Seçki-4-
İLM-İ ÂTÎ (GELECEK İLMİ)
Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin gösterdiği işaretlere bakarak geleceği
yorumlamak, Allah Teâlâ’nın kader alanında devletlerin ve milletlerin yüzyıllar
sonra göreceği ve başlarına gelecek durumların habercisi olmaktan başka bir şey
değildir. Gelecek Allah Teâlâ’nın kullarına saklı tuttuğu gelecek “kesin
olacak bilgisi” olan kısmıdır. Ancak Allah Teâlâ geleceğin ne
getireceği hususunda işaretleri ve ön bilgilerini saklı tutmadığı gibi tahsili
olmayan bir kişinin dahi anlayacağı açıklıkta Kur’ân-ı Kerim’de beyan
buyurmuştur. Bu nedenle geleceği bilmek için bilgi gerektirdiği gibi
gerektirmeyen kısmı da vardır. Buna “feraset” “ilm-i
ledün” de diyebiliriz.
Allah Teâlâ kader kitabı olarak koyduğu levh-i mahfuzu bir kurallar
manzumesi olarak irade-i külliyesinin dileği ile tecelli eder. Geleceğin
ledünni boyutuna kavuşmak için Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin işaretine ihtiyaç
duyarız.
Bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.
1-Kudret Allah Teâlâ’nın dilemesi ile olur. Yani
evrimleşme gibi durumdan bahsedilemez. Tekâmül ise evrimleşme olmayıp
tecrübelerin birleşmesi ile olgunlaşma gayret neticesidir. Evrim ise iradesiz
tesadüfler ile meydana geldiğinden gelecek bilgis olan İlm-i Âtî’de tesadüf
saçmalığı bulunmaz
“Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi
bilendir.” [1]
“(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün
işler sonunda Allah'a döner.” [2]
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında
onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti,
onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.” [3]
2-İdrak sahibi olanların idrakine kavuşamadığı ve ulaşamadığı
birçok âlem vardır.
“(Allah Teâlâ) Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır.” [4]
“Oysa sizi de, yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır dedi.” [5]
3-Allah Teâlâ mahlûkatına hiçbir konuda dileği dışında mecburiyeti
yoktur. Yani çalışmak, gayret ve istek ile bir şeylere varılacak
zannedilir. Allah Teâlâ kullarına “zalim” sıfatına
düşmeden adilâne muamele kılar.
“Gökleri ve yeri gerçekten Allah'ın yarattığını bilmiyor musun? Dilerse
sizi yok edip yeni bir topluluk var eder. Bu, Allah için güç değildir.” [6]
“Bizim, yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah
(dilediği gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve O hesabı çabuk
görendir.” [7]
4- Doğru ve eğri olmak an açısından açısından olmayıp
öncesine bağlı neticelerin kaderine bağlıdır.
“Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?” [8]
5- Küreselleşme ile tek sistem ve devlet üzerine kurulması
imkânsızdır.
“Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni
bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır.” [9]
6-Yükselme ve yıkılmanın şartları oluşmasında sebep ve sonuç
ilişkisi açıktır. İlm-i âtî hakkında tedbir aşamasında
kurallar Allah Teâlâ tarafından kulları haberdar edilmiştir.
“Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola
gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak
eder. Biz de onu yerle bir ederiz.” [10]
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [11]
7-Allah Teâlâ’nın haddi aşanlar hakkında aceleci davranmadığı
gibi, dilemesiyle olan neticeye ulaşanlar hakkında kararını değiştirmez.
“Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat
gecikebilir ne de öne geçebilirler.” [12]
“Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır, onu
Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğin! Onlar
nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade
buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka
bir vali de yoktur.” [13]
“Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda
vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zaman
kâfirler hüsrana uğrayacaklardır.” [14]
“Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” [15]
8- Kıyametten önce İslâm’ın zaferi olacaktır. Her
ne şekilde olursa olsun kullarına zulmeden topluluklar ve güçler mağlup
olacaktır.
“Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün
getirmek üzere rasüllerini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.” [16]
9-Allah Teâlâ gelecek için bir şeyin olmasını takdir ettiğinde
engel olacak her şeyi kaldırmakta olduğu gibi yönlendirme ve takviye konusunda
yardım konusunda yardım edişinde ilah olduğunu sürekli tecelli ettirir.
“Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde
bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat
Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet
sahibidir.” [17]
10- Geleceğin kontrolünü Allah Teâlâ kudret elindedir.
“Eğer yerle gökte Allah'tan başka Allah Teâlâlar olsaydı, ikisi de
bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından
münezzehtir.” [18]
11-Doğru sonuçları ancak Allah Teâlâ’nın sevdiklerinden başkasının
anlayışı kavrayamaz. Çünkü küfür ehli kapalılık üzere hayat
yaşadığı için Allah Teâlâ’yı inkâr eder.
“İnkâr edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu
su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve
O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.” [19]
“Veya derin denizin karanlıklarına benzer. Onu üstüste dalgalar ve
dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan
elini uzattığı zaman, nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nur vermediği
kimsenin nuru olmaz.” [20]
“Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten
habersizdirler.” [21]
12- Tekâmül nazariyesinin sınırı vardır. Bu sınır aşılmayacak
aşıldığı sanıldığı zaman vehimden farkı olmayacaktır.
“Süleyman: “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı
bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın” dedi.”
“Bunun üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık
cereyan ederdi” “Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine
verdik.” “Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine
verdik.” [22]
12-İlm-i âtî vehbi ve ledünni ilimdir. Allah Teâlâ’nın
dilediklerinden başkası fikir üretmesi mümkün değildir.
“Cennette altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız.
“Bizi buraya eriştiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola
iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. And olsun ki Rabbimizin peygamberleri
bize gerçeği getirmiştir” derler. Onlara, “İşlediğinize karşılık işte mirasçısı
olduğunuz cennet” diye seslenilir.” [23]
“Dilerse sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu da Allah'a güç bir
şey değildir.” [24]
13-Allah Teâlâ bir facirlele de dilediklerini yapar. Dini
kuvvetlendirir ve dilediğini tecelli ettirir.
Allah Teâlâ, Hz. Musa aleyhisselâmı firavunun gözetiminde yetiştirip ve
olgunlaştırmıştır. Bunu yaparken firavun gerçekten sevgi ile ona yönelmişti.
“Onu sandığın içine koy, denize bırak, deniz de onu sahile bıraksın onu,
hem Bana düşman, hem ona düşman biri alsın!” Ve senin üzerine, gözetimim
altında yetiştirilesin diye, katımdan bir sevgi koydum.” [25]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Emîriniz, fâzıl veya fâcir her nasıl olursa olsun,
(onun emri altında) cihad etmeniz size farzdır. Keza, namazı da fâzıl veya
fâcir ve hatta kebâir işlemiş bile olsa her Müslümanın, arkasında kılması bütün
Müslümanlara farzdır.” [26]
Başka bir hadisinde ise “Allah bu dini fâcir bir kimse ile
de kuvvetlendirir”
Buradan çıkan sonuç bilinen ve olay ve olguların birbirine
belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin
bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli
sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı şartlarda aynı sonuçları vermenin[27] olmayacağından
hareketle dilediği zaman dilediği şeyi işlemeyi de zâtında saklı tuttuğunu
bildirmiştir.
GELECEĞİMİZİ NİÇİN DÜŞÜNÜYORUZ?
Hayat adı verilen şu mantığa ters gelen sürecin üyeleri olarak biz insanlar
hep merak ederiz. Bu yüzden de gördüğümüz, görmediğimiz her ne varsa bu merakın
konusu olmaktan kurtulamayız. Farkında olmak ve anlamak isteriz, gayret ederiz
ve bilmek, her şeyin yolunda olduğuna inanmak isteriz.
Peki, bildiğimiz nedir?
Ya da insan olarak biz neyi bilmiş olmakla övünebiliriz?
Gerçekte biliyor muyuz?
Bildiğimize inanmalı mıyız?
[Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?
Bu her birimiz için derinliğine varılamaz büyük bir sorudur. Bilim bu gibi
soruların birçoğunu cevaplandıramamaktadır. ] [28]
İnsan için “bitmeyecek çünkü soruları sorabilendir” denilmektedir.
Bu nedenle zihinlerimizin karışıklığı, kavramları da karıştırmamız sonucunu
beraberinde getirmiştir. Bu kavram kargaşasından kurtulabilecek miyiz? Belki bu
da karışıklık bir zihnin ürünüdür. Bu yüzden “bilmek-bulmak” ve “bildiğine-
bulduğuna inanmak” hakkında açmazlar çoğalır gider. Bu ikilemler
arasında bocalayan insan inanarak yükü bir “üst-ben”e
bırakıp hayatını yaşar gider.
İnsanın özünde var olan, yaşadığı dünyadan daha iyi bir dünyada yaşamayı
hak ettiği fikri, onu harekete geçiren düşüncedir. Her yönüyle mükemmel,
yepyeni bir hayata sahip olmanın esin kaynağı, işte bu sosyal, ekonomik ve
kültürel sıkıntıları aşabilme isteğidir. Böylece arzulanan kusursuz dünyaya,
ulaşılacaktır.
Düşünme, insanlığın ilerlemesinde motor görevi gören kavramların başında
gelmektedir. Bu kavramın ve ilgili süreçlerinin tamamen aydınlatılması ve
açıklığa kavuşturulması insanlığın geleceği ve mevcut ilerleme verimliği
açısından hayati önem taşımaktadır. Eleştirel düşünme ise özellikle entelektüel
gelişim açısından son derece önemlidir. Entelektüel gelişim, yeni fikir ve
düşüncelerin üretimi açısından olamazsa olmaz bir değerdir. Geleceğin
bireylerini düşünen, akleden ve doğruya saygılı, eksiksiz şekilde yetiştirmek
için, eğitim programları “düşünme” kavramı
çerçevesinde, kesinlikle entelektüel gelişim referanslı olarak
şekillendirilmelidir. [29]
Foucault “tanımak hükmetmektir” demektedir.
Bilmenin getirisi olan kuvvet, sorumluluğu da yanında getirmektedir. Bu
nedenle [bir Latin atasözü de “tanımlamak tehlikelidir” der.
Çünkü her tarif bir soyutlamadır ve her soyutlama karmaşık gerçekliğin zihinde
yeniden inşası, anlaşılır olması için basitleştirilmesi, bir bakıma
çıplaklaştıran bir tasarımla kimi niteliklerinin devre dışı bırakıp kimilerinin
öne çıkartılması vasıtasıyla belirli hale getirilmesidir.
Böyle bakıldığında tanımlamaların ifade etmek istediği alanın ne ölçüde
sahih bir karşılığı olduğu hususu tereddüt doğurur ve inandırıcılığı zedeler.
Çünkü soyutlamalar ile “gerçeklik” i zihnimize transfer
ederken, aynı zamanda burada oluşturduğumuz teorik söylemi yeniden hayata
aktarmayı umarız. Dolayısıyla bu sürecin her iki aşamasında da tartışmaya açık
bir transfer söz konusudur. Bir bakıma aynı çağın tanıklarının niçin farklı
tasavvurlara sahip olduğunun cevabı buradaki “transfer”dedir.
Düşünürü olduğu kadar insanı ve nihayet kalabalıkları aynı çizgide bir araya
getiren, içtimâi durum ortaklığı ve bunun çevresinde oluşan hayata dair “bakış-aktarım” beraberliğidir.
İşte, insanoğlunun ortaya çıktığı ilk dönemlerden beri benliğinde taşıdığı,
gerçekleştirmeyi sürekli arzuladığı ve eski çağlardan beri hiç değişmeyen bazı
hayalleri mevcuttur. Bu hayallerin gerçekleşmesi pek çok kişi için imkânsız
gibi görünse de, en çok arzuladıklarının gerçek gibi olması için kusursuz
dünyaları yüzyıllardan beri tasarlamıştır ve arzulamıştır. ][30]
[İnsanın gelecek merakı bireyleri olduğu kadar toplumları, idarecileri, vb.
de çok ilgilendirmektedir. Onun için eskiden olduğu gibi şimdide falcılar,
astrologlar vb. kişiler aranan kişilerdir. Her padişahın kralın böyle bir
yardımcısı vardı. Havaya, kırlangıçlara, yatarak, kalkarak ileriye doğru
tahminlerde bulunurlardı. Kulelerden yıldızlara bakılır ve geleceğe donuk
tahminler yapılırdı. Falcılara fal baktıranların, gazetelerdeki horoskopları
okuyanların sayısı az değildir. Medyumlar bu yüzden gözdedirler ve iyi para
kazanırlar. Hele hele gelen kişiye güzel tahminlerde bulunurlarsa. Bu merak
aynı zamanda düşmanın durumunu, planlarını bilmek için de önemlidir.][31]
Hakikatte geleceği düşünmekte ve merak etmedeki sınır içinse farklılıkların
olduğu gözlemlenmektedir.
Geleceğimiz üzerine kurgu ve düşünceyi geliştirirken dar zihniyetten ne
denli arınırsak, o denli geleceğimiz bizim olur. Serbest düşüncemizi
kuvvetlendirip Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırları aşmadığımızda “Keşke
bize gelecekteki erdemler konusunda önceden biraz hissedebilseydik” dememek
için gayretimizi artırmalı ve yolumuzu aydınlatacak fikirlerin hayata
çıkarılması için geçmişte hareket halinde olursak gelecekte oturma eylemine
sahip olma hakkına kavuşabiliriz.
Gerçeklerle gelecek olan geçmişin değerlendirmesini iyi yapmak için gayret
ve himmet sahibi olmak en doğru harekettir.
TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ BİLMEK KEHANET DEĞİLDİR
Hayatın ve insanlığın değersizleştiği dönemlerin gelişi ile kaos
ortamlarının her yeri kaplaması ve fesadın yayıldığı gelecekte toplumların
çöküşüdür..
[Toplum, insanın muhafaza ve gelişmesine yönelik belli
amaçları, sosyal güçler yardımı ile uygun zaman ve zeminde gerçekleştiren,
kendi kendine yeterli grup ve kurumların bir bütünüdür. Daha açık bir ifadeyle
toplum, belirli bir coğrafyada yaşayan, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için
etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliğin
adı olarak tanımlanmaktadır.
Toplum hayatı, insanların belirli bir amaç etrafında birleşmelerinin
sonucudur. Şekilsiz ve düzensiz bir toplum hiçbir zaman var olmamıştır.
Dolayısıyla toplum bir “sürü” değildir. En küçük
toplumlardan en geniş toplumlara kadar her toplumun kendine göre kuralları,
sosyal, ekonomik ve dini normları, bunları idare edecek yönetim mekanizması ve
teşkilatları vardır. Toplum, bir yandan insan davranışlarını sınırlandırırken
öte yandan da hürriyete kavuşturma fonksiyonu icra eder. Devamlı değişme
halinde olan toplum, böylece dinamik bir karaktere de sahiptir.
Şüphesiz toplumları oluşturan insanlar bir anda bir halden başka bir hale
dönüşüp farklılaşmamaktadır. Ancak aile, okul, arkadaş, çevre ve millet
faktörlerinin etkisiyle bir süreç sonucunda zamanla değişime uğrarlar. Birçok
insanın birlikteliğinden oluşan toplumların ise değişimi ve yok oluşu için de
aynı şekilde bir süreç gereklidir.
İçtimâi çöküşü öncelikle değişim ve değişim ile olan sürecini incelemek
gerekmektedir.
1-İÇTİMÂİ ÇÖZÜLME
Bugün yeryüzü toplumlarının karşı karşıya kaldığı sorunlar içerisinde başta
olanın daha çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda yoğunlaştığı
bilinmektedir. Çünkü bu sorunlar beraberinde toplumların kendi içlerinde
kırılmalar yaşanmasına, hatta birey-toplum ilişkilerinde uzaklaşma ve kopma
diye nitelendirebilecek olumsuz yaşam biçimlerinin artış göstermesine; giderek
derinleşen ve kaygı verici bir seviye kazanan bireysel/içtimâi sorunların
çözümlenmelerinin de güçleşmesine sebep olmaktadır.
Çözülme veya sosyal çözülme problemi kendi içtimâi varlığımız için göz ardı
edilemeyecek bir önemi arz etmektedir. Çözülme, makro olarak ve toplum
seviyesinde, bir toplum düzeninin bütün boyutlarıyla işlerliğini kaybetmesi ve
tıkanıklıklara yol açması olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda çözülme, içtimâi
parçalanma ve çöküşün ilk basamağı olarak görülmektedir. Yaşanılan gerçekliğin
en belirgin özelliği olarak içtimâi yapı ve hayatta değerler bütünlüğünün
korunamaması gösterilmektedir.
Sosyal çözülme sürecinde toplum, bir canlı gibi yine ayakta, yürümekte,
görevlerini yapmaya çalışmakta, ancak, o eski sağlıklı, bütüncül özelliğini
kaybetmiş bulunmaktadır. Bireyler arasındaki sosyal ilişkilerde zayıflama ve
güvensizliğin olmasıyla, ekonomi, din, siyaset, eğitim, aile gibi sosyal
kurumlarla bireylerin kurduğu ilişkiler gevşemektedir.
2- İÇTİMÂİ DEĞİŞİM
Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya
davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. İçtimâi değişme ise bir toplumun
sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar
arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.
Dinamik bir yapıya sahip olan toplum, değişim özelliğine sahiptir.
Dolayısıyla toplum, sürekli bir oluş ve hareket içindedir. Ancak bu değişim,
toplumdan topluma fark eder. Her toplumda değişim aynı ölçüde olmayabilir.
İçtimâi değişimden maksat sosyal sistemi oluşturan katmanların değişimidir.
Gündelik değişiklikler değildir. Dolayısıyla sosyal değişim toplumun tamamını
veya önemli bir bölümünü etkileyen bir değişmedir. Örneğin gelir dağılımındaki
adaletsizlik nedeniyle sınıfların oluşması toplumda meydana gelen köklü
değişimlerdendir.
3- ÇÖKÜŞ
Çöküş, içtimâi değişim ve peşinden gelen içtimâi çözülmeden sonra ortaya
çıkan kaçınılmaz bir durumdur. Başlayan ve dönüşü olmayan bu durumlarda gelecek
hüsrandır.
[Çöküş denince her insanın zihninde farklı çağrışımlar yapar. Kimilerine
göre gerilemek anlamına gelirken, kimilerine göre dini ve ahlaki değerlerden
uzaklaşmak anlamına gelebilir. Bazıları için ekonomik çöküntü akla gelirken,
bazıları için siyasi çöküntü akla gelebilir. Nihayet bazılarınca toplumun
batması, yok olması ve hayat sahnesinden silinmesi anlamına gelebilir.
Toplumların çöküşü, bazı filozof ve sosyologların dediği gibi hârici veya
dâhili dış faktörler ya da bir takım evrimci modeller değil, bizzat insanın
kendisidir.
Nitekim çöküşün en önemli tetikleyicisi, insanın hür irade ve isteğiyle
seçmiş olduğu batıl inançlarıdır. Bunların başında da Allah Teâlâ’ya isyan
gelmektedir. Çünkü isyan toplumdaki sosyal dengeden ekonomik dengelere kadar
her şeyi altüst ederek bozar ve toplumların sağlıklı işleyişine engel olur. Bu
durum da toplumları çöküşe götürür. Bu çöküşün neticesinde iyi ile kötünün
ayırt edilmemesi toplumun birbirleri hakkında sorumlu tutulmalarıdır.][32]
[Hepimiz tarihe gömülen toplumların romantik esrarıyla zaman zaman
ilgilenmişizdir: Klasik Maya ve Yucatan
kültürleri, Paskalya Adası'nın yerlileri, Anasazi, Bereketli
Hilal toplumları, Angkor Wat, Büyük
Zimbabwe vb.
Son on yirmi yıl içinde de arkeologlar, bu yıkılışların birçoğunun
arkasında, çevresel sorunların olduğunu ortaya çıkardılar. Öte yandan, dünyanın
birçok yerinde de toplumlar bin yıllardır yok oluş belirtisi göstermeden
gelişmelerini sürdürmektedir: Japonya, Java, Tonga ve Tikopea.
Şu halde, öyle görünüyor ki, bazı bölgelerdeki toplumlar diğerlerinden daha
kırılgan. Bazı toplumların neden diğerlerinden daha kırılgan olduklarını nasıl
anlarız? Bu soru, açık bir şekilde günümüzü de ilgilendirir, çünkü bugün, henüz
yeni çöküşe uğramış toplumlar görüyoruz: Somali, Ruanda ve Eski
Yugaslavya.
Ayrıca çöküşün eşiğinde olabilecek toplumlar da vardır: Nepal,
Endonezya ve Kolombiya. Peki ya kendimiz?
Toplumumuzun, geçmiş zaman toplumları gibi çökmesini engellemek için
öğrenebileceğimiz hangi dersler vardır?
Kuşkusuz, bu sorunun cevabı sadece bir faktör olmayacaktır. Eğer birisi
size toplumların çöküşlerini açıklayan tek bir faktör olduğunu söylerse, onun
aptal olduğunu hemen anlarsınız. Bu karmaşık bir konudur. Ama bu konunun
karmaşıklığının içinden nasıl çıkarız?
Toplumsal çöküşleri incelerken, beş maddelik bir çerçeve sayabiliriz.
Çöküşleri anlamama yardımcı olmak için beş maddelik bir liste sayılabilir. Bu
listeyi, İskandinav Grönland toplumunun yok oluşu açıklayarak
olursak. Burası, yazılı kaynakları olan Avrupalı bir toplumdu, dolayısıyla bu
insanları ve amaçlarını büyük ölçüde M.S 984'te İskandinavlar Grönland'a gidip
yerleştiler ve 1450'de yok oldular.
Toplumları çöktü ve toplumlarının içindeki her bir birey de helak oldu.
Niye sonunda hepsi helak oldu?
Bunu beş madde ile açıklayabiliriz.
1-İnsanların, çevrelerine yaptıkları etki: İnsanların dikkatsizce bağımlı
oldukları kaynakları tüketmeleri. İskandinavya Vikingleri de dikkatsizce
humuslu toprağın erozyonuna ve ormansızlaşmasına yol açtılar. Bu onlar için
ciddi bir sorundu; çünkü ormanı kullanarak kömür, kömürü kullanarak da demir
yapıyorlardı. Dolayısıyla, demirsiz kalmış bir Avrupalı Demir Çağı toplumuna
dönüştüler.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Yanından ayrılınca yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri, zürriyetleri
helâk etmeğe çalışır. Allah Teâlâ ise fesadı sevmez.”[33]
“İnsanların ellerinin kazandığı şey sebebiyle karada ve denizde fesat
zuhûra gelir. Allah da onlara yaptıkları şeylerin bazısını tattırır. Gerek ki,
onlar dönüverirler.” [34]
2-İklim değişikliği:
İklimler ılıyabilir, soğuyabilir, kuruyabilir veya nemlenebilir.
Grönland'daki Vikingler'e bakarsak, 1300'lü yıllarda ve özellikle 1400'lerde
iklimlerinin soğuduğunu görürüz. Soğuk bir iklim illâ ölümcül olmak zorunda
değil, çünkü bu soğuyan iklim, Grönland Eskimoları'na köstek olmaktansa destek
oldu. Peki neden Grönland İskandinavları'nın işine yaramadı?
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Artık Biz de onların üzerlerine uğursuz günlerde pek ziyâde soğuk bir
rüzgâr gönderdik ki, onlara dünya hayatında bir zillet azabını tattıralım, ve
elbette ki, ahiret azabı daha ziyâde zilletlidir ve onlar yardım da
olunmazlar.” [35]
“ Ve Allah bir beldeyi bir örnek irâd eder ki, emin ve sükunet içinde idi,
ona rızkı da her yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah'ın nîmetlerine nankörlükte
bulundular. Artık Allah da onlara işledikleri şeylerden dolayı açlık ve korku
libasını tattırdı.” [36]
“ Fakat nefislerine zulmedenler, sözü kendilerine söylenilenden başkasına
tebdîl ettiler. Biz de zulmeden kimseler üzerine yaptıkları fısklar sebebiyle
gökten korkunç bir azap indirdik.” [37]
“ Artık Semûd (kavmi) hadden aşırı bir hadise ile helâk edildiler. Âd
(kavmi) ise onlar da son derece kuvvetli bir rüzgar ile helâk edildiler.
(Cenâb-ı Hak) Onu (o rüzgarı) yedi gece ve sekiz gün ardı ardına onların
üzerlerine musallat etti. Artık o kavmi görürsün ki, onlar sanki içleri bomboş
hurma kökleriymiş gibi yere yıkılmışlardır.” [38]
3-Komşu dost toplumların desteği: Eğer bu destek ortadan kalkarsa, bu toplumu
çöküşe yaklaştırabilir. Grönland İskandinavları anavatanları Norveç ile ticaret
yapıyorlardı. Ancak bu ticaret hem Norveç'in zayıflamasıyla, hem de Grönland ve
Norveç arasındaki denizin buzlanmasıyla giderek azaldı.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Sonra fırkalar kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Artık görülecek günün
en şiddetli azabı, kâfir olan kimseler içindir. Bize gelecekleri gün neler işitecekler
ve neler göreceklerdir. Fakat o zalimler bugün pek açık bir sapıklık
içindedirler.”[39]
“Hâlbuki bir nice zulmeden beldeyi helâk ettik ve onlardan sonra
başka başka birer kavim vücuda getirdik.” [40]
4-Hasım toplumlarla ilişkiler: Grönland İskandinavları'nın hasımları Grönland'ı
İskandinavlar'la paylaşan Eskimolardı. İlişkileri kötüydü ve İskandinavlar'ı
öldürürlerdi. daha da önemlisi, İskandinavyalılar'ın fok balığı avlamak için
yılın belli bir zamanında gitmeye mecbur oldukları dış körfezlere ulaşımlarını
engellemiş olabilirler.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Şüphe yok ki, Allah Teâlâ imân eden kimselerden kâfirlerin
eziyetlerini def'eder. Muhakkak ki, Allah Teâlâ herhangi bir haini, nankörü
sevmez.” [41]
“ Andolsun ki, Biz sizden evvelki nice nesilleri, zulmettikleri zaman helâk
ettik. Halbuki, onlara rasülleri açık delillerle ile gelmişlerdi. Onlar ise
imân eder olmadılar. İşte günahkârlar olan kavmi Biz böyle
cezalandırırız.” [42]
5-Toplumun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel
sorunlarını fark edip bu sorunları çözebilme ihtimalinin artması veya azalması: Grönland İskandinavları' nın
Hıristiyan olup da katedral inşaasına büyük yatırım yapmaları, şeflerin
birbirleriyle rekabet etmeleri ve Eskimoları aşağılık bulup onlardan ders
almayı reddetmeleri, çevresel sorunlarını çözmelerini zorlaştıran kültürel
faktörlerdi.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Yeryüzünde müfsitler olarak fesat çıkarmayınız.” [43]
“ Ve Biz bir beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine
(hakka itaat etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş
olurlar. Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş
olur. İmdi onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.” [44]
İşte, beş maddelik çerçeve, Grönland İskandinavları'nın çöküşü ve nihai yok
oluşlarını böyle açıklanabilir. Birçok geçmiş toplumu ve günümüz toplumunu, bu
çöküş nedenlerine göre incelenince, ortaya genel sonuçlar çıkıyor mu?
Tolstoy'un, her mutsuz evliliğin farklı olduğunu söylediği gibi, her çökmüş
veya tehlikedeki toplum farklı hepsinin ayrıntıları değişiktir. Fakat yine
de, geçmiş ve bugünkü toplumların çöküşe uğrayanlarını ve hayatta kalanlarını
karşılaştırınca, belirli ortak ipuçlarına ulaşılabilir. İlginç bir
ortak ipucu, toplum bir kere zirvesine çıktıktan sonra çöküşün ne kadar hızlı
geldiğiyle ilgilidir.
“ Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar, işte onları bilmez
oldukları cihetten yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.” [45]
Birçok toplum yavaş yavaş ortadan kalkmadı. Daha ziyade,
toplumlarını inşaa ettiler, zenginleştiler ve güçlendiler, sonra kısa bir zaman
içinde, zirveye erişmelerinden yirmi otuz yıl içinde çöktüler. Örnek
olarak, Yucatan yarımadasındaki klasik ova Maya kültürü, erken 800'lerde
çökmeye başladı. Bu Mayalar'ın en büyük eserlerini yaratmalarından ve
nüfuslarının zirve yapmasından sonraki otuz kırk yıl içinde gerçekleşti.
Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin çöküşü,
gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki yirmi otuz, hatta belki de on yıl içinde
gerçekleşti. Bunu deney kabındaki bakterilere benzetebiliriz. Eldeki
kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir gider arasında bir dengesizlik
olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali artıyor.
Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta sayılarının ikiye
katlandığını farz edelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak önce deney kabının
16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki kuşakta da yarısı
boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur. Artık yiyecek
kalmamıştır ve bakteriler çöküş yaşar. Dolayısıyla, toplumların güçlerinin
zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra çöküş yaşamaları, tekrarlanan bir durumdur.
Bunu matematiksel olarak açıklamak istersek, eğer bugünkü toplumlardan birini
incelemek isterseniz, matematiksel fonksiyonun bugünkü değerine, yani
zenginliğe değil, fonksiyonun birinci ve ikinci türevlerine bakmanız gerekir.
Bu genel kurallardan biridir. İkinci bir genel kural da, toplumları
diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk bakışta görünmeyen çevresel
faktörler olduğu ve bu faktörlerin çoğunun henüz iyi anlaşılmadığıdır.
Örnek olarak, neden Pasifik'teki yüzlerce Pasifik adasının arasında
Paskalya Adası en tahrip edici, ormansızlaşmayı yaşadı? Öyle anlaşılıyor ki,
Paskalya Adası yerlilerinin aleyhinde çalışan yanardağ püskürtüsü, enlem ve
yağışla ilgili dokuz değişik çevresel faktör bulunuyordu; bunların bazıları da
kolay fark edilemeyecek türdendi. En zor görünenlerinden biri de, Orta Asya'dan
gelen kıta tozunun, adanın humuslu toprağının verimine katkıda bulunup, Pasifik
adalarındaki doğal hayatı koruyor olmasıydı. Bütün Pasifik Adaları arasında,
Asya'dan gelen bereketli tozun en azı Paskalya Adası'na ulaşır. Bu durum ancak
farkına 1999 yılında anlaşılmıştır. Dolayısıyla, bazı toplumlar, ilk bakışta
gözlemlenemeyen çevresel sebeplerden dolayı, diğerlerinden daha kırılgan
oluyor.
Son olarak bir genel kural daha vardır. Bu da toplumların başlarına geleni
fark edememeleridir.
“ Ve hiçbir ülke yoktur ki, illâ onu Kıyamet gününden evvel Biz ya helâk
ederiz veya onu şiddetli bir azap ile cezalandırırız. Bu, kitapta yazılmış
bulunmaktadır.” [46]
Nasıl oldu da Paskalya Adalılar yaşadıkları ortamı ormansızlaştırabildi?
En son palmiye ağacını keserken ne düşündüler?
Yaptıklarını fark etmediler mi? Bu toplumlar nasıl olup da çevrelerine
verdikleri etkileri görüp vaktinde durmadılar?
“ Allah'ın nîmetini küfre değiştirenleri ve kavimlerini helâk yurduna
sevkeyleyenleri görmedin mi?”[47]
Eğer insan medeniyeti varlığını sürdürürse, gelecek yüzyılda insanların şu
soruyu sormalarıdır:
“2003 senesinde yaşayan insanlar nasıl olup da yaptıkları bariz yanlışları
görüp de önlem almadılar?”
Geçmiştekilerin yaptıkları inanılmaz görünüyor. Gelecektekilere de bizim
bugün yaptıklarımız inanılmaz görünecek. Toplumların neden sorunlarını
çözemediklerine dair hiyerarşik bir sebepler listesi geliştirmek gerekiyor.
Neden sorunlarını fark edemiyorlar veya eğer fark ederlerse, neden üzerinde
duramıyorlar?
Veya üzerinde durdularsa, neden çözmekte başarılı olamıyorlar?
Bu konuda sadece iki tane genel kuraldan bahsedilebilir.
Felakete davetiye çıkarıp çöküşü yaklaştıran bir reçete, karar verici
yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında
bir çatışma olmasıdır. Özellikle, söz konusu yöneticiler kendilerini hareketlerinin
sonuçlarından soyutlayabildikleri zaman bu sorun vahimleşiyor. Kısa vadede
yöneticilerin çıkarına olan şeyler uzun vadede topluma zarar verdiğinde,
yöneticilerin toplumun uzun vadede düşüşüne yol açacak işler yapmaları çok
muhtemeldir.
Örnek olarak, Grönland İskandinavları'nın rekabetçi şefleri, daha fazla
kul, daha fazla koyun ve daha fazla kaynak edinip, rekabette komşu şeflerin
önüne geçmek istiyorlardı. Bu istekleri yüzünden, topraklarını aşırı zorlayıp
harcadılar: toprağı aşırı kullanarak yerel çiftçileri bağımlı kıldılar. Bu,
şeflerin kısa vadede güçlenmelerine yol açtı, ancak uzun vadede toplumun
çöküşünü getirdi. Bunun gibi çıkar çatışmaları, günümüzde Amerika Birleşik
Devletler'de de ciddi bir sorundur. Özellikle de Birleşik Devletler'in karar
vericileri, yüksek duvarlı yapılarda yaşayıp, şişelenmiş su içerek verdiklerin
kararların sonuçlarından kendilerini soyutlamaktadır. Son birkaç sene içinde de
iş hayatındaki yüksek kademedeki yöneticiler, toplum için uzun vadede zararlı
olup da kısa vadede kendileri için faydalı olan bir takım hareketleri yaparak,
kendi çıkarlarına hizmet edebileceklerini keşfettiler: Enron ve benzeri
şirketlerden bir kaç milyar doların hortumlanması gibi. Bu keşifleri doğruydu:
gerçekten de bu hareket kısa vadede kendileri için faydalı, ama toplum için
uzun vadede zararlı. Bu da, toplumların nasıl yanlış kararlar verdikleriyle
ilgili bir genel kural: çıkar çatışmaları. Bahsetmek istediğim ikinci genel
kural da şu: hararetle savunulan, çoğu koşulda faydalı ama bazı şartlarda
zararlı olan değer yargıları çelişki yarattığında, doğru kararın verilmesi çok
zorlaşıyor. Örnek olarak, Grönland İskandinavları bu zorlu çevre şartlarında,
dört buçuk yüzyıl boyunca dine ortak bir bağlılık ve güçlü bir toplumsal
dayanışma ile beraberce ayakta kalabildiler. Ancak bu iki şey ‐ yani dine
bağlılık ve toplumsal dayanışma ‐ sona yaklaştıklarında değişim geçirerek
Eskimo yerlilerinden ders alıp öğrenmeyi onlar için zorlaştırdı.
Bugünün Avusturalya'sı da başka bir örnek olabilir. Avusturalya'nın, Avrupa
medeniyetinin bu uzak karakolunda 250 sene boyunca var olabilmesini sağlayan
şey, Britanyalı kimliğiydi. Ama bugün, Britanyalı kimliğine olan bu bağlılık,
Asya'daki konumlarına adapte olmaları gerektiğinde Avusturalyalıların işine
yaramıyor. Dolayısıyla, başımıza gelen dertlerin sebepleri, aynı zamanda
gücümüzün de kaynağı olduğunda, rota değiştirmek zor oluyor. Günümüzdeki
sorunların sonuçları ne olacak? Günümüzde, geri sayıma devam eden bir düzine
saatli bomba olduğunu düşünebiliriz. Bu bombaların bazılarının fitilleri 20 ‐
30 yıllık fitiller, hiçbirininki de 50 yıldan fazla değil. Bu bombaların
herhangi biri sonumuz olabilir. Bunlar, su, humuslu toprak, iklim değişikliği,
mütecavüz türler, fotosentetik tavan, nüfus problemleri, zehirli atıklar,
vs..., vs...toplamda yaklaşık bir düzine. Bunların hiç birinin fitili 50 seneyi
geçmese de, çoğunun fitili sadece 20 ‐ 30 senelik, bazı bölgelerde de fitil çok
daha kısadır. Bugünkü hızla, Filipinler'deki ulaşılabilir odunluk ağaçları beş
yıl içinde kaybedeceğiz. Solomon Adaları'ndaysa odun ağaçlarının bitmesine
sadece bir yıl kaldı, üstelik bu Solomonlar'ın en büyük ihraç ürünüdür. Bu
durum Solomon Adaları'nın ekonomisi için muhteşem olacaktır.
“O memleketleri ki, zulmeder oldukları vakit onları helâk ettik. Ve onların
helâkleri için bir muayyen vakit tayin etmiş idik.” [48]
İnsanlar soruyorlar; dünyanın çevresel sorunlarını
çözmek için yapmamız gereken en önemli şey nedir?.
Bunun cevabı, yapmamız gereken en önemli şeyin, yapmamız gereken en
önemli tek bir şey olduğunu unutmak olduğudur.
Daha ziyade, herhangi biri bizim sonumuzu giderebilecek bir düzine sorun
vardır. Bunların hepsini çözmeliyiz; çünkü on birini çözüp de on ikincisinde
tıkanırsak, başımız dertte demektir. Örnek olarak, su, humuslu toprak ve nüfus
sorunlarımızı çözüp de zehirli atık problemlerimizi çözmezsek, başımız
derttedir. İşin aslı şu ki, bugünkü gidişatımız, sürdürülebilir bir gidişat
değil, yani bu şekilde devam etmemiz imkânsızdır. Bu sorunlar, yirmi otuz sene
içinde çözülecektir. Bu şu anlama geliyor: Bu odada 50 ‐ 60 yaşından genç
olanlar, bu paradoksların nasıl çözüldüğünü görecekler, 60 yaşından büyükler
ise görmeyebilirler, ama çocukları ve torunları kesinlikle görecektir. Bu
çözümler, iki şekilde tezahür edebilir: bu sürdürülemeyen fitillere acilen
müdahale ederek kendimize uygun, bizim seçtiğimiz, hoş çözümler buluruz veya bu
problemler, bizim seçimimiz dışında, tatsız şekillerde çözüme ulaşır: Savaş,
salgın hastalık ve kıtlıkla. Ancak kesin olan, bu sürdürülemez gidişatın şu ya
da bu şekilde yirmi otuz sene içinde çözülecek olmasıdır.
Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim kontrolümüz dışında olaylar
değildir. Ancak unutturuluyoruz. En ciddi tehdit, bizi çaresiz
bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değildir. Aksine, karşılaştığımız
bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlardır. Bu sorunları biz
yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkündür. Demek ki, bu sorunları
ortadan kaldırmaya kudretimiz yetiyor. Özellikle, her birimiz ne yapabiliriz?
Bu seçimlerle ilgilenenlerimiz için yapılabilecek birçok şey vardır.
Anlamadığımız ve anlamamız gereken çok şey vardır. Öte yandan, anladığımız
ancak yapmadığımız, ama yapmaya başlamamız gereken birçok şey de vardır.] [49]
Buradan çıkarmamız gereken iyi bir değerlendirme yaparak ülkemizin çöküş
tarihini bulmak çok kolay olacaktır. Eğer tarih olarak 2000 yılını esas
alarak politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel
sorunların sonuçlarına göre bir yorum yapılırsa 50 yılı
görmeden yurdumuzda çok büyük ihtimallere gebe olduğu görülmektedir. Uzun
vadeli fedakâr düşüncelerin kaybolduğu zihniyet ve siyasetlerin toplum
desteğiyle kuvvetlenmediğinde fazla bir şey beklemek hatalı olmaktadır. Toplum
neyin nereye ve niçinlerine cevap bulmadığı zamanlar ve etik değerlerini
kaybettikçe fazla bir umutlu olmak aptallık gibi görünüyor. Kopuk, kaçık,
kültürden yoksun nesiller için değer yargıları olmadığı için içtimai çöküş hızlanmıştır.
Bunun neticesi ise emperyalist güçlere köle olmak kaçınılmaz sonuç olabilir. Bu
nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de çöküş konusunda ümmetini
uyarmıştır. “İnsanlar zalimi görür de elinden tutup zulmüne mani
olmazlarsa Allah onların hepsini en kısa zamanda cezalandırır.” [50]
Bir başka hadisinde de şöyle buyurur:
“Bir toplumda günahlar islenir, (salih olan insanlar) güçleri yettiği halde
bu kötülükleri değiştirmeye çaba sarf etmezlerse Allah Teâlâ en yakın zamanda
hepsini cezalandırır.”[51]
Toplumların yok oluşu veya çöküşü, zorunlu, kaçınılmaz değildir. Çöküş
insanlığın tabiatında yer alan tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan değil,
irâdi ihmaller ve ahlak bozukluklarından ileri gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de
bu olguya şu şekilde işaret etmektedir:
“Fakat, Ne yazık ki, (yok ettiğimiz) sizden önceki kuşaklar arasında,
yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan (doğru yolu izledikleri için) kendilerini
kurtardığımız küçük topluluklar dışında- akıl, iz'an ve erdem sahibi kimseler
çıkmalı ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran
hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler.”[52]
Bu konuya dikkat çeken Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde “Eğer
onlar, aralarında kötü amellerin yaygınlaştığını gördükleri halde onları
önlemeye ve ortadan kaldırmaya çalışmazlarsa, Allah Teâlâ’nın onlara genel bir
azap göndereceğinden (korkulur)”[53] buyurmuştur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hanımlarından Hz. Zeyneb radiyallâhü
anha anlatıyor
“Bir gün Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem korku ve
endişe içerisinde yanıma geldi...Dedim ki
“Ey Allah'ın Resulü içimizde salihler olduğu halde yok olur muyuz?” O da
“Evet; kötülükler çoğaldığında” diye cevap verdi.[54]
ÇEVRECİ AHLAK
Sağlıklı ve güzel bir hayatın yaşandığı cennet gibi ortamın ve zamanın
geldiği gelecektir. Çevrecilik Âdem aleyhisselâm’dan başlamıştır. Kur’ân-ı
Kerim’de ilk defa çevre koruma işini ele alan kişinin İbrahim aleyhisselâm
gösterilmektedir.[55]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hz. İbrahim
aleyhisselâmın Mekke’yi haram kıldığını’ söylüyor ve ‘ben
de Medine’yi haram kıldım’ diyor. Bunun anlamı şudur: Haram
kılınan o iki şehrin otu yolunmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları avlanmaz
şeklinde bir yasak koyuyor. Bu bir çevreciliktir.
[Eko-merkezcilik [56] ilkesine göre, insan ve diğer
organizmalar ancak tabiat içinde ve tabiata bağımlı olarak yaşayabildiğine
göre, ekolojik topluma geçilebilmesinin ve sürdürülebilmesinin şartlarından
biri, artış hızıyla, tüketim düzeyiyle ve oluşturduğu atıklarla yaşamın
fiziksel ve biyolojik altyapısını tahrip eden insan nüfusunun,
organizmalar-çevre ilişkisinde belirli bir dengeyi sağlamasıdır.
Şimdiye kadar, toplum-tabiat ilişkisini bir
hükmeden-hükmedilen ilişkisine dönüştürmenin araçlarını sunan
bilimsel-teknolojik gelişmeler, içtimai denetimin demokratik mekanizmalarında
süzüldüğünde, çeşitlilik, karmaşıklık, kendine yeterlilik, daha az enerjiyle
daha niteliklinin üretimi, daha az kirlilik, yeniden kullanım ve geri kazanım
gibi ekolojik toplumun ilkelerini gerçekleştirmenin maddi imkânlarını
sunmaktadır. Bu çerçevede düşünüldüğünde, çevreciliğin sürdürülebilir toplum
ideali çevreselliğin sürdürülebilir kalkınma ya da sürdürülebilir büyüme
idealinden farklıdır.
Sürdürülebilir kalkınma, daha çok, çevre ile ekonomiyi ilişkilendiren ve
etkinlik, verimlilik, çevresel kaynak kullanmada rasyonellik, yer seçimi vb.
gibi ekonomik ilkelerin belirlediği bir çevreye duyarlı büyüme anlayışını
yansıtır. Oysa, çevreciliğin sürdürülebilir toplum ideali, bireysel, İçtimai ve
kültürel gelişmenin önünü açacak sektörlerde nitelikli büyüme dışında,
büyümenin, nüfus artışının ve teknolojik ilerlemelerin sınırlarını dikkate
alan, fiziksel, doğal ve ekolojik ilkelerin belirlediği ve sürdürülebilir
kalkınmadan daha kapsamlı bir proje olan ekolojik toplum idealidir.
Çevreci ideolojide, her ne kadar ekolojik topluma şimdide geçilmesinin altı
çizilse de, bu, bir yıkımdan kurtuluşa geçiş öngördüğü için, bir yandan diğer
siyasal ideolojilerle benzeşen biçimde, bir 'gelecek' ütopyası
geliştirildiği söylenebilir. Ama öte yandan, onlardan farklı olarak, çevreci
ideolojide insanın potansiyelinin ve kapasitesinin sınırlılığının vurgulanıyor
olması, bu toplumun gerçekleştirilmesi ile ilgili kuşkuların oluşmasına neden
olur. Çevrenin yanında, insanın da maddi (fiziksel, biyolojik) sınırlılıkları
nedeniyle gelişmenin ve ilerlemenin sınırlarına dikkat çekilirken, insanın,
sınırlılığı da kabul edilmekle birlikte, bilinçsel (düşünce, etik, değer,
sorumluluk) değişim potansiyeli ön plana çıkarılarak ekolojik topluma geçişin
önü açılmak istenir.
Bu noktada iki temel sorun belirir. Birincisi, eko-merkezcilik
çerçevesinde, insan (ve genel olarak organizmalar) -tabiat ikiliği terk edilmek
istenirken, maddi/fizikî-ilmî/fikrî olan ikiliği yaratıldığı için, söz konusu
ikiliğin ortadan kaldırılması bir yana, tersine, yeniden üretilme zemini
hazırlanmaktadır. Kartezyen düşünüşün madde-bilinç, beden-düşünce ikiliği,
insanı tabiattan ayıran insan-tabiat ikiliğine dayalı yaklaşımların
belirleyenlerinden biri olagelmiştir. Bunu destekler içerikteki bir başka
nokta, eko-merkezciliğin felsefi bir ilke olmaktan siyasal, ideolojik bir
unsura doğru evrilme sürecinde bazı kırılmalara maruz kalmasıdır.
İdeologların ve Yeşil partilerin manifestolarında, insanın gereksinimleri,
bireyin bilincinde, düşünce sisteminde, etik, değer ve sorumluluk anlayışındaki
değişim, uygun ölçeğin aynı zamanda insanî ölçek olarak nitelenmesi, insanın
gezegenin idare memuru olarak görülmesi ve dünyayı korurken insanların aslında
kendilerini, kendi çıkarlarını korudukları ve çoğu insanın kendi çocukları için
daha iyi bir gelecek istemesi gibi, insana vurgu yapan ifadeler öne
çıkmaktadır. İnsan bir yandan yaşamın merkezinden alınmaya çalışılırken, diğer
yandan ona, tabiatın bakıcısı olarak (tabiat ve bilinçlenmiş bakıcısı ikiliği)
yeniden işlevsellik kazandırılarak ekolojik topluma geçişte kurucu bir rol
yüklenmektedir. Bu, çevreci ideolojinin yaygınlaşması için tabiatının geri
kalanına değil de insana yönelmenin kaçınılmazlığından kaynaklandığı kadar,
insanın biyolojik sınırlılıkları-bilinçsel değişim potansiyeli ayrımı ile de
beslenmektedir.
Bu ayrıma bağlı ikinci sorun, ekolojik topluma geçişle ilgilidir. Çevreci
ideolojide bireylerin düşüncesindeki değişim abartılarak, ekonomi gibi maddi
yapıların etik/bilinç değişimi ile dönüştürülebileceği varsayılır. Kapitalist
toplumun sorunlarının nedenleri endüstriyalizme indirgendiği için, etik,
bilinç, ideoloji değişimi endüstri toplumunu ekolojik topluma dönüştürmenin ana
dinamiği olarak ele alınır. İçtimai biçimlenmenin bileşenlerinden biri olarak
ideoloji önemlidir, ama ideolojik değişim karmaşık ve çok boyutlu İçtimai
bütünlüğü değiştirmeye yeterli midir? Örneğin, kapitalist birikim süreçleri
terk edilmeden, ideolojide değişimle ekolojik toplumun gerçekleştirilebilmesi
mümkün müdür?
Çevreci ideolojide kapitalizme ve sosyalizme eşit uzaklıkta durulur, her
ikisinin de ekolojik ve, içtimai krizlere yol açtıkları savunulur ve çıkış bir
dönüşümde, ekolojik topluma geçişte görülür. Serbest pazar ekonomisi
eleştirilir ama kapitalizmin yıkılması gerektiğine dair bir tartışmaya yer
verilmez.
Pratikte nasıl bir değişim doğuracağı, geri ye kalan bilinç değişikliğinin
ise ekolojik topluma geçişi nasıl mümkün kılacağı sorusu, çevreci ideolojide
cevapsız kalmaktadır. Kuşkusuz, yukarıda belirtildiği gibi, çevreci ideolojide
her soruya cevap oluşturulduğu iddiası yoktur. Ama topluca bir yıkıma karşı
çözüm olarak sunulan çevreci ideoloji, dönüşüm mekanizmalarının yetersizliği
ölçüsünde kendi tarihinin başladığı yere dönmüş olmaktadır: Toptan
bir yıkım.][57]
Gelecekte toptan yıkım olmazsa herkes çevreci, çevreci teknolojiler, geri
dönüşüm, kontrol altına alınır. Her şey maksimum çevreci olacak şekilde
yapılandırılmaya çalışılır. Yukarıda anlatılanlara bakılınca çevreci gelecek
mümkün görünmemektedir. İnsanın tabiatındaki hırsın ve menfaat ilişkisi
düzeyinde yıkımın olma sebeplerini oluşturmakta gayreti daha çok görülmektedir.
Zamanımızda çıkan kuş, çin, d.. gribi, vb. bütün hastalıklarla çevreci
geleceğin olmayacağıdır. Hastalıklar eğer insan unsuru tarafından etkilenme
periyoduna girmezse Allah Teâlâ kurduğu düzende salgın oluşmasını engelleyecek
tedbirleri rahman sıfatı gereği koymuştur. Ancak tedbirlerin muhafazasını
dolaylı olarak insana bırakarakta kader ve imtihan hikmetini işleme koyarak
beşeri hayatı tanzim etmiştir.
ÇOCUKLARI YETİŞTİREMEYİZ, KENDİLERİ YETİŞİRLER
Günümüzde ve her zaman anne baba hükmetmek, çocukta iktidarına kavuşmak
istiyor.
Hakikat bir, bakışlar ise binlerce. Sıkıntılı ve kavuşulmaz hırsların
içerisinde herkes bir hırs kurbanı olmuş ve acı çekiyor.
Geminin batacağını dışarıdan bakan görür. İçinde olan ise battığında anlar.
Gerçek açıktır ve gören gözün inancı tamdır.
Çocuğuna
-Bugün ne öğrendin, kaç puan aldın? Diyen anne baba sayısı her gün artıyor.
Çünkü hayat zorlaştı.
Üzülme ve anlatma hakkını da kaybetmiş çocuk ise günün güzel geçtiğini bile
düşünemeyecek kadar psikolojik baskı altındadır.
Öğretmeni dersteki başarısına, ebeveyni yükselecek mi davasına, kardeşleri
varsa onlarda kazanılmış hakların en yükseği ile yarışında yoğunlaşmış gidiyor.
Unutulan bir şey mi var?
Evet; çocuklar fabrikadan çıkan bilgisayar değil canlı bir yaratıktır..
Herkesin umudu tepe noktası. Kurban olan inekler gibi semirilmeye
çalışılıyor.Ancak buna herkes mutuna ulaşamayacak ki,
Ahırdaki inek hep sevinirmiş, beni ne güzel besliyorlar diye, aslında kasap
bir gün onu keseceğini anlasa önüne konan otu yiyemezdi.
Çocukları inek gibi beslemek yerine insan olduklarını hatırlayıp, onlara
önce ahlakın yüceliğini ve yaşamayı öğretelim.
Ayrıca inanç konusunda bile onları ikna ederek yetiştirelim.
Onları aldatmayalım. Çünkü en büyük aldatıcılar bilenler arasından çıkmıştır.
Sonuç olarak “Çocuk yetiştirmek zordur”
Unutmayalım ki, çocukları yetiştiremeyiz, onlar kendileri yetişirler.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ailene namazı (dini yaşamayı)emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden
rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ
iledir.” (Taha; 132)
[1] Bakara, 247
[2] Şurâ, 53
[3] Zuhruf, 32
[4] Nahl, 8
[5] Saffat, 96
[6] İbrahim, 19-20
[7] Rad, 41
[8] Beled, 10
[9] Bakara, 251
[10] İsra,
16
[11] Mü’minun, 115
[12] Â’raf, 34
[13] Râd, 11
[14] Mü’min, 85
[15] Ahzab, 38
[16] Tevbe, 33
[17] Enfal, 63
[18] Enbiya, 22
[19] Nur, 39
[20] Nur, 40
[21] Rum, 7
[22] Sad, 35-38
[23] Â’raf, 43
[24] Fatır, 16-17
[25] Tâha, 39
[26] Ebu Dâvud, Cihâd 35, (2533)
[27] Determinist (Nedensellik)
[28] Planck, Renée WEBER
trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar
(dialogues with scientists and sages) [Kitap]. - İstanbul : İnsan ,
2001 .s.257
[29] “Düşünme Ve Eleştirel Düşünme”, Özel
Öğretim Yöntemleri Dersi Araştırma Projesi Raporu, S.Demirel Ü.Teknik Eğitim
Fak. Elektronik-Bilgisayar Eğitimi Böl. Bilgisayar Sistemleri Öğretmenliği
[30] M. Naci BOSTANCI, “Etnisite,
Modernizm Ve Milliyetçilik” Türkiye Günlüğü, Ankara, 1998, No:50, s:38-55.
[31] Dr. Gökelma
[32] YAZICI Mahmut Hadislerde
Toplumların Çöküşü. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 209165,
2007.
[33] Bakara,205
[34] Rum, 41
[35] Fussilet, 16
[36] Nahl, 112
[37] Bakara, 59
[38] Hakka, 5-7
[39] Meryem, 37-38
[40] Enbiya, 11
[41] Hac, 38
[42] Yunus, 13
[43] Ankebut, 36
[44] İsra, 16
[45] Â’raf, 182
[46] İsra, 58
[47] İbrahim, 28
[48] Kehf, 59
[49]Jared Diamond:Toplumların Çöküşü Üzerine;http://www.ted.com, TED
Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[50] Tirmizî, Fiten, 8.
[51] Ebu Davud, Melahim, 17.
[52] Hud, 116
[53] Tirmizî, Fiten, 8.
[54] Buharî, Fiten, 4, 38; Enbiya, 10.
[55] 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü Risale
Haber’e değerlendiren Prof Dr. İbrahim Canan, İslam dininin çevreye çok önem
verdiğini söyledi. http://www.moralhaber.net: 31 Temmuz 2009
[56] Ekoloji: canlıların
birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise
canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak,
su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve
ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.
[57] Aykut Çoban. Çevreciliğin
İdeolojik Unsurlarının Eklemlenmesi, Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi. 57-3,
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar