Print Friendly and PDF

Altuni Notlar




El Marifeti

Ömrünü kitaplara adayan ve Allah rızasını kazanmak için elde ettiği kitaplarını ve eserlerini millete vakf eyleyen bir Ali Emirî. Sadece bu vasfıyla yetinmenin ve kendisi ile Hâtırâtı’nı bu bağlamda ele almanın yetersiz olacağı kanısındayız. Nitekim bir gün Ali Emirî’ye Revan seferini anlatan anlatan bir Farsça eseri okuması üzerine sunarlar. Ali Emirî okur. Açıklar. Ancak gelir bir yerde takılır. “Revan” der ve ardındaki kelimeyi çıkaramaz. Harfler sad, kaf ve re’den ibâret gözükmektedir. Hepsini şöyle bir zihninde toparlayınca “Revan Sakari” diye bir kelime oluşur. Oysa Ali Emirî böyle bir kelimenin neye mal olacağını bilmektedir. Zira böyle bir kelime yoktur. Meclisteki arkadaşları öyle yabana atılır kişiler değil. Hepsi alanında uzman ve bilgili kişilerdir. Hatta bunlar arasında İbnü’l-Emin Mahmut’ta bulunmaktadır. Bu kelimeyi okuyamazsa “Bak Ali Emirî okuyamadı” diyecekler. Ve Ali Emirî’nin bilginliği beş paralık olacak. Sakari diye okusa bu sefer de böyle bir kelimenin uydurma olacağını anladıkları an olan gene Ali Emirî’ye olacaktır. Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken burada işin içine Ali Emirî’nin keskin zekâsı girer. Parmağını diliyle ıslatır ve kaf harfinin üzerinden bastırarak aşağı doğru çeker. Bir de ne görsün kaf harfi gitmiş yerine fe harfi gelmiştir. Dolayısıyla yeni kelime sad, fe ve re’den oluşmuştur. Ve Ali Emirî de yeni kelimeyi “Revan Seferi” diye okuyarak durumu kurtarmıştır.

İnsanın Yaratılışında On İki Saatlik Zaman

Tevrat’ın Tekvin bölümünde yaratılış geniş bir şekilde anlatılmakta, yedi yaratılış gününün altıncısına tekabül eden zaman dilimi içerisinde insanın yaratılışından bahsedilmektedir. İnsanın yaratılışı ise on iki saatlik zaman dilimlerine bölünerek anlatılmıştır. Bu anlatım özetlenilirse

1. Saatte Âdem'in toprağı toplanmış,

2. Saatte şekillendirilmiş,

3. Saatte vücudu yaratılmış ve bedeni meydana getirilmiştir.

4. Saatte içine ruh üfürülmüş,

5. Saatte ayağa kalkmıştır.

6. Saatte, bakmak ve korumak gibi bir görevle cennete yerleştirilmiş, fakat hem cennetin büyüklüğü hem de kendisine yakın bir arkadaşının olmayışı Âdem'in orada sıkılmasına sebep olmuştur. Bu durumu fark eden Rab, ona yardımcı olarak hayvanları yaratmış, Âdem onların hepsini ayrı ayrı isimlendirmesine rağmen o sıkılma hissiyatı yok olmamıştır. Rab onu tatmin edecek bir çareye başvurmuş ve yeryüzünde ilk kadın olarak bilenen Havva'yı yaratmıştır. Havva’yı yaratırken; tiksinme olmasın diye, Âdem’i derin bir uyku ile uyutmuş, bu esnada onun kaburga kemiklerinden birini alarak yerini etle doldurmuştur. Havva, Âdem'den alınan bu kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bazı yorumcular erkeğin geç, kadını ise erken yaşlanmasını; erkeğin topraktan kadın ise kemikten yaratılmasına bağlamaktadırlar

7. Saatte Havva, Âdem'in yanına gelmiş, Âdem’de ona; her canlı insan cinsinin annesi olması bakımından “Havva” adını vermiştir.

8. Saatte Âdem ile Havva birleşmiş;

9. Saatte "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacı yasaklanmış; bu ağaçları Tevrat "Hayat ağacı", "iyilik ve kötülüğü bilme ağacı" olarak belirtmiş, yorumcular tarafından ise gerek mahiyetleri, gerekse fonksiyonları açısından farklı olarak değerlendirilmiştir. Bu yorumcular; Âdem ve Havva'nın suç işledikleri esnada, incir yapraklarıyla örtünmeye çalışmalarından esinlenerek bunun incir ağacı olduğunu söylemişlerdir. Talmud’da Âdem'in yediği ağacın "asma" olduğu belirtilmiş, bu görüşü esas alanlar ise, Havva'nın Âdem'e ikram ettiği şeyin "üzüm şarabı" olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacının kavun ve buğday olduğunu iddia edenler de olmuştur. "Hayat ağacı" ise, kendisinden yiyenin ebedî hayata sahip olacağı, şeklinde tefsir edilmiştir. Yasak ağaç konusunda ortaya atılan isimler üzerinde birliğe varılamamıştır.

10. Saatte Âdem ve Havva ondan yiyerek günah işlemiş, yemesinde en büyük etken ise “yılan” olarak belirtilmektedir. Yılanın hedefine ulaşabilmek için Havva'yı seçmesinde birtakım sebepler ortaya konulmuştur. Yılan öncelikle, Âdem'in özellikleri yönünden daha güçlü olacağını düşünerek, Havva'nın daha kolay ikna edilebileceğini ümit etmiştir. Yılan doğruca Havva'ya gelerek ona: “Allah bu ağaca dokunmanızı yasaklamıştır. Bakın ben dokunduğum halde ölmüyorum” diyerek el ve ayakları ile ağacı iyice sallamış ve meyvelerini düşürmüştür. Meyvelerin yenmesi konusunda bir yasağın bulunmadığını hatırlatarak o meyvelerden önce kendisi yemiştir. Meyvelerin öldürmediğini fiilî olarak gösterdikten sonra onlara da bir zarar dokunmayacağını telkin etmiştir. Bu telkinlerden etkilenen Havva kendilerine konan yasağın boş bir şey olduğunu kabul etmiştir. Böylece Havva ölümsüz yaşamak, meleklere benzemek, iyi ve kötüyü bilerek Rab gibi olmak arzusuna kapılmış, bu duygular içinde "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacından yemiş ve Âdem'e de yedirmiştir Yasak meyve, ilk tesirini Âdem ve Havva'nın gözlerinin açılmasında göstermiş ve çıplaklıklarını görmelerine vesile olmuştur. Onlar ilk çare olarak örtünme telaşına düşmüşler ve Rab ise onlara koyduğu yasağın çiğnendiğini anlamıştır.

11. Saatte Rab onları yargılamış Âdem ve Havva yasak ağaçtan yediklerinde, gerçek olarak ölmemekle beraber bazı cezalara çarptırılmışlardır. Bu konuda Tekvin'de öncelikle yılanın cezalandırılmasından ve lanetlenmesinden bahsedilmektedir. İkinci olarak kadının ve Âdem’in cezası ele alınır; Rab Kadına: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım ve ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacak demiş. Âdem’e ise: Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim halde o ağaçtan yediğinden dolayı toprak lanetli oldu. Bu sebeple sende ömrünün bütün günlerinden, toprağa dönünceye kadar alnının teri ve zahmetle ondan ekmek yiyeceksin. Sen ondan alındın, topraksın ve toprağa döneceksin diye buyurmuş. Âdem yasak meyveden yedikten sonra Rab da hayat ağacına dokunmasın diye,

12. Saatte onu cennetten kovmuştur. Tevrat Âdemin dünya hayatı hakkında; Kabil ve Habil'in dünyada doğduğunu belirtmiş fakat Âdem'in durumundan ve yaşından bahsetmemiştir. Bu belirsizliğe rağmen Saserdotal yaratılış metninden (ki bu metin bu tür açık bilgiler veren tek metindir) çıkan neticelere göre Şit'in doğduğu esnada 130 yaşında olduğu, 930 yaşına kadar yaşadığını haber vermektedir

Düş

Düş, yaşamı daha katlanılabilir kılar. Birey, arzu ve isteklerini doyuramadığı anlarda düşe yönelir. Yani düş kurmak, arzuların bastırılması amacına yönelik bir davranıştır denebilir.

“Doyuma ulaşmayan birey düş kurar. Bastırılmış istekler düşlemlerle doyurulur. Arzular, düşlemlerin itici gücüdür ve gerçeklik dünyasından kaçış yerleridir. Düş kurma hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden kaçar, kaçtığı anda da artık uzaktadır, ötededir, bir öte mekândadır.”[ BACHELARD, Gaston (1996), Mekanın Poetikası, İstanbul: Kesit Yayıncılık 1996:199]

“Düşünmek, ‘düş’ kökenlidir. Düşünmek nasıl bir davranış olursa olsun,‘düş’ kavramının içeriğiyle örtüşmek durumundadır. Yine, ‘düş’ insanoğlunun geleceği algılama becerisi ile var olanı ya da gerçek dünyayı olduğundan farklı kurgulama yeteneğidir, fakat öncelikle geleceği algılama. Sonrası yaşamı, belki de gerçekleşmeyeceğini bile bile duygularından ilham alarak tahmin etme durumudur. Düşünce, insanoğlunun geleceği algılamasıyla birlikte bugün anladığımız anlamda belirginleşir. Geleceği kavramak, belki de zorunlu olarak geleceği tahmin etmeyi, bu tahminlerin posaları, yani gerçekleşmemiş gelecekler de, farklı şimdiler kurgulama becerisine yol açmış olabilir. Düşünmenin, dünyayı algılama yöntemlerinden ayırıcı özelliği, şimdi bağlamında olanla yetinmeyip, gelecek bağlamında, gerçek ya da gerçeküstü olanı kurgulayabilme becerisini içinde taşıyabilmesidir.” GÖKSAL, Bülent, Erişim Tarihi: 8 Kasım 2010, http://www.zorbafikir.com

Osmanlı Devleti nin Son Döneminde Osmanlı Ermenileri Tarafından Yazılan Anı Türü Eserler

Yazar

Eser Adı

içerdiği Tarihsel Konular

Ğevond Alişan

Ermeni Anayurdu Anıları /Յուշինք հսւյրեեեաց հայոց։

Ermeni milliyetçiliği

Arpiar Arpiaryan

Öyküler ve Kısa Romanlar i Պատմվածքներ ու վիպակներt

Sosyal yaşam (Eserin bir kısmı öykülerden ve kısa romanlardan, bu՜ kısmı ise anekdotlar halinde anılardan oluşur.)

Levon Paşalyan

Ihsa Romanlar ve Öyküler i Նորավեպ եր եպասւմվացքներւ

Sosyal yaşam (Eserin bir kısmı öykülerden ve kısa romanlardan, bir kısmı ise anekdotlar halinde anılardan oluşur.)

Krikor Zohrab

Bilincin Sesleri (Իպճմաաքի ձայներt

Sosyal yaşam

Krikor Zohrab

Sessiz Acılar ı Լուռ ցավեր՛

Sosyal yaşam

Krikor Zohrab

Hay at Olduğu Gibi t Կյանքը ինչպես որ էէ

Sosyal yaşam

Zabel Esayan (derleyen)

Yıkıntılar Arasında (Ավերակներուն մէջ։

1915 olayları

Atom Yarcanyan (Sıamanto)

Kahramanca <Դիւցազնօրէն)

Osmanlı Devleti içinde bir Ermeni olarak yaşamanın zorlukları

Atom Yarcanyan (Sıamanto)

Ermeni Çocukları (Հայորդիներ>

1905-1908 yıllan arasında Osmanlı Devleti'nde gerçekleşen olaylar, II. Abdülhamıd dönemi.

Atom Yarcanyan (Sıamanto)

Acının re Umudun Meçalesi ՛Հոգեվարքի եւ յոյսի ջահեր>

1909 olayları

Atom Yarcanyan (Sıamanto)

Varanın Daveti (Հայրենի հրաւէր)

ABD’de yaşarken vatana duyduğu özlem dıaspora Ermenilerinin yaşamları

Epithalamium

Epithalamium Yunanca, epi(üzerine) ön ekiyle thalamium( zifaf odası) sözcüğünün birleşimiyle oluşan bir sözcüktür. Gelin veya zifaf odasına giden gelin için yazılan bir tür şiir anlamında kullanılır.. Metonymia (mecazi mürsel) sanatının kullanımıyla yatak odası anlamına gelen thalamos sözcüğü evlilik anlamını kazanmıştır.Bu isimden türemiş olan epithalamios,on sıfatı Yunanca aslında Hymnos ya da ode sözcükleriyle birlikte kullanılmıştır.

Edebi çevrelerdeki yaygın kullanımında isim düşer ve yalnız sıfat isimleşmiş biçimindedir.. Söz konusu kelime evlilikle ilgili oda veya evliliğin kendisi için kullanılmıştır. Klasik dünya tarihinde son derece popüler bir form olmuş, bu popülerliği Romalı şair Catullus, Sappho’dan aldığı örnekler ve yorumlarıyla sağlamıştır.

Epithalamium ilk orataya çıktığında, orijini itibariyle, kızlı ve erkekli kalabalık bir gurubun zifaf odası önünde gelin ve damada methiye düzmek için söyledikleri ve Yunanlılar arasında popüler olan bir şarkıdır. Theokritos’a göre, epithalamium biri gece için diğeri de gelin ve damadı ertesi gün uyandırmak için kullanılan iki türü bulunmaktadır.

Her iki durumda da doğal olarak, şarkının asıl amacı dua etmek ve mutluluk dilemek olup, bu dualar ve dilekler zaman zaman eski Hymenaios korosu tarafından kesilir. Romalılar arasında benzer gelenekler rağbettedir, ancak bu tür şarkılar Romalılarda sadece kızlar tarafından düğün misafirleri gittikten sonra söylenir ve bugünkü yaklaşımı itibariyle müstehcendir.

Âşk

 “Aşk, kâinatın tüm tabakalarında mevcuttur. Alt tabakalardaki varlıklardan Tanrı’ya doğru yükselmekte ve O’nda son bulmaktadır. Bu sebeple İhvan-ı Safa metafiziğinde “bütün dünya Yaratıcı’yı arar ve Ona âşıktır. Aşk, her şeyin var olmasının nedeni ve evreni yöneten yegane kuraldır.”

İbn Sina’ya göre ilk aşk Tanrı, ilk âşık Tanrı ve ilk maşuk da Tanrı’dır. Bu yüzden Tanrı’nın mahiyet ve vücudunun ayniyeti, ontolojik bir bakış açısıyla incelenmiş ve aşka ontolojik bir anlam katılmıştır. Aşk, âşık ve maşuk kavramlarının Tanrı ile birleştirilmesi, İbn Sina’nın aşk felsefesinin temelini oluşturan dinamiklerin temeli olduğu ortaya çıkmaktadır.

İbn Sina’ya göre bütün varlıkların özü bizzat aşktır. Aşkın sebebi ise Mutlak İyi olan Zorunlu Varlık’tır. O, sebepsiz ve zamansız bir aşktır. Onun aşkı sonradan oluşan bir şey değildir. İlahi zat ve aşk aynı şeylerdir ve birdirler. Tanrı’dan başka varlıkların aşkının sebebi ise Tanrı’nın onlara maşuk oluşudur.

Helake sebep olan hayat tarzı

Mal Ve Zenginlik İçin Yarışarak Helâk Olmak

Helâk Edici Para

Şuhh (Hırslı Cimrilik)

Ölçü Ve Tartıda Hile

Dinde Aşırıya Gitme

Bidatların Artması

Din Adamlarına Aşırı Tazim

Günahlara Dalmak

İyiliği Tavsiye Ve Kötülüğü Engelleme Görevini Terk

Yöneticilere Aklı Aşan Aşırı Saygı

Cezalandırırken Soylulara İltimasta Bulunma

Din  Hakkında İhtilafa Düşmek

Çok Soru Sormak Ve Muhalefet Etmek

**

Gölgenin Sırrı

Işığı görünür kılanım ben

Gölgenin engin kalbiyim.

İbn-i Arabi

(Şükrü Erbaş, Gölge Masalı, Everest Yayınları, 2005, İstanbul, s.2)

**********************

uçtum o gece.

karanlığın girmeye korktuğu şehri geçtim.

gölge olmayınca ruh yalnızdı. uludum.

Bejan Matur

******************

“O halde, alem dediğimiz yer Allah’ın gölgesinin düştüğü yer, yine alemdir. Dolayısıyla Allah’ın gölgesi, varlıklar ve varlıkların üzerine düşen gölge ile algılanır. Bu algı da O’nun “en- Nur” ismiyle (ışık kaynağı ile) gerçekleşir.”

Ahmed Avni Konuk, Fususu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1967’den Aktaran Hamza Kılıç, Günümüz İnsanına Fususu’l Hikem, İnsan Yayınları, İstanbul,2012, s. 126

**

Modern resim, Delacroix’nın kara düşen gölgede moru keşfettiği zaman başlamıştır.

[D. Vallier, Mehmet Ergüven, (2006) Aydınlıkta Görmek, Agora Kitaplığı, İstanbul s.72]

**

Bazı şeyleri görmemizi, ışığa değil gölgeye borçluyuzdur.

[Murathan Mungan, Soğuk Büfe, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, s.95]

**

Gölge, çoğu zaman anlık ve geçici olarak kendini göstermektedir. Değişime açıktır. Işık kaynağının geliş açısına göre şekillenen gölgenin bu özelliği onu tekinsiz kılmaktadır. İlkel toplumlarda insanlar gölgelerini kaybetmekten korkmaktadırlar. Güneş ışınlarının dik geldiği bölgelerde ve saatlerde sokağa çıkılmamasının nedeni budur. Kalıcı olmayış ve değişkenlik gölgeye karşı bir güvensizliğe sebep olmaktadır.

Birçok alanda kendine yer bulmuş olan gölge kavramı hakkında bu araştırma dahilinde ulaştığımız sonuçlar şöyledir: Gölge, ilkel insanlarda ruh ile eş anlamlı görülmekte ve yaşamın devamının ona bağlı olduğu düşünülmektedir. Yaşam ilkesi diye adlandırdıkları bu kavram, bireyin gölgesi ile birlikte, yansıması ve imgesini de içermektedir.

Platon bu dünyayı idealar dünyasının yansıması olarak görmektedir ve o ünlü mağara mitini devreye sokmaktadır. Yaşadığımız dünyada yalnızca gölgeleri gördüğümüzü dile getiren Platon, ışığa ancak bilgi ile ulaşılabileceğini savunmaktadır. Bir diğer yandan İbn-i Arabi de bu dünyanın Allah’ın gölgesi olduğu görüşündedir. Bu bağlamda canlıların da birer gölgeden ibaret olduğunu ileri sürmektedir ve ölümü gölgenin sahibine geri dönmesi olarak tanımlamaktadır. Gölgenin geçiciliği, canlıların faniliğiyle eşdeğer görünmektedir. Varlığın dışsal uzantısı olarak kabul edilen gölge, ilkel toplumlarda yaşama denk geldiği için önem arz etmektedir Gölgenin sanat tarihindeki konumunu incelediğimizde karşımıza çeşitli gölge kullanımları çıkmaktadır. Işığın geliş açısı ile oluşan gölgelerin izleyici üzerinde yarattığı etki, birçok dönemde kullanılmıştır. Işığın yumuşaklığından faydalanmak isteyen sanatçıların (Leonardo Da Vinci gibi) yayınık olan homojen ışığı seçtikleri görülmüştür. Kadınsı ifadeleri yakalamak isteyen sanatçılar (Modigliani, Matisse vb.) ise ışığı önden gelecek şekilde kullanmışlardır. Arkadan gelen ışık ile dramatik etki sağlanırken, yukarıdan gelen ışık metafizik konularında kullanılmıştır.

Tüm bunların ışığında gölge çağlardan beri gizemini ve tekinsizliğini koruyan, çeşitli farklı anlamlarda kullanılmış olan ve kullanılmaya devam eden bir kavramdır. Işığın var olduğuna işaret eden gölge, varlığımızın dışsal uzantısıdır.

Retorik Aforizmaları

Sadece, zorunlu ve keyfî olmayan bir argümantasyonun varlığı insan özgürlüğüne anlam kazandırabilir. [Chaim Perelman]

**

Birbirleriyle çelişseler bile, bir çok şeyin aynı anda doğru olması mümkündür.

[Umberto Eco]

**

Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir.

[Oğuz Atay]

**

Yukarıdan gelen bir ses, her iki yorumun da yaşayan Tanrı'nın sözü olduğu cevabını verdi.

[Babil Talmudu, Erubin]

**

Ders Halkası Mı Kitap Okumak Mı

el-câhiz'in kitapçı dükkânlarını kiralayıp, okumak için oralarda sabahladığı rivayet edilmiştir.“ kitapları bu şekilde inceleme olanağına kavuşmak, elbette camilerdeki ders halkalarına devam etmekten daha kolaydı, istenilen bilgiye daha hızlı vâkıf olmayı sağlıyordu.

el-câhiz, bu konuda der ki:

hadis ve tefsir öğrenmek isteyen bir kişi elli yıl fakihlerle ayni meclislere katılsa dahi fakih sayılmaz ve kadı olamaz. oysa ebû hanife ve onun gibi âlimlerin eserlerini tetkik edip ezberlerse, birkaç yıl içinde büyük şehirlerden birinde kadı olması mümkündür.

**

Câhiz’in çirkinliği

Eğer domuz ikinci kez şekillendirilecek olsa,

el-Câhiz’in çirkinliğinden daha az çirkin olurdu

Yüzü ile cehennemi temsil eden bir adam

Her bakanın gözünde kıymık

Eğer ayna onun şeklini yansıtsa.

Timsâli, ona en büyük nasihatçı olur

**

Allah zalim değildir.

Cahiz der ki:

٠ Cehennemdekilerin azabı sonsuz değildir. Bir müddet sonra bunlar yani cehennemlikler ateşin tabiatına bürünürler. Allah cehenneme kimseyi sokmaz, fakat cehennem tabiatı İcabı, cehennem ehlini kendine çeker.

"Cehennemlikler hakkında onu böyle bir hükme zorlayan sebep Mutezile’nin Allah kul İçin aslah/salih olanı ister, şeklindeki esasi idi.”

Bütün akil sahibi yaratılmışlar, Allah Teâlânın, kendilerinin yaratıcısı olduğunu ve bir nebiye ihtiyaç duyduklarını bilirler, insanlar iki sınıftır… tevhidi bilenler ve bilmeyenler. Bilmeyenler mazur, bilenler delil sahibidir. Dini sorumluluğun bilgiyle yakından ilgili olduğunu ve gerçek karşısında direnen İnatçılar hariç islam dini hakkında bilgisi bulunmayanların ya da doğruyu idrakten aciz olan kimselerin ahirette sorumlu tutulmayacağını kabul eder. Çünkü Allah kimseyi gücünün yetmediği şeylerden sorumlu tutmaz.

İslam’ı kabul etmiş olanların, Allah Teâlâ’nın cismi ve sureti olmadığını, gözle görülemeyeceğini, adil olduğunu ve günaha müsaade etmediğini, tasdik etmeleri gerekir. o zaman, hakikî müslüman  olurlar. Ancak bütün bunları bildikleri halde, sonradan İnkâr edip küfre düşerler, “teşbih” ve “cebir” görüşlerini kabul ederler ise, o zaman da, müşrik ve kâfir olurlar. Fakat tafrilatlı iman zarurî değildir. Allah’ın rabbl olduğuna, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin, O’nun Resûlü olduğuna ayrıntılara girmeksizin inanan herkes mümindir.

Ölüm

cahiz der ki:

Dostlarımız vardı uzaklaştılar,

Hep birlikte ölüme gittiler, isimleri silindi.

Ölüm kadehinden içtiler

Dost da öldü düşman da?

Cahille yaşamak

cahiz der ki:

Cahile birşey anlatman çok zordur,

Zira yanlışlıkla senden daha bilgili olduğunu zanneder.

Sen inşâ edip başkaları onu yıkarken

Yaptığın bina ne zaman tamamlanır?

Kötülük yapan yaptığına pişman değilse

Onu yapmaktan ne zaman vazgeçer

**

Yaşam, ilmin ve isabetli görüşün beslediği

Bir bilge ile karşıldığında ne güzeldir,

Böylece her cehaletin yanlışını keşfedersin,

ilmin faziletini, bilge kişi anlar

Hırs derdinin devası.

Cehalet hastalığının da tabibi yoktur?

Al-i Muhammed

“[al-i muhammed] maddilik giyiminden sıyrılmış ve yetenekten boş suretlerdir ki [tanrı] onlara tecelli edip ışık saçtı ve  onları dışarı çıkardı. işte o zaman onlar parlak oldular ve onların zatında kendi misalini salıverdi ve yapacaklarını onlarla ortaya çıkardı”

(hz. ali’ye mensup: āmedí, ġurerü’l-hikem, 44. bölüm, harfu’ŝ-ŝād, müselsel 5885. ayrıca bak: şerh-i ġurer ve dürer-i āmedí, c. 4, s. 218 ve şerh-i manţūme-i sebzevārí, s. 185).

**

Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheheye söylemiş olduğu bir hadis

(Etin etimdir, kanın kanımdır).

“Ey halk! Acaba ben size kendinizden daha yakıكır değil miyim? Evet, ey Allah’ın resulü dediler” (Birçok İslami kaynağa göre Haccetü’l-veda’da -18 Zihacce 10 H. günü- Hz. Peygamber son hac dönüşünde Gadír-i Ĥum çölünde halkı toplayıp bu soruyu sorarak Hz. Ali’yi halifesi olarak göstermiştir).

 “Ben kimin mevlasi isem, Ali de onun mevlasıdır” (Gadir hadisinin sonu.).

“Ey Allah’ım, onu (Ali’yi) seveveni sev; ona düşmanlık yapana düşmanlık yap!” (önceki hadisin devamı).

Ehl-i Beyt hakkında Hz. Peygamber duasından: “

(Allah'ım, onlara yardım edenlere yardım, düşmanlık edenlere düşmanlık et ve onlara zulmedenlere lanet eyle!).

Kur’an-ı Kerîm, İsrâ: 72 (Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır).

(Ne mutlu aklın kendisi için olana! Ne mutlu ona!).

Tanrı nerede?

Hz. Ali bin Ebutalib kerremallâhü aleyhi vechehe mensup (bazılarınca Mutezile uydurması sayılan) bir yorum. (Nesnelerin içindedir, fakat nesne içinde bir nesne gibi değil ve nesnelerin dışındadır, nesne dışındaki bir nesne gibi değilken).

Başka bir şekli: (Tanrı her şeyde vardır, fakat onunla bir değildir; her şeyin dışındadır, fakat onunla çelişmemektedir).

Kümeyl bin Ziyad

[23 sene Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehnin sohbetinde ve hizmetinde bulunan Kümeyl bin Ziyad Kufe’de ortalıkta kimse yokken Hz. Ali’ye:

“Mevlam, efendim] Hakikat nedir?” diye sordu.

Sonra Emirelmüminin (aleyhisselâm)

“Senin hakikatla ne işin var?” diye sordu. Kümeyl,

“Ben sizin sırrınıza sahip değil miyim?” dedi. “Evet” dedi, “ancak benden [bilim fazlalığından] aşıp taşan sana dökülüp akıyor.”

Sonra Kümeyl, “Senden bir şey soran hürana uğramaz, değil mi?” diye sordu. İmam (aleyhisselâm)

“Hakikat, [tanrısal] görkem parlaklıklarının işaret olmaksızın açıklanması ve belirmesidir” dedi. Sonra [Kümeyl],

“Bu konuda beyanı artırın” dedi. Emirelmüminin (aleyhisselâm),

“Bilinmeyeni (kuruntuyu) gidermekle birlikte bilineni ortaya çıkarmak.” dedi.

Kümeyl, “Beyanı daha artırır mısınız?” dedi.

“Birleme (tevhit) sıfatı gereği birliğin kavranması” dedi.

“Sırrın baskın gelmesiyle örtünün yırtılması”.

Sonra [Kümeyl], “Beyanı daha artırır mısınız?” dedi.

[Hazret], “Ezel sabahında ışığın doğamasıdır; bu yüzden onun etkileri “heykel’lerini [görünmesi engellenen yönleri] ortaya çıkarır” dedi. Sonra,

“Biraz daha açıklar mısınız?” dedi. [Hazret], “[Akıl] kandili[ni] söndür; çünkü artık sabah doğmuş oldu” dedi.

Vecizelerde At

Birbirine bağlı sebepler manzumesinde, en küçük teferruat ile en büyük esas arasındaki yakın alaka hikmetinin at yönünden ifadesi:

"Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahvedebilir."

(Cengiz Han)

Düşmandan kurtulmak için bir at arayan hükümdarın gözünde at:

"Bir ata bir krallık1"

(III. Richard)

Ham kuvvet emrinde at:

"Atımın geçtiği yerde ot bitmez!"

(Atilla)

İlme hürmet vesilelerinin en büyüğünü at vermiştir:

"Alimlerin bindiği atın ayağından sıçrayan çamur şerefimizdir."

(Yavuz Sultan Selim)

At kıymetinin en mükemmel tesbiti:

"Koşan atın sırtı, oturulacak yerlerin en iyisidir.

(el-Mütenebbî)

At hakkında söylenmiş sözlerin estetik planda belki en güzelini ve atı belirtmekte en renklisini temsil edeni de bir arap atasözü:

"Atlar rüzgarların fazıdır!"

... Ve Necip Fazıl Kısakürek'in atı tariflerinden sadece birisi:

"At hayvan zarfı içinde hayvandan başka birşey."

Kişisel mitoloji:

“Kişisel mitoloji: “Kişisel mitler,” diye yazar psikolog- teolog Sam Keen, “zaman zaman incelenip düzeltilmedikçe sıkıcı ve sınırlayıcı olurlar” Dolayısıyla, “kendimizi sürekli yeniden icat etmek zorundayız,” der, “hayat anlatılarımıza yeni temalar dokumak, geçmişi hatırlamak, geleceğimizi revize etmek, yaşamak için kullandığımız miti yeniden yazmak/ onay vermek zorundayız” ( 1988, Keen, italikler Randall, William L.)

“Bir insan her zaman hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının  hikayeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”

Jean-Paul Sartre, Bulantı.

**

“İncinin bir istiridye içinde önemi neyse, hikâyenin de insanlar için önemi odur.”

Joseph Gold, “The Function of Fiction”

**

“Hikâye canlı ve dinamiktir. Hikâyeler değiş tokuş edilmek üzere vardır. Hikâyeler insan gelişiminin temel taşıdır.”

Jean Houston, The Search for the Beloved

**

“Dikkatle bak! Masallar yalan söyler, Ama kavrar her delikanlı gizli anlamı, parlak renkli elbisenin içinde saldı... ”

A.S. Puşkin

**

“Hayatlarımız başka insanlarla ne kadar dolu olursa olsun, ruh oluşturma vadisinde kendi başımıza yürümek zorundayız. ” (Randall, William L., 1995).

**

“Hem hikâyemize sahip olur,hem de hikâyemiz oluruz. ” (Randall, 1995).

**

Bir Arap Edebiyatçısının Gözüyle Türkler Ve At

Menâkıbu't-Türk adlı «erinde el-Câhiz (ö. h. 255) Türklere özel bir bölüm ayırmıştır. el-Câhiz sözlerine, Türkler hakkında fikir beyan etmiş olan bazı arapların görümlerini naklederek bağlar.

— İlk hücuma gelince, Türk bu hususta daha makbul tesire, daha derli toplu, daha sağlam bir etkiye sahiptir. Zira, Türk yaptığı hamle kat’i, azmi kesin olsun, kararı bölünmüş ve kafası dağınık olmasın diye atına yolundan sapmamayı, saptığı zaman hızla koşmayı öğretmiştir.... Atını bu şekilde, kendi mahvına sebep olması muhtemel olan iki sırf arasında bir şey yapmadan dönmemeyi hücum anında sahibinin kendisini idare etmesine imkan vermemeyi alıştırdığı için işi sağlama bağlamadan, düşmanın eksiğini görmeden hücuma kalkışmaz.... Türkler ise Hâriciler gibi, hatta daha iyi mızrak kullanırlar. Hücum anında onlardan bin süvari, bin düşman atlısına ok atsalar onların hepsini yerlere sererler. Bu türlü hücuma hiç bir ordu dayanamaz. Üstelik Haricilerin ve çöl araplarının atın üzerinde, bahse değecek derecede atıcılıkları yoktur.

Türk, vahşi hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya yere konmuş hayvandan hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atar. O, hayvanını hızla sürdüğü halde öne, arkaya, sağa ve sola, yukarıya, aşağıya ok atar. Hârici yayına bir ok koymadan Türk on tane ok atar. Bir dağdan inerken veya bir çukur vadinin içine girerken atını Hâricinin düz yerde sürdüğünden daha hızlı sürer. Türk'ün ikisi yüzünde ikisi kafasının arkasında olmak üzere dört gözü vardır.... Horasanlılar, düşmanla karşılaşmanın başında geri çekilirler.... Hâriciler bir geri kaçtılar mı kaçmışlardır. Artık geri çekildikten sonra tekrar hücuma geçmeleri hesaba katılmayacak kadar nadirdir.

Türk. Horasanlı gibi geri çekilmez. Geri döndüğü takdirde öldürücü bir zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zira arkasındaki insana önündeki insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kemend atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının üzerinden kapıp almasından emin olunamaz.... Türk ekseri kemend atarken başka bir türlü oyun düşünür. Kemend attığı kimseyi yakalayıp yedeğine almazsa cahil, bu neticenin cahilliğinden, kemend atılan kimsenin maharetinden ileri geldiğini zanneder.

Türk, hücum ettiği zaman şahsı, silahı, hayvanı, hayvanının taJamlan ile ilgili herşeyi yanında bulundurur. Hızlı yürüyüşe, devamlı yolculuğa  uzun gece yürüyüşlerine ve memleketler kat’etmeye gelince o cidden şayan-ı taaccüptür.

Haricinin atı Türkün atı kadar mütehammil değildir. Türk bir baytardan daha usta, atını istediği gibi terbiye etme bakanından seyislerden daha başarılıdır. Atını kendi yetiştirir, tay iken kendisi terbiye eder. Atının adını söylerse atı onu takib eder. koşarsa atı arkasından koşar....

Türkün ömrünün günlerini s atı üzerinde geçen günlerinin yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün. Türk, kısraklarının aygırına biner de gaza yapmak, yolculuk etmek ve avlanmak için veya herhangi bir maksatla yurdundan çıkarsa kısrağı ve tayları onu takibeder.... Susuz kalırsa kısraklarından birini sağar. Altındaki hayvanı dinlendirmek isterse yere inmeden diğerine biner.... Türkün uzun yolculuklarından ancak pek asilleri tahammül edebilir. Türkün yorarak öldürdüğü (çatlattığı), gaza esnasında binmeyi kabul etmediği atla hiçbir Toharistan atı yola dayanamaz. Hârici ile birlikte yola çıksa, hârici henüz hafifçe hızlanmadan Türk bütün hızıyla gitmeye başlar. Türk hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem baytar, hem süvaridir; hülasa bir Türk başlıbaşına bir millettir.... Eğer onların memleketlerinde peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi sana Basralıların edebiyatını  Yunanlıların felsefesini. Çinlilerin sanatını unuttururlardı."

 

Pop Müziğin Cinsellik İmaları

“Bandıra bandıra ye 

“Senin ağzını yerim ben"

“Come on shake your bady, hey seksi fani”

“Ölür müsün be güzelim, azıcık ucundan versen”

“Bir öpücük kesmez beni belalım, canım ister seni daha sarayım”

“Terle söndürme ateşini, vücudunu geri çevirme”

"Malımı mülkümü al, gel de en kuytumu al”

“Okudun beni gecelerce"

“I am Türkish delight, don’t touch, only vvatch”

 “Yatağıma gel, ateşimi gör, tenimi hisset”

 “Ellere var da bize yok mu”

 “Kız hepsi senin mi”

 “Kaldıramazsan kaldırırlar"

 “çok canım çekiyor seni, şeytan diyor ki al"

 “Seni gidi seksi şey"

 “Ya gel bana sahici sahici, yada anca gidersin”

“Tavla tavla beni, salla pulları, zarları salla”

“Neremi neremi”

“Napcaz şimdi, yatcaz şimdi"

“Tut kolumdan çek götür beni, hüp diye içine çek

“Sarı şekerim hadi bize gidelim, bana şekerini ver

“Ateşini yolla bana, kor alevler içindeyim bilmesen

 “Kapıma bir gün ipe ipe geleceksin”

“Kuşu kalkmaz, kuşu kuşu kalkmaz”

Mardin

İl'e isim olan "Mardin ” kelimesinin kaynağına ilişkin değişik görüş ve rivayetler bulunmaktadır. Ancak bu teorilerin hiçbirisi kesin olarak ispatlanmış değildir. Biz burada, bu görüşlerin en önemli olanlarını sıralamakla yetineceğiz. Hammer gibi Eski Yunan tarihçileri, Mardin kelimesinin menşei olarak, muharip bir kavim olan Mardileri göstermektedir.

Mardi kavmi İran hükümdarlarından Ardezir (226-241) tarafından bu bölgeye yerleştirilmişlerdi. Vakidi’ye göre ise ilin isminin kaynağı olrak iki rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerinden birisine göre, şimdiki şehrin bulunduğu dağın tepesinde "Din" adlı İranlı bir zahidin yaşadığı ve orada ibadetle meşeli olduğu ve zamanla şöhretinin Horasan ve diğer doğu ülkelerine kadar yayıldığı ileri sürülmektedir. Bundan rahatsız olan Bizans hükümdarı Heraklius bir kumandanını buraya göndermiş, bu kumandan da adı geçen şahsı öldürerek buraya bir kale inşa ettirmiştir. Bu kaleye halk arasıda Din öldü manasına (Mar Din ) Mate Din denilmiştir. Bu kelime zamanla Mardin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Vakidi'nin belirttiği diğer bir rivayete göre ise, İran hükümdarlarından birisi hasta olan oğlunu iyileşmesi için bu bölgeye yerleştirdiği, bundan dolayı da şehzadenin adından mülhem olarak buraya Mardin denil, belirtilmektedir.' Süryani kaynaklarına göre ise Mardin'in halk arasında telaffuzu Merdiriâil. Bu kelime Süryani dilinde kale anlamına gelen Merdo kelimesinin çoğuludur.

 Ammianus Marcellinus'un yazıtlarında (M.s. IV. y.y.) ise Mardin ilinin isminin menşei  olabilecek bilgilerden edinilmektedir. Ona göre Diyarbakır- Nusaybin yolunda izala dağı üstünde Maride ve Lome kaleleri bulunmakta idi. İlin isminin de "Maride" kelimesinden mülhen olabileceği akla gelmededir. Man de ismi değişik millet ve dönemlerde değişik şekillerde kullanılmaktadır. Bu isim Perslerce "Marde", Bizanslılarca "Mardia", Araplarca "Müridin" ve süryanilerce "Marde", "Marda", "Merdi" ve "Merde" olarak kullanılmakta idi.

 **

Said Nursi’nin Gerçek Mezar Yeri

23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da ölen Said Nursi önce Şanlıurfa’da, bir dergâhın bahçesine defnedilmiştir.

1960 askeri harekâtının ardından cesedi mezarından çıkarılıp uçakla Isparta’ya getirilmiş ve halk arasında “Çingene Mezarlığı” da denilen (Isparta Doğancı kabristanı) kabristana gömülmüştür.

Efsane gibi bir söylentiye göre; bir Nurcunun çocuğu vefat eder ve açtıkları kabirde, sac bir tabut içinde Said Nursi’nin cesedini çürümemiş olarak görürler. Kimine göre de, mezar hırsızları onun tabutunu bulur ve Nurculara haber verirler.

Plan yapılır ve bir gece karanlığında Isparta’nın Sav’ına kaçırılır. Sav’ın girişinde bir caminin yanında bulunan mezarlıktaki vefat etmiş bir Nurcunun kabrinin üstüne defnedilir.

Bilâhere naaşını Bayram adındaki talebesinin Barla’ya gizlice götürdüğü ve şu anda Bayram Yüksel ile Ali Uçar’ın kabirlerinin ortasında gömülü olduğu söylense de bu doğru değildir. Çünkü ortadaki mezarın trafik kazasında ölen bir şoföre ayrıldığı, ama ailesinin cenazeyi memleketlerine götürmesi üzerine bu kısmın boş olduğu bilinmektedir.

Sav’ın girişinde Merkez camiinin, diğer adıyla Dalboyunoğlu Camiinin arka bahçesinde bulunan mezarlıktaki 1947 yılında vefat etmiş bir Nurcunun, Savlı Hacı Hafız Mehmed Avşar’ın kabrinin üstüne defnedilir.

Said Nursi Emirdağ Lahikası’nda özlemle dile getirdiği yerde, yani Davraz Dağının eteklerinde, yani Isparta’nın Sav’dadır şimdi nihayet.

Uyumadadır.

Hafız Hacı Mehmed Avşar'ın Mezarının üst katında, adeta ranza düzenindeki bir mezarda uyumadadır.

Benim birçok kez ihbarım sonucunda “Mezarımı birkaç kişi bilsin!” vasiyetinin müddeti artık bitmiştir.

Kimbilir belki bu mezar yakın zamanda da türbeye dönüştürülür, Said Nursi’nin talebelerinden Tahirî Mutlu’nun tahmini üzere…

Evet, Nurculuğun lideri 58 yıl önce bugün öldü…

Ama bu hareket gizli belgeleriyle, milli kahramanlara hakaret ve sövmeleriyle, dinî duygularla oynama faaliyetleriyle ve gelmeyeceği kesinleşen Mehdi, Mesih ve Deccal tarzı masallarıyla etkinliğini hâlâ korumaktadır.

Nazif Ay

Gazelin Tanımı

“Gazelin” kelime anlamı “latif” yani “yumuşak, güzel, hoş” demektir.

“ Türk Musikisinde ses ile yapılan taksime gazel denir. Gazel taksim gibi irticale dayanan bir şekildir. Usulsüzdür. Fakat bazı yerlerde usule girmesinde mahzur yoktur. Kalıpsız ve serbesttir. Gazel formundaki güftenin en az bir matla’ı okunur. Ekseriya matladan sonra birkaç beyit daha taksim edilir. Mısralar bir defa, bazen de mükerrer okunur. Güfte arasında çeşitli terennümler de kullanılagelmiştir.”

Edebi Bakımdan Gazel

“Divan Edebiyatında beş ile on beş beyit arasında değişen, ilk beyitinin dizeleri birbiriyle, sonraki beyitlerin ikinci dizeleri birinci beyitle kafiyeli, en çok lirik konularda yazılan nazım biçimi. "

 “Klasik İslami şiirin en tanınmış ve en çok kullanılmış şekli. Araplar ’ dan İranlılar ’ a ve onlardan da Türkler’ e geçmiştir. "

Sözlük anlamı “kadınlar ile âşıkane sohbet etmek” olan Arapça bir kelimedir.

Gazel, beyitlerle yazılır. İlk beyit kendi arasında kafiyeli, yani “musarra” olur. Daha sonra gelen beyitlerin ilk dizesi serbest, ikinci dizeleri ilk beyit ile uyaklı yazılır. Gazeller genellikle beş, yedi, dokuz ve on bir gibi tek sayılı beyitlerle söylenir. On iki beyitten fazla olan gazellere “ mutavvel gazel”, “uzatılmış gazel” denir.

Gazelin ilk beytine, yani musarra olan beytine “matla” (başlangıç-doğuş) denir. Matladan sonra gelen beytine “hüsn-i matla” denir. Bu beytin matladan güzel olması dikkat çekicidir. Gazelin son beytine “makta” (kesme yeri, bitiriş); sondan bir önceki beytine ise “hüsnü makta” denir. Bu beytin de maktadan güzel olması şarttır. Halk Edebiyatı şiirlerinde; şairlerin mahlasları her zaman son beyitte görülürken, gazellerde şair mahlasını makta yahut hüsnü maktada söyler. Böylece beyit ikinci bir ad alır; mahlas beyti yada mahlashane.

Gazeller işledikleri konulara göre çeşitli adlarla anılır. Aşkla ilgili her türlü duygunun anlatıldığı gazeller “aşıkane gazel” adını alır. Fuzuli’nin gazelleri gibi. İçki ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamdan zevk alma vs. konulu gazellere “rindane gazel” denir. Baki’nin, Ruhi’nin gazelleri gibi. Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel” denir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli gazellere de “hakimane gazel” denir. Nabi’nin gazelleri gibi. Gazel tarzında şiir yazan usta şairlere de “gazelsera” denir.

A.        Aşıkane gazel:          

Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var

Aşık-ı sadık benem Mecnun’un ancak adı var. Fuzuli

B.         Rindane gazel:          

Ben kimim bir rind-i Şeyda meskenim meyhanedir.

Duhter-i rez mahremimdir hemdemim peymanedir. Ruhi

C.        Şûhâne gazel:

Zülf-i pür-çininle hemdüş oldu cana kad çekip

Sünbül-i hab-ı tegafül camehabından senin. Nedim

D.        Hakimane gazel:       

Gönül ne arzu-yı cah ister ne tacu taht ister

Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pay-ı saht ister. Nabi

A.        “ Bende Mecnun ’dan daha çok (iyi) aşık olma kabiliyeti var.

Sadık Aşık benim Mecnun ’un sadece ismi var”

B.         “ Ben kimim bir kalender divaneyim, yerim meyhanedir.

Asma kızı (şarap) mahremimdir, arkadaşım şarap kadehidir. ”

C.        “ Yatağına uzanmış bir halde, bizi görmezlikten, bilmezlikten gelme

Uykusundayken, o uykunun sümbülleri (kirpiklerin) o kadar uzun ki, neredeyse kıvrım kıvrım saçlarınla omuz omuza ”

D.        “ Gönül ne makam arzusunda ne taht ne taç ister. Ancak keder yolunda, latif kalp ve sağlam ayak ister.”

Sesi Olmayan Musiki İle Uğraşabilir Mi?

Münir Nureddin Selçuk 1947 yılında Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan bir yazısında bu önemli gerçeği şöyle dile getirir: ‘Bir sazendenin talebeye saz, nota, musiki nazariyatı göstergesine derece tabii ise, kendisinin ses eserlerini icraya müsait olmayan sesiyle, esasen tegannisi(müzikle okuması) çok müşkül ve nota güçlüklerinden ziyade tavır, eda ve icra güçlükleriyle memlü(dolu) olan eski eserlerimizi teganni suretiyle öğretmesi, bir okuyucunun çalmasını bilmediği ve muktedir olmadığı bir sazı başkasına öğretmeye kalkışması kadar gayri tabii ve gayri mümkündür:

Tanbur ve insan sırrı

Tanburun en kalın sesi, kaba yegâhtır. Tanburun pestte çıkabileceği en kalın sesin yegâh olması, bütün perdeleri yegâhdan açması olarak yorumlanmıştır. Burada tasavvufi anlamlar da mevcuttur. Beyitte, vahde-i vücud sözkonusudur. insanların ilk atası Hz. Âdem’dir ancak Hz. Âdem’in bedeni yaratılmadan önce Hz. Peygamber’in nuru yaratılmıştır. Yani her şeyden önce bir Cenab-ı Hakk’ın zatı ondan sonra da Hz. Peygamber’in nuru mevcuttur. Bundan dolayı merd-i yegâne, Hz. Peygamber’dir. Tanbur da insanı temsil eder. Tanbur, şekil olarak şehadet parmağını kaldırmış bir ele benzemektedir. Tanbur, bu sebeple, şehâdet eden bir çalgıdır. Ona sor denmesi bu yüzdendir. Tanburun kaba yegâhına sorulması ise, kaba yegâhın bam teli olması ve o telin de tek (tevhit) olması dolayısıyladır. Beyitte geçen perde, hem musiki perdeleri olarak hem de tevhidin üstündeki perdeler olarak anlaşılabilir. Perde, beşeri mahremiyeti kapatan bir unsur olduğu gibi, tevhidin mahremiyetini de kapatan bir unsurdur. Yegâh, ilk perde olması münasebetiyle, diğer perdeleri kaldırınca kaşımıza çıkacak olan perdedir. O da tanburun bam telidir:

Açmış cemî'-i perdeyi mutlak yegâhdan

Tanbûra sor ki vahdeti merd-i yegânedir

‘Tanbur perdelerin hepsini mutlak yegâhtan açmıştır; vahdeti tanbura sor çünkü o, ilk insandır.’

Dolanır Ali kızı mekteli

Kan içinde bir beden aktarır

Yolun üste gafile leng olub

Bacı kardaşa kefen aktarır

Ali başta dört tarafa kacub

Geyedir çukur yere baş vurur

Bu ne yerdi düştü Ebu Turab

Kademin turaba yavaş vurur

Yadına o sahne düşüptü ki

Hamı bir yaralıya daş vurur

Geduri Rugeyye yavaş yavaş

Yüzünün tozunu yuya el geme

Diye şerhi halini mubemu

Su yanında shaba perceme

Emi can dur ellerine feda

Kömey eyle guseli emmime

Çağırır heraya bibim seni

Gözü yoldadır gelen aktarır

Bacı kardaşa kefen aktarır

Bağlantı

Deyir Allah’ı de tumasunun

Neden aşiyanesi kalmayıb

Kolu bağlı guşlarımın evi

Tolanıbdı lanesi kalmayıb

Allah Allah Bu Hüseyn Kimdi Bele Şahlık Edir.

Bakıp Allah sözüne âleme sultanlık edir

Bağlantı : Aleme sultan eba abdillah

Can sene "kurban eba abdillah

Bu Hüseyn kimdi ki gün tek dolanıp batmaycak

Haşre dek zindanı gara âlemi yakmayacak

Bu Hüseyn kimdi ki aşk ehline peygamberdi

Eyle rehberdi ki sarneyza ona mamberdi

Bağlantı : Aleme sultan eba abdillah

Can sene "kurban eba abdillah

Bu Hüseyn kimdi ki leb hendi vurur gatiline

Neçe yol var yohunu bazl eledi sahibine

Bu Hüseyin kimdi ki şefaat tacına layık olub

Eşki(aşkı) halg eyliyen Allah'da buna aşıg olur

...Bağlantı

Abdulbâki Fevzi Uluboy Söyleşisi Lokman Hekim

Türk Yurdu' dergisinde 1912 yılında, sayı 106'da yazmış olduğu bir makalesidir. Yasadığı evrelerde ya da sonraları Lokman Hekim olarak anılan ve M.s. 270 ile 305 yıllan arasında İzmit'te (Nicomedia) yaşamış ve ölmüş bir Hristiyan Azizi olan ،Saint Pandeleon' un hayatından bahseder.

Roma İmparatoru Diyokletiyanus'mı (Diocletianus. M.s. 284-305) döneminde yaşamış. mesleğinde üne kavuşmuş ve Hıristiyan inanırlara göre şehit (martyr) edilmiş bir yani doktordur. Aya Pandeymon'nun anısı ve saygısı günümüze dek süregehniştir. 1858 yılında padişahın irade ve yardımları ile İzmit'te (Nicomedia) şehit (martyr) edildiği ve vücudunun gömüldüğü yere adına. Aya Pandeleymon Manastın yaptırılır. Bu yer yıktırıldığı 1923 yılına dek. Müslüman. Hıristiyan ve diğer başka inanırlardan hasta ve dertlilerin umut yeri olaıak uzun yıllar ziyaret yeri olarak kullanılır. İzmit’te yer alan Aya Pandeleymon Manastırı Müslüman da ziyaret yeri olarakta kullanmaktaymış.

 

İsmail Kemal, Yedişehitler Anası

Zavallı Hatice Nine, bükülmüş belini duvara dayamış, bir elini başına koymuş düşünüyordu. Kim bilir elini başına siper ettiği dimağından neler geçiyor. Geçmiş bir hatıranın elemlerini yahut meserretlerini mi sıralıyor? İnsanlar ekseriya geçmişleri hatırlayabilmek için böyle eli başında düşünürler. Acaba bu anda dimağ bir sinema makinesi, el bir sinema perdesi vazifesini mi görüyor? Ya istikbale ait tahayyülât ise… Bu takdirde dimağ, sinema fotoğrafı, el sinema şeridi yerine mi kaim oluyor?

Zavallı beşeriyet bazen kendisi mazinin mefahiriyle avutur, bazen istikbalin meçhul akıbetlerini halletmeye çalışır. Hiçbir zaman hallin mefahiriyle tesâhub edemez. Biçare kadın hallin vukuatını görmemek, iştimâmın için gözlerini kulaklarını kapamış muttasıl düşünüyor… Bir aralık bir eliyle duvara dayandığı değneğini aradı, gözlerini yerden ayırmadı. Sanki onu parmaklarının gözleriyle görecekti. Eline aldığı değneğiyle yere birşeyler çizdi. Acaba geçmişin hatıratını geleceğe programını mı tespit ediyordu?

Değneğine dayanarak güçlükle ayağa kalktı. İki büklüm bir vaziyette ona dayana dayana evinin yıkık kapısına doğru ilerledi. Şimdi de kararlaştırdığı programını tatbik etmeye mi gidiyor dersiniz? Bu yetmişlik kadın kimdir, bilir misiniz? Ona köyde “Yedioğlanlar Anası” derlerdi. Şimdi “Yedişehitler Anası” diyorlar. Üç oğlu Çanakkale’de birgünde aynı harpte şehit düşmüş, köyün üstündeki şu tepede de köyünü Yunanlılardan kurtarmak için can vermiş dört oğlu var. Bu şehit kardeşlerden biri tam tepenin zirvesinde, diğerleri uç köşesinde yatıyorlar. Yanlarında da Çanakkaleli üç şehit kardeş daha var. Bu tepeye “Yanık Tepe” diyorlardı. Şimdi ise “Yedişehitler Tepesi” diyorlar. Acaba Çanakkaleli bu üç şehit kardeşin dört kardeşi daha var da onlar da Hatice Nine’nin üç oğlunun yanında mı yatıyorlardı? Kim bilir belki de bu iki üç şehit kardeşler müşahedelerini tebdil ettiler.

Hatice nine çok zaman Çanakkale’de üç oğlunun sırt sırta yattığını gören “Memet”i çağırır ondan oğullarının müşahedede nasıl buluştuklarını sorar ve can kulağıyla dinlerdi. Oğulları son mektuplarında birbirlerinin nerde olduklarını soruyorlardı Memet ona:

Bu üç şehidin kardeş olduğunu bilmeyen bir adamın üçünü bir mezara gömdüğünü, şehitlerin künyesini toplayan bir zabitin o mezar şehitlerinin kardeş olduklarını anladığını, haber alan kumandanın bu kardeşler mezarının başına “Bir ananın doğurduğu üç şehit” ibaresi taş diktirdiğini anlatırdı. Hatice Nine de “Ah yavrularım, benden birbirlerinin nerde olduklarını soruyorlardı, onlar birbirlerine kavuştu mu? “Ben onların nerede olduğunu kimden sorayım büyük Allah’ım! Ben oğlanlarımın yanına ne zaman gideceğim? Benim mezarımın başına ne zaman “Yedişehitler Anası diye taş dikecekler…”

Ben Moskof ‘ta kalan Pala Bıyık kocamın yedi babayiğit oğlumun acılarına dayandım. Fakat şehit yavrusu torunlarımın boyunlarını bükük olması beni kül ediyor. Hele, Hasan’ımın Veli’si aklı başında olduğundan:

 Ebe babam ne zaman gelecek? Bak, Satılmış’ın babası ne zaman oldu geleli. Hem babam daha önce gitmişti.

 Dedikçe, yüreğim delik delik deliniyor. Der ve ağlardı.

Bu Yedişehit Anası Yanık Tepe’de metfun dört oğlunun nasıl şehit düştüklerini şimdi dinleyemiyordu. Çünkü bunu gördükten sonra yaralanan Hüseyin Çavuş da köyünde ölmüştü.

Hatice Ninenin bu dört oğlu ile Hüseyin Çavuş aynı kıtada asker idiler, Hüseyin Çavuş komutanına bu yedi şehidin dördünün kardeş olduğunu evvelce de üç kardeşlerinin Çanakkale’de şehit düştüklerini anlatmış, o üç Çanakkaleli askerin kardeş olduğunu tahkik edince kumandan.

Allah’ım! Acaba bu üç askerin künyeleri memleketlerini değil de meşhedelerini mi gösteriyordu? Evvelce Çanakkale’de şehit düşen bu üç kardeş bize yardım etmek köylerini kurtarmak için müşahedelerinde kalkıp beraber mi geldiler? Ne olursa olsun ben onlara Yedişehit Kardeşler, bu tepeye de “Yedişehit Kardeşler Tepesi” diyeceğim

Allah’ım! Şu Yanık Tepe’yi düşmandan kurtarmak için bir ananın doğurduğu yedi oğlunu kurban verdin. Yetişmedi mi? Bu şehitler, o tepeden olsun köylerinin kurtulduğunu görmeyecekler mi? Bu Yedişehit Kardeşler hürmetine olsun bize zafer ver Allah’ım! Diye tazarru ederken tepeye Türk bayrağının dikildiği görülmüş.

Kumandan bu Yedişehitler mezarının başına “bir ananın doğurduğu yedi şehit” ibaresi yazılı bir taş diktireceğinin söylemiş. Düşmanı takip mecburiyeti buna mani olmuş. Hatice Nine buna çok müteessir olmuştu

Geçen gün üstünde “Yedişehit Anası” yazılı bir taş hazırlamış, gelinlerini, en büyük torununu Veli’yi köyün yaşlılarını başına toplayıp:

Beni dört oğlumun yattığı yedi şehitler tepesine gömünüz. Başucunda “Yedişehitler Anası” diye yazdırdığım şu taşı dikiniz, oğullarımın yanında yatan üç Çanakkaleli artık benim uhrevi oğullarım oldu. Benim üç oğlumda zaten oradan Çanakkaleli olmuştular. Ben öldükten sonra bu yedi şehide analık edeceğim.

Diye vasiyet etmiş. O gün bütün köy halkı matem içindeydi şehitler tepesine gidip Fatihalar okumuşlar.

Sinesinde yetmiş bin kere Yedişehit Tepesi taşıyan Çanakkale’nin tepelerinden birisinde yatan üç şehit kardeşin başucunda bir şehit anası yatmadığı ne malum?

Kaynak: Aşkarzade: İsmail Kemal, Yedişehitler Anası, Afyonkarahisar’da Nur, nr.3, [1Haziran 1924] s.7,8

 

Zeyd b. Erkam’dan (r.a.) rivâyetle anlattı.

 (Zeyd) dedi ki: Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), Ali, Fatıma, el-Hasen ve el-Hüseyn’e şöyle dedi:

“Ben sizin savaştığınız kimselerle savaşır, barış içinde olduğunuz kimselerle de barışırım.”

Bize Muhammed b. Beşşâr ve Muhammed b. El-Müsennâ anlattı. Dediler ki: Bize Muhammed b. Cafer anlattı. Dedi ki: Bize Şu'be, 'Amr b. Mürre'den O da Ensârdan bir adam olan Ebû Hamza'dan rivayetle anlattı. Dedi ki: Zeyd b. Erkanı (r.a.)'ı şöyle derken işittim: " İlk Müslüman olan kişi Ali'dir. " 'Amr b. Mürre dedi ki: İbrahim en-Nehaî'ye anlattım da bunu kabul etmedi ve dedi ki: İlk Müslüman olan kişi Ebû Beki' es-Siddik'tır.

Cengiz

İbn Cübeyr Doğu Bağdat'ta otuz medrese olduğunu söyler. Diğer medreseler İbn Cübeyr'in ziyaretinden sonra kurulmuştur. En meşhurları 1066'da kurulan Nizamiye, aynı yıl kurulan ve bugün Külliyetü'ş-şerîa olarak kullanılan Ebû Hanîfe, 1233'te kurulan ve XVII. yüzyıla kadar varlığını koruyan Müstansıriyye med-reseleridir. Bu medreselerden her biri, dört fıkıh mezhebinden biri üzerinde ihtisaslaşmıştı. Sadece Müstansıriyye ile 1255'te kurulan Beşîriyye medreseleri dört mezhebe göre öğretim yapıyordu. Şemsülmülk b. Nizâmülmülk tarafından yetimler için kurulan bir mektep vardı. 1209'da Bağdat'ın her yerinde, ramazan ayında fakirlere hizmet etmek için misafirhaneler (dârüzziyâfe) kuruldu. Bağdat bu dönemde yangın, sel ve karışıklıklardan çok zarar gördü. 1057'de Kerh, Bâbülmuhavvel mahalleleri ve Kerh çarşısının büyük bir kısmı yandı. 1059'da da Kerh ve Eski Bağdat'ın çoğu yandı.

Halk grupları ve mezhep mensupları (Hanbelîler'le Sâfiîler, Sünnîler'le Şiîler] arasında çıkan olaylar kan dökülmesine ve tahribata sebep olmaya devam etti. İbnü'l-Esîr 1108'de geçici bir uzlaşmadan bahseder. Ancak bu uzlaşma kısa ömürlü oldu. Kavga ve çatışmalar devam etti ve Musta'sım zamanında korkunç boyutlara ulaştı. 1242'de Me'mûniyye ile Bâbülezec, Muhtâre ile Sûku's-sultân, Katuftâ ve Kureyye mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldürüldü ve dükkânlar yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sün-nîler'in oturduğu Rusâfe ve Şiî mahallesi Hudayriyyîn arasında çatışmalar meydana geldi. Daha sonra Bâbülbasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğunu gösterir. Kerh ile Bâbülbasra arasında yeniden çatışma çıkınca bunu önlemek için gönderilen askerler Kerh'i yağmaladılar. 1256'da Kerh halkından birinin öldürülmesiyle olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen askerler halkla beraber Kerh'i yağmalayıp birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok kişi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dönemde ayyârlar her yerde faaliyet gösteriyordu. Dükkânları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta Müs-tansıriyye'yi bile iki kere talan etmişlerdi. Hükümet olayları bastırmaktan âciz kaldı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi. 1243'teki seller ve taşkınlar Nizamiye ve civarındaki bazı mahalleleri tahrip etti. 1248'de seller Doğu Bağdat'ın etrafını sardı ve duvarların bir kısmını yıkarak Harîm'e ulaştı.

Sel Rusâfe'de de birçok evi yıktı. Batı Bağdat sular altında kaldı ve Bâbülbasra ve Kerh bölgesi hariç birçok ev yıkıldı. Ekinler zarara uğradı. En büyük sel felâketi ise 1256'da meydana gelmiş ve Batı Bağ-dafdaki Dârülhilâfe ve Nizamiye çarşıları sular altında kalmıştı.

İki yıl sonra 10 Şubat 1258'de Moğollar Bağdat'a saldırdılar; Halife Musta'sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat'a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı akıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı İle ilgili olarak kaynaklarda zikredilen tahminler, daha sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Çinli seyyah Cha'ng Te (1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü ifade eder. Onun verdiği bilginin Moğol kaynaklarına dayandığı açıktır. Rakam vermek oldukça güçtür, ancak öldürülenlerin sayısı 100.000'i aşmıştır. Şehrin her tarafındaki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû'yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölümü de Dicle nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslâm medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla beraber Bağdat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Belki de ulemânın, "Adaletli bir kâfir, zalim bir imamdan daha iyidir" şeklindeki fetvası bu hususta önemli rol oynadı. Hülâgü Bağdat'tan ayrılmadan önce halka ait bazı binaların onarılmasını emretti. Vakıf müfettişi Câmiü'l-hulefâ'yı yeniden inşa etti, medrese ve ribâtların tekrar açılmasını sağladı. Kültür çok zarar görmesine rağmen tamamen yok edilmedi. Bağdat her yönüyle bir eyalet merkezi oldu.

 

Kaza Namazı Veya Kaza Orucu Varsa

Bir adam üzerinde kaza namazı veya kaza orucu varsa, öldükten sonra her bir kaza namazı veya kaza orucunun her bir günü için bir fakiri doyuracak kadar yemek vereceğini fıkıh kitaplarımız hadisi şeriflere istinaden beyan etmişlerdir

Eş’Şirünbülâlî, Hasan b. Ammâr b. Ali, Nuru’l-Îzâh ve Necâtü’l-Ervâh, s.90; İbn Âbidin Muhammed Emin b. Ömer b.Abdulaziz el-Hanefî, Reddü’l-Muhtâr âlâ’d-Dürri’l-Muhtâr, II, 72.

Şiir nedir?

Nüzhet Erman, şiir kavramını şu şekilde tanımlar: “Şiir; Tanrı’nın insana el verdiği anda, kelimelerle yaratılan, sözlü veya yazılı, duygu ve âhenk karışımı, sanat değerleridir. Ben, ‘ilham’a Tanrı’nın, insana el verdiği an diyorum. Şair; şiirini (Allah’a mahsus- Allah vergisi) yaratma gücünden nasiplenerek yazar. Şiirin bittiğini, tamamlandığını anlamak, ayrı bir sezgiyi gerektirir. Bu sezgi sayesinde, sanki şiirin doğumu tamamlanır ve göbeği kesilir. Şiirde, kötü kelime yoktur. Kelimenin yerinde kullanılması meselesi vardır”.

“Şiir, Tanrı’nın insana el verdiği anda ama yine de aklın kanatlarında, kelimelerle yazılan sanat değerleridir. Allah vergisidir. Maya yoksa, sonradan eğitimle şiir yazılır ama… yine de şiir yazılmaz”.

 Şiir; öyle bir sonsuz kaynak, öyle bir tanrısal dürtüdür ki; önünü tıkamak mümkün değildir. Erman, şiir hakkındaki görüşlerini şöyle sürdürür: “Bir an, bir duygu, bir kelime, iyi-kötü bir haber, bir yazı, bir görüntü…umulmadık zaman ve yerde, herhangi bir vesileyle, biraz eksik, biraz fazla başlar her şiirin doğum hikâyeşi.

Bir şiir, zuhur ve doğma emaresi göstermesin bir kere, kimse mâni olamaz ona. Er geç, kolay veya zor, gün ışığına çıkacaktır, çıkarılacaktır”.

“Şiir, bayram ve yıldönümleri vasıtasıyla duyulan basit ve gelip geçici heyecanlardan tekrar tekrar kuvvet almakta ve şairin yalnız kendisini ilgilendiren sebeplere dayanmakta ne kadar çok ısrar ederse; şiir olmaktan da o kadar uzaklaşır. Şiirde aynı renklerin tekrarı, belirtilen imajın çizgilerini; aynı sesi veren kafiyelerin birbirini takip etmesi ise âhengi bozar. Şiirde mükemmellik, ilk mısradan son mısraya kadar devam etmelidir. Şiir’in en ufak bir ihmale bile tahammülü yoktur. Şiirde kafiyeye kayıtsız şartsız itaat tehlikelidir”. (Nüzhet Erman’ın özel notlarından alınmıştır.)

lhan Geçer, Nüzhet Erman’ın şiir anlayışını şu satırlarla ifade eder: “Şiirlerinde Anadolu’yu ve Anadolu insanını kendine has usul, biçim ve muhteva içinde anlatan Erman duygusallığa ve süse yer vermez mısralarında. Zaten şair için konu, duygu ve düşünce bir malzeme olup önemli olan bu malzemenin iyi ele alınıp iyi bir şekilde işlenmesi, kullanılmasıdır”. (

Erman’ın şiirlerinde “insan unsuru” vardır. Olayları tarafsız bir gözle yorumlayabilmesi, bir idareci olarak, gerektiğinde tarafları rahatlıkla eleştirebilmesi en büyük özelliklerinden biridir. Nüzhet Erman hayati boyunca yüreğinde başkalarını konuk etmenin büyüklüğü, erdemi içinde şiirle birlikte yaşamış böylece bir olumlu olarak sonsuzluğa böyle demir atabileceğini düşünmüştür.   yasında genç bir şairken yazdığı “Belki” adli şiirinin bir dörtlüğünde, bütün ozanlar gibi bu dünyadan ayrıldıktan sonra bile anılmak ve alkış almak arzusunu dile getirmiştir. Bu şiir aynı zamanda şairin mezarındaki başucu taşında da ona eşlik etmektedir. “

BELKİ

Belki bir ışık bir iz kalır diyorum

Bu şiiri olmayacağım yarına

Gelecek günlerin karanlıklarına

Bir deniz feneri gibi yolluyorum” (Erman,1958,78)

Fahrettin Kerim Gökay’ın hocalıkla yetinmeyeceğini ilk keşfeden hocası Mazhar olmuştur.

Zamanında Fahrettin Kerim ile ilgili şu yorumda bulunmuştur

: “Fahrettin Kerim’e hekimlik yetmezdi, asistan, doçent, profesör yaptık. Dekan, rektör olmak da isteyecektir. Yetmez bakan olmak da ister. Onu olunca sıra başbakanlığa gelir. Orada gözünü devlet başkanlığına dikerse hiç şaşmayın. Bu istediği de gerçekleşince işte o zaman sıra Tanrı olma talebine gelecektir.”

Asıl sen biraz dinlen

Adnan Menderes, Fahrettin Kerim Gökay'ın İstanbul'da uyguladığı istimlâk programını eleştirerek

"Hoca. sen biraz dinlen" demiştir. Fahrettin Kerim Gökay da Adnan Menderes'e siyasal literatüre giren

"Asıl sen biraz dinlen" yanıtını vermiştir.

Türk Lions'unun kurucusu ve aynı zamanda Türk Lions Vakfı'nın kurucu üyelerinden

Ord.Prof.Dr.Fahrettin Kerim Gökay'ın anısını yaşatmak üzere başlatılan (Türk Lions Fahrettin Kerim Gökay Hizmet Gönüllüleri Programı) Hizmet Plâketi ve Hizmet Belgeleri. Lions Kulüpleri'nin ödül verme ihtiyacını en zarif ve manalı bir şekilde gidermektedir .

Türk Lions klüplerinin en büyük ödülü olan "Fahrettin Kerim Gökay Ödülü" 2007 yılında Prof. Dr. Münci Kalaycıoğlu. Prof Dr. Bingür Sönmez ve Doç. Dr. Mehmet Ali Bedirhan'a verilmiştir*

Aynı ödül 2008 yılında CHP lideri Deniz Baykal'a verilmiştir"

Ayrıca. Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ulusal Kongre Poster Ödülü çocuk ve gençlik ruh sağlığı alanında öncü adımlar atmış, uluslararası çocuk ve ergen psikiyatrisi kumlusu IACAPAP'm kurucular kurulu üyesi ve Türkiye'de modem psikiyatrinin oluşturucularından Dr. Fahrettin Kerim Gökay'ın anısına aile üyelerinden bir kişi tarafından desteklenmekte olan ödül 2010 yılında 8'nci kez verilecektir" .


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar