Print Friendly and PDF

Seçki -6-





 

İçindekiler [kapat]

 

AVATAR FİLMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

İleri teknoloji; nanoteknoloji, bilişim, robotlar, yapay akıl vb. hayatın tüm alanlarına girerek insanüstü bir hayata geçilmesidir. Daha ileri seviyede hemen hemen tüm konularda yüksek düzeyde yapay akıl içeren bilgisayarların karar vermesi ile insanların bağımsızlığı ve kendi kendilerine karar alma mekanizmalarını kaybetmesidir de denilebilir.

 [Her zaman, “Değişmeyen tek şey değişimdir” denilmiştir. İnsanların gözden kaçırdıkları sorun, değişecek şeylerin sadece nesneler olmaması gerekliliğidir. Bizlerin de, aynı şekilde değişime açık olmamız gerekmektedir. Asıl sorun, değişimin hızının sabit olmamasıdır. Değişim artık hızlanmakta ve teknolojik gelişmeler yatay olarak değil, dikey olarak hareket etmektedir.

Teknoloji ve onun kaynağını oluşturan bilim, doğrudan bir üretici güç haline gelmiştir ve bu, çağımızın ayırt edici, özelliğidir. Fakat teknolojinin hızlı seyri ve değişimi, sorunlar meydana getirmektedir. Ülkelerin politikaları da, bu değişime paralel olarak bilim veya teknoloji politikaları haline gelmiş ve bu politikalar bütünüyle maneviyattan uzaklaşarak, ekonomiye ve içtimâi hayata ilişkin kavramlarla örülmeye başlanmıştır.

Teknolojinin ilerlemesine misal olarak nanoteknolojiyi ele alalım. Bu teknoloji ile gelecek, geçmişteki hayallere kavuşulacağı anlatmaktadır. Yani bugün bilmediğimiz başka teknolojilerde insanlar tarafından bulunacak ve insanlık akıl almaz sınırlara erişecek, demektedir.

Maddenin atomik katmanda işlenebilme ihtimalini ilk kez dile getiren Richard Fenyman, nanoteknoloji için şunları söylemiştir:

“Nanoteknoloji, öyle zannediyorum ki, kaçınılmaz bir gelişme olacaktır”. Kaçınılmaz olsa da, nanoteknolojinin mevcut düzeni kökten değiştirecek doğasını önceden tahmin edilebilmekteyiz. Bu şekilde teknolojideki gelişmelerin tarihine bakıldığında, belirli aralıklarla tarih sahnesine çıkan bazı teknolojilerin neredeyse bütün ekonomik ve içtimâi faaliyet alanlarında inanılmaz değişikliklere yol açtıkları görmek kaderimiz olacaktır. ][1]

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman aleyhisselâmın yanında bulunan kişi hakkında gelen ayet teknolojin ulaşacağı seviyeyi haber vermektedir.

“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.”[2]

Bu ayette haber verilen Hz. Süleyman aleyhisselâmın duasına Allah Teâlâ, icabet etmiş ve onu kendi katından çok büyük nimetlerle ve üstün ilimlerle desteklemiş, ona hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mülk, görkemli bir saltanat, eşi ve benzeri bulunmayan bir hâkimiyet vermiştir. Hz. Süleyman aleyhisselâmın hayatından bazı bölümlerin aktarıldığı ayetlerde bu zenginlikten, güç ve iktidardan, sahip olduğu ilimleri kullanış şeklinden pek çok detay verilir.

 Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâma kuşların konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim sayesinde ordusunda kuşlardan oluşan bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman aleyhisselâm bu vesileyle kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir.

... “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize herşeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” [3]

 Hakikatte bu ayet, ahir zamanda benzeri kullanılacak olan üstün bir teknolojinin varlığına dikkat çekiliyor da olabilir. Bu kıssada geçen kuşlarla, bildiğimiz kuşlara değil, bugün kullanılmakta olan pilotsuz uçaklara da işaret ediliyor olabilir.

 Hz. Süleyman aleyhisselâmın cinler ve şeytanlar üzerinde büyük bir hâkimiyeti olduğu bilinmektedir.

 "... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı..."[4]

"... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." [5]

Yine Allah Teâlâ, rüzgârı, Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkân sağlamıştır. Bu ifadeyle Hz. Süleyman aleyhisselâm döneminde ve aynı şekilde ahir zamanda rüzgâr enerjisinin, teknolojide kullanılacağına;

 “Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.” [6]

 Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine "fırtına biçimindeki rüzgârın" verildiğinin belirtilmesiyle, ahir zamanda gelişecek yüksek uçak teknolojisine;

“Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik)…” [7]

Ayette yer alan "… sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik)…" ifadesi ile Hz. Süleyman aleyhisselâmın çeşitli bölgeler arasında hızlı bir şekilde hareket ettiğine dikkat çekiliyor olabilir.

 Hz. Süleyman emrindeki şeytan ve cinleri kullanarak erimiş bakırdan hem dekorasyon, hem de kullanım amaçlı geniş çanaklar, kazanlar ve heykeller yaptırmıştır. Nitekim bu çanak, kazan ve heykellerden ayetlerde söz edilmektedir.[8]

 Sebe Melikesinin tahtının getirilmesi de ışınlama teknolojinin habercisidir.

“Kitabın bilgisine sahip olan biri: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir” dedi. [9]

Burada asıl bahsedeceğimiz konu Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâmı İsrailoğullarına bir uyarıcı ve korkutucu olarak göndermiştir. Bugünde teknolojide Yahudilerin ileri gitmesi de ayrı bu ayetlerin işaretidir. Bu nedenle teknolojide Yahudi egemenliği hiçbir zaman geçilemeyecek olması da insanlığın acı bir kaderidir.

“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.” [10]

Yahudilerin sonsuz hırsları ile arayışları halen devam etmektedir. Hz. Süleyman aleyhisselâm ile günümüz teknolojisinden daha ileri bir seviye ile anlatılması İsrailoğullarındaki bu ilerleyişin işareti olacağıdır. Bu nedenle İsrail Mescid-i Aksa ve çevresindeki kazılar yapması bu ilerlemiş teknolojinin kalıntılarına bilgilerine ulaşmak istemesinden başka bir şey değildir.

Bugün Küdüs’te ağlama duvarı ve Mescid-i Aksa’yı çevirerek, arkeolojik kazı yaptıklarını söyleyen İsrail, kazının niçin, mescidin altına yöneldiği sorusunu açıklayamamaktadır. Bugünkü Mescidi Aksa’nın yerinde daha önce, Süleyman Heykeli diğer adıyla Siyon Mabedi adını verdikleri bir mabedin bulunduğunu ve bu mabedden bugün geriye kalan tek şeyin Ağlama Duvarı adını verdikleri duvar olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yüzden Yahudiler Mescidi Aksa’nın mevcut şeklini yıkarak daha önce yerinde bulunduğunu ileri sürdükleri Siyon Mabedi’ni (Matrix Filmi, Zion’u hatırlayınız) inşa etmeyi amaçlamaktadırlar diye düşünülürse de asıl hedefin bulmak istedikleri ileri teknolojinin sırları ile insanlığa hükmetmektir.

Irk olarak hırslı olan Yahudilerin bu işlere girişmesi de yapıları ve kişilikleri açısından yapması olağan işlerdir. Ancak Allah Teâlâ onların dünyaya hükmetme istekleriyle teknolojideki gayretlerini insanlığa hizmete çevirmesi de cilve-i rahmanisidir. Kadın çocuğu için doğum sancılarına katlanırken sonuçta neslinin devamını düşünür. Toprak kazma ve kürekle hırpalanmasından dolayı üzülmez. İçine atılacak her tohum ancak kazma ve küreğin darbeleri ile ürün verme kabiliyetini bulur. Her sıkıntı bir rahatlamanın habercisidir.

Avatar Filmi’de bahsettiğimiz konu ile ilgili olarak uygarlığın ve teknolojinin insan topluluklarına, maddi güç ve zenginlik için yaşattığı acıları ve geleceği anlatan bir filmdir.  Ancak uygarlığın her şey olmadığı, az gelişmiş olmak ve insanların güçlü dinleri ile de mutlu olup başarıya ulaşabileceklerini, gururlu teknolojiyi mağlup edebileceklerini görüyoruz.

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” [11]

 


“YUNUS” ‘LAR YOK  OLUNCA, OYUNCAKLAR VAR OLUR !

 

Hz. Yunus’un (1238-1321) çıktığı döneme bakıldığında yine birbirine karışmış olan devlet ve millet hayatı ve huzursuzluklar almış başını gidiyordu.[12]  Yenilenmenin, entrikanın her birisinin fazlaca olduğu bir zamanda, insanlara kendini kabul ettiren bu şahsiyetin, temelindeki kuvvetin ne olduğu hakkında bugün birçok yorum yapabiliriz. O günden bugüne doğru geldiğimizde ise, hepimizin birer kurtarıcı rolüne soyunduğu, olmazsa olmazları olanların bile hepsinde görülmeyen birkaç hususu göz önüne aldığımızda, çokta iyi bir yerde olmadığımız görülmektedir. Bizim burada ele almak istediğimiz husus, avam sınıfı diyebileceğimiz kısmın, sürekli olarak terk ediliyor olmasıdır. Avam sınıfı zümre, ancak yükleme ve kullanılma zamanında hatıra gelirken, yetiştirilme tarzında hep unutmuş, çıkan kaoslara akıllılar çare üretelim derken, maalesef içi boşalmış kabaklar haline gelinmiş, halk kitlelerini kurtarmak için çaresizliğe ve zaman kaybına düşülmüştür.

İlgilenilmeyen insan tipleri ile birileri mutlaka ilgilenmiştir. Burada önemli olan ise, bu kişilerle ilgilenenlerin ne için ilgilendiği sorusunu akıl ister istemez algılayıp, çeşitli soruları da beraberinde getirmiştir.  Sonsuz çıkarları olan insanı düşündüğümüzde, yapılanların ve olayların birer tesadüf olması ihtimali tabi ki düşünülemez. Maddeci görüşün temel kabul ettiği nesne de “tesadüf” dür. Çünkü tesadüf: Maddeciliğin Tanrısı’ dır.

Tesadüflerin olmadığı bir hayatı yaşıyoruz. Bir gün bakıyoruz ki olmadık bir yerden beklenmedik bir kriz çıkıyor. Büyük bir şirket battı deniyor. Batan falan yok aslında, batırılıyor. Sonra biri çıkıyor ve bir tahminde bulunuyor. Sanki o gelecek hakkında ipuçları veren ve çok ileriyi görüyormuş gibi, insanları etkiliyor. Bir zaman sonra görülüyor ki, beslemeli bilgi ile hiçbir şeyin tesadüf olmadığı hayatımızda sönüp gidiyor…

Son zamanlarda dikkat edecek olduğumuz bir husus ise, kısa vadeli şöhretler ile insanların egoları, libidoları, içsel ne kadar dürtüleri varsa tatmin edilerek, yıkıma uğramış yetenekler eleniyor ya da tespiti yapılıyor. Birileri istatistik yapma düşüncesi altında uzun vadeli projeler üreterek, kişilerin ulaşamayacağı büyük bir topluluğun alt yapısını çözmek için, basit ve geleceği olmayan analiz temelli televizyon şovları veya programları düzenleyerek, insanların kıymetli zamanlarını tüketiyorlar.

Hz. Ali kerremallâhü vechenin, çocukları gelecek yıllara göre yetiştirin diye bir tavsiyesi vardır. Ancak birilerinin, bugünün çocukları ya da insanlarını gelecekte bizim istediğimiz şekilde nasıl kontrol edebiliriz kaygıları ve planları vardır. [Onun için bir ülkenin geleceğini tahmin etmek ve o ülkenin dünyadaki etkinliğini ölçmek için bakmamız gereken önemli bir nesne de oyuncaklardır.

Oyuncaklar, 1900’lerin başında bu gün bildiğimiz kavramlardan oldukça farklıydı. Bir kompozisyon şeklinde tasarlanıp, içine küçük objeler yerleştirilerek kendi içinde özel bir dünya oluştuluyordu. Sonra 1920 yapımı “oyuncak hastaneler” var oldu. Bir platformun üzerine yerleştirilmiş bina benzetiminin içinde, minik minik yataklar, üzeri kanlı hastalar, çalışan doktor ve hemşireler yer alıyordu. Bu “oyuncak hastane” dünya savaşının izlerini taşıyordu. O dönemde hastaneler dolup taşıyor, çocuklara da savaşın sonuçlarını, bu oyuncaklar vasıtasıyla anlatılıyordu.   Hitler başa geçer geçmez “Reich oyuncakları”nı tasarlattı. Yine büyükçe bir platform üzerinde bir kürsü yer alıyordu. Bu kürsünün üzerinden Hitler, yüzlerce askere sesleniyor, arka planda da Alman gençleri üretim yapıyorlardı.

1930’un başlarında tasarlanan bu oyuncaklarla büyüyen birçok Alman çocuk bulunuyordu. Onlar liderlerinin kim olduğunu ve toplumda ne yapmaları gerektiğini bu oyuncaklara bakarak öğrenmişlerdi.

1950’lerde ise kız çocuklarına yönelik “mutfak oyuncaklar” üretildi. O mutfaklarda ise bugünün modern büyük mutfaklarını aratmayacak şekilde her türlü detay düşünülmüştü. Sıra sıra tenceler, tavalar, pasta kalıpları vardı. Şık giyimli bir kadın tezgâhta yemek yapıyordu. Bu da kadının toplumdaki yerini onlarla oynayıp büyüyen çocuklara öğretiyordu.  

1970’lerin sonuna kadar devam eden ve bugünkü biblo kavramına denk gelen oyuncak kavramı çok renkli, çok detaylıydı. Tek bir oyuncak bile adeta yaşayan bir dünya vaat ediyordu. Bunun sebebi ise o dönemin şartlarıydı. Televizyon, bilgisayar, atari gibi görsel bir sunum olmadığı için o zamanın çocukları hayal dünyalarını bu oyuncaklarla şekillendiriyorlardı.

Kısacası geleceğin yetişkinleri bu küçük dünyalara bakarak kendi dünyalarını oluşturuyorlardı. Teknolojinin hızla gelişmesi ve seri üretime geçilmesi, oyuncak kavramını adeta atomize etti. Artık seyirlik oyuncaklar yerine, “kullan-at” bebekler, arabalar, çeşitli türden oyuncaklar üretilmeye başlandı. Bu da aslında şaşırtıcı değildi çünkü devir “hızlı tüket ve zincirin parçası ol” devriydi. O basit ve kısa ömürlü oyuncaklar da tıpkı Hitler döneminin oyuncakları gibi devrini yansıtıyor ve gelecek ile ilgili bilgiler veriyordu… Bu oyuncaklarla oynayan 80’lerin çocukları büyük endüstri zincirlerinin parçası olacak, tek bir noktaya yoğunlaşacak ve muhafaza değil tüketim odaklı yaşayacaklardı.  

2000’lere gelince... Bugün oyuncaklar basit olmalarına karşın çok renkli, hareketli ve gürültülü. Erkeğin gücüne vurgu yapan Örümcek AdamSüpermen, Batman gibi kahramanlar, bilgisayar çağının “tek tuşla yönetim” özelliğini yansıtan uzaktan kumandalı arabalar, robotlar vb... Bu oyuncaklar odaklanmanın güçleştiğine işaret ediyor. Gürültülü ve hareketli çevrelerde yaşayan çocukların tek bir şeyle ilgilenmesi oldukça zor gibi görünüyor. Bunu sağlamak için ses ve ışıklardan yararlanılarak durağanlığı yokluk olarak algılayan, aksiyon bağımlısı birey tipleri oluşturuluyor.  

Ülkemizde ise üretilen oyuncak sayısı yok denecek kadar azdır. Bu durum ise ister istemez, dünyadaki üretim gücünde ve karar mekanizmasında söz sahibi olamadığımıza ve olamayacağımıza işaret ediyor. Çünkü oyuncaklar, çocukların büyüme çağında ve gelecekteki rollerini şekillendirmede bahsettiğimiz üzere önemli bir role sahiptir. Türkiye oyuncak üretimine dâhil olamadığı, dünya çapında bilinen çocukların sevmekle beraber oynamak için arzu duyacağı bir sanal kahraman dahi oluşturamadığı için bu süreçten de bir şekilde dışlanmış durumda kalmaktadır. 

Yaşadığımız zamanda bu sürecin efendisi sayılabilecek, oyuncakların tartışmasız lider üreticisi kimin olabileceği, bir çok alanda da görüldüğü üzere “Made in China ya da P.R.C “ ismiyle öne çıkan Çinliler olduğu görülmektedir. 10 yıl sonraki dünya portresi gözünüzde canlandığında, Çin’nin durumu artık ne ifade ediyor, düşünmek gerekir.][13]

Çin görünen yüz ve kukladır. Asıl onun arkasındaki oynatıcı, fikir babası, akla hayale gelmeyecek bir yerde ve orada olmalıdır. Çin’nin her ülke gibi kültürel bir temeli vardır. Fakat kimlikleri dünya üzerinde hemen fark edildiğinden, onların belirli bir sınırdan öteye geçemeyeceklerini tarih hep göstermiştir. Bu nedenle, bir zaman büyük dünya savaşların çıkmasını sağlayan finansörlere, uzun vadeli stratejilerini harekete geçirebilmeleri için daha çok oyuncak tipleri, projeler üretmek zorundadırlar.

Bu bahsedilen şeyleri engelleyecek yazının başında da belirttiğimiz gibi bizim samimi içten fedakâr Yunus’lardır. Onlar toplumun kilit noktalarıdır. Onlarsız bir milletin hayatı şekillenmediği gibi gelecek vadeden nesillerin gelmesi de düşünülemez.

Yunus’lar bizim iç dünyamızın karalıklarını silen, sükûnet veren ve gelecek vadeden tiplerdir.


MEDYANIN GÜCÜ

 

“Günümüzde medyanın gücünden sıkça söz ediliyor. Çoğu kimse böyle bir illüzyona kapılmış gibi. Dünya elli yıl öncesine göre kitle iletişim araçlarının hem nice­likleri, hem de nitelikleri bakımından büyük değişim ge­çirdi. Haberleşme teknolojisinin neler gerçekleştirdiğini saymakla bitiremiyoruz. Medyanın yaygınlık alanının şa­şırtıcı boyutlara ulaştığını kabul etmemek mümkün değil. Hatta bunun şakasını da yapıyorlar:

" -BİR SİNEKLE BİR DEVLET BAŞKANI ARASINDA NE BENZER­LİK VARDIR?

- HER İKİSİ DE GAZETEYLE ÖLDÜRÜLEBİLİR".

Ama bu sade­ce bir şaka ve şakayı gerçekle karıştıranları çok acı tecrü­belerin beklediğini söyleyebiliriz.

Kitle iletişim araçlarının kendi başına bir güç olduğu vaki değil. Gerçi medyanın yönlen­dirmesinden etkilenen çok sayıda insan var, ama yönlen­dirmeyi medya kendi iktidarının bir tezahürü olarak yü­rürlüğe koymuyor. Medyanın yönünü bizatihi iktidar belirliyor. Dolayısıyla, medya tarafından sevk ve idare ediliyor gibi olan insanlar medya olmadan da iktidarın başka araçlarıyla zaten sevk ve idare edilmekte bulunan insan­lardır. Medyanın kendine mahsus hedefleri yok, bu yüz­den bağımsızlığından söz etmek yanlış. Hattâ dünya ça­pında medyanın özerk bir karaktere bile sahip olduğu söylenemez. Kısmî dahi olsa özerkliği elinde tutan medyatik güç Körfez Savaşı sırasında dünyanın tek televizyon kanalına mahkum olmasını önleyebilirdi.

Günümüz iktidarları medyasız etkinlik gösteremiyor. Bu onun geçmiş dönem iktidarlarından en bariz farkı. Öyleyse iktidarın muhtaç olduğu bir araç olarak medyanın gücünden söz etmeli değil miyiz? Hayır, çünkü medya ile iktidar arasındaki ilişki bir geminin mürettebatı ile kap­tanı arasındaki ilişki gibi değil. İktidar medyayı kendi gü­cünün zorunlu uzantısı olarak meydana getirmiştir, "ik­tidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar" sözü, medya­yı etkin kılarak gücünü tanıtmayı gözeten iktidar için bil­hassa geçerlidir. Eğer toplumda medyanın sebep olduğu bir tahribattan söz edilecekse, bu tahribatın iktidarın ar­zuladığı bir sonuç olduğunun bilinmesi gerek. Çünkü ikti­dar baskısını ancak kitleyi kitlevî nitelikte tutmak sure­tiyle yürürlüğe sokabilir.

Bu yüzden medya dolayısıyla doğan aksaklıkların giderilmesini medyadan beklemek tıpkı teknolojinin yıktı­ğını teknolojinin onarmasını beklemek gibidir. Efendisine kızıp uşağı dövmeye kalkışanlar, bunu başaramadıkları zaman o efendi tarafından dövdürülmüş duruma düşer­ler. Başardıkları zaman ise kendi efendilik konumlarını kaybetmiş olurlar. Efendiliğimizi korumamız için efendi ile dövüşebilecek şartları kollamamız gerek.”[14]

Bu sözler beş yıl önce yazıldığı halde içeriği ile bugün de aynı durumların devam ettiğini göstermektedir. Kuvvet ve kudret yanlış yapma hakkını kimseye vermez. Haddini aşan mağdurla, kuvvetini gösteren arasında hiçbir fark yoktur. Derler ya “Düşmez Kalkmaz Bir Allah Teâlâ’dır.” Söylenecek sözleri, yapılacak hareketleri yerli yerince hakkaniyetle uygulamak ne güzel bir şeydir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Bela (ağızdan çıkan) söze bağlıdır, eğer bir kimse başkasını köpek sütü emdi diye ayıplarsa, o kimse de, o köpekten süt emer. Yani bir kimse, bir başkasını kötü bir iş yapmakla ayıplarsa, ayıpladığı o kötü iş, onun kendi başına mutlaka gelir.” [15]

İnsan yıllar yılı geçse ettiğinden geri kalmaz. Öyle ki yıkılmaz insan önce dostları sonra kendi eliyle yaptığı işler ile perişan hale gelirde telafisi mümkün olamaz. Musa aleyhisselâm, Allah Teâlâ’ya kavmindeki fitneciyi sorarken, Allah Teâlâ

“benim dedikodu yapmamı istiyorsun” demiştir.

Önemli olan mevzu, hırsları ve bir yerlere gelmek için verilmiş ödünler karşılığında şahsiyet enflasyonuna düşmemek gerektiğidir. Sonunda her yuvarlanan taş yerini bulur. Fakat bu arada ezilmemek büyük erdemdir. Allah Teâlâ buyurdu ki;

“O gün ki, onların tuzakları kendileri için hiçbir fâide vermeyecektir. Ve onlara yardım da edilmeyecektir.”[16]

Sonuçta insanlar emellerine kavuşmak için doğru ve dürüst yolları kendilerine seçmezlerse eşilen kuyular onların zindanı olacaktır.


AH BU YARDIM KURULUŞLARI…!

 

Bir arkadaşım geldi. Eşinden dert yanıyordu.

“Bıktım usandım hanımın kermeslerinden, yardım toplamalarından, benimle ilgilenmiyor. Her gün tost yemekten bıktım. Bize sulu yemek yiyebilmek artık haram mı oldu..?”

İlk bakışta eşi doğru yapıyor gibi gözüküyordu. Lakin kaçırılan bir yer vardı, o da kocasının bir şekilde ihmal edilmesiydi ki, aslında çok önemli bir durumdu. Yapılanlar en nihayetinde bir yardımdır ama biz de yardım işlerinden elini çeksin dahi diyemedik. Nasıl diyebiliriz ki, “sabret kardeşim, sabret” diyerek olayı geçiştirdik.

Bahsedilen bu durum, aslında bir sorun olmakla birlikte, asıl konu bunu bizim nasıl çözmemiz gerektiğiydi. İyilik adına birisi yuvasını huzursuz ediyor. Bizde buna çıkar bir çare üretemiyoruz. Toplumun bu şekilde çaresiz kaldığı durumda ne yapmak gerekir?, diye düşünmemek elde değil. En basitinden televizyon ya da internete bakarsanız toplum sürekli yardımlaşma çağrılmakta, olması mümkün olmayan senaryolar masa başında üretilerek servis edilip sunulmaktadır.  Hiç dikkat ettiniz mi? Bütün senaryolar alt tabaka üzerine kurulmuş, elit, lüks hayat yaşayan insanlar, kasıtlı olarak unutulmuş durumdadır. Kendimce hiç zengin kesimin yardım konularındaki faaliyetlere reklam amaçlı olanların dışında örnek hiçbir numune yok gibidir. Sanki yardım etmek cebinde az parası olan, zar zor geçinen insanlar için var. Tabi ki yardım kuruluşlarının görünüşteki cazibeliği, insanları kendilerine çekiyor. Ancak bu çekmenin, bazen boyuna sarılmış gibi bir durumda olduğunu düşününce, boğduğu birçok insanı da görmezlikten gelemeyiz. Bir yeri kurtaranlar, başka bir yeri yıkarak bunu yapacaklarsa, bu yardım acaba aslında neye hizmet ediyor?, diye hiç düşündünüz mü? Zannımca şeytanın en tehlikeli tuzaklarından biri burada ortaya çıkmaktadır. O da “iyilikle aldanma”  dan başka bir şey değildir.

Günümüzde yeni bir yardım şekli de “yurt dışındaki insanlara yardım etmek” şekline dönüştü. Bu kampanyalar nasıl başlatıldı diyebilirsiniz. Çünkü içerdeki yardımın bir şekilde ayrıntısı gözden kaçmayacaktır. Dış ülkelerdekiler ise Allah Teâlâ’ya ve vicdana emanet. Daha doğrusu bu türlü yardımın istismarını yapmak çok daha kolaydır. Tesadüfen reklamına rast geldiğim bir kuruluşun, kendi yapmadığı yardımı, kendi yardımı gibi gösteren hayır kuruluşu, sizce de ne kadar samimi olabilir ki? Bunu da utanmadan, etrafa reklam edişlerini görünce insan üzülmektedir. 

Memleketimizde, gerçek anlamda insanî yardıma muhtaç bir talebenin, asgari düzeyde ihtiyaçlarını dahi gidermeden, dışarıda yaşayan insanları düşünmek, samimilikten uzak bir bakışla içi boşaltmaktan başka bir şey değildir. Yani, para yardımı aldığımız yerin zayıflamasına rağmen, dışarıya gönderdiğimiz az bir yardımla, ne orayı kalkındırabiliriz nede içindeki insanlara faydalı olabiliriz. Uzak yerlerdeki davul sesi kulağa hoş gelir hesabı, aslında emperyalist emelleri olanlara, yardım etmekten başka bir şey yapılmıyor diyebiliriz. Onlar yıkamadıkları yerleri bu şekilde yıkıyorlar. Kuvvetin zayi edilmesi nasıl gerekiyorsa o şekilde her türlü amacı kullanıyorlar. Gerekirse bu hayır cihetinden olsun. Bu şekilde kurucularının kimler olduğunu dahi bilmediğimiz birçok yardım kuruluşları bu şekilde kanımız yıllarca emdiler de farkına varamadık.

Alvin Toffler[17] zengin olabilme şartlarını sayarken “yardım kuruluşu ve derneği kurun” demesi boşuna değildir.

Sonuç olarak toplu yardım kampanaları, dernekler, vb kuruluşların devletin kontrolü altında olması gerekmektedir. Eğer bu şekilde olmazsa, istismarlar artar gider. Denilebilir ki, bu şekilde alınan tedbirler zamanla sıkıntı doğurur ve insanlar yardım eli uzatmaktan tedirgin olurlar. Şunu unutmayalım ki “her şey aslına dönermiş” yani haramı helal, helali haram yolda tasarruf etmek mümkün değildir. Yapılması gerekenleri, acilen yapmadığımız müddetçe, Allah Teâlâ için, din ve insanlık adına daha çok aldatacaklardır. Kusura bakmayın, bu çemberden bu millet çok geçirilmiştir. Buna ilginç bir örneği K. Karabekir Paşa'dan verelim;

“Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş bir Rus ca­susunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının ka­rargâhıma geldiği zaman hallerine bakıp hatıratıma şu­nu kaydetmiştim:

Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni her­kes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden at­lattı.”   (Karabekir, İstiklâl Harbimiz, 2/717)

Millet, kendi dinamiklerini kurarken denge unsuru koymadan oluşuma başlanması mümkün değildir. Onun için devletimizin, bu yardım kuruluşları adı altında faaliyet gösteren dernekleri kontrol etmesi gerekmektedir. Toplanan yardımın, nereden ve nereye gittiği belli olmalıdır. Biri bir burs verirken, hem kazandığının hesabını, hem de verilen yardımın hak edeceklere dağıtılıp dağıtılmadığının hesabını da verebilmelidir. Muhtaç olan veya olmayanların tespitinde hangi kriterlerin esas alındığı hususunda belli olmayan başıboşluklar var ise, insanların alın terlerinin heder olması elbette ki kaçınılmazdır.

Neticede ferdi ya da şirketlerin yaptığı yardımlarda, insanlar özgürce hareket edebilmesinin önü açık tutulmalı, fakat teşekküllerin, bütün yapacakları yardımların, gerçektende o maç için yapılıp yapılmadığı hakkında devletin ve ilgili kurumlarının kontrolü altında olması, istikbalimiz için önemli bir husustur.


YABANCILAŞMA

 

Yabancılaşma kavramını genel olarak, bir eylem aracılığıyla kişinin, grubun, kurum veya toplumun, kendi özgün etkinliğinin sonuçlarına ya da ürünlerine, içinde yaşadığı tabiata, diğer insanlara veya kendi kendisine yabancılaşması şeklinde olduğunu ifade edebiliriz. İnsanlar, kazandıkları nesnelere ve güçlere çabuk bağlandığından, diğer insanlara gösterdiğinden daha fazla değer vererek, zamanla diğerlerini değersiz birer araç olarak görmeye başlarlar. Sonuçta bireyin uzaklaşma periyoduna girerek, ilk önce kendine daha sonra topluma yabancılaşması meydana gelir.

İnsan bağımlı bir varlık olarak, sürekli olarak dışındaki olan şeylerle ilişki kurmakta ve diğer taraftan kendi dünyasını oluşturmaktadır. Yabancılaşmanın temelinde ise ekonomik, sosyal ve dini yozlaşmaların eseri bulunmaktadır. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için, ferdî ve sosyal faaliyetleriyle birlikte mevcut güçlerini tatmin etme durumunda olmalarından ötürü, yabancılaşmaya itilme etkisinden de kendilerini kurtaramazlar. Bir zaman sonrada, kendi bilgilerini ve oluşturduğu değerlerini tabulaştırıp, amaç haline getirir. Bu şekilde yabancılaşan insan, özgür ve yaratma gücünü kaybedip, hükmedici insan olmaktan çıkarak, topluluk içinde birbirinden kopuk, soyutlanmış, belirsiz, değişik türden insan modelleri ortaya çıkmış olarak görülür. Kölelikten kurtulmaya çalışan insan, zamanla kendi yabancılaşmasının kölesi haline gelir. Onun için kendinden başka doğru kalmamıştır. İdealleri biter, artık yabancılaşmanın kriterleri başlamıştır. Mesela; başlangıçta ideal için bir teşekkül oluşturulurken, daha sonraki faaliyetler o teşekkülü sadece ayakta tutmak için yapılır. Çünkü yabancılaşan sistem artık büyümeye ve bir şekilde kontrolden de çıkmaya başlamıştır. İlişkileri artınca, kendini korumaya mecbur olmaya başlamıştır. Çıkış noktası ilk etapda olumluyken, ileri noktada olumsuzluk aşamasına gelinerek, yabancılaşma etkisini kaldırmakta bir o kadar da zorlaşmıştır. Belki çıkış çözümü dahi üretilemez olmuş ve ileri seviyede kopmalar meydana gelmiştir.

Bahsettiğimiz üzere, yabancılaşmaların kaldırılması amacıyla, çözüm yolu olarak yeni bir hareket tarzı gerekmektedir. Bu ise reform, intikal, zorunlu değişim ve de devrim gibi araçlara ihtiyaç duyacaktır. Öyle ise yabancılaşmayı durdurmanın çözüm noktaları neler olabilir? Bu konuda çok söz söylenebilir...

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yabancılaşma tehdidini hissettiğinde tedbir amaçlı hareketleri  hiç elden bırakmamıştır. Cahiliye döneminde topluma baş belası olan insanları, İslâm’a girdiklerinde[18] bunları elde ederek, yabancılaşmanın içine düşmelerine engel olmuştur. Bir başka hususta nesh kavramını geliştirerek, uygulamadaki bazı hükümleri ta’til etmiş, insanların dine yabancılaşmasını engellemiştir.

"Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha hayırlısını veya benzerini getiririz." [19] Âyette geçen "daha hayırlısını veya benzerini" ifadesi bu noktada çok önemlidir. Yani, nesh olan hükümler de, yeni hükümler gibi "hayırlı"dırlar. İnsanların hayrına olma özelliği bütün âyetler için geçerlidir. Mesela: Kâfirun Sûresinde geçen "sizin dininiz size, benim dinim bana" hükmü, cihat âyetiyle tahsis edilmiştir. Ama bugün dünyanın çok yerinde Kâfirun Sûresi yürürlüktedir. Müslümanlar o yabancı beldelerde, Mekke'deki ilk dönem gibi, o milletin dinine karışmamakta ve kendi dinlerini yaşamaktadırlar. Onlara karşı silâhla cihat etme yoluna da gitmemektedirler. Buna göre Kafirun Suresindeki ayetin hükmü tamamen kalkmamış ve ona uygun şartlar olduğunda da aynen uygulanacaktır, manası anlaşılmalıdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, çektiğin bir acıyı başka birine çektirmekle, yanlışla elde edeceğin bir şeyin sonuçta dönüşünün tekrar olacağına veya bunları bir tarafa bırakıp ferden ve toplumdan yabancılaşarak kazanılacak her türlü kazanımların akim kalacağı unutulmamalıdır. Gönülleri fethetmeden ve ikna etmeden beka bekleyenler için gelecek diye bir şey yoktur. Tarihte buna çok kere şahitlik etmektedir.

Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki yirmi otuz, hatta belki de on yıl içinde gerçekleşti. Bunu deney kabındaki bakterilere benzetebiliriz. Eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali artırmaktadır.

Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta sayılarının ikiye katlandığını farz edelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki kuşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur. Artık yiyecek kalmamıştır ve bakterilerde çöküş yaşanır. Dolayısıyla, toplumların güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra Osmanlı İmparatorluğunda da olduğu gibi çöküş yaşamalarında yabancılaşmanın etkisini çok iyi görebiliriz.

Bir kolu koparmak için lastikle sıkıldığını düşünelim. Lastik o kolu hemen koparmaz. Sadece kolun kangren olmasına, kolun ise işe yaramaz hale gelmesine ve sonuçta kolun işlevini yerine getirememesi sebebiyle helak olmasına sebep olur. Her iki açıdan bakıldığında,  ince ayarı iyi yapmanın zorunlu olduğunu ve yabancılaşma tehlikesini hiçbir zaman unutmamamız gerekir.

“Allah’ın nimetine bedel, inkâr ve nankörlüğü tercih edenleri, ayrıca kendi halklarını da helâk yurduna, cehenneme sürükleyenleri görmedin mi? Onların hepsi oraya girecekler. Cehennem ne kötü bir yerleşim yeridir!” [20]


SORUNLARI NASIL ÇÖZMELİYİZ?

 

İnsanların içtimai yaşamlarını belirleyen temel unsurlar arasında, içinde yaşadıkları toplumun hayatını algılama ve yaşama şekilleri bulunmaktadır. Her insanın kendi çevresi içindeki diğer kişilerle ve özellikle yakın olduğu gruplarla paylaştığı bir nizamı muhakkak vardır. Bu şekilde de temel kabul ettikleri nizama göre şekillenir ve toplum içinde kabul edilirler. Ne yazık ki, uyulan nizamlar kimi için modern sayılırken, kimi için de gerici olarak görülüp,  çeşitli şekillerde algılanıp adlandırılmaktan da kendilerini kurtaramazlar.

Şerif Mardin bu konuda şu soruyu soruyor: "Nasıl oluyor da bazı düşünceler "ilmi" olarak tanımlanırken, bazı düşünceler "ideolojik" olarak tanımlanıyor? Niçin bu iki anlam birbirinin zıddı olarak kullanılıyor? Bir antropologun (insan bilim uzamanı) deyimiyle:

"neden benim ileri sürdüğüm zaman sosyal felsefe adını verdiğim düşünceyi başkalarında gördüğüm zaman bunları "düşünce" olarak nitelendiriyor, benim düşüncelerime katılmayan birinde bu çeşit düşünceleri bulduğum zaman bunlara "ideoloji" damgasını basıyorum".[21]

Günümüzde ilerici, gerici, modern gibi kavramların çıkması ve üretilme sebebi olarak bu durumu gösterebiliriz. Çünkü hayatımızdaki maddî ve manevî güç dengelerinin değişmesi sonucu başlayan yeni durumlara insanların adapte olabilmeleri, yeni duruma karşı kendini korumak için ister istemez simetrik ve asimetrik[22] durumlarla karşılaşmaktadırlar. Değişen hayat düzeni ile birlikte, yaşamımızda yeni şekiller yeni boyutlar kazanıldığı görülünce, tedbirleri, düşünceleri, nizamları ve stratejileri açısından da farklılaşma mecbur olmuştur. Her yerde, yenilikçi hayatın etkilerini belki binlerce insanın tepkilerini ve etkilenmelerini görmemezlikten gelemeyiz. Öyle ki insan, karşısına gelen bu gibi yeni durumlarda ne yapıp ne yapamayacağını bilmekte zorlanacaktır.  Bazen hiç beklenmedik bir anda, en can alıcı merkezlerini yani iş ve aile hayatına vuran bu yeni hayat düzenleri, adeta insan hayatını felç eder. Ancak biliyoruz ki, gelişen ve kabul gören evrensel insan hakları anlayışı, hiçbir insana diğer insanlara karşı zorla yaptırım gücü vermemektedir. Fakat hayatımızın düzensiz ya da huzursuz olmasındaki asıl etken düşüncenin, ideolojinin kimliksiz ve gizli düşman şekline girişine ne sebep olmuştur? Bunu düşünmemiz gerektiği inancındayız.

Bu soruya cevap olarak bizi bizden alan,  üstüne gidince korkulan, çekilince ezildiğimiz günümüzde yaşadığımız modern hayatımız diye biliriz. Geleceğimiz için yaşadığımız modernlik diye adlandırdığımız hayatımıza dikkatli bakarsak birçok sebepleri de beraberinde görebiliriz;

“Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, kâinata ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler;

İlmî bilgiyi, teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları tasarlayıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri meydana getiren sanayileşme;

Milyonlarca insanı, atalarından kalma tabii çevrelerinden koparıp, dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen, muazzam demografik altüst oluşumlar;

Hızlı ve çoğu kez sarsıntılı şehirleşme;

Dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri;

Yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler;

Siyasî ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için çaba sarf eden, insanların kitlesel toplumsal hareketleri;

Son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı.”.[23]

Bu nedenlerini sayarken yaşadığımız modern hayatın hızlı gelişimine rağmen kendimizi kontrol edebilmemizde güçlü olmayışımız “bir zamanlar savaşı kaybetmekten korkan insanların,  şimdi büyük bir üstünlükle kazanacak olacağı korkularımı vardır? ”  

Sonuç olarak; İnsanın tek kurtuluş çaresi, Allah Teâlâ gönderdiği İslam dinini güzel anlamalı, günümüz ihtiyaçlarını karşılayacağına samimi bir şekilde inanarak  modern hayat korkularımızı yenmek için gerekli kazanımları sağlamalıdır..

“Her kim de Allah Teâlâ'dan korkarsa, Allah Teâlâ ona bir çıkış yolu gösterir.” (Talak,2)

 


SULTAN FATİH'İN AYASOFYA VAKFİYESİ 

"Allah'ın mescidlerinde o'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Başka türlü girmeye hakları yoktur. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır."

(Bakara Suresi / 114.Ayet)

İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.

Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453

(Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)





YÜREĞİMİZE BATAN İNGİLİZ KAZIĞI (Ermeni Meselesi)

 

Psikolojik Savaş, herhangi bir düşünürün icat ettiği bir faaliyet şekli değildir. İnsanlık tarihi kadar eski olan, bu stratejik harekât şekli, ilk olarak insanlar arası anlaşmazlıkların çözümünde, hilenin de kullanılması olarak ortaya çıkmıştır.

Psikolojik savaş uygulamalarının, tarihte örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Düşmanı yıldırmaya yönelik olarak uygulanan bu faaliyetler, bazen özellikle dost birliklere karşı yönelik olarak da uygulanmıştır. Dünya üzerinde insanlar var olduğu sürece de, uygulanmaya devam edecektir.

II. Dünya Savasından sonra yapılan değerlendirmeler, psikolojik savaş stratejilerinin, yalnızca savaş zamanında değil barış dönemlilerinde de kullanılabileceği sonucuna varılmasını sağlamıştır. Öyle ki psikolojik savaş taktikleri sayesinde,  sıcak savaşlarda dahi ulaşılamayan sonuçlara ulaşılarak, birçok ülke ve toplum üzerinde etkili olabilme ve yönetimi altına alabilmenin mümkün olabileceği görülmüştür. Günümüzde, yabancı bir ülkenin dış politikasını etkilemek maksadıyla yapılan propagandaların, genellikle kabul edilebilir bir yaklaşım olarak algılanması sağlanarak, ikamet elçiliklerinin de bu konuyla çok yoğun bir şekilde ilgilenmekte oldukları görülmektedir. Bununla birlikte, böyle çalışmalarda başarısı bulunulan ülkelerin, siyasi kültürüne ve rejiminin hassasiyetsilerine göre değişiklikler gösterir. Psikolojik savaşın önemli unsurlarından olan Kitle iletişim araçları önemli bir faktör olup, bununla ilgili olan sahiplik ve kontrol konusu yine çok önemli iki konudur. Bu iki temel faktör, yani mülkiyet ve kontrol faktörleri, medyada ki kültürel üretimin ideolojisini de ciddi boyutlarda etkileyen önemli etkenlerdendir.

Kitle iletişimi, kelimenin gerçek anlamıyla kitleler arası bir iletişim değildir. Kitlelerle olan, kontrol amaçlı iletişimdir. Bu kontrol arayışı da, siyasal ve ekonomik güçlerin, egemenlik arayışı ve mücadelesini yansıtmaktadır. Kitleler ise, kontrolün amacında kullanılan hem araç hem de amaç haline getirilip bir şekilde kullanılmaktadırlar. Dolayısıyla, kitlelere ulaşma amacı, gerçekte ise bu ulaşmanın nedenini gizler. Amaç, onlara ulaşarak kontroldür. Buda psikolojik savaşın temel kuvvetidir.

Günümüzde sıcak savaşların yerini artık soğuk savaşların aldığını, devletlerin psikolojik savaş taktiklerini en etkin bir silah olarak amaçları doğrultusunda kullandıklarını, yine devletlerin milli güvenlik amaçlarını gerçekleştirmek ve bunu desteklemek amacıyla güvenlik stratejilerine paralel şekilde yürüttükleri görülmektedir.

Devletler, muhtemel rakiplerine karşı izledikleri politikaları, açık ve örtülü olarak yaptığı girişimlerini psikolojik savaş faaliyetleriyle desteklerken, diğer yandan kendi milli güç unsurları üzerindeki muhtemel rakiplerinin, psikolojik savaş tehdidini önleme çabalarını, etkisiz kılmaya bir şekilde çalışırlar. 

Psikolojik savaş konusunda, günümüzdeki uluslararası sisteme ve buna ilişkin yapıyı incelediğimizde, ABD’nin dünya üzerindeki etkisinin önemli boyutta olduğu görülür. Ancak, bu durum dünyada üzerindeki insanların büyük bir kısmının tepkisini almakta olup, uluslararası ilişkilerde sıkıntıya giren Amerikan yönetimini, son zamanlarında maddi değilse de psikolojik olarak büyük bir yara almasına neden olmuştur.

 Amerikan karşıtlığının, dünya üzerinde had safhaya ulaşması, ABD’nin mevcut küresel hegemonyasını sürdürülebilmesi için, gerekli tedbirler alma gereğini artık iyiden iyiye hissettirmektedir. Çünkü Amerikanın egemenliği sadece dış nedenlerle değil, iç nedenlerle dahi sona erebilecek duruma gelmiştir. Mesela Irak Savaşını buna örnek olarak verebiliriz. Amerikan halkı hepimizin bildiği gibi savaş yanlıları ve savaş karşıtları şeklinde ikiye bölünmüştür. Bu durum ise, ABD nin çöküş ihtimallerini artırıp, onların psikolojik savaş taktikleri geliştirmeye ve yenilenme ihtiyacının gerekliliğini zorunlu hale getirmiştir.

Konuyu biraz daha açacak olursak, önümüzdeki 21. yüzyılda uluslararası sistemin alacağı şekil, büyük ölçüde ABD’nin dış ve iç dinamiklerine bağlı olacaktır. Günümüzde küreselleşmenin getirdiği çok kültürlülük anlayışı çerçevesinde kültürel farklılıkların giderek ön plana çıkması ise, Amerikan toplumu gibi farklı kökenlerden gelmiş insanların oluşturduğu yapı üzerinde oldukça olumsuz etkiler bırakmaktadır. ABD bu dengeyi koruyabilmek için, her gün yeni bir kargaşa ortamı hazırlayıp ortamı bulandırarak, durumu kendi menfaatine çevirme planı içerisindedir.

Bununda en son örneklerinden biride, Osmanlıdaki Ermeni Tehcirini gündeme taşımasıdır. Aslında ABD’nin, Ermeni haklarını savunmak gibi bir derdi ve sıkıntısı yokken, her zaman yaptığı gibi, dünya jandarmalığına soyunarak, Türkiye’yi meşgul edip, uzmanı dahi bulunmadığı, gerçekte ise hiç olmamış hikâyelerle, güya Ermeni Tehcirini fırına sürerek bir yerlere gelmek istemektedir. O yer ise, iç güvenliğindeki çatırtıları kapatmak için, stratejik ortağı olan Türkiye’yi kurban seçmek pahasına, taktikler denemesidir.

Geçmişte İngilizlerin ürettiği problemi, günümüz problemi haline getirmiş olması, bahsettiğimiz gibi psikolojik savaş taktilerinden başka bir şey değildir. Tabii ki yapılan yanlış bir harekettir ve bu unutulmayacaktır. Lakin ayakta durabilmek için, kapısında beslediği tavuğu, hindiyi yiyen ev sahibi kendince haklı gerekçeleri sunduğunda, çok şeyde söylemeyiz. Öyle ise, bu Ermeni meselesi başımıza nasıl bela oldu buna bir göz atalım…

İngilizler, Osmanlı Devletini küçük düşürmek, yıpratmak ve dünya kamuoyunda suçlu göstermek amacıyla, ikinci veya üçüncü elden toplanan ve doğruluğu teyit edilmemiş bilgilerle, 1915 yılı Ermeni Tehciri sebebi ile birçok insanın soykırıma uğradığı iddialarını içeren kitap yazdırıp, Birinci Dünya Savaşı’nda dağıtımını yaptırmışlardır.[24] Yine Türk karşıtı propaganda oluşturma faaliyetinde, 15 Ağustos 1916 tarihinde, bir İngiliz gazetesinin Ermenistan muhabiri olan Arsak SAFRASTİAN, Gagene NYHEETER adlı bir Ermeni’ye dayandırarak yazdığı haberde,

“Bütün güzel (Ermeni) kadınlar haremlere götürülmüş ve hatta İstanbul’daki genel evlerine satılmış, geri kalan diğer 500 bin kişi göç ettirilmiştir. Erzurum’dan 25 bin kişi sürülmüş bunlardan erkekler öldürülüp Fırat nehrine atılmıştır.” ifadelerine yer vermiş, aynı hikâye, yardım toplamak amacıyla, ABD basını tarafından da kullanılmıştır.

Açıkladığımız şekilde, İngiliz propagandası ile başlayan Ermeni sorunu, kapanmayan bir yara haline getirilmiştir. Sinsi ve haince planın devamı için sinemayı dahi kullanmaktan çekinmemişler ve hayali senaryolar üretilmiştir. “Ağrı Dağı” (Atom Egoyan; 2002), “Anne” (Henri Verneuil; 1991), “Sason’un Oğulları” (Sarky Mouradian; 1975) gibi.[25]

Bu filmlerin ortak özellikleri ise; Sözde Ermeni Soykırımı Projesi çerçevesinde üretilmiş olmaları ve günden güne artmakta olup haksız yere dünya kamuoyu önünde suçladıkları ve karalamaya çalıştıkları propaganda örnekleri, ayrı bir araştırma konusu olacak kadar da çoktur. Karalama örneklerinden bir tanesi şu şekildedir.

“Kaliforniya’da işlek bir caddeye oturan yaşlı bir Ermeni önüne aldığı kazana kırmızı bir su doldurup içine bir kaç kemik atar ve basına geçip ağıt yakar;

“Türkler ecdadımızın kanına böyle çorba yapıp içti” diye. Etrafında onu korumakla görevli iri yarı Ermeni gençleri de gelene geçene Türk usulü Ermeni kanına çorba tarifi diye broşür dağıtırlar. Artık o broşürlerde 700.000 Yunanlıyı, 300.000 Süryani’yi, 1.500.000 Ermeni’yi yerlerinden yurtlarından göç ettirmekle soykırıma uğradıkları yazılıdır.” [26]

 Uzun yıllardır Ermeni diasporasının yürüttüğü etkili propaganda nedeniyle, bugün dünyada geniş bir kitleye, gerçeği yansıtmamasına rağmen Sözde Ermeni Soykırımı iddialarını (Türklerin Ermenileri katlettiği) benimsetilmeye çalışılmaktadır. Öyle ki Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları siyasi bir niteliğe sokularak doğma haline getirilmiş ve propaganda yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak kabul görmüştür.[27] Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan birçok kişi “Türklerin tarihin hiçbir döneminde Ermeni soykırımı yapmadığı” gerçeğinin ne olduğunu dahi bilmediği bir durum dahi oluşturulmuştur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, iftira edenlerin cezası hakkında Allah Teâlâ buyurdu ki;

 “Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” [28]

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise şu acı gerçeği haber veriyor.

“Bir kimse, bir mümin hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah Teâlâ onu Cehennemde bırakır.” [29]

Bu tür ayet ve hadislerin manası, iftira edenlerin hem bu dünyada hem de ahirette saadeti olmayacak demektir. Evlat, ata günahı çekmez denilir,  fakat iftira günahına düşenlerin maalesef çocuklarının, bu hataların cezalarını tarih boyunca çektiği görülmektedir. Ermeni Sorununu, gerçekleri ile kabullenmek herkesin boynunun borcudur. İftira veya hileli yollarla, Osmanlı döneminde “taba-i sadıka” yani  sadık vatandaş  diye nitelendirilen  Ermeni  vatandaşlarımızın, bu oyunlara gelmemeleri bizim ve onlar açısından ortak bir menfaat olduğunu asla unutmamız gerekir.




İNSAN KENDİNİ NE SANIYOR?

 

İnsanın, kibirli ve bencil olmaması hep tavsiye edilen bir konu olmuştur. Niçin ısrarlı bir şekilde bu karakter özellikleri hep ele alınır? Büyük bir çoğunluğun ve en cahil diyebileceğimiz kişilerin dahi, kibirli insandan nefret ettiği bir gerçektir. Fakat ne var ki, bu halden kimse kendisini kurtaramamaktadır. İnsanın kibri bazen o kadar ileriye varır ki, Allah Teâlâ’yı dahi kuşatır.

Niçin, kibir?

Soruya cevap vermek hem kolay ve hem de zordur. Kolay tarafı başkasında olduğunda çabucak tenkit ederiz. Kendimizde olunca ise görmemezlikten gelir savunmaya çalışırız. Kim, ne olursa olsun, bu illet gibi olan huydan, kendini azade kılmak gayretinde olmalıdır. Bu sebeple bir insan, evliya, arif veya sıddık da olsa, onda başkan olma arzusu (riyaset), bazı hallerde hevesi, hatta hırsı bulunabilir. Post kavgalarının sebebi, her insanda az çok bulunan bu duygu ve arzudan kaynaklanmasıdır.

[Büyüklerden bazıları kaddese’llâhü sırrahu’l azîzân şöyle buyurmuşlardır:

"Sıddîkların önde gelenlerinden son çıkan şey (kötü huy) makam ve baş olma sevgisidir". Bazıları ise bu dünyevî makam ve baş olma konusunda bilinen mananın hilâfına yorum yapmışlar ve şöyle demişlerdir:

"Makam sevgisi ve lider olma sevdası, sıddîklık makamının ilk adımında çıkar (yok olur)". Bu fakirin nezdinde kesinleşen ise şu­dur:

Makam ve baş olma sevgisinin bir türü nefse bağlıdır. Bu kö­tü huy çıkmadıkça nefs tezkiye edilmiş olmaz, nefs tezkiye edilip arınmadıkça, sıddîklık şöyle dursun, velilik makamına bile ulaşıla­maz. Baştaki sözü söyleyen büyük zatların kastettiği şey, makam ve baş olma sevgisinin (nefse bağlı olan) bu türü değildir. Makam ve liderlik sevgisinin bir diğer türü beden ile alâkalıdır. Bedenin dört unsurundan ateş cüz'ü yükselmek ister. Onun tabiatından

"Ben ondan daha hayırlıyım" (Sâd, 38/76) sadâsı yükselir. Makam sev­gisinin bu kısmı, nefsin itmi'nânından sonra ve velilik mertebesi­ne hattâ sıddîklık derecesine ulaştıktan sonra oluşur. Baştaki sözü söyleyen zatlar, makam ve baş olmanın bu kısmını kastetmiş ol­malıdırlar ki onun çıkması, sıddîklık makamının sonuna ulaşma­ya bağlıdır ve Muhammedi meşrebi velilere mahsustur. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:

"Benim şeytanım Müslüman oldu'' sözüyle haber verdiği şeytanın Müslüman oluşu bu yüksek makama ulaş­maya bağlıdır. Nitekim bu, erbabına gizli değildir.

"Bu Allah Teâlâ’nın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir" (Hadîd, 21).][30]

İnsanın kendini beğenme hakkını içinde bulması bir açıdan doğru olabilir. Çünkü gerçekten yaratılış yönünden mükemmeldir. Bu kibre benzeyen davranışlardan kendini hemen kurtarmasını düşünmek, tabiî ki yanlış olacaktır. İnsan yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halifesi olması bu düşüncelere onu yöneltmesin de etkili olmaktadır. Bu ise olağan bir şeydir.

 “Sırf kendisinin manevî ve ölümsüz bir ilkesi var diye, bütün insanlık neden böbürlenir? Aşırı derecede kendini beğenmişliğinden olsa gerek. Bir tavus kuşu konuşacak olsaydı, o da ruhu ile övünür, ruhunun, o görkemli kuyruğunda olduğunu söylerdi.” [31]

“Biz insanlar akıllı varlıklarız; akıllı varlıklar da kaba, kör, duygusuz bir varlık tarafından yaratılmış olamazlar: Newton’un düşünceleriyle katır tezeği arasında herhalde bir fark olmalı. Demek ki Newton’un aklı başka bir akıldan geliyordu. Güzel bir makine gördüğümüz zaman, güzel bir makinist var, bu makinistin de güzel bir anlığı var diyoruz. Şu dünya herhalde hayran olunacak bir makine; demek ki dünyada, neresinde olursa olsun, hayran olunacak bir akıl var. Bu delil eskidir, delillerin en kötüsü değildir.” [32]

Bu sözler gösteriyorki, kibir insanın terbiye edilmesi olan bir kaderidir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki; kibirdeki sıkıntı bunu huy edinmektedir, yoksa bundan kurtulan nadirdir… Beğenilmemesi bu huyun oluşturduğu benliğin, Allah Teâlâ’ya karşı olmaya kadar varması ve isyan edenlerden olma sebebidir. Allah Teâlâ bir yasağı getirirken ve uyarırken, daha çok varacağı son noktayı esas almasıdır.

Namaz kibrin kırıldığı yer olduğu için, Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut, 45)

Kibirden kurtuluşun namazda olduğunu bu arada da yine tekrar hatırlatmış olalım.




ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR KADDESE’LLÂHÜ SIRRAH’ÜL AZÎZİN LEDÜNNÎ BİR MANZUMESİ 

 

Failâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün

 

Hâke düşmüş katreyiz deryaya girmiş çıkmışız

Gâh serrâya gehi darrâya girmiş çıkmışız

Pür gubâr olsak da pâkiz bir Hanefî meşrebiz

Dâmeni kirletmeden dünyaya girmiş çıkmışız

İmtihan olmuş meleklerle demi tahmirde

Hüccet almış menzil-i esmaya girmiş çıkmışız

Geh sehâb olmuş ser-i gülşende seyrân etmişiz

Geh şehâb olmuş akıp feyfâya girmiş çıkmışız

Geh semenden neş'e gülden bûy sümbülden edâ

Gâh berkten nur alıp minâya girmiş çıkmışız

Geh coşmuş dide-i şeydâda seylâb olmuşuz.

Geh tutuşmuş sine-i Sinâ’ya girmiş çıkmışız

Silmişiz âyine-i idrâki jeng-i ye'sten

Her seherde başka bir meclâya girmiş çıkmışız

Çeşmesâr-ı ma'rifetden akmışız vadilere

Gâh bir suğrâya gâh kübrâya girmiş çıkmışız

Yerden uçsak da sezadır kimseye bâr olmadan

Evliya bezminde hâk-i paya girmiş çıkmışız

Biz ki genciz rengi hunîninden revnak bulmadık

Şöyle yanından geçip hücraya girmiş çıkmışız

Fakrı fahretsek ne var zakkuma rağbet etmeyip

Biz gınâ-yı kalb ile kimyaya girmiş çıkmışız

Asuman görmüş süzülmüş kürsiden inmiş yere

Bu riyasız kubbe-i hadrâya girmiş çıkmışız

Nefsi tenzih etmeyiz tahdisten de geçmeyiz

Ke’s-i nâ-pâk içmeyiz takvaya girmiş çıkmışız

Zülfe el sundurmadık ruhsâra toz kondurmadık

Zulme divan durmadık helvaya girmiş çıkmışız

Çok görülmez mescid ü meyhaneden dûr olmamız

Biz kıyam u ka'deden imâya gitmiş çıkmışız

Ölmeden öldük cevâbın önce verdik Münkerin

Ruh olmuş maşeri ahyâya girmiş çıkmışız

Meh girer âhir mehaka nev-ı hilâl olmak için

Bizde bir ferda için sevdaya girmiş çıkmışız

Ahmed-i Muhtar elinden içmek üzre kevseri

Bezm-i i Musa'dan demi İsâ-ya girmiş çıkmışız.

Neş'emizden feyz alır toprak da bir gün şüphesiz

Bir ledünnî nağmeyiz kim nâya girmiş çıkmışız

Vech-i Hakk'dan başka her şeyde helaki görmüşüz

Biz bu istisna için eşyaya girmiş çıkmışız

Hamdi nisyân etme yavrum âhır i dava odur

Bil livaü'lHamdi’yiz imzaya girmiş çıkmışız.[33]

Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR kaddese’llâhü sırrah’ül azîz 

 

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

 

Toprağa düşmüş damlayız deryaya girmiş çıkmışız

Geh doruklara gehi çukurlara girmiş çıkmışız

Tozlar içinde olsak da temiz bir Hanefî[34] meşrebiz

Eteği kirletmeden dünyaya girmiş çıkmışız

İmtihan olmuş meleklerle toprağımız yoğrulduğu zaman

Hüccet almış menzil-i esmaya[35] girmiş çıkmışız

Geh bulut olmuş üstünde gül bahçesinde seyrân etmişiz

Geh göktaşı olmuş akıp çöllere girmiş çıkmışız

Geh yaseminden neşe, gülden koku, sümbülden edâ

Gâh şimşekten nur alıp derinliklere girmiş çıkmışız

Geh coşmuş divane gözünde taşkın su olmuşuz.

Geh tutuşmuş göğüs Sinâ’sına [36] girmiş çıkmışız

Silmişiz idrâk aynasından ümitsizlik kirini

Her seherde başka bir hal aynasına girmiş çıkmışız

Gürül gürül ma'rifet pınarından akmışız vadilere

Gâh bir küçüklere gâh büyüklere girmiş çıkmışız

Yerden uçsak da layıktır kimseye sıkıntı olmadan

Evliya meclisinde ayak tozuna girmiş çıkmışız

Biz ki defineyiz rengi hunîninden parlaklık bulmadık

Şöyle yanından geçip hücreye girmiş çıkmışız

Fakrı öğünsek ne var dünyaya rağbet etmeyip

Biz kalb zenginliği ile kimyaya girmiş çıkmışız

Gökyüzünü görmüş süzülmüş kürsiden inmiş yere

Bu riyasız kubbe-i hadrâya[37] girmiş çıkmışız

Nefsi tenzih[38] etmeyiz şükürden de vaz geçmeyiz

Kadeh-i içki içmeyiz takvaya girmiş çıkmışız

Zülfe el dokundurmadık yüze toz kondurmadık

Zulme divan durmadık tatlılığa girmiş çıkmışız

Çok görülmez mescid ve meyhaneden uzak olmamız

Biz kıyam u ka'deden[39] işaretle gitmiş çıkmışız

Ölmeden öldük cevâbın önce verdik Münkerin

Ruh olmuş dirilme günü topluluğuna girmiş çıkmışız

Ay girer sonunda karanlığa yeni hilâl olmak için

Bizde bir ahiret için bu sevdaya girmiş çıkmışız

Ahmed-i Muhtar [40] elinden içmek için kevseri

Musa  meclisinden  İsâ zamanına girmiş çıkmışız.

Neş'emizden feyz alır toprak da bir gün şüphesiz

Bir ledünnî nağmeyiz kim neye girmiş çıkmışız

Hakk yüzünden başka her şeyde yok oluşu görmüşüz

Biz bunu anlamak için dünyaya girmiş çıkmışız

Hamdi unutma yavrum son dava odur

Bil, livaü'l Hamdi’yiz [41] imzaya girmiş çıkmışız.[42]




HZ. ALİ KERREMALLÂHÜ VECHENİN YÜCE İRFANI

[Bir Ramazan günü, Cenâb-ı Nebî, huzûr-ı seâdete gelen dostla­rına rafdaki karpuzu göstererek:

"— Şunu keser misiniz, canım istiyor" buyurmuşlar. Lâkin ki­me söylüyorsa:

"— Yâ Resûlâllah! Bugün Ramazandır. Herhalde unutduruldunuz" cevâbını alıyorlar.

Bir aralık Cenâb-ı Ali Kerremallahü vecheh, Huzûr-ı Risâlete giriyorlar.  Hâdî-i Sübül Aleyhi Salâvâtülküll Efendimiz,  İmâm Ali'ye de aynı şekilde:

"— Yâ Ali! Bugün canım çok karpuz istiyor, şu karpuzu kes de yiyelim" buyurunca, İmâm-ı Huda Cenâb-ı Ali derhâl kalkıyor, karpuzu kesmeye teşebbüs ederken, huzûr-ı Nebî'de bulunan Eshâb-ı Kiram:

"—Yâ Ali! Ramazan olduğunu unutdun!" diyorlar.

Bunun üzerine O, İlim Şehrinin Kapısı, Mir'ât-ı Nebî, İmâm Ali:

"— Ben Ramazanı da, orucu da kendilerinden öğrendim. Bana ye derlerse yerim, tut derlerse tutarım" diye cevab veriyorlar.

İmâmü'l-Enbiyâ da tebessüm ederek:

"— Hepimiz yiyeceğiz. Şimdi taraf-ı İlâhîden Cibril geldi, bugün bayram olduğunu haber verdi. Yalnız dikkat edin! Hepiniz Ali gibi olmaya çalışın!" buyuruyorlar.

İşte İmâm Ali yalnız bu hâdisede ya'ni Cenâb-ı Peygamber: "Resûlüllah kelimesini sil yâ Ali!" dedikleri zaman:

"— Silemeyeceğim yâ Resûlâllah!" demişdi.Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber:

"— Bana veriniz" diyerek, muahedenin metninden kendi müba­rek elleriyle (Resûlüllah) ta'bîrini çizdiler, yerine (İbn-i Abdillâh) kelimelerini yazdılar.][43]

Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimizin bu iki hali teslimiyetin iki yönüne işaret eder. Eğer emir emredilene dönük ise zarar ve kârın aranmayıp sonsuz itaat etmeyi; tabi olduğu kişi hakkında hükmü vermekte ise hüküm tarafının iradesinden zuhur edecek şeyde ona tazim ederek edebi muhafaza ederek geri durmanın gerektiğini göstermiştir. İkinci durumun en güzel izahı için şunu hatırlayabiliriz. Hz. Hamza aleyhisselâmı şehid eden Vahşi radiyallâhu anh Müslüman olmuştu. Fakat  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun kendisine görünmemesini arzu etmişti.  Çünkü acısını hatırlatıyordu. Ne de olsa sebep Vahşi olmuştu. Sonuç olarak bu durumdan çıkarılacak hisse; her iş, fiil, düşüncenin bir bedeli vardır. Doğru yaptığını sandığımız nice hareketlerimiz yüzünden canımızı yakarız da telafisi olmaz durumlar başımızı sarar. Allah Teâlâ’nın bizi doğru yaptığımızı sandığımız hareketlerden muhafaza buyurmasını dileriz..


 



[1] (TANYOLAÇ, 2007 ), s. 93-98

[2] Sad, 35

[3] Neml, 16

[4] Sebe, 12

[5] Enbiya, 82

[6] Enbiya, 81

[7] Sebe, 12

[8] Sebe, 13

[9] Neml, 40

[10] Sad, 35

[11] İsra; 81

 

Kaynakça

TANYOLAÇ Bahadır Nanoteknolojiye Ülkesel Stratejik Yaklasım Nasıl Olmalıdır? [Kitap]. - Gebze : Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü Strateji Bilimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 210694, 2007 .

[12] (Büyük Selçuklu Devleti/1038-1194; Harezmşahlar Devleti/1097-1231; Irak Selçuklu Devleti/1157-1194; Türkiye Selçuklu Devleti/1092-1307; Osmanlı Devleti/1299-1922; Eyyubîler Devleti/1171-1348; Timurlular Devleti/1370-1506)

[13] Nagehan Alçı “Oyuncak”, Kaynak: www.aksam.com.tr 3

[14]  ÖZEL İsmet Neyi Kaybettiğini Hatırla [Kitap]. - İstanbul : Şule, 2006,s.36-38

[15] (Alauddin Ali b. Abdülmelik b. Kadı Han Müttaki el-Hindi, Kenzü’l-ummâl fî süneni’l-akval ve’lef’al, III, 315)

[16]  Tur, 46

 

 

[17] Alvin Toffler (doğumu 3 Ekim 1928), sayısal devrimiiletişim devriminişirket devrimini ve teknolojik tekilliği tartışan çalışmalarıyla bilinen ABD'li yazar ve gelecekçidirFortune dergisinin eski bir editörü olarak önceki çalışmaları teknoloji ve (bilgi bombardımanı gibi) onun etkileri üzerineydi. Sonra toplumdaki değişimleri ve tepkileri incelemeye başladı. Daha sonraki çalışmalarının odağını 21. yüzyılda askeri donanımın artan gücü, silah ve teknolojinin yayılımı ve kapitalizm oluşturdu. Kendisi de yazar ve gelecekçi olan Heidi Toffler ile evlidir. Los Angeles şehrinde yaşamaktadırlar. "Alvin Toffler"a ithaf edilen kitapları birlikte yazmaktadırlar. Yönetim danışmanlığı şirketi AccentureBill Gates ve Peter Drucker'dan sonra onu iş liderleri arasında üçüncü en etkili ses olarak nitelendirdi. Financial Times tarafından "dünyanın en ünlü gelecekçisi" olarak da tanımlandı.

[18] Tulekâ: Talîk’in cem’idir. Mekke fethedilince esir durumuna düştüğü halde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin esir muamelesi yapmayıp, azad ettiği Mekke halkına denir. Mekke feth olunca İçinde müslüman olmayanlar da vardı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekkelilere:

“Gidin serbestsiniz” demiş, kendisine zulmün, işkencenin, hakaretin her çeşidini yapan bir saat öncesine  kadar kendisini yok etmek için bütün güçleriyle çalışmış, çalışanları desteklemiş, bu maksatla Bedir, Uhud, Hendek savaşlarını tertiplemiş olan Mekkelileri birkaç kişi hâriç toptan affetmiş, sizler tulekâ’sınız demiştir. Tulekâ, “azad edilmişler” manasına gelir. Tulekâ demesi, belirttiğimiz üzere harp hukukuna göre, savaşta ele geçirilmeleri sebebiyle esir hükmünde olmalarındandır.

[19] Bakara, 106

[20] İbrahim, 28

[21] Şerif MARDİN: İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000.s.15

[22] Asimetrik: Aralarında (simetri) bakışım bulunmayan (iki şey) veya iki yanı arasında bakışım olmayan (bir şey),

[23] Berman, M.. Katı Olan Her şey Buharlasıyor, (trc.: Ü. Altuğ ve B. Peker),İstanbul: İletisim Yay., 2006.s.28-29

 

[24] Avşar, Birinci Dünya…, s.44-45

[25] Birsen Karaca, Sözde Ermeni Soykırımı Projesi;Toplumsal Bellek ve Sinema, Say Yayınları, İstanbul, 2006, s.9

[26] fatma@turkishforum.com Erişim Tarihi:07.06.2007

[27] Yusuf Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni iddiaları, Babıâli Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.109

[28] Nahl, 105

[29] Ebu Davud

KAYNAKÇA

BOYACI Yurdagül, Uluslararası Güç Mücadelesinde Psikolojik Savaşın Rolü [Kitap]. - Ankara : Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler 206095-Yüksek Lisans Tezi , 2007 .

[30] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Ma'ârif-I Ledünniyye (Ariflerin Halleri) tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun, İstanbul, 2006,  99

[31] Voltaire, SeçmelerHazırlayan: Selahaddin Küçük, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1975. , s. 163.

[32] Voltaire Felsefe Sözlügü 1-2trc: Lütfi Ay, İstanbul, İnkılap ve Aka Yay.Tsz. c. 2, s. 177.

[33] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR sempozyumu, TDVY/109, Ankara, 1993, s.333

[34] Hanif: (ara.) er. l. Tek Allah Teâlâ'ya, Allah Teâlâ'nın birliğine inanan. 2. İslam inancına sıkı ve samimi olarak bağlanan. 3. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tebliğinden önce Mekke'de tek Allah Teâlâ'ya inananlar.

[35] “Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” Bakara, 31

[36] Sina: Allah Teâlâ kelâmına Musa aleyhisselâmın nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi.

[37] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri saadetinin bulunduğu yer

[38] Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Allah Teâlâ’yı her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

[39] kıyam ve ka'deden: namazdaki ayakta ve durma

[40] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem

[41] Liva-ül hamd: Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bayrağı. Ona inananlar kıyametten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.

[42] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR sempozyumu, TDVY/109, Ankara, 1993, s.333

[43] YEŞİL, Ş. (2007). Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem). İstanbul, 317-318

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar