Seçki
TEK KURAL, OYUNUN İÇİNDE KALABİLMEK Mİ?
Monopoly’e benzer bir oyun var biliyor musunuz?
Bu oyunda iyi ya da kötü diye bir şey yoktur. Oyunun hedefi kazanmak veya
kaybetmekte değildir. Tek kural, oyunun içinde kalabilmektir.
Oyunda koltuğuna oturur ve sürekli sana uyuyor mu diye bakarsın. Yakında
sahipsiz kalacağını düşünürsün. Çünkü seni korkutan avcının ve ininin tepenin
üstünde olmasıdır.
Oyundakilerin birçoğunu ve kendini, çok akıllı, düşünen zannedersin .
Aslında çoğu ancak emir almayı bilir.
Oyunda isen fazla sır saklamaya gerek yok. En azından varsa da saklamaya
çalışmazsan, sırların çalınmaya değmez olur. Biliyoruz ki, hepimizin hayatta
var olma sebebimiz, var olma sebebidir.
Oyunda insanları gözlemlersin. Ancak, insanların yaptığı hataları
izleyemezsin, yeteneklerini fark edebilirsin. Jokeyler at binerken ata doğru
eğilir ve onu yönlendir. Ancak Jokeyler fakir ölürler. Unutma ki oyunda
kurallar vardır. Sürekli çiğneyip, oynanmaz hale getirilmemelidir. O zaman
oyunu bırakmazsan, oyundakileri bırakmaya mecbur edersin.
Oyunda entrika ve şiddete düşkünü bir akrep gibi olmamalıdır. Orion
böbürlenip yeryüzündeki tüm hayvanları öldürecekti. Bu yüzden Tanrıçalar Diana
ile Latona avcıyı katletmesi için akrebi yarattılar.
El elden üstündür. Eğer çok şey biliyorsan veya sana çok fazla şey
söylenmişse o kadar tehlikeli hale gelmişsin demektir. Bu ise daha çok
tehlikede olmana ve geleceğindeki seçeneklerini azaltmaya başlamıştır. Mesele,
hepimizin, oyunun içinde kalabilmesi değil miydi?
Fakat insan bir gün oyun dışı kalır.
Peki, ne önemli o zaman?
“Önemli olan sevgi ve sevmek. Yaşadığınız yeri, çevremizi, insanları,
doğayı sevmek, kul hakkı yememek. İnsan materyalist bile olsa, hayat onun için
de sonsuz değildir. Biliyoruz ki “hepimiz, bizi hatırlayan son insan öldüğünde ölmüş
olacağız. “
Scorpio/ Akrep (1973) Filminden derlenmiştir.
TARİHİN SİYASETİ
"Tarih geçmişin siyâseti,
siyâset ise, bugünün tarihidir...".
İngiliz tarihçisi
Freud
Sultan II. Bâyezid'in son yıllarında hastadır. Ecdadı gibi nıkris (Goutte
fr. Ayak Parmakları, topuklar ve mafsal ağrıları) illetine ve nefes darlığına
yakalanmıştır. Vezirler kendi istek ve arzuları doğrultusunda, devleti
istedikleri gibi, idare etmektedirler. Memlekette haksızlık, rüşvet, zevk ve
safâ almış yürümüştür.
II.Bâyezid bir gün vezirleri toplar ve onlara şöyle hitab eder :
“Allah bana saltanat hizmetini ihsan etti. Kıyamet günü bütün reâyâmın
durumunu Allah Teâlâ, şüphesiz benden soracaktır. Benim de vücudumda hastalık
ve yaşım hayli ileri olduğundan, işlerimi sizlere bıraktım. İşittiğime göre
atalarım zamanından gelen kanunları değiştirip kendi çıkarlarınız doğrultusunda
memleketi idare ediyormuşsunuz. Taşranın ahvâli perişanmış. İşleri aklı
erenlerden de sormaz olmuşsunuz. Hocanız kimdir? Millete işkenceye
başlamışsınız. Ahirette bana yatacak yer koymamışsınız. Yarın kıyamet gününde
Allah beni sorguya çektiğinde ben ne cevap veririm?
Vezirlerin herbiri bu işe aldırmamışlar, herbirisi birşeyler uydurmuşlar.
Yalnız, hasta olan ve divana sedye ile gelip giden Mesih Paşa Sultan'dan izin alarak özetle demiş
ki,
“Sultanım, veziri â'zam zevk ve eğlence peşindedir. İkinci vezir mal
peşindedir. Üçüncü vezir av ile meşguldur. Defterdarlar sizin eteğinize sıkıca
yapışıp, mal tahsil idelim diye, sizleri sürüye sürüye cehenneme alıp
gidiyorlar. Memleketin hali perişandır, halk zulüm ve işkence altında
inlemektedir. Her taraf âh ve figanla dolmuştur. Size âhiret gerekse bu
memleketin işlerini iyi bilen ve memleketi koruyacak birini idareye getiriniz,” der.
Bunu dinleyen Sultan Bâyezid ağlayub, "doğru söylersin" der ve çıkıb gider.
Bâyezid'in kendi oğullarından her biri de, saltanata geçme peşindedirler.
Şah İsmail ve tehlikesi her tarafı sarmıştır. Şah İsmail'in
propagandistlerinden olan Şah Kulu Şeytan Kulu Anadolu'yu baştan başa kana
bulamıştır.
Millet ümidini Yavuz Sultan Selim’e bağlamıştır. Ozanlar meydanlarda Yürü
Sultan Selim meydan senindir, diye türküler söylemektedirler. İngiliz tarihçisi V.J.Parry de, "Eğer Yavuz başa geçmese idi Osmanlı ta o zamandan yıkılmıştı", kanaatine varmıştır. Bâyezid'in son
dönemlerini, Kemalpaşazâde şu satırlarla anlatır.
Çalındı kûsı fitne her cihetde
Belürdi nice fetret memleketde
Memâlik yüz tutub yer yer harâba
Reâyâ düşdi havfu –ıztıraba
Sh:56
**
Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde veziri Azam Piri paşayı çağırır
ve özetle der ki:
" Bir çok memleketler aldık. Hadimü'l Haremeyini'ş Şerîfeyn olduk.
Allah Teâlâ'nın yardımı ile muhalif kimse kalmadı. Böyle olunca bu devlet için
daha batma tehlikesi var mıdır?
“İnşallah bu devlet böyle giderse batmaz, yalnız sizden sonra evladınız
zamanında sizde olmayan üç şey meydana çıkar ise devlet çöker," der. Buna karşı Yavuz:
“Bire, benim hâzinemde hazine, kullarımda kul, sefere lâzım alet ve
hayvandan neyim eksükdür. Bu üç nesne ne ola ki Devleti Aliyyenin zevaline
batışına sebeb ola?”
Piri paşa şöyle cevap verir:
“Evet şimdilik görünen eksik bir şey yoktur.
İleride şu sayacağım üç şey devlete musallat olursa o zaman bu devletin
ihtilâli ve hercümerci kaçınılmaz olur. "
Bu üç şey şunlardır:
- Devlet bir ahmak veziri azama düşerse,
- Rüşvet yolları açılır ve bu sebepten mevki ve
makamlar ehli olana verilmez ise,
- Devleti idare edenler (Hükümet namında olanlar)
avretlerim muratları üzere hareket ederse."
sh:97 98
“Haberdâr ululardan naklolunur
Her Firavun'a bir Musa bulunur.”
Defler IX, v/125 b.
Kaynak:
İbni Kemâl- Kemalpaşazâde, Prof. Dr. Ahmet UĞUR, Kültür Ve Turizm Bakanlığı
Yayınları : 822 İzmir
Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız
Hem kadehle
solukdaş, hem de ayrılıklarız.
Sevgilinin kaşları
eğdi kaderimizi
O günden bugüne
dek düşmüş yaratıklarız.
Ey gülüm, sen daha dün
parçaladın göğsünü
Ama biz tâ
doğuştan kızıl şakayıklarız.
Lale gibi ortada
yalnız kadehi görme,
Şu yaramıza da
bak, gör nasıl âşıklarız.
Şiirdeki renge, hayale
bakma Hafız,
Sadece boş
levhayız, dokundukça çınlarız.
(Hafız-ı Şirazi)
NASİHAT
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki:
Bir gün Pervâne, Mevlânâ hazretlerinden kendisine nasihat vermesi için
ricada bulundu. Hz. Mevlânâ bir zaman düşündükten sonra mübarek başını
kaldırıp:
“Emîr Muineddin, Kur’anı ezberlediğini duydum,” dedi. O da: “Evet!” diye cevap
verdi. Hz. Mevlânâ:
“Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmi’ül Usûl’ü de Şeyh Sadreddin hazretlerinden
dinlediğini duydum,”
buyurdu. Pervâne yine: “Evet!” dedi. Bunun üzerine Hz. Mevlânâ:
“Mademki, Tanrı ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi
bahsettiğin ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve hiç bir âyet
ve hadîsin muktezasınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona
nasıl uyarsın?” dedi. Pervâne ağlayarak kalkıp gitti. Ondan sonra iyi amel işleme, adalet
ve ihsan ile meşgul oldu, hayratta bulundu ve böylece dünyada bir tane oldu.
Mevlânâ, semâ’a başlamağı emretti.
((Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.1, 82.Menkabe))
BEDDUÂ, KÖTÜYE YARDIM ETMEK MİDİR?
İlm-i Ledün sahipleri bir kötüye yardım etmek istedikleri zaman o kişiye
beddua ederler. Avam-ı nas ise muhayyilesinde bunu düz manada yorumlar. Aslında
bu beddua kötünün necatı olmuştur.
Bir kadının bir tavuğu vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu
tavuk, kadın için yumurtluyordu. Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı.
Kadın tavuğun çalındığını öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi
Allah Teâlâ’ya havale etti. Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu.
Birden bire hırsızın yüzü tavuğun tüyleriyle kaplanıverdi. Ne yaptıysa bu
tüylerden kurtulamadı. Kime sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl kurtulacağına
dâir bir çözüm sunamadı. Derken İsrailoğullarından bir bilgine rastladı. Durumu
ona da anlattı. Bilgin şöyle dedi:
“Bunun
ancak bir şifâsı vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ etmesidir. Şâyet
bedduâ edecek olursa, bu hastalığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına bazı
kimseleri gönderdi. Bu kimseler:
“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:
“Çalındı.” dedi. Onlar:
“Desene
çalanlar sana çok eziyet etmişler.” dediler. Kadın:
“Evet
öyle oldu.” dedi. Onlar:
“Canını
çok yakmış olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.” dediler. Kadın:
“Evet
öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde sorularla kadının öfkesini iyice kabarttılar.
Derken kadın, hırsıza bedduâ ediverdi. Bunun üzerine hırsızın yüzünden tüyler
dökülüp kayboldu. Bu durum İsrailoğullarından olan bilgine haber verildi.
Bilgine:
“Bunun
bu şekilde iyileşeceğini nereden bildin?” diye sordular. O:
“O kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini
Allah Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadının yerine ondan intikam
almıştı. Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun
üzerine de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.” buyurdu.[ İbn
Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur, Letâifül-Minen Fî
Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu,
Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 202]
İyi olarak bildiklerimizin bedduasını şer olarak anlamak yerine yardım
olarak kabul etmek gerekir. Onların yaptıkları bu zahiri hareket aciliyet
kesbetmiş cezanın tehirine sebep olmuştur. Büyükler eğer kızmışlar ve kaderi
cephede bir rahmet zuhur etmemişte, gazabı ilâhiye tecelli edecekse sukût
ederler. Bu felaketin ta kendisidir. Bu ahvalden Allah Teâlâ’ya sığınmak
gerekir. Bu minvalde rahmet mefhumu içeren bir beddua muhteviyatı vardır ki,
onu da ancak ehli anlar. Hz. Mevlâna Celâleddin Rumî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz Efendimizden bir örnek verelim.
Mevlânâ sözleri arasında buyurdu ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hazretleri birinden incindiği vakit, Allah Teâlâ’ya:
“Ey Allah’ım, onun malını ve çocuklarını artır,” diye bedduada bulunuyordu ki, adam onlarla
meşgul olup onun sohbetinden mahrum kalsın. Bundan Allah Teâlâ’ya
sığınırız. Fakat birinden memnun olduğu vakit de kendi
geniş inayetini o kimseye can yoldaşı yapar ve:
“Ey Allah’ım, onun malını ve çocuklarını azalt,” diye buyururdu ki, o daha fazla yalnız
kalsın, hafiflesin ve o mânaya istidat kazansın. (Menakıb-ül Arifîn,
Eflâkî, c.1, 436. Menkabe)
İşte bu ilim bizim Ledünnî olan ilmimizdir, medrese ilmi değildir. Bunun
üzerine hepsi başkoyup insafa, geldiler ve Şeyh Bahaüddin Allah Teâlâ’nın
kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve:
“Mademki bu dünyadan gideceğim hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi
değil, inayete mazhar olan bir kul gibi gideyim” dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta oldu ve on üç günde
Allah Teâlâ’nın rahmetine kavuştu. (Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.2, sh:420)
Konya beylerinden biri Sultan Veled’in gazabına uğradı ve on
gün içinde o haneden ve soydan hiç bir kimsesi kalmadı. Erkek ve
kadınlarının hepsi anî bir ölümle ölüp gittiler. O kadar ki evlerinde bir
kedi bile kalmadı. Nihayet onların bu hali insanlara ibret oldu.
Onların helâk ve felâketleri söylenip yazıldı. Onun edepsizliğinin
uğursuzluğu onların hanümanını yok etti. (Menakıb-ül Arifîn,
Eflâkî, c.2, sh:276)
DİL VE DİN İLİŞKİSİNDE BOĞANIN SIRRI
Din, sosyal organizasyon ve ahret inancı gibi konular dilsiz olmaz.
Özellikle dini konular ve bunlarla ilgili mitoslar bilinçdışının ürünleridir
ki, bilinçdışı dil yoluyla oluşmuştur. Din kavramının oluşması, zihinde yer
edinmesi ancak dil yoluyla mümkün olabilir. Dil, dinin ve tanrının koşuludur.
Dil olmaksızın, inanç mümkün değildir. Tanrının buyruğu dille iletilir. Daha da
önemlisi tanrının varlığı dil yoluyla gerçekleşir. Dil yoksa tanrı da yoktur, öteki dünya
da. Bu yüzden inanç sahibi tek canlı insandır.
İnsan konuşarak tanrıyı yaratmıştır. Tanrının insanı yaratması ise yine dil yoluyla
olmuştur. Ol!, demiştir tanrı. Ol! demiştir ve her şey olmuştur. Çünkü insan gibi tanrı da konuşmaktadır.
Dil yaratıcıdır ya da yaratıcı olan dildir. Her şeyden önce söz vardır.
Ontolojik sorunların diyalektik materyalizmle yanıtlanabileceğim ileri
sürdüğü, Madde ve Mana isimli kitabında Saffet
Murat Tura, bu konuda bireyin doğduktan sonra içine düştüğü kültür dünyasının
bir gereği olarak tanrıya inandığını ileri sürer. Ona göre, insanın tanrıya
inanması maddi bir beyin olayının sosyal pratikteki yansımasıdır (2011:282).
İnsanın inancının sosyal bir olay olduğunu, yaşadığı sosyal ortam gereği
insanın kendi varlığına aşkın bir anlam yüklediğini ve bu
dünyadan başka bir dünya olmadığını ispat etmeye çalışan Tura, bununla birlikte
bu inanç ve anlam dünyasının dil yoluyla gerçekleşebileceğini söylemektedir.
Yani sonuçta nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, hangi ihtiyaca binaen
şekillenirse şekillensin, inanç bir dil ve yasa dünyasıdır. Ve insanın yaşamını
şekillendiren fallik baskılarla varlığını güçlendirmeye
çalışır. (sh:92-93)
Yazılı kültürün en eski mitik ifadelerinden birisi olan Gılgamış,
boğanın ölümle ilişkili olduğuna işaret etmektedir.
Mezopotamya'nın yazılı tabletlerine yansıyan, tanrılar ve ölüler ülkesi ile
ilişkili boğa (Gugalnanna) figürü, tarih öncesi mağaraların duvarlarından
fırlamış gibidir. Öte yandan Yakındoğu'nun kadim kültürlerinde, neredeyse
bütün yazının temel taşları olan alfabeler A harfi ile başlarlar. Alaf ya da alfa öküz demektir. Bu harf İslami Arap kültüründe Elife dönmüş
ve Allah manasını almıştır. Alfabenin ilk harfinin rakamsal
değeri de birdir. Öküzün, bir anlamına gelmesi ve ilk
harf olması büyük bir tesadüf değildir. Sözün başında ölüm vardır. İnsanın
zihnini meşgul eden asli konu bu olduğundan öküz alfabenin ilk harfidir. Her
şeyden daha önemli ve anlamlıdır. Bu nedenle de önceliği vardır. Elif in Allah'ı sembolize
etmesi de bu anlamı güçlendirmektedir.
Antik Yunan kültüründeyse bu hayvan [Gökboğası] ancak genç erkek veya
kızları yiyerek teskin olan, bir labirente hapsedilmiş Minotauros'tur
(Hard 2006:339).32 Aynı boğa belki de binlerce yıl sonrasında
ve bambaşka bir coğrafyada Boğaç Han'ın bir yumrukta yere serdiği boğaya
dönüşmüştür. Birçok kültürde varoluş ancak büyük bir hayvanın parçalanması
sonucunda gerçekleşebilir.
Örneğin Doğu'nun gizemli dinlerinden birisi olan Mitraizm' de, Mitras'ın
Kozmik Boğayı öldürmesinin ardından ancak maddi dünya
yaratılabilmiştir. Yaşamın varlığı boğanın ölümüne borçludur (Russel
1999:174-177). [Kur’ân-ı Kerimde geçen Bakara Suresinin (İnek. Dişi sığır)
varlığıda bu konuyu imâ ediyor olmalıdır]
Anadolu'nun pek çok yerinde boğa başta olmak üzere, boynuzlu hayvanların
kafataslarını bahçe duvarlarına asma geleneği halen devam etmektedir. Dünya hızla dönmüş, zaman su gibi
akmış ama Paleolitik mağaraların gürbüz hayvanlarının anlamı hiç
değişmemiştir. Ölümü alt etmeye çalışan insan, bugün bile hâlâ İspanya'da
arenalarda boğayı alt etmeye çalışmaktadır. Tüm bu süregelen örneklerin dayandığı
mitleri biliyoruz. Ancak öykülerini bilmediğimiz mağara duvarlarına yansıyan
resimlerin de benzer mitik anlatımlar olduğu çok açıktır. Hayvan
kurbanı, kendisine verilen yaşamın bedeli olmasının yanı sıra insan
için tanrılara, tanrısallığa ve cennete ulaşmanın bir yoluydu;
zaman bu anlamın özünü hiç değiştirmemişti. Allah Teâlâ en eski
insandan başlayarak yasalarını koymuş, insanı hayvanlara mecbur
kılmıştır. (sh:102-103)
Kaynak:
İsmail GEZGİN, Fallusun Arkeolojisi- Doğal Olanın Kültüre, Kültürün
İktidara Dönüşümü, Ekim 2012,İstanbul
ŞEYTANIN GÖR DEDİĞİ: "ENRON"LAR
Riva ŞALHON B YÜZÜ- 29 Ocak 2014/Şalom Gazetesi
Başlık, Çetin Altan’ın köşesinin ismidir yıllardır. Meğer Barış Manço’nun
da Dıral Dede’nin Düdüğü adlı şarkısında geçermiş aynı söz.
“Aç gözünü daha vakit erken gör şeytanın gör dediğini / Bir kulak ver de
dinle sağır sultanın duyduğunu / Sen öyle devekuşu gibi şaşkın şaşkın
bakınırsan / Bir gün elbet duyarsın Dıral Dede’nin Düdüğünü.”
Bugünkü yazı, göz önünde olduğu halde gizli olduğu sanılan bilgilerle
ilgili olduğuna göre başlığı ödünç aldım. Zira şeytanın gör dediği,
başkalarının göremediği, farkına varamadığı incelikleri ve gerçekleri yakalamak
anlamında kullanılıyor dilimizde.
İlk önce klasik anlamdaki istihbarattan bahsedelim. İstihbarat, bilmece
çözmeyi gerektirir. Yani, gizlenmekte olan ve yetersiz olan bilgilerin açığa
çıkarılmasını, elde edilen ipuçları ile daha büyük bilgilere ulaşmayı hedefler.
Hâlbuki günümüzde çoğu durum, fazlaca önümüze yığılmış bilgi içinden deneyim ve
sezgi yeteneği ile açıklığa kavuşabiliyor. Gizliden daha çok bilgi fazlası var.
Ancak bu bilgi yığınlarından anlam çıkartmak imkânsız. Bu durumda daha fazla
istihbaratçıya değil daha fazla deli dahiye ihtiyaç doğuyor. Örneğin Enron
Elektrik şirketinin sahibi 2001 yılında hissedarlarını ve çalışanlarını fena
halde dolandırdığı gerekçesi ile yargılandı, ancak ortada tam olarak gizlenmiş
bir bilgi yoktu, hatta 3000 adet yan şirketle yaptığı sözleşmelerin hepsinin
binden fazla sayfadan oluşan dökümanları vardı. Finansal piyasalar Enron
vakasını daha ciddiye alsaydı, belki de 2008 krizi hiç olmayacaktı.
Bir bilmece eklenen yeni bilgiyle daha basit hale gelir ancak günümüzdeki
muammalar, bilgi fazlalığından içinden çıkılmaz hale geliyor. Yani eksperlerin
iş alanları ile ilgili verdiği karmaşık açıklamalar bizim iyiliğimiz içindir
inanışı artık geçersiz. O açıklamaların hangi yönde kullanılacağına karar
verirken artık kimse sorumluluk almak istemiyor. Örneğin bankalar binlerce
analiz sunuyor, ama bu durumda en doğrusu bilmem ne para birimine veya bilmem
ne temalı sektörlere yönelmektir demiyor. Hâlbuki eskiden analizler bu kadar
göz önünde değilken bilmeceler basitti. Aynı şekilde kanser gibi artık öntanı
yapılabilen ve üremesi olası görülen hastalıklarda eskiden olduğundan daha
fazla bilgiye sahipken bile muamma çözülemiyor, hastanın tedavisinde ne yol
izlenmesi bilginin artması ile kesinleşmiyor.
Kısaca demek istediğim şu: Artık çarpıtma göz önünde de
yapılabiliyor. İstihbarat yaparak bilgiye ulaşmaya çalışmanın devri geçti. İstihbarat servislerinin de bu konuda daha uyanık
olması ve ajan sayılarını arttırmak yerine bilgileri doğru değerlendirebilen
vatansever, vizyon sahibi, biraz da ortalama zekanın üzerinde yeni bir insan
profiline yönlenme zamanıdır… Her sektör, gelişmelerin hızına ayak
uydurmalıdır.
“DİL”İN GERÇEĞİNDE KİMLİK BOZUMU
Dil, insanların karşılıklı konuşmasını mümkün kılar. Bu da dilin yapısında
önceden belirlenmiş ve biz onları öğrenmeden önce de var olan anlamlara
uyduğumuz takdirde mümkün olabilir. Kişiye özel bir dilden söz
edilemez. İnsanlar farklı bir mana kasteder veya kullanmaya
çalışırsa iletişim kurabilmek için kullandığı dili “çevirmek” zorunda
kalır. Ancak bu kelimenin karşıtlığı konusunda kimin kontrolünde olacağı
sorununu çıkardığı gibi/çözüm bulmayı gerektirir.
Dil, kültür ve geleneksel kurumların kontrolünde geliştiğinden dilde kesin
olmayan ögeler artar/ karşılık bulmanın sorunsalı baş gösterdiğinde paylaşılan
değerler sarsılmaya başlar. Ayrışmanın başlamasına neden dilin karşılığını
bulmada çekilen sıkıntıdır. Bilinçsizliğin [Bilinçdışı] temelide dil gibi
olduğunu söylerken Lacan bu ayrışmaya dikkat çeker.
Kelimeler göstergesinin hiçbir öğesi bir diğerini belirlemediği, gösterge
anlamını “açık” etmediği gibi, gösterilen de formla ya da sesle benzeşmez. Tam
tersine, gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki rastlantısaldır. Mesela
“Köpek” sözcüğünün köpeğe özgü hiçbir yanı yoktur. Zaten olamaz da, çünkü Dili
yeni öğrenen çocuklar, kelimenin ancak göstergesini öğrendikleri zaman
anlamı da ayrımsamayı öğrenirler. Bir terimi doğru kullanabilmek, anlamını
bilmekten geçer. Yunanca bilmiyor olabilirsiniz. Kelimedeki bir inceliğe örnek
olarak aşağıdaki Yunanca kelime saf bir göstergedir:
λόγος
Yazıldığı zaman yukarıdaki şekli alır; seslendirilişi de şöyledir: logos.
Ve eğer Yunanca biliyorsanız gösterilenin tam bir İngilizce karşılığı
olmadığını da bilirsiniz; “sözcük”, “düşünce”, “anlam” ve “mantık” gibi
karşılıklarını verebilirsiniz. Eğer baş harfini büyüterek şeklini çok az -ve
sessizce- değiştirirsek, Λόγος halini alır ve gösterilen bir anda “Tanrı’ya ya da “Us”a
dönüşür.
Dildeki karşıtlığın maddî ve mânevi yönden sorunları olduğu günümüzde,
icraatın içinde olanların zafiyetlerini örtbas etmek konusunda, hitabet
sanatından alınan güçle dil kullanımını, ileri seviyeye kavuşturma trendleri
ile kemiyet faktörlerini, keyfiyete üstünlük sağlayabilirler.
İmaj/mecaz/hile/toplumu-dizayn tasarımcılığı ile başarısızlıklarını örtbas
edebilirler. Bu konuda yine revaçta olan reklamcılığın temelinde yatanda
dilin kullanımı gelmektedir.
Kelime göstergelerinin, adetler, gelenekler, vs. birer tezahürü olarak
düşünmeye başladığımızda, zafiyet göstermeye ve değişim gösteremeye
başlamış olgulara yeni bir anlam kazandırmanın gerekliliği ortaya
çıkmıştır. Mesela: Günümüzde ağartıcı ya da amonyak kullanan
geleneksel temizlik ürünleri mikroplara karşı “savaş açar” ya da kirleri “yok
eder” denilerek dramatize edilmektedir. Oysa ikinci Dünya Savaşı’nın hemen
ardından satışa sunulan deterjanlar, kiri kumaştan “nazikçe” çıkarmayı vaat
ediyorlardı. [“Deterjanların esas amacı nesneyi koşullara bağlı kusurlarından
arındırmaktır” sözlerinden yola çıkarsak, deterjanın üstün meziyetleriyle
karşılaşan yabancı maddeler uzaklaşıyor ve beyazların düşmanları bertaraf
oluyordu. Aslında kast edilen, “onların işlevi savaşmak değil, toplumsal düzeni
korumak”tı.] Şimdi ise soğuk savaş döneminde “savaş” kelimesi ile
çağrıştırılıyor. Yine cilt bakım ürünü reklamlarında “mahrem olanın
abartılı temsilinden yola çıkıyor”, söz konusu nemlendiriciler cildin derinlerine
dışarıdan “sızarak” ve “nüfuz ederek” kırışıklıkları önlüyor ve ona doğal
güzelliğini geri kazandırıyor, şeklinde dile getirilerek,
bilinçdışı/bilinçsizlik etki altına alınarak, insanlar yönlendirilmeye
çalışılıyor.
Günümüz reklamcılarının çoğu, Roland Barthes’in 1957’de Fransızca olarak basılan Mythologies (Çağdaş
Söylenler) kitabını okumuştur. Barthes burada Saussure’ün kültürel
değerlerimizi anlamlandırırken dilin kullanımına dair getirdiği
açıklamalarından çıkarımlar yapar.
j. Lacan’da insanı toplumsal bir organizmadır ve yaşadığı sorunların
temelinde kopukluk yatar diye ele aldığı kimlik/özne sorununu açıklarken, insan
birer organizma olarak doğar (elbette) ve daha sonra birer özneye dönüşür,
der.. Ama nasıl? Dünyaya geldiğimiz andan itibaren çevremizi kuşatmaya başlayan
ve göstergesel uygulamalarla bezeli kültürümüzü özümseyerek, konuştuğumuz dili
öğrenme sürecinde birer özneye dönüşürüz ki, bu da artık “ben”i gösterebilme
yetisine sahip olduğumuz anlamına gelir. Bunun da bir getirisi, bir isteğimiz olduğunda
çaresizce ağlamak yerine artık onu dile getirebilir, doğru otobüse binebilir,
dostlarımıza e-posta gönderebilir ve siyasi konuşmalar yapabiliriz-ya da
zevkimize göre felsefe okuyabiliriz. Tüm bunları mümkün kılan dil, her şeye
rağmen Ötekidir. Lacan bu tanımı yaparken özellikle büyük harf kullanarak dilin
Ötekiliğini ve insanlar arasındaki kültürel ötekiliği ayrı tutmaya çalışmasına
karşın, göstergenin Ötekiliğini diğer insanlardan öğrendiğimizi ve
içselleştirdiğimizi de aklımızdan çıkarmamak gerekir, der. En nihayetinde,
bunlar hepsi dilin ürünleridir.
“Büyük Öteki” dediğimiz şey bizden önce de oradadır, varlığı bizim
dışımızdadır ve bize ait değildir. Örneğin, bir isteğimizi iletirken
kullanmamız gereken terimleri, iletişim kurabilmek adına ve başka bir
seçeneğimiz de olmadığı için Ötekinden temin etmemiz gerekir. Bu sayede
başlangıçta kendisi ve dünya arasında herhangi bir ayrım yapma duygusundan
yoksun, bu insan denen küçük organizma, her ne kadar yabancılaştıran bir etkisi
de olsa, çevresinden ayrışarak dilin içinde zaten kullanıma hazır olan
ayrımlardan yola çıkarak isteklerini formüle etmek durumunda kalır.
Oysa burada eksik olan bir şeyler var - organik varlığımızın
devamlılığından gelen bir kalıntı ya da isteklerimizi sözde tanımlaması gereken
göstergelerin yetersizliğidir. Lacan bu kaybolan şeyin hakikat olduğunu söyler. Aslında kültürün bize gerçek olarak
sunduğu hususların geneli hakikatin kendisi değildir. Anlamlamanın dışında yer
alan özne organik varlıktır. Özne’de hakiki olan bizler bunun tam olarak ne
olduğunu asla bilemeyiz, çünkü nesnenin bulunduğu çevredeki adlar dünyasında
ona “tüm olarak” işaret edebilecek bir gösterge bulunmaz. Hakikat, bilincimizde
kavranabilir olmaktan uzaklaştığı için bastırılmıştır ve bildiğimizi sandığımız
gerçeklikle olan ilişkimizi zedelemek ve altüst etmek için durmaksızın geri
döner. Var olan dilin imkâsızlığında kaybolan hakikat, rüyalarımızda, dil
sürçmelerimizde, sözcük oyunlarında, esprilerde ya da hastalıklarla ve
psikolojik bir nedeni olmaksızın gelişen yetersizlikler gibi bedensel
belirtilerle kendini gösterebilir. Bunu uyumsuzluklarda daha çok görebiliriz.
Kaybolmuş fakat kendisinden kaçış olmayan organik varlığımıza ait hakikatin
o bildik etkisi, tam olarak tanımlayamadığımız bir tatminsizlik duygusuyla
ortaya çıkar. Artık organizma ve gösteren özne arasında bir boşluk vardır ve
işte bu boşluktan da arzu/lar doğar. Lacan’nın deyişiyle arzu adlandırılamaz,
çünkü o bilinçdışına[bilinçsiz tarafımıza] aittir ve dilin bize sunduğu
bilincin bir parçası değildir. Ancak, yine de, kayıp hakikatin emaresi olan o
boşluğun bir neticesi olması ve dolayısıyla biçimsiz oluşu nedeniyle yapısaldır
da. Arzu/lar her ne kadar bilindışımızdan da doğsa, pek çoğumuz çeşitli
nesnelere bağlanır, onları arzularımızın merkezi haline getirir ve böylece
tekrar bir bütün olabileceğimizi, özne ve kayıp hakikat arasındaki uçurumu
kapatabileceğimizi umarız. Oysa bunu asla başaramayız - yine de salt bu arayış
bile bize keyif verebilir. Ancak yapılanmış dilin gerçekliğindeki hakiki/hakikat
sorun olmaya başlayınca öznenin kimlik sorunu taraf bulmakta zorlanır. Bu en
fazla cinsiyette ve ayrımda büyük sorunları oluşturur. “Abel Barbin”’in bütün
geçmişini silerek yeni bulduğu kimliği kazanamadığı gibi dönüşünü
sağlayamamasında gördüğümüz durum ile The Truman Show’(1998) un temelindeki
hiper-gerçekliğin, “gerçek toplumsal hayat”ın kendisi için bir şekilde,
sahnelenmiş bir düzmece olduğunun farkına varması aynı argümanları dile
getirir.…
Dilin karşılığında olan kimlik/özneyi bulmakta, Lewis Carroll’un “Aynanın
İçinden” kitabında, Humpty Dumpty biraz da küçümseyen bir
tonla, “Bir sözcüğü kullandığım zaman, onun anlamı, ben ne demek istemişsem odur -
ne eksik ne de fazla,”deyişinde Alice’in buna verdiği karşılık, “Yalnız buradaki sorun, sözcüklere pek
çok farklı anlam yüklenip yüklenemeyeceği,”cevabını verince “Asıl sorun,” der Humpty Dumpty ve ekler, “hangisinin Patron olduğudur - hepsi
bu.”
Eğer sözcüklerin anlamı kişiye göre değişiyor olsaydı, başkalarıyla
iletişim kurabilmemiz mümkün olmazdı. Bu nedenle anadilimizi öğrenme sürecinde,
Öteki’nin anlam kurgusuna başvururuz. Küçük çocuklar ördek ve sincap arasındaki
ayrımı daha önce öğrenmiş olanlardan öğrenirler: ördekler uçar gibi. Ama
çocuklar hatalar da yapar: uçak uçabilir ama bu onun ördek olduğu anlamına
gelmez.
Buradan sözün bağlamını günümüzdeki insanın kimliğini kaybetmiş düşünce,
yaşayış [bilhassa siyaset] alanında eşcinsel karakterlere bürünmüş olmasıdır.
Birilerinin erkek veya kadın olduğu şüphesi çoğunluk üzere yaygınlaşmıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ahir zamanda “sabah mümin, akşam kâfir olurlar” buyurarak, kayganlaşmış sosyal bir
zeminin olacağını ve “ben”in yapısallığındaki
keşmekeşe yön vermenin zorlaşacağı hikmetini haber vermesi çok mânidardır.
İnsan fıtratının, temiz ve uyumlu değerleri yapılanırken uğradığı bozulmaların,
bastırılması, aktarılması ve bilinç seviyesinden bilinçsizliğe ulaşmasında zor günleri
yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Yazı oluşturulurken faydalanılan Kaynak:
Postyapısalcılık, Poststructuralism, Cathenne
Belsey, Türkçesi, Nursu Örge, Dost Yayınları, 2013, Ankara
YENİ NESLİN DİNİ Wicca İLE PEYGAMBERİ Harry Potter
Çocuklarımızın 2001 yılında tanıştıkları/tanıştırıldıkları Wicca Dini ve
peygamberi Harry Potter, nasıl bir “üst çalışma”nın ürünü olduğunu
anlamakta çok geç kalmış olabiliriz. Konunun maddi getirisi yanında,
çocuklarımız, peygamberimizin hayatından çok Wicca dinini ve gizlice servis
edilmiş sahte peygamber Harry Potter’u çok iyi tanımaktadırlar.
Bu meyanda Allah Teâlâ, her zaman olduğu gibi, Harry Potter,
karakterini canlandıran Daniel Radcliffe’nin, “Uyuşturucu Batağında” ki haberleriyle, uydurma dinin baş
aktörünü ve yan getirilerinin perişan hallerini tezahür ettirmiştir. Yaşı
geçkin olanlar bilir, ‘Superman’ filmlerinin unutulmaz
yıldızı Christopher Reeve, Reeve, attan düşerek felç olmuştu. 9 yıl felçli
olarak yaşam mücadelesi vermiş ve kalp kriziyle vefat etmişti.
Burada anlatmak istediğimiz hikmet, Allah Teâlâ’nın kullarını ve İslâm
Dinini muhafaza ettiğini göstermektedir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”
[Kur’ân-ı Kerim,Kıyamet,36]
Lois MARTİN, Cadılığın Tarihi Ortaçağ’da Bilge Kadının Katli isimli eserinden sizlerle bir kısmı paylaşacağım.
Wicca dini: [Hristiyanlık öncesi geleneklere dayandırılan çok tanrılı
neo-pagan din (doğa üzerine odaklanmış, genellikle inançsızlarca bir çeşit
büyücülük olarak görülen)]
Harry Potter, 2001 yılından bu yana etkinliğini sürdürüyor ve Wicca dini
bugünün dünyasında en hızlı yayılan dinlerden biri olma niteliğini koruyor. Yirmi birinci yüzyılda cadılar ve cadılık bizi hâlâ
ebedi bir büyünün etkisi altında tutmaya devam ediyor. Harry Potter’ın
görülmemiş başarısı daha çok JK Rowling’in bazı orijinal figürleri
canlandırmaktaki dahiyane yeteneğinden kaynaklanmaktadır.
Cadı, büyücü ve sihirbaz: hepimiz içgüdüsel olarak bunların kim olduğunu ve
neler yapabildiklerini biliriz. Dönüştürücüler, şekil değiştiriciler,
iyileştiriciler, falcılar, meydan okuyucular ve yıkıcılar: her kültür kendi
cadısına ve büyücüsüne sahiptir ve her kültürde bunlara imrenilir ve bunlardan
korkulur. Genç Harry Potter ve okul arkadaşları zarif bir şekilde Batı’nın
cadı ve büyücü masallarının bakış açısını yansıtırlar. Süpürgelerle uçar,
sivri şapkalar giyer, büyücü asalarıyla büyülü kelimeler söyler, kazanlarda
iksirler kaynatır, tozlu büyü kitaplarına başvurur ve kurbağalar ile
baykuşlara yakınlık duyarlar. Hogvvarts Ekspresi’ne binmek; gerçekliği ardında bırakmak ve iyinin ve kötünün siyaha ve
beyaza dönüştüğü, kimsenin cadıların ve büyücülerin sahip oldukları yeteneklere
nasıl ulaştıklarını sorgulamaktan vazgeçmediği masalsı diyarlar ve kolektif
hayaller dünyasına girmek demektir.
Gerçek dünyada ise, eski zamanlardan beri beynimizdeki cadı algısının
merkezinde duran ve toplumlunuzdaki cadıların ve cadılığın rolünü genellikle
ölümcül sonuçlara yol açacak şekilde belirleyen sorular işte bu tür iyi ve
kötü, doğal ve doğaüstü sorularıdır.
Zamanla cadılık, coğrafyayla ve hepsinden önemlisi gerçeklikle
sınırlamıştır. Masallardaki cadılıkla değil, modern pagan cadılıkla ya da Avrupa
dışı kültürlerdeki cadılıkla ilgilenmektedir. Bunu söylerken, yanlış anlaşılmayı
ve karışıklığı önlemek adına, bir ara verip tarihsel cadılıkla neyi
kastettiğimizi ve özellikle onun Modern Pagan Wicca Dini’nden hangi noktada ayrıldığını tam olarak açıklamalıyız. Modern pagan
cadılar arasında, inançlarının kökenlerine ve tarihteki cadılarla ilişkilerine
dair çok sayıda kavram kargaşası vardır.
Yakın zamanda, akademisyen Ronald Hutton Ayın Zaferi adlı
kitabında kendi deyimiyle
“İngiltere’nin dünyaya armağan ettiği tek din” in doğuşunun ilk tarihsel
analizini yapmıştır ve böylece Wicca sonunda yarı gerçeklere ve romantik
söylencelere değil de somut akademik verilere dayalı bir tarihsel temele sahip
olmuştur.
Modern pagan cadılıkla tarihsel cadılık arasındaki karmaşa ve
tutarsızlıkları ele almanın belki de en kolay yolu, konuya her bir cadılık
türünün temelini oluşturan iki klasik düşünce sistemini ele alarak
yaklaşmaktır. Wicca’nın büyücülük öğesi nihayetinde Neo-Platoncu Rönesans’ın
bir çocuğu (ya da en azından torununun torununun torununun torunu) iken, tarihsel
cadılık inançları köklerini ortaçağın Aristotelesçi düşüncesinden almaktadır.
Orta Çağların Aristotelesçi araştırmacıları büyünün yalnızca iblislerin
yardımıyla yapılabileceğine inanıyorlardı, bu nedenle cadılığı Şeytan işi
olmakla suçluyorlardı. Rönesans düşünürleri ise büyünün bir doğa bilimi
olduğunu ve insanların çevrelerine büyüyle yaklaşmaları için hiçbir iblise
ihtiyaç duymadıklarını öne sürüyorlardı. NeoPlatonculuk büyü için doğaya dönük
bir açıklama yaparken, Arisiotelesçilik ona doğa üstü bir açıklama getirmektedir.
Nco-Plaloncu düşünce sistemi, Rönesans’tan beri, büyü pratiğini tam bir
doğal fenomen olarak gören gizemciler arasında oldukça yaygınlaşmıştı. Modern
YVicca’da, bu Neo-Platoncu Doğal Büyü gizem felsefesi, kendine on sekizinci
yüzyıl Romantik hareketinden türemiş çok tanrıcı pagan inancından bir yol
arkadaşı bulmuştur.
Wicca, doğal dünyanın bütününü, doğum ve ölüm döngülerinde dolaşan ve her
bir canlıya nüfuz edip onları birbirine bağlayan yaşamsal bir gücü canlandıran
ve renklendiren dini bir hareketi yapılandırmıştır. Tanrılar, tanrıçalar, periler ve ruhlar
bu kutsal yaşam gücünün kişileştirmeleri ya da doğadan fışkıran madde dışı
varlıklar olarak görülür. Belirgin bir iyi-kötü kavramı yoktur ve insan işi kötülükler
genellikle doğadan ve onu canlı kılan yaşam gücünde yabancılaşmayla
ilişkilendirilir.
Bu cadılık; Hıristiyan Orta Çağların Aristotelesçi baskın dünya görüşüyle
şekillenmeye başlayıp on beşinci yüzyılın sonuna doğru klasik basmakalıp
biçimine evrilen cadılıktan tam bir dünya (ve düşünce sistemi) kadar uzaktır.
Bu kitabın bundan sonraki aşamalarında peşine düşeceğimiz de, işte bu cadılık
algısıdır. Bu fikre göre, cadının Şeytanla bir sözleşme imzaladığına ve genellikle
kimi yabanıl ve kuytu yerlerde ya da mağaralarda gerçekleşen Sabbat (ya
da Sabbath) adıyla bilinen gece ayinlerinde ona ibadet ettiğine
inanılır. Kendisine yakın cadılarla birlikte genellikle bir süpürgeyle Sabbat’a uçar
ve orada ibadet tapındıkları Şeytan’a sadakat yemini eder. İblislere dua eder,
vaftiz edilmemiş çocukların etinden yapılmış dehşet verici yemekler hazırlar,
ardından ışıkları söndürür ve en yakınında kim varsa utanmazca onunla ilişkiye
girer. Bizzat Şeytan ya da onun hizmetindeki iblislerden biri bu Sabbat’ları
yönetir. Bunlar genellikle siyah ya da siyahlar giymiş bir adam olarak tasvir
edilir. Başka zamanlarda keçi, köpek, kurbağa ya da başka bir hayvan olarak
görünebilir. Şeytan, cadılarını Şeytan işareti olarak bilinen tanımlayıcı bir
işaretle vaftiz eder ve onlar da genellikle komşuların çocuklarını ya da
davarlarını büyülemek, ürünlerine zarar vermek ve toplumlarında hastalıklara ve
ölümlere sebep olmak gibi kötücül ve zararlı büyücülük işlerine girişerek
efendilerine hizmet ederler. Cadılara büyücülük yetenekleri Şeytan tarafından
bahşedilmiştir ve yaptıkları kötülüklerde genellikle akrabalar ya da ev hayvanları
kılığına giren iblislerden yardım alırlar.
Bu cadılığın ideolojik temelleri Orta Çağlarda olsa da, onun bir ortaçağ
keşfi olduğu söylenemez. O; ortaçağdan önce de sonra da görülmüştür. Cadılık
inancı antik dönemlere kadar dayandırılabilir ve Cadı Avı olarak bilinen yaygın
cadı idamları ciddi biçimde on altı ve on yedinci yüzyıllara dek görülmemiştir.
Bir çoğumuz cadılıkla suçlananların işkenceden geçirilip kazığa bağlanarak
yakıldığı meşhur “Yakma Dönemleri”ni duymuşuzdur. Görünürde bu idamların salgın boyutlarına ulaşması bu cadı
avı feveranlarına “çılgınlık” kavramının yakıştırılmasına neden olmuştur.
Modern araştırmacılara göre bu durum bir çeşit kitlesel histerinin sonucudur.
Büyük ölçüde, Cadı Avı bir Batı Avrupa fenomenidir ve cadılık Batı Avrupa’da,
Britanya ya da Avrupa’nın çevre bölgelerinde olduğundan daha farklı bir
gelişme göstermiştir.
Aslında, Cadı Avı’nın temel gücü Batı Avrupa’nın Fransa ve Almanya ile
sınırlı küçük bir bölgesinde yoğunlaşmıştır.
Tarihçi Robert Thurston’a göre, “tüm cadı avlarının yüzde ellisinden fazlası
Strasbourg çevresindeki 300 mil yarı çaplı bir dairede gerçekleşmiştir.”
Tarihçiler, uzun süre Cadı Avı’nın neden, ne zaman ve nerede gerçekleştiği
üzerine kafa yormuşlardır. Bu, Avrupa tarihindeki belli bir döneme has bir
olgudur, ancak cadılık inancı yeni bir şey değildi ve Avrupa’yla sınırlı da
değildi. Cadılık üzerine tarihsel araştırmalar özellikle Cadı Avı sürecinde sözde
“cadılık” suçunu işledikleri savıyla tahminen 40.000 insanın öldürülmesi sonucunu doğuran Avrupalı cadı inançlarının çok
sayıda öğesini bir araya getirmeye odaklanmıştır. Cadı Avı’nı açıklamak için
toplumsal, ekonomik ve dinsel çekişmelerden kadınların ezilmesine ve felaketler
ile doğal afetlere günah keçileri bulma uğraşma dek pek çok işlevsel teori üretilmiştir.
Her ne kadar tüm bu teoriler genelde cadı avının özelde de bireysel cadı
avlarının yükselişine katkıda bulunan birçok etmenin anlaşılmasında önemli rol
üstlenseler de, bunların hiçbiri olguyu tamamıyla açıklamamaktadır. Avrupa
cadılık tarihini yeterli oranda kapsayan bir “numunelik” teori yoktur. Modern
tarihçiler, Orta Çağlar boyunca aşamalı olarak biriken ve evrilen, aynı zamanda
Cadı Avı’nın şekillenmesi için gerekli koşulları hazırlayan çok sayıda
kültürel, dinsel ve yasal dizge arasındaki ilişkileri çözmeye odaklanmışlardır.
Hem Kıta’da gelişmiş cadı prototipi hem de onun hizmet ettiği iddia edilen
Şeytan, bir dizi farklı ideolojik ve kültürel kaynaklardan devşirilmiş ve
birkaç yüzyıl boyunca Avrupa toplumunun yasal ve toplumsal örgüsündeki
değişimlerle beslenmiş karma figürlerdir. Cadılık inancı, on beşinci yüzyılın
sonuna dek klasik, prototip formuna ulaşmamıştır ve tarihçilerin Cadı Avı’nın
altında yatan cadılık inançlarının kökenlerini ortaya çıkarmaları için daha
önceki yüzyıllara bakmaları gerekir.
Cadılar ve cadılık toplumda şu ya da bu biçimde her zaman varolmuşlardır.
Erken Ortaçağ Avrupası’nda büyücülere ve sihir işlerine gündelik hayatın toplumsal
yapısının bir parçası olarak genellikle hoşgörüyle yaklaşılmıştır. Büyü yoluyla
yaralamaya ya da ölüme sebep vermeye dair yasalar vardır ancak soruşturmalar
çok yaygın değildir. Geç ortaçağ ve erken modern dönemle birlikte cadılık, bir
şekilde, çok yeni ve ayırt edici bir anlam kazanmıştır. Algıda yaşanan bu
değişimin sebepleri Avrupa toplumunun temellerini sarsan yeni bir paranoyada
gizlidir. 1000-1400 yılları arasında Avrupa’nın toplumsal ve politik çizgisinde
büyük bir değişim yaşandı. İşgalci Müslüman orduların tehdidi, doğu Ortodoks
Kilisesi ile yaşanan ayrım, heretikliğin yükselişi ve Kara Ölüm’ün yıkıcı
etkileri bir araya gelerek Avrupalı zihninde toplumsal, ruhsal ve politik
hayatın pek çok yanında radikal değişikliklere neden olacak yeni bir
kuşatılmışlık hissi yarattı.
Ortaçağ Avrupası kendini saldırı altında hissetti ve sonraki dönemler
komplo teorileriyle dolup taştı. Yahudiler, cüzamlılar, heretikler ve kafirler
Avrupa Hıristiyanlığını bizzat Şeytan tarafından kurgulanan acımasız bir
komployla yıkmaya çalışan yeni “iç düşmanlar” olarak görüldü. Zamanla, cadı figürü topluma karşı çalışan bu gizli
şeytanın nihai sembolü olarak yeşermeye başladı ve Orta Çağların paranoyası
derinlere yerleşmiş bir Şeytan korkusuyla erken modern döneme taşındı, korundu
ve büyütüldü.
Kaynak:
Lois MARTİN, Cadılığın Tarihi Ortaçağ’da Bilge Kadının Katli, Orijinal Adı:
The History of Witchcraft Türkçesi Barış Baysal ,Kalkedon Yayıncılık, 2009,
İstanbul, sh:11-16
“HAYAL” DEN GÜNÜMÜZE KALANLAR
Hayal Gazetesi, 30 Ekim 1873-30 Haziran 1877 yılları arasında 368 sayı
yayımlanmıştır. 4 sayfalık bir gazetedir. Başlarda haftada iki defa çıkan
gazete, 35. sayıdan sonra haftada üç defa yayımlanır. Hayal
gazetesinin yazar kadrosunda da Teodor Kasap ve Ebüzziya
Tevfîk bulunmaktadır. Gazetenin ilk sayısında Türkçenin dışında
Fransızca, Rumca, Ermenice, Bulgarca dillerinde de yayımlandığı Karagöz –
Hacivat muhaveresinde söylenir.
Geniş Bilgi için: Yök Tezlerinde bulabilirsiniz.
Alparslan OYMAK, Osmanlı Mizahında Teodor Kasap (Diyojen,
Çıngıraklı Tatar Ve Hayal Gazetesi Üzerine Bir İnceleme) Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yeni
Türk Edebiyatı Bilim Dalı Doktora Tezi İstanbul 2013
FİLOZOF DİYOJEN’DEN SEÇMELER
Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412 - M.Ö. 320 yılları arasında yaşamış olan ve
kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yaşam biçiminin öncülerinden
Sinop'lu çileci düşünürdür. Hakkında doğruluğu kuşkulu pek çok öykü anlatılan
Diyojen'in gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst bir
adam aradığı söylenir. Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki
yapaylıklara ve gelenek haline gelmiş saçma span değerlere meydan okumuş ve her
tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için
toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, tahrifata uğramış inanışların
çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine
çağırmayı amaçlamıştır. Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka,
örgütlenmiş, dolayısıyla toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek
anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini,
kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün
toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini
savunmuştur.
SEÇMELER
Sokrat ölüme mahkum edildiğinde, eşi: - Haksız yere öldürülüyorsun, diye
ağlamaya başlayınca, Sokrat: Ne yani, demiş. Bir de haklı yere mi
öldürülseydim!
-----------
Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof
Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan
kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün
değildir...
Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa: Ben bir serserinin önünden
kenara çekilmem" der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu
karşılığı verir:
“Ben Çekilirim.”
-------------
DİYOJEN’DEN ÖZÜR DİLEYEN DARİUS
“M.Ö. 335... Pers Kralı Darius her gün;
‘Dünyanın en güçlü ve en mutlu kralı benim’ diyordu çevresindekilere...
Bir gün bir konuk geldi Karadeniz kıyılarından...
Kral Darius alışıldık repliğini akşam yemeğinde o konuğun yanında da
tekrarladı...
Karadeniz’den gelen konuk, büyük bir özgüvenle çatalını bıçağını tabağının
kenarlarına bıraktı...
Dudaklarının üzerini ve kenarlarını yumuşakça sildi...
Gövdesini ve başını dikleştirdi;
“Sinop’ta fıçı içinde yaşayan yaşlı ve bilge bir adam var” diye başladı konuşmasına...
Bakışlarını Kral Darius’un gözlerinin içine dikip devam etti;
“O yaşlı adam şöyle diyor;
‘Dünyada mutlak güç, mutlak mutluluk yok... Her şey anlıktır, geçicidir...
Kalıcılık son nefeste belli olur...’
Darius elindeki bıçak ve çatalı öfkeyle masanın üzerine fırlattı...
“Bu benim gücüme ve mutluluğuma karşı yapılmış en büyük hakarettir...”
Konuk oralı bile olmadı...
Az önce bıraktığı çatal ile bıçağı eline alıp yemeğine devam etti...
Ertesi sabah Darius büyük bir orduyla sefere çıktı...
Karadeniz kıyısındaki Sinop’a varıp fıçı içinde yaşayan o yaşlı adamı
buldu...
Konuğunun söylediklerini aktarıp sordu:
“Sen kimsin ki benim gibi mutlak güce ve mutluluğa sahip bir kralın yalan
söylediğini savunursun?”
İhtiyar başını bile kaldırmadan verdi cevabını:
“Ben Diyojen; Yine aynı şeyleri söylüyorum... Dünyada mutlak güç, mutlak
mutluluk yok... Her şey anlıktır, geçicidir... Kalıcılık son nefeste belli olur...”
Darius küstah bir kahkaha atıp Diyojen’in yanından hızlı adımlarla
uzaklaştı...
O Sinop hüsranından sadece bir yıl sonra, M.Ö. 334’te Kral Darius;
Makedonyalı, henüz otuz yaşında bir kral olan İskender’in ordularına tacını,
tahtını kaybetti...
Yetmezmiş gibi hem karısı hem de kızı İskender’e kadınlık yaptılar...
Darius son nefesinde Sinop’ta fıçı içinde yaşayan Diyojen’i bulmalarını ve
kendisi adına özür dilenmesini istedi ve ekledi:
“Haklıymış ihtiyar... Mutlak güç ve mutluluk son nefeste belli olurmuş...”
Güçsüz, mutsuz, yenik, ezik bir Kral olarak verdi son nefesini...”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar