelmiş olduğunu anlar ve artık O'ndan yüksek bir makam ve merciye, O'nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki, marifetullah'a yükselemeyen ve Allah Teâlâ'yı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır da çırpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, "Allah" demedikçe sürekli olarak devam eder gider.] (Elmalılı, Râd, 28)

Ancak bu âyetin işaretinden zikrin artışını algılayıp Allah Teâlâ’yı çokça zikre çalışan bazı kişiler, bir yerden sonra, bulamama, anlayamama ve olamama gerçeğiyle karşılaşınca bocalamaya başlamaları yüzünden, üzüntülerini kat kat artırmaktan da öteye gidememiştirler.

İnsana ne olmuştu ki, Allah Teâlâ’yı zikretmekte onu tatmin edemiyor ve bıkıyordu. Aslında insan, mutluluğa azıcık bir şeyle bile kavuşabilirdi. Fakat sevdiği şeyler, sonradan onu sıkmaya başladı. Yani Allah Teâlâ’da insanı sıkmaya başladı. Çünkü J. Paul Sartre’nin dediği gibi, “İnsan Tanrı ol­mayı özleyen varlıktır” [8]. Girdaba düşmüş insan için bu , “O Olmak veya olamamak “tı.

O Olmak, insana mümkün değildir. Çünkü sonradan yaratıldı.

Olamamak ise, insanın yaratılışına ters geliyordu. Çünkü insan hep olmak zorunda olduğu hissini içinden atamıyordu.

Öyleyse sonuç ne olmalı idi;

Anlaşıldığı üzere, sonsuz hırs ve istek karşısında ezilen insan için tek tatmin yolu, Allah Teâlâ’nın elinde olduğu görülmektedir. Fakat insan, hangi noktadayken bunu fark edip kendine dur diyebilecektir. Bu durumu bilmek ise, insanın yaratılışı ile mümkün değildir. Bu konuda diyebiliriz ki; İnsanın yüce kudret sahibinin, insan benliğindeki, kendisi için sonsuzluk algısını kendi zatına doğru cezb ederek, ona yardım etmesidir, diyebiliriz. Bunun misali şudur;

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin miraç mucizesi ile ikrama kavuşmasıdır. (Miraç olayı; Hicret'ten bir yıl ya da 16 ay önce (milâdî 621 yılı başlarında) recep ayının 27. gecesi)  Eğer miraç olmasaydı, Efendimiz Allah Teâlâ’ya karşı kazandığı ve bulduğu hakikatleri (İbrahim aleyhisselâmın ölülerin diriltilmesi hadisesindeki itmi’nana kavuşması gibi) anlayıp sukûna eremeyecekti. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, nübüvveti ile başlayan ruh âlemindeki hızlı olan seyrini anlamakta biraz zorluk çekiyordu. Bunun yanında üç yıl süren müşriklerin boykotu, kıymetli amcası Hz. Ebu Tâlip ve seçkin hanımı Hz. Hatice (radiyallâhü anhüma) Hakk’a yürümeleri, Taiflilerin acımasızlığı ile bir şeylerin Hak olan İslâm davasındaki yavaş seyri benliğini sıkıntıya düşürmekte olunca, ne, neden, niçin benzeri soruların cevabı karşısında beşerî kuvvetinde tatmin olma ihtiyacı meydana geldi. İşte Miraçta gösterilen hakikatler ve “kul” olma müjdesiyle bu durum sakinleşip normal halini almış ve dünyaya geri dönerken bir başka dönmüştü. Sonraki hayatında yaşanan bütün hadiselerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olunması gereken makamı bulmuş ve temkin üzere hareket etmişti. Bu şekilde Allah Teâlâ’yı nasıl bilmek gerektiğini kulluk hakikatiyle kavramıştı.

Bu sözlerden anlaşılan o dur ki, “Kul olma” makamına kavuşmak, ancak Allah Teâlâ’nın insana ihsan edeceği bir makamdır. Bu makamın hakikati çalışılarak ve gayret edilerek kazanılamamaktadır. Bu makama tasavvuf literatüründeki yedinci makam ve “yaklaşmayın” olarak bahsedilen “Ehâdiyyet’ül Cem” makamıdır da diyebiliriz. İnsân-ı kâmiller bu makamdan çokça bahsederler. Fakat bunu bilmeleri ile onların da buna sahip oldukları manasına gelmediği bilinmelidir. Çünkü hakiki kul makamında karar kılabilen yalnız ve yalnızca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olmuştur. 

Sonuç olarak; insan olarak bize düşen, karşılık beklemeden, Allah Teâlâ’yı zikir yani kulluk ederek mutlu olmaya çaba göstermemiz gerektiğidir. Çünkü bedeni zevkler, hiçbir şekilde insanı mutlu etmeye yetmeyecektir. Kendimize münasip ruhânî zevkler ise, geçici bir dönem bize mutluluk vermekte olduğundan, gayretimizi beklentisiz bir şekilde devam ettirip, yaşamımız boyunca Allah Teâlâ’ya kendimizi sevdirmeye çalışmamız,  daha kolay bir yol olan şeriat dairesi üzerinde az bir sebatla ibadet ve taat üzere olmamız gerektiği gerçeğine kavuşmamız lazımdır.

Allah Teâlâ insanları yalnızca şeriattan sorumlu tutmuştur. Şeriatı olmayanın hakikati yoktur. Örnek verecek olursak, namaz kılmayanın bu dünyada Allah’ı, ahirette ise varlığı yoktur. Kulluk yapmamakla bir insanın kavuştuğu makam, onun ancak Allah olmasıdır. Allah Teâlâ ise kendisinden başka ilahlar olmadığını bize bildirdiğine ve bunu bizim de kesin olarak bildiğimize göre, sonuçta cehennemine atacakları ilahlardan olmamak için, “kul olma” örneğini taklit etmekten başka çaremiz ve gidecek yerimiz yoktur. O da “Futuhât-ı Medeniyye Sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem” dir.

Bir kul olarak, sorumlu olduğumuz şeyleri terk edip kendimizi perişan etmekten kaçınıp, Allah Teâlâ’yı sevmek ve ona kendimizi sevdirmenin yollarını bulmayı, onun verdiği şeylere razı olup boyun bükmekten başka çaremiz olmadığını anlamamız ve hiç unutmamamız gerekmektedir.

İbadet çokluğuna yok itibar hiç

Kulundan Hâliki hoşlanmayınca [9]



[1] KONUK, Ahmed Avni ,”et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye” Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI, İst. 1992, s. 319-324

[2]İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc.Y. Vehbi Yavuz, İst, 1993 s.40

[3] Tevbe,122

[4] Taabbüdî : "İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

[5] (Ankebut, 45)

[6]Bkz:ACABOĞA Asiye ı Din-Mutluluk İlişkisi [Kitap]. - Kahramanmaraş : Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi-204569, Ocak–2007. s. IV

[7] (İbn Kuteybe hadisin, varsayılan ilk formu ile ilgili bu ameliyeyi kelâmcılara izafe etmektedir (Tevîlü muhtelifi’l-hadîs, Kahire 1908/1326, 277). Krş. Kastallânî, Buhârî Şerhi, İsti’zân, 79/1; Nevevî, Müslim Şerhi, Birr, 45/115.)

[8] MURDOCH İris ve Hilâv trc: Selâhattin Sartre'in Yazarlığı Ve Felsefesi, [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1983,, s. 75

[9]  Kuddûsi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz




HAS ODA SAKİNLERİNDEN ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN SIRRI

Leyla nın mahallesinde çadır kuran adamlar,

Aşkın yolunda varılacak en son yere varanlar!

Hasan'ın soyundanım, "Has Oda"dır makamım,

Ricalin boyunları üstündedir ayaklarım![1]

["Has Oda'dır makamım" sözü, İmam Geylânî hazretleri ile çağdaşı Şeyh Abdur-rahmân Tafsûncî arasında geçen bir olaya işaret etmektedir. Şattanûfî ve Yâfiî'nin üç yoldan rivayet ettikleri bir haberde Şeyh Tafsûncî şöyle der:

"Ben, Şeyh Abdülkâdir'in adını ancak yeryüzünde duydum. Kırk yıldır kudret kapısının eşiklerindeyim, ama onu görmedim!" Bu söylediklerini İmam Geylânî hazretlerine iletmek üzere, sohbet arkadaşlarından bir grubu Bağdat'a gönderir. Tam o sırada İmam Geylânî hazretleri bazı müritlerine şöyle buyurur:

"Tafsûnc'a doğru yola çıkın. Yolda Şeyh Abdurrahmân'ın göndermiş olduğu bir gurup göreceksiniz. Onları da yanınıza alarak Şeyh Tafsûncî'ye gidin ve deyin ki Abdülkâdir sana selâm söylüyor ve şöyle diyor:

“Sen eşik­lerdesin! Eşiklerde olan kimse huzurda bulunanı göremez. Huzurda bulunan da Mahda'da/Has Oda'da olanı göremez. Ben ise Has Odadayım!” [2]

İbn’ül Arabî, Hakîm Tirmizî'nin sorularına vermiş olduğu cevapta, İmam Geylânî ile Şeyh Muhammed b. Fâid el-Evânî arasında geçen buna benzer bir olayı anlatır. Şeyh Evânî şöyle der:

"Ben huzurda bulunuyordum. Ama Şeyh Abdülkâdir'i göremedim!" Bu sözler İmam Geylânî hazretlerine iletildiğinde tebessüm ederek şöyle buyurur:

"Muhammed doğru söylemiş! Lâkin ben Has Odada bulunuyordum!"[3] Sufilere göre "Mahda" kelimesi, kalbin (veya kut­bun) Allah Teâlâ'ya vâsıl olmuş insanları göremediği yeri ifade eder.[4]]

Bu anlattığımız durumdan çıkaracağımız sonuç şudur.

Tasavvuf ehlinde birbirini tanımayanlar olduğuna göre diğer insanların onları tanıması, bilmesi ve düşüncelerini kabullenmelerini beklemek hatalı olacaktır. Bu nedenle çok şeyi bilmediğimiz açığa çıkıyor. Bazen susmak daha hayırlıdır.

 



[1] (Abdülkâdir Geylânî, et al., 2005), Kaside-i Hamriyye (Gavsiyye), s. 203

"Ayaklarım, Allah Teâlâ'nın bütün velilerinin boyunları üstündedir" sözü, İmam Geylânî'nin en meşhur sözlerinden biri ve belki de en meşhurudur. Bu söz, Şattanûfî'yi bir taraf­tan rivayetin isnadını tahkik etmek, diğer taraftan da bu sözü söyleyenin makamını is­pat etmek için kaleme aldığı Behçetü'l-Esrâr ve Ma'dinü'l-Envâr adlı eserini yazmaya teşvik eden sebep olmuştur.

[2] (Bkz: Behcetü'l-Esrâr, 27; Hulâsatü'l-Mefâhır, yazma, vr.: 92a).

[3] (Olayın ayrıntı­ları ve İbn Arabî’nin yaptığı yorum için, Osman Yahya'nın tahkik ettiği Hatmü'l-Evliyâ adlı eserin 224. sayfasına bakınız).

[4]  (Bkz: Kaşânî, Istilâhâtü's-Sûfiyye, 81).

 Kaynakça

Abdülkâdir Geylânî thk: Yusuf ZEYDAN ve hzl: Mustafa UTKU Abdülkâdir Geylânî Divanı Kaside Makaleleri [Kitap]. - İstanbul : Sır, 2005.



İMTİHAN SIRRI ve FİTNE

Geleceği bilmek gaybi ilimler arasında olunca, bu yönüyle gelecek imtihan konuları arasında bulunmaktadır.

İnsan dünyaya gelmekle imtihan için sözleşmeye imza atan birey olmuştur. Onun için her şey bir imtihan vesilesidir ve kurtuluşu da yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatının bir deneme veya imtihan yeri olduğunu sıkça tekrar ettiği temalarından biridir. Ayetlerde de görüleceği gibi kâinatın insanlık için imtihan yeri olduğudur.

İnsanın dünya hayatının yegâne gayesi imtihandır. “İmtihan insan hayatının özüdür. İnsan hayatına anlam ve varlığına gaye kazandırır.”  [1]

 “Allah, hanginizin ameli, hal ve hareketlerinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı.” [2]

 “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” [3]

“ Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz,” [4]

İmtihan konusunda insanların iyi ve kötü ile ayırt edilmediğinin bilinmesi ilâhi bir emir olması nedeniyle kaçınılmaz hakikattir.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?

Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” [5]

“Biz sizi, çaresiz, biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” [6]  

“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” [7]

 “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle islediklerinizden ötürüdür. O, yinede çoğunu affeder.” [8]

İmtihan konusunun Kur’ân-ı Kerim’de fitne olarak bahsedilmesi de, bu ilmin kendi içerisinde sıkıntıların bulunması yanında yanlış algı ile sapmaların ve hata ihtimallerini artırmasındandır.

Kur’ân-ı Kerim’de “Sizi bir fitne olmak üzere şerle de hayırla da deneyip sınarız” [9] buyrulmaktadır.

Fitne insanın sınanması anlamına kullanıldığında hem olumlu, hem de olumsuz sonuç vermesi ihtimal olduğu için her iki şekilde sonuçla­nan olaylara da isim olarak verilir. Hz. Ömer radiyallâhü anh, fitnelerden Allah Teâlâ'ya sığınan bir kişiyi gördüğünde:

“Allah'ın sana evlat ve mal vermemesini mi istiyorsun?” der. [10] Yani hayattan kopmak mı istiyorsun diye sorgulamaktadır.

Geleceğimiz hakkında yorum yapmak hata payının en düşük düzeye düşürülmesi için gayret göstermek içindir. Gelecek, Allah Teâlâ’ya ait olup çok az bir pay, insanlara işaretler ve ilham yoluyla vehbî olarak ihsan edilmiştir.

Rivayetlerde belirtildiğine göre bir defasında da Hz. Ömer radiyallâhü anh, yanındakilere:

“Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bildirdiği fitneleri hanginiz biliyor?” diye sormuş, mecliste bulunanlardan Hz. Huzeyfe radiyallâhü anh (v.36/656), aile, evlat, mal ve komşu yüzünden maruz kalman fitnelerden bahsetmiş, Hz. Ömer radiyallâhü anh,

“Hayır, bu fitneleri değil, deniz dalgaları gibi dalgalanacak olan fitneleri kastediyo­rum” [11] demiştir. İbn-i Ömer de kendisine sorulduğunda,

“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin döneminde sadece müşriklerle savaştıklarını ve onların dinine girmeyi fitne saydıklarını, şimdi ise insanların iktidar uğruna birbirleri ile savaştıklarını” [12] söylemiştir.

Müslümanların bu bahsedilen imtihan ve fitnelerin önbilgisinin geçmişte bilmelerine rağmen gelecekte kurtulamayışları belki kader divanlarındaki yazıların tecellisinin engellenemez bir durumlarının varlığından mı yoksa, başka bir geleceğin geçmişi olacak durumların gereği olduğunu anlamak mümkün olamamaktadır.

Yine aynı soru akla gelmektedir.

Geçmiş mi geleceği etkiliyor? Yoksa gelecek mi geçmişi etkiliyor?

Burada zaman, bilgi, irade ve fiil dörtlüsünün sonsuz blanketleri [13] sarmalar durur. Bu durumların tek sonuçlandırıcısı da muhakkak Allah Teâlâ olacağı için insanlık açısından zâtına karşı haddi aşanlardan olmamak gerekir. Düşünün bir defa “Ben Kahhâr’ım, bu sıfatım ile tecelli ettiğimde kim bana mani olacak?” emri ilahisi karşısında beşeriyetin konuşması söz konusu olabilir mi?

O gün onlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. “Bugün hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır” derler.” [14]

 



[1] Muhammed Kutup, Tarihe Bakışımız, (trc. Talip Özdeş), İstanbul, 1990, s.76

[2] Hud, 7

[3] Mülk, 2

[4] Enbiya, 35

[5] Ankebut, 2–3

[6] Bakara, 155

[7] Araf, 94

[8] Şura, 30

[9] Enbiya, 35

[10] İbnü'l-Esîr, en-Nihaye fi garîbi'l-hadîs ve'l-eser, Kahire 1963,s. 111,411.

[11] Buhârî, Fiten, 17; Tirmizî, Fiten, 60.

[12] Buhârî, Fiten, 16.

[13] Endless blanket: sonsuz blanket

Endless: s. sonsuz, daimi, bitmek bilmeyen, ebedi, uçsuz bucaksız, ölümsüz, bitmez tükenmez

Blanket: i. battaniye. f. sarıp sarmalamak.

[14] Mümin, 16




SUÇ FİİLİ KUTSÎLEŞMEDEN İŞLENEMEZ!

Suç, cihanşümul bir gerçektir.

Suç, toplumlarda insanlar arası ilişkileri bozan, dayanışmayı zayıflatan ve sosyal yapıyı temelinden sarsarak bozan bir problem olarak çıkmış, tarihin ilk dönemlerinden itibaren, dikkatleri üzerine çekmiştir. İnsanlar neden suç işlerler? sorusu, yüzyıllar boyu düşünürleri, yöneticileri, sosyologları, hukukçuları, bilim adamlarını yakından ilgilendirmiş ve hâlâ da ilgilendirmeye devam etmektedir.

Toplumların gelişimi incelendiğinde, her türlü sosyal oluşumun içinde suç niteliği taşıyan eylemlerin çeşitli şekillerde her zaman mevcut olduğu görülür. Bütün insanlığı ilgilendirmesi yanında, suçu oluşturan fiiller, toplumdan topluma ya da aynı toplum içinde zaman içersinde farklılıklar gösterebilirler. Bir toplumda suç olarak kabul edilen bir davranış, başka bir toplumda suç olarak tanımlanmayabilir. Bu ise suçun tarif edilemezliğini çağrıştırır. 

E. Durkheim'e göre suç, normal bir sosyolojik olaydır ve kendisine özgü bir açıklık ve enerji belirten kolektif duyguları ihlal etmektedir.

Ona göre suçun üç önemli özelliği vardır.

Birincisi, suç normaldir, çünkü içinde suç işlenmeyen bir toplum imkânsızdır.

İkincisi, suç mecburidir, çünkü suçların ihlal etmekte olduğu duygular, bütün kişilerin vicdanlarında vardır ve bunun tersi olan duyguların kişilerin vicdanında yerleşmesine imkân yoktur. Böyle bir durum gerçekleşmiş olsaydı, suçluluk ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirmiş olurdu.

Üçüncü ve son olarak da suç yararlıdır, çünkü suçun bulunmadığı bir toplumda, mutlak bir durgunluk var olacak ve o toplumlar oldukları yerde ve halde kalacaklardır. "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [1]

Bu özelliğinden ötürü suç, en önemli sosyal değişim aracı ve kaçamadığı bir kaderidir.[2]

Gelişen toplumlarda kaldırılması mümkün görülmeyen özellik olarak karşımıza çıkan suç kavramı için önemli olan nedir, diye düşünecek olursak, “Suçun kendisinin mi, yoksa işlenme sebebinin mühim olduğu” sorusunu cevaplamamız gerekecektir.

Suça giden sebeplerin başında, toplumda işlenilme sıklığı ve inanç mefhumun olumluluğu olgusu vardır. Yani bir insan birini öldürürken her zaman tahrik olarak bu fiili işlemeyebilir. Öyle olur ki bazen bunu idealize ettiği bir faktöre adapte ederek de eylemine geçer. Bunun sonucunda da inancının doğurduğu etik duygularla yaptığı bu eylemi ona huzur verir. Neticenin ne olduğu onu çok fazla ilgilendirmez, artık yapılması mecbur bir iş halini almıştır. Örnek olarak Hz. Ali kerremallâhü vecheyi şehit eden haricinin yapacağı eylemin idealize edilmiş inancı fiile dönüştürmesidir.

İnsan yaratılışı icabı, suçu kabullenmede, inkâr edici olarak yaratıldığından dolayı yaptığı eyleminde “yanlış yapıyorum” düşüncesini hiçbir zaman benliğinde bulundurmaz. Bu sebeple suçu onun kutsalı olmuştur.

[Günümüzde ise insanları öyle karmaşık anlayış içinde öldürüyoruz ve zul­mümüzün sonuçları bizden öylesine titizlikle saklanıyor ki bu eylemin vahşiliğine hiçbir sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü ise, eşine rastlanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek, olduğu görülmektedir.

Zalim Neron'un bile girişemeyeceği bir işe girişen sıradan bir müteşebbis, çokbilmiş doktorlarının tav­siyesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul gördüğü ve uygun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engele kar­şılaşmadan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanlarından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapma­dıkları takdirde hayatlarının tehlikeye girdiği ihsas ederek ya­pardı.

Bugünün dünyasının insanları, on dokuzuncu yüzyıl tekno­lojisinin göz alıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıları­na rağmen hayatlarından lezzet alamıyor. Şüphesiz ki tarihin hiçbir döneminde on dokuzuncu yüzyıldaki kadar maddi başarıya (mesela, insan tabiatının kuvvetleri­nin fethi gibi) ulaşılamadı. Fakat yine şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki dünyamızda­ki kadar ahlaksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiçbir kısıtlama­nın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. On dokuzuncu yüzyılda ulaşılan maddi ilerleme gerçekten muazzam; fakat bu ilerleme, Atilla, Cengiz Han veya Neron'un zamanında bile şahit olunma­yan şekilde ahlakın en temel şartlarını ihmal etme pahasına satın alındı ve halen de satın alınıyor.][3]

İnsanlığın temelinde bulunan fıtratın, geçerli temellerini tahrip eden ikna edici düşünceler olmasa idi, suç hiçbir zaman olgunlaşmaz ve işlenilmezdi. Bu nedenle inancın temelinde bulunan ikna, aldanma ve mecburiyetin harmanında yoğrulmuş bireyin fiillerini yorumlayıp işlerken sebep-sonuç ilkesinin hangi temele dayandıracağını bizim bilmemizde ise sonsuz kriterler ortaya çıkacaktır. Suç, işleyen açısından günah olarak düşünülmezken, karşı tarafın kıstaslarında olan umdeler onu yererek cezalı duruma düşürür. Ancak doğan etkileşimdeki denge ise kuvvetlinin tarafına doğru eğilim göstermektedir. Neticede eylem iki etki arasında suç veya doğruluk olarak tespit edilir. Bu ise sonsuz döngüden ve başkalaşımından başka bir şey değildir. Hakikatte eylemin insanlık aynasına düşüşündeki neticesine bakmalıyız. Çünkü umumi ahlak suçun alanını daraltmaktadır. Allah Teâlâ göndermiş olduğu son kitap Kur’ân-ı Kerim’de suç olarak kabul ettiği eylemlerin sınırlı oluşu ve güzel ahlakın geniş bir bölüm tutması da yapılan işlerin vicdana olan etkiyi ön plana çıkarır ki, bu “ilâhî kuvvet” in tecellisidir. Eğer insan Allah Teâlâ’yı severse, yaratıcının yarattığı her şeye karşı merhamet duyacağından, eylemlerindeki karşı taraf sendromuyla karşılaşmayacağını bilmemiz lazımdır.

Mehmet Akif Ersoy bir şiirinde bu konuyu şu şekilde değerlendiriyor.

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin Havfı Yezdân’ın

Ne irfanın kalır te’siri katiyen ne vicdanın

Hulasa kişi yaptığı işin doğuluğundan çok, sonuçlarını karşı taraf ile değerlendirmesi, fiillerindeki suç olacak unsurların azalmasına neden olacağı kesindir. (Empati) İnsan ancak bu şekilde ahlakî cephedeki olgunluğa kavuşup kıyamet günü mahcup olacağı durumlardan kurtulmuş olur. Bu durum Allah Teâlâ’nın insana bağışladığı büyük lütuflardan biridir. Allah Teâlâ bir kula eğer azap kapısını açarsa, o kul bütün fiillerinden huzur ve mutluluk duymasını artırır ki, bu o kulun helak olduğunun işaretidir. Çünkü mahlûkatın isyandan dolayı mürekkep olan bir çamuru vardır. Bu durumdan da Allah Teâlâ’ya sığınırız.

FITRATI KURBAN ETME

Allah Teâlâ’nın öngördüğü ve bizden istediği dini hayatın makro şekilde yaşanıldığı bir gelecek için tedbirler almamız ve bazı tavsiyelere uymamız gerekmektedir. Bu tavsiyeler sayesinde, geleceğimiz hakkında olumlu sonuçlar elde etmemize imkân sağlanacaktır.

Anlaşılıyor ki, geleceklerin temeli şimdiki ve geçmişteki kavramlarıdır; ancak ihtimaller “geleceğin” gelecekteki simgelenişini de kapsarlar. Geleceğe dair temeller her ne kadar şimdiki temelden farklıysa da mevcut temelle ilişkilidir. Dolayısıyla gelecekteki ihtimaller sadece hayal edilen şeyler olmak yerine gelecek için anlam taşıyan temelleri içinde barındıracaktır. O halde temelin bugünkü durumu gelecekteki ihtimallerin bir ön şartı da olmayabilir. Bilindiği gibi insanlar mevcut olanı, geçmişle karşılaştırma aracılığıyla, kendilerini ve hayatlarını kıyaslarlar. Bu süreç de hem olumlu hem de olumsuz nitelikli “ihtimaller geleceklerin” oluşmasına katkı sağlayabilir. Buna göre, bugün başına gelen herhangi bir şey ile yarın kendisinin başına ne gelebileceğini düşünebilir ve kurtuluş çareleri aranır. Sonuçta kurtulan da kaybeden de birdir. Çünkü zaman geçmiştir. Zamanın geleceğine ve geçmişine ne türlü yolculuk yapılırsa yapılsın çıkar yolun olmadığı görülecektir. Bu nedenle kurtuluşun temelleri Allah Teâlâ’nın gösterdiği hedefler ile kazanılır. Bu hedefleri bulmak ise üç şeyle gerçekleşecektir.

a-   Allah Teâlâ’nın ihsanı ve devamıdır.

b-   İnsanın doğru bilgiye ulaşması ve nübüvvet nuruyla aydınlanmasıdır.

c-   Kurtuluşu talep eden insanın kendi iradesidir.

Bunlarla birlikte bunların olması için kulun hazırlanması gerekir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ile iman nimetine kavuşan kulun, İlâhî lütfun bir yansıması olarak gönderilen rasüllere ve onların getirdikleri vahye muhalefet etmemesi ve bunun gereklerini yerine getirmesi gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve onun Allah Teâlâ katından getirdiği kesin olarak bilinen her şeye, gönülden bağlılık göstermesi esastır. Bu esaslara yardım edecek tavsiyelere de uymakta gerekebilir. Kavuştuğu veya bulduğu tavsiyelerin yapılması ve yapılmaması da çok bir anlam ifade etmeyeceğidir. Ne garip tecellidir ki, çok doğruları zamanında yanlış anlayarak hüküm verdiğimiz olmuştur ve olacaktır. Bu konuda en önemli olan hususlardan biri fıtratı esas almaktır. Yani, Allah Teâlâ’yı da kabul etmektir. Allah Teâlâ insanlara son rasülünü göndermiş ve fıtratın kemalini beyan etmiştir. Eğer bir anlaşılamayan durum zuhur ederse, bu manada kesinleşmiş bilgiler ve geçmişin tecrübeleri ile kendimizi sapkın ve dalâlet yollarından imtina ederek muhafaza etmemiz gerekmektedir. Çok şeyde istenilen seviyede bir çözüm olamayınca, geçmiş hayatın işareti ile güne ışık tutmakta ayrı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Yani bugünü geçmişte yaşamak demektir ki, geleceğin sıkışmasına sebep olur. Sıkıntıların ve meselelerin çözümü için geçmişe gidilmesi yanına geçmişi bugüne getirmek en uygun olanıdır. Bu nedenle sorunları çözmek için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dönemine gitmek değil, O’nu bu döneme getirmek gerekir.

Bugün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz nasıl hareket ederdi, diye düşünüp hareket edilmelidir. Fakat günümüz için tehlikeler arz eden teknoloji çılgınlığında insan fıtratının boğulmasına engel olmayı unutmamak gerekir. Çünkü manevî açıdan zayıf kalmamız, hırsların ürünü olan teknolojik nimetlere insan fıtratının kolay uyum sağlayamaması ile birçok sorunları beraberinde getirmektedir. Bu nedenle hırslarına yetişmekte zorlanan insanlar, hastalıklı sınıfına geçmektedir. Çünkü fıtratı, hayata ve kavuşma hırsına yenilince nevrozlu bir hale dönüşmüş olacaktır. Çağımızda ise sömürgeci güçler ve sapık ideolojiler, kimliklerin kontrolünü sağlamak için, bol bol uyuşturucu imal etmiş, haşhaş tarlaları açmış ya da olur olmaz sebeplerden savaşların çıkmasını sağlayarak hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır.

Sonuç olarak artık kontrol edilmesi imkânsız durumlar çıkmıştır. En kolay kontrol etme yöntemi ise kaos meydana getirecek unsurları üretmektir ki, bu her gün kılıf ve kıyafet değiştirerek tekrarlanmaktadır.

İyi bir gelecek için fıtratı bozmamak gerekmektedir. Fıtrata uymayan hayatın geleceği kurban olmaktır.


MİLLETLERİN YIKILIŞI NE ZAMAN BAŞLAR?

Millet ve devlet canlı organizmalar gibi doğar, büyür ve sonra heybetli bir çınarın yıkılışı gibi göçer gider. Doğması ve büyümesi ilimle olurken yıkılışında ise ilmi terk edişi vardır. Eğer bir milletin ilmi alanında fitne başladıysa o yıkılacak demektir. İsterse bu yıkılış yılları alsın. Muhakkak o yıkımı birinci nesil görmese de ikinci nesil acısıyla tadacak ve dönülmez yolun yolcuları olacaktır. Bu durumun vahim şeklini Osmanlı İmparatorluğunda görebiliriz. Bizans’sın muhteşem devlet mirası üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in temelini sağlamlaştırdığı devlet, onun dünyayı terk etmesiyle tekrar yıkılma eğilimine geçmiştir. Birçok tarihçinin yükselme devri olarak bahsettikleri Kanuni’ye kadar olan dönem, aslında duraklama dönemidir. Yükselme Fatih’le başlamış ve bitmiştir. Ondan sonraki her şey gizliden bir yıkılışın hazırlık aşamalarını taşımaktadır.

Osmanlıda yıkılışın başlamasına sebep olan, ilmi hayatın dejenere olmasıdır. Başlangıcı da  Molla Lûtfi (hyt. 1494)’nin idamıdır. Bir idam ki sebebi incelendiğinde, içi doldurulamayacak kadar kof ve kudret sahibi ilmiye taifesinin, verdiği zararlar yüzünden devletin kurtlanışıdır. Avamın yıllar yılı başaramadığı şeyi, ulema kısa zamanda harekete geçirmekte hiç zorluk çekmemiştir. Bu idam ile, ilmiyede telafisi mümkün olmayan hasarlar meydana gelmiş binlerce yıllık emek heba olup gitmiştir. İşte, Molla Lûtfî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1494) Sahn müderrisliğinden idam sehpasına giden yolda bir “kıskançlık kurbanı” [4] olurken onun yardımına yetişmeyen kişilerdeki noksanlığın ne olduğunu çok iyi düşünmek gerekir.

Eğer -resmen zındık ve mülhid ilan edilmediği ve bu sebeple hüküm giymediği için- Şeyh Bedreddîn'i saymazsak, Osmanlı ilmiye geleneği içinde 15. yüzyılda resmen zındıklık ve mülhidlik ile suçlanarak idam edi­len ilk ilmî şahsiyet, Molla Lûtfî'dir. Ama o Şeyh Bedreddîn'den farklı olarak, sûfi çevrelerle ilişkisi ve yakınlığı olmasına rağmen onlardan herhangi biri­ne mensup değildir.

Yaşadığı dönemde meslektaşları arasında “Deli Lûtfî” diye meşhur ol­duğuna bakılırsa, kalıplaşmış Osmanlı ulema tipinin oldukça dışında bir karakter çizen Molla Lûtfi önce Medrese-i Sâbi'de, sonra Medrese-i Sâmin'de müderrislik yaptığı anlaşılıyor. Ancak, onun bilgisini dağıtmak için kendisini aramakta ve beklemek­te olan öğrencilerine ve öğrenmek isteyenlere her gittiğinde, bin­diği hayvanını kapının halkasına kendisi bağlayacak, önüne ye­mini kendisi koyacak kadar tabii; kılık-kıyafetinden bir ayrıcalık beklemeyecek kadar gösterişten uzak, zavâhire karşı umursuz olması arkadaşlarını çileden çıkarıyordu. Sahn müderrisli­ğinin, Osmanlı yüksek ilmiyesinin hiyerarşik sisteminde, önemli bürokra­tik mevkilere geçiş makamı ve bu makamın o devirde sekiz kişilik dar bir kontenjanı olduğunu bilmek, Molla Lûtfî'nin rakiplerine karşı hareket ve davranışlarını, kendisine karşı tutumlarını ve nihayet başına gelenleri anlamak bakımından çok önemlidir. Molla Lûtfî, Sahn'daki meslektaşlarını küçümse­mektedir. Üstelik bu konudaki hissiyatını onların gıyabına veya yüzlerine karşı söylemekten de geri durmamaktadır. Bu mizacı sebebiyle kaynak­ların “Lâübâlî-veş ve meczûb-nakş ve melâmî-üslûb tekellüf-meslûb”, “Lâübâlî ve şûrîde-reng” diye niteledikleri, biraz kılık kıyafetine olan ilgi­sizliği ve pejmürdeliği, fakat daha çok iğneleyici dili, herkesin içinde yap­tığı kaba şakaları yüzünden, “beyne'l-mevâlî Deli Lûtfî dimekle ma'rûf' Molla Lûtfî, hiç şüphesiz ki bu tavırlarını yalnız meslektaşlarına değil, bazı devlet adamlarına karşı da sergiliyor ve onları da yıldırıyordu. Özellikle Sahn'daki meslektaşları -ve tabii aynı zamanda rakipleri- Molla Arap, Molla İzârî diye meşhur Kâsım-ı Germiyânî, Molla Ahaveyn laka­bıyla tanınan Molla Muhyiddîn b. Mehmed, Hatipzâde Molla Muhyiddîn Mehmed ve kısaca Efdalzâde olarak bilinen Molla Hamîdeddîn gibi ule­manın yazdığı eserler hakkında aşağılayıcı ve küçümseyici ifadeleri, onları çileden çıkarıyor ve Molla Lûtfî'ye diş biliyorlardı. Çünkü O, Fatih Sultan Mehmet ve II. Sultan Bayezit'in, meclislerinde, sarayın bir geleneği olarak toplanan ve seçtikleri konular üzerin­de, huzurlarında kendilerine tartışmalar yaptırdıkları bilginler arasındaydı. Kütüphanesinin başında bulunduğu zaman­larda olsun, daha sonraları olsun, Fatih'le iki arkadaş gibi şakalaş­maları, zekâsının nasıl kıvılcımlar saçtığını göstermektedir. O, kişiliğini daha önceki bilginlerin, sonradan gelenlerce tek el-kitabı bilinen, dokunulmaz sayılan eserlerinde yanlışlar bula­cak kadar derin bilgisiyle, bunları ortaya koyacak cesare­ti de gösterecektir. O, bu yanlışları doğru saymayı, görmez­den gelmeyi nefsine yediremediği için, açıklamadan edememiş­tir.

Ancak onun şehid olmasına sebep olacak bir olayı bulmak çekemeyenleri tarafından zor da olmamıştır.  Her zaman olduğu gibi Molla Lûtfi, dersini verdikten sonra Şeyh Ebû Vefa Zaviyesine gider ve ikindi namazını kıldıktan sonra orada akşam namazına kadar Sahih-i Buhari'den hadisler okur ve onları açıklardı. Sahih-i Buhari'yi açtığı zaman gözyaşlarını tutamaz, bunlar kitabın üzerine iner ve kitap bitinceye kadar ağlardı. Yine bir gün, her gün ikindi nama­zından sonra yaptığı gibi, Şeyh Vefa tekkesinde Buharî naklederken Hazret-i Ali kerreme’llâhü vecheye ait bir hikâye çıktı.

Hz. Ali kerreme’llâhü veche, gazvelerinden birinde vücuduna ok saplanmış, savaş bitmeden ok kırılmış ve temren[5] vü­cudunda kalmıştır; temrenin ıztırabı ciğerine işlemiştir. Açılan ya­ra başına işler açmıştır. Hazret-i Ali kerreme’llâhü veche canından usanıp bu tür bir bit­mez, dayanılmaz derde uğradığından iyice dertlenmiştir. O kanlı hır­sızı gizlendiği yerden cerrahlar çıkarıp ele geçirmek istedikçe Hazret dayanamayıp inlemektedir. Cerrahi müdahalenin acısına dayanamayacağını anlayan Hz. Ali kerreme’llâhü veche, cerraha namaza durmak istediğini bildirmiş ve böylece ok ancak o namazda iken çıkarılabilmiştir. Bunun sebebi, Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin namazda kendini tamamıyla Allah Teâlâ'ya vermesi, huşu içinde ibadet etmesi dolayısıyla cerrahi müdahalenin acısını duymamasıdır. Mevlânâ Lûtfi bu kıssayı anlattıktan sonra ağlaya ağlaya

“Hakikat-i hal salât budur. Yoksa bizim kılduğımız amel kuru kıyam ve inhinadır.[6] Anda fâyide yoktur” (işte asıl namaz budur; yoksa bizim kıldığımız kuru kalkıp eğilmedir, onda faide yoktur), buyurmuştur. [7]

Ancak bu derste hazır olan ve hocalarına kin besleyen bir kısım talebe, bu sö­zünü “vâkı'-ı hâle muhalif nakl” deyip bu sözü fırsat bildiler. Arap Molla, Hatipzade, İzâri [8] bunu bir iftira şekline soktular. Zamanın vezirlerinden İskender Paşa'nın[9] gönlü de Molla Lûtfi'ye kırık olmasından dolayı, “Molla Lûtfi dâll ve mudilidir, vücudu din-i mübini muhilldir” diye padişaha teftiş olunmasını arz eder. Padişah kendisine bu uydurma iftira anlatı­lınca bozulup 'bu, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir deyip 'hayır, bu haber doğru değildir; bu sözün ve bu ko­nunun doğru olması ihtimalden uzaktır. Bu husus görülsün' deye ferman etmiştir.

Neticede âlimlerin en bilginlerinden Hatipzade, Efdalüddin, Mevlâna Ahaveyn ve başka ileri gelenlerden meclis kurdular. Molla Lûtfi'nin dersinde hazır bulunan ders arkadaşları, Molla Lûtfi'yi tefti­şe geldiklerinde ve o mahut mecliste 'namaz dedikleri kuru kalkıp eğilmedir, ona itibar yoktur' dedi diye, Molla Lûtfi'nin sözünü ger­çeğe aykırı olarak anlattılar. Meclis kurulup da Molla Lûtfi'yi getir­diklerinde kendisine dediler ki:

“Sen Allah'ın bu kadar lutfuna mazhar olmuş bir kişisin. İçin faziletlerle dopdolu bir bilgi hazinesi olduğu halde, hidayet yolun­dan çıkıp dalalet yoluna yönelmişsin.”

Molla Lûtfi, “hâzihi firye-i bilâ mirye”[10] deyip şöyle dedi:

“Be­nim Allah Teâlâ tarafından gelen imanım ve doğruluğum, Allah Teâlâ'nın bunda yazılı olan emirler ve nehiyler hakkında imanım muhak­kaktır. Ben esasta İslam dinindenim, yedi kat gökler gibi hiçbir bo­zuk yanım yoktur ve benim güzel itikadımın güneşi, zeval bul­maktan yücedir. Benim dindarlığımın tadı ilhad zehriyle acılanmamıştır; benim itikadımın şükrü zeval bulmaktan uzaktır. Be­nim için bu hususta söylenenler yalan ve boş laftır. Hâşâ ben­de küfür ve ilhad olsun, bu küfrü kâfirlerden başka işleyenler yok­tur” diye sözünü bitirdi.

Bu mecliste iki yüz kadar kimse vardı. Her biri bir madde nakl edüp hakikaten o Hak ile batılı ayırt eden kâfi bir sözdür; o, bir şaka değildir”, diye gerçekmiş gibi Molla'nın ilhadına şehadet eylediler. Molla Lûtfi, o şahitlerin yalanları meydanda olan şehadetlerine karşı “onların, bu söyledikleri hakkında hiçbir bilgileri yoktur” diye yalan şehadetlerini ileri sürdüyse de orada bulunan ve onu mahkûm etmek üzere toplanmış olan ulema(!) “bu şahitle­rin şehadetleri şeriatça makbul ve bizim yanımızda geçerlidir” de­yip gereğini yapıp imzaladılar... Bu ulema takımından Hatipzade, Mevlâna İzâri, hiç duraklamadan katline karar verip kanının dökülmesinin mubah olduğuna hükmettiler. Lakin Mevlâna Efdalüddin, Mevlâna Ahaveyn tereddüt edip çekinmeden idam edil­mesine ve öldürülmesine hükmetmeye cüret etmeyerek haksız yere öldürülmesinden çekindiler. Sonra Ahaveyn de birincilere ka­tıldı. Bu husus padişaha arz olundukta, türlü araştırmalardan sonra, ulemanın ittifakıyla hükmün yerine getirilmesine ruhsat verilmiştir.

İskender Paşa kol [11] oldu Molla Lütfi’yi ondokuz gün hapsetti. Kendisine gücenmiş olan bilginlerden Çömlekçizade Kemal Çelebi ve arkadaşları başka şeyleri arz edip bazı hususlara dahi şehadet ederler. Sultan Bayezit da katline bir şey diyemeyerek rıza göste­rir.

Lâmii Çe­lebi bu durum için şu kıt'ayı söylemiştir:

Mülkün adaletli padişahı Sultan Bayezid ki onun kahrından fitne köşeye sinmiştir.

Zindana Lûtfi'yi habs etti ki ilhad ile suç­lanmıştı, onun tutuklanmasına Hak tarafından şu tarih erişmiş­tir:

Doğru yoldan çıkmış olan Lûtfi zindana atıldı.[12]

Molla Lütfi, 1494 rebiyülâhırının yirmi beşinci salı günü şehid edilip Ebu Eyyüb-Ensâri radiyallâhü anh çevresinde ve defterdar merhum Mahmut Çelebi'nin mescidi yakınında defn edildi.

Molla Lûtfi, öldürüleceği yere giderken yolun iki tarafında du­ran Müslümanlar onun tekrar tekrar kelime-i şehadet getirerek Müslümanlığını ve imanını doğrulamıştır. Hatta rivayet olunur ki öldürülüp de can verirken mübarek başı toprağa düşün­ce temiz dilinden Allah Teâlâ'nın birliğine şehadet getirmiştir.

Molla Lûtfi'nin idamına fetva veren Hatipzade ile onun şid­detli aleyhtarlarından İzâri de onun ölümünden sonra çok geçme­den ölmüşlerdir. Hatipzade Molla Lûtfi'nin katline fetva verip de akşam evine geldiği zaman yanlışlarını meydana çıkaracağını işittiği Haşiye-i Tecrid adlı kitabını kastederek “kitabımı elinden kurtardım” demiştir. Oysa Hatipzade kat'iyyen gücenmeyece­ğine yemin ederek Molla Lütfi'den çekinmeden yanlışlarını gös­termesini istemiş; o da bu kitaba bir reddiyye yazmıştır. Şeyhülis­lam Efdalüddin'in Molla Lûtfi'nin idamını gerektirecek bir suç bu­lunmadığını söyleyerek heyetten çekilmesi üzerine; Hatipzade'nin heyetin başına niçin geldiği ve Lûtfi'nin katline neden fet­va verdiği, 'kitabımı kurtardım' demesi ile açıkça anlaşılmaktadır.

Birileri kitabını kurtarırken gelecek nesillere attığı korkaklık, gerçeği söylemeden çekinen, hakikati haykırmak şöyle dursun, yaltakçı tiplerin doğmasının da ilk temelini atıyordu. Bir olay umuma mal olduğunda onun gizli yaptırımlarını tespit etmek mümkün değildir. Bu tür olayların bilinçaltlarına attığı etkileri görmek şöyle dursun geri dönüşü olmayan binlerce hüsranı da vardır. Düşünülecek olursa yüksek mevkideki ilmiye sınıfı şahsiyetlerinden kaç tanesi bu türlü bir tehdidin karşısında gerçeği söyleyebilirdi. Bu olaydan günümüze gelirsek, ilmiyenin olur olmaz meselelerle yıpratılması Molla Lûtfi’nin idamını ve neticelerini hatırlatmaktadır. Lütuf eli orakla kesilirse, çekic örse vurmaktan kendini alamayacaktır. İlmiye ile uğraşmanın tek sonucu filmleri çekilen uyduruk kurgulamalara sermaye olan senaryo olmaktan başka bir şeyi doğurmayacak olmasıdır. Sonrada “biz bir zamanlar neydik….” söyleyene “bugün filmin çekiliyor” derler. Eğer bir millet ebed davasında ise ilmiyesini, filmiyeye çevirmekten kendini kurtarmalı, bulanık olmaktan sakınmalıdır. Mantığın eğri düzlemde de doğru sonuçları vardır. Önemli olan devlet ve millet sevgisini ciğere kadar indirmektir. Fakat ciğersiz ve duygusuz birçok insan, sırf egolarını tatmin etme ve zarar verici şeyler üretmekten geri durmaktadırlar.

Allah Teâlâ’ya bu türlü hallerden sığınmak ise hepimize düşen görevdir.



[1] Müslim, Tevbe 9, (2748) Rezîn şu ziyadede bulundu: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım." (Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir (4, 20).)

[2] Bkz:ESENTUR Uğur Devlet Aleyhine Suç İşleyen Teröristlerin Sosyoekonomik Özellikleri - [Kitap]. - Ankara  : Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü -Disiplinler Arası Adli Tıp Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-193835, 2007.

[3]TOLSTOY trc. Zeynep GÜLEÇ Din Nedir? [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2005. , s. 30

[4] (OCAK, 1998), s. 205-227; (GÖKYAY, 1987), s. 1-15

[5] Temren: Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.

[6] İnhina: Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme.

[7] Hoca Sâdeddîn, II, 548; Hüseyin, II, 400b.

[8] Müderrisler

[9] İskender Paşa: Fatih Sultan Mehmed'in yakın adamlarındandır. 880/1475'de Bosna beyi, 885/1480'de Bosna Beylerbeyisi olup 888/1483'de vezir oldu.890/1485'de tekrar Bosna valisi 894/1488'de tekrar vezir oldu. 904/1498'de üçüncü defa Bosna va­lisi olup 912/1506'da ölmüştür. Cesur, çalışkan, vazifesine düşkün bir vezirdi.

[10] “Bu bir yalan sözdür.”

[11]  Kolağası: Eskiden mevcut olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.

[12] Âşık Çelebi, 106a. Aslı Farsçadır.

GÖKYAY Orhan Şaik Molla Lutfi [Kitap]. - Ankara : Kültür Bakanlığı, 1987.

OCAK Ahmet Yaşar Zındıklar ve Mülhidler [Kitap]. - İstanbul : Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, 1998.

FİKİR ADAMI (DÜŞÜNÜR)

Fikir, toplumlar ve insanlık için kıymet biçilemeyecek değerleri ifade etmektedir.  Ancak asıl gaye, fikrin hayata geçirilebilip, uygulanabilir nitelikte olması gerektiğidir. Fikir  “insan başını fare kafasından ayıran tek hassa” [1] dır. Necip Fazıl Kısakürek,  fikirlerinin geniş bir kitleye tesir etmesi amacıyla kendisinin ifadesiyle “fikir öfkesi” ne ihtiyaçtan bahseder. İnsan ve cemiyet hayatında bir anlam ifade etmeyen fikirleri, “zarını yırtmamış bir tohum” [2] görmektedir. O zaman itibarı ile kabul görmemesi nedeniyle zayi edilmemesi gerekir. Fikrinde çilesini de beraberinde çekmeye razı olmak, kuvvet bulunmasına yardımcı olmak gerekir. “Öfkesi olmayan fikir de, tüfeği olmayan asker” [3] gibi zamanla yıpranmakta, her türlü taarruza maruz kalmaktadır. Fakat zamanımızda fikirler para etmez hale getirilmiştir. Düşünen kişiler ezilmesi için bazı güçler sürekli baskı yapmaktadır. Bu güçler emperyalist güçlerin düşünen insanlara karşı hazırladığı entrikalardır. Bugün öyle bir hale gelinmiştir ki Finansal Kurumlar bile bu çetelere destek olmaktadırlar. Mesela kitap okumanın artması için parasal destekler verilmezken eğlence türü etkinliklere ise paralar su gibi akıtılmaktadır. Uçan havai fişekler sanki toz olan fikirlerin son çığlıklarıdır.  Bu nedenle uçan her havai fişeğin karşılığında, eğitimde bir katkı yoksa o kişi ya da kurumlara sorumlu oldukları hatırlatılmalı ve sermaye sahiplerinin kazancının seviyesine göre siyasi, eğitim, kültür, sanat, edebiyat felsefe vb. konuları içeren eserlerin insanlara ulaşılmasını sağlamak mecburiyeti getirilmelidir.

Hali hazırda zengin ve elit tabaka teknolojiyi kontrol etmek amacıyla açtığı özel okullarda düşünceyi ele alan eğitimden çok teknoloji hedef almıştırlar. Yani, düşünme, fikir üretme unutturulursa kontrol edilmesi ve ele geçirilmesi kolay bir nesil kolay bir lokma olacaktır. Teknoloji eğitimi pahalıdır. Bu eğitimin yakınına dahi yaklaşamayan diğer guruplar ise fakir kalır, geçim kaygısı yüzünden düşünmeye fırsat dahi bulamayınca, şahsiyeti olumsuz yönde gelişerek, potansiyel suçlu olma yolunda aktif eleman olur. Sonuçta bu kişilerin hedef kitlesin de, yine refah seviyesi yüksek olan insan, millet ve devlet olması da önemli değildir. Varlığını bulamayan, bu yüzden olgunlaşamayanın kaybedeceği bir şey olmayacağı gibi, arzularına kavuşmada ise ilkel tavrı olan hayvanî yönü harekete geçecektir. Çünkü düşünme unutturulunca, hayvanî şahsiyet, ruhanî ve ulvî gerçeği baskı altına alacaktır. Parçalanmış bir nesil sendromu ile yıllarca başıboş vahşiler gibi etkilendiği ve emelini duyduğu bir şeyi kalmayıncaya kadar, karamsar duyguları ile rasüllerine isyan eden, yıllarca çöl hayatına mahkûm olan Yahudiler, kinle, nefretle, yoğrulmuş topluluklar haline gelip dünyanın başına bela olmuşlardır. [Yahudilerin yetmiş yıllık Babil esareti, insanlığın ebedi kalacak çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu esaretin kıyamete kadar intikamını almaya söz veren, vicdanı azapsız kavim, madde dünyasında olduğu kadar ruh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü yapıyor.][4]

Fikir adamı sayısı düşen milletlerin, yıkılma kaderlerini görmek için kehanete lüzum yoktur. Bu nedenle millet olarak kendimizi sorgulamaya biran evvel başlamamız lazımdır. Ne var ki mukallitleri dahi sahte olan bir dönemin içindeyiz. Zamanımızda inançlının riyakâr olması mantıken olumlu görünürken, inançsızlar, davasızlar da mukallit olunca insan hayıflanmadan kendini alamıyor.

İnsan için sonuçta tek çare kaderi olan çalışmaktır. Allah Teâlâ bile her an bir yaratma içinde olup hareket halinde olunca, insanın tembellik yapmak gibi bir hakka sahip değildir. Mehmet Âkif ERSOY diyor ki,

“Mâsivâ bir şey midir? Boş durmuyor Hâlik bile;

Bak tecelli eyliyor, bin şe’n-i gûnâgûn ile.”[5]


GEÇMİŞİMİZ GELECEĞİMİZDİR

Geçmişi olmayan geleceğin varlığı, kaybolmaktan öte geçemez! “Kaybolmak” , ateşe düşmüş odun küllerinin tekrar dönüşümü için geçecek haller ile tasarruf ve tesadüf ihtimallerinin hesabı kadar zordur. Geçmiş, geleceğin güç kaynağı durumunda olduğundan, bu kaynak kurutulunca, üçüncü nesil için hedefsiz olmaktan başka çıkar yol bırakmaz.

[Şahsiyet, mutlak manada bütün maziyi, mazi olaylarının muhteşem sentezini kaybettiği zaman, işte bu insanları tımarhane kliniklerinde buluyoruz. Hafızasız fert olmadığı gibi, hafızasız millet de olmaz. Mazide bir milleti kurmuş olan ve millet hafızasının bütün servetini teşkil eden yaratıcı kuvvetler elde tutuldukça o millet kendi şahsiyetine bürünmüştür. Ancak o millet, ruhen istiklâline sahip sayılır. Mazinin bu ulvî mirasına mukaddesat denir. Büyük milletler muhteşem mazilerinin sahibi oldukları için, daima büyüktür.][6]

[Fatih’in, alnında Rönesanslar parıldayan simasına bakın. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emelini gerçekleştirmek için gemilerini dağdan aşıran hükümdar, kafalardan kule yaptıran Cengiz'lerin torunu değildir. Varna'da ve İkinci Kosova'da düşmanları tarumar etmek üzere Manisa’daki çilehaneden çıkıp gelen bir dervişin oğludur. Dünyanın en büyük zaferlerine muhteris olan Yıldırım gibi bir kumandan, kahpe düşmanı arkadan vurmaya tenezzül etmeyerek, sonunda sekiz ay bir demir kafesin içerisindeki işkencelere katlanan ve kendisi gibi nice millet büyüklerinin dayanılmaz ıstıraplarına önder olmuş bir Türk büyüğüdür.

Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim olmuştur? Topkapı Sarayı'nda görülen, bir tarih ve bir milletin siması değil midir? Bu şehrin, bir milletin şehri, belki de bir milletin beyni olduğunu ispat eden, cihana ilân eden yüzlerce minare değil midir?

Her köşesinde bir devlet harikası, bir millet zaferi yükselen bu toprak, bu vakfen Fatih’lerin bize emanetidir. Ve bu toprakların üstünde yasayan insan, eşref-i mahlûkattır. Bu millet, bu vatan çocuklarının insanlık sahnesinde önderi, büyük Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Onlar seherden geceye kadar vakit vakit O'nu hatırlar, O'na olan sevgilerini tazeler. Ahlâkî yapısı insanlığa örnek olacak insanlar tarafından kurulan millî birlik, ulu devletimizin en kuvvetli temelini teşkil ediyordu. Altıyüz yıl bu millet, kendi sinesinde parça parça, fırka fırka ayrılık nedir bilmedi. Fatih’in anlayış ve âlicenaplık taşıran kalbi. Bizans'ın Rum halkını da birliğimize hayran bir bağlılıkla fethetmiştir. Vatan bir aile ocağı haline gelmişti.][7]

Milletimizin son yüzyılda verdiği İstiklal Mücadelesinin temellerini de oluştururken, Gazi Mustafa Kemal’e destek veren insanlar, bu kuvvetini yine dinden almış ve onunla aynı paydaları paylaşmıştır. Bu sıkıntılı dönemde de, milletimiz, içindeki cevheri bir şekilde dışarı çıkarıp, geleceğe yön vermek için harekete geçirmiştir. Dünya, eğer bir inkılâp bekliyorsa, bunu başaracak olan yine milletimizin birlik ve beraberliğinden alacağı kuvvet olacaktır. Bu kuvvet hiçbir zaman kaybolmadı ve kaybolmayacaktır da…Geleceğe umutlu bakanların, geçmişlerinde zulüm ve kan yoktur. Tarih bu açıdan bakıldığında, milletimiz için bu acı durumları hiç yaşatmadı. Bazen bir şekilde bazı oyunlar oynansa da, kuvvetli inanç ve millî değerlerimizle bunun üstesinden gelmeyi başarmış, milletimizin önemini ve ne kadar gerekli olduğunu, dünya ve tarih her zaman itiraf etmek mecburiyetinde kalacaktır.


BİZ NİÇİN İLİMDE GERİ KALIYORUZ?

İlimde geri kalmanın sebepleri halk değil alim geçinen kimselerdir. Halk denilen avam tabakası ne verilirse muhakkak onu kabul temeye hazırdır. Halk bir şekilde bazı şeylere kavuşamamıştır. Fakat bir konuda ihtisas yapmış kişi ise işin inceliğine vakıf olduğundan istediği şekilde karşı tarafı yönlendirebilir. Çok zaman kişiler der ki “biz ilim konusunda geri kaldık”. Bunu diyenler yine ilim ehli olan kişilerdir. Çünkü halk neyin gerisinde kaldığını nereden bilecek ki? Elinde mihengi olmayanın taklidi aşabilen sözü olabilir mi?

Bu konuyu biraz açalım.

YÖK’ün idaresinde olan  TEZ TARAMA sitesi vardır. Bir kere olsun izinli tezlerini gördünüz mü? Ben sürekli bir konuda yazı yazacak olsam öncelikle fedakâr devletimin bu sitesine bakmadan edemem. Niçin mi derseniz?

Çünkü bir konuda yapılmış en küçük araştırma en azından yüzlerce kitabın karıştırılması ile oluşmaktadır. İşin garip tarafı burada başlamaktadır. İzinli tezlerin büyük çoğunluğu veya hepsi denecek şekildeki kısmı YÜKSEK LİSANS TEZİdir. Doktoralardan okunmaya izin verimiş olanlar %2yi bile geçmiyor. Hani derler ya “insanımız cahil, kitap okumuyor” bence kitaplar okutturulmuyor denilse daha revadır. Bazı doktora yapmış olanlara soruyorum niye insanlarımızı, devlet imkânlarıyla hazırladığınız ve yaparken maaş aldığınız tezinizi paylaşmaktan çekiniyorsunuz veya imtina ediyorsunuz. Zaten bu tezin oluşmasında devlet size imakanları sunmadı mı, millete borcunuz yok mu?

Cevap çoğu zaman cevap susmak oldu.

-Geçenlerde Murat Bardakçı Beyefendi bir televizyon programında kendi kitabının bir tez şeklinde intihalinden bahsedince anladım ki, birileri üretmediği fikir ve araştırmayı kendilerine mal edince foyalarının çıkmasından korkuyorlar. Aslında niye korkuluyor ki, kaynağını gösterip bir şahsiyeti kendinden önce bu işi başarmış veya bulmuş demek insanı aptal yerine mi koyar?

- Bir ilim ehli için vatanını ve milletini sevmek milletini düşünmek yerine ikinci plana atmak gizli bir sadakatsizliğin işareti midir?

-Tezleri kitap olarak basılan kişilere yayın evlerinin telif haklarında bu türlü verilmiş izinleri ticari kaygıyla iptal ettirmeleri midir?

-Ünvan almış kişilerin birileri tarafından alacağı eleştirilere tahammül güçlerinin olmaması mıdır?

Bu düşüncelere çok şey ilave edebilirsiniz.

Bence devletimizin imkânları ile yapılmış araştırmaların ve tezlerin milletimizle paylaşmak bütün eğitim camiamızın boynunun borcudur. Bugüne kadar yapılmış bu araştırmalarda yetimin hakkı olduğunu düşünerek kaygılardan uzaklaşıp milletin hakkını millete ödemek için önce ilim ehline düşer. Zannediyorum ki yarın kıyamet gününde Allah Teâlâ milletin bu hakkını talep edecektir. Çünkü cahil bırakılmış bir millette en büyük vebal ilim ehline düşer. Her şeyin zekâtı vardır. İlmin zekâtı ise paylaşmaktır. Eğer bunu başaramazsak yarın uygar devletlerarasında bizim olmamız mümkün değildir. Ayrıca eğer bir âlim insanlar arasında anılmak istiyorsa onun eserlerini halka ulaşmasında fedakar olmasından başka çaresi yoktur. Halk garip ve biçare görünür. Fakat değer verdiğine yıllarca sahip çıkar. Halka mal olmuş kişileri yıllar yok edemez. Bu kişilerin tek özelliği vardır. O da nefislerine milletini tercih etmeleridir.


GÜNAH VE TÖVBE İLİŞKİSİ

Üzüntü duyma ile ceza verme kavramlarının aynı şeyler olmadığı bilinmedir. Bu nedenle, doğruluk adına yapılan hareketlerde dahi, bu ayrıma dikkat etmek gerekir. Tekrarlanması istenmeyen bir davranışın engellenmesi amacıyla, bilinen tepki ile karşılık verilmesi cezayı, bilinmeyen sonuçlar ise üzüntüyü meydana getirir.

Ceza ve mükâfat kelimelerinin eşdeğer kullanıldığı yerler vardır. Üzüntüde bulanıklık hali mevcutken, cezada açıklık hali daha belirgindir. Cezanın karşılığında karamsarlık hali bulunmazken üzüntü de karamsarlık durumu vardır. Bu nedenle her cezalı duruma düşen üzülmez. Üzülen kişi ise, hem cezasının karşılığını, hem de eziyetini beraberinde çeker.

Terbiye metodunda, cezanın üzüntüye sebep ve ikilem oluşturduğundan insan hata ve günaha bakarken olumsuz yönden değil, olumlu yani yapılabilir açısından göz atmalıdır. Bu güne kadar insanlara tövbeyi anlatanlar, kurtuluş yerine kaosu ve ağır teklifleri beraberinde yükleyerek, insanları çıkmaza götürmüşlerdir. Çoğu zamanda biçare durumuna düşmüş insanı, daha çok biçare durumuna getirerek, onu acımasız bir ilah ile baş başa bırakmışlardır. İlâhî dinlerde tövbe anlayışına bakarsak;

İslâmiyet’te kişinin işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyması, tövbe edilen günahı kesinlikle terk etmesi ve günaha kesinlikle geri dönmeme hali,

Yahudilik’te kişinin tövbesi yeterli olmayıp Allah Teâlâ’nın veya mağdurun affetmesi,

Hıristiyanlık’ta suçtan dolayı pişmanlık duyulması, günah çıkarılması vardır.

Yahudilikteki tövbe inancı, İslâmiyet’teki kul hakkı ile örtüşmektedir. Yahudilik ve İslâmiyet’te pişmanlık, bağışlanma çok önemli yer tutarken, Hıristiyanlıkta ise merhamet ve sevgi ön planda olduğu görülmektedir.

Üç dindeki anlayış farklılıklarıyla, toplumlarda sürekli uyuşamazlık baş göstermesine sebep olmakta, tövbe fonksiyonu da yeterince etkisiz hale getirilerek, hükmetmek isteyenlerin etkileme aracı haline dönüştürülmektedir. Yahudilerin, genellikle mağdur olduklarını ileri sürerek insanlığı suçlamaları, haksızlıklarını sürekli haklılığa çıkarma gayretleri altında yatan gerçek neden tövbe inançlarındaki saplantılarıdır. Yahudilikteki ırkçı anlayışın şekillendirdiği tövbe inancı ile hiçbir zaman sürgünlerin ve katliamların mağdurları tarafından affedilmeyeceğinden, Yahudilerden kin ve nefret duygularını silmelerini beklemek mümkün değildir.

En mantıklı olan, Tövbe etmenin Allah Teâlâ’nın bir emri olduğunu bilmemiz sebebiyle, insanın bunu hem geçmişi hem de geleceği ile yorumlaması ve doğru görülene dönüş sağlaması gerekir. Çünkü yapılan ve gerçekleşen şeylerin geriye dönük telafisi mümkün olamadığı hallerde, akıl ve mantık çerçevesinden hareketle, müspet ve insanlık için gerekli doğruyu en nihayetinde bulmak zorundayız. Bu da dinimiz İslâm’ın gereğidir. İnsanlığın hata ve doğruluk çizgisinde tövbe denge unsuru olunca, tahterevallinin hangi tarafında olduğumuz o kadar önemli olmasa gerek. İnişli çıkışlı bir hayatı olan insanın, sürekli emir babında olan tövbeyi kullanarak, kendini emniyete alması daha münasip olacaktır. Çünkü [“Tûbû ilâllah”[8] âyet-i kerîmesinde hem işaret vardır, hem müjde vardır. Eğer kabul etmeyeler idi. Emretmezler idi. Emir kabule delildir. Hatayı görmekle bile.]

Ey günahkâr kişi geçmişine bakıp üzülerek kendine ceza vermek yerine, Rahman olan Allah Teâlâ’nın emirlerine itaat edip, salih kullar ile hemhal olup geleceğini düzenlemeye ve doğrultmaya çalış. Umulur ki tövbe edenlere karşı Rabbimiz mağfiret sahibidir.

“Kim haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah Teâlâ çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[9]



[1] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8.

[2] “1001 Çerçeveden”, Büyük Doğu, İstanbul,1944, s. 30, s.2;

[3] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8; Ayrıca bkz. Akif Emre, “Büyük Doğu ve Gelecek Tasavvuru”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel Sayısı, s. 52.

[4] Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), s. 205

[5] Allah Teâlâ'nın dışındaki varlıklar, zaten çalışıyor. Hâlik bile boş durmuyor, Yaratıcı dahi devamlı çalışıyor, ihtiyacı yokken çalışıyor; sen sıkılmazsan otur. Allah Teâlâ her an yarattığı bin bir çeşit yaratılmış ile tecelli ediyor diyor.

[6] TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-İsmail Kara Yarınki Türkiye [Kitap]. - İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999., s. 154-155

[7] Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 16-17.

[8] “Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever.” (Hud, 90)

[9] Maide, 34

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar