Print Friendly and PDF

Bilgi Kutusu 3




Her Asırda İçtihâd Farz-ı Kifâye

Suyûtî “er-Redd ‘alâ men Ahlede ila’l-Arz ve Cehile enne’l-İctihâd fî Külli Asrın Fard” adlı eserin mukaddimesinde içtihâdın gerekliliği konusunda şöyle demiştir:

“İnsanlar arasında cehalet artmış ve genelleşmiş; aynı zamanda ilmî sağırlık ve inatlaşma da artmıştır. Âlimlerin cehaletinden dolayı, içtihâdın her asırda farz-ı kifâye olduğunun farkında olunmamasından dolayı, içtihâd davasında bulunmak önem kazanmıştır. Her asırda birilerinin içtihâdda bulunmaları gerekir”

Suyûtî, er-Redd ‘alâ men Ahlede ila’l-Arz ve Cehile enne’l-İctihâd fî Külli Asrın Fard, thk. Halil el-Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983, s. 65; Karaman, s. 188-189.

La’li Muhammed Efendi

La’li Muhammed Efendi , aslen Kastamonulu olup , tahsilini tamamladıktan sonra Edirne’ye gelerek Gülşeni Şeyhi Şeyh Mehmet Sırri Efendi’nin meclisine katılmış ve tarikat adabını öğrenmiştir. Daha sonra Mehmed Sırri Efendi’nin irtihaline ve işaretine mahsuben ; İstanbul’a gelip Sümbüliyye Şeyhi Şeyh Alaeddin Efendi’ye intisap ederek seyr-ü sülükunu tamamlamış ve bir erbain çıkarmıştır.

La’li Efendi İstanbul’da aynı zamanda ; Balat Şeyhi Seyyid Hasan Nuri Efendi ve Manisa Şeyhi Hasan Kenzi vs ile de hemdem olmuş ,onlardan da hilafet almıştır. Yani sümbüliyye tarikatından başka , Şabani , Uşaki , Celveti ve Nakşi tarikatlarından da icazet alır.

Sonra Edirne’ye dönmüş ve Şeyh Şücaeddin Dergahına postnişin olmuştur. Bir süre sonra Hicaz gitmiş ve bir çok şeyh efendiyle görüşmüş. Hicaz’dan döndükten sonra da Edirne de Kutbi Efendizade Seyyid Ali Efendi’den boşalan Şah Melek zaviyesine postnişin olmuştur.

En önemli halifesi Hasan Sezai hazretleridir. İbrahim Gülşeni hazretlerinin Mesnevi-i Manevi’sinin başlarına arifene bir şerhi vardır.

Alçak gönüllü, gönül incitmekten sakınan, irfan sahibi, âlim bir mutasavvıf olan Mehmet La’lî Efendi riyadan son derece sakınan, sahip olduğu kerametleri hiç kimseye duyurmayan, Hakk sırlarını kendinde gizli tutan mürşid-i kâmil bir insandır Mehmed La’lî Fenâyî’nin sıtma ve sıraca hastalıklarını tedavi etme, yangın söndürme gibi kerametlere sahip olduğu ve Sultan II. Mustafa (ö.1703)’nın haftada iki gece gizlice gelip birkaç saat kendisiyle sohbet ettiği nakledilmektedir

Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen La’li Efendi 6 sene şeyhlik yaptıktan sonra Zilhicce 1112 / mayıs 1701 senesinde 110 yaşlarında vefat etmiştir.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın, Cebrail aleyhisselamın erişemediği bir makama erişerek Yüce Allah’la konuşmasınıysa aşağıdaki sözlerle anlatır:

“Sen olup mahrem-i bezm-i İlâhî
Edip ‘Cânân’ ile sohbet Muhammed
O bezme hâdim olmayınca Cibrîl
Sana kimdir eden hizmet Muhammed!”

Kaynaklar ;

Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008

Cananıma Kaldı

Cananım…şaşırmıştım… bana yol gösterdi.

Cahildim, ilim sahibi kılıp zengin etti

Bakmayı, eşyanın sırrını öğretti. 

O'nun sözleri yerli yerincedir… değiştirecek kimse yoktur.

Bahçesinin bir çiçeği olabilseydim… derdimi onunla buldum.

Onu gören Hakk'ı görmüş gibidir.

Ölüler tabi ki anlamazlar.  Eğer ki hayali olmasaydı yoksa...ademmiydim.

İmanım…. inanç güzelliğimin aynası.

Her şeyim onun şahidi… bütün zerrelerim.

Cananımın aşkı… gayrısıyla, asla, gönlüm hoş olmaz.

Allahım… cananımla benim aramdaki bütün engelleri kaldır.

Eğitimde Dayak…

Fatih Sultan Mehmed’in hocalığını da yapan Molla Gürânî hakkında Taşköprîzade, daha sonra aralarında oluşacak baba-oğul ilişkisinin doğuşunu ayrıntısı ile anlatır: “ O sırada (Molla Gürânî müderris olduğunda) Sultan Murad’ın oğlu Sultan Mehmet Han, Manisa şehrinde vali idi. Babası ona muallimler gönderdiği halde muallimlerin eğitimine karşılık vermedi. Hiç bir şey öğrenmediği gibi Kuran- ı Kerim’i bile hatmetmedi. Mezkur Sultan, oğlu Mehmed için heybetli, katı bir muallim istedi. Molla Gürânî’yi tavsiye ettiler. Sultan kendisini muallim tayin etti ve emrine karşı geldiği zaman döğmesi için bir de sopa verdi. Molla Gürânî sopa ile oğlunun yanına girdi. Babasının kendisini muallim tayin ettiğini, emrine karşı gelirse dövmesini istediğini söyledi. Sultan Mehmet Han bu söze gülünce onu şiddetli bir şekilde dövdü. Sultan kendisinden korktu ve kısa süre içinde Kur’an’ı hatmetti. Sultan Murat Han buna çok sevindi ve Molla Gürânî’ye hediyeler gönderdi”

[Taşköprîzade, İsamuddin Ebu’l-Hayr Ahmed b.Mustafa, eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye fi Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, neş.haz: Ahmed Subhi Furat, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1985, 84-85]

Suç Sadece Timur’a ait değil?

Timur Rum ülkesine geldiğinde  Kutbuddin İzniki ona: “Halkı telef etmek, ülkeleri yağmalatmak dürüstlüğün gereği değildir. Haram yere kan dökmekten kaçınıp sakınman gerekir” deyince, Timur:

“Ey Şeyh! her nerede konaklarsam, çadırımın kapısı doğu yönüne bakarken, sabah olunca batıya dönmüş olarak buluyorum. Ata bindiğimde kendilerini sadece benim görebildiğim elli adam çevremi sarıyor. Önüme düşüp bana rehberlik ediyorlar.” dedi. Bunun üzerine Şeyh: “Ben de seni akıllı bir adam sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki sen cahilsin”. Timur bu sözün sebebini sorunca:

“Sen kendini Yaradan’ın kahrına uğramış Şeytan’a benzetmek istiyorsun” diye cevap verince Timur hiçbir şey söylemedi.

 [Timur, bazen ulemayı toplar, onlarla dini konularda istişare ederdi. Timur, böyle bir sohbette : “Geçen asırların alimleri hükümdarları irşad ederlerdi, siz beni niçin irşad etmiyorsunuz? Bana lazım ve vacip olanı niçin söylemiyorsunuz?” diye uyarmıştı. Buradan Timur’un ulema tarafından eleştiriye açık olduğunu hatta bunu ulemadan bizzat beklediğini anlıyoruz. Ayrıntılı bilgi için bkz. Nizamüddin Şami, Zafername, 342]

Taberi Hakkında

et-Taberî hakkında yapılan bu ithamlara ilişkin delil olarak öne sürülen hususlar şu şekilde sıralanabilir:

1. O, Gadîr Humm hadisini sahîh görmektedir.

2. Hadis-i tayr olarak bilinen rivayeti sahîh görerek, Hz. Ali’nin faziletine dair bir risale yazmıştır.

3. Mâide sûresi 6. âyetin tefsirinde ayakların yıkanmasını değil meshini öngörmüştür. [Konuya ilişkin birçok görüşü dile getiren İbn Kesîr, et-Taberî’nin “mesh” tabiri ile “abdest alırken diğer uzuvların değil, sadece ayakların ovalanmasının lüzumunu” kastettiğini belirttiği görüşü oldukça taraftar bulmuştur.]

Bu üç esasa ilâveten onun eserlerinde Hz. Ali ve soyundan gelenler için “aleyhi’s-selâm” ifadesini kullanmış olmasının da bu ithamların bir sebebi olabileceğine dikkat çekilmiştir.

Hayvanlar İnsanlarla Konuşmaya Başlayacak

Ebu Said el-Hudrî Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”den rivayet ediyor;

“Bir ârâbî, Medîne civârında koyunlarını otlatırken, bir kurt saldırdı ve sürüsünden bir kuzuyu aldı. Ârâbî kurdun peşine yetişti ve kuzuyu kurttan kurtararak kurdu azarladı. Kurt, ârâbîyle inatlaştı ve yere oturarak kuyruğunu salladığı bir halde şöyle dedi, “Allah’ın bana verdiği bir rızkı benden geri aldın!.” Ârâbî, “ne kadar ilginç, bir kurt oturur bir vaziyette kuyruğunu sallayarak benimle konuşuyor” dedi. Kurt, “sen bundan daha ilginç olanını arkanda bırakıyorsun” dedi. Ârâbî, “bundan daha ilginç olanı nedir?” diye sordu. Kurt, “Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir, iki taşlık arasında bulunan iki hurmalığın arasında insanlara geçmişte olanları ve gelecekte olacakları haber veriyor” dedi. Bunun üzerine ârâbî, koyunlarını sürerek Medine’nin civarına bir yere getirdi ve Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanma gelerek kapısını çaldı. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazını kılınca, “koyunların sahibi olan ârâbî nerede?” diye sordu. Ârâbî ayağa kalktı. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), O’na, “neler gördüğünü neler işittiğini insanlara anlat bakalım” dedi. Ârâbî, kurttan ne gördüyse, ne işittiyse hepsini anlattı. Bunun üzerine Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dedi ki, “doğru söyledi, bunlar kıyamet kopmadan önce olacak olan âyetlerdir. Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, biriniz, evinden çıktıktan sonra, evinde neler olup bittiğini, çarığı veya kırbacı veya asâsı ona haber vermedikçe kıyamet kopmaz.”

Ahmed Bin Hanbel, Musned, 11431, III, 88; Hâkim, Müstedrek, IV, 467; IV, 467; EbuNuaym, Hilye, VIII, 378 flkz. Ahmed Bin Hanbel, Musned, 11383, III, 84, “hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, insanlar, evlerinde olup bileni, kırbaçlarının kabzasıyla veya çarıklarından biriyle veya dizkapaklanyla konuşarak haber almadıkça kıyamet kopmaz”şeklindedir.

Şehirlere Bombalar Yağacak

Ebu Hureyre (radiya’llâhü anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle rivayet etmiştir:

“Kentlerdeki evlerin, etkisinden korunamadığı, sadece (taşradaki) çadırdan evlerin, etkisinden emin olabildiği bir yağmur, insanlar üzerine yağmadıkça kıyamet kopmaz”

Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), büyük bir olasılıkla, havadan kullanılan, kitle imha bombalarına işaret etmiştir. Çünki bu tür bombalar, pahalı olmaları hasebiyle hedef- ısâbet nski gözönünde bulundurularak kitlesel hedeflerde kullanılmakta, bireysel hedeflerde kullanılmamaktadır. Bunun doğru olduğunu varsayarsak, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), burada kitle imha bombalarını yağan bir yağmura benzetmiş, bunun yanı sıra bu bombaların tahrip niteliğini ve tesir alanını belirtmiştir, diyebiliriz.

[Ahmed Bin Hanbel, Musned, 7510, II, 262.]

         

"Dilin Büyüsü" ve "Büyünün Dili"

Sigmund Freud şöyle demiştir:

Başlangıçta kelimelerle büyü aynı şeydi ve hatta kelimeler, bugün de aynı sihirli gücü sürdürmektedir. Kelimeler aracılığıyla herhangi birini dünyanın en mutlu veya en kederli insanı haline getirebiliriz. Öğretmen öğrencilerine en değerli bilgileri kelimeler aracılığıyla aktarır. Hatibin izleyenlerini sürükleyip götürmesi kelimelerle mümkündür. Her zaman ve her yerde kararlarımızı, yargılarımızı, inançlarımızı belirleyen ve etkileyen yine o kelimelerdir.

Gerçeklik

Gerçeklik ise, gerçek olarak var olan şeylerin aslını ifade etmektedir. İnsanın ulaşmaya çalıştığı şey, esasen tek bir “gerçek” olgu ya da nesneden öte, bunların aslı yani “gerçeklik”tir. Gerçeğin “ne olduğu” nu açıklamaya çalışan düşünürler, öncelikle gerçeğe “nasıl ulaşılacağı” sorusunu cevaplamaya çalışmışlardır. İnsanlar, yaşadıkları olayları, dünya ve diğer insanlar hakkındaki bilgi ve görüşlerini başkalarına aktarmak ister. Gerçek/gerçekliğin bulunmasında sorunlar giderilmesinde “inanç” mefhumu devreye girerek “olan/olmayan” nın sınırını kendi tayin ederek birinin gerçeğini batıl, kendi batılını gerçek görür. Bu böylece devam eder gider. Bu gerçek bilgisi de geleceği etkileyen faktör olur. Bazılarının gerçek kabul ettiği bir zaman sonra gerçekliğini kaybedince geçmiş çöküşe uğrar. Geçmişi çöken gelecekte artık ayakta duramaz.

Taş atan bizden

Hasan Sezâî Mektubât-ında buyurdu ki;

 “Saadet sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin or­taya çıkışında, Ashâb-ı Kiram Hazretleri radiyallahü anhüm bir­likleri tam ve noksansız idi. Ama nübüvvet kemâl buldukça hepsinde kalplere kabiliyetler geldi. Birbirine rekabet lâzım geldi. Aralarında neler neler oldu. Siyer kitaplarında bunlar yazılıdır. Okuyanlar durumu bilirler. Üç ve belki de dörtte biri aynî mü­min. Diğerleri münafıklığa düştüler. Benzetme olma­sın da, bizim de bugünkü hâlimiz böyle. Her gün fu­kara (dervişler) arasında uydurma, düzme ve yalan sözler zuhur etmektedir ki, işiten hayrette kalır. Hâlâ içimde gizli olan, tekkede olanların hepsini def edip, dışarıdan görevle bir imam ve müezzin tedarik ede­rek ve avam şeklinde bir hizmetkâr bulmak. Hakkı arayanlar da, rüyası ve derdi olduğunda gelsin; ha­berini alsın; gitsin. Başka çaresini bulamadım.

Kime gönül bağlıyayım?”[1]

“Ne hâldir bilinmez.  Zamane müridleri kendi hâllerini ve gayretlerini bilmeyip, mürid iken mürşid gibi davranırlar, batınî ve mânevî zevkimiz yok derler.

Subhânallah!

Hastasın; hastalık sıfatı, illetle mey­dana gelir. Hastalık olmasa, hasta olma hâli nasıl be­lirirdi?

Behey deli!

Akıllıyım dersin, mürşidin işle­rine tarizde, itirazlarda bulunursun. Ya Hazret-i Allah Teâlâ’dan utanıp, evliyâullahtan hayâ etmez misin?

Halife-i zatî, işinde kimseye bağlı değildir. Doğru yan­lış sorulmaz. O’nun işi zâtını ilgilendirir. Soru ve cevap kendisinden kendinedir. Çünkü mürîd oldun. İhtiyarî ölüm tahsil et. Bu suretle nefsini bilip, sıddık sıfatıyla nitelenmiş ol. Yoksa mecâzî hayatta ne yola çıkarsın;

Behey gafil! Adın Ahmed, Mehmed; Musta­fa diye onurlanırsın. İşin ise, gafil işi. Utanmaz mısın? Gaflet sahiplerinin yanında ne söylersin? Onlar hayrı şerri bilmezler, ihtiyarî ölüm (Ölmeden evvel ölünüz hadis-i şerifine işaret ediyor.) sahibi olup, bu mecâzî varlıktan kurtulup, gafletten uyanmamışlardır. Uy­kuda konuşan, sayıklar. Onun sözüne itibar olunur mu? Uyanık (kalıp gözü açık) olanlar, saçma sapan söz­ler söyleyenlere gülerler. Uyanıklık kılığına bürün­müşsün. Hakikâten uyanık olanlara merhamet etmez misin? Bu halini ârif-i billah olanlar görüp:

“Taş atan bizden, attıran bizden değil” demişler.”[2]

Canavarca bir suç

Günümüzde ise insanları öyle karmaşık anlayış içinde öldürüyoruz ve zul­mümüzün sonuçları bizden öylesine titizlikle saklanıyor ki bu eylemin vahşiliğine hiçbir sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü ise, eşine rastlanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek, olduğu görülmektedir.

Zalim Neron'un bile girişemeyeceği bir işe girişen sıradan bir müteşebbis, çokbilmiş doktorlarının tav­siyesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul gördüğü ve uygun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engele kar­şılaşmadan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanlarından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapma­dıkları takdirde hayatlarının tehlikeye girdiği ihsas ederek ya­pardı.

Bugünün dünyasının insanları, on dokuzuncu yüzyıl tekno­lojisinin göz alıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıları­na rağmen hayatlarından lezzet alamıyor. Şüphesiz ki tarihin hiçbir döneminde on dokuzuncu yüzyıldaki kadar maddi başarıya (mesela, insan tabiatının kuvvetleri­nin fethi gibi) ulaşılamadı. Fakat yine şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki dünyamızda­ki kadar ahlaksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiçbir kısıtlama­nın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. On dokuzuncu yüzyılda ulaşılan maddi ilerleme gerçekten muazzam; fakat bu ilerleme, Atilla, Cengiz Han veya Neron'un zamanında bile şahit olunma­yan şekilde ahlakın en temel şartlarını ihmal etme pahasına satın alındı ve halen de satın alınıyor.[3]

Kötü Bir Haberi Verecek Doktora Taktik

Geçirdiği zorlu bir ameliyattan sonra yarı baygın vaziyette gözlerini aralayan hasta başucunda ameliyatını gerçekleştiren doktorunu gördüğünde operasyonun nasıl geçtiğini sordu.

Doktor; "Sizin için bir kötü bir de iyi haberim var, kötü haber çıkardığımız tümör kanserliydi, iyi haberse tümörü aldıktan sonra kanserli bölgeyi olduğu gibi temizledik... Bundan sonrası tamamen size bağlı," dedi. "Bundan sonrası tamamen size bağlı. "

Doktorun bu yorumu hastanın ameliyattan önceki hayatını tekrar gözden geçirmesini ve bundan sonrasında kendi selameti için yapması gerekenleri ona hatırlatması açısından çok iyi bir tetikleyici olmuştu.

Motivasyon

Genç çocuk voleybol oynamayı öğrenmek için var gücüyle çalışıyor, okul takımına seçilmeyi çok istiyor, ancak toptan korkması atış ve tutuşlarda yetersiz olmasına neden oluyordu. Çalışmalar süresince yaşadığı başarısızlık duygusunun yarattığı hayal kırıklığı ile bir gün antrenörüne kötü bir oyuncu olacağına inandığını ve bu nedenle voleybol oynamaktan vazgeçmek istediğini söyledi. Çocuğun bu kararı karşısında antrenör; "Kötü voleybol oyuncusu yoktur, sadece öğrenme yeteneğine güvenmeyen insanlar vardır," dedi. Sonra çocuğu karşısına alıp yakın bir mesafeden topu atıp vurmasını sağladı. Sonra aynı pratiği birkaç adım daha geriye giderek tekrarladı. Antrenör adım adım geriye gidiyor çocuk da her mesafeden topu tutup atış yapabiliyordu. Öğrenebileceğine dair güven duygusunun oluşması sonunda çocuk antrenmanlara katılmaya karar verdi ve sonunda okul takımına seçilerek değerli bir voleybol oyuncusu olmayı başardı.

Güvenmen Gerek

Önemli bir şirketin finansman yetkilisi olarak çalışıyor, görevinin parayla ilgili olması nedeni ile büyük riskler taşıdığını düşünüp kimseye güvenemiyor ve işlerini devredemediği için de yıllardır tatil yapamıyordu. Çok bunaldığı bir gün yakın arkadaşlarından birine konuyu açıp dert yanmaya başladığında arkadaşı; "Cerrahlar bile hastalarını asistanlarına devredebiliyorken senin bunu yapamaman çok komik," dedi. Arkadaşının bu açıklaması karşısında önce şaşırıp sonra gülmeye başlayan yönetici o günden beri her yıl iznini kullanıp keyifli tatiller yaşamaktadır.

Sorun Çöz

Shakespeare'in Hamletin de belirttiği gibi, "İyi ya da kötü diye birşey yoktur bunları oluşturan düşüncelerdir” Ancak sıkıntıları gidermek Einstein'ın,"Sorunlar onları yaratan düşünce biçimiyle çözülemez, " sözünde yatmaktadır.

Kullanılmak İstemiyorsanız

“Bu adam beni kullanıyor ama ben bu konuda ne hissettiğimi ona açıkça ifade edemiyorum.”

Çözüm:

O insanın "kendime ve diğer insanlara saygılı davranması" veya "diğer insanlara da kendime davranılmasını istediğim şekilde davranması" şekline dönüştürmeli , iyi ve kötüye tepki verip ve onları uygun bir biçimde halletmeli... merhametli ve bilgece davranmayı öğrenmeliyim.

Eleştiriyi Yumuşatma

Bu, pratik olarak her eleştiri için geçerli bir yöntemdir. "Bu fikir işe yaramaz! " eleştirisi, "Bu fikri tam olarak nasıl hayata geçireceksiniz? " sorusuna çevrilebilir.

"Bu gerçekçi bir plan değil! " eleştirisi, "Planınızın adımlarını nasıl daha elle tutulur ve somut hale getirebilirsiniz ? " şeklinde yeniden ifade edilebilir.

" Bu çok fazla çaba gerektirir," şikayeti, "Bunu daha kolay nasıl halledebiliriz? " şeklinde yeniden formüle edilebilir. Bu tip sorular da eleştiri olarak aynı amaca hizmet eder ve bunu çok daha verimli bir şekilde yapar.

Soruların hepsinin "Nasıl" sorusu ile sorulduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Herhangi bir eleştiriyi soruya çevirerek olumlu bir etki yaratacak şekilde ifade etmede "Nasıl" sorusu, diğer soru türlerine oranla çok daha elverişli olmaktadır.

Örneğin: "Neden" sorusu tekrardan bir uyuşmazlık veya çatışmaya yol açabilecek diğer yargılamaları ön varsaymaktadır. "Neden bu teklif bu kadar pahalı? " veya, "Neden daha gerçekçi olmuyorsun?" soruları tekrardan bir sorun çerçevesini ortaya koymaktadır. Aynı olumsuzluk, "Teklifi bu kadar pahalı kılan ne? " veya, "Bunu kim ödeyecek? " tarzındaki soru biçimleri için de geçerlidir. Genelde "Nasıl" sorusu kişiyi istenen sonuç çerçevesine odaklayacak en etkin soru biçimidir.

Aza İndirgeme

Yeniden tanımlama için diğer etkili bir örnek de "acı" veya "ağrı" kelimesi yerine "rahatsızlık" kelimesini kullanmaktır. Herhangi bir kişiye, "Ne kadar acı çekiyorsun? " veya, "Ne kadar ağrın var?" yerine, "Ne kadar rahatsızlık hissediyorsun ? " diye sormak, o kişinin ağrı veya acı konusundaki algısını otomatik olarak değiştirecektir. Ayrıca "rahatsızlık" kelimesi örtülü olarak rahat etme önermesini de içermektedir, ancak "ağrı" veya "acı çekmek" ifadelerinin böyle olumlu bir yönü bulunmamaktadır.

Usturuplu

Kırmadan ifade edeceğiniz noksanlıklar

Cimri (tutumlu, eli sıkı)

Kıskanmak (gıpta etmek, özenmek)

Müsrif (cömert, bonkör)

Kararsız (şıpsevdi, maymun iştahlı)

Şişko (toplu, balıketinde)

Sıkıcı (tekdüze, durağan)

Arsız (yaramaz, hiperaktif)

"Aptal" kelimesi "toyluk" "saflık" veya "iyi niyetli olmak" şeklinde yeniden tanımlanabilir. "Sorumsuzluk" içinse "maceracı" veya "rahat adam" gibi daha olumlu kelimeler kullanılabilir. Çocuğunuzu yalancılıkla suçlamaktansa "hayal gücü çok geniş" diye nitelendirmek veya "hikaye anlatma'', " uydurma" demek gerek kendi algılarınız gerekse çocuğunuz üzerinde çok daha olumlu etkiler yaratacaktır.

Haritamız

Her insanın kendine ait bir haritası vardır. Tek ve doğru harita diye bir şey söz konusu değildir. İnsan1ar mevcut fırsatlar ve kendi dünya modelleri doğrultusunda kendileri için en uygun seçimi yaparlar. En bilge ve yüce haritalar, en gerçek ve doğru olandan çok, en geniş ve en zengin seçeneğe olanak tanıyan haritalardır.

Herhangi bir birini anlamaya çalışırken temsil ederken... o olur, onun gibi hisseder, onun adımları ile yürür, onun gözleri ile görür, kulakları ile duyarsınız. Davranışlarının doğasını anlamak için onu, her haliyle tanımanız gerekir. Ancak sahip olduğunuz tek şey sadece "sözler"dir. Ona ait duyguların, anlamların, bilgi ve zekanın yasal tercümanı olup, tüm bunları hukuki kelimeler, inandırıcı metaforlarla açıklarsınız. Davranışlarının hammaddesini bir heykeltıraş çamuruymuşçasına özenle işler, süsler ve bir sanat eseri oluşturursunuz. İşte hukukçunun yaratıcılığı budur.

Acıma

"Yoğun duygular, her zaman değiştin için gerekli motivasyonun temelini oluşturmuştur. Carl Jung'un da dediği gibi 'Acı çekmeden bilinçlenmek pek olası değildir. ' " ( "incinmek" = "yoğun duygular", "acı." )

 "Yaşamda karşı karşıya geldiğimiz riskler nedeniyle deneyimlediğimiz olumsuzluklarla mücadele etmek, insan olarak daha güçlü ve ehil olmamızı sağlayan temel faktörlerden biridir. "  

Bisiklete Biner Gibi

"İnsan İlişkilerinde uzmanlaşmak, bisiklet kullanmayı öğrenirken düşmeye rağmen tekrar kalkmamıza benzer. Her ne kadar dizimiz sıyrılıp, canımız yansa bile dengede kalmayı başarıncaya kadar denemeye devam ederiz. Zira canımız acıdı diye bisiklete kızmak pek akıllıca olmazdı. "

Bergson'ca

«Felsefe yapmak, düşüncenin işleyişinin olağan istikametine müdahale etmektir»

Bergson

Bergson'un felsefesinde sık sık karşımıza çıkan bu kavramsal kar­ şıtlıklara, Gündoğan da şöyle dikkat çekmektedir: «Bir bütün olarak gözden geçirildiğinde Bergson'un felsefesi bir düalizm olarak karşımıza çıkar: Madde-Hayat, İçgüdü-Zekâ, Mekân-Zaman, RuhBeden, Statik Toplum-Dinamik Toplum, İnsanî Ahlâk-Toplumsal Ödev Ahlâkı»

“Felsefenin gerçek değeri, düşünceyi kendi üzerine döndürmektir. Bergson, kesin bilimlerden beslenmiş bir zihnin vazgeçemeyeceği bir açıklık gücüyle kombine ettiği büyülü silahlarını, şiirden ödünç alma cesaretini gösterdi. En muhteşem ve en yeni imgeler, metaforlar; kendi bilincinde yaptığı keşifleri ve kendi iç tecrübelerinin sonuçlarını başkasının bilincinde de meydana getirme arzusuna hizmet eder. Bu üslubun, musiki camiasında Debussy’nin eserlerinin meydana getirdiği çok incelikli ve rahat üslup ile hemen hemen çağdaş olduğu gözlemimi paylaşmama izin veriniz

Tuğladan Ayna Olur mu?

Bir Zen ustası dağda yürürken meditasyon yapan bir Budist'e rastlar, yanına oturur, eline bir tuğla alır ve onu parlatmaya başlar. Budist durur, "Ne yapıyorsun?" diye sorar. Cevap verir: "Bundan bir ayna yapıyorum.", o da "Bir tuğla parlatılarak ayna yapılabilir mi?" diye sorar. Burada, Zen ustasının davranışı anlaşılmaz olarak görülebilir. Rahip devam eder: "Bu tıpkı araba sürmeye benzer, araba yürümeyince kamçıyı arabaya mı yoksa öküzemi vurursun?"

 Bu, aslında çok basit bir anlam taşır. Zen ustasının yaptığı meditasyon, zihni eğitmek amaçlıdır. Zen ustası belli bir konuyu çok derin düşünür, beyni boşaltmak, örneğin kelime tekrarlan ile düşünmeyi engellemek, belki temizlemek ise bu yaklaşıma terstir. Bu hikayede eğitilmemiş bir zihnin (Zen eğitimi) cilalanarak güzelleştirilemeyeceği anlatılıyor. Bu yüzden, Zen hikayeleri görüldüğü kadar basit değildir.

İngilize Oyun

"İngilizler, istihbaratıyla ün salmış Sultan II. Abdülhamid Han'ın yanına bir casus yerleştirmeyi başarmışlardı. Hem de bu casus II. Abdülhamid Han'ın en yakınlarındandı. 10 yıl boyunca İngilizlere kesintisiz bilgi aktarımı yapmıştı, İngilizler, II. Abdülhamid'i gözlerinde çok büyüttüklerini düşündüler. Ta ki o casus öldüğünde kişisel dolabı açılana dek. Casusun dolabını açtıklarında çok büyük bir şaşkınlık yaşadılar çünkü bu dolapta bazı belgeler ile Sultan II. Abdülhamid Han'ın mührü vardı, işte o an anlamışlardı aslında Sultan II. Abdülhamid Han'ın nasıl yüce bir zekâya sahip olduğunu. O gün o dolaptan çıkardıkları belgelerden ve mühürden anlamışlardı ki oyuna getirilen Sultan II. Abdülhamid Han değil, İngilizlerdi. İngilizlerin Sultan II. Abdülhamid Han'ın yanına casus diye yerleştirdikleri adam, aslında Sultan II. Abdülhamid Han'ın casusuydu. İngilizlere yanlış bilgiler sunuyordu. İngilizler de Sultan II. Abdülhamid Han sessiz sakin biri sanıyorlardı. Onlar dünyayı avuçlarında oynattıklarını zannederken, aslında Sultan II. Abdülhamid Han onları parmağında oynatıyordu."

Menderes Niye İdam Edildi

Neden onun üzerine bu kadar yürüdüler?

Sadece ezanı tekrardan eski haline çevirdiği için mi?"

"Peki, onu ne ölüme götürdü?"

"Eskisi gibi tekrardan Müslümanları birleştirme hayali."

"Yıl 1957’dir. Menderes bir gün uçağına binip Irak kralıyla görüşmeye gider. Konu ise düzenleri altüst edecek bir hamledir. Menderes, havaalanında Irak Kralı Faysal tarafından karşılanır. Büyük bir muhabbet içinde Menderes saraya davet edilir ve konuşma başlar. Menderes, Kral Faysal'a bir öneri getirmiştir. Bu öneri ise şudur. Irak Devleti'nden çıkan petrolün Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşınmasıdır. Bu sayede hem Iraklılar lojistik masrafından kurtulacak hem de Türkiye ve en önemlisi Müslümanlar kazanacaktır. Irak Kralı Faysal bunu kabul eder ve o ay içinde anlaşmalar imzalanır. Son bir toplantı için Kral Faysal Türkiye'ye gelecek ve bu iş nihayete erdirilecektir. Tüm hazırlıklar başlar. Türkiye, Kral Faysal'ı beklemektedir. Menderes, havaalanına gitmiştir bile. Uçak birazdan gelecektir. Menderes beklemeye başlar. Bu anlaşma bir bakıma petrolü ABD ve Avrupa'nın ellerinden çekip Müslümanların eline verecektir. Menderes bu düşüncelerle beklerken kolundaki saate bakar. Ya zaman geçmek bilmiyordu ya da bir aksilik olmuştu. Menderes acaba Kral Faysal sözün den mi döndü diye düşünmeye başlamıştı. Yok yapmazdı. O kadar anlaşma imzalanmıştı. Acaba tehdit mi ettiler?

Yok canım, zaten tehdit etseler bu zamana kadar çok sefer tehdit etmiş olurlardı. Peki, sıkıntı neydi?

Menderes bir sağa, bir sola gidip duruyordu. Resmen şu an havaalanının orta yerinde inecek uçağı bekliyordu. Gözleri uçağı ararcasına havaya bakıyordu. Elbet uçak ülkeye giriş yaptığı an zaten ona haber edilecektir. Ama o yine de belki bunlar haber vermeyi unutmuştur diye dikkatli bir şekilde uçağın çıkıp gelmesini bekliyordu. Ne olmuştu böyle?

Bugüne kadar hiçbir şey yoktu da şimdi ne olmuştu? O bu düşün celer arasmda sağa sola hızlı adımlarla etrafındakileri hiç takmaz bir şekilde gidip gelirken, yanına bir anda yardımcısı yaklaştı. Boynu bükük ve biraz da öfkeli bir şekilde;

'Efendim size diyeceklerim var' dedi. 'Ne oldu?' 'Efendim, çok kötü bir şey oldu.' 'Kral Faysal sözünden döndü deme.' 'Hayır efendim, sözünden dönmedi. Zaten sö zünden dönse de artık hiçbir şey fark etmez.'

'Niye ki? Ne oldu?

Şunu taksit taksit anlatma da ne oldu söylesene.'

'Efendim darbe... Irak'ta darbe yapmışlar. Kral Faysal'ı indirmişler. Artık yönetime asker el koydu. İlk açıklaması ise tüm anlaşmalar iptal olmuş.' 'Peki, sebep neymiş?' Menderes'in yardımcısı Menderes'e cevabı belli değil mi diye bakış yapmakla yetindi. Menderes ise 'Şerefsizler! Kral Faysal sözlerini dinlemedi diye ne yapıyorlar. Peki, ne olmuş?' 'Hepsi kurşunlanarak öldürülmüş.' 'Ne? Hainleri Kukla herifler. Onu tam da bu zamanda öldürerek kendilerince bize mesaj veriyorlar.'

"Aslında anlaşılmayacak bir şey yok evlat. Onlar tam da ikili görüşmenin yapılacağı gün Irak Kralı Faysal'ı öldürerek kendilerince Menderes'e ve dahi bir daha bu işe kalkışacak olanlara karşı, eğer bu işe bir kişi daha kalkışırsa onun da sonu bu olur mesajı veriyorlar."

Bu Faysal Suudi kralı değil miydi?" "öyle biri de var evlat. Ama bu farklı, insanlar bu ikisini karıştırıyor. Her neyse, bu o kadar önemli değil. önemli olan mesajı anlamaktır. Bunlar hep devletleri böylece kendilerine bağlı kılmak isterler. Tabii hemen bunu yapmazlar. Bu en son çaredir, önce başka saldırılarla gelirler."

Halkın sesi

"Vox populi vox dei" olan ve, "Halkın sesi Tanrı'nın sesidir" anlamına gelen Latince deyiş.

Sanatçı Sıfatı

Yirminci asır Fransa'sının en büyük romancısı Marcel Proust der ki:

“Dünya bir kerede halkedilmedi yeryüzüne orijinal san’atkârlar geldiği nisbette çok defalar da halkedildi.» Proust bu sözler ile hakikî san’atkâra bir hâlik vasfı izafe ediyor. Hakikaten de öyledir. Kudretli bir romancının. Allahın yarattığı insanlardan daha çok yaşıyan, hattâ onların faniliğinden kurtularak ölmezlik sırrına ermiş insanlar yarattığı çok defalar vakidir.

Pirsiz Girme

Tarikata şeriatsız girenlerin

Şeytan gelir imanını alır imiş

Bu yollarda pirsiz dava kılanların

Şaşkın olur ara yolda kalır imiş

Tarikatta işi bilen mürşit gerek

O mürşite inanacak mürit gerek

Yoldan gidip pir rızasın almak gerek

Böyle aşık Hak'tan uluş alır imiş

Pir rızası Hak rızası olur dostlar

Yüce Hakk'ın rahmetinden alır dostlar

Riyazette sır sözünü bilir dostlar

Öyle kullar Hakk'a yakın olur dostlar

Bu yollara ey kardeşim pirsiz girme

Hak yadından bir an gafil olup durma

Akıllıysan masivaya gönül verme

Lanet şeytan öz yoluna salar imiş

Ahmed Yesevi

Hakkı

On yedinci yüzyılın ünlü seyyahı Evliya Çelebi de Seyahatname adlı eserinde ant örneklerinie şunları eklemiştir. Bir kaç örneği aşağıya alıyoruz:

“Paşa efendimiz dahi Erzurum’a girip, yanında ancak Seyyid Ahmet Paşa kaldı. Bir gece yabancıların olmadığı zamanda ziyafet yoluyla birçok güngörmüş ağaları getirip tuz ekmek hakkına yemin ettirerek dedi ki.”

Antlar, anonim halk edebiyatının ilk örneklerinden olup her toplumun tarihî, inancı, gelenek ve görenekleriyle yakın bir münasebet içindedir. Nitekim başlangıç itibariyle gök ve yere değer veren insanlar antlarını da daha çok bu ve bununla ilgili kavramlara yöneltmişlerdir:

 Ay hakkı, gün hakkı, toprak hakkı, yer hakkı, gök hakkı, ışık hakkı, su hakkı, vb.

 İnsanların, göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata geçmeleriyle birlikte antlarda biraz daha yiyecek ve içecekler ön plana alınmaya başlanmıştır: Tuz hakkı, bereket hakkı, tuz-ekmek hakkı, un hakkı, nimet hakkı, vb.

Antların son safhasında insanlar en sevdiklerini yemin esnasında söylemeye başlamışlardır: Anamın / babamın / çocuğumun / ninemin / dayımın / amcamın başı (canı) için gibi. Galiba insanlar dinlerle tanıştıktan sonra, yeminlerine de onlarla ilgili kavramları girdirmişlerdir: Allah’a ant olsun, Allah’ın hakkı için, Hazreti Ali hakkı için, ant içerim İmam Hüseyin’e gibi

 Kaymış İnançlar

Hristiyanlar, Hz. İsa’nın ölümden dirildiği, Tanrı katına yükseldiği haberlerine dayanarak, onun Mesihlik görevini tamamlamadan ayrıldığnı, tekrar geri dönerek Tanrısal Mesih devletini kuracağını düşünürler ve inanırlar. İlk zamanlar dönüş günlük beklenirken, zamanla yerini haftalık bekleyişe ve pazar gününe bırakılmıştır. Aradan yüzyılların geçmesi üzerine artık bekleyiş, her yıl bilinmeyen bir Paskalya bayramına kalmıştır. Büyük kiliseler beklenen paskalyanın tarihini Allah’a bırakırken, günümüz yeni dini akımları İsa’nın geleceği hakkında yakın zaman kehanetlerinde bulunurlar. Verilen rakamlar gerçekleşmeyince bir gerekçe bularak gelişin yakın bir zamana ertelendiğini cemaatlarına duyururlar. Cemaatlerinin “Tanrısal Devlet” heyecanını canlı tutmaya çalışırlar.

Bu tasavvurlar Müslümanları da etkilemiş, İsa’nın öldürülmediği, Tanrı katına yükseltildiği yolundaki Kur’an ifadesi, Hıristiyanlık paralelinde rivayet ve yorumlarla Hıristiyan tasavvurlarına yaklaştırılmıştır.

 Yorumlar Mehdi tasavvurlarıyla birleşerek Hz. İsa’nın ölmediği, göklerde yaşadığı, Ahir Zamanda Şam’daki Beyazminare’den dünyaya inerek, kurulacak Mehdi devletinde yer alacağı, icraatında Mehdiye yardımcı olacağı yönünde yorumlar gelişmiştir: Hatta Ali Imran, 55 ve Maide, 117 ayetlerinde verilen “ey İsa, ben seni öldüreceğim, bana yükselteceğim ” ve “Sen beni vefat ettirince onları gözetleyen sen oldun" meallerindeki açıklamaları belirtilen “İsa’nın öldüğü, fakat öldürülmediği” şeklindeki ifadeler pek dikkate alınmamış, sentezci yorumlar âyetleri dahi gölgelemiştir.

[HüseyinAtay, Kur’ana Göre Araştırmalar, I, Ankara 1993, s.49.]

Batı Kaybetti De

"Batı, dünyada kaybettiği ruhunu, boş yere uzayda arıyor. Tabii, o bunu bu kadar sarih biçimde anlatamadı ama özetle söylediği buydu."

"Sen Cami'ye mi gidiyorsun?" diye sordum hayretle.

"Bazen kaçırıyorum ama mümkün mertebe aksatmamaya gayret ediyorum,'' diye onayladı.

"Dindar biri olduğunu düşünmemiştim."

"Değilim zaten," diye

"Tanrı'dan şüphe nedeniyle vazgeçmedik mi? Şimdi de şüpheden şüphe etmem gerekiyor ki tutarlılığımı koruyabileyim. Hem her zaman demezler mi, sen O'na doğru bir adım attığında O sana doğru iki adım atar diye? Ben böylece üstüme düşeni yapıyorum ama kendisinden hala bir hareket görebilmiş değilim."

“Kendine çok değer verirsen çok beklersin.”

İlk Dil

Adem ve Havva konuşabiliyor muydu?

Tanrı ile hangi dilde sohbet etmişlerdi? Kırk yıl öncesine dek modern bilginler insanın konuşmaya yaklaşık 35.000 yıl önce Cro-Magnon insanı ile başladığını ve dillerin ancak 8.000 ile 1 2.000 yıl öncesinde çeşitli klanlar arasında yöresel biçimde geliştiğini kabul etmekteydiler. Adem ve Havva'nın anlaşılabilir bir dille konuşabildiğini anlatan ve Babil Kulesi olayından önce "dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı," diyen kutsal kitap bu görüşte değildi.

1960'1ar ve 1970'1erde kelimelerin karşılaştırılması bilginlerin, Amerikan yerlilerininki de dahil binlerce farklı dilin üç ana grupta toplanabileceği sonucuna varmalarına yol açtı. Daha sonra lsrail'de keşfedilen fosiller 60.000 yıl önce Neanderthallerin çoktandır bizler gibi konuşabildiklerini ortaya çıkardı. Gerçekten de 100.000 yıl kadar önce bir ana dilin mevcut olduğu çıkarımı 1994 yılı ortaların da Berkeley'deki California Üniversitesinde yapılan güncelleşmiş çalışmalarla doğrulandı. Şimdilerde konuşma ve dillere de uygulanan genetik araştır madaki ilerlemeler, insanları maymunlardan farklı kılan bu yeteneklerin tek bir genetik kökene dayandığını düşündürmektedir.

Genetik incelemeler gerçekten de hepimizin anası olan tek bir "Havva"nın yaşadığını ve onun 200.000-250.000 yıl kadar önce "konuşma becerisi"yle ortaya çıktığını işaret etmekte. Bazı aşırı tutucu Yahudiler bu ana dilin ibranca, yani Kitabı Mukaddes'in dili olduğuna inanmaktadır. Belki öyle, belki de değil: ibranca, (ilk "Sami" dili olan) Akkad dilinden çıkmıştır, onun öncesinde ise Sümerce vardı. Öyleyse, Şinar'da yerleşen halkın dili Sümerce miydi?

Ama bu ancak tufandan sonraydı, oysa Mezopotamya metinleri tufan öncesinde konuşulan bir dilden söz ederler. Houston'daki Teksas Üniversitesinden antropolog Kathleen Gibson, insanların dil ve matematiği aynı anda edindiklerine inanıyor. Yoksa bu ilk Lisan Anunnakilerin kendi aralarında konuştukları ve diğer tüm bilgiler gibi insanoğluna öğrettikleri dil miydi?

Yok Olma Yolu

“Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mitolojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde korunan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.”

Frank Joseph

Adla Yüzleşme

Freud, Totem ve Tabu’da yazar: ‘İlkel insanlara göre, kişinin asıl parçasını oluşturan, addır; bir kişinin ya da ruhun adı bilindiğinde, bu adı taşıyan üzerinde belirli bir güç elde edilmiş olur. Durkheim de böyle düşünür: ‘İlkel insan için ad yalnızca bir sözcük, seslerin birleşmesi değildir, varlığın bir parçasıdır.’

Hakikati Paylaşmak

Hakikatleri paylaşmaktan, sohbetten, muhabbetten, meşveretten lezzet duyanların zevk alabilecekleri iki söz; “Hakikat hastalık gibidir, paylaşılmadıkça kurtulunmaz." Ve, “Hakikat bizde kaldığı sürece hakikat olmaktan çıkar." (Her iki cümle Fransız düşünürü j. Baudrillard'a ait.)

Bir Allah dostu diyor ki, “Sohbet, muhabbet olmadan, meşveret olmadan Hayır oluşmaz. İcabında, karşılıklı aşkla, muhabbetle tartışmayı, aşkla, muftabbetle kavga etmeyi öğrenmedikçe hayır oluşmaz. Bizim uzun zamandır çekmekte olduğumuz eksiklik işte bu ajkla“meşveret ortamıdır...”

Çağımızda -ahir zamanda- inananların duaya ihtiyacı azalmadı, çoğaldı, inananlar figürlü mü fıgürsüz mü resim yapalım diye düşünedursunlar, birileri piyasaya çok cazip, çok güzel kenar süsleriyle dua kitapları sürseler ne hoş bir şey olur. (Satışlarda büyük bereket görüleceği garantili..) Günümüz ortamında duvar levhalarının taze ve coşkulu bir zevkle ele alınmasında yarar var. (“Edep ya hu..” “Bu da geçer ya hu.." vb..)

Ayşe Şasa


Neden Resim Yasak Edildi.

Eleştirel teori resim yasağını Yahudi geleneğinden alır: "Tanrının resmini yapmayacaksın." Bunun eleştirel teori açısından anlamı, daha iyi, özgürleşmiş bir toplum ütopyasını betimleyememektir. Her resim verili olanın tasvirinden başka bir şey olmaz, bugün mevcut olan toplumun modellerini ve şemalarını örnek alır. Bu yüzden ütopya yalnızca negatif bir ütopya olarak betimlenebilir.

Kaç Ben Var

İnsanoğlu çoğul bir varlıktır. Kendimizden olağan bir şekilde bahsederken "Ben" deriz. "Ben bunu yaptım", "ben böyle düşünüyorum", "ben bunu yapmak istiyorum" deriz ama bu bir hatadır. "Ben" diye bir şey yoktur, daha çok her birimizin içinde yüzlerce, binlerce küçük "ben"ler vardır. Kendi içimizde bölümlere ayrılmış durumdayız ama gözlem ve inceleme yapmadıkça, varlığımızın çoğulluğunu göremeyiz.

Gurdjieff, "Man is a Plural Being" ("İnsan Çoğul Bir Varlıktır", 1922)

Özellikle uyurgezerlik, çifte kişilik, kişilik bölünmesi vb. gibi fenomenler, bizlerin tek bir bireyin içinde çoğul kişiliklerin olabileceği olasılığını kabul etmemizi sağlayan fenomenlerdir.

 C. G. Jung, Psychological Types (Psikolojik Tipler, 1921) . . .

En önemlisi, Jung'un herkesin kişiliğinin temelde çoğul olduğu fikridir. . . Çoğul kişilik insanın doğasındadır.

 James Hillman, "Archetypal Theory" ("Arşetip Teorisi", 1978

Duvar Yazısı

Sen Allah’sın,

Ben senin hizmetkârın

Dağlar Dağlar… Tanrılar

Gerdizî de Türk inanç sisteminde dağlardan bahsederken, Türklerin “Tanrının makamı” olarak algıladıkları dağlara taptıklarını kaydeder. A. İnan, Eski Türklerde ve Antlarda “Ant”, Makaleler ve İncelemeler, C. I, Ankara, 1998, s.317-330.

Japonca ile parantez içinde Türkçe ortak sözcüklerden birkaç örnek:

Awa (Hava baloncuğu), Kami (Kam, şaman, kutsal), Katai (katı), Kökörö (Asya Türkçesinde kökür, göğüs, kalb), Kuro (Kara, siyah), Kuuki (hava, koku), Hanaşi (Konuş), İi (iyi), Ama (kadın dalgıç, ana), Çisai (Kısa), Nani (Ne, nenig), Naze (Neden), Yomo (Yün), Yama (Yamaç), Teppen (Tepe), Tane (Tane), Tataku (Dayak, dövüş), Yaban (Yabani), Yabanjin (Yabancı), Yu (sıcak su, yuğmak: yıkamak), Yaku (yak, pişir), Yane (Yan duvar, çatı), Yasai (Yaş sebze, yaşıl, yeşil), Yuka (Kat, üst kat, yukarı), Yoko (Kenar, yaka), Oru (örmek), Şaşi (Şaşı), Çizu (Harita, çizmek), Tooi (Taa uzakta). Siru (Öz su), Sui (Meyve suyu). Suido (Akarsu, su yolu), Suiei (Yüzme havuzu). Suijun (Su seviyesi), Suika (Karpuz), Sui-mono (Sulu çorba). Suu (Emmek), Ten (Gök, Tan yeri), Tennö (Göklerin, güneşin oğlu, İmparator).

Sivas

'Sivas'ın tarihi Neolitik Çağ'a dek (MÖ 8000-5500) kadar uzanır. Hatti, Hitit, Kimmer, İskit, Med, Pers, Büyük İskender, Kapadokya Krallığı, Pontus Krallığı, Roma, Part, Sasani, Bizans, Danişmendli, Mengücek, Selçuklu, İlhanlı, Eretna Beyliği, Kadı Burhaneddin, Timur, Akkoyunlu egemenliklerini yaşadı. 15. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarına katıldı. İlk yerleşim 'Kabeira' ya da 'Kaberia' adıyla kuruldu. İlk antik adları 'Megapolis: Büyük Kent', 'Diopolis: Tanrı Zeus'un kenti' şeklindeydi. Daha sonra 'Sebasteia' oldu. Bazen de 'Megapolis-Sebasteia' adı kullanıldı. Türk döneminde bu ad en sonunda 'Sivas' (kimilerince bu ad 'Sivas' şeklinde de yazılır) şeklini aldı.

Akla Gelsin Diye

Abdülhak Molla'nın Köşkü

Tiryal Hatun'dan bir hayli sonra Yusuf İzzeddin Efendi'ye intikal eden Büyük Çamlıca Sarayı'nın hemen yanı başında Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın köşkü vardı. Bu köşkün hususiyeti fevkalade nezareti idi. Boğaz'ın Marmara'ya, bahusus Haliç'e o kadar hakim ve nazır bir yerinde idi ki, emsali bir yerde yoktu. Abdülhak Molla Hazine-i Hassa arazisine bitişik olan köşkünün ve ormancığının muttasıl ilerlemekte olan tecavüzlerden kurtarılması için mühim bir rüya gördüğünü ve rüyasında kendisine gösterilen bir mahalde bir evliya yattığı haberi verildiğini işaa ettirmiş (yaymış) ve hemen oracıkta bir türbe ve büyük bir bahçe yaptırmış ve hikaye tarikiyle bu hadiseyi bazı dostlarına anlatmıştı, derler.

Ka

"Ka, eski Mısır inanışına göre insanın görünmeyen bedenidir. Eski Mısır ölüm tasvirlerinde ölüm, çoğu zaman, Ka nın, fiziksel bedeni kuş kılığında terk etmesiyle temsil edilir.

Duble

"Duble, metapsişikte, fiziksel bedenin süptil maddelerden oluşan kopyasına verilen addır. Klasik spiritüalizmde Duble için “yaşayanların hayaleti” terimi de kullanılmıştır."

Tanrı’yı arayan bir adamın kendini bulduğu Talmudik Duble görüşünün aracılığı ile konuya yaklaşalım. Borges, Shakespeare’de o kadar çok benler görür ki “Artık onda ben yoktur” der;

...hiç kimse yoktu. Yüzü... ve kelimeleri... arkasında sadece soğukluğun dokunuşu vardı, hiç kimse tarafından hayal edilmemiş bir hayal... Kimse olmadığı gerçeğini örtbas etmek için içgüdüsel olarak, bir kimse olduğuna inanma oyununda yeteneklerini geliştirdi. Londra’da, kaderindeki mesleği elde etti; Sahnede, seyirciler karşısında başka biri olan bir aktörün mesleği... Mısırlı Proteus gibi, hayatın aldatıcı görüntüsünden kaçabilen bu adam dışında hiç kimse, bu kadar çok kişi değildi. Bazen çalışmalarının ücra köşelerinde, asla deşifre edilemeyecek bir iz bırakırdı. II. Richard’a, bir kişide pek çok kişiyi barındırdığını ve oynadığını söyletiyor ve Iago tuhaf sözcükler kullanarak "Ben, ben değilim” diyordu.

Yahudilere göre, birinin Duble’sinin görüntüsü, yakında beklenen bir ölüme işaret değil aksine, kehanette bulunmak için gerekli güçlerin elde edildiğine yönelik bir kanıttı. Bu açıklama, Gershom Scholem tarafından yapılmaktadır. Talmud’da kayda geçen bir efsane, Tanrı’ya ararken kendini bulan bir adamın hikâyesini anlatmaktadır.

Poe tarafından yazılan ''William Wilson" isimli bir öyküde Duble, başkahramanın vicdanını temsil etmektedir. Kahraman onu öldürür ve sonra da kendisi ölür. Benzer bir şekilde, Wilde’in romanındaki Dorian Gray kendi portresini bıçaklar ve ölümüyle yüzleşir. Yeats’in şiirlerinde, Duble bizim diğer tarafımız, zıttımız ya da bizi tamamlayan yanımız, şu anda olduğumuzdan ya da olacağımızdan farklı birisidir. Plutarch, Yunanlıların bir kral elçisine “öteki ben” ismini verdiklerini belirtmektedir.

Tabduk, Hacı Bektaş Velidir.

Tapduk, Yunus Emre'nin pirinin adıdır. Tapduk adını, Yunus Emre"nin mürşidi ve bir şahıs olarak kabul edersek, onun hayatı hakkında hiç bir bilgi bulamayız. Yunus Emre gibi önemli bir şahsiyetin piri sayılan Tapduk Emre üzerinde şimdiye kadar bir araştırma yapılmaması, büyük ölçüde belge eksikliğinden ve bir parça da konuyu ele alış tarzından kaynaklanmaktadır.

Kendisine birçok mezar izafe edilmesine rağmen, Tapduk Emre'nin yaşayan bir kişi olup olmadığı hala esrarını korumaktadırBu gerçek bir ad değil, mahlas, hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki bir külttür. Buna bir inanış sistemi dediyebiliriz.

Tapduk kültünün en güzel ve yüksek seviyede işlenişini Yunus Emre'de buluyoruz. Tabduksadece bir isim veya sıfat değil, bir anlayışın ve bir geleneğin anahtar kelimesidir. Bu anahtarla biz, bir taraftar Yunus Emre'yi irşat eden fikirlerin kapısını aralıyor, diğer taraftan da onda eski Türk mitolojisine ait bilgiler bulabiliyoruz. Böylece "tapduk" bir düşünce sisteminin içine girebildiği gibi, başka bir şahıs üzerinde de tecelli edebiliyor. Nitekim Yunus Emre ile ilgili menkıbede Tapduk adlı kişinin Hacı Bektaş-ı Veli olduğu belirtilmektedir. Fuat Köprülü de Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı meşhur eserinde bu kelimenin açıklamasını Bektaşi vilayetnamesi ile izaha çalışıyor. Buna göre, Taptuk bir isim değil, mahlastır. Bu, Hacı Bektaş-ı Veli"ye müridi sayılan Yunus Emre tarafından verilmiş bir unvandır. Öğrencinin mürşide ad vermesi alışılmış bir hadise değildir. Burada "tapduk" pir veya irşad eden manasındadır:"Bektaşi ananesine göre Hacı Bektaş-ı Veli Rum diyarına geldiği zaman, orada Seyyid Mahmud Hayrani, Celaleddin-i Rumi, Hacı İbrahim Sultan gibi bir takım mutasavvıflar Hacı Bektaş'ın davetine icap ettikleri halde, Emre adlı velayet sahibi şeyh, bu davete icabet etmemişti. Hacı Bektaş, Sarı İsmail ismindeki dervişini gönderip, Yunus Emre'yi yanına çağırttı ve gelmemesindeki hikmeti sordu. Yunus Emre perde arkasında çıkan bir elin kendisine nasip verdiğini ve hazır bulunduğu erenler bezminde Hacı Bektaş adlı kimseyi hiç görmediğini söyledi. Hacı Bektaş ise, o elin bir işareti olup olmadığını sorunca, "Ayasında yeşil bir ben gördüm" cevabını alır. O vakit Hacı Bektaş-ı Veli avucunu uzattı ve elindeki yeşilbeni gösterdi. Yunus Emre, kendisine el veren mürşit karşısında bulunduğunu hemen anladı ve üç kere hayretle " Taptuk padişahım" dedi. Ve ismi o zamandan sonra Taptuk Emre oldu.

Vivo

“vivo”nun “yaşıyorum” anlamına geldiğini söylemişlerdi; bu sözcük, ölü sanki toprağın altından bana seslenmiş gibi ruhuma işledi.

Vivo: Yaşıyorum. Bir mezar taşı için garip bir kitabe doğrusu!

“Beklememek Ve umut etmemek dışında insan ölümün elinden nasıl kurtulur?” Kafamda derhal “vivo” sözcüğü çaktı, bu sözcük bana bütün hayatım boyunca parlak bir gölge gibi eşlik etmiş, zaman zaman uykuya çekilmişse de, kâh düşlerimde kâh uyanıkken, hiç sebepsiz yere tekrar tekrar dirilmişti içimde.

Cadılar Nasıl Uçtu

“Cadı tabir edilen bazı kişiler uyuşturucu maddelerin etkisiyle bir tür transa geçmişler ve bir süpürgenin üstünde uçtuklarına inanmışlardır.”

Mistik Bitki

Codex Nazaraeus’ta —gnostik mavi keşişlerin kitabı, Isa’dan önce 200 civarında yazıldı— manastıra giren keşişlere şöyle bir kehanette bulunulmuyor mu?

‘Her kim ki mistik bitkiyi kanıyla sonuna dek sular, bitki o kişiyi ebedi hayatın kapısına götürür; ama her kim ki bitkiyi söküp atar, o caniye ölüm olarak görünür ve caninin ruhu, bahar yeniden gelene dek karanlıklarda dolanır!’ Hani ne oldu bu sözlere? Öldüler mi yoksa?

Ben diyorum ki: Binlerce yılın kehaneti bana çarpıp darmadağın oldu. Neden gelmiyor acaba, gelse de suratına tükürsem Kardinal Nap...” Boğuk bir hırıltı Radspieller’in son hecesini yuttu, botanikçinin gece geldiğinde pencerenin önüne koyduğu mavi bitkiyi fark ettiğini ve ona dik dik baktığını gördüm. Yerimden fırlamak istedim. Yanına koşmak.

Giovanni Braccesco’nun çığlığı beni yerime mıhladı:

Eshcuid’in iğnesi, tıpkı olgun bir meyvenin kabuğunu çatlatması gibi, yerkürenin sararmış parşömen kabuğunu sıyırmış, parlak camdan büyük bir küre çırılçıplak ortaya çıkmıştı.

Ye içinde —anlaşılmaz bir biçimde camın içine yerleştirilmiş olağanüstü bir sanat eseri- cübbesi ve şapkasıyla dimdik ayakta duran bir kardinal sureti vardı ve elinde, parmaklarının duruşu yanan bir mum tutan bir insanınki gibiydi, beş yapraklı çiçekleri çelik mavi renkli bir bitki tutuyordu. Dehşetten felç olmuş gibiydim, başımı Radspiel- ler’den yana güçlükle çevirebildim.

Bembeyaz dudaklarla, ölü gibi bir yüzle duvarın önünde duruyordu -cam küredeki küçük heykel gibi dimdik, hareketsiz— o da elinde zehirli çiçeği tutuyor ve masanın üzerindeki kardinalden gözlerini ayıramıyordu.

Henüz hayatta olduğu, yalnızca gözlerinin parlaklığından anlaşılıyordu; bizler ise, ruhunun bir daha hiç dönmemecesine çılgınlığın karanlığına gömüldüğünü anladık.

Köşkten geriye yalnızca bahçe duvarları kalmıştı ama harap taş yığınlarının arasında, yakıcı güneşin altında göz alabildiğince uzanan çelik mavisi bir tarhtan adam boyu bitkiler fışkırmıştı: Aconitum napellus.

Para Tanrı mı

"Paranın Tanrı olduğunu, hu nedenle insanların onu hu kadar istekle aradığını biliyor musunuz?

Bilmiyorsunuz değil mi?

Bunu düşünemeyecek kadar gençsiniz. Paranın son derece iyi olduğunu, son derece mükemmel olduğunu, her şeyin egemen Efendisi olduğunu ve hu dünyada O'nun emri ya da O'nun izni olmadan hiçbir şeyin meydana gelmediğini; sonuç olarak yalnızca O'nu tanımak, O'na tapmak ve O'na hizmet etmek ve bu araçla Ebedi Yaşamı elde etmek için yaratıldığımızı size söyleseydim siz hana hiç kuşkusuz kutsal şeylere hakaret eden deli bir kafir gözüyle bakardınız.

"Size O'nun cisimleşmesindeki esrardan söz etsem yüzüme tükürürsünüz. Ne önemi var! Şunu belleyin ki, Egemenliğinin kurulmasını ve Adının yüceltilmesini dilemediğim tek gün geçmiyor. "Dahası, Paradan, Kurtarıcımdan, heni her kötülükten, her günahtan, şeytanın tuzaklarından, zina fikrinden kurtarmasını diliyorum ve O'nun Istıraplarıyla olduğu kadar Sevinçleri ve Ünüyle de O'na yakarıyorum.

Benim Kitaplarım

Ebu'l-Hasen-i Şazelı, görünüşe göre, sahip olduğu ilim ve fazilete rağmen, kitap yazma işinden uzak durmuştur. Nitekim o, bu konuda sürekli "Benim kitaplarım ashabımdan ibarettir" [Tabakat-i Şa'rani, 2/13]

Hallâc

Beşeri tabiatının, ilahi tabiatının kıymetli sınırını ortaya çıkardığı

(Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir.

O (Allah) daha sonra yarattıklarına yiyen ve içen (bir insan) suretinde açıkça göründü.

Öyle ki, yarattıkları O'nu kirpiğin kaşa değdiği an kadar görebildi.

Allah Teâlâ’nın evi

Kalp, Allah Teâlâ’nın evidir. Hz. Dâvûd (aleyhisselâm), “Ya Rabbi! Seni nerede arayayım?” deyince, cevap olarak: “Ben, benim için kalpleri kırılmış, benim için kalpleri harap olmuşların (evliyanın) yanındayım.” buyruldu. Yine bu manadaki bir kudsî hadiste buyrulur ki : “Yere ve göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.”

İblis Mazur

Âlemde olan her şeyi “aşk” ile açıklayan Ahmed Gazzâlî, ilahi güzelliklerin “gözle görülen güzeller” şeklinde tecelli ettiğine inanır. Bu konudaki düşünceleri onu, Hallâc’tan itibaren çeşitli şekillerde kendini gösteren İblis’i mazur hatta haklı görme fikrine götürmüştür. O, İblisin Âdem’e secde etmemesini ebedî bedbahtlığı göze alarak yüce mâşuku Allah Teâlâ’dan başkasına secde etmeme şeklinde açıklar. Onun anlayışına göre İblis, Allah Teâlâ’ya o kadar büyük bir aşkla bağlı idi ki, cehennemde ebedî olarak azap görme pahasına olsa bile, O’ndan başkasına secde etmedi ve gerçek bir muvahhid olduğunu böylece gösterdi.

Sevânih adlı eserinde “İblisteki aşkın konusu, sıfatları yüce olan maşuktur’ diyen Ahmed Gazzâlî’nin “İblisten tevhid dersi almayan zındıktır’’ dediği nakledilir.

Kaynak: S. Uludağ, Ahmed Gazzâlî, D.İ.A,s.70.



[1]— YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001. s.92, 48. mektup

[2]— YARAR, Cezair, a.g.e,s.90, 47. mektup

[3]TOLSTOY trc. Zeynep GÜLEÇ Din Nedir? [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2005. , s. 30

 

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar