Seçki -6-
İçindekiler [kapat]
AVATAR FİLMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
İleri teknoloji; nanoteknoloji, bilişim, robotlar,
yapay akıl vb. hayatın tüm alanlarına girerek insanüstü bir hayata
geçilmesidir. Daha ileri seviyede hemen hemen tüm konularda yüksek düzeyde
yapay akıl içeren bilgisayarların karar vermesi ile insanların bağımsızlığı ve
kendi kendilerine karar alma mekanizmalarını kaybetmesidir de denilebilir.
[Her zaman, “Değişmeyen tek şey
değişimdir” denilmiştir. İnsanların gözden kaçırdıkları sorun,
değişecek şeylerin sadece nesneler olmaması gerekliliğidir. Bizlerin de, aynı
şekilde değişime açık olmamız gerekmektedir. Asıl sorun, değişimin hızının
sabit olmamasıdır. Değişim artık hızlanmakta ve teknolojik gelişmeler yatay
olarak değil, dikey olarak hareket etmektedir.
Teknoloji ve onun kaynağını oluşturan bilim, doğrudan
bir üretici güç haline gelmiştir ve bu, çağımızın ayırt edici, özelliğidir.
Fakat teknolojinin hızlı seyri ve değişimi, sorunlar meydana getirmektedir.
Ülkelerin politikaları da, bu değişime paralel olarak bilim veya teknoloji
politikaları haline gelmiş ve bu politikalar bütünüyle maneviyattan
uzaklaşarak, ekonomiye ve içtimâi hayata ilişkin kavramlarla örülmeye
başlanmıştır.
Teknolojinin ilerlemesine misal olarak nanoteknolojiyi
ele alalım. Bu teknoloji ile gelecek, geçmişteki hayallere kavuşulacağı
anlatmaktadır. Yani bugün bilmediğimiz başka teknolojilerde insanlar tarafından
bulunacak ve insanlık akıl almaz sınırlara erişecek, demektedir.
Maddenin atomik katmanda işlenebilme ihtimalini ilk
kez dile getiren Richard Fenyman, nanoteknoloji için şunları söylemiştir:
“Nanoteknoloji, öyle zannediyorum ki, kaçınılmaz bir
gelişme olacaktır”. Kaçınılmaz olsa da, nanoteknolojinin mevcut düzeni kökten
değiştirecek doğasını önceden tahmin edilebilmekteyiz. Bu şekilde teknolojideki
gelişmelerin tarihine bakıldığında, belirli aralıklarla tarih sahnesine çıkan
bazı teknolojilerin neredeyse bütün ekonomik ve içtimâi faaliyet alanlarında
inanılmaz değişikliklere yol açtıkları görmek kaderimiz olacaktır. ][1]
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman aleyhisselâmın yanında
bulunan kişi hakkında gelen ayet teknolojin ulaşacağı seviyeyi haber
vermektedir.
“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden
sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen,
karşılıksız armağan edensin.”[2]
Bu ayette haber verilen Hz. Süleyman aleyhisselâmın
duasına Allah Teâlâ, icabet etmiş ve onu kendi katından çok büyük nimetlerle ve
üstün ilimlerle desteklemiş, ona hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mülk, görkemli
bir saltanat, eşi ve benzeri bulunmayan bir hâkimiyet vermiştir. Hz. Süleyman
aleyhisselâmın hayatından bazı bölümlerin aktarıldığı ayetlerde bu
zenginlikten, güç ve iktidardan, sahip olduğu ilimleri kullanış şeklinden pek
çok detay verilir.
Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâma kuşların
konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim sayesinde ordusunda kuşlardan oluşan
bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman aleyhisselâm bu vesileyle
kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir.
... “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili
öğretildi ve bize herşeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir
üstünlüktür.” [3]
Hakikatte bu ayet, ahir zamanda benzeri
kullanılacak olan üstün bir teknolojinin varlığına dikkat çekiliyor da
olabilir. Bu kıssada geçen kuşlarla, bildiğimiz kuşlara değil, bugün
kullanılmakta olan pilotsuz uçaklara da işaret ediliyor olabilir.
Hz. Süleyman aleyhisselâmın cinler ve şeytanlar
üzerinde büyük bir hâkimiyeti olduğu bilinmektedir.
"... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş
gören bir kısım cinler vardı..."[4]
"... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan
başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." [5]
Yine Allah Teâlâ, rüzgârı, Hz. Süleyman aleyhisselâmın
emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkân
sağlamıştır. Bu ifadeyle Hz. Süleyman aleyhisselâm döneminde ve aynı şekilde
ahir zamanda rüzgâr enerjisinin, teknolojide kullanılacağına;
“Süleyman için de, fırtına biçiminde esen
rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere
akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.” [6]
Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine "fırtına
biçimindeki rüzgârın" verildiğinin belirtilmesiyle, ahir zamanda gelişecek
yüksek uçak teknolojisine;
“Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü
bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik)…” [7]
Ayette yer alan "… sabah gidişi bir ay,
akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik)…" ifadesi
ile Hz. Süleyman aleyhisselâmın çeşitli bölgeler arasında hızlı bir şekilde
hareket ettiğine dikkat çekiliyor olabilir.
Hz. Süleyman emrindeki şeytan ve cinleri
kullanarak erimiş bakırdan hem dekorasyon, hem de kullanım amaçlı geniş
çanaklar, kazanlar ve heykeller yaptırmıştır. Nitekim bu çanak, kazan ve
heykellerden ayetlerde söz edilmektedir.[8]
Sebe Melikesinin tahtının getirilmesi de
ışınlama teknolojinin habercisidir.
“Kitabın bilgisine sahip olan biri: “Gözünü açıp
kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş
görünce: “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan
Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat
nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir” dedi. [9]
Burada asıl bahsedeceğimiz konu Allah Teâlâ Hz.
Süleyman aleyhisselâmı İsrailoğullarına bir uyarıcı ve korkutucu olarak
göndermiştir. Bugünde teknolojide Yahudilerin ileri gitmesi de ayrı bu
ayetlerin işaretidir. Bu nedenle teknolojide Yahudi egemenliği hiçbir zaman
geçilemeyecek olması da insanlığın acı bir kaderidir.
“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden
sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen,
karşılıksız armağan edensin.” [10]
Yahudilerin sonsuz hırsları ile arayışları halen devam
etmektedir. Hz. Süleyman aleyhisselâm ile günümüz teknolojisinden daha ileri
bir seviye ile anlatılması İsrailoğullarındaki bu ilerleyişin işareti
olacağıdır. Bu nedenle İsrail Mescid-i Aksa ve çevresindeki kazılar yapması bu
ilerlemiş teknolojinin kalıntılarına bilgilerine ulaşmak istemesinden başka bir
şey değildir.
Bugün Küdüs’te ağlama duvarı ve Mescid-i Aksa’yı
çevirerek, arkeolojik kazı yaptıklarını söyleyen İsrail, kazının niçin,
mescidin altına yöneldiği sorusunu açıklayamamaktadır. Bugünkü Mescidi Aksa’nın
yerinde daha önce, Süleyman Heykeli diğer adıyla Siyon Mabedi adını verdikleri
bir mabedin bulunduğunu ve bu mabedden bugün geriye kalan tek şeyin Ağlama
Duvarı adını verdikleri duvar olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yüzden
Yahudiler Mescidi Aksa’nın mevcut şeklini yıkarak daha önce yerinde bulunduğunu
ileri sürdükleri Siyon Mabedi’ni (Matrix Filmi, Zion’u hatırlayınız) inşa
etmeyi amaçlamaktadırlar diye düşünülürse de asıl hedefin bulmak istedikleri
ileri teknolojinin sırları ile insanlığa hükmetmektir.
Irk olarak hırslı olan Yahudilerin bu işlere girişmesi
de yapıları ve kişilikleri açısından yapması olağan işlerdir. Ancak Allah Teâlâ
onların dünyaya hükmetme istekleriyle teknolojideki gayretlerini insanlığa
hizmete çevirmesi de cilve-i rahmanisidir. Kadın çocuğu için doğum sancılarına
katlanırken sonuçta neslinin devamını düşünür. Toprak kazma ve kürekle
hırpalanmasından dolayı üzülmez. İçine atılacak her tohum ancak kazma ve
küreğin darbeleri ile ürün verme kabiliyetini bulur. Her sıkıntı bir
rahatlamanın habercisidir.
Avatar Filmi’de bahsettiğimiz konu ile ilgili olarak
uygarlığın ve teknolojinin insan topluluklarına, maddi güç ve zenginlik için
yaşattığı acıları ve geleceği anlatan bir filmdir. Ancak uygarlığın
her şey olmadığı, az gelişmiş olmak ve insanların güçlü dinleri ile de mutlu
olup başarıya ulaşabileceklerini, gururlu teknolojiyi mağlup edebileceklerini
görüyoruz.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl
yıkılmaya mahkûmdur.” [11]
“YUNUS” ‘LAR YOK OLUNCA, OYUNCAKLAR VAR OLUR !
Hz. Yunus’un (1238-1321) çıktığı döneme
bakıldığında yine birbirine karışmış olan devlet ve millet hayatı ve
huzursuzluklar almış başını gidiyordu.[12] Yenilenmenin,
entrikanın her birisinin fazlaca olduğu bir zamanda, insanlara kendini kabul
ettiren bu şahsiyetin, temelindeki kuvvetin ne olduğu hakkında bugün birçok
yorum yapabiliriz. O günden bugüne doğru geldiğimizde ise, hepimizin birer
kurtarıcı rolüne soyunduğu, olmazsa olmazları olanların bile hepsinde
görülmeyen birkaç hususu göz önüne aldığımızda, çokta iyi bir yerde olmadığımız
görülmektedir. Bizim burada ele almak istediğimiz husus, avam sınıfı
diyebileceğimiz kısmın, sürekli olarak terk ediliyor olmasıdır. Avam sınıfı
zümre, ancak yükleme ve kullanılma zamanında hatıra gelirken, yetiştirilme
tarzında hep unutmuş, çıkan kaoslara akıllılar çare üretelim derken, maalesef
içi boşalmış kabaklar haline gelinmiş, halk kitlelerini kurtarmak için
çaresizliğe ve zaman kaybına düşülmüştür.
İlgilenilmeyen insan tipleri ile birileri mutlaka
ilgilenmiştir. Burada önemli olan ise, bu kişilerle ilgilenenlerin ne için
ilgilendiği sorusunu akıl ister istemez algılayıp, çeşitli soruları da
beraberinde getirmiştir. Sonsuz çıkarları olan insanı
düşündüğümüzde, yapılanların ve olayların birer tesadüf olması ihtimali tabi ki
düşünülemez. Maddeci görüşün temel kabul ettiği nesne de “tesadüf” dür.
Çünkü tesadüf: Maddeciliğin Tanrısı’ dır.
Tesadüflerin olmadığı bir hayatı yaşıyoruz. Bir gün
bakıyoruz ki olmadık bir yerden beklenmedik bir kriz çıkıyor. Büyük bir şirket
battı deniyor. Batan falan yok aslında, batırılıyor. Sonra biri çıkıyor ve bir
tahminde bulunuyor. Sanki o gelecek hakkında ipuçları veren ve çok ileriyi
görüyormuş gibi, insanları etkiliyor. Bir zaman sonra görülüyor ki, beslemeli
bilgi ile hiçbir şeyin tesadüf olmadığı hayatımızda sönüp gidiyor…
Son zamanlarda dikkat edecek olduğumuz bir husus ise,
kısa vadeli şöhretler ile insanların egoları, libidoları, içsel ne kadar
dürtüleri varsa tatmin edilerek, yıkıma uğramış yetenekler eleniyor ya da
tespiti yapılıyor. Birileri istatistik yapma düşüncesi altında uzun vadeli
projeler üreterek, kişilerin ulaşamayacağı büyük bir topluluğun alt yapısını
çözmek için, basit ve geleceği olmayan analiz temelli televizyon şovları veya
programları düzenleyerek, insanların kıymetli zamanlarını tüketiyorlar.
Hz. Ali kerremallâhü vechenin, çocukları gelecek
yıllara göre yetiştirin diye bir tavsiyesi vardır. Ancak birilerinin, bugünün
çocukları ya da insanlarını gelecekte bizim istediğimiz şekilde nasıl kontrol
edebiliriz kaygıları ve planları vardır. [Onun için bir ülkenin geleceğini
tahmin etmek ve o ülkenin dünyadaki etkinliğini ölçmek için bakmamız gereken
önemli bir nesne de oyuncaklardır.
Oyuncaklar, 1900’lerin başında bu gün bildiğimiz
kavramlardan oldukça farklıydı. Bir kompozisyon şeklinde tasarlanıp, içine
küçük objeler yerleştirilerek kendi içinde özel bir dünya oluştuluyordu. Sonra
1920 yapımı “oyuncak hastaneler” var oldu. Bir
platformun üzerine yerleştirilmiş bina benzetiminin içinde, minik minik
yataklar, üzeri kanlı hastalar, çalışan doktor ve hemşireler yer alıyordu.
Bu “oyuncak hastane” dünya savaşının izlerini
taşıyordu. O dönemde hastaneler dolup taşıyor, çocuklara da savaşın sonuçlarını,
bu oyuncaklar vasıtasıyla anlatılıyordu. Hitler başa geçer
geçmez “Reich oyuncakları”nı tasarlattı. Yine büyükçe
bir platform üzerinde bir kürsü yer alıyordu. Bu kürsünün üzerinden Hitler,
yüzlerce askere sesleniyor, arka planda da Alman gençleri üretim yapıyorlardı.
1930’un başlarında tasarlanan bu oyuncaklarla büyüyen
birçok Alman çocuk bulunuyordu. Onlar liderlerinin kim olduğunu ve toplumda ne
yapmaları gerektiğini bu oyuncaklara bakarak öğrenmişlerdi.
1950’lerde ise kız çocuklarına yönelik “mutfak
oyuncaklar” üretildi. O mutfaklarda ise bugünün modern büyük
mutfaklarını aratmayacak şekilde her türlü detay düşünülmüştü. Sıra sıra
tenceler, tavalar, pasta kalıpları vardı. Şık giyimli bir kadın tezgâhta yemek
yapıyordu. Bu da kadının toplumdaki yerini onlarla oynayıp büyüyen çocuklara
öğretiyordu.
1970’lerin sonuna kadar devam eden ve bugünkü biblo
kavramına denk gelen oyuncak kavramı çok renkli, çok detaylıydı. Tek bir
oyuncak bile adeta yaşayan bir dünya vaat ediyordu. Bunun sebebi ise o dönemin
şartlarıydı. Televizyon, bilgisayar, atari gibi görsel bir sunum olmadığı için
o zamanın çocukları hayal dünyalarını bu oyuncaklarla şekillendiriyorlardı.
Kısacası geleceğin yetişkinleri bu küçük dünyalara
bakarak kendi dünyalarını oluşturuyorlardı. Teknolojinin hızla gelişmesi ve
seri üretime geçilmesi, oyuncak kavramını adeta atomize etti. Artık seyirlik
oyuncaklar yerine, “kullan-at” bebekler, arabalar,
çeşitli türden oyuncaklar üretilmeye başlandı. Bu da aslında şaşırtıcı değildi
çünkü devir “hızlı tüket ve zincirin parçası ol” devriydi.
O basit ve kısa ömürlü oyuncaklar da tıpkı Hitler döneminin oyuncakları gibi
devrini yansıtıyor ve gelecek ile ilgili bilgiler veriyordu… Bu oyuncaklarla
oynayan 80’lerin çocukları büyük endüstri zincirlerinin parçası olacak, tek bir
noktaya yoğunlaşacak ve muhafaza değil tüketim odaklı
yaşayacaklardı.
2000’lere gelince... Bugün oyuncaklar basit olmalarına
karşın çok renkli, hareketli ve gürültülü. Erkeğin gücüne vurgu yapan Örümcek
Adam, Süpermen, Batman gibi kahramanlar, bilgisayar
çağının “tek tuşla yönetim” özelliğini yansıtan uzaktan
kumandalı arabalar, robotlar vb... Bu oyuncaklar odaklanmanın güçleştiğine
işaret ediyor. Gürültülü ve hareketli çevrelerde yaşayan çocukların tek bir
şeyle ilgilenmesi oldukça zor gibi görünüyor. Bunu sağlamak için ses ve
ışıklardan yararlanılarak durağanlığı yokluk olarak algılayan, aksiyon
bağımlısı birey tipleri oluşturuluyor.
Ülkemizde ise üretilen oyuncak sayısı yok denecek
kadar azdır. Bu durum ise ister istemez, dünyadaki üretim gücünde ve karar
mekanizmasında söz sahibi olamadığımıza ve olamayacağımıza işaret ediyor. Çünkü oyuncaklar, çocukların büyüme
çağında ve gelecekteki rollerini şekillendirmede bahsettiğimiz üzere önemli bir
role sahiptir. Türkiye oyuncak üretimine dâhil olamadığı, dünya çapında bilinen
çocukların sevmekle beraber oynamak için arzu duyacağı bir sanal kahraman dahi
oluşturamadığı için bu süreçten de bir şekilde dışlanmış durumda
kalmaktadır.
Yaşadığımız zamanda bu sürecin efendisi sayılabilecek,
oyuncakların tartışmasız lider üreticisi kimin olabileceği, bir çok alanda da
görüldüğü üzere “Made in China ya da P.R.C “ ismiyle öne çıkan Çinliler olduğu
görülmektedir. 10 yıl sonraki dünya portresi gözünüzde canlandığında, Çin’nin
durumu artık ne ifade ediyor, düşünmek gerekir.][13]
Çin görünen yüz ve kukladır. Asıl onun arkasındaki
oynatıcı, fikir babası, akla hayale gelmeyecek bir yerde ve orada olmalıdır.
Çin’nin her ülke gibi kültürel bir temeli vardır. Fakat kimlikleri dünya
üzerinde hemen fark edildiğinden, onların belirli bir sınırdan öteye
geçemeyeceklerini tarih hep göstermiştir. Bu nedenle, bir zaman büyük dünya
savaşların çıkmasını sağlayan finansörlere, uzun vadeli stratejilerini harekete
geçirebilmeleri için daha çok oyuncak tipleri, projeler üretmek zorundadırlar.
Bu bahsedilen şeyleri engelleyecek yazının başında da
belirttiğimiz gibi bizim samimi içten fedakâr Yunus’lardır. Onlar toplumun
kilit noktalarıdır. Onlarsız bir milletin hayatı şekillenmediği gibi gelecek
vadeden nesillerin gelmesi de düşünülemez.
Yunus’lar bizim iç dünyamızın karalıklarını silen,
sükûnet veren ve gelecek vadeden tiplerdir.
MEDYANIN GÜCÜ
“Günümüzde medyanın gücünden sıkça söz ediliyor. Çoğu
kimse böyle bir illüzyona kapılmış gibi. Dünya elli yıl öncesine göre kitle
iletişim araçlarının hem nicelikleri, hem de nitelikleri bakımından büyük
değişim geçirdi. Haberleşme teknolojisinin neler gerçekleştirdiğini saymakla
bitiremiyoruz. Medyanın yaygınlık alanının şaşırtıcı boyutlara ulaştığını
kabul etmemek mümkün değil. Hatta bunun şakasını da yapıyorlar:
" -BİR SİNEKLE BİR DEVLET BAŞKANI ARASINDA NE
BENZERLİK VARDIR?
- HER İKİSİ DE GAZETEYLE ÖLDÜRÜLEBİLİR".
Ama bu sadece bir şaka ve şakayı gerçekle
karıştıranları çok acı tecrübelerin beklediğini söyleyebiliriz.
Kitle iletişim araçlarının kendi başına bir güç olduğu
vaki değil. Gerçi medyanın yönlendirmesinden etkilenen çok sayıda insan var,
ama yönlendirmeyi medya kendi iktidarının bir tezahürü olarak yürürlüğe
koymuyor. Medyanın yönünü bizatihi iktidar belirliyor. Dolayısıyla, medya
tarafından sevk ve idare ediliyor gibi olan insanlar medya olmadan da iktidarın
başka araçlarıyla zaten sevk ve idare edilmekte bulunan insanlardır. Medyanın
kendine mahsus hedefleri yok, bu yüzden bağımsızlığından söz etmek yanlış. Hattâ
dünya çapında medyanın özerk bir karaktere bile sahip olduğu söylenemez. Kısmî
dahi olsa özerkliği elinde tutan medyatik güç Körfez Savaşı sırasında dünyanın
tek televizyon kanalına mahkum olmasını önleyebilirdi.
Günümüz iktidarları medyasız etkinlik gösteremiyor. Bu
onun geçmiş dönem iktidarlarından en bariz farkı. Öyleyse iktidarın muhtaç
olduğu bir araç olarak medyanın gücünden söz etmeli değil miyiz? Hayır, çünkü
medya ile iktidar arasındaki ilişki bir geminin mürettebatı ile kaptanı
arasındaki ilişki gibi değil. İktidar medyayı kendi gücünün zorunlu uzantısı
olarak meydana getirmiştir, "iktidar bozar, mutlak iktidar
mutlaka bozar" sözü, medyayı etkin kılarak gücünü tanıtmayı
gözeten iktidar için bilhassa geçerlidir. Eğer toplumda medyanın sebep olduğu
bir tahribattan söz edilecekse, bu tahribatın iktidarın arzuladığı bir sonuç
olduğunun bilinmesi gerek. Çünkü iktidar baskısını ancak kitleyi kitlevî
nitelikte tutmak suretiyle yürürlüğe sokabilir.
Bu yüzden medya dolayısıyla doğan aksaklıkların
giderilmesini medyadan beklemek tıpkı teknolojinin yıktığını teknolojinin
onarmasını beklemek gibidir. Efendisine kızıp uşağı dövmeye kalkışanlar, bunu
başaramadıkları zaman o efendi tarafından dövdürülmüş duruma düşerler.
Başardıkları zaman ise kendi efendilik konumlarını kaybetmiş olurlar.
Efendiliğimizi korumamız için efendi ile dövüşebilecek şartları kollamamız
gerek.”[14]
Bu sözler beş yıl önce yazıldığı halde içeriği ile
bugün de aynı durumların devam ettiğini göstermektedir. Kuvvet ve kudret yanlış
yapma hakkını kimseye vermez. Haddini aşan mağdurla, kuvvetini gösteren
arasında hiçbir fark yoktur. Derler ya “Düşmez Kalkmaz Bir Allah Teâlâ’dır.”
Söylenecek sözleri, yapılacak hareketleri yerli yerince hakkaniyetle uygulamak
ne güzel bir şeydir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Bela (ağızdan çıkan) söze bağlıdır, eğer bir kimse
başkasını köpek sütü emdi diye ayıplarsa, o kimse de, o köpekten süt emer. Yani
bir kimse, bir başkasını kötü bir iş yapmakla ayıplarsa, ayıpladığı o kötü iş,
onun kendi başına mutlaka gelir.” [15]
İnsan yıllar yılı geçse ettiğinden geri kalmaz. Öyle
ki yıkılmaz insan önce dostları sonra kendi eliyle yaptığı işler ile perişan
hale gelirde telafisi mümkün olamaz. Musa aleyhisselâm, Allah Teâlâ’ya
kavmindeki fitneciyi sorarken, Allah Teâlâ
“benim dedikodu yapmamı istiyorsun” demiştir.
Önemli olan mevzu, hırsları ve bir yerlere gelmek için
verilmiş ödünler karşılığında şahsiyet enflasyonuna düşmemek gerektiğidir.
Sonunda her yuvarlanan taş yerini bulur. Fakat bu arada ezilmemek büyük
erdemdir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“O gün ki, onların tuzakları kendileri için hiçbir
fâide vermeyecektir. Ve onlara yardım da edilmeyecektir.”[16]
Sonuçta insanlar emellerine kavuşmak için doğru ve
dürüst yolları kendilerine seçmezlerse eşilen kuyular onların zindanı
olacaktır.
AH BU YARDIM KURULUŞLARI…!
Bir arkadaşım geldi. Eşinden dert yanıyordu.
“Bıktım usandım hanımın kermeslerinden, yardım
toplamalarından, benimle ilgilenmiyor. Her gün tost yemekten bıktım. Bize sulu
yemek yiyebilmek artık haram mı oldu..?”
İlk bakışta eşi doğru yapıyor gibi gözüküyordu. Lakin
kaçırılan bir yer vardı, o da kocasının bir şekilde ihmal edilmesiydi ki,
aslında çok önemli bir durumdu. Yapılanlar en nihayetinde bir yardımdır ama biz
de yardım işlerinden elini çeksin dahi diyemedik. Nasıl diyebiliriz ki, “sabret
kardeşim, sabret” diyerek olayı geçiştirdik.
Bahsedilen bu durum, aslında bir sorun olmakla
birlikte, asıl konu bunu bizim nasıl çözmemiz gerektiğiydi. İyilik adına birisi
yuvasını huzursuz ediyor. Bizde buna çıkar bir çare üretemiyoruz. Toplumun bu
şekilde çaresiz kaldığı durumda ne yapmak gerekir?, diye düşünmemek elde değil.
En basitinden televizyon ya da internete bakarsanız toplum sürekli yardımlaşma
çağrılmakta, olması mümkün olmayan senaryolar masa başında üretilerek servis
edilip sunulmaktadır. Hiç dikkat ettiniz mi? Bütün senaryolar alt
tabaka üzerine kurulmuş, elit, lüks hayat yaşayan insanlar, kasıtlı olarak
unutulmuş durumdadır. Kendimce hiç zengin kesimin yardım konularındaki
faaliyetlere reklam amaçlı olanların dışında örnek hiçbir numune yok gibidir.
Sanki yardım etmek cebinde az parası olan, zar zor geçinen insanlar için var.
Tabi ki yardım kuruluşlarının görünüşteki cazibeliği, insanları kendilerine
çekiyor. Ancak bu çekmenin, bazen boyuna sarılmış gibi bir durumda olduğunu
düşününce, boğduğu birçok insanı da görmezlikten gelemeyiz. Bir yeri
kurtaranlar, başka bir yeri yıkarak bunu yapacaklarsa, bu yardım acaba aslında
neye hizmet ediyor?, diye hiç düşündünüz mü? Zannımca şeytanın en tehlikeli
tuzaklarından biri burada ortaya çıkmaktadır. O da “iyilikle aldanma” dan
başka bir şey değildir.
Günümüzde yeni bir yardım şekli de “yurt
dışındaki insanlara yardım etmek” şekline dönüştü. Bu kampanyalar
nasıl başlatıldı diyebilirsiniz. Çünkü içerdeki yardımın bir şekilde ayrıntısı
gözden kaçmayacaktır. Dış ülkelerdekiler ise Allah Teâlâ’ya ve vicdana emanet.
Daha doğrusu bu türlü yardımın istismarını yapmak çok daha kolaydır. Tesadüfen
reklamına rast geldiğim bir kuruluşun, kendi yapmadığı yardımı, kendi yardımı
gibi gösteren hayır kuruluşu, sizce de ne kadar samimi olabilir ki? Bunu da
utanmadan, etrafa reklam edişlerini görünce insan üzülmektedir.
Memleketimizde, gerçek anlamda insanî yardıma muhtaç
bir talebenin, asgari düzeyde ihtiyaçlarını dahi gidermeden, dışarıda yaşayan
insanları düşünmek, samimilikten uzak bir bakışla içi boşaltmaktan başka bir
şey değildir. Yani, para yardımı aldığımız yerin zayıflamasına rağmen, dışarıya
gönderdiğimiz az bir yardımla, ne orayı kalkındırabiliriz nede içindeki
insanlara faydalı olabiliriz. Uzak yerlerdeki davul sesi kulağa hoş gelir
hesabı, aslında emperyalist emelleri olanlara, yardım etmekten başka bir şey
yapılmıyor diyebiliriz. Onlar yıkamadıkları yerleri bu şekilde yıkıyorlar.
Kuvvetin zayi edilmesi nasıl gerekiyorsa o şekilde her türlü amacı
kullanıyorlar. Gerekirse bu hayır cihetinden olsun. Bu şekilde kurucularının
kimler olduğunu dahi bilmediğimiz birçok yardım kuruluşları bu şekilde kanımız
yıllarca emdiler de farkına varamadık.
Alvin Toffler[17] zengin olabilme
şartlarını sayarken “yardım kuruluşu ve derneği kurun” demesi
boşuna değildir.
Sonuç olarak toplu yardım kampanaları, dernekler, vb
kuruluşların devletin kontrolü altında olması gerekmektedir. Eğer bu şekilde
olmazsa, istismarlar artar gider. Denilebilir ki, bu şekilde alınan tedbirler
zamanla sıkıntı doğurur ve insanlar yardım eli uzatmaktan tedirgin olurlar.
Şunu unutmayalım ki “her şey aslına dönermiş” yani haramı
helal, helali haram yolda tasarruf etmek mümkün değildir. Yapılması
gerekenleri, acilen yapmadığımız müddetçe, Allah Teâlâ için, din ve insanlık
adına daha çok aldatacaklardır. Kusura bakmayın, bu çemberden bu millet çok
geçirilmiştir. Buna ilginç bir örneği K. Karabekir Paşa'dan verelim;
“Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş bir Rus casusunu
temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargâhıma geldiği zaman hallerine
bakıp hatıratıma şunu kaydetmiştim:
Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyen
çemberinden atlattı.” (Karabekir, İstiklâl Harbimiz, 2/717)
Millet, kendi dinamiklerini kurarken denge unsuru
koymadan oluşuma başlanması mümkün değildir. Onun için devletimizin, bu yardım
kuruluşları adı altında faaliyet gösteren dernekleri kontrol etmesi
gerekmektedir. Toplanan yardımın, nereden ve nereye gittiği belli olmalıdır.
Biri bir burs verirken, hem kazandığının hesabını, hem de verilen yardımın hak
edeceklere dağıtılıp dağıtılmadığının hesabını da verebilmelidir. Muhtaç olan
veya olmayanların tespitinde hangi kriterlerin esas alındığı hususunda belli
olmayan başıboşluklar var ise, insanların alın terlerinin heder olması elbette
ki kaçınılmazdır.
Neticede ferdi ya da şirketlerin yaptığı yardımlarda,
insanlar özgürce hareket edebilmesinin önü açık tutulmalı, fakat teşekküllerin,
bütün yapacakları yardımların, gerçektende o maç için yapılıp yapılmadığı
hakkında devletin ve ilgili kurumlarının kontrolü altında olması, istikbalimiz
için önemli bir husustur.
YABANCILAŞMA
Yabancılaşma kavramını genel olarak, bir eylem
aracılığıyla kişinin, grubun, kurum veya toplumun, kendi özgün etkinliğinin
sonuçlarına ya da ürünlerine, içinde yaşadığı tabiata, diğer insanlara veya
kendi kendisine yabancılaşması şeklinde olduğunu ifade edebiliriz. İnsanlar,
kazandıkları nesnelere ve güçlere çabuk bağlandığından, diğer insanlara
gösterdiğinden daha fazla değer vererek, zamanla diğerlerini değersiz birer
araç olarak görmeye başlarlar. Sonuçta bireyin uzaklaşma periyoduna girerek,
ilk önce kendine daha sonra topluma yabancılaşması meydana gelir.
İnsan bağımlı bir varlık olarak, sürekli olarak
dışındaki olan şeylerle ilişki kurmakta ve diğer taraftan kendi dünyasını
oluşturmaktadır. Yabancılaşmanın temelinde ise ekonomik, sosyal ve dini yozlaşmaların
eseri bulunmaktadır. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için, ferdî ve sosyal
faaliyetleriyle birlikte mevcut güçlerini tatmin etme durumunda olmalarından
ötürü, yabancılaşmaya itilme etkisinden de kendilerini kurtaramazlar. Bir zaman
sonrada, kendi bilgilerini ve oluşturduğu değerlerini tabulaştırıp, amaç haline
getirir. Bu şekilde yabancılaşan insan, özgür ve yaratma gücünü kaybedip,
hükmedici insan olmaktan çıkarak, topluluk içinde birbirinden kopuk,
soyutlanmış, belirsiz, değişik türden insan modelleri ortaya çıkmış olarak
görülür. Kölelikten kurtulmaya çalışan insan, zamanla kendi yabancılaşmasının
kölesi haline gelir. Onun için kendinden başka doğru kalmamıştır. İdealleri
biter, artık yabancılaşmanın kriterleri başlamıştır. Mesela; başlangıçta ideal
için bir teşekkül oluşturulurken, daha sonraki faaliyetler o teşekkülü sadece
ayakta tutmak için yapılır. Çünkü yabancılaşan sistem artık büyümeye ve bir
şekilde kontrolden de çıkmaya başlamıştır. İlişkileri artınca, kendini korumaya
mecbur olmaya başlamıştır. Çıkış noktası ilk etapda olumluyken, ileri noktada
olumsuzluk aşamasına gelinerek, yabancılaşma etkisini kaldırmakta bir o kadar
da zorlaşmıştır. Belki çıkış çözümü dahi üretilemez olmuş ve ileri seviyede
kopmalar meydana gelmiştir.
Bahsettiğimiz üzere, yabancılaşmaların kaldırılması
amacıyla, çözüm yolu olarak yeni bir hareket tarzı gerekmektedir. Bu ise
reform, intikal, zorunlu değişim ve de devrim gibi araçlara ihtiyaç duyacaktır.
Öyle ise yabancılaşmayı durdurmanın çözüm noktaları neler olabilir? Bu konuda
çok söz söylenebilir...
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yabancılaşma
tehdidini hissettiğinde tedbir amaçlı hareketleri hiç elden
bırakmamıştır. Cahiliye döneminde topluma baş belası olan insanları, İslâm’a
girdiklerinde[18] bunları elde ederek, yabancılaşmanın içine
düşmelerine engel olmuştur. Bir başka hususta nesh kavramını geliştirerek,
uygulamadaki bazı hükümleri ta’til etmiş, insanların dine yabancılaşmasını
engellemiştir.
"Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya
onu unutturursak, mutlaka daha hayırlısını veya benzerini getiririz." [19] Âyette geçen "daha
hayırlısını veya benzerini" ifadesi bu noktada çok önemlidir.
Yani, nesh olan hükümler de, yeni hükümler gibi "hayırlı"dırlar.
İnsanların hayrına olma özelliği bütün âyetler için geçerlidir. Mesela: Kâfirun
Sûresinde geçen "sizin dininiz size, benim dinim bana" hükmü,
cihat âyetiyle tahsis edilmiştir. Ama bugün dünyanın çok yerinde Kâfirun Sûresi
yürürlüktedir. Müslümanlar o yabancı beldelerde, Mekke'deki ilk dönem gibi, o
milletin dinine karışmamakta ve kendi dinlerini yaşamaktadırlar. Onlara karşı
silâhla cihat etme yoluna da gitmemektedirler. Buna göre Kafirun Suresindeki
ayetin hükmü tamamen kalkmamış ve ona uygun şartlar olduğunda da aynen
uygulanacaktır, manası anlaşılmalıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, çektiğin bir acıyı başka
birine çektirmekle, yanlışla elde edeceğin bir şeyin sonuçta dönüşünün tekrar
olacağına veya bunları bir tarafa bırakıp ferden ve toplumdan yabancılaşarak
kazanılacak her türlü kazanımların akim kalacağı unutulmamalıdır. Gönülleri
fethetmeden ve ikna etmeden beka bekleyenler için gelecek diye bir şey yoktur.
Tarihte buna çok kere şahitlik etmektedir.
Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler
Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki yirmi otuz, hatta
belki de on yıl içinde gerçekleşti. Bunu deney kabındaki bakterilere
benzetebiliriz. Eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir
gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali
artırmaktadır.
Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta
sayılarının ikiye katlandığını farz edelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak
önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki
kuşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur.
Artık yiyecek kalmamıştır ve bakterilerde çöküş yaşanır. Dolayısıyla,
toplumların güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra Osmanlı
İmparatorluğunda da olduğu gibi çöküş yaşamalarında yabancılaşmanın etkisini
çok iyi görebiliriz.
Bir kolu koparmak için lastikle sıkıldığını düşünelim.
Lastik o kolu hemen koparmaz. Sadece kolun kangren olmasına, kolun ise işe
yaramaz hale gelmesine ve sonuçta kolun işlevini yerine getirememesi sebebiyle
helak olmasına sebep olur. Her iki açıdan bakıldığında, ince ayarı
iyi yapmanın zorunlu olduğunu ve yabancılaşma tehlikesini hiçbir zaman
unutmamamız gerekir.
“Allah’ın nimetine bedel, inkâr ve nankörlüğü tercih
edenleri, ayrıca kendi halklarını da helâk yurduna, cehenneme sürükleyenleri
görmedin mi? Onların hepsi oraya girecekler. Cehennem ne kötü bir yerleşim
yeridir!” [20]
SORUNLARI NASIL ÇÖZMELİYİZ?
İnsanların içtimai yaşamlarını belirleyen temel unsurlar arasında, içinde
yaşadıkları toplumun hayatını algılama ve yaşama şekilleri
bulunmaktadır. Her insanın kendi çevresi içindeki diğer kişilerle ve özellikle
yakın olduğu gruplarla paylaştığı bir nizamı muhakkak vardır. Bu şekilde de
temel kabul ettikleri nizama göre şekillenir ve toplum içinde kabul edilirler.
Ne yazık ki, uyulan nizamlar kimi için modern sayılırken, kimi için de gerici
olarak görülüp, çeşitli şekillerde algılanıp adlandırılmaktan da
kendilerini kurtaramazlar.
Şerif Mardin bu konuda şu soruyu soruyor: "Nasıl oluyor da bazı
düşünceler "ilmi" olarak tanımlanırken, bazı düşünceler "ideolojik" olarak
tanımlanıyor? Niçin bu iki anlam birbirinin zıddı olarak kullanılıyor? Bir
antropologun (insan bilim uzamanı) deyimiyle:
"neden benim ileri sürdüğüm zaman sosyal felsefe adını verdiğim
düşünceyi başkalarında gördüğüm zaman bunları "düşünce" olarak
nitelendiriyor, benim düşüncelerime katılmayan birinde bu çeşit düşünceleri
bulduğum zaman bunlara "ideoloji" damgasını basıyorum".[21]
Günümüzde ilerici, gerici, modern gibi kavramların çıkması ve üretilme
sebebi olarak bu durumu gösterebiliriz. Çünkü hayatımızdaki maddî ve manevî güç
dengelerinin değişmesi sonucu başlayan yeni durumlara insanların adapte
olabilmeleri, yeni duruma karşı kendini korumak için ister istemez simetrik ve
asimetrik[22] durumlarla karşılaşmaktadırlar. Değişen hayat düzeni
ile birlikte, yaşamımızda yeni şekiller yeni boyutlar kazanıldığı görülünce,
tedbirleri, düşünceleri, nizamları ve stratejileri açısından da farklılaşma
mecbur olmuştur. Her yerde, yenilikçi hayatın etkilerini belki binlerce insanın
tepkilerini ve etkilenmelerini görmemezlikten gelemeyiz. Öyle ki insan,
karşısına gelen bu gibi yeni durumlarda ne yapıp ne yapamayacağını bilmekte
zorlanacaktır. Bazen hiç beklenmedik bir anda, en can alıcı merkezlerini
yani iş ve aile hayatına vuran bu yeni hayat düzenleri, adeta insan hayatını
felç eder. Ancak biliyoruz ki, gelişen ve kabul gören evrensel insan hakları
anlayışı, hiçbir insana diğer insanlara karşı zorla yaptırım gücü
vermemektedir. Fakat hayatımızın düzensiz ya da huzursuz olmasındaki asıl etken
düşüncenin, ideolojinin kimliksiz ve gizli düşman şekline girişine ne sebep
olmuştur? Bunu düşünmemiz gerektiği inancındayız.
Bu soruya cevap olarak bizi bizden
alan, üstüne gidince korkulan, çekilince ezildiğimiz günümüzde
yaşadığımız modern hayatımız diye biliriz. Geleceğimiz için yaşadığımız
modernlik diye adlandırdığımız hayatımıza dikkatli bakarsak birçok sebepleri de
beraberinde görebiliriz;
“Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, kâinata ve onun
içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler;
İlmî bilgiyi, teknolojiye dönüştüren, yeni insan
ortamları tasarlayıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran,
yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri meydana getiren sanayileşme;
Milyonlarca insanı, atalarından kalma tabii
çevrelerinden koparıp, dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen,
muazzam demografik altüst oluşumlar;
Hızlı ve çoğu kez sarsıntılı şehirleşme;
Dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı
insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri;
Yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan,
her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen
ulus-devletler;
Siyasî ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi
hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için çaba sarf eden,
insanların kitlesel toplumsal hareketleri;
Son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya
getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı.”.[23]
Bu nedenlerini sayarken yaşadığımız modern hayatın
hızlı gelişimine rağmen kendimizi kontrol edebilmemizde güçlü olmayışımız “bir
zamanlar savaşı kaybetmekten korkan insanların, şimdi büyük bir
üstünlükle kazanacak olacağı korkularımı vardır? ”
Sonuç olarak; İnsanın tek kurtuluş çaresi, Allah Teâlâ
gönderdiği İslam dinini güzel anlamalı, günümüz ihtiyaçlarını karşılayacağına samimi
bir şekilde inanarak modern hayat korkularımızı yenmek için gerekli
kazanımları sağlamalıdır..
“Her kim de Allah Teâlâ'dan korkarsa, Allah Teâlâ ona
bir çıkış yolu gösterir.” (Talak,2)
SULTAN FATİH'İN AYASOFYA VAKFİYESİ
"Allah'ın mescidlerinde o'nun adının anılmasına
engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında
bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Başka türlü girmeye hakları
yoktur. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır."
(Bakara Suresi / 114.Ayet)
İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu
Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil
ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya
herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten
kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları
yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda
tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek,
mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine
kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki
huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in,
meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ
ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde
yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu
değiştirene ait olacaktır.
Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.
Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453
(Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde Bulunan Ayasofya
İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)
YÜREĞİMİZE BATAN İNGİLİZ KAZIĞI (Ermeni Meselesi)
Psikolojik Savaş, herhangi bir düşünürün icat ettiği
bir faaliyet şekli değildir. İnsanlık tarihi kadar eski olan, bu stratejik
harekât şekli, ilk olarak insanlar arası anlaşmazlıkların çözümünde, hilenin de
kullanılması olarak ortaya çıkmıştır.
Psikolojik savaş uygulamalarının, tarihte örnekleri
sayılamayacak kadar çoktur. Düşmanı yıldırmaya yönelik olarak uygulanan bu
faaliyetler, bazen özellikle dost birliklere karşı yönelik olarak da
uygulanmıştır. Dünya üzerinde insanlar var olduğu sürece de, uygulanmaya devam
edecektir.
II. Dünya Savasından sonra yapılan değerlendirmeler,
psikolojik savaş stratejilerinin, yalnızca savaş zamanında değil barış
dönemlilerinde de kullanılabileceği sonucuna varılmasını sağlamıştır. Öyle ki
psikolojik savaş taktikleri sayesinde, sıcak savaşlarda dahi
ulaşılamayan sonuçlara ulaşılarak, birçok ülke ve toplum üzerinde etkili
olabilme ve yönetimi altına alabilmenin mümkün olabileceği görülmüştür.
Günümüzde, yabancı bir ülkenin dış politikasını etkilemek maksadıyla yapılan
propagandaların, genellikle kabul edilebilir bir yaklaşım olarak algılanması
sağlanarak, ikamet elçiliklerinin de bu konuyla çok yoğun bir
şekilde ilgilenmekte oldukları görülmektedir. Bununla birlikte, böyle
çalışmalarda başarısı bulunulan ülkelerin, siyasi kültürüne ve rejiminin
hassasiyetsilerine göre değişiklikler gösterir. Psikolojik savaşın önemli
unsurlarından olan Kitle iletişim araçları önemli bir faktör
olup, bununla ilgili olan sahiplik ve kontrol konusu yine çok
önemli iki konudur. Bu iki temel faktör, yani mülkiyet ve kontrol faktörleri,
medyada ki kültürel üretimin ideolojisini de ciddi boyutlarda etkileyen önemli
etkenlerdendir.
Kitle iletişimi, kelimenin gerçek anlamıyla kitleler
arası bir iletişim değildir. Kitlelerle olan, kontrol amaçlı iletişimdir. Bu kontrol arayışı da, siyasal ve ekonomik
güçlerin, egemenlik arayışı ve mücadelesini yansıtmaktadır. Kitleler ise,
kontrolün amacında kullanılan hem araç hem de amaç haline getirilip bir şekilde
kullanılmaktadırlar. Dolayısıyla, kitlelere ulaşma amacı, gerçekte ise bu
ulaşmanın nedenini gizler. Amaç, onlara ulaşarak kontroldür. Buda psikolojik
savaşın temel kuvvetidir.
Günümüzde sıcak savaşların yerini artık soğuk
savaşların aldığını, devletlerin psikolojik savaş taktiklerini en etkin bir
silah olarak amaçları doğrultusunda kullandıklarını, yine devletlerin milli
güvenlik amaçlarını gerçekleştirmek ve bunu desteklemek amacıyla güvenlik
stratejilerine paralel şekilde yürüttükleri görülmektedir.
Devletler, muhtemel rakiplerine karşı izledikleri
politikaları, açık ve örtülü olarak yaptığı girişimlerini psikolojik savaş
faaliyetleriyle desteklerken, diğer yandan kendi milli güç unsurları üzerindeki
muhtemel rakiplerinin, psikolojik savaş tehdidini önleme çabalarını, etkisiz
kılmaya bir şekilde çalışırlar.
Psikolojik savaş konusunda, günümüzdeki uluslararası
sisteme ve buna ilişkin yapıyı incelediğimizde, ABD’nin dünya üzerindeki
etkisinin önemli boyutta olduğu görülür. Ancak, bu durum dünyada üzerindeki
insanların büyük bir kısmının tepkisini almakta olup, uluslararası ilişkilerde
sıkıntıya giren Amerikan yönetimini, son zamanlarında maddi değilse de
psikolojik olarak büyük bir yara almasına neden olmuştur.
Amerikan karşıtlığının, dünya üzerinde had
safhaya ulaşması, ABD’nin mevcut küresel hegemonyasını sürdürülebilmesi için,
gerekli tedbirler alma gereğini artık iyiden iyiye hissettirmektedir. Çünkü
Amerikanın egemenliği sadece dış nedenlerle değil, iç nedenlerle dahi sona
erebilecek duruma gelmiştir. Mesela Irak Savaşını buna örnek olarak
verebiliriz. Amerikan halkı hepimizin bildiği gibi savaş yanlıları ve savaş
karşıtları şeklinde ikiye bölünmüştür. Bu durum ise, ABD nin çöküş
ihtimallerini artırıp, onların psikolojik savaş taktikleri geliştirmeye ve
yenilenme ihtiyacının gerekliliğini zorunlu hale getirmiştir.
Konuyu biraz daha açacak olursak, önümüzdeki 21.
yüzyılda uluslararası sistemin alacağı şekil, büyük ölçüde ABD’nin dış ve iç
dinamiklerine bağlı olacaktır. Günümüzde küreselleşmenin getirdiği çok
kültürlülük anlayışı çerçevesinde kültürel farklılıkların giderek ön plana
çıkması ise, Amerikan toplumu gibi farklı kökenlerden gelmiş insanların
oluşturduğu yapı üzerinde oldukça olumsuz etkiler bırakmaktadır. ABD bu dengeyi
koruyabilmek için, her gün yeni bir kargaşa ortamı hazırlayıp ortamı bulandırarak,
durumu kendi menfaatine çevirme planı içerisindedir.
Bununda en son örneklerinden biride, Osmanlıdaki
Ermeni Tehcirini gündeme taşımasıdır. Aslında ABD’nin, Ermeni haklarını
savunmak gibi bir derdi ve sıkıntısı yokken, her zaman yaptığı gibi, dünya jandarmalığına
soyunarak, Türkiye’yi meşgul edip, uzmanı dahi bulunmadığı, gerçekte ise hiç
olmamış hikâyelerle, güya Ermeni Tehcirini fırına sürerek bir yerlere gelmek
istemektedir. O yer ise, iç güvenliğindeki çatırtıları kapatmak için, stratejik
ortağı olan Türkiye’yi kurban seçmek pahasına, taktikler denemesidir.
Geçmişte İngilizlerin ürettiği problemi, günümüz
problemi haline getirmiş olması, bahsettiğimiz gibi psikolojik savaş
taktilerinden başka bir şey değildir. Tabii ki yapılan yanlış bir harekettir ve
bu unutulmayacaktır. Lakin ayakta durabilmek için, kapısında beslediği tavuğu,
hindiyi yiyen ev sahibi kendince haklı gerekçeleri sunduğunda, çok şeyde
söylemeyiz. Öyle ise, bu Ermeni meselesi başımıza nasıl bela oldu buna bir göz
atalım…
İngilizler, Osmanlı Devletini küçük düşürmek,
yıpratmak ve dünya kamuoyunda suçlu göstermek amacıyla, ikinci veya üçüncü
elden toplanan ve doğruluğu teyit edilmemiş bilgilerle, 1915 yılı Ermeni
Tehciri sebebi ile birçok insanın soykırıma uğradığı iddialarını içeren kitap yazdırıp,
Birinci Dünya Savaşı’nda dağıtımını yaptırmışlardır.[24] Yine Türk
karşıtı propaganda oluşturma faaliyetinde, 15 Ağustos 1916 tarihinde, bir İngiliz
gazetesinin Ermenistan muhabiri olan Arsak SAFRASTİAN, Gagene NYHEETER adlı
bir Ermeni’ye dayandırarak yazdığı haberde,
“Bütün güzel (Ermeni) kadınlar haremlere götürülmüş ve
hatta İstanbul’daki genel evlerine satılmış, geri kalan diğer 500 bin kişi göç
ettirilmiştir. Erzurum’dan 25 bin kişi sürülmüş bunlardan erkekler öldürülüp
Fırat nehrine atılmıştır.” ifadelerine yer vermiş, aynı hikâye, yardım toplamak amacıyla, ABD
basını tarafından da kullanılmıştır.
Açıkladığımız şekilde, İngiliz propagandası ile
başlayan Ermeni sorunu, kapanmayan bir yara haline getirilmiştir. Sinsi ve
haince planın devamı için sinemayı dahi kullanmaktan çekinmemişler ve hayali
senaryolar üretilmiştir. “Ağrı Dağı” (Atom Egoyan; 2002), “Anne” (Henri
Verneuil; 1991), “Sason’un Oğulları” (Sarky Mouradian; 1975) gibi.[25]
Bu filmlerin ortak özellikleri ise; Sözde Ermeni
Soykırımı Projesi çerçevesinde üretilmiş olmaları ve günden güne artmakta olup
haksız yere dünya kamuoyu önünde suçladıkları ve karalamaya çalıştıkları
propaganda örnekleri, ayrı bir araştırma konusu olacak kadar da çoktur.
Karalama örneklerinden bir tanesi şu şekildedir.
“Kaliforniya’da işlek bir caddeye oturan yaşlı bir
Ermeni önüne aldığı kazana kırmızı bir su doldurup içine bir kaç kemik atar ve
basına geçip ağıt yakar;
“Türkler ecdadımızın kanına böyle çorba yapıp içti” diye. Etrafında onu korumakla
görevli iri yarı Ermeni gençleri de gelene geçene Türk usulü Ermeni kanına
çorba tarifi diye broşür dağıtırlar. Artık o broşürlerde 700.000 Yunanlıyı,
300.000 Süryani’yi, 1.500.000 Ermeni’yi yerlerinden yurtlarından göç ettirmekle
soykırıma uğradıkları yazılıdır.” [26]
Uzun yıllardır Ermeni diasporasının yürüttüğü
etkili propaganda nedeniyle, bugün dünyada geniş bir kitleye, gerçeği
yansıtmamasına rağmen Sözde Ermeni Soykırımı iddialarını (Türklerin Ermenileri
katlettiği) benimsetilmeye çalışılmaktadır. Öyle ki Sözde Ermeni Soykırımı
iddiaları siyasi bir niteliğe sokularak doğma haline getirilmiş ve propaganda
yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak kabul
görmüştür.[27] Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan birçok kişi “Türklerin
tarihin hiçbir döneminde Ermeni soykırımı yapmadığı” gerçeğinin
ne olduğunu dahi bilmediği bir durum dahi oluşturulmuştur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, iftira edenlerin cezası
hakkında Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak
Allah’ın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” [28]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise şu acı
gerçeği haber veriyor.
“Bir kimse, bir mümin hakkında olmayan bir şey
söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah Teâlâ onu
Cehennemde bırakır.” [29]
Bu tür ayet ve hadislerin manası, iftira edenlerin hem
bu dünyada hem de ahirette saadeti olmayacak demektir. Evlat, ata günahı çekmez
denilir, fakat iftira günahına düşenlerin maalesef çocuklarının, bu
hataların cezalarını tarih boyunca çektiği görülmektedir. Ermeni Sorununu,
gerçekleri ile kabullenmek herkesin boynunun borcudur. İftira veya hileli
yollarla, Osmanlı döneminde “taba-i sadıka” yani sadık
vatandaş diye nitelendirilen Ermeni vatandaşlarımızın,
bu oyunlara gelmemeleri bizim ve onlar açısından ortak bir menfaat olduğunu
asla unutmamız gerekir.
İNSAN KENDİNİ NE SANIYOR?
İnsanın, kibirli ve bencil olmaması hep tavsiye edilen
bir konu olmuştur. Niçin ısrarlı bir şekilde bu karakter özellikleri hep ele
alınır? Büyük bir çoğunluğun ve en cahil diyebileceğimiz kişilerin dahi,
kibirli insandan nefret ettiği bir gerçektir. Fakat ne var ki, bu halden kimse
kendisini kurtaramamaktadır. İnsanın kibri bazen o kadar ileriye varır ki,
Allah Teâlâ’yı dahi kuşatır.
Niçin, kibir?
Soruya cevap vermek hem kolay ve hem de zordur. Kolay
tarafı başkasında olduğunda çabucak tenkit ederiz. Kendimizde olunca ise
görmemezlikten gelir savunmaya çalışırız. Kim, ne olursa olsun, bu illet gibi
olan huydan, kendini azade kılmak gayretinde olmalıdır. Bu sebeple bir
insan, evliya, arif veya sıddık da olsa, onda başkan olma arzusu (riyaset),
bazı hallerde hevesi, hatta hırsı bulunabilir. Post kavgalarının sebebi, her
insanda az çok bulunan bu duygu ve arzudan kaynaklanmasıdır.
[Büyüklerden bazıları kaddese’llâhü sırrahu’l azîzân
şöyle buyurmuşlardır:
"Sıddîkların önde gelenlerinden son çıkan şey
(kötü huy) makam ve baş olma sevgisidir". Bazıları ise bu dünyevî makam ve baş olma konusunda
bilinen mananın hilâfına yorum yapmışlar ve şöyle demişlerdir:
"Makam sevgisi ve lider olma sevdası, sıddîklık
makamının ilk adımında çıkar (yok olur)". Bu fakirin nezdinde kesinleşen ise şudur:
Makam ve baş olma sevgisinin bir türü nefse bağlıdır.
Bu kötü huy çıkmadıkça nefs tezkiye edilmiş olmaz, nefs tezkiye edilip
arınmadıkça, sıddîklık şöyle dursun, velilik makamına bile ulaşılamaz. Baştaki
sözü söyleyen büyük zatların kastettiği şey, makam ve baş olma sevgisinin
(nefse bağlı olan) bu türü değildir. Makam ve liderlik sevgisinin bir diğer
türü beden ile alâkalıdır. Bedenin dört unsurundan ateş cüz'ü yükselmek ister.
Onun tabiatından
"Ben ondan daha hayırlıyım" (Sâd, 38/76) sadâsı yükselir. Makam
sevgisinin bu kısmı, nefsin itmi'nânından sonra ve velilik mertebesine hattâ
sıddîklık derecesine ulaştıktan sonra oluşur. Baştaki sözü söyleyen zatlar,
makam ve baş olmanın bu kısmını kastetmiş olmalıdırlar ki onun çıkması,
sıddîklık makamının sonuna ulaşmaya bağlıdır ve Muhammedi
meşrebi velilere mahsustur. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin:
"Benim şeytanım Müslüman oldu'' sözüyle haber verdiği şeytanın
Müslüman oluşu bu yüksek makama ulaşmaya bağlıdır. Nitekim bu, erbabına gizli
değildir.
"Bu Allah Teâlâ’nın lütfudur, onu dilediğine verir.
Allah büyük lütuf sahibidir" (Hadîd, 21).][30]
İnsanın kendini beğenme hakkını içinde bulması bir
açıdan doğru olabilir. Çünkü gerçekten yaratılış yönünden mükemmeldir. Bu kibre
benzeyen davranışlardan kendini hemen kurtarmasını düşünmek, tabiî ki yanlış
olacaktır. İnsan yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halifesi olması bu düşüncelere onu
yöneltmesin de etkili olmaktadır. Bu ise olağan bir şeydir.
“Sırf kendisinin manevî ve ölümsüz bir ilkesi
var diye, bütün insanlık neden böbürlenir? Aşırı derecede kendini
beğenmişliğinden olsa gerek. Bir tavus kuşu konuşacak olsaydı, o da ruhu ile
övünür, ruhunun, o görkemli kuyruğunda olduğunu söylerdi.” [31]
“Biz insanlar akıllı varlıklarız; akıllı varlıklar da
kaba, kör, duygusuz bir varlık tarafından yaratılmış olamazlar: Newton’un
düşünceleriyle katır tezeği arasında herhalde bir fark olmalı. Demek ki
Newton’un aklı başka bir akıldan geliyordu. Güzel bir makine gördüğümüz zaman,
güzel bir makinist var, bu makinistin de güzel bir anlığı var diyoruz. Şu dünya
herhalde hayran olunacak bir makine; demek ki dünyada, neresinde olursa olsun,
hayran olunacak bir akıl var. Bu delil eskidir, delillerin en kötüsü değildir.” [32]
Bu sözler gösteriyorki, kibir insanın terbiye edilmesi
olan bir kaderidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; kibirdeki sıkıntı bunu
huy edinmektedir, yoksa bundan kurtulan nadirdir… Beğenilmemesi bu huyun
oluşturduğu benliğin, Allah Teâlâ’ya karşı olmaya kadar varması ve isyan
edenlerden olma sebebidir. Allah Teâlâ bir yasağı getirirken ve uyarırken, daha
çok varacağı son noktayı esas almasıdır.
Namaz kibrin kırıldığı yer olduğu için, Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten
alıkoyar.” (Ankebut, 45)
Kibirden kurtuluşun namazda olduğunu bu arada da yine
tekrar hatırlatmış olalım.
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR KADDESE’LLÂHÜ SIRRAH’ÜL AZÎZİN LEDÜNNÎ BİR
MANZUMESİ
Failâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
Hâke düşmüş katreyiz deryaya girmiş çıkmışız
Gâh serrâya gehi darrâya girmiş çıkmışız
Pür gubâr olsak da pâkiz bir Hanefî meşrebiz
Dâmeni kirletmeden dünyaya girmiş çıkmışız
İmtihan olmuş meleklerle demi tahmirde
Hüccet almış menzil-i esmaya girmiş çıkmışız
Geh sehâb olmuş ser-i gülşende seyrân etmişiz
Geh şehâb olmuş akıp feyfâya girmiş çıkmışız
Geh semenden neş'e gülden bûy sümbülden edâ
Gâh berkten nur alıp minâya girmiş çıkmışız
Geh coşmuş dide-i şeydâda seylâb olmuşuz.
Geh tutuşmuş sine-i Sinâ’ya girmiş çıkmışız
Silmişiz âyine-i idrâki jeng-i ye'sten
Her seherde başka bir meclâya girmiş çıkmışız
Çeşmesâr-ı ma'rifetden akmışız vadilere
Gâh bir suğrâya gâh kübrâya girmiş çıkmışız
Yerden uçsak da sezadır kimseye bâr olmadan
Evliya bezminde hâk-i paya girmiş çıkmışız
Biz ki genciz rengi hunîninden revnak bulmadık
Şöyle yanından geçip hücraya girmiş çıkmışız
Fakrı fahretsek ne var zakkuma rağbet etmeyip
Biz gınâ-yı kalb ile kimyaya girmiş çıkmışız
Asuman görmüş süzülmüş kürsiden inmiş yere
Bu riyasız kubbe-i hadrâya girmiş çıkmışız
Nefsi tenzih etmeyiz tahdisten de geçmeyiz
Ke’s-i nâ-pâk içmeyiz takvaya girmiş çıkmışız
Zülfe el sundurmadık ruhsâra toz kondurmadık
Zulme divan durmadık helvaya girmiş çıkmışız
Çok görülmez mescid ü meyhaneden dûr olmamız
Biz kıyam u ka'deden imâya gitmiş çıkmışız
Ölmeden öldük cevâbın önce verdik Münkerin
Ruh olmuş maşeri ahyâya girmiş çıkmışız
Meh girer âhir mehaka nev-ı hilâl olmak için
Bizde bir ferda için sevdaya girmiş çıkmışız
Ahmed-i Muhtar elinden içmek üzre kevseri
Bezm-i i Musa'dan demi İsâ-ya girmiş çıkmışız.
Neş'emizden feyz alır toprak da bir gün şüphesiz
Bir ledünnî nağmeyiz kim nâya girmiş çıkmışız
Vech-i Hakk'dan başka her şeyde helaki görmüşüz
Biz bu istisna için eşyaya girmiş çıkmışız
Hamdi nisyân etme yavrum âhır i dava odur
Bil livaü'lHamdi’yiz imzaya girmiş çıkmışız.[33]
Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR kaddese’llâhü sırrah’ül
azîz
GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE
Toprağa düşmüş damlayız deryaya girmiş çıkmışız
Geh doruklara gehi çukurlara girmiş çıkmışız
Tozlar içinde olsak da temiz bir Hanefî[34] meşrebiz
Eteği kirletmeden dünyaya girmiş çıkmışız
İmtihan olmuş meleklerle toprağımız yoğrulduğu zaman
Hüccet almış menzil-i esmaya[35] girmiş
çıkmışız
Geh bulut olmuş üstünde gül bahçesinde seyrân etmişiz
Geh göktaşı olmuş akıp çöllere girmiş çıkmışız
Geh yaseminden neşe, gülden koku, sümbülden edâ
Gâh şimşekten nur alıp derinliklere girmiş çıkmışız
Geh coşmuş divane gözünde taşkın su olmuşuz.
Geh tutuşmuş göğüs Sinâ’sına [36] girmiş
çıkmışız
Silmişiz idrâk aynasından ümitsizlik kirini
Her seherde başka bir hal aynasına girmiş çıkmışız
Gürül gürül ma'rifet pınarından akmışız vadilere
Gâh bir küçüklere gâh büyüklere girmiş çıkmışız
Yerden uçsak da layıktır kimseye sıkıntı olmadan
Evliya meclisinde ayak tozuna girmiş çıkmışız
Biz ki defineyiz rengi hunîninden parlaklık bulmadık
Şöyle yanından geçip hücreye girmiş çıkmışız
Fakrı öğünsek ne var dünyaya rağbet etmeyip
Biz kalb zenginliği ile kimyaya girmiş çıkmışız
Gökyüzünü görmüş süzülmüş kürsiden inmiş yere
Bu riyasız kubbe-i hadrâya[37] girmiş
çıkmışız
Nefsi tenzih[38] etmeyiz şükürden de vaz
geçmeyiz
Kadeh-i içki içmeyiz takvaya girmiş çıkmışız
Zülfe el dokundurmadık yüze toz kondurmadık
Zulme divan durmadık tatlılığa girmiş çıkmışız
Çok görülmez mescid ve meyhaneden uzak olmamız
Biz kıyam u ka'deden[39] işaretle gitmiş
çıkmışız
Ölmeden öldük cevâbın önce verdik Münkerin
Ruh olmuş dirilme günü topluluğuna girmiş çıkmışız
Ay girer sonunda karanlığa yeni hilâl olmak için
Bizde bir ahiret için bu sevdaya girmiş çıkmışız
Ahmed-i Muhtar [40] elinden içmek için kevseri
Musa meclisinden İsâ zamanına
girmiş çıkmışız.
Neş'emizden feyz alır toprak da bir gün şüphesiz
Bir ledünnî nağmeyiz kim neye girmiş çıkmışız
Hakk yüzünden başka her şeyde yok oluşu görmüşüz
Biz bunu anlamak için dünyaya girmiş çıkmışız
Hamdi unutma yavrum son dava odur
Bil, livaü'l Hamdi’yiz [41] imzaya
girmiş çıkmışız.[42]
HZ. ALİ KERREMALLÂHÜ VECHENİN YÜCE İRFANI
[Bir Ramazan günü, Cenâb-ı Nebî, huzûr-ı seâdete gelen
dostlarına rafdaki karpuzu göstererek:
"— Şunu keser misiniz, canım istiyor"
buyurmuşlar. Lâkin kime söylüyorsa:
"— Yâ Resûlâllah! Bugün Ramazandır. Herhalde
unutduruldunuz" cevâbını alıyorlar.
Bir aralık Cenâb-ı Ali Kerremallahü vecheh, Huzûr-ı
Risâlete giriyorlar. Hâdî-i Sübül Aleyhi Salâvâtülküll
Efendimiz, İmâm Ali'ye de aynı şekilde:
"— Yâ Ali! Bugün canım çok karpuz istiyor, şu
karpuzu kes de yiyelim" buyurunca, İmâm-ı Huda Cenâb-ı Ali derhâl
kalkıyor, karpuzu kesmeye teşebbüs ederken, huzûr-ı Nebî'de bulunan Eshâb-ı
Kiram:
"—Yâ Ali! Ramazan olduğunu unutdun!"
diyorlar.
Bunun üzerine O, İlim Şehrinin Kapısı, Mir'ât-ı Nebî,
İmâm Ali:
"— Ben Ramazanı da, orucu da
kendilerinden öğrendim. Bana ye derlerse yerim, tut derlerse tutarım" diye
cevab veriyorlar.
İmâmü'l-Enbiyâ da tebessüm ederek:
"— Hepimiz yiyeceğiz. Şimdi taraf-ı İlâhîden
Cibril geldi, bugün bayram olduğunu haber verdi. Yalnız dikkat edin! Hepiniz
Ali gibi olmaya çalışın!" buyuruyorlar.
İşte İmâm Ali yalnız bu hâdisede ya'ni Cenâb-ı
Peygamber: "Resûlüllah kelimesini sil yâ Ali!" dedikleri
zaman:
"— Silemeyeceğim yâ Resûlâllah!"
demişdi.Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber:
"— Bana veriniz" diyerek, muahedenin
metninden kendi mübarek elleriyle (Resûlüllah) ta'bîrini
çizdiler, yerine (İbn-i Abdillâh) kelimelerini yazdılar.][43]
Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimizin bu iki hali
teslimiyetin iki yönüne işaret eder. Eğer emir emredilene dönük ise zarar ve
kârın aranmayıp sonsuz itaat etmeyi; tabi olduğu kişi hakkında hükmü vermekte
ise hüküm tarafının iradesinden zuhur edecek şeyde ona tazim ederek edebi
muhafaza ederek geri durmanın gerektiğini göstermiştir. İkinci durumun en güzel
izahı için şunu hatırlayabiliriz. Hz. Hamza aleyhisselâmı şehid eden Vahşi
radiyallâhu anh Müslüman olmuştu. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem onun kendisine görünmemesini arzu etmişti. Çünkü acısını
hatırlatıyordu. Ne de olsa sebep Vahşi olmuştu. Sonuç olarak bu durumdan
çıkarılacak hisse; her iş, fiil, düşüncenin bir bedeli vardır. Doğru yaptığını
sandığımız nice hareketlerimiz yüzünden canımızı yakarız da telafisi olmaz
durumlar başımızı sarar. Allah Teâlâ’nın bizi doğru yaptığımızı sandığımız
hareketlerden muhafaza buyurmasını dileriz..
[1] (TANYOLAÇ,
2007 ), s. 93-98
[2] Sad,
35
[3] Neml,
16
[4] Sebe,
12
[5] Enbiya,
82
[6] Enbiya,
81
[7] Sebe,
12
[8] Sebe,
13
[9] Neml,
40
[10] Sad,
35
[11] İsra;
81
Kaynakça
TANYOLAÇ
Bahadır Nanoteknolojiye
Ülkesel Stratejik Yaklasım Nasıl Olmalıdır? [Kitap]. - Gebze : Gebze
Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü Strateji Bilimi Anabilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi 210694, 2007 .
[12] (Büyük Selçuklu Devleti/1038-1194; Harezmşahlar
Devleti/1097-1231; Irak Selçuklu Devleti/1157-1194; Türkiye Selçuklu
Devleti/1092-1307; Osmanlı Devleti/1299-1922; Eyyubîler Devleti/1171-1348;
Timurlular Devleti/1370-1506)
[13] Nagehan
Alçı “Oyuncak”, Kaynak: www.aksam.com.tr 3
[14] ÖZEL
İsmet Neyi Kaybettiğini Hatırla [Kitap]. - İstanbul : Şule,
2006,s.36-38
[15] (Alauddin Ali b. Abdülmelik b. Kadı Han Müttaki
el-Hindi, Kenzü’l-ummâl fî süneni’l-akval ve’lef’al, III, 315)
[16] Tur, 46
[17] Alvin Toffler (doğumu 3 Ekim 1928), sayısal
devrimi, iletişim devrimini, şirket devrimini ve teknolojik
tekilliği tartışan çalışmalarıyla bilinen ABD'li yazar ve gelecekçidir. Fortune dergisinin
eski bir editörü olarak önceki çalışmaları teknoloji ve (bilgi bombardımanı gibi)
onun etkileri üzerineydi. Sonra toplumdaki değişimleri ve
tepkileri incelemeye başladı. Daha sonraki çalışmalarının odağını 21. yüzyılda
askeri donanımın artan gücü, silah ve teknolojinin yayılımı ve kapitalizm oluşturdu.
Kendisi de yazar ve gelecekçi olan Heidi Toffler ile
evlidir. Los Angeles şehrinde yaşamaktadırlar. "Alvin
Toffler"a ithaf edilen kitapları birlikte yazmaktadırlar. Yönetim
danışmanlığı şirketi Accenture, Bill Gates ve Peter
Drucker'dan sonra onu iş liderleri arasında üçüncü en etkili ses olarak
nitelendirdi. Financial Times tarafından "dünyanın en
ünlü gelecekçisi" olarak da tanımlandı.
[18] Tulekâ: Talîk’in
cem’idir. Mekke fethedilince esir durumuna düştüğü halde Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin esir muamelesi yapmayıp, azad ettiği Mekke
halkına denir. Mekke feth olunca İçinde müslüman olmayanlar da vardı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekkelilere:
“Gidin
serbestsiniz” demiş, kendisine zulmün, işkencenin, hakaretin her çeşidini yapan bir
saat öncesine kadar kendisini yok etmek için bütün güçleriyle çalışmış,
çalışanları desteklemiş, bu maksatla Bedir, Uhud, Hendek savaşlarını
tertiplemiş olan Mekkelileri birkaç kişi hâriç toptan affetmiş, sizler
tulekâ’sınız demiştir. Tulekâ, “azad edilmişler” manasına
gelir. Tulekâ demesi, belirttiğimiz üzere harp hukukuna göre, savaşta ele
geçirilmeleri sebebiyle esir hükmünde olmalarındandır.
[19] Bakara, 106
[20] İbrahim,
28
[21] Şerif
MARDİN: İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000.s.15
[22] Asimetrik:
Aralarında (simetri) bakışım bulunmayan (iki şey) veya iki yanı arasında
bakışım olmayan (bir şey),
[23] Berman,
M.. Katı Olan Her şey Buharlasıyor, (trc.: Ü.
Altuğ ve B. Peker),İstanbul: İletisim Yay., 2006.s.28-29
[24] Avşar, Birinci
Dünya…, s.44-45
[25] Birsen
Karaca, Sözde Ermeni Soykırımı Projesi;Toplumsal Bellek ve
Sinema, Say Yayınları, İstanbul, 2006, s.9
[26] fatma@turkishforum.com Erişim Tarihi:07.06.2007
[27] Yusuf
Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni iddiaları,
Babıâli Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.109
[28] Nahl, 105
[29] Ebu Davud
KAYNAKÇA
BOYACI
Yurdagül, Uluslararası
Güç Mücadelesinde Psikolojik Savaşın Rolü [Kitap]. - Ankara : Atılım
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler 206095-Yüksek
Lisans Tezi , 2007 .
[30] İmâm-ı
Rabbânî Ahmed Sirhindî, Ma'ârif-I
Ledünniyye (Ariflerin
Halleri) tercüme:
Doç. Dr. Necdet Tosun,
İstanbul, 2006, 99
[31] Voltaire, Seçmeler, Hazırlayan:
Selahaddin Küçük, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1975. , s. 163.
[32] Voltaire Felsefe
Sözlügü 1-2, trc: Lütfi Ay, İstanbul, İnkılap
ve Aka Yay.Tsz. c. 2, s. 177.
[33] Elmalılı
Muhammed Hamdi YAZIR sempozyumu, TDVY/109, Ankara, 1993, s.333
[34] Hanif: (ara.)
er. l. Tek Allah Teâlâ'ya, Allah Teâlâ'nın birliğine inanan. 2. İslam inancına
sıkı ve samimi olarak bağlanan. 3. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
tebliğinden önce Mekke'de tek Allah Teâlâ'ya inananlar.
[35] “Allah
Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz
sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” Bakara,
31
[36] Sina: Allah
Teâlâ kelâmına Musa aleyhisselâmın nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki
bir yer ve bir dağ ismi.
[37] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri saadetinin bulunduğu yer
[38] Tenzih: Suç
ve noksanlıktan uzak saymak. Allah Teâlâ’yı her çeşit kusur, noksan, şerik gibi
hallerden uzak bilip söylemek. Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade
etmek.
[39] kıyam
ve ka'deden: namazdaki ayakta ve durma
[40] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem
[41] Liva-ül
hamd: Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bayrağı. Ona
inananlar kıyametten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.
[42] Elmalılı
Muhammed Hamdi YAZIR sempozyumu, TDVY/109, Ankara, 1993, s.333
[43] YEŞİL, Ş. (2007). Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem). İstanbul,
317-318
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar