Altuni Notlar
El Marifeti
Ömrünü kitaplara adayan ve Allah rızasını kazanmak için elde ettiği
kitaplarını ve eserlerini millete vakf eyleyen bir Ali Emirî. Sadece bu
vasfıyla yetinmenin ve kendisi ile Hâtırâtı’nı bu bağlamda ele almanın yetersiz
olacağı kanısındayız. Nitekim bir gün Ali Emirî’ye Revan seferini anlatan
anlatan bir Farsça eseri okuması üzerine sunarlar. Ali Emirî okur. Açıklar.
Ancak gelir bir yerde takılır. “Revan” der ve ardındaki kelimeyi çıkaramaz.
Harfler sad, kaf ve re’den ibâret gözükmektedir. Hepsini şöyle bir zihninde
toparlayınca “Revan Sakari” diye bir kelime oluşur. Oysa Ali Emirî böyle bir
kelimenin neye mal olacağını bilmektedir. Zira böyle bir kelime yoktur.
Meclisteki arkadaşları öyle yabana atılır kişiler değil. Hepsi alanında uzman
ve bilgili kişilerdir. Hatta bunlar arasında İbnü’l-Emin Mahmut’ta
bulunmaktadır. Bu kelimeyi okuyamazsa “Bak Ali Emirî okuyamadı” diyecekler. Ve
Ali Emirî’nin bilginliği beş paralık olacak. Sakari diye okusa bu sefer de
böyle bir kelimenin uydurma olacağını anladıkları an olan gene Ali Emirî’ye
olacaktır. Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken burada işin içine Ali
Emirî’nin keskin zekâsı girer. Parmağını diliyle ıslatır ve kaf harfinin
üzerinden bastırarak aşağı doğru çeker. Bir de ne görsün kaf harfi gitmiş
yerine fe harfi gelmiştir. Dolayısıyla yeni kelime sad, fe ve re’den
oluşmuştur. Ve Ali Emirî de yeni kelimeyi “Revan Seferi” diye okuyarak durumu
kurtarmıştır.
İnsanın Yaratılışında On İki Saatlik Zaman
Tevrat’ın Tekvin bölümünde yaratılış geniş bir şekilde anlatılmakta, yedi
yaratılış gününün altıncısına tekabül eden zaman dilimi içerisinde insanın
yaratılışından bahsedilmektedir. İnsanın yaratılışı ise on iki saatlik zaman
dilimlerine bölünerek anlatılmıştır. Bu anlatım özetlenilirse
1. Saatte Âdem'in toprağı toplanmış,
2. Saatte şekillendirilmiş,
3. Saatte vücudu yaratılmış ve bedeni meydana getirilmiştir.
4. Saatte içine ruh üfürülmüş,
5. Saatte ayağa kalkmıştır.
6. Saatte, bakmak ve korumak gibi bir görevle cennete yerleştirilmiş, fakat
hem cennetin büyüklüğü hem de kendisine yakın bir arkadaşının olmayışı Âdem'in
orada sıkılmasına sebep olmuştur. Bu durumu fark eden Rab, ona yardımcı olarak
hayvanları yaratmış, Âdem onların hepsini ayrı ayrı isimlendirmesine rağmen o
sıkılma hissiyatı yok olmamıştır. Rab onu tatmin edecek bir çareye başvurmuş ve
yeryüzünde ilk kadın olarak bilenen Havva'yı yaratmıştır. Havva’yı yaratırken;
tiksinme olmasın diye, Âdem’i derin bir uyku ile uyutmuş, bu esnada onun
kaburga kemiklerinden birini alarak yerini etle doldurmuştur. Havva, Âdem'den
alınan bu kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bazı yorumcular erkeğin geç, kadını
ise erken yaşlanmasını; erkeğin topraktan kadın ise kemikten yaratılmasına
bağlamaktadırlar
7. Saatte Havva, Âdem'in yanına gelmiş, Âdem’de ona; her canlı insan
cinsinin annesi olması bakımından “Havva” adını vermiştir.
8. Saatte Âdem ile Havva birleşmiş;
9. Saatte "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacı yasaklanmış; bu
ağaçları Tevrat "Hayat ağacı", "iyilik ve kötülüğü bilme
ağacı" olarak belirtmiş, yorumcular tarafından ise gerek mahiyetleri,
gerekse fonksiyonları açısından farklı olarak değerlendirilmiştir. Bu
yorumcular; Âdem ve Havva'nın suç işledikleri esnada, incir yapraklarıyla
örtünmeye çalışmalarından esinlenerek bunun incir ağacı olduğunu
söylemişlerdir. Talmud’da Âdem'in yediği ağacın "asma" olduğu
belirtilmiş, bu görüşü esas alanlar ise, Havva'nın Âdem'e ikram ettiği şeyin
"üzüm şarabı" olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca "iyilik ve
kötülüğü bilme" ağacının kavun ve buğday olduğunu iddia edenler de
olmuştur. "Hayat ağacı" ise, kendisinden yiyenin ebedî hayata sahip
olacağı, şeklinde tefsir edilmiştir. Yasak ağaç konusunda ortaya atılan isimler
üzerinde birliğe varılamamıştır.
10. Saatte Âdem ve Havva ondan yiyerek günah işlemiş, yemesinde en büyük
etken ise “yılan” olarak belirtilmektedir. Yılanın hedefine ulaşabilmek için
Havva'yı seçmesinde birtakım sebepler ortaya konulmuştur. Yılan öncelikle,
Âdem'in özellikleri yönünden daha güçlü olacağını düşünerek, Havva'nın daha
kolay ikna edilebileceğini ümit etmiştir. Yılan doğruca Havva'ya gelerek ona:
“Allah bu ağaca dokunmanızı yasaklamıştır. Bakın ben dokunduğum halde
ölmüyorum” diyerek el ve ayakları ile ağacı iyice sallamış ve meyvelerini
düşürmüştür. Meyvelerin yenmesi konusunda bir yasağın bulunmadığını
hatırlatarak o meyvelerden önce kendisi yemiştir. Meyvelerin öldürmediğini
fiilî olarak gösterdikten sonra onlara da bir zarar dokunmayacağını telkin
etmiştir. Bu telkinlerden etkilenen Havva kendilerine konan yasağın boş bir şey
olduğunu kabul etmiştir. Böylece Havva ölümsüz yaşamak, meleklere benzemek, iyi
ve kötüyü bilerek Rab gibi olmak arzusuna kapılmış, bu duygular içinde
"iyilik ve kötülüğü bilme" ağacından yemiş ve Âdem'e de yedirmiştir
Yasak meyve, ilk tesirini Âdem ve Havva'nın gözlerinin açılmasında göstermiş ve
çıplaklıklarını görmelerine vesile olmuştur. Onlar ilk çare olarak örtünme
telaşına düşmüşler ve Rab ise onlara koyduğu yasağın çiğnendiğini anlamıştır.
11. Saatte Rab onları yargılamış Âdem ve Havva yasak ağaçtan yediklerinde,
gerçek olarak ölmemekle beraber bazı cezalara çarptırılmışlardır. Bu konuda
Tekvin'de öncelikle yılanın cezalandırılmasından ve lanetlenmesinden
bahsedilmektedir. İkinci olarak kadının ve Âdem’in cezası ele alınır; Rab
Kadına: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım ve ağrı ile evlat
doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacak demiş. Âdem’e ise:
Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim halde o
ağaçtan yediğinden dolayı toprak lanetli oldu. Bu sebeple sende ömrünün bütün
günlerinden, toprağa dönünceye kadar alnının teri ve zahmetle ondan ekmek
yiyeceksin. Sen ondan alındın, topraksın ve toprağa döneceksin diye buyurmuş.
Âdem yasak meyveden yedikten sonra Rab da hayat ağacına dokunmasın diye,
12. Saatte onu cennetten kovmuştur. Tevrat Âdemin dünya hayatı hakkında;
Kabil ve Habil'in dünyada doğduğunu belirtmiş fakat Âdem'in durumundan ve
yaşından bahsetmemiştir. Bu belirsizliğe rağmen Saserdotal yaratılış metninden
(ki bu metin bu tür açık bilgiler veren tek metindir) çıkan neticelere göre
Şit'in doğduğu esnada 130 yaşında olduğu, 930 yaşına kadar yaşadığını haber
vermektedir
Düş
Düş, yaşamı daha katlanılabilir kılar. Birey, arzu ve isteklerini
doyuramadığı anlarda düşe yönelir. Yani düş kurmak, arzuların bastırılması
amacına yönelik bir davranıştır denebilir.
“Doyuma ulaşmayan birey düş kurar. Bastırılmış istekler düşlemlerle
doyurulur. Arzular, düşlemlerin itici gücüdür ve gerçeklik dünyasından kaçış
yerleridir. Düş kurma hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden kaçar,
kaçtığı anda da artık uzaktadır, ötededir, bir öte mekândadır.”[ BACHELARD,
Gaston (1996), Mekanın Poetikası, İstanbul: Kesit Yayıncılık 1996:199]
“Düşünmek, ‘düş’ kökenlidir. Düşünmek nasıl bir davranış olursa olsun,‘düş’
kavramının içeriğiyle örtüşmek durumundadır. Yine, ‘düş’ insanoğlunun geleceği
algılama becerisi ile var olanı ya da gerçek dünyayı olduğundan farklı
kurgulama yeteneğidir, fakat öncelikle geleceği algılama. Sonrası yaşamı, belki
de gerçekleşmeyeceğini bile bile duygularından ilham alarak tahmin etme
durumudur. Düşünce, insanoğlunun geleceği algılamasıyla birlikte bugün
anladığımız anlamda belirginleşir. Geleceği kavramak, belki de zorunlu olarak
geleceği tahmin etmeyi, bu tahminlerin posaları, yani gerçekleşmemiş gelecekler
de, farklı şimdiler kurgulama becerisine yol açmış olabilir. Düşünmenin,
dünyayı algılama yöntemlerinden ayırıcı özelliği, şimdi bağlamında olanla
yetinmeyip, gelecek bağlamında, gerçek ya da gerçeküstü olanı kurgulayabilme
becerisini içinde taşıyabilmesidir.” GÖKSAL, Bülent, Erişim Tarihi: 8 Kasım
2010, http://www.zorbafikir.com
Osmanlı Devleti nin Son Döneminde Osmanlı Ermenileri Tarafından Yazılan Anı
Türü Eserler
Yazar |
Eser Adı |
içerdiği
Tarihsel Konular |
Ğevond
Alişan |
Ermeni
Anayurdu Anıları /Յուշինք հսւյրեեեաց հայոց։ |
Ermeni
milliyetçiliği |
Arpiar
Arpiaryan |
Öyküler ve
Kısa Romanlar i Պատմվածքներ ու վիպակներt |
Sosyal
yaşam (Eserin bir kısmı öykülerden ve kısa romanlardan, bu՜ kısmı ise
anekdotlar halinde anılardan oluşur.) |
Levon
Paşalyan |
Ihsa
Romanlar ve Öyküler i Նորավեպ եր եպասւմվացքներւ |
Sosyal
yaşam (Eserin bir kısmı öykülerden ve kısa romanlardan, bir kısmı ise
anekdotlar halinde anılardan oluşur.) |
Krikor
Zohrab |
Bilincin
Sesleri (Իպճմաաքի ձայներt |
Sosyal
yaşam |
Krikor
Zohrab |
Sessiz
Acılar ı Լուռ ցավեր՛ |
Sosyal
yaşam |
Krikor
Zohrab |
Hay at
Olduğu Gibi t Կյանքը ինչպես որ էէ |
Sosyal
yaşam |
Zabel
Esayan (derleyen) |
Yıkıntılar
Arasında (Ավերակներուն մէջ։ |
1915
olayları |
Atom
Yarcanyan (Sıamanto) |
Kahramanca
<Դիւցազնօրէն) |
Osmanlı
Devleti içinde bir Ermeni olarak yaşamanın zorlukları |
Atom
Yarcanyan (Sıamanto) |
Ermeni
Çocukları (Հայորդիներ> |
1905-1908
yıllan arasında Osmanlı Devleti'nde gerçekleşen olaylar, II. Abdülhamıd
dönemi. |
Atom
Yarcanyan (Sıamanto) |
Acının re
Umudun Meçalesi ՛Հոգեվարքի եւ յոյսի ջահեր> |
1909
olayları |
Atom
Yarcanyan (Sıamanto) |
Varanın
Daveti (Հայրենի հրաւէր) |
ABD’de
yaşarken vatana duyduğu özlem dıaspora Ermenilerinin yaşamları |
Epithalamium
Epithalamium Yunanca, epi(üzerine) ön ekiyle thalamium( zifaf odası)
sözcüğünün birleşimiyle oluşan bir sözcüktür. Gelin veya zifaf odasına giden
gelin için yazılan bir tür şiir anlamında kullanılır.. Metonymia (mecazi
mürsel) sanatının kullanımıyla yatak odası anlamına gelen thalamos sözcüğü
evlilik anlamını kazanmıştır.Bu isimden türemiş olan epithalamios,on sıfatı
Yunanca aslında Hymnos ya da ode sözcükleriyle birlikte kullanılmıştır.
Edebi çevrelerdeki yaygın kullanımında isim düşer ve yalnız sıfat isimleşmiş
biçimindedir.. Söz konusu kelime evlilikle ilgili oda veya evliliğin kendisi
için kullanılmıştır. Klasik dünya tarihinde son derece popüler bir form olmuş,
bu popülerliği Romalı şair Catullus, Sappho’dan aldığı örnekler ve yorumlarıyla
sağlamıştır.
Epithalamium ilk orataya çıktığında, orijini itibariyle, kızlı ve erkekli
kalabalık bir gurubun zifaf odası önünde gelin ve damada methiye düzmek için
söyledikleri ve Yunanlılar arasında popüler olan bir şarkıdır. Theokritos’a
göre, epithalamium biri gece için diğeri de gelin ve damadı ertesi gün
uyandırmak için kullanılan iki türü bulunmaktadır.
Her iki durumda da doğal olarak, şarkının asıl amacı dua etmek ve mutluluk
dilemek olup, bu dualar ve dilekler zaman zaman eski Hymenaios korosu
tarafından kesilir. Romalılar arasında benzer gelenekler rağbettedir, ancak bu
tür şarkılar Romalılarda sadece kızlar tarafından düğün misafirleri gittikten
sonra söylenir ve bugünkü yaklaşımı itibariyle müstehcendir.
Âşk
“Aşk, kâinatın tüm tabakalarında mevcuttur. Alt tabakalardaki
varlıklardan Tanrı’ya doğru yükselmekte ve O’nda son bulmaktadır. Bu sebeple
İhvan-ı Safa metafiziğinde “bütün dünya Yaratıcı’yı arar ve Ona âşıktır. Aşk,
her şeyin var olmasının nedeni ve evreni yöneten yegane kuraldır.”
İbn Sina’ya göre ilk aşk Tanrı, ilk âşık Tanrı ve ilk maşuk da Tanrı’dır.
Bu yüzden Tanrı’nın mahiyet ve vücudunun ayniyeti, ontolojik bir bakış açısıyla
incelenmiş ve aşka ontolojik bir anlam katılmıştır. Aşk, âşık ve maşuk kavramlarının
Tanrı ile birleştirilmesi, İbn Sina’nın aşk felsefesinin temelini oluşturan
dinamiklerin temeli olduğu ortaya çıkmaktadır.
İbn Sina’ya göre bütün varlıkların özü bizzat aşktır. Aşkın sebebi ise
Mutlak İyi olan Zorunlu Varlık’tır. O, sebepsiz ve zamansız bir aşktır. Onun
aşkı sonradan oluşan bir şey değildir. İlahi zat ve aşk aynı şeylerdir ve
birdirler. Tanrı’dan başka varlıkların aşkının sebebi ise Tanrı’nın onlara
maşuk oluşudur.
Helake sebep olan hayat tarzı
Mal Ve Zenginlik İçin Yarışarak Helâk Olmak
Helâk Edici Para
Şuhh (Hırslı Cimrilik)
Ölçü Ve Tartıda Hile
Dinde Aşırıya Gitme
Bidatların Artması
Din Adamlarına Aşırı Tazim
Günahlara Dalmak
İyiliği Tavsiye Ve Kötülüğü Engelleme Görevini Terk
Yöneticilere Aklı Aşan Aşırı Saygı
Cezalandırırken Soylulara İltimasta Bulunma
Din Hakkında İhtilafa Düşmek
Çok Soru Sormak Ve Muhalefet Etmek
**
Gölgenin Sırrı
Işığı görünür kılanım ben
Gölgenin engin kalbiyim.
İbn-i Arabi
(Şükrü Erbaş, Gölge Masalı, Everest Yayınları, 2005, İstanbul, s.2)
**********************
uçtum o gece.
karanlığın girmeye korktuğu şehri geçtim.
gölge olmayınca ruh yalnızdı. uludum.
Bejan Matur
******************
“O halde, alem dediğimiz yer Allah’ın gölgesinin düştüğü yer, yine alemdir.
Dolayısıyla Allah’ın gölgesi, varlıklar ve varlıkların üzerine düşen gölge ile
algılanır. Bu algı da O’nun “en- Nur” ismiyle (ışık kaynağı ile) gerçekleşir.”
Ahmed Avni Konuk, Fususu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1967’den Aktaran Hamza Kılıç, Günümüz İnsanına
Fususu’l Hikem, İnsan Yayınları, İstanbul,2012, s. 126
**
Modern resim, Delacroix’nın kara düşen gölgede moru keşfettiği zaman
başlamıştır.
[D. Vallier, Mehmet Ergüven, (2006) Aydınlıkta Görmek, Agora
Kitaplığı, İstanbul s.72]
**
Bazı şeyleri görmemizi, ışığa değil gölgeye borçluyuzdur.
[Murathan Mungan, Soğuk Büfe, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, s.95]
**
Gölge, çoğu zaman anlık ve geçici olarak kendini göstermektedir. Değişime
açıktır. Işık kaynağının geliş açısına göre şekillenen gölgenin bu özelliği onu
tekinsiz kılmaktadır. İlkel toplumlarda insanlar gölgelerini kaybetmekten
korkmaktadırlar. Güneş ışınlarının dik geldiği bölgelerde ve saatlerde sokağa
çıkılmamasının nedeni budur. Kalıcı olmayış ve değişkenlik gölgeye karşı bir
güvensizliğe sebep olmaktadır.
Birçok alanda kendine yer bulmuş olan gölge kavramı hakkında bu araştırma
dahilinde ulaştığımız sonuçlar şöyledir: Gölge, ilkel insanlarda ruh ile eş
anlamlı görülmekte ve yaşamın devamının ona bağlı olduğu düşünülmektedir. Yaşam
ilkesi diye adlandırdıkları bu kavram, bireyin gölgesi ile birlikte, yansıması
ve imgesini de içermektedir.
Platon bu dünyayı idealar dünyasının yansıması olarak görmektedir ve o ünlü
mağara mitini devreye sokmaktadır. Yaşadığımız dünyada yalnızca gölgeleri
gördüğümüzü dile getiren Platon, ışığa ancak bilgi ile ulaşılabileceğini
savunmaktadır. Bir diğer yandan İbn-i Arabi de bu dünyanın Allah’ın gölgesi
olduğu görüşündedir. Bu bağlamda canlıların da birer gölgeden ibaret olduğunu
ileri sürmektedir ve ölümü gölgenin sahibine geri dönmesi olarak
tanımlamaktadır. Gölgenin geçiciliği, canlıların faniliğiyle eşdeğer
görünmektedir. Varlığın dışsal uzantısı olarak kabul edilen gölge, ilkel
toplumlarda yaşama denk geldiği için önem arz etmektedir Gölgenin sanat
tarihindeki konumunu incelediğimizde karşımıza çeşitli gölge kullanımları
çıkmaktadır. Işığın geliş açısı ile oluşan gölgelerin izleyici üzerinde
yarattığı etki, birçok dönemde kullanılmıştır. Işığın yumuşaklığından
faydalanmak isteyen sanatçıların (Leonardo Da Vinci gibi) yayınık olan homojen
ışığı seçtikleri görülmüştür. Kadınsı ifadeleri yakalamak isteyen sanatçılar
(Modigliani, Matisse vb.) ise ışığı önden gelecek şekilde kullanmışlardır.
Arkadan gelen ışık ile dramatik etki sağlanırken, yukarıdan gelen ışık
metafizik konularında kullanılmıştır.
Tüm bunların ışığında gölge çağlardan beri gizemini ve tekinsizliğini
koruyan, çeşitli farklı anlamlarda kullanılmış olan ve kullanılmaya devam eden
bir kavramdır. Işığın var olduğuna işaret eden gölge, varlığımızın dışsal
uzantısıdır.
Retorik Aforizmaları
Sadece, zorunlu ve keyfî olmayan bir argümantasyonun varlığı insan
özgürlüğüne anlam kazandırabilir. [Chaim Perelman]
**
Birbirleriyle çelişseler bile, bir çok şeyin aynı anda doğru olması
mümkündür.
[Umberto Eco]
**
Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz
incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu
gösterecektir.
[Oğuz Atay]
**
Yukarıdan gelen bir ses, her iki yorumun da yaşayan Tanrı'nın sözü olduğu
cevabını verdi.
[Babil Talmudu, Erubin]
**
Ders Halkası Mı Kitap Okumak Mı
el-câhiz'in kitapçı dükkânlarını kiralayıp, okumak için oralarda
sabahladığı rivayet edilmiştir.“ kitapları bu şekilde inceleme olanağına
kavuşmak, elbette camilerdeki ders halkalarına devam etmekten daha kolaydı,
istenilen bilgiye daha hızlı vâkıf olmayı sağlıyordu.
el-câhiz, bu konuda der ki:
hadis ve tefsir öğrenmek isteyen bir kişi elli yıl fakihlerle ayni
meclislere katılsa dahi fakih sayılmaz ve kadı olamaz. oysa ebû hanife ve onun
gibi âlimlerin eserlerini tetkik edip ezberlerse, birkaç yıl içinde büyük
şehirlerden birinde kadı olması mümkündür.
**
Câhiz’in çirkinliği
Eğer domuz ikinci kez şekillendirilecek olsa,
el-Câhiz’in çirkinliğinden daha az çirkin olurdu
Yüzü ile cehennemi temsil eden bir adam
Her bakanın gözünde kıymık
Eğer ayna onun şeklini yansıtsa.
Timsâli, ona en büyük nasihatçı olur
**
Allah zalim değildir.
Cahiz der ki:
٠ Cehennemdekilerin
azabı sonsuz değildir. Bir müddet sonra bunlar yani cehennemlikler ateşin
tabiatına bürünürler. Allah cehenneme kimseyi sokmaz, fakat cehennem tabiatı İcabı,
cehennem ehlini kendine çeker.
"Cehennemlikler hakkında onu böyle bir hükme zorlayan sebep
Mutezile’nin Allah kul İçin aslah/salih olanı ister, şeklindeki esasi idi.”
Bütün akil sahibi yaratılmışlar, Allah Teâlânın, kendilerinin yaratıcısı
olduğunu ve bir nebiye ihtiyaç duyduklarını bilirler, insanlar iki sınıftır…
tevhidi bilenler ve bilmeyenler. Bilmeyenler mazur, bilenler delil sahibidir.
Dini sorumluluğun bilgiyle yakından ilgili olduğunu ve gerçek karşısında
direnen İnatçılar hariç islam dini hakkında bilgisi bulunmayanların ya da
doğruyu idrakten aciz olan kimselerin ahirette sorumlu tutulmayacağını kabul
eder. Çünkü Allah kimseyi gücünün yetmediği şeylerden sorumlu tutmaz.
İslam’ı kabul etmiş olanların, Allah Teâlâ’nın cismi ve sureti olmadığını,
gözle görülemeyeceğini, adil olduğunu ve günaha müsaade etmediğini, tasdik
etmeleri gerekir. o zaman, hakikî müslüman olurlar. Ancak bütün
bunları bildikleri halde, sonradan İnkâr edip küfre düşerler, “teşbih” ve
“cebir” görüşlerini kabul ederler ise, o zaman da, müşrik ve kâfir olurlar.
Fakat tafrilatlı iman zarurî değildir. Allah’ın rabbl olduğuna, Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin, O’nun Resûlü olduğuna ayrıntılara
girmeksizin inanan herkes mümindir.
Ölüm
cahiz der ki:
Dostlarımız vardı uzaklaştılar,
Hep birlikte ölüme gittiler, isimleri silindi.
Ölüm kadehinden içtiler
Dost da öldü düşman da?
Cahille yaşamak
cahiz der ki:
Cahile birşey anlatman çok zordur,
Zira yanlışlıkla senden daha bilgili olduğunu zanneder.
Sen inşâ edip başkaları onu yıkarken
Yaptığın bina ne zaman tamamlanır?
Kötülük yapan yaptığına pişman değilse
Onu yapmaktan ne zaman vazgeçer
**
Yaşam, ilmin ve isabetli görüşün beslediği
Bir bilge ile karşıldığında ne güzeldir,
Böylece her cehaletin yanlışını keşfedersin,
ilmin faziletini, bilge kişi anlar
Hırs derdinin devası.
Cehalet hastalığının da tabibi yoktur?
Al-i Muhammed
“[al-i muhammed] maddilik giyiminden sıyrılmış ve yetenekten boş
suretlerdir ki [tanrı] onlara tecelli edip ışık saçtı ve onları
dışarı çıkardı. işte o zaman onlar parlak oldular ve onların zatında kendi
misalini salıverdi ve yapacaklarını onlarla ortaya çıkardı”
(hz. ali’ye mensup: āmedí, ġurerü’l-hikem, 44. bölüm, harfu’ŝ-ŝād, müselsel
5885. ayrıca bak: şerh-i ġurer ve dürer-i āmedí, c. 4, s. 218 ve şerh-i
manţūme-i sebzevārí, s. 185).
**
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Ali kerremallâhü aleyhi
vecheheye söylemiş olduğu bir hadis
(Etin etimdir, kanın kanımdır).
“Ey halk! Acaba ben size kendinizden daha yakıكır
değil miyim? Evet, ey Allah’ın resulü dediler” (Birçok İslami kaynağa göre
Haccetü’l-veda’da -18 Zihacce 10 H. günü- Hz. Peygamber son hac dönüşünde
Gadír-i Ĥum çölünde halkı toplayıp bu soruyu sorarak Hz. Ali’yi halifesi olarak
göstermiştir).
“Ben kimin mevlasi isem, Ali de onun mevlasıdır” (Gadir hadisinin
sonu.).
“Ey Allah’ım, onu (Ali’yi) seveveni sev; ona düşmanlık yapana düşmanlık
yap!” (önceki hadisin devamı).
Ehl-i Beyt hakkında Hz. Peygamber duasından: “
(Allah'ım, onlara yardım edenlere yardım, düşmanlık edenlere düşmanlık et
ve onlara zulmedenlere lanet eyle!).
Kur’an-ı Kerîm, İsrâ: 72 (Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür;
üstelik iyice yolunu şaşırmıştır).
(Ne mutlu aklın kendisi için olana! Ne mutlu ona!).
Tanrı nerede?
Hz. Ali bin Ebutalib kerremallâhü aleyhi vechehe mensup (bazılarınca
Mutezile uydurması sayılan) bir yorum. (Nesnelerin içindedir, fakat nesne
içinde bir nesne gibi değil ve nesnelerin dışındadır, nesne dışındaki bir nesne
gibi değilken).
Başka bir şekli: (Tanrı her şeyde vardır, fakat onunla bir değildir; her
şeyin dışındadır, fakat onunla çelişmemektedir).
Kümeyl bin Ziyad
[23 sene Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehnin sohbetinde ve hizmetinde
bulunan Kümeyl bin Ziyad Kufe’de ortalıkta kimse yokken Hz. Ali’ye:
“Mevlam, efendim] Hakikat nedir?” diye sordu.
Sonra Emirelmüminin (aleyhisselâm)
“Senin hakikatla ne işin var?” diye sordu. Kümeyl,
“Ben sizin sırrınıza sahip değil miyim?” dedi. “Evet” dedi, “ancak benden
[bilim fazlalığından] aşıp taşan sana dökülüp akıyor.”
Sonra Kümeyl, “Senden bir şey soran hürana uğramaz, değil mi?” diye sordu.
İmam (aleyhisselâm)
“Hakikat, [tanrısal] görkem parlaklıklarının işaret olmaksızın açıklanması
ve belirmesidir” dedi. Sonra [Kümeyl],
“Bu konuda beyanı artırın” dedi. Emirelmüminin (aleyhisselâm),
“Bilinmeyeni (kuruntuyu) gidermekle birlikte bilineni ortaya çıkarmak.”
dedi.
Kümeyl, “Beyanı daha artırır mısınız?” dedi.
“Birleme (tevhit) sıfatı gereği birliğin kavranması” dedi.
“Sırrın baskın gelmesiyle örtünün yırtılması”.
Sonra [Kümeyl], “Beyanı daha artırır mısınız?” dedi.
[Hazret], “Ezel sabahında ışığın doğamasıdır; bu yüzden onun etkileri
“heykel’lerini [görünmesi engellenen yönleri] ortaya çıkarır” dedi. Sonra,
“Biraz daha açıklar mısınız?” dedi. [Hazret], “[Akıl] kandili[ni] söndür;
çünkü artık sabah doğmuş oldu” dedi.
Vecizelerde At
Birbirine bağlı sebepler manzumesinde, en küçük teferruat ile en büyük esas
arasındaki yakın alaka hikmetinin at yönünden ifadesi:
"Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir
ayak atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahvedebilir."
(Cengiz Han)
Düşmandan kurtulmak için bir at arayan hükümdarın gözünde at:
"Bir ata bir krallık1"
(III. Richard)
Ham kuvvet emrinde at:
"Atımın geçtiği yerde ot bitmez!"
(Atilla)
İlme hürmet vesilelerinin en büyüğünü at vermiştir:
"Alimlerin bindiği atın ayağından sıçrayan çamur şerefimizdir."
(Yavuz Sultan Selim)
At kıymetinin en mükemmel tesbiti:
"Koşan atın sırtı, oturulacak yerlerin en iyisidir.
(el-Mütenebbî)
At hakkında söylenmiş sözlerin estetik planda belki en güzelini ve atı
belirtmekte en renklisini temsil edeni de bir arap atasözü:
"Atlar rüzgarların fazıdır!"
... Ve Necip Fazıl Kısakürek'in atı tariflerinden sadece birisi:
"At hayvan zarfı içinde hayvandan başka birşey."
Kişisel mitoloji:
“Kişisel mitoloji: “Kişisel mitler,” diye yazar psikolog- teolog Sam Keen,
“zaman zaman incelenip düzeltilmedikçe sıkıcı ve sınırlayıcı olurlar”
Dolayısıyla, “kendimizi sürekli yeniden icat etmek zorundayız,” der, “hayat
anlatılarımıza yeni temalar dokumak, geçmişi hatırlamak, geleceğimizi revize
etmek, yaşamak için kullandığımız miti yeniden yazmak/ onay vermek zorundayız”
( 1988, Keen, italikler Randall, William L.)
“Bir insan her zaman hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve
başkalarının hikayeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi
onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”
Jean-Paul Sartre, Bulantı.
**
“İncinin bir istiridye içinde önemi neyse, hikâyenin de insanlar için önemi
odur.”
Joseph Gold, “The Function of Fiction”
**
“Hikâye canlı ve dinamiktir. Hikâyeler değiş tokuş edilmek üzere vardır.
Hikâyeler insan gelişiminin temel taşıdır.”
Jean Houston, The Search for the Beloved
**
“Dikkatle bak! Masallar yalan söyler, Ama kavrar her delikanlı gizli
anlamı, parlak renkli elbisenin içinde saldı... ”
A.S. Puşkin
**
“Hayatlarımız başka insanlarla ne kadar dolu olursa olsun, ruh oluşturma
vadisinde kendi başımıza yürümek zorundayız. ” (Randall, William L., 1995).
**
“Hem hikâyemize sahip olur,hem de hikâyemiz oluruz. ” (Randall, 1995).
**
Bir Arap Edebiyatçısının Gözüyle Türkler Ve At
Menâkıbu't-Türk adlı «erinde el-Câhiz (ö. h. 255) Türklere özel bir bölüm
ayırmıştır. el-Câhiz sözlerine, Türkler hakkında fikir beyan etmiş olan bazı
arapların görümlerini naklederek bağlar.
— İlk hücuma gelince, Türk bu hususta daha makbul tesire, daha derli toplu,
daha sağlam bir etkiye sahiptir. Zira, Türk yaptığı hamle kat’i, azmi kesin
olsun, kararı bölünmüş ve kafası dağınık olmasın diye atına yolundan sapmamayı,
saptığı zaman hızla koşmayı öğretmiştir.... Atını bu şekilde, kendi mahvına
sebep olması muhtemel olan iki sırf arasında bir şey yapmadan dönmemeyi hücum
anında sahibinin kendisini idare etmesine imkan vermemeyi alıştırdığı için işi
sağlama bağlamadan, düşmanın eksiğini görmeden hücuma kalkışmaz.... Türkler ise
Hâriciler gibi, hatta daha iyi mızrak kullanırlar. Hücum anında onlardan bin
süvari, bin düşman atlısına ok atsalar onların hepsini yerlere sererler. Bu
türlü hücuma hiç bir ordu dayanamaz. Üstelik Haricilerin ve çöl araplarının
atın üzerinde, bahse değecek derecede atıcılıkları yoktur.
Türk, vahşi hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya yere
konmuş hayvandan hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atar. O, hayvanını
hızla sürdüğü halde öne, arkaya, sağa ve sola, yukarıya, aşağıya ok atar.
Hârici yayına bir ok koymadan Türk on tane ok atar. Bir dağdan inerken veya bir
çukur vadinin içine girerken atını Hâricinin düz yerde sürdüğünden daha hızlı
sürer. Türk'ün ikisi yüzünde ikisi kafasının arkasında olmak üzere dört gözü
vardır.... Horasanlılar, düşmanla karşılaşmanın başında geri çekilirler....
Hâriciler bir geri kaçtılar mı kaçmışlardır. Artık geri çekildikten sonra
tekrar hücuma geçmeleri hesaba katılmayacak kadar nadirdir.
Türk. Horasanlı gibi geri çekilmez. Geri döndüğü takdirde öldürücü bir
zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zira arkasındaki insana önündeki
insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kemend
atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının
üzerinden kapıp almasından emin olunamaz.... Türk ekseri kemend atarken başka
bir türlü oyun düşünür. Kemend attığı kimseyi yakalayıp yedeğine almazsa cahil,
bu neticenin cahilliğinden, kemend atılan kimsenin maharetinden ileri geldiğini
zanneder.
Türk, hücum ettiği zaman şahsı, silahı, hayvanı, hayvanının taJamlan ile
ilgili herşeyi yanında bulundurur. Hızlı yürüyüşe, devamlı
yolculuğa uzun gece yürüyüşlerine ve memleketler kat’etmeye gelince
o cidden şayan-ı taaccüptür.
Haricinin atı Türkün atı kadar mütehammil değildir. Türk bir baytardan daha
usta, atını istediği gibi terbiye etme bakanından seyislerden daha başarılıdır.
Atını kendi yetiştirir, tay iken kendisi terbiye eder. Atının adını söylerse
atı onu takib eder. koşarsa atı arkasından koşar....
Türkün ömrünün günlerini s atı üzerinde geçen günlerinin yer üzerinde
oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün. Türk, kısraklarının
aygırına biner de gaza yapmak, yolculuk etmek ve avlanmak için veya herhangi
bir maksatla yurdundan çıkarsa kısrağı ve tayları onu takibeder.... Susuz
kalırsa kısraklarından birini sağar. Altındaki hayvanı dinlendirmek isterse
yere inmeden diğerine biner.... Türkün uzun yolculuklarından ancak pek asilleri
tahammül edebilir. Türkün yorarak öldürdüğü (çatlattığı), gaza esnasında
binmeyi kabul etmediği atla hiçbir Toharistan atı yola dayanamaz. Hârici ile
birlikte yola çıksa, hârici henüz hafifçe hızlanmadan Türk bütün hızıyla
gitmeye başlar. Türk hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem baytar, hem
süvaridir; hülasa bir Türk başlıbaşına bir millettir.... Eğer onların
memleketlerinde peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri
kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi sana Basralıların
edebiyatını Yunanlıların felsefesini. Çinlilerin sanatını
unuttururlardı."
Pop Müziğin Cinsellik İmaları
“Bandıra bandıra ye
“Senin ağzını yerim ben"
“Come on shake your bady, hey seksi fani”
“Ölür müsün be güzelim, azıcık ucundan versen”
“Bir öpücük kesmez beni belalım, canım ister seni daha sarayım”
“Terle söndürme ateşini, vücudunu geri çevirme”
"Malımı mülkümü al, gel de en kuytumu al”
“Okudun beni gecelerce"
“I am Türkish delight, don’t touch, only vvatch”
“Yatağıma gel, ateşimi gör, tenimi hisset”
“Ellere var da bize yok mu”
“Kız hepsi senin mi”
“Kaldıramazsan kaldırırlar"
“çok canım çekiyor seni, şeytan diyor ki al"
“Seni gidi seksi şey"
“Ya gel bana sahici sahici, yada anca gidersin”
“Tavla tavla beni, salla pulları, zarları salla”
“Neremi neremi”
“Napcaz şimdi, yatcaz şimdi"
“Tut kolumdan çek götür beni, hüp diye içine çek
“Sarı şekerim hadi bize gidelim, bana şekerini ver
“Ateşini yolla bana, kor alevler içindeyim bilmesen
“Kapıma bir gün ipe ipe geleceksin”
“Kuşu kalkmaz, kuşu kuşu kalkmaz”
Mardin
İl'e isim olan "Mardin ” kelimesinin kaynağına ilişkin değişik görüş
ve rivayetler bulunmaktadır. Ancak bu teorilerin hiçbirisi kesin olarak
ispatlanmış değildir. Biz burada, bu görüşlerin en önemli olanlarını
sıralamakla yetineceğiz. Hammer gibi Eski Yunan tarihçileri, Mardin kelimesinin
menşei olarak, muharip bir kavim olan Mardileri göstermektedir.
Mardi kavmi İran hükümdarlarından Ardezir (226-241) tarafından bu bölgeye
yerleştirilmişlerdi. Vakidi’ye göre ise ilin isminin kaynağı olrak iki rivayet
bulunmaktadır. Bu rivayetlerinden birisine göre, şimdiki şehrin bulunduğu dağın
tepesinde "Din" adlı İranlı bir zahidin yaşadığı ve orada ibadetle
meşeli olduğu ve zamanla şöhretinin Horasan ve diğer doğu ülkelerine kadar
yayıldığı ileri sürülmektedir. Bundan rahatsız olan Bizans hükümdarı Heraklius
bir kumandanını buraya göndermiş, bu kumandan da adı geçen şahsı öldürerek
buraya bir kale inşa ettirmiştir. Bu kaleye halk arasıda Din öldü manasına (Mar
Din ) Mate Din denilmiştir. Bu kelime zamanla Mardin olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Vakidi'nin belirttiği diğer bir rivayete göre ise, İran
hükümdarlarından birisi hasta olan oğlunu iyileşmesi için bu bölgeye
yerleştirdiği, bundan dolayı da şehzadenin adından mülhem olarak buraya Mardin
denil, belirtilmektedir.' Süryani kaynaklarına göre ise Mardin'in halk arasında
telaffuzu Merdiriâil. Bu kelime Süryani dilinde kale anlamına gelen Merdo
kelimesinin çoğuludur.
Ammianus Marcellinus'un yazıtlarında (M.s. IV. y.y.) ise Mardin
ilinin isminin menşei olabilecek bilgilerden edinilmektedir. Ona
göre Diyarbakır- Nusaybin yolunda izala dağı üstünde Maride ve Lome kaleleri
bulunmakta idi. İlin isminin de "Maride" kelimesinden mülhen
olabileceği akla gelmededir. Man de ismi değişik millet ve dönemlerde değişik
şekillerde kullanılmaktadır. Bu isim Perslerce "Marde", Bizanslılarca
"Mardia", Araplarca "Müridin" ve süryanilerce
"Marde", "Marda", "Merdi" ve "Merde"
olarak kullanılmakta idi.
**
Said Nursi’nin Gerçek Mezar Yeri
23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da ölen Said Nursi önce Şanlıurfa’da, bir
dergâhın bahçesine defnedilmiştir.
1960 askeri harekâtının ardından cesedi mezarından çıkarılıp uçakla
Isparta’ya getirilmiş ve halk arasında “Çingene Mezarlığı” da denilen (Isparta
Doğancı kabristanı) kabristana gömülmüştür.
Efsane gibi bir söylentiye göre; bir Nurcunun çocuğu vefat eder ve
açtıkları kabirde, sac bir tabut içinde Said Nursi’nin cesedini çürümemiş
olarak görürler. Kimine göre de, mezar hırsızları onun tabutunu bulur ve
Nurculara haber verirler.
Plan yapılır ve bir gece karanlığında Isparta’nın Sav’ına kaçırılır. Sav’ın
girişinde bir caminin yanında bulunan mezarlıktaki vefat etmiş bir Nurcunun
kabrinin üstüne defnedilir.
Bilâhere naaşını Bayram adındaki talebesinin Barla’ya gizlice götürdüğü ve
şu anda Bayram Yüksel ile Ali Uçar’ın kabirlerinin ortasında gömülü olduğu
söylense de bu doğru değildir. Çünkü ortadaki mezarın trafik kazasında ölen bir
şoföre ayrıldığı, ama ailesinin cenazeyi memleketlerine götürmesi üzerine bu
kısmın boş olduğu bilinmektedir.
Sav’ın girişinde Merkez camiinin, diğer adıyla Dalboyunoğlu Camiinin arka
bahçesinde bulunan mezarlıktaki 1947 yılında vefat etmiş bir Nurcunun, Savlı
Hacı Hafız Mehmed Avşar’ın kabrinin üstüne defnedilir.
Said Nursi Emirdağ Lahikası’nda özlemle dile getirdiği yerde, yani Davraz Dağının
eteklerinde, yani Isparta’nın Sav’dadır şimdi nihayet.
Uyumadadır.
Hafız Hacı Mehmed Avşar'ın Mezarının üst katında, adeta ranza düzenindeki
bir mezarda uyumadadır.
Benim birçok kez ihbarım sonucunda “Mezarımı birkaç kişi bilsin!”
vasiyetinin müddeti artık bitmiştir.
Kimbilir belki bu mezar yakın zamanda da türbeye dönüştürülür, Said
Nursi’nin talebelerinden Tahirî Mutlu’nun tahmini üzere…
Evet, Nurculuğun lideri 58 yıl önce bugün öldü…
Ama bu hareket gizli belgeleriyle, milli kahramanlara hakaret ve
sövmeleriyle, dinî duygularla oynama faaliyetleriyle ve gelmeyeceği kesinleşen
Mehdi, Mesih ve Deccal tarzı masallarıyla etkinliğini hâlâ korumaktadır.
Nazif Ay
Gazelin Tanımı
“Gazelin” kelime anlamı “latif” yani “yumuşak, güzel, hoş” demektir.
“ Türk Musikisinde ses ile yapılan taksime gazel denir. Gazel taksim gibi
irticale dayanan bir şekildir. Usulsüzdür. Fakat bazı yerlerde usule girmesinde
mahzur yoktur. Kalıpsız ve serbesttir. Gazel formundaki güftenin en az bir
matla’ı okunur. Ekseriya matladan sonra birkaç beyit daha taksim edilir.
Mısralar bir defa, bazen de mükerrer okunur. Güfte arasında çeşitli terennümler
de kullanılagelmiştir.”
Edebi Bakımdan Gazel
“Divan Edebiyatında beş ile on beş beyit arasında değişen, ilk beyitinin
dizeleri birbiriyle, sonraki beyitlerin ikinci dizeleri birinci beyitle
kafiyeli, en çok lirik konularda yazılan nazım biçimi. "
“Klasik İslami şiirin en tanınmış ve en çok kullanılmış şekli.
Araplar ’ dan İranlılar ’ a ve onlardan da Türkler’ e geçmiştir. "
Sözlük anlamı “kadınlar ile âşıkane sohbet etmek” olan Arapça bir
kelimedir.
Gazel, beyitlerle yazılır. İlk beyit kendi arasında kafiyeli, yani
“musarra” olur. Daha sonra gelen beyitlerin ilk dizesi serbest, ikinci dizeleri
ilk beyit ile uyaklı yazılır. Gazeller genellikle beş, yedi, dokuz ve on bir
gibi tek sayılı beyitlerle söylenir. On iki beyitten fazla olan gazellere “
mutavvel gazel”, “uzatılmış gazel” denir.
Gazelin ilk beytine, yani musarra olan beytine “matla” (başlangıç-doğuş)
denir. Matladan sonra gelen beytine “hüsn-i matla” denir. Bu beytin matladan
güzel olması dikkat çekicidir. Gazelin son beytine “makta” (kesme yeri,
bitiriş); sondan bir önceki beytine ise “hüsnü makta” denir. Bu beytin de
maktadan güzel olması şarttır. Halk Edebiyatı şiirlerinde; şairlerin mahlasları
her zaman son beyitte görülürken, gazellerde şair mahlasını makta yahut hüsnü
maktada söyler. Böylece beyit ikinci bir ad alır; mahlas beyti yada mahlashane.
Gazeller işledikleri konulara göre çeşitli adlarla anılır. Aşkla ilgili her
türlü duygunun anlatıldığı gazeller “aşıkane gazel” adını alır. Fuzuli’nin
gazelleri gibi. İçki ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış
etmeme, yaşamdan zevk alma vs. konulu gazellere “rindane gazel” denir.
Baki’nin, Ruhi’nin gazelleri gibi. Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir
aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel” denir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat
dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli gazellere de “hakimane gazel” denir.
Nabi’nin gazelleri gibi. Gazel tarzında şiir yazan usta şairlere de “gazelsera”
denir.
A. Aşıkane
gazel:
Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık benem Mecnun’un ancak adı var. Fuzuli
B. Rindane gazel:
Ben kimim bir rind-i Şeyda meskenim meyhanedir.
Duhter-i rez mahremimdir hemdemim peymanedir. Ruhi
C. Şûhâne gazel:
Zülf-i pür-çininle hemdüş oldu cana kad çekip
Sünbül-i hab-ı tegafül camehabından senin. Nedim
D. Hakimane gazel:
Gönül ne arzu-yı cah ister ne tacu taht ister
Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pay-ı saht ister. Nabi
A. “ Bende Mecnun ’dan daha
çok (iyi) aşık olma kabiliyeti var.
Sadık Aşık benim Mecnun ’un sadece ismi var”
B. “ Ben kimim bir
kalender divaneyim, yerim meyhanedir.
Asma kızı (şarap) mahremimdir, arkadaşım şarap kadehidir. ”
C. “ Yatağına uzanmış bir
halde, bizi görmezlikten, bilmezlikten gelme
Uykusundayken, o uykunun sümbülleri (kirpiklerin) o kadar uzun ki,
neredeyse kıvrım kıvrım saçlarınla omuz omuza ”
D. “ Gönül ne makam
arzusunda ne taht ne taç ister. Ancak keder yolunda, latif kalp ve sağlam ayak
ister.”
Sesi Olmayan Musiki İle Uğraşabilir Mi?
Münir Nureddin Selçuk 1947 yılında Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan bir
yazısında bu önemli gerçeği şöyle dile getirir: ‘Bir sazendenin talebeye saz,
nota, musiki nazariyatı göstergesine derece tabii ise, kendisinin ses
eserlerini icraya müsait olmayan sesiyle, esasen tegannisi(müzikle okuması) çok
müşkül ve nota güçlüklerinden ziyade tavır, eda ve icra güçlükleriyle
memlü(dolu) olan eski eserlerimizi teganni suretiyle öğretmesi, bir okuyucunun
çalmasını bilmediği ve muktedir olmadığı bir sazı başkasına öğretmeye
kalkışması kadar gayri tabii ve gayri mümkündür:
Tanbur ve insan sırrı
Tanburun en kalın sesi, kaba yegâhtır. Tanburun pestte çıkabileceği en
kalın sesin yegâh olması, bütün perdeleri yegâhdan açması olarak
yorumlanmıştır. Burada tasavvufi anlamlar da mevcuttur. Beyitte, vahde-i vücud
sözkonusudur. insanların ilk atası Hz. Âdem’dir ancak Hz. Âdem’in bedeni
yaratılmadan önce Hz. Peygamber’in nuru yaratılmıştır. Yani her şeyden önce bir
Cenab-ı Hakk’ın zatı ondan sonra da Hz. Peygamber’in nuru mevcuttur. Bundan
dolayı merd-i yegâne, Hz. Peygamber’dir. Tanbur da insanı temsil eder. Tanbur,
şekil olarak şehadet parmağını kaldırmış bir ele benzemektedir. Tanbur, bu
sebeple, şehâdet eden bir çalgıdır. Ona sor denmesi bu yüzdendir. Tanburun kaba
yegâhına sorulması ise, kaba yegâhın bam teli olması ve o telin de tek (tevhit)
olması dolayısıyladır. Beyitte geçen perde, hem musiki perdeleri olarak hem de
tevhidin üstündeki perdeler olarak anlaşılabilir. Perde, beşeri mahremiyeti
kapatan bir unsur olduğu gibi, tevhidin mahremiyetini de kapatan bir unsurdur.
Yegâh, ilk perde olması münasebetiyle, diğer perdeleri kaldırınca kaşımıza
çıkacak olan perdedir. O da tanburun bam telidir:
Açmış cemî'-i perdeyi mutlak yegâhdan
Tanbûra sor ki vahdeti merd-i yegânedir
‘Tanbur perdelerin hepsini mutlak yegâhtan açmıştır; vahdeti tanbura sor
çünkü o, ilk insandır.’
Dolanır Ali kızı mekteli
Kan içinde bir beden aktarır
Yolun üste gafile leng olub
Bacı kardaşa kefen aktarır
Ali başta dört tarafa kacub
Geyedir çukur yere baş vurur
Bu ne yerdi düştü Ebu Turab
Kademin turaba yavaş vurur
Yadına o sahne düşüptü ki
Hamı bir yaralıya daş vurur
Geduri Rugeyye yavaş yavaş
Yüzünün tozunu yuya el geme
Diye şerhi halini mubemu
Su yanında shaba perceme
Emi can dur ellerine feda
Kömey eyle guseli emmime
Çağırır heraya bibim seni
Gözü yoldadır gelen aktarır
Bacı kardaşa kefen aktarır
Bağlantı
Deyir Allah’ı de tumasunun
Neden aşiyanesi kalmayıb
Kolu bağlı guşlarımın evi
Tolanıbdı lanesi kalmayıb
Allah Allah Bu Hüseyn Kimdi Bele Şahlık Edir.
Bakıp Allah sözüne âleme sultanlık edir
Bağlantı : Aleme sultan eba abdillah
Can sene "kurban eba abdillah
Bu Hüseyn kimdi ki gün tek dolanıp batmaycak
Haşre dek zindanı gara âlemi yakmayacak
Bu Hüseyn kimdi ki aşk ehline peygamberdi
Eyle rehberdi ki sarneyza ona mamberdi
Bağlantı : Aleme sultan eba abdillah
Can sene "kurban eba abdillah
Bu Hüseyn kimdi ki leb hendi vurur gatiline
Neçe yol var yohunu bazl eledi sahibine
Bu Hüseyin kimdi ki şefaat tacına layık olub
Eşki(aşkı) halg eyliyen Allah'da buna aşıg olur
...Bağlantı
Abdulbâki Fevzi Uluboy Söyleşisi Lokman Hekim
Türk Yurdu' dergisinde 1912 yılında, sayı 106'da yazmış olduğu bir
makalesidir. Yasadığı evrelerde ya da sonraları Lokman Hekim olarak anılan ve
M.s. 270 ile 305 yıllan arasında İzmit'te (Nicomedia) yaşamış ve ölmüş bir
Hristiyan Azizi olan ،Saint
Pandeleon' un hayatından bahseder.
Roma İmparatoru Diyokletiyanus'mı (Diocletianus. M.s. 284-305) döneminde
yaşamış. mesleğinde üne kavuşmuş ve Hıristiyan inanırlara göre şehit (martyr)
edilmiş bir yani doktordur. Aya Pandeymon'nun anısı ve saygısı günümüze dek
süregehniştir. 1858 yılında padişahın irade ve yardımları ile İzmit'te
(Nicomedia) şehit (martyr) edildiği ve vücudunun gömüldüğü yere adına. Aya
Pandeleymon Manastın yaptırılır. Bu yer yıktırıldığı 1923 yılına dek. Müslüman.
Hıristiyan ve diğer başka inanırlardan hasta ve dertlilerin umut yeri olaıak
uzun yıllar ziyaret yeri olarak kullanılır. İzmit’te yer alan Aya Pandeleymon
Manastırı Müslüman da ziyaret yeri olarakta kullanmaktaymış.
İsmail Kemal, Yedişehitler Anası
Zavallı Hatice Nine, bükülmüş belini duvara dayamış, bir elini başına
koymuş düşünüyordu. Kim bilir elini başına siper ettiği dimağından neler
geçiyor. Geçmiş bir hatıranın elemlerini yahut meserretlerini mi sıralıyor?
İnsanlar ekseriya geçmişleri hatırlayabilmek için böyle eli başında düşünürler.
Acaba bu anda dimağ bir sinema makinesi, el bir sinema perdesi vazifesini mi
görüyor? Ya istikbale ait tahayyülât ise… Bu takdirde dimağ, sinema fotoğrafı,
el sinema şeridi yerine mi kaim oluyor?
Zavallı beşeriyet bazen kendisi mazinin mefahiriyle avutur, bazen
istikbalin meçhul akıbetlerini halletmeye çalışır. Hiçbir zaman hallin
mefahiriyle tesâhub edemez. Biçare kadın hallin vukuatını görmemek, iştimâmın
için gözlerini kulaklarını kapamış muttasıl düşünüyor… Bir aralık bir eliyle
duvara dayandığı değneğini aradı, gözlerini yerden ayırmadı. Sanki onu
parmaklarının gözleriyle görecekti. Eline aldığı değneğiyle yere birşeyler
çizdi. Acaba geçmişin hatıratını geleceğe programını mı tespit ediyordu?
Değneğine dayanarak güçlükle ayağa kalktı. İki büklüm bir vaziyette ona
dayana dayana evinin yıkık kapısına doğru ilerledi. Şimdi de kararlaştırdığı
programını tatbik etmeye mi gidiyor dersiniz? Bu yetmişlik kadın kimdir, bilir
misiniz? Ona köyde “Yedioğlanlar Anası” derlerdi. Şimdi “Yedişehitler Anası”
diyorlar. Üç oğlu Çanakkale’de birgünde aynı harpte şehit düşmüş, köyün
üstündeki şu tepede de köyünü Yunanlılardan kurtarmak için can vermiş dört oğlu
var. Bu şehit kardeşlerden biri tam tepenin zirvesinde, diğerleri uç köşesinde
yatıyorlar. Yanlarında da Çanakkaleli üç şehit kardeş daha var. Bu tepeye
“Yanık Tepe” diyorlardı. Şimdi ise “Yedişehitler Tepesi” diyorlar. Acaba
Çanakkaleli bu üç şehit kardeşin dört kardeşi daha var da onlar da Hatice
Nine’nin üç oğlunun yanında mı yatıyorlardı? Kim bilir belki de bu iki üç şehit
kardeşler müşahedelerini tebdil ettiler.
Hatice nine çok zaman Çanakkale’de üç oğlunun sırt sırta yattığını gören
“Memet”i çağırır ondan oğullarının müşahedede nasıl buluştuklarını sorar ve can
kulağıyla dinlerdi. Oğulları son mektuplarında birbirlerinin nerde olduklarını
soruyorlardı Memet ona:
Bu üç şehidin kardeş olduğunu bilmeyen bir adamın üçünü bir mezara
gömdüğünü, şehitlerin künyesini toplayan bir zabitin o mezar şehitlerinin
kardeş olduklarını anladığını, haber alan kumandanın bu kardeşler mezarının
başına “Bir ananın doğurduğu üç şehit” ibaresi taş diktirdiğini anlatırdı.
Hatice Nine de “Ah yavrularım, benden birbirlerinin nerde olduklarını
soruyorlardı, onlar birbirlerine kavuştu mu? “Ben onların nerede olduğunu
kimden sorayım büyük Allah’ım! Ben oğlanlarımın yanına ne zaman gideceğim?
Benim mezarımın başına ne zaman “Yedişehitler Anası diye taş dikecekler…”
Ben Moskof ‘ta kalan Pala Bıyık kocamın yedi babayiğit oğlumun acılarına
dayandım. Fakat şehit yavrusu torunlarımın boyunlarını bükük olması beni kül
ediyor. Hele, Hasan’ımın Veli’si aklı başında olduğundan:
Ebe babam ne zaman gelecek? Bak, Satılmış’ın babası ne zaman oldu
geleli. Hem babam daha önce gitmişti.
Dedikçe, yüreğim delik delik deliniyor. Der ve ağlardı.
Bu Yedişehit Anası Yanık Tepe’de metfun dört oğlunun nasıl şehit
düştüklerini şimdi dinleyemiyordu. Çünkü bunu gördükten sonra yaralanan Hüseyin
Çavuş da köyünde ölmüştü.
Hatice Ninenin bu dört oğlu ile Hüseyin Çavuş aynı kıtada asker idiler,
Hüseyin Çavuş komutanına bu yedi şehidin dördünün kardeş olduğunu evvelce de üç
kardeşlerinin Çanakkale’de şehit düştüklerini anlatmış, o üç Çanakkaleli
askerin kardeş olduğunu tahkik edince kumandan.
Allah’ım! Acaba bu üç askerin künyeleri memleketlerini değil de
meşhedelerini mi gösteriyordu? Evvelce Çanakkale’de şehit düşen bu üç kardeş
bize yardım etmek köylerini kurtarmak için müşahedelerinde kalkıp beraber mi
geldiler? Ne olursa olsun ben onlara Yedişehit Kardeşler, bu tepeye de
“Yedişehit Kardeşler Tepesi” diyeceğim
Allah’ım! Şu Yanık Tepe’yi düşmandan kurtarmak için bir ananın doğurduğu
yedi oğlunu kurban verdin. Yetişmedi mi? Bu şehitler, o tepeden olsun
köylerinin kurtulduğunu görmeyecekler mi? Bu Yedişehit Kardeşler hürmetine
olsun bize zafer ver Allah’ım! Diye tazarru ederken tepeye Türk bayrağının
dikildiği görülmüş.
Kumandan bu Yedişehitler mezarının başına “bir ananın doğurduğu yedi şehit”
ibaresi yazılı bir taş diktireceğinin söylemiş. Düşmanı takip mecburiyeti buna
mani olmuş. Hatice Nine buna çok müteessir olmuştu
Geçen gün üstünde “Yedişehit Anası” yazılı bir taş hazırlamış, gelinlerini,
en büyük torununu Veli’yi köyün yaşlılarını başına toplayıp:
Beni dört oğlumun yattığı yedi şehitler tepesine gömünüz. Başucunda
“Yedişehitler Anası” diye yazdırdığım şu taşı dikiniz, oğullarımın yanında
yatan üç Çanakkaleli artık benim uhrevi oğullarım oldu. Benim üç oğlumda zaten
oradan Çanakkaleli olmuştular. Ben öldükten sonra bu yedi şehide analık
edeceğim.
Diye vasiyet etmiş. O gün bütün köy halkı matem içindeydi şehitler tepesine
gidip Fatihalar okumuşlar.
Sinesinde yetmiş bin kere Yedişehit Tepesi taşıyan Çanakkale’nin
tepelerinden birisinde yatan üç şehit kardeşin başucunda bir şehit anası
yatmadığı ne malum?
Kaynak: Aşkarzade: İsmail Kemal, Yedişehitler Anası, Afyonkarahisar’da Nur,
nr.3, [1Haziran 1924] s.7,8
Zeyd b. Erkam’dan (r.a.) rivâyetle anlattı.
(Zeyd) dedi ki: Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), Ali,
Fatıma, el-Hasen ve el-Hüseyn’e şöyle dedi:
“Ben sizin savaştığınız kimselerle savaşır, barış içinde olduğunuz
kimselerle de barışırım.”
Bize Muhammed b. Beşşâr ve Muhammed b. El-Müsennâ anlattı. Dediler ki: Bize
Muhammed b. Cafer anlattı. Dedi ki: Bize Şu'be, 'Amr b. Mürre'den O da Ensârdan
bir adam olan Ebû Hamza'dan rivayetle anlattı. Dedi ki: Zeyd b. Erkanı (r.a.)'ı
şöyle derken işittim: " İlk Müslüman olan kişi Ali'dir. " 'Amr
b. Mürre dedi ki: İbrahim en-Nehaî'ye anlattım da bunu kabul etmedi ve dedi ki:
İlk Müslüman olan kişi Ebû Beki' es-Siddik'tır.
Cengiz
İbn Cübeyr Doğu Bağdat'ta otuz medrese olduğunu söyler. Diğer medreseler
İbn Cübeyr'in ziyaretinden sonra kurulmuştur. En meşhurları 1066'da kurulan Nizamiye,
aynı yıl kurulan ve bugün Külliyetü'ş-şerîa olarak kullanılan Ebû Hanîfe, 1233'te
kurulan ve XVII. yüzyıla kadar varlığını koruyan Müstansıriyye med-reseleridir.
Bu medreselerden her biri, dört fıkıh mezhebinden biri üzerinde
ihtisaslaşmıştı. Sadece Müstansıriyye ile 1255'te kurulan Beşîriyye medreseleri
dört mezhebe göre öğretim yapıyordu. Şemsülmülk b. Nizâmülmülk tarafından
yetimler için kurulan bir mektep vardı. 1209'da Bağdat'ın her yerinde, ramazan
ayında fakirlere hizmet etmek için misafirhaneler (dârüzziyâfe) kuruldu. Bağdat
bu dönemde yangın, sel ve karışıklıklardan çok zarar gördü. 1057'de Kerh,
Bâbülmuhavvel mahalleleri ve Kerh çarşısının büyük bir kısmı yandı. 1059'da da
Kerh ve Eski Bağdat'ın çoğu yandı.
Halk grupları ve mezhep mensupları (Hanbelîler'le Sâfiîler, Sünnîler'le
Şiîler] arasında çıkan olaylar kan dökülmesine ve tahribata sebep olmaya devam
etti. İbnü'l-Esîr 1108'de geçici bir uzlaşmadan bahseder. Ancak bu uzlaşma kısa
ömürlü oldu. Kavga ve çatışmalar devam etti ve Musta'sım zamanında korkunç
boyutlara ulaştı. 1242'de Me'mûniyye ile Bâbülezec, Muhtâre ile Sûku's-sultân,
Katuftâ ve Kureyye mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldürüldü
ve dükkânlar yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sün-nîler'in
oturduğu Rusâfe ve Şiî mahallesi Hudayriyyîn arasında çatışmalar meydana geldi.
Daha sonra Bâbülbasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet
kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğunu gösterir.
Kerh ile Bâbülbasra arasında yeniden çatışma çıkınca bunu önlemek için
gönderilen askerler Kerh'i yağmaladılar. 1256'da Kerh halkından birinin
öldürülmesiyle olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen
askerler halkla beraber Kerh'i yağmalayıp birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok
kişi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dönemde ayyârlar her yerde faaliyet
gösteriyordu. Dükkânları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta
Müs-tansıriyye'yi bile iki kere talan etmişlerdi. Hükümet olayları bastırmaktan
âciz kaldı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi. 1243'teki seller
ve taşkınlar Nizamiye ve civarındaki bazı mahalleleri tahrip etti. 1248'de
seller Doğu Bağdat'ın etrafını sardı ve duvarların bir kısmını yıkarak Harîm'e
ulaştı.
Sel Rusâfe'de de birçok evi yıktı. Batı Bağdat sular altında kaldı ve
Bâbülbasra ve Kerh bölgesi hariç birçok ev yıkıldı. Ekinler zarara uğradı. En
büyük sel felâketi ise 1256'da meydana gelmiş ve Batı Bağ-dafdaki Dârülhilâfe
ve Nizamiye çarşıları sular altında kalmıştı.
İki yıl sonra 10 Şubat 1258'de Moğollar Bağdat'a saldırdılar; Halife
Musta'sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan
önce Bağdat'a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı akıbetten kurtulamadı.
Öldürülenlerin sayısı İle ilgili olarak kaynaklarda zikredilen tahminler, daha
sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında
değişmektedir. Çinli seyyah Cha'ng Te (1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü
ifade eder. Onun verdiği bilginin Moğol kaynaklarına dayandığı açıktır. Rakam
vermek oldukça güçtür, ancak öldürülenlerin sayısı 100.000'i aşmıştır. Şehrin
her tarafındaki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular
Hülâgû'yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı,
camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı
yakıldı, bir bölümü de Dicle nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde
aktı. İslâm medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat
için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla
beraber Bağdat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Belki de ulemânın, "Adaletli
bir kâfir, zalim bir imamdan daha iyidir" şeklindeki fetvası bu hususta
önemli rol oynadı. Hülâgü Bağdat'tan ayrılmadan önce halka ait bazı binaların
onarılmasını emretti. Vakıf müfettişi Câmiü'l-hulefâ'yı yeniden inşa etti,
medrese ve ribâtların tekrar açılmasını sağladı. Kültür çok zarar görmesine
rağmen tamamen yok edilmedi. Bağdat her yönüyle bir eyalet merkezi oldu.
Kaza Namazı Veya Kaza Orucu Varsa
Bir adam üzerinde kaza namazı veya kaza orucu varsa, öldükten sonra her bir
kaza namazı veya kaza orucunun her bir günü için bir fakiri doyuracak kadar
yemek vereceğini fıkıh kitaplarımız hadisi şeriflere istinaden beyan
etmişlerdir
Eş’Şirünbülâlî, Hasan b. Ammâr b. Ali, Nuru’l-Îzâh ve Necâtü’l-Ervâh, s.90;
İbn Âbidin Muhammed Emin b. Ömer b.Abdulaziz el-Hanefî, Reddü’l-Muhtâr
âlâ’d-Dürri’l-Muhtâr, II, 72.
Şiir nedir?
Nüzhet Erman, şiir kavramını şu şekilde tanımlar: “Şiir; Tanrı’nın
insana el verdiği anda, kelimelerle yaratılan, sözlü veya yazılı, duygu ve
âhenk karışımı, sanat değerleridir. Ben, ‘ilham’a Tanrı’nın, insana el verdiği
an diyorum. Şair; şiirini (Allah’a mahsus- Allah vergisi) yaratma gücünden
nasiplenerek yazar. Şiirin bittiğini, tamamlandığını anlamak, ayrı bir sezgiyi
gerektirir. Bu sezgi sayesinde, sanki şiirin doğumu tamamlanır ve göbeği
kesilir. Şiirde, kötü kelime yoktur. Kelimenin yerinde kullanılması meselesi
vardır”.
“Şiir, Tanrı’nın insana el verdiği anda ama yine de aklın kanatlarında,
kelimelerle yazılan sanat değerleridir. Allah vergisidir. Maya yoksa, sonradan
eğitimle şiir yazılır ama… yine de şiir yazılmaz”.
Şiir; öyle bir sonsuz kaynak, öyle bir tanrısal dürtüdür ki; önünü
tıkamak mümkün değildir. Erman, şiir hakkındaki görüşlerini şöyle sürdürür:
“Bir an, bir duygu, bir kelime, iyi-kötü bir haber, bir yazı, bir
görüntü…umulmadık zaman ve yerde, herhangi bir vesileyle, biraz eksik, biraz
fazla başlar her şiirin doğum hikâyeşi.
Bir şiir, zuhur ve doğma emaresi göstermesin bir kere, kimse mâni olamaz
ona. Er geç, kolay veya zor, gün ışığına çıkacaktır, çıkarılacaktır”.
“Şiir, bayram ve yıldönümleri vasıtasıyla duyulan basit ve gelip geçici
heyecanlardan tekrar tekrar kuvvet almakta ve şairin yalnız kendisini
ilgilendiren sebeplere dayanmakta ne kadar çok ısrar ederse; şiir olmaktan da o
kadar uzaklaşır. Şiirde aynı renklerin tekrarı, belirtilen imajın çizgilerini;
aynı sesi veren kafiyelerin birbirini takip etmesi ise âhengi bozar. Şiirde
mükemmellik, ilk mısradan son mısraya kadar devam etmelidir. Şiir’in en ufak
bir ihmale bile tahammülü yoktur. Şiirde kafiyeye kayıtsız şartsız itaat
tehlikelidir”. (Nüzhet Erman’ın özel notlarından alınmıştır.)
lhan Geçer, Nüzhet Erman’ın şiir anlayışını şu satırlarla ifade eder:
“Şiirlerinde Anadolu’yu ve Anadolu insanını kendine has usul, biçim ve muhteva
içinde anlatan Erman duygusallığa ve süse yer vermez mısralarında. Zaten şair
için konu, duygu ve düşünce bir malzeme olup önemli olan bu malzemenin iyi ele
alınıp iyi bir şekilde işlenmesi, kullanılmasıdır”. (
Erman’ın şiirlerinde “insan unsuru” vardır. Olayları tarafsız bir gözle
yorumlayabilmesi, bir idareci olarak, gerektiğinde tarafları rahatlıkla
eleştirebilmesi en büyük özelliklerinden biridir. Nüzhet Erman hayati boyunca
yüreğinde başkalarını konuk etmenin büyüklüğü, erdemi içinde şiirle birlikte yaşamış
böylece bir olumlu olarak sonsuzluğa böyle demir atabileceğini
düşünmüştür. yasında genç bir şairken yazdığı “Belki” adli
şiirinin bir dörtlüğünde, bütün ozanlar gibi bu dünyadan ayrıldıktan sonra bile
anılmak ve alkış almak arzusunu dile getirmiştir. Bu şiir aynı zamanda şairin
mezarındaki başucu taşında da ona eşlik etmektedir. “
BELKİ
Belki bir ışık bir iz kalır diyorum
Bu şiiri olmayacağım yarına
Gelecek günlerin karanlıklarına
Bir deniz feneri gibi yolluyorum” (Erman,1958,78)
Fahrettin Kerim Gökay’ın hocalıkla yetinmeyeceğini ilk
keşfeden hocası Mazhar olmuştur.
Zamanında Fahrettin Kerim ile ilgili şu yorumda bulunmuştur
: “Fahrettin Kerim’e hekimlik yetmezdi, asistan, doçent, profesör yaptık.
Dekan, rektör olmak da isteyecektir. Yetmez bakan olmak da ister. Onu olunca
sıra başbakanlığa gelir. Orada gözünü devlet başkanlığına dikerse hiç şaşmayın.
Bu istediği de gerçekleşince işte o zaman sıra Tanrı olma talebine gelecektir.”
Asıl sen biraz dinlen
Adnan Menderes, Fahrettin Kerim Gökay'ın İstanbul'da uyguladığı istimlâk
programını eleştirerek
"Hoca. sen biraz dinlen" demiştir. Fahrettin Kerim Gökay da Adnan
Menderes'e siyasal literatüre giren
"Asıl sen biraz dinlen" yanıtını vermiştir.
Türk Lions'unun kurucusu ve aynı zamanda Türk Lions Vakfı'nın kurucu
üyelerinden
Ord.Prof.Dr.Fahrettin Kerim Gökay'ın anısını yaşatmak üzere başlatılan
(Türk Lions Fahrettin Kerim Gökay Hizmet Gönüllüleri Programı) Hizmet Plâketi
ve Hizmet Belgeleri. Lions Kulüpleri'nin ödül verme ihtiyacını en zarif ve
manalı bir şekilde gidermektedir .
Türk Lions klüplerinin en büyük ödülü olan "Fahrettin Kerim Gökay
Ödülü" 2007 yılında Prof. Dr. Münci Kalaycıoğlu. Prof Dr. Bingür Sönmez ve
Doç. Dr. Mehmet Ali Bedirhan'a verilmiştir*
Aynı ödül 2008 yılında CHP lideri Deniz Baykal'a verilmiştir"
Ayrıca. Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Ulusal Kongre Poster Ödülü çocuk ve gençlik ruh sağlığı alanında öncü adımlar
atmış, uluslararası çocuk ve ergen psikiyatrisi kumlusu IACAPAP'm kurucular
kurulu üyesi ve Türkiye'de modem psikiyatrinin oluşturucularından Dr. Fahrettin
Kerim Gökay'ın anısına aile üyelerinden bir kişi tarafından desteklenmekte olan
ödül 2010 yılında 8'nci kez verilecektir" .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar