Bilgi Kutusu 4
Hasetçilerimde Var
Aynü’l-Kudât kendisine acı son hazırlayan kimselere bir beyitle şöyle
seslenir:
“Bana haset ederek gelenlere de ki;
Kime karşı edepsizlik yaptığınızı biliyor musunuz?
Sen bu sû-i edebi Allah Teâlâ’ya karşı yaptın,
Çünkü sen Onun bana verdiklerine rıza göstermiyorsun.”
O da Biliyordu… Ancak Kader
Hz. Ali (Kerremallâhü veche)’den nakledilen şu çarpıcı olayla velâyet ile
ilgili düşüncelerimizin daha net anlaşılmasını sağlayacağını söyler. Hz. Ali
şehit edildiği günün sabahı evinden çıktığı zaman şehid edilececeğinden
haberdarmış gibi şu beyiti tekrar edip duruyordu:
“Artık ölüme hazırlan çünkü ölüm mutlaka seni bulacaktır,
Ansızın gelip çattığında ölümden korkma!”
Yaymak İsterse
“Allah Teâlâ bir fazileti yaymak istediğinde,
Onu bir kıskancın diline dolar. –ki bu sayede duyulsun ve yayılsın-“
A. Kudât
Ruh Bilgisi
‘’Ruh, Allah Teâlâ’nın cemâl ve celâli’nin tecellisi sonucunda varolan bir
cevherdir. Yani kaynağı O’nun nurudur. Eğer ruh, cesedin içine gizlenmeseydi,
bütün ehl-i küfür insanlar ona secde ederdi. Akıl ve onunla beraber anlayış ve
kavrayış nurları ceset’ten ayrıldığında, yıldız ve ay’ın nurları ve
aydınlıkları nasıl ki güneşin ışığında kayboluyor aynı şekilde ruhun nuru
içinde kaybolurlar.’’
Anlatılmaz
Hz. Süleyman (aleyhisselâm) zamanında bir kuş, dişisine kur yapıp onunla
beraber olma isteğini bildirince, dişi kuş ona yüz çevirir ve onu reddeder.
Dişi kuş oradan uzaklaşacağı bir sırada, erkek kuş “Ya bana itaat
edersin ya da Süleyman’ın mülkünü altüst ederim’’ der. Rüzgâr bu lafı
Hz.Süleyman (aleyhisselâm)’a bildirince, O da bunun hesabını sormak için kuşu
huzura çağırtır. Huzura getirilen erkek kuş “Ey Allah’ın Peygamberi!
Aşıklar’ın sözleri anlatılmaz”deyince bu söz, Hz. Süleyman
(aleyhisselâm)’ın hoşuna gider ve onu salıverir
Ne Yapacaksın
‘’Tasavvuf öyle bir ilimdir ki, ancak anlayışta çok ileri olanlar onu
kavrar,
Onu müşahede etmeyen onu hakkıyla bilemez, âmâ olan bir insan güneşin
ışığını nasıl müşahede etsin.’’
Cüneyd el- Bağdâdî
Sevmez
“Kim Allah Teâlâ’yı sevmezse, Allah Teâlâ da onu sevmez”
Kitap Yontmalı
“Eğer yaşamından memnun değilsen, kişiliğin derin yaralara yol açan
çelişkiler barındırıyorsa, çevrenle ve diğer insanlarla uyumsuzsan, verili
kurumlar, değerler seni boğmaya başlamışsa, bu nedenlerden dolayı yaşamında ve
kişiliğinde anlamlı ve somut bir değişiklik istiyorsan, hayatı okumalısın.
Sihirli kutunun anahtarı orada!” Bu yüzden Kafka, “yalnızca insanı ısıran ve
iğneleyen kitapların” okunmasını salık verir. Kafka’nın deyişiyle: “Eğer
okuduğumuz kitap, kafamıza vurulan bir yumruk gibi bizi sarsmazsa, neden
okuyalım ki?” Kafka’ya göre, ”Kitap dediğin bir balta olmalı, içimizdeki donmuş
denizi kırmaya yarayan.”
Berberin Koltuğunda
Sezginin, yaratıcı etkinliklerimize katkıda bulunabilmesi için,
bilinçaltının özgürleşmesi gerekir. Bunun için de üstbenin dayatmaları
çerçevesinde oluşan ben’in bilinçaltı üstünde kurduğu bastırma ve geriye itme
mekanizmasının gevşemesi gerekir. Bu gevşemenin daha yakından anlaşılabilmesi
için Einstein’ın dostuyla yaptığı bir söyleşiyi aktaralım. Einstein yakın bir
dostuna şöyle der: “Neden yaratıcı düşünceler her zaman traş olurken aklıma
gelir?” Dostu da O’na şöyle cevap verir: “Böyle olması doğal, çünkü böyle
anlarda bilinçaltı üstündeki baskı ve kontrol gevşer, yaratıcı fikirler kendini
dışavururlar.”
Yaşamak… Karşı Koymak
Camus’nun dile getirdiği başkaldırı eylemi ile özgürlük arasındaki bu
ilişki, daha önce Goethe tarafından da dile getirilmiştir. Goethe’ye göre
“yaşamak demek karşı koymak demektir”. Goethe, yaşamayı direnme, karşı koyma
olarak alırken, direnme ile özgürlük arasında dolaylı bir ilişkinin varlığından
yola çıkar. Ona göre, yaşamanın hammaddesi olan direnme duygusu, özgürlüğün
içinde filizlendiği tarlayı oluşturur. Özgürlüğün filizlenip meyve verebilmesi
için bu tarlanın işlenmesi gerekir. Goethe’nin ünlü özdeyişiyle: “Özgürlüğü ve
hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.”
Hıristiyan Edebiyatındaki İyi Kişi
Dostoyevski, der ki: “Hıristiyan edebiyatındaki iyi kişilerin en
kusursuzu Don Kişot’tur. Fakat iyi olmasının tek nedeni, aynı zamanda gülünç
olmasıdır.”
Beki
Büyük şaman, şaman başrahibi. Cengiz döneminde ve Cengiz'den önceki
çağlarda beki'dir, bu kelimede belki Türkçedeki beg "güçlü", bilahare
bey şekline dönüşen "efendi" kelimesini bulmak mümkündür
Hoşgörü Fermanı
Hoşgörü fermanları diye adlandırılan Cengiz Han fermanları da aynı
görüşlerin akislerini taşımaktadır; "Her ne dine bağlı olursa olsun, din
adamları hükümdarın uzun yıllar yaşaması için Göğe yalvardıkları takdirde,
vergi ödemekten muaf tutulacaklardır."
Ağaç Piri
Güvenilir bir şekilde doğrulanan bir efsaneye göre, Cengiz Han, kendi
mezannın yerini, güzel ve tek bir ağacın altında oturaraktan avlandığı gün
seçmiştir. Günümüzde de bir Yakut, gömülmek istediği yeri "ekseriye gözüne
en güzel görünen bir ağacın altı olarak" seçer.
Ghostwriter-Hayalet Yazar
Hayalet yazar olmanın en büyük kötülüğü ne, biliyor musun ?
Hiç böyle güzel bir şey yazmayı beceremiyorsun. Becersen bile, kimse bunu
senin yazdığına inanmaz zaten.Psikiyatrlar gibi hayalet yazarlar da ne zaman
susmaları gerektiğini bilirler. hepimiz hayalet yazarız. Üstelik sadece
anılarımızla değil. Yaptıklarımızla. Hayatımızın kontrolünü elimizde
tuttuğumuzu düşünürüz, oysa gerçekte hayatımız çevremizdeki hayalet yazarlar tarafından
çoktan yazılmış."
Ardımda mistiklerden, çatlaklardan ve yazarlardan bir iz bırakmak niyetinde
değildim. Öte yandan, bir mistikle, bir çatlakla ya da bir yazarla
karşılaştığımda, bazen onlarla konuşurdum. Buenos Aires'te bir yazar durumuma
bir isim bile buldu: noncorpum [Latince'de bedensiz ] ve,
bir gün gerçekleşirse, çoğulu noncorpa. Onunla metafizik tartışarak
zevkli birkaç ay geçirdim ve birlikte bir iki öykü yazdık Ama "Ben"
asla "Biz" olmadı.
Dengesizliğin Dengesi
Karanlığın doğurduğu kötülüğün pek çok yüzü ve ismi vardır.
Su nasıl yok olmadan akıp gidiyorsa. zaman da aynı şekilde varlığından bir
şey kaybetmeksizin akıyor. Görünüşte akıp gitseler de varlıkları tükenmeyenlere
birer örnek sayılırlar. Sabah saatlerinde su çekmek için derenin üzerine
eğildiğinde bil ki dün yaptığının aynısını yapıyorsun bugün de.
Eğer bir şeyin dengesi bozulursa, sendelemeye başlar. Ve eğer bir şey
sendelemeye başlarsa, zamanla düzeni alt üst olur. Düzensizliğin diğer bir adı
ise, hastalıktır.
Yatacağın yeri rüzgârın yönü doğrultusunda seçmelisin. Rüzgâr önce başına
değmeli, sonra da bacaklarına. Bunun tam tersini yaparsan duman burnuna
girecektir ve o zaman uykun pek uzun sürmez.
Güneş
Külâh-ı gûşe-i horşîd çün pedîd âyed
Sitâregân be-hakîkat fürû nehend külâh
[Güneşin külahının köşesi göründüğünde, yıldızlar gerçek karşısında şapka
çıkarırlar.]
12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi ve Erbakan
12 Mart Muhhrası'yla Türkiye İşçi Partisi'ne olduğu gibi Milli Nizam
Partisi'ne de kapatma davası açılacak; gelgelelim Türkiye İşçi Partililer
hapishanelere doldurulurken, Milli Nizam Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan,
elini kolunu sallaya sallaya İsviçre'ye gidecek ve dönüşünde şu açıklamayı
yapacaktı:
Ünlü bir üniversite kliniğinde ikibuçuk ay kadar tedavi gördük. Gayet iyi
neticeler elde etti. İsviçre'deki tedaviler gayet faydalı gelmiş, kalb
çarpıntıları, geceleri meydana gelen uykusuzluklar ve rahatsızlıklar dinmiştir.
Bu gezinin hiçbir siyasi yönü yoktur. .
Oysa İsviçre'de Caux'ta Evangelist Rahip Frank Buchman'ın "dinler
arası diyalog" örgütlemesi yaptığı yaklaşık bin odalı dev bir şato vardı.
Bu Şatonun dinsel etkinliklerini Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni Osmanlı
Tuzağı kitabımda (otopsi y. 9. basım Ocak 2007) geniş biçimde anlattım. Kimse
Erbakan'a; "İsviçre'de bulunduğunuz süre boyunca tedavi gördüm dediğiniz o
üniversite kliniğinin adı nedir, adresi nedir? " diye sormadığı
gibi, "İsviçre'de daha önce pek çok tarikat şeyhinin ağırlandığı,
Arusi Tarikatı'nın şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in çok iyi tanındığı Ahlaki
Seferberlik (Moral Re-Armament) örgütü şatosuna gittiniz mi? " sorusunu
da yöneltmeyecekti. Erbakan, 12 Mart Askeri yönetimi iş başındayken, elini
kolunu sallaya sallaya İsviçre'ye gidecek, elini kolunu sallaya sallaya
Türkiye'ye dönecek; Türkiye İşçi Partisi yöneticileri zindanlarda ezilirken o
kent kent dolaşarak kitlelere söylevler çekecek; aralarında Aytunç Altındal'ın
bulunduğu İsviçre Devlet Televizyonu ekibi , Erbakan'ın yurt gezisinde
kalabalıklara yaptığı konuşmaları görüntüleyecekti.
Siyonist Scientoloji RP Temeli
Türkiye'nin bir an önce Avrupa-Rusya karşıtı ABD yandaşı dinci bir yönetime
kavuşabilmesi, Avrupa karşıtı söylem kullanan ve parti biçiminde örgütlenmemiş
bulunan tüm tarikatların seçimlerde oy verdikleri Refah Partisi'nin çok sağ
lam biçimde ABD güdümüne girerek ülkenin yönetimini eline geçirmesiyle
gerçekleşebilirdi. Bu yolda ilk adım olarak Amerikan devletinin koruması
altında Amerikan çıkarları doğrultusunda çalışmalar yapan ve bu nedenle Almanya
tarafından yasaklanmış bulunan Amerikan Scientology Tarikatı ile Refah
Partisi'nin Almanya'daki uzantısı Milli Görüş Teşkilatı arasında 1993-1994
yıllarında ilişkiler kurulmuş ve basına yansıyan haberlere göre gelişen
ilişkiler sonunda bir de ortaklık anlaşması imzalanmıştı.
Bu ilişkinin uydurma olduğu söylendi uzun süre. Ancak Aytunç Altındal,
Mayıs 2005'te Kadir Çelik'in Star Tv'de sunduğu Objektif programında, bu
tarikatın yurtdışı bürosuna 1990'ların ortalarında Necmeddin Erbakan'la
birlikte gittiklerini, Erbakan'ın Amerikan Devleti'nce resmen sahip
çıkılan Hıristiyan-Siyonist Scientoloji tarikatının mekanında
namaz bile kıldığını açıkladı ve Altındal'ın açıklamaları Erbakan tarafından
yalanlanmadı.
Scientology ile RP'nin Almanya'daki uzantısı Milli Görüş'ün, BAVG adlı bir
ortak yatırım şirketi kurdukları ortaya çıktı. Başbakan Kohl'un yasağına rağmen
Almanya'da faaliyetini sürdüren Scientology, 1993'te irtibata geçtiği Milli
Görüş'le ortak yatırımlara girişti. Der Spiegel dergisi, konuyla ilgili
haberinde tarikat üyelerinin MGT üyelerine eğitim verdiklerini yazdı. Dergiye
göre, Scientology yöneticilerinden Rosy Mundl, 1993'te Milli Görüş'le irtibata
geçerek Müslümanlar ve Scientology tarikatı üyelerinin, tepki gördükleri
Almanya'ya karşı ortak mücadele etmesini istedi ve 1994'te Joint-Venture ortaklık
anlaşması yapıldı... Alman hükümeti, Almanya'da 30 000 müridi bulunan Clıurch
of Scientology tarikatına karşı dava açmış bulunuyor.
Tarikatın Amerikalı ünlü müridleri gazetelere tam sayfa ilan vererek
Başbakan Helmut Kohl'u kınamışlar ve tarikat üyelerine uygulanan baskıyı
Nazilerin Yahudi soykırımına benzetmişlerdi. Bir çok ünlünün imza koyduğu ilanlar Amerikan
yönetiminin de görüşünü temsil ediyordu. ABD yönetimi Bonn'u sertçe
eleştirmişti. Necmeddin Erbakan ve Avrupa Milli Görüş Teşkilatı'nın 1993'ten
başlayarak ilişkiye girdikleri Scientology tarikatı, Berlin Duvarı yıkılıp Doğu
ve Batı Almanya birleştikten sonra adım adım Amerika'dan bağımsızlaşmaya,
dahası ona ters düşmeye başlayan Almanya'nın başına sardırılrmıştı Amerika
tarafından. Almanya bu tarikatın pek çok kirli iş yanısıra ajanlık yaptığını da
savlıyor ve yasaklıyordu. Refah Partisi'nin ·ve Almanya'daki uzantılarının
Alman Devleti'nin ateş püskürdüğü bu Amerikan tarikatıyla ilişkiye
girmesi, Refah Partisi'nin Alman Devleti ile çatışmayı göze alacak denli
Amerika'ya bağlandığının da bir göstergesiydi kuşkusuz. Böylece Refah Partisi,
stratejik işbirlikçisi Turgut Özal'ın Nisan 1993'te ölümünden sonra, onun
politikalarını kaldığı yerden sürdürebilecek bir örgüt olup çıkıyordu Amerika
için... Refah Partisi'nin Amerika'yla ilişkilerinde gerçekleşen ikinci
önemli olay, Amerikancı olarak bilinen 10'u istihbaratçı 35 emekli subayın, 27
Mart 1994 yerel seçimlerine üç ay kala, Kasım 1993'te topluca ve törenle Refah
Partisine girmesiydi.
Refah Partisi, Amerika'nın "yeşik kuşak" kuramının
savunucuları olan bu emekli subayları topluca ve törenle üye ettikten sonra,
onları Ankara il yönetim kurulu üyeliği, Başkanlık divanı üyeliği, Eğitim
Kurulu Başkanlığı, Ege Bölgesi Sorumluluğu, vb. gibi, parti yönetim
basamaklarında önemli konumlara yerleştirerek, Amerika ile işbirliğini
perçinliyordu.
1993 yılının son aylarında ABD, Refah Partisi'ni bir yandan emekli
Amerikancı subaylarla içinden güderek iktidara hazırlarken, öte yandan o anda
Türkiye'yi yönetmekte olan atanmış ve seçilmişler eliyle, Türkiye'yi gelecekte
İslam Birliği'nin önderi yapabilmek için gerekli yasal değişiklikleri
gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Bu da benim Sıtmam
Filozof-hekim Calinus (Galen) (Lokman Hekim) şöyle der: 'Her şeyin bir
sıtması vardır.
Ruhun sıtması da sıkıntı veren kimselere bakmaktır'.
İhya-i Ulûm'id-Din
Bin kere Dirilen Peygamber
Niçe bir Cercîs ü Bercîs olam Mirrih olam
Niçe bir Câlinûs u Bukrât olam Lokman olam
Cercîs veya Circis, İsa Peygamberden sonra gelen ve onun şeriatına uyan bir
peygamberin adıdır. Kavmi bu peygamberi yetmiş kere öldürmüş, oda yetmiş kere
dirilmiştir.
Yunus bir şiirinde; “Eyyûb’am bu sabrı buldum
Cercîs’em ki bin kez öldüm”
Berberlerin Tedavideki Yeri
Popüler tarihçiliğimizin önde gelen isimlerinden olan Reşat Ekrem Koçu,
berber sözcüğüyle ilgili olarak şu açıklamada bulunur. “Garb Türkçesine
İtalyancadan girmiş bir kelimedir, ‘barbiere’den bozmadır; sakal kesen
mânâsında ise de saç ve sakal kesen ve düzelten esnafa verilmiş isimdir;
arabcası ‘hallâk’tır.” Koçu, İstanbul’un fethinden Kanuni Sultan
Süleyman zamanında kahve keyfinin yayılmasına ve büyükşehirde ilk
kahvehanelerin açılmasına kadar berber dükkanlarının nasıl bir yer olduğuyla
ilgili bilgiye sahip olmadığımızı söyler
Yeşil nasıl Kırmızı oldu
Yeşil/kırmızı tümlerliğinin ilginç bir örneği de 'ad' / 'ot' dönüşümünde
görülmektedir. Bu iki renk, dört temel ilke sınıflandırmasındaki ateş ve şu
karşıtlığının kavramlaştırılmış biçimidir. Bu inanışa göre, yıldırımlarla düşüp yağmuru
yağdıran ve onu toprağın altında dölleyerek canlandıran ve bitkiye dönüştüren
ateştir. Islak, dışıl, soğuk bir ilke olan yeşil, eril bir ateş kırmızısıyla
temsil edilen kırmızıdan döngüsel olarak doğmaktadır. Böylelikle ad / ot ile
kırmızı/yeşil ve de bunlara bağlı olan ad kırmızısı ile öt yeşili, birbirine
tümleyen kavramsal renk ilişkilerini meydana getirmektedirler. Bundan başka bir
ateş eylemi olan 'yasin'in, 'yaşılı' vermesi; 'yaş' kökenine bağlanan 'yasa'nın
toprak boya ve kırmızı sus olarak dile girmesi; çok önceleri bir toprak
kırmızısı olarak kabul edilen 'Sinople'ün daha sonra ortaçağ armacılığında
yeşili simgelernesi, aynı tümlerliğin örnekleri olarak sayılabilir.
Yeniden Çernobil
Tarih: Beyaz Rusya'da nükleer santral bulunmamaktadır.
Eski SSCB'nin topraklarında hala faaliyet gösteren santrallerden Belarus'a
en yakın olanları, eski Sovyet tasarımı olan RBMK tipindedir; kuzeyde lgnalinsk
santrali. doğuda Smolensk, güneyde ise Çernobil.
26 Nisan 1986, saat 1 :23:58'de, Çernobil Nükleer Santrali'nin 4 numaralı
enerji bloğunda bulunan reaktör, bir dizi patlama sonucu yerle bir oldu.
Çernobil felaketi 20. yüzyılın en büyük teknolojik yıkımıydı.
Bu, küçük bir ülke olan Belarus için (10 milyon nüfuslu) milli bir
felaketti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Naziler, 619 Belarus köyünü
sakinleriyle birlikte yok etmişlerdi. Çernobil sonrasında ise ülke, 485
köy ve yerleşim alanını kaybetti. Bunlardan 70 tanesi toprağa gömüldü. Savaş
sırasında her dört Belarusludan biri öldürüldü; bugün ise her beş Belarusludan
biri radyoaktif bölgede yaşıyor. 2.1 milyon insan demek olan bu
rakamın yaklaşık 700.000'ini çocuklar oluşturuyor.
Belarus'taki nüfus azalmasına neden olan demografik faktörlerden en önde
geleni radyasyondur ve radyasyondan en fazla etkilenen Gomel ile Mogilev
bölgelerinde, ölüm oranı doğum oranını %20 aşmış durumdadır.
Kaza sonucunda atmosfere yayılan 50 milyon küri radyonüklitin %70'i Belarus
üzerine serpildi. Ülke topraklarının %23'ü 1 küri/km2 den daha fazla yoğunlukta
sezyum-1 23 radyonüklitleriyle kaplandı. Öte yandan Ukrayna topraklarının
%4.8'i, Rusya'nın ise %0.5'i kirlendi. 1 küri/km2 den daha yoğun kirlilik
gözlenen tarım arazisi miktarı 18 milyon hektarın üzerinde; bunun 2.400
hektarlık bölümünde tarım yapılamıyor. Belarus ormanlarla kaplı bir ülke fakat
tüm orman arazilerinin ve Pripyat, Dinyeper ve Sozh nehirleri kenarındaki sulak
alanların %26'sı radyoaktif bölgenin içinde yer alıyor. Sürekli küçük dozda
radyasyon varlığı nedeniyle, kanser, zeka geriliği, nörolojik bozukluklar ve
genetik mutasyonlardan zarar gören insan sayısı her geçen yıl artıyor.
"Çernobil" Belaruskaya Entsiklopedia
29 Nisan 1 986 günü, Polanya, Almanya, Avusturya ve Romanya'daki radyasyon
ölçüm cihaziarı çok yüksek dozda radyasyon tespit ettiler. 30 Nisan günü, sıra
!sviçre ve Kuzey ltalya'daydı. 1 ve 2 Mayıs'ta radyasyon Fransa, Belçika,
Hollanda, Ingiltere ve Kuzey Yunanistan'a ulaştı; 3 Mayıs'ta ise lsrail, Kuveyt
ve Türkiye'ye... Gaz halindeki partiküller tüm dünyayı dolaşıyordu; 2 Mayıs
günü Japonya'da, 5 Mayıs günü Hindistan'da, 5-6 Mayıs'ta ise Kanada ve ABD'de
kaydedildiler. Bir haftadan kısa bir zamanda Çernobil tüm dünyayı etkileyen bir
sorun haline gelmişti.
"Belarus'taki Çernobil Faciasmm Sonuçları"
Sakharov Uluslararasi Radyoekoloji Okulu, Minsk. Şimdi beton bir lahtin
altında·olan dördüncü reaktör, kurşun ve metalden oluşan çekirdeğinde hala 20
tondan fazla nükleer yakıt bulunduruyor. Bu yakıtın ne durumda olduğunu ise
kimse bilmiyor. Lahit başarıyla tamamlanmış bir mimari harika, St. Petersburglu
tasarım mühendisleri işleriyle gurur duyuyor olmalılar. Fakat bu yapı insansız
inşa edildi; paneller, helikopterler ve robotlar yardımıyla birbirine
tutturulduğundan çatlaklar oluştu. Bazı verilere göre 200 metrekareden fazla
yerde çatlak var ve bu çatlaklardan havaya radyoaktif partiküller karışıyor.
Lahit çökebilir mi?
Yapının birçok yerine ulaşmak ve bağlantıları kontrol etmek mümkün
olmadığından, bu soruya kimse yanıt veremiyor. Fakat lahtin yıkılması
durumunda, felaketin boyutunun 1986 yılından çok daha büyük olacağını herkes
biliyor.
Ogenyok dergisi, No: 27 Nisan 1996
Kehribarıma
“Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır.
Ama mitolojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde korunan bir
böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.”
Frank Joseph
Tin Tin
Hermesçiler tarafından kullanılan “Tin” kelimesinin anlamının “Yaşayan Erk”
“Canlı Güç”; “İçsel Öz”; “Hayatın Özü” vs gibi terimlere yakın olduğunu,
örneğin genel olarak “dini, kiliseye özgü, ruhani, eterik, kutsal” vs gibi
terimlerle karıştırılmaması gerektiğini söylediğimizde ne kast ettiğimizi
anlayacaktır. Ökültçüler “Tin” (Spirit) kelimesini “Canlandırıcı Prensip”
anlamında kullanırlar; Canlı Enerji, Mistik Güç, Yaşayan Erk gibi anlamları
vardır. Ve ökültçüler “Spritüel Erk” dedikleri şeyin (Kutupluluk Prensibi
gereğince) hem iyi hem kötü emellere ulaşmak için kullanılabileceğini kabul
ederler.
Kitaplarımı Yaktırana
Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,
Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir dogar,
Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten,
Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.
Halbuki,
Kimde hakikat gördünse sen ondan çok korktun,
Tevkifler yaptın, evleri bastın.
Neydi kastin?
Çok insan astın.
Tevkif olundum, köşküm basıldı,
Dört çuval evrakım da alindi,
Üç bin kitabim gece yakıldı,
Yıllarca peşime hafiye takıldı.
Fakat gördün ki, hiç korkmam ben,
Niçin ya hâlâ sen
Korkuyorsun hakikatten?
Kâzım Karabekir
Sebil, 13 Şubat 1976, s. 3.
İki Hükumet
Karabekir Paşa anlatıyor.
Belgeleri incelediğimde ortaya çıkan manzara daha da çarpıcıydı. Zira
hükümet adeta ikiye bölünmüştür. Bir resmî yazışmalardaki hükümet vardır, bir
de gizli hükümet. Resmî işler kâğıt üzerinde yapılırken, gizli işlerin nasıl
yüze göze bulaştırıldığı bu olayda ibretle görülüyor. Bana “Eser yaz, belge
göster, saygıyla önünde eğiliriz” diyenler, belgeyi gösterince utanmadan
devletin güvenliğini bahane ederek bastırdığım eseri nasıl ortadan
kaldıracaklarını şaşırmışlardı. Gazi’nin, “akıl doktorları’na gitmemi tavsiye
ettiği durum tamamen onların başına gelmişti. Bir ay içinde başı sonuna uymaz
abuk sabuk iş yapanların akıl doktorları tarafından muayenesi, doğrusu milletin
bugünü ve geleceği için pek hayırlı bir iş olacaktı. Bu sayede Türk tarihi de
taze taze hayat verici gerçeklere kavuşacaktı.
16 Temmuz 1933 günü evimden aldıkları belgelerin çok az bir kısmım yanm
çuvala doldurarak geri getirdiler. Çocuklarım bu yarım çuvalı görünce “Babamın
4 çuval dolusu yazılarım aldınız da ne diye yarım çuval getiriyorsunuz?”
diyerek haykırdılar.
.
Vahiy Devamlı mı?
Bir zaman Medain yönetimini elinde bulunduran Huzeyfe, Hz. Ali’ye kendi
döneminde Kur’an dışında bir vahyin bulunup bulunmadığını sorar:
"Huzeyfe Haydar’a (Hz. Ali’ye soruyu sordu: Ey Hakk'ın aslanı, ey
ileri gelenlerin övüncü, bu zamanda dünyada Kur’an'ın dışında hiç Hakk’ın vahyi
var mı?”
“Dedi, Kur’an’dan başka vahiy yoktur, fakat (Allah) dostlara iyi bir
anlayış vermiştir.
O anlayışla, tıpkı vahyin ortaya çıkışı gibi onup kelamıyla konuşurlar.”
[Attâr, Musibet-nâme, Tashih: Nûrânî Visal, Tahran 1337, s. 57]
Neyi Beğenirse
Sadî, Boston’da kendisine cenneti mi, cehennemi mi istersin diye
sorulduğunda, Allah neyi dilerse onu isterim diye cevap veren bir dîvânenin
hikâyesi anlatılır. Şu beyitler Attâr’ın olabilirdi: .
“Biri, kendinde olmayan birine şöyle yazdı: Cehennemi mi, yoksa cenneti mi
temenni edersin?
O dedi ki bana bu macerayı sorma. O benim için neyi beğenirse ben de onu
beğenirim."
La ilahe illa aşk
Mevlânâ Celaleddin, Mesnevi’sinde şöyle der: -
“Aşk, Allah’ın vasıfları sayesinde bir şeye muhtaç değildir O’ndan
başkasına âşıklık mecaz olur.”
Entelekt, İmgelem ve İletişim Sistemi
Leonardo Vinci’nin ana motivasyonlardan biri de zihinsel
yetileri beyindeki sinir yollarıyla ilgili olarak çıkarmakta olduğu sonuçlar
ışığında spekülatif bir noktaya konumlandırmasıydı. Leonardo, Tanrı'nın insana
en özel armağanı olan entelekt, imgelem ve iletişim sisteminin merkezini
anlamaya çalışıyordu. Tıpkı hizmet etmekte olduğu saraylar gibi hiyerarşik bir
sistemdi bu: "Askerler subaylara nasıl hizmet ediyorsa, sinir dalları da
adaleleriyle sinir şeritlerine öyle hizmet ediyor, subaylar komutana nasıl
hizmet ediyorsa sinir şeritleri de sensus communis'e öyle hizmet ediyor, ve
komutan lorduna nasıl hizmet ediyorsa sensus communis de ruha öyle hizmet
ediyor."
Duyulardan girdi alan mekanizma, gözlemlenebilir dünyanın gerçek haliyle
çözümlenebilmesi için beyne bilgi iletmek, öncelikle de görsel bilgi iletmek
üzere tasarlanmıştı. Ressam dünyanın bu gerçek halinin en üstün yeniden
yaratıcısıydı. İstemli hareket çıktısı da ressam için çok önemliydi. Bir sinir
ağı, (kabaca "aklın amacı" olarak çevirebileceğimiz) il concetto
dell'anima'yı yüze ve uzuvlara iletiyor, böylelikle her ifade, hareket ve
duruş, kişinin belli bir zamanda kafasından geçen düşüncelerin durumunu anlatıyordu.
Brachial plexus (omuzlardaki ve üst sırt bölgesindeki sinir ağı)
diyagramlarından birinde, Leonardo şöyle yazar: "Latince'deki kelime çekimi iyi
gramerciler için ne kadar lüzumluysa, bu demonstrasyon da iyi teknik ressamlar
için o kadar lüzumludur." Bu yüzdendir ki Son Akşam Yemeği'nde İsa'nın pek
yakında ihanete uğrayacağını açıklaması üzerine şaşkına dönen masum Büyük Yakub
ağzını ve kollarını aynı anda açarken, suçlu Yahuda, boğazının tendonlarıyla
birlikte bütün vücudu korkudan kaskatı kesilerek geri çekilir. Leonardo'nun dilinde, sinirler genellikle
chorde (şerit veya ipler)diye anılırdı ve maddesel olarak tendonlarla ve kas
lifleriyle süreklilik içindeydi. Bu anlamda, insanoğlu tam bir sinir
makinesidir
Sanki Mutlular
Dedemin zamanına dönersek, kendini bok gibi hissettiğinde şöyle düşünürdü,
“Hey, bugün berbat bir günümdeyim. N’apalım hayat böyle, ben samanları
havalandırmaya devam etmeliyim.”
Ama ya şimdi? Şimdi beş dakikalığına bile kendinizi bok gibi hissetseniz
son derece mutlu ve harika hayatları olan insanların 350 fotoğrafıyla
bombardıman ediliyorsunuz, bu durumda hatanın sizde olduğunu hissetmemeniz
imkânsız kuşkusuz.
Sürekli pozitif olmak.
Yaşamlarını hemen her şey hakkında pozitif olmakla ölçenler vardır,
işinizi mi kaybettiniz?
Şahane! Tutkularınızı keşfetmek için bir fırsat işte.
Kocanız sizi kardeşinizle mi aldattı?
Neyse, en azından çevrenizdeki insanlara ne ifade ettiğinizi öğrenmiş
oldunuz. Çocuğunuz boğaz kanserinden ölüyor mu?
Artık özel okul parası vermeyeceksiniz!
“Her şeyi iyi tarafından görmek” gibi bir şey söylenmekteyse de, gerçek şu
ki hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul
etmektir.
Negatif duyguları inkâr etmek daha derin ve daha uzun ömürlü negatif
duygulara ve duygusal işlev bozukluğuna neden olur. Sürekli pozitif olmak hayatın
sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkâr biçimidir. Doğru
değerleri ve ölçütleri seçerseniz, bu sorunlar size zindelik, kuvvet ve şevk
verebilir.
Gerçekten de basittir: İşler ters gidebilir, insanlar bizi üzer, kazalar
olur. Bu gibi şeyler kendimizi bok gibi hissetmemize neden olur. Bunda bir
sorun yoktur. Negatif duygular duygusal sağlığın gerekli bir bileşenidir. Bu
negativiteyi inkâr etmek sorunları çözmek yerine ebedileştirmektir.
Negatif duygularla ilgili püf nokta şudur:
1) Onları toplumda kabul görecekleri, sağlıklı bir şekilde ifade edin ve
2) Onları değer yargılarınızla aynı çizgide ifade edin. Basit bir örnek:
Benim değerlerimden biri şiddetten kaçınmaktır, vurmamak gibi ölçütleri vardır,
bu nedenle biri tepemin tasını attırdığında öfkemi ifade ederim, ama rakibimin
yüzüne bir yumruk atmaktan da kaçınırım. Radikal bir fikir, biliyorum. Ama
sorun öfke değildir, öfke doğaldır, öfke bir sürü durumda sağlıklı da olabilir
(hatırlayın, duygular geri-bildirimlerdir).
Birinin suratına yumruk atmak sorundur, öfke değil, öfke suratınıza inecek
yumruğumun elçisidir. Elçiyi suçlamayın. (Yüzünüze patlayan) yumruğumu
suçlayın.
Kendimizi sürekli pozitif olmaya zorlarsak yaşamdaki sorunlarımızı inkâr
ederiz. Böylelikle onları çözme ve daha mutlu olma şansımızı da yitiririz.
Sorunlar hayatımıza anlam ve önem katar. Sorunları yok saymak (sözde hoş olsa
da) anlamsız bir varoluş demektir.
*
Uzun vadede maraton koşmak bizi çikolatalı bisküvi yemekten daha çok tatmin
edecektir. Çocuk yetiştirmek video oyununda kazanmaktan iyidir. Ay sonunu
getirmeye çabalarken bütçenize yardımcı olması için arkadaşlarla küçük bir iş
kurmak yeni bir bilgisayar almaya yeğdir. Bu işler stresli, yorucu ve
çoğunlukla da tatsızdır. Sorun üzerine sorun çıkar. Yine de hayatımızın en
anlamlı anları ve yaptığımız en neşe dolu şeylerdir. Acı, mücadele, hatta öfke
ve umutsuzluk barındırırlar, ama bir kez üstesinden geldik mi, geriye döner ve
torunlarımıza nemli gözlerle neler başardığımızı anlatırız.
Freud’un bir zamanlar söylemiş olduğu gibi, “Bir gün geriye dönüp
baktığınızda mücadele günlerinizin en güzel günleriniz olduğunu göreceksiniz.”
Bu nedenle, bu değer yargıları -haz, maddi başarı, her zaman haklı olmak,
sürekli pozitif olmak- insan yaşamı için yetersiz ideallerdir. Bir insanın
yaşamının en yüce anlarından bazıları tatsız, başarısız, bilinmedik ve
negatiftir.
Önemli olan iyi değer yargılarına ve ölçütlere sahip olmaktır, haz ve
başarı bunların doğal sonuçları olarak ortaya çıkacaktır. Bunlar iyi değer
yargılarının yan etkileridir. Tek başlarına boş esriklik halleridir.
İşler Karışmaya Nasıl Başlar
1980’lerde Meredith radikal bir feminist olmuş ve çocuk tacizi hakkında
araştırmalar yapmıştır. Birbiri ardına korkunç taciz hikâyeleri duymuş ve
yıllarca özellikle ensest yaşamış küçük kızlarla ilgilenmiştir. Ayrıca o
zamanlar yayınlanan (ve sonradan aslı astarı olmadığı anlaşılan) çalışmalar
hakkında da haberler yapmıştır. Çocuk tacizini son derece abartan çalışmalardı
bunlar (en ünlüleri yetişkin kadınların üçte birinin çocukken taciz edildiğini
söyleyenidir ve bu rakam yanlıştır).
Tüm bunlar yetmezmiş gibi Meredith ensest travması yaşayan bir kadına âşık
olmuş ve onunla yaşamaya başlamıştır. Meredith’in partneriyle bağımlı ve kötü
bir ilişkisi vardır, Meredith sürekli kadını travmatik geçmişinden “kurtarmaya”
uğraşır. Ayrıca partneri Meredith’in sevgisine sahip olmak için bu travmatik
geçmişi bir silah gibi kullanır.
Meredith’in babasıyla ilişkisi daha da bozulmuştur (kızının lezbiyen bir
ilişki yaşaması adamı pek sevindirmemiştir), Meredith sıklıkla terapiye gider.
Davranışlarını idare eden kendi değer yargıları ve inançları olan terapisti,
sürekli danışanının mutsuzluğunun nedeninin sadece stresli gazetecilik mesleği
ve sorunlu ilişkileri olmadığını iddia eder. Bir şey daha olmaktadır, daha
derinde bir şey.
Tam o sıralarda bastırılmış anı terapisi adı verilen bir terapi formu aşırı
popüler olur. Terapist danışanını trans benzeri bir duruma sokarak unutulmuş
çocukluk anılarını yeniden deneyimlemeye cesaretlendirir. Bu anılar genellikle
iyidir, ama ana fikir bir kaçının travmatik de olabileceğidir.
Düşünün: Zavallı Meredith, mutsuz, her gününü ensest ve çocuk
tacizi üzerine çalışarak geçiriyor, babasına öfkeli, erkeklerle tüm ilişkileri
başarısız ve onu anlar ya da sever görünen tek insan da ensest travması yaşayan
bir başka kadın. Ah, bir de iki günde bir divana uzanıyor ve terapisti
hatırlayamadığı bir şeyi hatırlaması için kafasının etini yiyor. İşte, hiç
olmamış bir cinsel taciz anısının uydurulması için kusursuz reçete.
Psikiyatristlere de inanmayın bazı konularda…bu da oluyor.
Neye İnandırıldığınız Konusunda Dikkatli Olun
1988 yılında, gazeteci ve feminist yazar Meredith Maran terapi görürken
önemli bir şeyi fark etti: Babası çocukken ona cinsel tacizde bulunmuştu. Bu
onun için bir şok oldu, yetişkin hayatının büyük kısmında unutmuş olduğu
bastırılmış bir anıydı. Otuz yedi yaşında babasıyla yüzleşti ve olanları
ailesine anlattı.
Meredith’in verdiği haber tüm aileyi dehşete düşürdü. Babası hemen konuyu
inkâr etti. Bazı aile üyeleri Meredith’in yanında yer aldılar. Aile ağacı ikiye
bölünmüştü. Ve Meredith’in bu suçlamasının çok öncesinden beri babasıyla
ilişkisini tanımlayan acı bir küf gibi ağacın dallarını kaplamıştı. Her şeyi
parçaladı.
Sonra 1996’da, Meredith başka bir önemli şeyi fark etti: Babası ona cinsel
tacizde bulunmamıştı. O iyi niyetli terapistin yardımıyla bu anıyı uydurmuştu. Suçluluk içinde kıvranan Meredith
babasının ömrünün geri kalanında onunla ve diğer aile üyeleriyle uzlaşması için
çabaladı, sürekli açıklamalarda bulundu, özür diledi. Ama çok geç kalmıştı.
Babası vefat etti ve ailesi bir daha eskisi gibi olmadı.
Meredith’in yalnız olmadığı anlaşıldı. Otobiyografisi Benim
Yalanım: Yanlış Bir Anının Gerçek Hikâyesi adlı kitabında anlattığı
gibi, 1980’lerde birçok kadın ailesinin
erkek üyelerini cinsel tacizle suçlamışlar, sonra bunların doğru olmadığı
ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde yine aynı yıllarda birçok kişi
çocukları taciz eden satanik bir kült olduğunu iddia etmiş, onlarca şehirde
yapılan araştırmalara rağmen polis bu çılgın uygulama hakkında hiçbir kanıt
bulamamıştı.
Peki neden insanlar durup dururken ailelerde ve kültlerde korkunç taciz
anıları uydurmuşlardı? Ve neden bunlar 1980’lerde oluyordu ?
Çocukken hiç kulaktan kulağa oynadınız mı? En yakınızdakinin kulağına bir
şey söylersiniz, on kişi kulaktan kulağa aktarır ve sonuncunun duyduğunun sizin
söylediğinizle ilgisi yoktur. İşte anılarımız da böyle işler.
Bir şey deneyimleriz. Birkaç gün sonra onu biraz farklı hatırlarız, sanki
kulağımıza fısıldanmış ve yanlış duyulmuş gibi. Sonra birine anlatırız ve
kurgudaki birkaç boşluğu kendi uydurmalarımızla doldururuz ki her şey anlamlı
olsun ve karşımızdaki bizi deli sanmasın. Sonra o doldurduğumuz zihinsel
boşluklara inanırız ve bir daha anlattığımızda yine tekrarlarız. Ama gerçek
olmadıkları için birazcık farklı söyleriz. Bir yıl sonra sarhoşken aynı
hikâyeyi bir daha anlatırız ve biraz daha uydururuz, hadi dürüst olalım, üçte
birini baştan yazarız. Ertesi hafta ayıkken bunu itiraf edip yalancı gibi
gözükmek istemeyiz ve hikâyemizin yeni gözden geçirilmiş sarhoş çeşitlemesine
sadık kalırız. Beş yıl sonra Tanrı’ya, annemin mezarı üzerine yemin ederim ki
hikâyemiz en fazla yüzde elli doğrudur.
Seçen Biziz
William James’in sorunları vardı, gerçekten kötü sorunlar.
Varlıklı ve toplumda önde gelen bir ailede doğmuştu, ama daha doğuştan
hayatını tehdit eden sağlık sorunları vardı: Bir göz hastalığı çocukken geçici
körlük yaşamasına neden olmuştu; ciddi bir mide sorunu nedeniyle aşırı
kusuyordu, bu nedenle çok sert ve çok duyarlı bir diyet uygulaması gerekiyordu;
iyi duyamıyordu; sırt ağrıları o kadar ciddiydi ki çoğu günler oturamıyor,
ayakta duramıyordu.
William sağlık sorunları nedeniyle yaşamının çoğunu evde geçiriyordu. Pek
arkadaşı yoktu, iyi bir öğrenci değildi. Günlerini resim yaparak geçiriyordu.
Bu sevdiği ve yaparken kendini iyi hissettiği tek şeydi.
Ne yazık ki kendisinden başka iyi resim yaptığını düşünen yoktu. Yetişkin
biri olduğunda kimse resimlerini satın almadı. Ve yıllar geçtikçe, zengin bir
iş adamı olan babası tembelliği ve yeteneksizliği nedeniyle onunla alay etmeye
başladı.
Bu arada erkek kardeşi Henry James dünya çapında ünlü bir yazar olmuştu,
kız kardeşi Alice James de yazar olarak iyi para kazanıyordu. William ailenin
beceriksizi, kara koyunuydu.
Genç adamın geleceğini kurtarma girişimiyle, babası iş ilişkilerini
kullanarak onu Harvard Tıp Fakültesi’ne kayıt ettirdi. Bunun son şansı olduğunu
da söyledi. Bunu da mahvederse, onun için umudu kalmayacaktı.
William Harvard’da kendini asla huzurlu ve evinde hissetmedi. Tıp ilgisini
çekmiyordu. Zamanının çoğunu kendini bir sahtekâr gibi hissederek geçiriyordu.
Kendi sorunlarının üstesinden gelemiyorsa, başkalarına nasıl yardım edebilirdi
ki? Psikiyatri bölümünde geçirdiği bir günün ardından günlüğüne hastalarla
doktorlardan çok daha fazla ortak noktası olduğunu
yazdı. ,
Aradan birkaç yıl daha geçti ve William babasının onayı olmadan tıp fakültesini
bıraktı. Babasının öfkesiyle boğuşacağına evinden uzaklaşmayı tercih etti. Amazon
Yağmur Ormanlarına yapılacak bir keşif gezisine yazıldı.
1860 yılıydı ve kıtalararası yolculuklar zor ve tehlikeliydi. Çocukken
Oregon Trail adlı bilgisayar oyununu oynadıysanız, işte öyle bir şeydi;
dizanteri, boğulan öküzler falan.
William Amazon’a kadar gidebildi ve gerçek hikâye orada başladı. Kırılgan
sağlığı şaşırtıcı biçimde buraya dayandı. Ama daha keşif gezisinin ilk günü
suçiçeğine yakalandı ve neredeyse ormanda ölüyordu.
Ardından sırt ağrıları geri döndü ve William yürüyemez oldu. Suçiçeğinden
güçsüz düşmüş ve bir deri bir kemik kalmış, sırtı nedeniyle hareket edemeyen
William Güney Amerika’nın ortasında yalnız kaldı (diğer kaşifler yola onsuz
çıktılar), eve nasıl döneceğini bilmiyordu ve bu aylar sürecek yolculuk onu
nasıl olsa öldürecekti. Ama bir şekilde New England’a ulaşabildi ve orada hayal
kırıklığı zirveye ulaşmış olan babası tarafından karşılandı. Genç adam
artık o kadar da genç değildi, otuzuna yaklaşmıştı, hâlâ işsizdi, neye el atsa
başarısız olmuştu, ona sürekli ihanet eden bedeninde düzelme emaresi yoktu. Ona
verilen tüm fırsatlara ve sahip olduğu tüm avantajlara karşın hayatındaki her
şey dağılmıştı, sabit kalan tek şey ıstırap ve hayal kırıklığıydı sanki. William
derin bir depresyona girdi ve intihar etme planları yapmaya başladı.
Bir gece, filozof Charles Peirce’in kitabını okurken küçük bir
deney yapmaya karar verdi. Günlüğüne bir yıl boyunca yaşamında her ne
olursa olsun yüzde yüz kendisi sorumluymuş gibi davranacağını yazdı. Bu
sürede, başarısızlık ne kadar kesin gözükse de koşullarını değiştirmek için
elinden geleni yapacaktı. Bu bir yıl içinde hiçbir şey düzelmezse,
içinde bulunduğu koşullara karşı kesinlikle güçsüz olduğu kanıtlanmış olacaktı
ve o zaman hayatına son verecekti.
Hikâyenin ana fikri mi?
William James dediğini yaptı ve Amerikan psikolojisinin babası oldu. Kitapları onlarca dile çevrildi ve
neslinin en önemli entelektüellerinden/felsefecilerinden/psikologlarından biri
olarak saygı gördü. Harvard’da ders verdi ve dersler vererek ABD ve Avrupa’nın
büyük bölümünü dolaştı. Evlendi, beş çocuğu oldu (içlerinden biri, Henry, dünya
çapında bir biyografi yazarı olarak Pulitzer Ödülü kazandı). William James bu
küçük deneyine daha sonra yeniden doğuş adını takacak ve hayatında
gerçekleştirdiği her şeyin primini ona verecekti.
Tüm kişisel gelişim ve büyüme aynı basit farkındalıktan ortaya çıkar ve
gelişir: Bizler birer birey olarak dışsal etkenler ne olursa olsun
yaşamımızdaki her şeyden sorumluyuz.
Başımıza gelenleri kontrol edemeyiz. Ama başımıza gelenleri nasıl yorumladığımızı ve
nasıl tepki gösterdiğimizi her zaman kontrol edebiliriz.
Bilinçli olarak bunu kabul etsek de, etmesek de, her zaman
deneyimlerimizden sorumluyuz. Olmamamız mümkün değil. Bilinçli olarak
hayatımızdaki olayları yorumlamamayı seçmek de hayatımızdaki olayları
yorumlamak anlamına gelir. Hayatımızdaki olaylara tepki göstermemek de tepki göstermenin bir
şeklidir.
Bir palyaço arabası size çarpıp devirse ve bir otobüs dolusu okul çocuğu
sizinle dalga geçse de, bunun anlamını yorumlamak ve ne tepki vereceğinizi
seçmek sizin sorumluluğunuzdur.
İster beğenelim, ister beğenmeyelim, başımıza gelenlerde ve içimizde olup
bitenlerde her zaman etkin bir rolümüz vardır. Her zaman her anın, her olayın
anlamını yorumlarız. Yaşayacağımız değer yargılarını ve başımıza gelen her şeyi
ölçtüğümüz ölçütleri her zaman seçeriz. Sıklıkla seçtiğimiz ölçüte göre
aynı olayın iyi de, kötü de olabileceğini görürüz.
Mesele şudur: Kabul etsek de etmesek de her zaman seçeriz. Her zaman.
Gerçekte hiç kafaya takmamak diye bir şey yoktur. Bu imkânsızdır. Hepimiz
bir şeyleri kafaya takarız. Hiçbir şeyi kafaya takmamak da bir şeyi kafaya
takmaktır.
Gerçek soru şudur: Neyi kafaya takmayı seçiyoruz? Eylemlerimizi hangi
değerlere temellendiriyoruz? Hayatımızı ölçmek için hangi ölçütleri seçiyoruz?
Bunlar iyi seçimler mi, iyi değerler, iyi ölçütler mi?
Travmatik Bokluk Bu Ergenlik
Tüm ebeveynler gibi kendi hikâyeleri, kendi yolculukları ve kendi sorunları
var. Tıpkı kendi ebeveynleri, ebeveynlerinin ebeveynleri... gibi. Ve tüm
ebeveynler gibi, benim annemle babam da sorunlarının bir kısmım bize
aktardılar, muhtemelen ben de aynısını çocuklarıma yapacağım.
Bunun gibi “gerçekten travmatik bokluk” hayatlarımızı
kapladığında bilinçdışımızda asla çözemeyeceğimiz sorunlarımız varmış gibi
hissederiz. Sorunlarımızı çözmeye yeterli olmadığımızı varsaymamız da kendimizi
zavallı, çaresiz hissetmemize neden olur.
Bir şeye daha neden olur. Çözümsüz sorunlarımız varsa, bilinçdışımız bir
şekilde ya son derece özel ya da son derece defolu olduğumuza ve kimselere
benzemediğimize karar verir, demek ki kurallar bizim için farklı olmalıdır.
Daha basit bir ifadeyle: Kendimizi hak kazanmış görürüz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar