Print Friendly and PDF

Bilgi Kutusu 4






Hasetçilerimde Var

Aynü’l-Kudât kendisine acı son hazırlayan kimselere bir beyitle şöyle seslenir:

“Bana haset ederek gelenlere de ki;

Kime karşı edepsizlik yaptığınızı biliyor musunuz?

Sen bu sû-i edebi Allah Teâlâ’ya karşı yaptın,

Çünkü sen Onun bana verdiklerine rıza göstermiyorsun.”

O da Biliyordu… Ancak Kader

Hz. Ali (Kerremallâhü veche)’den nakledilen şu çarpıcı olayla velâyet ile ilgili düşüncelerimizin daha net anlaşılmasını sağlayacağını söyler. Hz. Ali şehit edildiği günün sabahı evinden çıktığı zaman şehid edilececeğinden haberdarmış gibi şu beyiti tekrar edip duruyordu:

“Artık ölüme hazırlan çünkü ölüm mutlaka seni bulacaktır,

Ansızın gelip çattığında ölümden korkma!”

Yaymak İsterse

“Allah Teâlâ bir fazileti yaymak istediğinde,

Onu bir kıskancın diline dolar. –ki bu sayede duyulsun ve yayılsın-“

A. Kudât

Ruh Bilgisi

‘’Ruh, Allah Teâlâ’nın cemâl ve celâli’nin tecellisi sonucunda varolan bir cevherdir. Yani kaynağı O’nun nurudur. Eğer ruh, cesedin içine gizlenmeseydi, bütün ehl-i küfür insanlar ona secde ederdi. Akıl ve onunla beraber anlayış ve kavrayış nurları ceset’ten ayrıldığında, yıldız ve ay’ın nurları ve aydınlıkları nasıl ki güneşin ışığında kayboluyor aynı şekilde ruhun nuru içinde kaybolurlar.’’

Anlatılmaz

Hz. Süleyman (aleyhisselâm) zamanında bir kuş, dişisine kur yapıp onunla beraber olma isteğini bildirince, dişi kuş ona yüz çevirir ve onu reddeder. Dişi kuş oradan uzaklaşacağı bir sırada, erkek kuş “Ya bana itaat edersin ya da Süleyman’ın mülkünü altüst ederim’’ der. Rüzgâr bu lafı Hz.Süleyman (aleyhisselâm)’a bildirince, O da bunun hesabını sormak için kuşu huzura çağırtır. Huzura getirilen erkek kuş “Ey Allah’ın Peygamberi! Aşıklar’ın sözleri anlatılmaz”deyince bu söz, Hz. Süleyman (aleyhisselâm)’ın hoşuna gider ve onu salıverir

Ne Yapacaksın

‘’Tasavvuf öyle bir ilimdir ki, ancak anlayışta çok ileri olanlar onu kavrar,

Onu müşahede etmeyen onu hakkıyla bilemez, âmâ olan bir insan güneşin ışığını nasıl müşahede etsin.’’

Cüneyd el- Bağdâdî

Sevmez

“Kim Allah Teâlâ’yı sevmezse, Allah Teâlâ da onu sevmez”

Kitap Yontmalı

“Eğer yaşamından memnun değilsen, kişiliğin derin yaralara yol açan çelişkiler barındırıyorsa, çevrenle ve diğer insanlarla uyumsuzsan, verili kurumlar, değerler seni boğmaya başlamışsa, bu nedenlerden dolayı yaşamında ve kişiliğinde anlamlı ve somut bir değişiklik istiyorsan, hayatı okumalısın. Sihirli kutunun anahtarı orada!” Bu yüzden Kafka, “yalnızca insanı ısıran ve iğneleyen kitapların” okunmasını salık verir. Kafka’nın deyişiyle: “Eğer okuduğumuz kitap, kafamıza vurulan bir yumruk gibi bizi sarsmazsa, neden okuyalım ki?” Kafka’ya göre, ”Kitap dediğin bir balta olmalı, içimizdeki donmuş denizi kırmaya yarayan.”

Berberin Koltuğunda

Sezginin, yaratıcı etkinliklerimize katkıda bulunabilmesi için, bilinçaltının özgürleşmesi gerekir. Bunun için de üstbenin dayatmaları çerçevesinde oluşan ben’in bilinçaltı üstünde kurduğu bastırma ve geriye itme mekanizmasının gevşemesi gerekir. Bu gevşemenin daha yakından anlaşılabilmesi için Einstein’ın dostuyla yaptığı bir söyleşiyi aktaralım. Einstein yakın bir dostuna şöyle der: “Neden yaratıcı düşünceler her zaman traş olurken aklıma gelir?” Dostu da O’na şöyle cevap verir: “Böyle olması doğal, çünkü böyle anlarda bilinçaltı üstündeki baskı ve kontrol gevşer, yaratıcı fikirler kendini dışavururlar.”

Yaşamak… Karşı Koymak

Camus’nun dile getirdiği başkaldırı eylemi ile özgürlük arasındaki bu ilişki, daha önce Goethe tarafından da dile getirilmiştir. Goethe’ye göre “yaşamak demek karşı koymak demektir”. Goethe, yaşamayı direnme, karşı koyma olarak alırken, direnme ile özgürlük arasında dolaylı bir ilişkinin varlığından yola çıkar. Ona göre, yaşamanın hammaddesi olan direnme duygusu, özgürlüğün içinde filizlendiği tarlayı oluşturur. Özgürlüğün filizlenip meyve verebilmesi için bu tarlanın işlenmesi gerekir. Goethe’nin ünlü özdeyişiyle: “Özgürlüğü ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.”

Hıristiyan Edebiyatındaki İyi Kişi

Dostoyevski, der ki:  “Hıristiyan edebiyatındaki iyi kişilerin en kusursuzu Don Kişot’tur. Fakat iyi olmasının tek nedeni, aynı zamanda gülünç olmasıdır.”

Beki

Büyük şaman, şaman başrahibi. Cengiz döneminde ve Cengiz'den önceki çağlarda beki'dir, bu kelimede belki Türkçedeki beg "güçlü", bilahare bey şekline dönüşen "efendi" kelimesini bulmak mümkündür

Hoşgörü Fermanı

Hoşgörü fermanları diye adlandırılan Cengiz Han fermanları da aynı görüşlerin akislerini taşımaktadır; "Her ne dine bağlı olursa olsun, din adamları hükümdarın uzun yıllar yaşaması için Göğe yalvardıkları takdirde, vergi ödemekten muaf tutulacaklardır."

Ağaç Piri

Güvenilir bir şekilde doğrulanan bir efsaneye göre, Cengiz Han, kendi mezannın yerini, güzel ve tek bir ağacın altında oturaraktan avlandığı gün seçmiştir. Günümüzde de bir Yakut, gömülmek istediği yeri "ekseriye gözüne en güzel görünen bir ağacın altı olarak" seçer.

Ghostwriter-Hayalet Yazar

Hayalet yazar olmanın en büyük kötülüğü ne, biliyor musun ?

Hiç böyle güzel bir şey yazmayı beceremiyorsun. Becersen bile, kimse bunu senin yazdığına inanmaz zaten.Psikiyatrlar gibi hayalet yazarlar da ne zaman susmaları gerektiğini bilirler. hepimiz hayalet yazarız. Üstelik sadece anılarımızla değil. Yaptıklarımızla. Hayatımızın kontrolünü elimizde tuttuğumuzu düşünürüz, oysa gerçekte hayatımız çevremizdeki hayalet yazarlar tarafından çoktan yazılmış."

Ardımda mistiklerden, çatlaklardan ve yazarlardan bir iz bırakmak niyetinde değildim. Öte yandan, bir mistikle, bir çatlakla ya da bir yazarla karşılaştığımda, bazen onlarla konuşurdum. Buenos Aires'te bir yazar durumuma bir isim bile buldu: noncorpum [Latince'de bedensiz ] ve, bir gün gerçekleşirse, çoğulu noncorpa. Onunla metafizik tartışarak zevkli birkaç ay geçirdim ve birlikte bir iki öykü yazdık Ama "Ben" asla "Biz" olmadı.

Dengesizliğin Dengesi

Karanlığın doğurduğu kötülüğün pek çok yüzü ve ismi vardır.

Su nasıl yok olmadan akıp gidiyorsa. zaman da aynı şekilde varlığından bir şey kaybetmeksizin akıyor. Görünüşte akıp gitseler de varlıkları tükenmeyenlere birer örnek sayılırlar. Sabah saatlerinde su çekmek için derenin üzerine eğildiğinde bil ki dün yaptığının aynısını yapıyorsun bugün de.

Eğer bir şeyin dengesi bozulursa, sendelemeye başlar. Ve eğer bir şey sendelemeye başlarsa, zamanla düzeni alt üst olur. Düzensizliğin diğer bir adı ise, hastalıktır.

Yatacağın yeri rüzgârın yönü doğrultusunda seçmelisin. Rüzgâr önce başına değmeli, sonra da bacaklarına. Bunun tam tersini yaparsan duman burnuna girecektir ve o zaman uykun pek uzun sürmez.

Güneş

Külâh-ı gûşe-i horşîd çün pedîd âyed

Sitâregân be-hakîkat fürû nehend külâh

[Güneşin külahının köşesi göründüğünde, yıldızlar gerçek karşısında şapka çıkarırlar.]

12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi ve Erbakan

12 Mart Muhhrası'yla Türkiye İşçi Partisi'ne olduğu gibi Milli Nizam Partisi'ne de kapatma davası açılacak; gelgelelim Türkiye İşçi Partililer hapishanelere doldurulurken, Milli Nizam Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, elini kolunu sallaya sallaya İsviçre'ye gidecek ve dönüşünde şu açıklamayı yapacaktı:

Ünlü bir üniversite kliniğinde ikibuçuk ay kadar tedavi gördük. Gayet iyi neticeler elde etti. İsviçre'deki tedaviler gayet faydalı gelmiş, kalb çarpıntıları, geceleri meydana gelen uykusuzluklar ve rahatsızlıklar dinmiştir. Bu gezinin hiçbir siyasi yönü yoktur. .

Oysa İsviçre'de Caux'ta Evangelist Rahip Frank Buchman'ın "dinler arası diyalog" örgütlemesi yaptığı yaklaşık bin odalı dev bir şato vardı. Bu Şatonun dinsel etkinliklerini Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni Osmanlı Tuzağı kitabımda (otopsi y. 9. basım Ocak 2007) geniş biçimde anlattım. Kimse Erbakan'a; "İsviçre'de bulunduğunuz süre boyunca tedavi gördüm dediğiniz o üniversite kliniğinin adı nedir, adresi nedir? " diye sormadığı gibi, "İsviçre'de daha önce pek çok tarikat şeyhinin ağırlandığı, Arusi Tarikatı'nın şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in çok iyi tanındığı Ahlaki Seferberlik (Moral Re-Armament) örgütü şatosuna gittiniz mi? " sorusunu da yöneltmeyecekti. Erbakan, 12 Mart Askeri yönetimi iş başındayken, elini kolunu sallaya sallaya İsviçre'ye gidecek, elini kolunu sallaya sallaya Türkiye'ye dönecek; Türkiye İşçi Partisi yöneticileri zindanlarda ezilirken o kent kent dolaşarak kitlelere söylevler çekecek; aralarında Aytunç Altındal'ın bulunduğu İsviçre Devlet Televizyonu ekibi , Erbakan'ın yurt gezisinde kalabalıklara yaptığı konuşmaları görüntüleyecekti.

Siyonist Scientoloji RP Temeli

Türkiye'nin bir an önce Avrupa-Rusya karşıtı ABD yandaşı dinci bir yönetime kavuşabilmesi, Avrupa karşıtı söylem kullanan ve parti biçiminde örgütlenmemiş bulunan tüm tarikatların seçimlerde oy verdikleri Refah Partisi'nin çok sağ­ lam biçimde ABD güdümüne girerek ülkenin yönetimini eline geçirmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu yolda ilk adım olarak Amerikan devletinin koruması altında Amerikan çıkarları doğrultusunda çalışmalar yapan ve bu nedenle Almanya tarafından yasaklanmış bulunan Amerikan Scientology Tarikatı ile Refah Partisi'nin Almanya'daki uzantısı Milli Görüş Teşkilatı arasında 1993-1994 yıllarında ilişkiler kurulmuş ve basına yansıyan haberlere göre gelişen ilişkiler sonunda bir de ortaklık anlaşması imzalanmıştı.

Bu ilişkinin uydurma olduğu söylendi uzun süre. Ancak Aytunç Altındal, Mayıs 2005'te Kadir Çelik'in Star Tv'de sunduğu Objektif programında, bu tarikatın yurtdışı bürosuna 1990'ların ortalarında Necmeddin Erbakan'la birlikte gittiklerini, Erbakan'ın Amerikan Devleti'nce resmen sahip çıkılan Hıristiyan-Siyonist Scientoloji tarikatının mekanında namaz bile kıldığını açıkladı ve Altındal'ın açıklamaları Erbakan tarafından yalanlanmadı.

Scientology ile RP'nin Almanya'daki uzantısı Milli Görüş'ün, BAVG adlı bir ortak yatırım şirketi kurdukları ortaya çıktı. Başbakan Kohl'un yasağına rağmen Almanya'da faaliyetini sürdüren Scientology, 1993'te irtibata geçtiği Milli Görüş'le ortak yatırımlara girişti. Der Spiegel dergisi, konuyla ilgili haberinde tarikat üyelerinin MGT üyelerine eğitim verdiklerini yazdı. Dergiye göre, Scientology yöneticilerinden Rosy Mundl, 1993'te Milli Görüş'le irtibata geçerek Müslümanlar ve Scientology tarikatı üyelerinin, tepki gördükleri Almanya'ya karşı ortak mücadele etmesini istedi ve 1994'te Joint-Venture ortaklık anlaşması yapıldı... Alman hükümeti, Almanya'da 30 000 müridi bulunan Clıurch of Scientology tarikatına karşı dava açmış bulunuyor.

Tarikatın Amerikalı ünlü müridleri gazetelere tam sayfa ilan vererek Başbakan Helmut Kohl'u kınamışlar ve tarikat üyelerine uygulanan baskıyı Nazilerin Yahudi soykırımına benzetmişlerdi. Bir çok ünlünün imza koyduğu ilanlar Amerikan yönetiminin de görüşünü temsil ediyordu. ABD yönetimi Bonn'u sertçe eleştirmişti. Necmeddin Erbakan ve Avrupa Milli Görüş Teşkilatı'nın 1993'ten başlayarak ilişkiye girdikleri Scientology tarikatı, Berlin Duvarı yıkılıp Doğu ve Batı Almanya birleştikten sonra adım adım Amerika'dan bağımsızlaşmaya, dahası ona ters düşmeye başlayan Almanya'nın başına sardırılrmıştı Amerika tarafından. Almanya bu tarikatın pek çok kirli iş yanısıra ajanlık yaptığını da savlıyor ve yasaklıyordu. Refah Partisi'nin ·ve Almanya'daki uzantılarının Alman Devleti'nin ateş püskürdüğü bu Amerikan tarikatıyla ilişkiye girmesi, Refah Partisi'nin Alman Devleti ile çatışmayı göze alacak denli Amerika'ya bağlandığının da bir göstergesiydi kuşkusuz. Böylece Refah Partisi, stratejik işbirlikçisi Turgut Özal'ın Nisan 1993'te ölümünden sonra, onun politikalarını kaldığı yerden sürdürebilecek bir örgüt olup çıkıyordu Amerika için... Refah Partisi'nin Amerika'yla ilişkilerinde gerçekleşen ikinci önemli olay, Amerikancı olarak bilinen 10'u istihbaratçı 35 emekli subayın, 27 Mart 1994 yerel seçimlerine üç ay kala, Kasım 1993'te topluca ve törenle Refah Partisine girmesiydi.

 Refah Partisi, Amerika'nın "yeşik kuşak" kuramının savunucuları olan bu emekli subayları topluca ve törenle üye ettikten sonra, onları Ankara il yönetim kurulu üyeliği, Başkanlık divanı üyeliği, Eğitim Kurulu Başkanlığı, Ege Bölgesi Sorumluluğu, vb. gibi, parti yönetim basamaklarında önemli konumlara yerleştirerek, Amerika ile işbirliğini perçinliyordu.

 1993 yılının son aylarında ABD, Refah Partisi'ni bir yandan emekli Amerikancı subaylarla içinden güderek iktidara hazırlarken, öte yandan o anda Türkiye'yi yönetmekte olan atanmış ve seçilmişler eliyle, Türkiye'yi gelecekte İslam Birliği'nin önderi yapabilmek için gerekli yasal değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Bu da benim Sıtmam

Filozof-hekim Calinus (Galen) (Lokman Hekim) şöyle der: 'Her şeyin bir sıtması vardır.

Ruhun sıtması da sıkıntı veren kimselere bakmaktır'.

İhya-i Ulûm'id-Din

Bin kere Dirilen Peygamber

Niçe bir Cercîs ü Bercîs olam Mirrih olam

Niçe bir Câlinûs u Bukrât olam Lokman olam

Cercîs veya Circis, İsa Peygamberden sonra gelen ve onun şeriatına uyan bir peygamberin adıdır. Kavmi bu peygamberi yetmiş kere öldürmüş, oda yetmiş kere dirilmiştir.

Yunus bir şiirinde; “Eyyûb’am bu sabrı buldum

Cercîs’em ki bin kez öldüm”

Berberlerin Tedavideki Yeri

Popüler tarihçiliğimizin önde gelen isimlerinden olan Reşat Ekrem Koçu, berber sözcüğüyle ilgili olarak şu açıklamada bulunur. “Garb Türkçesine İtalyancadan girmiş bir kelimedir, ‘barbiere’den bozmadır; sakal kesen mânâsında ise de saç ve sakal kesen ve düzelten esnafa verilmiş isimdir; arabcası ‘hallâk’tır.” Koçu, İstanbul’un fethinden Kanuni Sultan Süleyman zamanında kahve keyfinin yayılmasına ve büyükşehirde ilk kahvehanelerin açılmasına kadar berber dükkanlarının nasıl bir yer olduğuyla ilgili bilgiye sahip olmadığımızı söyler

Yeşil nasıl  Kırmızı oldu

Yeşil/kırmızı tümlerliğinin ilginç bir örneği de 'ad' / 'ot' dönüşümünde görülmektedir. Bu iki renk, dört temel ilke sınıflandırmasındaki ateş ve şu karşıtlığının kavramlaştırılmış biçimidir. Bu inanışa göre, yıldırımlarla düşüp yağmuru yağdıran ve onu toprağın altında dölleyerek canlandıran ve bitkiye dönüştüren ateştir. Islak, dışıl, soğuk bir ilke olan yeşil, eril bir ateş kırmızısıyla temsil edilen kırmızıdan döngüsel olarak doğmaktadır. Böylelikle ad / ot ile kırmızı/yeşil ve de bunlara bağlı olan ad kırmızısı ile öt yeşili, birbirine tümleyen kavramsal renk ilişkilerini meydana getirmektedirler. Bundan başka bir ateş eylemi olan 'yasin'in, 'yaşılı' vermesi; 'yaş' kökenine bağlanan 'yasa'nın toprak boya ve kırmızı sus olarak dile girmesi; çok önceleri bir toprak kırmızısı olarak kabul edilen 'Sinople'ün daha sonra ortaçağ armacılığında yeşili simgelernesi, aynı tümlerliğin örnekleri olarak sayılabilir.

Yeniden Çernobil

Tarih: Beyaz Rusya'da nükleer santral bulunmamaktadır.

Eski SSCB'nin topraklarında hala faaliyet gösteren santrallerden Belarus'a en yakın olanları, eski Sovyet tasarımı olan RBMK tipindedir; kuzeyde lgnalinsk santrali. doğuda Smolensk, güneyde ise Çernobil.

26 Nisan 1986, saat 1 :23:58'de, Çernobil Nükleer Santrali'nin 4 numaralı enerji bloğunda bulunan reaktör, bir dizi patlama sonucu yerle bir oldu. Çernobil felaketi 20. yüzyılın en büyük teknolojik yıkımıydı.

Bu, küçük bir ülke olan Belarus için (10 milyon nüfuslu) milli bir felaketti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Naziler, 619 Belarus köyünü sakinleriyle birlikte yok etmişlerdi. Çernobil sonrasında ise ülke, 485 köy ve yerleşim alanını kaybetti. Bunlardan 70 tanesi toprağa gömüldü. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri öldürüldü; bugün ise her beş Belarusludan biri radyoaktif bölgede yaşıyor. 2.1 milyon insan demek olan bu rakamın yaklaşık 700.000'ini çocuklar oluşturuyor.

Belarus'taki nüfus azalmasına neden olan demografik faktörlerden en önde geleni radyasyondur ve radyasyondan en fazla etkilenen Gomel ile Mogilev bölgelerinde, ölüm oranı doğum oranını %20 aşmış durumdadır.

Kaza sonucunda atmosfere yayılan 50 milyon küri radyonüklitin %70'i Belarus üzerine serpildi. Ülke topraklarının %23'ü 1 küri/km2 den daha fazla yoğunlukta sezyum-1 23 radyonüklitleriyle kaplandı. Öte yandan Ukrayna topraklarının %4.8'i, Rusya'nın ise %0.5'i kirlendi. 1 küri/km2 den daha yoğun kirlilik gözlenen tarım arazisi miktarı 18 milyon hektarın üzerinde; bunun 2.400 hektarlık bölümünde tarım yapılamıyor. Belarus ormanlarla kaplı bir ülke fakat tüm orman arazilerinin ve Pripyat, Dinyeper ve Sozh nehirleri kenarındaki sulak alanların %26'sı radyoaktif bölgenin içinde yer alıyor. Sürekli küçük dozda radyasyon varlığı nedeniyle, kanser, zeka geriliği, nörolojik bozukluklar ve genetik mutasyonlardan zarar gören insan sayısı her geçen yıl artıyor.

 "Çernobil" Belaruskaya Entsiklopedia

29 Nisan 1 986 günü, Polanya, Almanya, Avusturya ve Romanya'daki radyasyon ölçüm cihaziarı çok yüksek dozda radyasyon tespit ettiler. 30 Nisan günü, sıra !sviçre ve Kuzey ltalya'daydı. 1 ve 2 Mayıs'ta radyasyon Fransa, Belçika, Hollanda, Ingiltere ve Kuzey Yunanistan'a ulaştı; 3 Mayıs'ta ise lsrail, Kuveyt ve Türkiye'ye... Gaz halindeki partiküller tüm dünyayı dolaşıyordu; 2 Mayıs günü Japonya'da, 5 Mayıs günü Hindistan'da, 5-6 Mayıs'ta ise Kanada ve ABD'de kaydedildiler. Bir haftadan kısa bir zamanda Çernobil tüm dünyayı etkileyen bir sorun haline gelmişti.

"Belarus'taki Çernobil Faciasmm Sonuçları"

Sakharov Uluslararasi Radyoekoloji Okulu, Minsk. Şimdi beton bir lahtin altında·olan dördüncü reaktör, kurşun ve metalden oluşan çekirdeğinde hala 20 tondan fazla nükleer yakıt bulunduruyor. Bu yakıtın ne durumda olduğunu ise kimse bilmiyor. Lahit başarıyla tamamlanmış bir mimari harika, St. Petersburglu tasarım mühendisleri işleriyle gurur duyuyor olmalılar. Fakat bu yapı insansız inşa edildi; paneller, helikopterler ve robotlar yardımıyla birbirine tutturulduğundan çatlaklar oluştu. Bazı verilere göre 200 metrekareden fazla yerde çatlak var ve bu çatlaklardan havaya radyoaktif partiküller karışıyor. Lahit çökebilir mi?

Yapının birçok yerine ulaşmak ve bağlantıları kontrol etmek mümkün olmadığından, bu soruya kimse yanıt veremiyor. Fakat lahtin yıkılması durumunda, felaketin boyutunun 1986 yılından çok daha büyük olacağını herkes biliyor.

Ogenyok dergisi, No: 27 Nisan 1996

Kehribarıma

“Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mitolojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde korunan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.”

Frank Joseph

 

Tin Tin

Hermesçiler tarafından kullanılan “Tin” kelimesinin anlamının “Yaşayan Erk” “Canlı Güç”; “İçsel Öz”; “Hayatın Özü” vs gibi terimlere yakın olduğunu, örneğin genel olarak “dini, kiliseye özgü, ruhani, eterik, kutsal” vs gibi terimlerle karıştırılmaması gerektiğini söylediğimizde ne kast ettiğimizi anlayacaktır. Ökültçüler “Tin” (Spirit) kelimesini “Canlandırıcı Prensip” anlamında kullanırlar; Canlı Enerji, Mistik Güç, Yaşayan Erk gibi anlamları vardır. Ve ökültçüler “Spritüel Erk” dedikleri şeyin (Kutupluluk Prensibi gereğince) hem iyi hem kötü emellere ulaşmak için kullanılabileceğini kabul ederler.

Kitaplarımı Yaktırana

Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,

Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir dogar,

Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten,

Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.

Halbuki,

Kimde hakikat gördünse sen ondan çok korktun,

Tevkifler yaptın, evleri bastın.

Neydi kastin?

Çok insan astın.

Tevkif olundum, köşküm basıldı,

Dört çuval evrakım da alindi,

Üç bin kitabim gece yakıldı,

Yıllarca peşime hafiye takıldı.

Fakat gördün ki, hiç korkmam ben,

Niçin ya hâlâ sen

Korkuyorsun hakikatten?

Kâzım Karabekir

Sebil, 13 Şubat 1976, s. 3.

İki Hükumet

Karabekir Paşa anlatıyor.

Belgeleri incelediğimde ortaya çıkan manzara daha da çarpıcıydı. Zira hükümet adeta ikiye bölünmüştür. Bir resmî yazışmalardaki hükümet vardır, bir de gizli hükümet. Resmî işler kâğıt üzerinde yapılırken, gizli işlerin nasıl yüze göze bulaştırıldığı bu olayda ibretle görülüyor. Bana “Eser yaz, belge göster, saygıyla önünde eğiliriz” diyenler, belgeyi gösterince utanmadan devletin güvenliğini bahane ederek bastırdığım eseri nasıl ortadan kaldıracaklarını şaşırmışlardı. Gazi’nin, “akıl doktorları’na gitmemi tavsiye ettiği durum tamamen onların başına gelmişti. Bir ay içinde başı sonuna uymaz abuk sabuk iş yapanların akıl doktorları tarafından muayenesi, doğrusu milletin bugünü ve geleceği için pek hayırlı bir iş olacaktı. Bu sayede Türk tarihi de taze taze hayat verici gerçeklere kavuşacaktı.

16 Temmuz 1933 günü evimden aldıkları belgelerin çok az bir kısmım yanm çuvala doldurarak geri getirdiler. Çocuklarım bu yarım çuvalı görünce “Babamın 4 çuval dolusu yazılarım aldınız da ne diye yarım çuval getiriyorsunuz?” diyerek haykırdılar.

.

Vahiy Devamlı mı?

Bir zaman Medain yönetimini elinde bulunduran Huzeyfe, Hz. Ali’ye kendi döneminde Kur’an dışında bir vahyin bulunup bulunmadığını sorar:

"Huzeyfe Haydar’a (Hz. Ali’ye soruyu sordu: Ey Hakk'ın aslanı, ey ileri gelenlerin övüncü, bu zamanda dünyada Kur’an'ın dışında hiç Hakk’ın vahyi var mı?”

“Dedi, Kur’an’dan başka vahiy yoktur, fakat (Allah) dostlara iyi bir anlayış vermiştir.

O anlayışla, tıpkı vahyin ortaya çıkışı gibi onup kelamıyla konuşurlar.” [Attâr, Musibet-nâme, Tashih: Nûrânî Visal, Tahran 1337, s. 57]

Neyi Beğenirse

Sadî, Boston’da kendisine cenneti mi, cehennemi mi istersin diye sorulduğunda, Allah neyi dilerse onu isterim diye cevap veren bir dîvânenin hikâyesi anlatılır. Şu beyitler Attâr’ın olabilirdi:    .

“Biri, kendinde olmayan birine şöyle yazdı: Cehennemi mi, yoksa cenneti mi temenni edersin?

O dedi ki bana bu macerayı sorma. O benim için neyi beğenirse ben de onu beğenirim."

La ilahe illa aşk

Mevlânâ Celaleddin, Mesnevi’sinde şöyle der:    -

“Aşk, Allah’ın vasıfları sayesinde bir şeye muhtaç değildir O’ndan başkasına âşıklık mecaz olur.”

Entelekt, İmgelem ve İletişim Sistemi

Leonardo Vinci’nin ana motivasyonlardan biri de  zihinsel yetileri beyindeki sinir yollarıyla ilgili olarak çıkarmakta olduğu sonuçlar ışığında spekülatif bir noktaya konumlandırmasıydı. Leonardo, Tanrı'nın insana en özel armağanı olan entelekt, imgelem ve iletişim sisteminin merkezini anlamaya çalışıyordu. Tıpkı hizmet etmekte olduğu saraylar gibi hiyerarşik bir sistemdi bu: "Askerler subaylara nasıl hizmet ediyorsa, sinir dalları da adaleleriyle sinir şeritlerine öyle hizmet ediyor, subaylar komutana nasıl hizmet ediyorsa sinir şeritleri de sensus communis'e öyle hizmet ediyor, ve komutan lorduna nasıl hizmet ediyorsa sensus communis de ruha öyle hizmet ediyor."

Duyulardan girdi alan mekanizma, gözlemlenebilir dünyanın gerçek haliyle çözümlenebilmesi için beyne bilgi iletmek, öncelikle de görsel bilgi iletmek üzere tasarlanmıştı. Ressam dünyanın bu gerçek halinin en üstün yeniden yaratıcısıydı. İstemli hareket çıktısı da ressam için çok önemliydi. Bir sinir ağı, (kabaca "aklın amacı" olarak çevirebileceğimiz) il concetto dell'anima'yı yüze ve uzuvlara iletiyor, böylelikle her ifade, hareket ve duruş, kişinin belli bir zamanda kafasından geçen düşüncelerin durumunu anlatıyordu. Brachial plexus (omuzlardaki ve üst sırt bölgesindeki sinir ağı) diyagramlarından birinde, Leonardo şöyle yazar: "Latince'deki kelime çekimi iyi gramerciler için ne kadar lüzumluysa, bu demonstrasyon da iyi teknik ressamlar için o kadar lüzumludur." Bu yüzdendir ki Son Akşam Yemeği'nde İsa'nın pek yakında ihanete uğrayacağını açıklaması üzerine şaşkına dönen masum Büyük Yakub ağzını ve kollarını aynı anda açarken, suçlu Yahuda, boğazının tendonlarıyla birlikte bütün vücudu korkudan kaskatı kesilerek geri çekilir. Leonardo'nun dilinde, sinirler genellikle chorde (şerit veya ipler)diye anılırdı ve maddesel olarak tendonlarla ve kas lifleriyle süreklilik içindeydi. Bu anlamda, insanoğlu tam bir sinir makinesidir

Sanki Mutlular

Dedemin zamanına dönersek, kendini bok gibi hissettiğinde şöyle düşünürdü, “Hey, bugün berbat bir günümdeyim. N’apalım hayat böyle, ben samanları havalandırmaya devam etmeliyim.”

Ama ya şimdi? Şimdi beş dakikalığına bile kendinizi bok gibi hissetseniz son derece mutlu ve harika hayatları olan insanların 350 fotoğrafıyla bombardıman ediliyorsunuz, bu durumda hatanın sizde olduğunu hissetmemeniz imkânsız kuşkusuz.

Sürekli pozitif olmak.

 Yaşamlarını hemen her şey hakkında pozitif olmakla ölçenler vardır, işinizi mi kaybettiniz?

Şahane! Tutkularınızı keşfetmek için bir fırsat işte.

Kocanız sizi kardeşinizle mi aldattı?

Neyse, en azından çevrenizdeki insanlara ne ifade ettiğinizi öğrenmiş oldunuz. Çocuğunuz boğaz kanserinden ölüyor mu?

Artık özel okul parası vermeyeceksiniz!

“Her şeyi iyi tarafından görmek” gibi bir şey söylenmekteyse de, gerçek şu ki hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir.

Negatif duyguları inkâr etmek daha derin ve daha uzun ömürlü negatif duygulara ve duygusal işlev bozukluğuna neden olur. Sürekli pozitif olmak hayatın sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkâr biçimidir. Doğru değerleri ve ölçütleri seçerseniz, bu sorunlar size zindelik, kuvvet ve şevk verebilir.

Gerçekten de basittir: İşler ters gidebilir, insanlar bizi üzer, kazalar olur. Bu gibi şeyler kendimizi bok gibi hissetmemize neden olur. Bunda bir sorun yoktur. Negatif duygular duygusal sağlığın gerekli bir bileşenidir. Bu negativiteyi inkâr etmek sorunları çözmek yerine ebedileştirmektir.

Negatif duygularla ilgili püf nokta şudur:

1) Onları toplumda kabul görecekleri, sağlıklı bir şekilde ifade edin ve

2) Onları değer yargılarınızla aynı çizgide ifade edin. Basit bir örnek: Benim değerlerimden biri şiddetten kaçınmaktır, vurmamak gibi ölçütleri vardır, bu nedenle biri tepemin tasını attırdığında öfkemi ifade ederim, ama rakibimin yüzüne bir yumruk atmaktan da kaçınırım. Radikal bir fikir, biliyorum. Ama sorun öfke değildir, öfke doğaldır, öfke bir sürü durumda sağlıklı da olabilir (hatırlayın, duygular geri-bildirimlerdir).

Birinin suratına yumruk atmak sorundur, öfke değil, öfke suratınıza inecek yumruğumun elçisidir. Elçiyi suçlamayın. (Yüzünüze patlayan) yumruğumu suçlayın.

Kendimizi sürekli pozitif olmaya zorlarsak yaşamdaki sorunlarımızı inkâr ederiz. Böylelikle onları çözme ve daha mutlu olma şansımızı da yitiririz. Sorunlar hayatımıza anlam ve önem katar. Sorunları yok saymak (sözde hoş olsa da) anlamsız bir varoluş demektir.

*

Uzun vadede maraton koşmak bizi çikolatalı bisküvi yemekten daha çok tatmin edecektir. Çocuk yetiştirmek video oyununda kazanmaktan iyidir. Ay sonunu getirmeye çabalarken bütçenize yardımcı olması için arkadaşlarla küçük bir iş kurmak yeni bir bilgisayar almaya yeğdir. Bu işler stresli, yorucu ve çoğunlukla da tatsızdır. Sorun üzerine sorun çıkar. Yine de hayatımızın en anlamlı anları ve yaptığımız en neşe dolu şeylerdir. Acı, mücadele, hatta öfke ve umutsuzluk barındırırlar, ama bir kez üstesinden geldik mi, geriye döner ve torunlarımıza nemli gözlerle neler başardığımızı anlatırız.

Freud’un bir zamanlar söylemiş olduğu gibi, “Bir gün geriye dönüp baktığınızda mücadele günlerinizin en güzel günleriniz olduğunu göreceksiniz.”

Bu nedenle, bu değer yargıları -haz, maddi başarı, her zaman haklı olmak, sürekli pozitif olmak- insan yaşamı için yetersiz ideallerdir. Bir insanın yaşamının en yüce anlarından bazıları tatsız, başarısız, bilinmedik ve negatiftir.

Önemli olan iyi değer yargılarına ve ölçütlere sahip olmaktır, haz ve başarı bunların doğal sonuçları olarak ortaya çıkacaktır. Bunlar iyi değer yargılarının yan etkileridir. Tek başlarına boş esriklik halleridir.

İşler Karışmaya Nasıl Başlar

1980’lerde Meredith radikal bir feminist olmuş ve çocuk tacizi hakkında araştırmalar yapmıştır. Birbiri ardına korkunç taciz hikâyeleri duymuş ve yıllarca özellikle ensest yaşamış küçük kızlarla ilgilenmiştir. Ayrıca o zamanlar yayınlanan (ve sonradan aslı astarı olmadığı anlaşılan) çalışmalar hakkında da haberler yapmıştır. Çocuk tacizini son derece abartan çalışmalardı bunlar (en ünlüleri yetişkin kadınların üçte birinin çocukken taciz edildiğini söyleyenidir ve bu rakam yanlıştır).

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Meredith ensest travması yaşayan bir kadına âşık olmuş ve onunla yaşamaya başlamıştır. Meredith’in partneriyle bağımlı ve kötü bir ilişkisi vardır, Meredith sürekli kadını travmatik geçmişinden “kurtarmaya” uğraşır. Ayrıca partneri Meredith’in sevgisine sahip olmak için bu travmatik geçmişi bir silah gibi kullanır.

Meredith’in babasıyla ilişkisi daha da bozulmuştur (kızının lezbiyen bir ilişki yaşaması adamı pek sevindirmemiştir), Meredith sıklıkla terapiye gider. Davranışlarını idare eden kendi değer yargıları ve inançları olan terapisti, sürekli danışanının mutsuzluğunun nedeninin sadece stresli gazetecilik mesleği ve sorunlu ilişkileri olmadığını iddia eder. Bir şey daha olmaktadır, daha derinde bir şey.

Tam o sıralarda bastırılmış anı terapisi adı verilen bir terapi formu aşırı popüler olur. Terapist danışanını trans benzeri bir duruma sokarak unutulmuş çocukluk anılarını yeniden deneyimlemeye cesaretlendirir. Bu anılar genellikle iyidir, ama ana fikir bir kaçının travmatik de olabileceğidir.

Düşünün: Zavallı Meredith, mutsuz, her gününü ensest ve çocuk tacizi üzerine çalışarak geçiriyor, babasına öfkeli, erkeklerle tüm ilişkileri başarısız ve onu anlar ya da sever görünen tek insan da ensest travması yaşayan bir başka kadın. Ah, bir de iki günde bir divana uzanıyor ve terapisti hatırlayamadığı bir şeyi hatırlaması için kafasının etini yiyor. İşte, hiç olmamış bir cinsel taciz anısının uydurulması için kusursuz reçete.

Psikiyatristlere de inanmayın bazı konularda…bu da oluyor.

Neye İnandırıldığınız Konusunda Dikkatli Olun

1988 yılında, gazeteci ve feminist yazar Meredith Maran terapi görürken önemli bir şeyi fark etti: Babası çocukken ona cinsel tacizde bulunmuştu. Bu onun için bir şok oldu, yetişkin hayatının büyük kısmında unutmuş olduğu bastırılmış bir anıydı. Otuz yedi yaşında babasıyla yüzleşti ve olanları ailesine anlattı.

Meredith’in verdiği haber tüm aileyi dehşete düşürdü. Babası hemen konuyu inkâr etti. Bazı aile üyeleri Meredith’in yanında yer aldılar. Aile ağacı ikiye bölünmüştü. Ve Meredith’in bu suçlamasının çok öncesinden beri babasıyla ilişkisini tanımlayan acı bir küf gibi ağacın dallarını kaplamıştı. Her şeyi parçaladı.

Sonra 1996’da, Meredith başka bir önemli şeyi fark etti: Babası ona cinsel tacizde bulunmamıştı. O iyi niyetli terapistin yardımıyla bu anıyı uydurmuştu. Suçluluk içinde kıvranan Meredith babasının ömrünün geri kalanında onunla ve diğer aile üyeleriyle uzlaşması için çabaladı, sürekli açıklamalarda bulundu, özür diledi. Ama çok geç kalmıştı. Babası vefat etti ve ailesi bir daha eskisi gibi olmadı.

Meredith’in yalnız olmadığı anlaşıldı. Otobiyografisi Benim Yalanım: Yanlış Bir Anının Gerçek Hikâyesi adlı kitabında anlattığı gibi, 1980’lerde birçok kadın ailesinin erkek üyelerini cinsel tacizle suçlamışlar, sonra bunların doğru olmadığı ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde yine aynı yıllarda birçok kişi çocukları taciz eden satanik bir kült olduğunu iddia etmiş, onlarca şehirde yapılan araştırmalara rağmen polis bu çılgın uygulama hakkında hiçbir kanıt bulamamıştı.

Peki neden insanlar durup dururken ailelerde ve kültlerde korkunç taciz anıları uydurmuşlardı? Ve neden bunlar 1980’lerde oluyordu ?

Çocukken hiç kulaktan kulağa oynadınız mı? En yakınızdakinin kulağına bir şey söylersiniz, on kişi kulaktan kulağa aktarır ve sonuncunun duyduğunun sizin söylediğinizle ilgisi yoktur. İşte anılarımız da böyle işler.

Bir şey deneyimleriz. Birkaç gün sonra onu biraz farklı hatırlarız, sanki kulağımıza fısıldanmış ve yanlış duyulmuş gibi. Sonra birine anlatırız ve kurgudaki birkaç boşluğu kendi uydurmalarımızla doldururuz ki her şey anlamlı olsun ve karşımızdaki bizi deli sanmasın. Sonra o doldurduğumuz zihinsel boşluklara inanırız ve bir daha anlattığımızda yine tekrarlarız. Ama gerçek olmadıkları için birazcık farklı söyleriz. Bir yıl sonra sarhoşken aynı hikâyeyi bir daha anlatırız ve biraz daha uydururuz, hadi dürüst olalım, üçte birini baştan yazarız. Ertesi hafta ayıkken bunu itiraf edip yalancı gibi gözükmek istemeyiz ve hikâyemizin yeni gözden geçirilmiş sarhoş çeşitlemesine sadık kalırız. Beş yıl sonra Tanrı’ya, annemin mezarı üzerine yemin ederim ki hikâyemiz en fazla yüzde elli doğrudur.

Seçen Biziz

William James’in sorunları vardı, gerçekten kötü sorunlar.

Varlıklı ve toplumda önde gelen bir ailede doğmuştu, ama daha doğuştan hayatını tehdit eden sağlık sorunları vardı: Bir göz hastalığı çocukken geçici körlük yaşamasına neden olmuştu; ciddi bir mide sorunu nedeniyle aşırı kusuyordu, bu nedenle çok sert ve çok duyarlı bir diyet uygulaması gerekiyordu; iyi duyamıyordu; sırt ağrıları o kadar ciddiydi ki çoğu günler oturamıyor, ayakta duramıyordu.

William sağlık sorunları nedeniyle yaşamının çoğunu evde geçiriyordu. Pek arkadaşı yoktu, iyi bir öğrenci değildi. Günlerini resim yaparak geçiriyordu. Bu sevdiği ve yaparken kendini iyi hissettiği tek şeydi.

Ne yazık ki kendisinden başka iyi resim yaptığını düşünen yoktu. Yetişkin biri olduğunda kimse resimlerini satın almadı. Ve yıllar geçtikçe, zengin bir iş adamı olan babası tembelliği ve yeteneksizliği nedeniyle onunla alay etmeye başladı.

Bu arada erkek kardeşi Henry James dünya çapında ünlü bir yazar olmuştu, kız kardeşi Alice James de yazar olarak iyi para kazanıyordu. William ailenin beceriksizi, kara koyunuydu.

Genç adamın geleceğini kurtarma girişimiyle, babası iş ilişkilerini kullanarak onu Harvard Tıp Fakültesi’ne kayıt ettirdi. Bunun son şansı olduğunu da söyledi. Bunu da mahvederse, onun için umudu kalmayacaktı.

William Harvard’da kendini asla huzurlu ve evinde hissetmedi. Tıp ilgisini çekmiyordu. Zamanının çoğunu kendini bir sahtekâr gibi hissederek geçiriyordu. Kendi sorunlarının üstesinden gelemiyorsa, başkalarına nasıl yardım edebilirdi ki? Psikiyatri bölümünde geçirdiği bir günün ardından günlüğüne hastalarla doktorlardan çok daha fazla ortak noktası olduğunu yazdı.        ,

Aradan birkaç yıl daha geçti ve William babasının onayı olmadan tıp fakültesini bıraktı. Babasının öfkesiyle boğuşacağına evinden uzaklaşmayı tercih etti. Amazon Yağmur Ormanlarına yapılacak bir keşif gezisine yazıldı.

1860 yılıydı ve kıtalararası yolculuklar zor ve tehlikeliydi. Çocukken Oregon Trail adlı bilgisayar oyununu oynadıysanız, işte öyle bir şeydi; dizanteri, boğulan öküzler falan.

William Amazon’a kadar gidebildi ve gerçek hikâye orada başladı. Kırılgan sağlığı şaşırtıcı biçimde buraya dayandı. Ama daha keşif gezisinin ilk günü suçiçeğine yakalandı ve neredeyse ormanda ölüyordu.

Ardından sırt ağrıları geri döndü ve William yürüyemez oldu. Suçiçeğinden güçsüz düşmüş ve bir deri bir kemik kalmış, sırtı nedeniyle hareket edemeyen William Güney Amerika’nın ortasında yalnız kaldı (diğer kaşifler yola onsuz çıktılar), eve nasıl döneceğini bilmiyordu ve bu aylar sürecek yolculuk onu nasıl olsa öldürecekti. Ama bir şekilde New England’a ulaşabildi ve orada hayal kırıklığı zirveye ulaşmış olan babası tarafından karşılandı. Genç adam artık o kadar da genç değildi, otuzuna yaklaşmıştı, hâlâ işsizdi, neye el atsa başarısız olmuştu, ona sürekli ihanet eden bedeninde düzelme emaresi yoktu. Ona verilen tüm fırsatlara ve sahip olduğu tüm avantajlara karşın hayatındaki her şey dağılmıştı, sabit kalan tek şey ıstırap ve hayal kırıklığıydı sanki. William derin bir depresyona girdi ve intihar etme planları yapmaya başladı.

Bir gece, filozof Charles Peirce’in kitabını okurken küçük bir deney yapmaya karar verdi. Günlüğüne bir yıl boyunca yaşamında her ne olursa olsun yüzde yüz kendisi sorumluymuş gibi davranacağını yazdı. Bu sürede, başarısızlık ne kadar kesin gözükse de koşullarını değiştirmek için elinden geleni yapacaktı. Bu bir yıl içinde hiçbir şey düzelmezse, içinde bulunduğu koşullara karşı kesinlikle güçsüz olduğu kanıtlanmış olacaktı ve o zaman hayatına son verecekti.

Hikâyenin ana fikri mi?

William James dediğini yaptı ve Amerikan psikolojisinin babası oldu. Kitapları onlarca dile çevrildi ve neslinin en önemli entelektüellerinden/felsefecilerinden/psikologlarından biri olarak saygı gördü. Harvard’da ders verdi ve dersler vererek ABD ve Avrupa’nın büyük bölümünü dolaştı. Evlendi, beş çocuğu oldu (içlerinden biri, Henry, dünya çapında bir biyografi yazarı olarak Pulitzer Ödülü kazandı). William James bu küçük deneyine daha sonra yeniden doğuş adını takacak ve hayatında gerçekleştirdiği her şeyin primini ona verecekti.

Tüm kişisel gelişim ve büyüme aynı basit farkındalıktan ortaya çıkar ve gelişir: Bizler birer birey olarak dışsal etkenler ne olursa olsun yaşamımızdaki her şeyden sorumluyuz.

Başımıza gelenleri kontrol edemeyiz. Ama başımıza gelenleri nasıl yorumladığımızı ve nasıl tepki gösterdiğimizi her zaman kontrol edebiliriz.

Bilinçli olarak bunu kabul etsek de, etmesek de, her zaman deneyimlerimizden sorumluyuz. Olmamamız mümkün değil. Bilinçli olarak hayatımızdaki olayları yorumlamamayı seçmek de hayatımızdaki olayları yorumlamak anlamına gelir. Hayatımızdaki olaylara tepki göstermemek de tepki göstermenin bir şeklidir.

Bir palyaço arabası size çarpıp devirse ve bir otobüs dolusu okul çocuğu sizinle dalga geçse de, bunun anlamını yorumlamak ve ne tepki vereceğinizi seçmek sizin sorumluluğunuzdur.

İster beğenelim, ister beğenmeyelim, başımıza gelenlerde ve içimizde olup bitenlerde her zaman etkin bir rolümüz vardır. Her zaman her anın, her olayın anlamını yorumlarız. Yaşayacağımız değer yargılarını ve başımıza gelen her şeyi ölçtüğümüz ölçütleri her zaman seçeriz. Sıklıkla seçtiğimiz ölçüte göre aynı olayın iyi de, kötü de olabileceğini görürüz.

Mesele şudur: Kabul etsek de etmesek de her zaman seçeriz. Her zaman.

Gerçekte hiç kafaya takmamak diye bir şey yoktur. Bu imkânsızdır. Hepimiz bir şeyleri kafaya takarız. Hiçbir şeyi kafaya takmamak da bir şeyi kafaya takmaktır.

Gerçek soru şudur: Neyi kafaya takmayı seçiyoruz? Eylemlerimizi hangi değerlere temellendiriyoruz? Hayatımızı ölçmek için hangi ölçütleri seçiyoruz? Bunlar iyi seçimler mi, iyi değerler, iyi ölçütler mi?

Travmatik Bokluk Bu Ergenlik

Tüm ebeveynler gibi kendi hikâyeleri, kendi yolculukları ve kendi sorunları var. Tıpkı kendi ebeveynleri, ebeveynlerinin ebeveynleri... gibi. Ve tüm ebeveynler gibi, benim annemle babam da sorunlarının bir kısmım bize aktardılar, muhtemelen ben de aynısını çocuklarıma yapacağım.

Bunun gibi “gerçekten travmatik bokluk” hayatlarımızı kapladığında bilinçdışımızda asla çözemeyeceğimiz sorunlarımız varmış gibi hissederiz. Sorunlarımızı çözmeye yeterli olmadığımızı varsaymamız da kendimizi zavallı, çaresiz hissetmemize neden olur.

Bir şeye daha neden olur. Çözümsüz sorunlarımız varsa, bilinçdışımız bir şekilde ya son derece özel ya da son derece defolu olduğumuza ve kimselere benzemediğimize karar verir, demek ki kurallar bizim için farklı olmalıdır.

Daha basit bir ifadeyle: Kendimizi hak kazanmış görürüz.

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar