Print Friendly and PDF

Bilgi Kutusu 5

Bunlarada Bakarsınız






Özel değilsin

Sorunlarınız arasında tekil ya da özel olan pek bir şey yoktur. Bu nedenle ucunu bırakmak özgürleştiricidir.

Mantıksız bir şekilde her şeyden emin olursak kendi düşüncelerimizde kayboluruz. Düşecek uçağın sizinki olduğunu, projenizin aptalca olduğunu ve herkesin güleceğini, herkesin seçeceği, alay edeceği ya da yok sayacağı kişinin kendiniz olduğunu düşünürseniz, örtük biçimde kendinize, “Ben istisnayım, kimselere benzemiyorum, farklı ve özelim,” demiş olursunuz.

Bu saf ve basit narsisizmdir. Sorunlarınıza farklı yaklaşılması gerektiğini, sorunlarınızın tekil bir matematiği olduğunu ve fiziksel evrenin yasalarına uymadıklarını düşünürsünüz.

Öyle ise: özel ve biricik olmayın. Ölçütlerinizi dünyevi ve geniş bir şekilde yeniden tanımlayın. Kendinizi yükselen yıldız ya da keşfedilmemiş dahi sanmayın. Kendinizi dünyevi kimliklerle tanımlayın: bir öğrenci, partner, arkadaş, yaratıcı.

Kendiniz için seçtiğiniz kimlik ne kadar dar ve nadirse, her şey sizi o kadar fazla tehdit eder. Bu nedenle kendinizi mümkün olan en basit ve olağan şekilde tanımlayın.

Başarısızım

“Tanrım, sürekli bu geri bildirim döngüsünü tekrarlıyorum, bunu yaptığım için başarısızlığa, mutsuzluğa mahkûmum. Durmam gerek. Ah Tanrım! kendimi başarısız biri olarak gördüğüm için başarısız hissediyorum. Kendime başarısız demekten vazgeçmeliyim. Allah kahretsin! Yine aynı şeyi yapıyorum! Gördünüz mü, başaramıyorum işte!

Sakin ol arkadaşım. İster inan ister inanma, bu insan olmanın güzelliklerinden biridir. Hayvanların ikna edici düşünceleri olduğu söylenemez, ama biz insanlar düşüncelerimiz hakkında düşünce sahibi olma lüksüne de sahibiz.

Çabalamayın

Varoluşçu bir felsefeci olan Albert Camus (bunu söylerken asit etkisinde olmadığına eminim) şöyle demiştir: “Mutluluğun nedenini aramaya devam ederseniz asla mutlu olamazsınız. Yaşamın anlamını ararsanız asla yaşayamazsınız.”

Ya da daha basitçe:

Çabalamayın.

Tersine Yasa

Son derece akıl karıştırıcı. Biraz kafanızı boşaltmanız ve bel­ki yeniden okumanız gerekebileceği için size bir dakika verece­ğim: Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve paradoksal olarak, insanın negatif deneyi­mini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir. Bu felse­feci Alan Watts’ın “tersine yasa” adını verdiği şeydir; kendinizi daha iyi hissetmeye çalıştıkça daha az tatmin olacaksınız, zaten bir şeyi elde etmek için bunca çabalamak ona sahip olmadığı­nız düşüncesini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Umutsuzca zengin olmayı arzularsanız, ne kadar para kaza­nırsanız kazanın kendinizi daha yoksul ve değersiz hissedersi­niz. Seksi olmayı ve arzulanmayı umutsuzca istedikçe, fiziksel görünümünüz ne olursa olsun kendinizi giderek daha çirkin hissedersiniz. Mutlu olmayı ve sevilmeyi umutsuzca arzula­dıkça, çevrenizde kim olursa olsun kendinizi yalnız hisseder ve korkarsınız. Spiritüel aydınlanma peşinde koştukça, oraya ulaşmayı denedikçe daha sığ ve ben merkezci olursunuz.

 

Çabalama

Charles Bukowski alkolik, kadın düşkünü, kronik kumarbaz, zorba, cimri ve en kötü günlerinde de şairdi. Muhtemelen tavsiye isteyeceğiniz ya da bir kişisel-gelişim kitabında bulmayı umduğunuz en son adamdır.

İşte bu yüzden başlamak için çok iyi bir yerdir.

Bukowski yazar olmak istiyordu. Ama yıllarca her dergi, gazete, yayınevi, ajans onu reddetti. Yazılarının iğrenç, ham, korkunç, ahlâksız olduklarını söylediler. Red mektupları biriktikçe, Bukowski de alkolün tetiklediği, ömrünün büyük bölümünde yakasını bırakmayan derin bir depresyonun içine düştü.

Bukowski geçimini sağLmak için postanede mektupları tanzim ediyordu. Aldığı maaş berbattı ve çoğunu içkiye harcıyordu. Kalanını da yarışlara yatırıyordu. Geceleri tek başına içiyor ve bazen eski daktilosunda şiirler döktürüyordu. Çoğunlukla düşüp sızdığı yerde uyanıyordu.

Otuz yıl bu anlamsız alkol, uyuşturucu, kumar ve fahişe bulanıklığının içinde yaşadı. Elli yaşına geldiğinde, tüm yaşamını başarısızlıklar içinde kendine lanet okuyarak geçirdikten sonra, küçük, bağımsız bir yayınevinin editörü ona tuhaf bir ilgi duydu. Bu editör Bukowski’ye fazla para ya da satış garantisi veremiyordu. Ama bu ayyaş başarısıza tuhaf bir sevgi duyuyordu ve şansını denemeye karar verdi. Bukowski’nin eline geçen ilk fırsattı ve kendisinin de farkında olduğu gibi, muhtemelen de tek fırsat olacaktı. Bukowski editöre şöyle yazdı: “iki şansım var, ya bu postanede kalacağım ve delireceğim... ya da istifa edeceğim, yazarı oynayacağım ve açlıktan öleceğim. Açlıktan ölmeye karar verdim.”

Kontratı imzaladıktan sonra, ilk romanını üç haftada yazdı. Adı “Postane” idi, ithaf bölümünde de “kimseye ithaf edilmemiştir” yazılıydı.

Bukowski yazar ve şair olarak başarı kazanacaktı. İşine devam edecek, altı roman ve yüzlerce şiir yazacak, kitapları iki milyondan fazla satacaktı. Popülerliği herkesin, özellikle de kendisinin beklentilerini aştı.

Bukowski’ninki gibi başarılar kültürel anlatı tarihimizin ekmeğidir. Bukowski’nin hikâyesi Amerikan Rüyası’nın vücut bulmuş şeklidir: İstediğini gerçekleştirmek için mücadele eden, asla vazgeçmeyen ve sonunda en çılgın hayallerinde bile aklına gelmeyen başarılara kavuşan insan. Bu başlamak üzere olan bir filmdir aslında. Hepimiz Bukowski’ninki gibi hikâyeler arar ve şöyle deriz: “Gördün mü, asla vazgeçmemiş. Denemeyi hiç bırakmamış. Kendine inancını hiç yitirmemiş. Tüm tersliklere rağmen inat etmiş ve sonunda kendinden bir şey yaratmış!”

O zaman Bukowski’nin mezar taşında “Çabalama” yazması tuhaf değil mi?

Demek ki kitap satışlarına ve ününe rağmen Btıkowski mutlu değildi ve bunu biliyordu. Başarısının kaynağı da kazanmak konusundaki azmi değil, mutsuz biri olduğunu bilmesi, bunu kabul etmesi ve dürüstçe bunun hakkında yazmasıydı. Asla olduğundan başka biri olmaya uğraşmadı. Bukowski’nin çalışmalarındaki deha inamlmaz zorlukları yenmesinde ve kendini edebiyatın parlak yıldızlarından birine dönüştürmesinde değildi. Tam tersine, tümüyle, çekinmeksizin, kendine karşı, özellikle de kendisinin en kötü yanlarına karşı dürüst olmasında ve başarısızlıklarını bocalamadan, kuşkuya düşmeden paylaşabilmesindeydi.

Bukowski’nin başarısının gerçek hikâyesi buydu: Mutsuz biri olarak kendi kabuğunda rahat olması. Bukowski’nin başarıya aldırdığı falan yoktu. Ün kazandıktan sonra bile, şiir okumalarında dinleyicilerinin üstüne gider, onlara sözel şiddet uygulardı. Hâlâ kendini başkalarının önünde sergiler, bulabildiği her kadınla yatmaya çalışırdı. Ün ve başarı onu dal t iyi biri yapmadı. Ne de di ha iyi birine dönüştüğü için ün ve başarı kazandı.

Kişisel-gelişim ve başarı genellikle birlikte meydana gelirler. Ama bu illa da aynı şey oldukları anlamına gelmez.

Bugün içinde yaşadığımız kültür takıntılı biçimde gerçek dışı pozitif beklentilere odaklanmıştır: Daha mutlu ol. Daha sağlıklı ol. En iyisi ol, başkalarından daha iyi ol. Daha zeki, zengin, seksi, popüler, üretken ol, imrenilen ve hayranlık duyulan biri ol. Kusursuz ol, yataktan-selfi-çekmeye-hazır- çıkan karına ve kusursuz çocuklarına her sabah veda öpücüğü vermeden önce on iki karattık pırlanta tanelerinin içine sıç, sonra helikopterinle seni son derece tatmin eden işine uç ve günlerini bir gün gezegeni kurtaracak olan son derece anlamlı işler yaparak geçir.

Ancak durup da gerçekten düşününce görürüz ki, tüm pozitif ve mutlu kişisel-gelişim kitaplarında, konuşmalarında sürekli okuyup dinlediğimiz gibi, geleneksel hayat tavsiyesi aslında sahip olmadığımızı tamir etmeye, ikâme etmeye uğraşmaktır. Neleri kişisel yetersizlikleriniz, başarısızlıklarınız olarak algılıyorsanız onlara ışık tutar ve onları sizin için vurgularlar. Para kazanmanın en iyi yöntemlerini öğrenirsiniz çünkü yeterince paranız olmadığını düşünürsünüz. Aynanın önünde durup güzel olduğunuzu olumlarsınız çünkü kendinizi güzel hissetmezsiniz. Biriyle çıkma ve ilişki tavsiyeleri alırsınız çünkü kendinizi sevilecek biri gibi görmezsiniz. Daha başarılı olmak konusunda saçma sapan görselleştirme alıştırmaları yaparsınız çünkü kendinizi yeterince başarılı bulmazsınız.

İroniktir ama, pozitife, daha iyi olana, en iyiye olan bu takıntı bize sadece durmadan ne olmadığımızı, neye sahip olmadığımızı, ne olabilecekken olmayı başaramadığımızı hatırlatır. Gerçekten mutlu biri aynanın karşısına dikilip de kendine ne kadar mutlu olduğunu söyleyip durmak ihtiyacı duymaz, değil mi? O sadece mutludur.

Teksas’da şöyle bir deyiş vardır: “En yüksek sesle havlayan en küçük köpektir.” Kendine güven duyan biri kendine güven duyduğunu kanıtlama ihtiyâcı hissetmez. Zengin bir kadın kimseyi zengin olduğuna ikna etme ihtiyacı içinde değildir. İnsan ya zengindir, kendine güvenlidir ya da değildir. Durmadan bir şeyin hayalini kurarsanız, durmadan aynı bilinçdışı gerçeği güçlendirirsiniz: Hayalini kurduğunuz şey değilsiniz ya da ona sahip değilsiniz.

TV reklamları ve herkes daha iyi bir yaşamın anahtarının daha iyi bir iş, daha güçlü bir araba, daha güzel bir sevgili, çocuklar için şişme havuzu olan bir jakuzi olduğuna inanmanızı istiyor. Dünya size durmadan daha iyi bir yaşama kavuşmanın yolunun fazlası, fazlası, fazlası olduğunu söylüyor; daha fazla satın al, daha fazlasına sahip ol, daha fazla yap, daha fazla seviş, daha fazla ol. Sürekli her şeyi kafanıza takmanızı, durmadan çabalamanızı söyleyen mesajların bombardımanı altındasınız. Yeni TV’yi kafana tak. Mesai arkadaşlarından daha iyi bir tatil geçirmeye çabala. Yeni bahçe süsleri al. En iyi şelfi sopasına sen sahip ol.

Neden? Bana kalırsa ne kadar çok şeyi kafanıza takarsanız, satışlar da o kadar artar da ondan.

İşlerinizin iyi gitmesinde yanlış bir şey yok elbette, sorun her şeyi bu kadar kafaya takmanın akıl sağlığınıza iyi gelmeyecek olmasıdır. Yüzeysel ve sahte olana fazlaca bağlanmanıza neden olur, böylece yaşamınızı mutluluk ve tatmin serabının peşinde koşarak harcarsınız. Daha iyi bir yaşamın anahtarı daha fazlasına sahip olmaya çabalamak değildir; daha aza önem vermektir, gerçekten doğru ve o anda önemli olana aldırmaktır.


İn nomine domini

01 Ekim 2017- Mehmet Ödemiş

Geçen haftaki yazımızda demiştik ki; Modern medeniyetin paradoksal gerçeği; özgürleştirerek köleleştirmek, öğreterek cahilleştirmek, teşhir ederek teshir etmek (hipnotize etmek), popülarize ederek yok etmek, konuşturarak susturmaktır.

     

Modern medeniyetin paradoksal gerçeği; özgürleştirerek köleleştirmek, öğreterek cahilleştirmek, teşhir ederek teshir etmek (hipnotize etmek), popülarize ederek yok etmek, konuşturarak susturmaktır.

Özgürleşmek, modern insanın sandığının aksine habire kendine tapınmaktan/tepinmekten mütevellit değildir. İnsanın özgürlük mücadelesinin iki yönü vardır: Biri içe, diğeri dışa dönüktür. İçe dönük mücahede; kendi duygu ve düşüncelerinin, heva ve hevesinin bendesi olmaya karşı verilen savaşımı ifade eder. Dışa dönük olansa hariçten empoze edilen her türlü fiziksel ve kültürel baskıya karşı gösterilen dirençtir. Burada amaç, insanın fıtratına yabancılaşmasına yol açacak dinî/mezhebî yorumlar da dahil olmak üzere tüm gayr-i fıtri yollardan azat olması ve hayatında anbean hiçleşen Yaratıcının sunduğu varoluşsal hürriyeti içselleştirmesidir. Ki bu özgürlük, yerde değil gökte aramakla ve varlığını  müteal bir varlığa teslim etmekle elde edilir.

“In nomine domini./ İyi ve kötüyü bileceksiniz, Tanrı gibi olacaksınız.”

Kitab-ı Mukaddes’ten bir cümle.

Bu ibare, Latincede besmele benzeri fonksiyon ifa eden bir sembolizme delalet etmekle birlikte İsa’dan mülhem insanın tanrılaşma arzusunu imlemektedir. Hristiyanların önlerinde duran bir insan-tanrı modeli bulunduğu için bu ideal, İseviler nezdinde tasnif dışı değildir. Nihayetinde kilisenin usulleriyle gerçekleştirilemeyen bu erek, aydınlanmacı bilimin hümanist sondajlarıyla realize edilmiştir. Kilise hayatta kalmak için aydınlanmacı paradigma ile zoraki bir izdivaç kurmuştur. İnsanın özgürleşerek tanrı gibi olacağı sanrısı, bu döllenmenin bir neticesidir. Çoğu mütefekkir, modern bilimin ve onu besleyen düşüncenin materyalist olduğunu iddia eder. Bu doğrudur. Ancak aydınlanma sapması, insanı yücelterek ilahlaştırmaya niyetlendiyse bunun makablindeki fikrin; muharref Hristiyanlıktaki insan-tanrı inancından kaynaklanmadığını kim söyleyebilir!

Oysa İsevilerin iddialarının aksine iyinin ve kötünün bilgisini elde etmek, varoluşsal düzlemde insanı tanrılaştırmaz. Yalnızca İlahi olana/alana daha yakın tutar. Aslında kutsal metinlerle kurulan ilişkide ortaya çıkan her yanlış anlama, bir tahriftir. Gadamer, “her anlama bir yanlış anlamadır” derken belki de İsevilerin kutsal kitapla kurduğu ilişkiye bakıyordu.

......

Speak that my I see theeKonuş ki seni görebileyim.

El-kelamü sıfatü’l mütekellim. Söz söyleyenin sıfatıdır.

Küresel Anglosakson-Batı medeniyetinin temel postulatına göre; görünür olmanın yolu konuşmaktan geçer. Şimdilerde garbın köksüz  ve dipsiz medeniyetinden doymak bilmez bir haz ve iştihayla beslenen şarkın çocukları da sözün kalp gümüş, sükutun som altın olduğunu unutmuş görünüyorlar. Zira görünür olmak için debelenip duruyoruz. Gerçek hayatta cesaret edip ortaya koyamadığımız siretleri, sanal alemin sahte suratlarında parlatıp fenomen olmaya çabalıyoruz.

Post modern zamanların cahiliye nefesi taşıyan gettolarında, en sıradan bireylerin  dahi mütevazi menkıbelerini adadığı devrimlerini, tanrılaşma aşkıyla yediğini görünce, zihnimin anlam haritasında sınırlar yeniden çiziliyor.

Aynileşmesi gerekenler ayrıksılaşırken neredeyse diğer her şeyin birbirine benzediği, muhtemeldir ki bu ahir zaman diliminde; belki de en doğrusu susmak.

Nevfel oğlu Varaka’nın  bir vakitler hatırlattığı Tevrat’ın ünlü deyişi ile bitirelim: Her söz eksiktir ve insan söz söylemeye kadir değildir.

Baki selam...


Varis

Hazret-i İsa “aleyhisselâm” ve Hazret-i Mehdi ve İmam-ı Rabbani “kuddise sırruh” (Nübüvvet yolu) ile vasıl olduğundan, vasıtaya ihtiyaçları yoktur. Hz Ebu Bekr-i Sıddık “radiya’llâhü anh”, nübüvvet (şeriat) yolunda Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” vekilidir. Velayet yolunda ise Hz. Ali Kerremallâhü veche varisidir.

Karşılaşınca (Bir şairi taklit)

Seher vakti görünce gözüm sultanını,

Dedim sultan mısın? O dedi yok-yok.

Gözleri ışıltılı , elleri kınalı,

Dedim Çolpan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim ismin nedir? Dedi Ayhan'dır,

Didim yurdun nere? Dedi Turpan'dır,

Dedim başındaki? Dedi hicrandır,

Dedim hayran mısın? O dedi yok-yok.

Dedim aya benzer, dedi yüzüm mü?

Dedim yıldız gibi, dedi gözüm mü?

Dedim ışık saçar, dedi sözüm mü?

Dedim volkan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim kıyak  nedir? Dedi kaşımdır,

Dedim kunduz  nedir? Dedi saçımdır,

Dedim on beş nedir? Dedi yaşımdır,

Dedim canan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim deniz nedir? Dedi kalbimdir,

Dedim rânâ nedir? Dedi lebimdir,

Dedim şeker nedir? Dedi dilimdir,

Dedim ver ağzıma? O dedi yok-yok.

Dedim zincir var, dedi boynumda,

Dedim ölüm var, dedi yolumda,

Dedim ya bilezik? Dedi kolumda,

Dedim korkar mısın? O dedi yok-yok.

Dedim niçin korkmazsın? Dedi Tanrım var,

Dedim ya başka? Dedi halkım var,

Dedim daha yok mu? Dedi ruhum var,

Dedim memnun musun? O didi yok-yok.

Dedim istek nedir? Dedi gülümdür,

Dedim ya mücadele? Dedi yolumdur,

Dedim Ötkür neyindir? Dedi kulumdur,

Dedim satar mısın? O didi yok-yok.

8 Mart 1948, Ürümçi

Uygur Türkçesi ile asıl metin. (Uygurlar arap harfleri kullanıyor - Hülya hanım bize latin harfleri ile metni yeniden yazdı)

Uçraşqanda (Bir şairğa täqlit

Sähär körgän çeğim közüm sultanini,

Didim sultanmusän? U didi yaq-yaq.

Közliri yalqunluq, qolliri χeniliq,

Didim Çolpanmusän? U didi yaq-yaq.

Didim ismiŋ nimä? Didi Ayhandur,

Didim yurtuŋ qeyär? Didi Turpandur,

Didim beşiŋdiki? Didi hicrandur,

Didim häyranmusän? U didi yaq-yaq.

Didim ayğa oχşar, didi yüzümmu?

Didim yultuz käbi, didi közümmu?

Didim yalqun saçar, didi sözümmu?

Didim volqanmusän? U didi yaq-yaq.

Didim qiyaq nädur? Didi qaşimdur,

Didim qunduz nädur? Didi saçumdur,

Didim on beş nädur? Didi yeşimdur,

Didim cananmusän? U didi yaq-yaq.

Didim deŋiz nädur? Didi qälbimdur,

Didim räna nädur? Didi levimdur,

Didim şekär nädur? Didi tilimdur,

Didim bir ağzimä? U didi yaq-yaq.

Didim zäncir turar, didi boynumda,

Didim ölüm bardur, didi yolumda,

Didim biläzükçu? Didi qolumda,

Didim qorqarmusän? U didi yaq-yaq.

Didim niçün qorqmassän? Didi Täŋrim bar,

Didim yäniçu? Didi χälqim bar,

Didim yänä yoqmu? Didi ruhim bar,

Didim şükranmusän? U didi yaq-yaq.

Didim istäk nädur? Didi gülümdur,

Didim çelişmaqqa? Didi yolumdur,

Didim Ötkür nimäŋdur? Didi qulumdur,

Didim satarmusän? U didi yaq-yaq.

1948 yil 8 Mart, Ürümçi

Hikâyeler

"Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar:

ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.." -Tolstoy-

Fransa'da Çocuk Doktorunun Bronş Temizleme Yöntemi

https://www.youtube.com/watch?v=wyiQXJYOKd8&feature=youtu.be

**

İnanç Kalkanı

Ortalıktan kaybolmalısın uyumalı ve özgür uyanmalısın.

Gökkubenin seçtiğini yeryüzü lanetleyecek!

Savaşımız insanlık soyuna değil.

Kutsal ruhların garezine karşı.

İnanç kalkanınızı kaldıralım havaya

Düşmanın ateşli oklarını söndürelim!

Rüzgar bir taşın altına sıkıştırılamaz.

Gökkubbe biliyor, yeryüzü biliyor ve sen biliyorsun.

Biz zaten tekiz, aynı gökyüzü ve yeryüzü gibi.

Bizden Daha İyi Bilenler Var

Bir Kızılderili Öğretisi diyor ki:

Bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç;  At hiçbir zaman kötü su içmez.  Kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye. Sivrisineklerin yerleştiği mantarları korkusuzca topla. Köstebeklerin kazdığı yere ağaç dik.  Yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap.  Sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz.  Horozlarla beraber uyu ve uyan ki tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin.  Daha çok yeşillik ye, ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin.  Daha çok yüzmeye git, ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin. Daha sık gökyüzüne bak, daha az ayaklara,  böylece düşüncelerin daha net ve hafif olacaktır.  Konuşmak yerine, daha çok sessiz kal; "Böylelikle ruhun sakinliğe ve huzura erebilecek."

Kendini kendin için ara ; başkalarının senin için yol çizmesine izin verme . Bu yalnız senin , yalnız senin yolun. Başkaları seninle yürüyebilir ama senin için yürümez.  Kızılderili atasözü 

Herkesi kendine eşit gör. Her kim olursa olsun. Bir insanı küçümsemek akılsızlık, çok büyük görmekse korkaklıktır.  Kızılderili atasözü

Hanın Vefası

karanlık gecelerde rüyamdasın,

gündüz aydınlığında gönlümdesin!

"sabahtan söylenen sözleri

akşamleyin unutan,

akşamdan söylenen sözleri

sabahleyin unutan

kimse utanmalıdır! eskiden verilen sözler değişmez!

'senin bu iyiliğini unutmayacağıma,

nesline ve neslinin nesline gereken mukabelede bulunacağıma

yüksek tanrı (sema) ile yer kutları şahit olsun!

"gölgemden başka dostum yokken

bana gölge oldunuz

gönlümü teskin ettiniz,

sizi unutmıyacağım

Burhan

Budistlerce mukaddes sayılan Burhan ( —Buda) isminin yerine kullanılmıştır.

Kim

Geleceği Ulu Tanrı,

Olacağı, sezen bilir.

N.Y. Gençosmanoğlu

İsim Koyma

Çocuğa 40 günde ad verilir ancak 12. yaştan sonra bu adı değişti rebilirsin. 12. yaştan önce çocuğa büyük  isimler vermek, yaramaz. 12. yaştan önce kahraman, bahadır, Kağan gibi büyük adlar versen çocuğa ağır gelir ve göz değer.

12. yaştan sonra da küçük isimler vermekte yaramaz.

12. yaşta çocuğa büyük, isimler verme gerekir.

12. yaştan sonra 24, 36, 48. yaşlarda da isim değişebilir. Kutluk Kağan, Cengiz Han da böyle olmuştur. (Mustafa Kemalin de adı değişip Atatürk olmuştur ve değişen adı ile yaşamıştır. ”

Arapça

Gerçekten de Arapça genelde üç sessiz harften oluşan kelime kökleri ve bunlardaki sınırsız genişleme imkanıyla ve yine köklerin permütasyon ve çarpraz bağlantılara sahip özellikleriyle matematiksel olarak hesaplanabilen ve şaşırtıcı formları olan geometrik dekorasyonları andırır. Gözlemcilerin dikkatini daha çok çeken şey ise şiirdeki "halımsı" sistemdir:

İdeal durumda tek tek mısralar kafiyenin ipine dizili inciler gibidir, nazm, ve kesintisiz tekil kafiye ise Goethe'nin ifadesiyle "ruhu toplayacağına serpiştirir”

 Bu, özellikle ana konusu sevgi olan ve en mükkemel seviyesine Fars dünyasında ulaşan gazel için geçerlidir. Onun yapısı Avrupah eleştirmenler için bir muammalar zinciridir, çünkü onlar bu kelebek inceliğindeki yapıda mantıklı bir düzenin eksikliğini hissederler. Fakat Goethe'nin ünlü Fars şairi Hafız hakkındaki karakteristik değerlendirmesi oldukça isabetlidir:

sona eremiyorsan, bu seni büyük kılar,

ve hiç başlamıyorsan, bu senin kaderin

senin ezgin, dönen bir yıldız kubbesi gibidir...


Zikri Telkini

Zikir telkinini şöyledir. “Önce Şeyh kalp ile (la ilahe illallah Muhammedur-Resullah) der. Mürit kalbini uyanık bir şekilde ve Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemi kalbinin karşısında tutar. Gözlerini kapatır, dudaklarını kapatır, dilini damağına yapıştırır, dişlerini birleştirir, nefesini tutar (içine hapseder), Şeyhine Muvafakat ederek tazimle ve kuvvetle kalp ile zikretmeye başlar, dili ile değil. Zikrin tesiri kalbe ulaşması için üç defa tekrarlamadan nefesini salmaz.”

Nefy ü isbatın yapılmasına gelince; bedende Vukuf-i Kalbin’nin tam olarak ortaya çıkması için, bütün düşünceleri kalbin derinliklerine yerleştirip akıla gelen bütün endişe ve fikirleri aradan kaldırmak, bunun içinde nefesi arkası bitene kadar tamamen dışarı atmaktır. Nefy ü isbatın gerçekleşmesi için nefes burundan dışarı tamamen atıldıktan sonra LA lafzı düşünülür ve nefes tutulur, dışarıdan içeriye alınmaz.

Bu zaman LA lafzı göbekten beyine doğru uzanan bir çizgi olarak kabul edilir. Bu sırada nefy ü isbat olarak LA’nın manası düşünülür. Bundan sonra İLAHA lafzına geçilir. Bu lafız üzerinde de düşünülür. Yine göbeğin merkezinden beyine doğru uzanan LA lafzının kıvrıntısı olarak beyinin sağ tarafına bir hat üzere düşünülür. Bu makamda zikir yapan salik tarikata yeni girmiş ise LA MABUDE, orta derecede bir salik ise LA MAKSUDE, üstün derecede biri ise LA MEVCUDE isimlerini düşünür. Bundan sonra İLLA ya geçer. İLLA lafzını başının sağ tarafındaki İLAHA çizgisinden alarak, hayali olarak kalbin ağız kapağına kadar uzatır. İLLA lafzı ile istisnayı ifade etmek ister. Bu defa da istisna ile kalbin ağız kapağına kadar çekmiş olduğu çizgiyi, kalbin ağzından ALLAH lafzı olarak kuvvetle, şiddetle ve azametle içine sevk eder. Tarif edilen bu Nefy ü isbatı hiç nefes almadan 3-5-7-9 ile başlayarak 21 tamamlayana kadar devam eder. Bu uzun suren uğraşdan sonra kazanılır. Bundan sonra nefes almaya geçerken MUHAMMEDÜN RASULLULLAH lafzının zikrini hayal eder.

Bir haps-i nefesten yirmi bir Kelime-i Tevid’den fazlası yapılmaz. Nefy ü isbat yapılırken müridin kalbine başka bir şey gelirse bunu LA ile dışarı atar. Yaratandan başkasına olan alaka ona olan bağlılığın kapısını kapatır. Nefy ü İsbatın yerine getirilmesinin şartları aşağıdakilerdir:

1. Vukuf-ı kalbi

2. Haps-i nefes

3. Lafızların manasını düşünmek

4. Muhammedün Rasulullah kelmesinin düşünülmesi

5. Vukuf-ı adedi, tek sayılar üzerinde durmak

6. Kelimeyi Tevhidin sayısını yirmi bire tamamlamak.

Rüyet

Abdülkâdir Geylânî (ö. 561/1165) de el-Gunye isimli eserinin ikinci kısmı olan akaid bölümünde isrâ gecesi Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellemin Rabbi’ni uykuda veya kalbiyle (fuâd) değil baş gözleriyle gördüğünü ifade etmiştir. Bunu söylerken kaynaklarından bir tanesi Hz. Abbas’ın, dostluğu Hz. İbrahim için, konuşması Hz. Musa için, rü’yet ise Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem için olmuştur, sözüdür. Hz. Abbas’tan rivayet edilen hadis ile Hz. Aişe’den rivayet edilenhadisin bir tenakuz oluşturmadığını, çünkü genel bir kaide olarak isbatın nefye mukaddem kılınmasına uygun olarak Hz. Abbas’ın rivayetinin tercihe şayan olduğunu söylemiştir.

**

Kinski Paganini/(1989)

Onun konserindesSalon o gece hıncahınç doluydu.

İğne atılsa yere düşmezdi.

Fiyatları çok yüksek olduğundan   sıradan insanlar için bilet bulmak imkansız gibiydi.

Sahnedeki figür, sanki cehennemden fırlamış gibiydi.

Üzerindeki siyah frak buruş buruştu, uyurken bile üzerinden çıkarmıyormuş gibi bir hali vardı.

Başı; deforme olmuş korkunç suratı ve çarpık ağzı ile, o kasvetli ışığın altında bir ölünün başını andırıyordu.

Hareketlerinde insanı rahatsız eden ve adeta   vahşi bir hayvanı andıran; insanların alaya aldığı   bir yontulmamışlık vardı.

Çok derin bir kederin figürü gibi görünüyordu.

Onu en iyi tarif edecek iki sözcük; 'deha ve cehennemi' dir.

Ahmakça bir tevazuya sahipti.

Hastalıklı bir   şefkat duygusu onunla alay etmeme engel oluyordu.

Yürürken bile yolu adeta kazır gibi adımlıyordu! Bu hareketleri ile neyi taklit ediyor olabilirdi?

Mekanik bir oyuncağı mı?

Bu lanetlenmiş adamın bakışlarındaki ifade, merhamet miydi?

Yoksa bu bakışların ardında şeytani bir alaycılık mı gizliydi?

Bu keman çalan vampir, sadece kalbimizdeki kanı emmekle kalmıyor, cebimizdeki parayı da alıyordu! Fakat tüm bu düşünceler, büyük üstat kemanı çenesine   dayayıp çalmaya başladığında sessizliğe bürünüyordu.

Tanrım! Tıpkı bir zamanlar Viyana'da olduğu gibi! Çok uzun zaman önce! Aynı arzuyu duymuştum! Onu aynı şekilde arzulamıştım! Söylediğim gibi o acınası görünümüyle o zaman da   insanları bu gülünç tavırlarıyla selamlıyordu.

Bununla beraber ona aşık olmamam mümkün müydü?

Çalmaya başladığında bir tür cinsel uyarılma haline giriyor.

**

Hem sol hem de sağ eliyle çalabiliyor.

**

- Hiç kimse parmaklarını bu kadar hızlı hareket ettiremez!

Paganini çalmaya başladığında, bayılmanın eşiğine geliyorum.

**

İnanılmayacak kadar çirkindi.

Onun müziği  insanda sonsuz bir zevk uyandırıyor ve sana karşı umutsuzca arzu duymama neden oluyor.

**

Ruslar müzik dinlerken gözyaşı dökerler.

**

Suçlamalara göre bu iblis, bu iğrenç yaşlı adam, yaptığı büyülerle sayısız kadını baştan çıkarmıştır!

**

Para içinde yüzerken bile kendini lüksten mahrum bıraktı.

Fakat bağışlarcasına ödeme yaptığı, bazı kaliteli   aksesuarlara duyduğu alışılmadık ilgi hariç.

**

Tüm yaptıkları tam anlamıyla delilik!

**

Nicolò Pagannini nin müziği  çok pahalı.

Fakat notalar Paganini'nin kema-nından dökülmeye başladığında, hereksin ağzı açık kaldı.

Paganini' der: "Tıpkı Orfeus gibi ben de müziğimle tüm balıkları mestettim!" O, balinalara ve köpekbalıklarına çaldı   ve onları getirip iskeleye bağladı.

Teknenin içinde banyo yapan insanlar büyülenmiş gibiydiler.

Paganini de onlara: 'Kumsala gidin' dedi.

Çaldığı zaman herkes dansetti hatta atlar bile zıplamaya başladı.

Kusursuz Paganini, hayvanat bahçesindeki hayvanlar için de çaldı.

Aslanlar, ayılar ve maymunlar onun müziği ile dansettiler.

Hatta filler ve zürafalar bile!

**

Bak bu da eski bir kalenin ihtiyar kapısı! Babanın anlattığı o hikayeyi hatırlıyor musun?

Şimdi o kadın seni çağırıyor: Achille! Achille! "İtalya'da müzik heryerdedir.

Toprakta, denizde   ağaçlarda, cennette.

Yoksulların fakirhanelerinde, zenginlerin şatolarında.

Müzik ateşten doğar  dünyanın kalbinden, denizlerden, cennetten.

İtalyan cennetinin yapıtaşı ateştir.

İtalya alevler ülkesidir. "

Hayatta sadece kemanı, para, ve naif kadınlarla ilgilendi.

Daha çok da genç kadınlarla, hatta reşit olmayan küçük kızlarla.

Seksle kafayı bozdu.

Kutsal yeryüzünde, ebedi huzura kavuşup yatabileceği tek bir yer yok.

Onu bir nehre veya okyanusa fırlatıp atacağız.

Şehit

Bir adam yolda yürürken bir diken dalı bulup onu aldı. Allah Teâlâ da onun bu hareketini takdir edip onu bağışladı.

Şehitler beşdir: Bunlar karın ağrısı, vebâ hastalığı, suda boğulma, enkaz altında kalma ve Allah yolunda savaşmak sûretiyle ölen kimselerdir.

 İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur'a çekmek zorunda kalsalardı elbette kur'a çekerlerdi.

Şayet cemaate erken gelmenin ne kadar faziletli olduğunubilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa muhakkak bu iki namaza gelirlerdi.

 Muhtasaru’l-ahkam, C:VI, Hadis no:1549, s. 436


****************

Yalnızlık Yolu

Yalnızlık pençesine düşmüş kişinin yolunu anlatırken Böyle Söyledi Zerdüşt adlı yapıtında Nietzsche, kişinin kendine giden yolda en acımasız düşmanının kendisi olduğunu belirtir. Kendi külünden yeniden doğmak için, yeniden kendi yolunu bulabilmek için kendini yok etmek gerektiği düşüncesindedir.

“Ama karşına çıkabilecek en kötü düşman her zaman sen kendin olacaksın; sen kendin pusuda bekleyeceksin kendini mağaralarda ve ormanlarda. Yalnız kişi, kendin gidiyorsun kendine giden yolda. Ve senden geçiyor yolun ve senin yedi şeytanından! Kendine karşı bir zındık olacaksın, bir cadı, bir kahin, bir deli, bir kuşkucu, bir uğursuz ve bir alçak olacaksın. Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde: nasıl yeniden doğmak isteyebilirsin ki önce kül olmadan? Yalnız kişi, yaratanın yolundan gidiyorsun: bir tanrı yaratmak istiyorsun kendine kendi yedi şeytanından! Yalnız kişi, sevenin yolundan gidiyorsun: kendini seviyorsun sen ve bu yüzden aşağılıyorsun kendini, ancak sevenlerin aşağılayabildiği gibi.” [NIETZSCHE, Böyle Söyledi Zerdüşt]

Ne Olacak/Dervişlikte Bu

Zerdüşt insanlara üst insanı anlatabilmek için dağlara çıkmıştır. Uzun yollar kat etmiştir. Ancak, bu yolu yürürken tek başına olması gerektiğinin farkına varır. Üst insanı bulabilmek için, insanlardan uzaklaşmalıdır. Gölgesi bile onun arayışlarına engeldir. Üst insan kendini yakmalı, yok etmeli ve küllerinden yeniden doğmalıdır. Hiç kimseye bağlı kalmamalıdır. Tanrı’yı /Nefsini öldürmüştür. Nefis/Tanrı’sız bir hayatta doğru yolu bulma mücadelesi vermelidir.

Güzel Beyitler/ Tezkire

Ger be-hvānı̇̄ hāk-i dergāh-i tūem

Der berānı̇̄ bende-i rāh-i tūem

“Eğer buyurursan dergahının toprağı olurum. Kabul edersen yolunun bendesi olurum”

**

Eyā berter zi-vaf-ı men ıfātet

Çigūyem ger ne-gūyem med-i ātet

Tūyı̇̄ mabūl u memdū İlāhı̇̄  

Cihān meddāet ez-meh tā-be-māhı

Benim vasfımdan ziyade senin sıfatını söylemek daha iyi değil midir? Senin medhini yapmazsam ne diye konuşayım? Makbul ve memduh olan sensin Allah’ım. Âlem aydan tut da balığa kadar seni över

**

Bes tecrübe-kerdı̇̄m der ı̇̄n deyr-i mükāfāt

Bā dürd-keşān her ki der üftād ber-üftād

Çok tecrübe geçirdik şu mükafat yurdunda. Tortu veya dert çekenlerle, ki onlar, düşkünlerin yanında, düşmüşlerin arasındaydı.

**

“allāhümme innehu kāne fı̇̄ āatike ve āati resūlike fe erdüd aleyhi’ş-şems”

Ey Allah’ım bu adam sana ve resulüne itaat etti. Buna tekrar güneş ver

**

Kült

Türkçe Sözlük’te kült kelimesi şu şekilde geçmektedir: “1. Tapma, tapınma. 2. Din. 3. Dinî tören, ibadet, ayin”   olarak geçmektedir. Ötüken Türkçe Sözlük’te kült, “1. Allah’a, kutsal kabul edilen varlıklara, Allah’ın özel sevgisine mazhar olmuş varlıklara gösterilen saygı; tapınma; tapma. 2. Her çeşit dini tören. 3. İbadet” şeklinde tanımlanmaktadır. Kültü en bilinen şekliyle tanımlayan Sedat Veyis Örnek olmuştur. Örnek, “Etnoloji Sözlüğü” isimli çalışmasında kültün oluşum şartlarını şu şekilde açıklamıştır:

“Yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı, onlara tapınış” olarak tanımladıktan sonra, “Bu saygı ve tapınış duayı, kurbanı, belli ritleri gerektirmektedir. Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, tepeler, mağaralar, nehirler kült yeri olarak kullanılır; kült için bayram ve tören gibi belli zamanlar seçilir; kült araçları bulundurulur; en önemlisi de bu amaçla toplanmış bir cemaat ile cemaati yöneten bir lider gereklidir”

Kült terimi Batılı ülkelerdeki kullanımının aksine din ve tapınma anlamlarını Türk kültüründe ifade etmemektedir. Yani kült kutsal ve tanrısal bir unsur olmasına rağmen tapınılan asıl unsur değildir.

Kült kavramının oluşmasını üç şarta bağlayan Ahmet Yaşar Ocak, bu üç şartı şu şekilde açıklamaktadır:

a) Külte konu olabilecek bir nesne veya şahsın mevcudiyeti, b) Bu nesne veya şahıstan insanlara fayda yahut zarar gelebileceği inancının bulunması, c) Bu inancın sonucu olarak faydayı celbedecek ve zararı uzaklaştıracak ziyaretler, adaklar, kurbanlar ve benzeri uygulamaların varlığı”

 

Ağaç Duası

Altın yapraklı boz kayın,

Sekiz gölgeli mukaddes kayın,

Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın,

Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı,

Ak kuzu kurban ediyorum

**

Ağaç İnancı

Ağaç kültünün Anadolu sahasındaki en belirgin örneği olarak Alevi zümreleri gösterilebilir. Ağaç kültü bu kesimlerde yaygın olarak saygı unsuru olarak yer bulmuş olup resmi belgelere de girmiştir:

Memduh Paşa adında bir Osmanlı valisinin II. Abdülhamid’e yolladığı bir raporda, Kızılbaşların büyük ağaçlara oldukça saygı gösterdikleri ve sık sık ziyarette bulundukları belirtilmektedir.

Halen Anadolu’da sünni kesimden ziyade Tahtacı dediğimiz kişiler ağaca olan saygılarını devam ettirmektedirler. Geçimlerini ağaç keserek sağlayan Tahtacılar Muharrem ayında ve salı günlerinde ağaç kesmemektedirler. Yasak günlerde ağaç kesmeyen Tahtacılar, tekrar kesime başladıklarında ise ağaçlara dualar okurlar.

Ağaç, Türk mitolojisinde anne rolünü bazen de ata rolünü üstlenen unsur olarak karşımıza çıkar. Oğuz Kağan’ın ağaç kovuğunda bulduğu eşinden Dağ, Deniz ve Gök adlı oğullarının olması bu konuya örnektir.

Ağacın kült haline getirilmesi ve saygı duyulması İslamiyet’in kabulü ile de devam etmiştir. Hz. Musa’nın asası, Kâbe’nin eşiği, Tuba ağacı ve Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin altında biat aldığı Rıdvan ağacı vb. İslami gelenekteki bir takım ögeler dikkat çekmektedir.

Öt benim sarı tanburam,

Senin aslın ağaçtandır,

Ağaç dersem gönüllenme,

Kırmızı gül ağaçtandır.

Ali Fatma’nın yâri,

Ali çekti Zülfikar’ı,

Düldül atının eğeri,

O da yine ağaçtandır

Sultan Abdal



Tütün Yasağı… Ne Tekerrür

“Dördüncü Sultan Murat; gittikçe nüfûz-i iktidarını suistimal ediyordu. Kahvelerin kapatılmasını, tütün içilmemesini emretmesi bu kabildendi. Kendisi bizzat dolaşır, tütün içenleri derhal öldürtür, hatta bacaları koklayarak tütün kokusu olduğu bahanesiyle birçokları da gürültüye giderdi.” [Mehmet Zeki Pakalın; Maktul Şehzadeler, s. 336.]

Yunan’ın Bilinmesi Gereken  Yüzü

On Üçüncü Mektup

Platon'dan Syrakusa tyrannosu Dionysios'a.

Ciddi olan mektuplarımı ciddi olmayanlardan ayıran işarete gelince, bunu unutmamışsındır sanırım.

Ama sen gene bir anımsa ve iyice dikkat et. Birçok kimse, kendilerine mektup yazmamı istiyorlar; yazamayacağımı açıktan açığa söylemek de pek kolay olmuyor. Ciddi mektuplarıma "tanrı"; o denli ciddi olmayanlara da "tanrılar" sözcüğüyle başlıyorum.

...

Kaynak: Platon Mektuplar (Epıstodaı) Çeviren: İrfan Şahinbaş


 

Gazel “Yine”

Ey gönül halin nedir kim böyle zar olduk yine

Bülbül-i şevk gül ü rûy nigâr oldun yine

Buy-i vuslatımı erişmiştir dimağına bugün

Hasretinde çuşa gelip bi karar oldun yine

 

Vade-i gurbetimi erişmiştir kulağına senin

İltifat-i mevte ve vakıf-i intizar olduk yine

Arzu-yu âlem vahdet kıldın yine kim

Can-i dilden böyle kesretinden kaçar olduk yine

Ey “Harimi” kaldı aklın bir nefes cemi olmadan

Çünkü derd-i âşık rahında gubâr olduk yine

I.          Ahmet (Şehzade iken)

Lanet

Kemâ fi Şerh’il Hidâyeti li İmâm’il Habbâzi ve Hayât’il Hayevân. Mes’ele, bir kimse şeytana la‘net etmese nesne lâzım gelmez. Hatta Fâzıl İbn Iyâz (r.h) Hazretleri la‘net etmemiştir. Kemâ fi Ravzât’il Ehyâr. Maksûd budur ki, murdar nesneyi lisana almakta lisan-ı telvîs vardır. Ve laın dahi emur vacibeden değildir. Kavl ile la‘net edip fi‘l ile muvafakat eylese la‘nete hezl makūlesi olur. PES, hakīkat-i la‘net odur ki, Allah Te‘âlâ’nın emr ettiği üzere ona adâvet ve muhâlefet edesin. PES, la‘nı mansus olana la‘ın vacib olmayacak. Nitekim Kur’an’da gelir. وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَىٰ يَوْمِ الدِّين Müşebbehe ve müşevveş olanın hakkında dahi böyledir. Yezid gibi. Ya‘ni bir kimse Yezid’in fısk-ı zâhirine binâ-i sû-izann edip la‘ın etse lâbeistir. Hal hatîmesi ma‘lûm olmamağa binâ-i imsâk etmek dahi vecihtir. Nitekim Gazzâlî zâhib olmuştur. Hakka. 

İsmail Hakkı Bursevi /Mesâili Nafia


  

İki Terkib

“An-be-an”

Her an. 2 .    Zaman zaman. 3 .    Giderek.

“Çâr-nâ-çâr”

İster istemez:

Hattat/ Hoşnüvîs

Arapça bir kelime olan hat sözlükte "ince, uzun, doğru yol, birçok noktanın birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı" gibi anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslâm kültüründe "yazı" ve "güzel yazı" (hüsn-i hat, hüsnü'l-hat, el-hattu'1-hasen) mânalarında kullanılmıştır. Hüsn-i hat, estetik kurallara bağlı kalarak ölçülü ve güzel yazı yazma sanatıdır; yalnız İslâm yazılan için kullanılan bir tabirdir. Sanatkârına verilen en eski lakap "kâtip", "muharrir" ve "verrak" kelimeleridir. Tahminen IV. (X.) yüzyıldan sonra "hattat" denilmiştir. İranlılar hattat karşılığında "hoşnüvîs" (güzel yazan) kelimesini kullanmışlardır.

Sembol

Anlamı

Yıldız

Aydınlatma, Bilgelik

Çember

Tamlık, Mükemmellik

Üçgen

İlham

Çapa

Macera

Aslan

Liderlik, Güç, Görkem

Kartal

Özgürlük

Kare

Sağlamlık, Güven

Çember

Tamlık, Mükemmellik

İnek

Verim, Bolluk, Sadelik

Baykuş

Bilgelik, Akıl, Bilim

Zeytin Dalı

Barış

Lotus

Birçok gelenekte kullanılan bir semboldür. Bazı batı dillerinde Grek mitolojisindeki nilüfelerin adını almış olan Türk dilinde “Mısır ak nilüferi” (Latince ‘nelumbo nucifera’) adıyla bilinen lotus bitkisi, suda yetişen, nilüfergiller ailesinden bir bitkidir.

Dogon ve Maya geleneklerinde kullanılan nilüfer (nenuphar, sözcük Eski Mısır dilinde çiçeklerin en güzelleri anlamındaki nanufar sözcüğünden gelir) bitkisi ise aynı ailenin bir başka üyesidir. James Churchward’a göre Lotus çiçeğinin sembol olarak kullanıldığı ilk uygarlık onbinlerce yıl önce var olduğu sanılan yıtık Mu uygarlığıdır.

Lotus sembolü, tasvirdeki rengine, bağlamına ve taç yapraklarının sayısına bağlı olarak değişik anlamlarda kullanılan bir semboldür.

 Sembolün en çok rastlanan tasvirleri ve simgelediği anlamlar şunlardır;

Hinduizm’de: Genelde ilah Vişnu’yla tasvir edilir. Kimi kültürlerde, “Dünyada yaşamak, fakat dünyaya ait olmamak” diye de simgelenmektedir.

Budizm’de: “Dünya çamuru”na bulanmamış, cahilliğe bürünmemiş ve aydınlık olan öz varlığını, hakiki doğasını simgeler. Budizm’deki tasvirlerde, lotüsün merkezinde bir mücevher varsa, bu mücevher, Dharma (İlahi yasalar, hakikat, vazife) ve Nirvana (kurtuluş) ile ilgili bir anlam taşımaktadır.

Çin’de: Daha çok saflığı, bilgeliği, ahengi ve ruhsal aydınlanmayı simgelemektedir.

 Japonya’da: Saflığın, ahlakın ve maneviyatın sembolüdür.

Eski Mısır’da: Osiris’le ve “ruhani güneş” yıldızıyla Horus’la ilgili kutsal bir anlam taşıyan semboldür. Kimi zaman ruhani aydınlanmayı, reenkarnasyonu, ölümsüzlüğü, alemin yaratılmasını ifade etmektedir.

İran’da: Eski İran geleneklerinde “ruhani güneş” yıldızının sembolüdür.  

Yıldızların Altında (Under the Stars)

Benim gönlüm sarhoştur (My soul is drunk)

Yıldızların altında (under the stars)

Sevişmek ah ne hoştur (oh, how beautiful it is to make love)

Yıldızların altında (under the stars)

Yanmam gönül yansa da (I do not burn, although my soul burns)

Ecel beni alsa da (although death takes me)

Gözlerim kapansa da (although my eyes get closed)

Yıldızların altında (under the stars)

Mavi nurdan bir ırmak (a river made up of blue light)

Gölgede bir salıncak (a swing under the shadow)

Bir de ikimiz kalsak (and if both of us stay together)

Yıldızların altında (under the stars)

Yanmam gönül yansa da (I do not burn, although my soul burns)

Gözlerim kapansa da (although my eyes get closed)

Yıldızların altında (under the stars)

Ne keder ne yas olur (Neither grief nor sorrow exists)

Yıldızların altında (under the stars)

Çakıllar elmas olur (the peebles turn into diamonds)

Yıldızların altında (under the stars)

Yanmam gönül yansa da (I do not burn, although my soul burns)

Ecel beni alsa da (although death takes me)

Gözlerim kapansa da (although my eyes get closed)

Yıldızların altında (under the stars).

Benim gönlüm sarhoştur

Benim gönlüm sarhoştur (My heart is drunk)

Sevilmek ah ne hoştur (Oh, how beautiful it is to be loved)

Yanmam gönlüm yansa da (I do not get burnt, although my heart burns)

Hayat bayram olsa da (although life is a feast)

Gözlerim açılsa da (although my eyes get opened)

**

“Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için; paylaşalım sevgiyi hep elele” (“All of us stand by one of us, one of us stands by all of us; let us share love, staying always hand in hand”).

**

“Bugün çok güzel bir gün olsun!” (“Let today be a very beautiful day!”).

**

Dörtlerin Sağlığı

Dört mevsim dünyada yaşadı ve bu mevsimlerle ilgili organlar, dünyanın varlığı ve atmosferik nitelikleri için gerekli dört unsur:

1. Sonbahar - Siyah Safra - Toprak - Soğuk ve Kuru

2. İlkbahar - Kan - Hava - Sıcak ve Nemli

3. Kış - Balgam - Su - Soğuk ve Nemli

4. Yaz - Sarı Safra - Ateş - Sıcak ve Kuru

Dört elementin aşırı miktarının neden olduğu dört farklı ruh hali (dünya dengeye sahip olduğundan, insanlar da yaşamak ve hayatta kalmak için dengelenmelidir):

1. Aşırı toprak - Melankolik

2. Aşırı hava - Sanguine

3. Aşırı ateş - Choleric

4. Aşırı su - Balgamlı

Dengeli bir vücut için gerekenler:

1. Sağlıklı diyetler,

2. Faaliyetler ve

3. Egzersizler

İnsanın Kaderi Düşünmek

İnsanı en çok düşündüren konular, kaderi, hayatın anlamı ve ruhun ölümsüzlüğüdür. İnsan gerçeğinin ve hayatının, özüne erişilemeyen, çözülemeyen birer muamma olduğu düşüncesi, gerçeği aramaya götürmüştür.

İnsanda trajedi duygusunun egemen olduğu aşikârdır. Çünkü hayatın bilinemezliği, çözülemez bir muamma olarak ortaya çıkar.

Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?

Yürüdüğüm yol beni hangi gayelere, hangi kıyılara iletiyor?

Hayatın anlamı nedir?

İnsan bu gibi sorulara cevap arar. Sonsuz hayata özlem duyar ama kaçınılmaz olan ölüm gerçeğinden o da kaçamaz. Yaşamanın amacı, insanın sonsuzluk ve ölümsüzlük arzusu gibi temalara eserlerinde ağırlık verir.

Bütün insanların düşünce temelinde aynı sorun bulunur; inanmak inanmamak sorunu. İnanmak için tek yolun akıl değil, duygu olduğuna inanır.

Hangi düşüncede olursa olsun her zaman insan bu çelişkilerden acı duymaktadır. Ölümün kaçınılmaz olduğunu bilir, ancak ölümü de direnerek ölmek olarak algılar.

 "Ve var olduğumuzu nasıl biliriz az ya da çok acı çekmeden?

Acı çekmeden başka türlü nasıl kendimize döner, düşünsel bilinç ediniriz?

Neşelendiğimizde kendimizi unuturuz, var olduğumuzu unuturuz; başka bir varlığa dönüşürüz; yabancı bir varlığa, kendimizin yabancısı oluruz. Ve ancak acı ile yeniden kendimiz olur, kendimize döneriz." der.

Yaşam  bir trajedir ve insan için çelişkidir. Buna akılla bir çözüm getirilemeyecektir. Bu nedenle insan, ruhunu kemiren kuşkuculuğu yenmedeki eksikliğini, aklın duygu üzerindeki egemenliğini, akıl ve duygu arasındaki çatışmayı sever.

Roman Adıma Mesaj

Aşkın Temizi, Ayşim, Dağları Bekleyen Kız

Kır Çiçeği, Bahar Çiçeği, Sevenler Yolu, Bir An Sevinç, Hep Senin İçin

Ölünceye Kadar, Dizlerine Kapansam, Dinmez Ağrı,

Sevda İhtikârı, Hıçkırık,

Sabahsız Geceler, Korkuyorum,

Ateş Böcekleri, Bağlar Arasından, Cumbadan Rumbaya, İncir Ağacı,

Hayat Sen Ne Güzelsin, Sevgim ve Izdırabım, Allaha Ismarladık, İnsan Artıkları, Aşınmış Vicdanlar, Yalnız Dönüyorum, Bu Kalp Duracak.

Sönen Alev

 

Mübtedi

Mevlana demiştir ki:

“Beden kaydında kalanlara aşktan pek söz açma; onların ödevleri korkudur, ümittir, sevaptır, suçtur ancak"

Bizi Anlamazlar

Mevlana; “Kimi olur, temizliğimizi melekler bile kıskanırlar; kimi de olur, şeytan bile korkusuzluğumuzu görür de kaçar bizden…Şu toprak bedenimiz, Tanrı emanetini yüklenmiş; maşallah çevikliğimize, nazar değmesin, gücümüze, kuvvetimize” 

"Diyorsun ki; Cennet alanından bana seslen, ama cennet alanı gönlüme o kadar dar gelir ki."

Mevlana ve Şems Yaşı

Mevlana ile tanıştığı vakit Şems, yetmiş yaşını geçmiş; Mevlana ise elli yaşındadır. Bazı Avrupalı yazar ve ressamlar, Şems'i 14 yaşlarında sümbül gibi simsiyah saçlı bir oğlan gibi göstermişlerdir. (Oğlancılık vurgusu yapmak için hile yapmışlar. Sultan Veled hikayesi de malumdur) Oysa tarihçe sabittir ki, Mevlana, Şems ile buluştuğunda 50 yaşını geçkin idi. Şems ise Mevlana'nın yazdığı gazellerden anlaşıldığına göre pek yaşlı, yaşça yetmişini geçkin olduğu anlaşılmaktadır.

Abdülbaki Gölpınarlı, bu hususta yaptığı bir incelemede: Mevlana, Şems ile 62 yaşında buluştu, diyor. “Mevlana bu sırada 62 yaşlarında ise, Şems’in, hiç olmazsa 72 yaşını geçkin olası gerekmektedir” .

Şems, Mevlana'dan etkilenmesinin sebebini şöyle izah eder:

"Benim Tebriz'de Ebubekir adında bir şeyhim vardı, sepet örerdi, ben ondan bir çok vilayetlere mazhar oldum. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremediği gibi, hiç kimse de görememişti. Onu ancak Mevlana gördü" diye buyurmasında gizlidir.

Güzellik ve Sevgi

Öte yandan, İslam filozofu Ibn Arabi de güzelin evrende bulunuşunu Tanrı ile ilişkilendirir. İbn Arabi'ye göre Tanrı, kendisi güzel olduğundan, evreni ve içinde bulunan varlıkları da güzel yaratmıştır. Şöyle der:

Tanrı evrende yalnızca kendi güzelliğini gördü; güzelliği sevdi. Evren, güzel olanı seven, güzel olan Tanrı’nın güzelliğidir. Bu bakışla evreni seven, Tanrı sevgisiyle sevmiş olur. Bu durumda evreni seven, yalnızca Tanrı'nın güzelliğini sevmiş olur.

 [ İbn Arabi, el- Fütuhat el-Mekkiyye, II, Dar Sadr, Beyrut, trsz., s. 345. ]

Olur mu?

Âşıklık mezhebine uyar mı?

Sensiz, Senle bakalım dünyaya.

Mevlana

Doğa ve Tanrı

[Not: Bazı kimselerin konuşmalarında tanrı diye bahsettiklerinin doğa olduğunu anımsatmalıyız.]

Spinoza Etika’da Tanrıyı (doğayı), sonsuz sıfattan oluşan sonsuz bir varlık olarak tanımlar. Ardından, bu sıfatlardan sadece iki tanesini, yani zihin ve cismi bildiğimiz eklenir. O halde Tanrı ya da doğayı, kendisinden sonsuz sayıda fikir ve cisim doğan bir varlık olarak kavramlaştırmak mümkündür. Etika, bu doğumun nasıl gerçekleştiğini ve hangi sonuçlara yol açtığını ortaya koyan bir eser olarak okunabilir. Zihin sıfatıyla doğmuş tavırlarla (fikirlerle) mekân sıfatıyla doğmuş tavırlar (cisimler) birbirine karışmadan Tanrı ya da doğayı ifade ederler. Yani farklı varlıklar tek ve aynı bütün içinde yer alır ve bu bütünü kendi doğalarına uygun bir biçimde ifade ederler.

Fikirlerin düzen ve bağlantıları şeylerin düzen ve bağlantıları ile aynıdır. Sonsuz zihin tarafından tözün özünü oluşturuyor olarak algılanabilen her şey yalnızca tek bir töze aittir ve dolayısıyla düşünen töz ve mekânsal töz bir zaman bu, bir başka zaman ise şu sıfat altında kavranan bir ve aynı tözdür. Böylece, yine bir mekân tavrı ve o tavrın fikri iki ayrı yolda ifade edilen bir ve aynı şeydir […]

Örneğin Doğada varolan daire ve varolan bir dairenin Tanrıdaki fikri ayrı sıfatlar yoluyla ifade edilen bir ve aynı şeydir. Bu nedenle Doğayı ister mekân sıfatı altında isterse düşünce sıfatı ya da başka herhangi bir sıfat altında kavrayalım, nedenlerin bir ve aynı düzen ya da bir ve aynı bağlantılarını, yani her durumda aynı şeylerin birbirini izlediğini buluruz. “

 

Misofonya nedir?

İngilizce yazılışıyla ‘misophonia’, Türkçe okunuşuyla ‘misofonya’, en ufak bir ses uyarısıyla, öfke, panik, korku, dehşet ve derin endişeye kapılma hali.

yan koltuğunuzda oturan kişinin patlamış mısırını çıtır çıtır yerken, o tekrarlayan sesin binlerce oka dönüşüp kulağımı parçalaması gibi...

Kesinlikle işitsel bir bozukluk değil, sesle faaliyete geçen beyin yapılarından kaynaklanan nöropsikolojik bir anomali.

Genetikten de bahsetmek pek mümkün değil. Aslında herkes misofonik ama belli dereceleri olduğundan fark edilmiyor.

Yapılan bilimsel araştırmalar da oldukça sınırlı. Dolayısıyla, tedavisinden bahsetmek de pek mümkün görünmüyor. Misofonya sosyal ilişkileri zedeleyen bir durum. Çocukluk, ergenlik ve hatta yetişkinlik dönemlerimin tümünde vardı ve şiddeti giderek arttı. Asosyal olmaya varacak derecede içime kapandığım dönemler geçirdim.

Maalesef herkes bu duruma karşı aynı hassasiyeti göstermiyordu. “Abartıyorsun, yeter artık, yine mi...” gibi cümlelerini çok sık duyarlar.

Bireysel olarak misofonyaya karşı kendimi korumak ve o seslerle mücadele etmek için artık birçok farklı yöntemi var.

Doğaya Sığınmak Çaresi

O içine kapanık hassasiyetleri olan bir çocuktu. Kavgacı babası her gece evde huzursuzluk çıkarmaktadır. Bitmek bilmeyen yüksek sesteki kavgalar onun bu hassasiyetini tetikleyerek, hassasiyetler geliştirmesine yol açtı. O artık şehirdeki yaşantısını sonlandırıp doğada sakin bir yaşam sürmek onun son seçeneği olacaktır.

En Acımasız Hastalık

Evinde yaşadığı dönemde balkondan hayranlıkla izlediği dağlarda artık doğanın kucağında, uzun uzun düşüncelere dalarak bir hayat sürmektedir. Ancak bu durum sanılanın aksine insanlarca bir tehlike olarak addedilir. Onlara göre O  "tanrıların içinde en acımasızı ve alçağı olan doğanın pençesine düşmüştür"

Bir "İngiliz hastalığı" olarak nitelendirilen bu doğa aşkı onu insanlardan ve onların yaşam tarzından uzaklaştırsa da, yazmaya, yüzyıllar boyunca yanında taşıdığı, bitirilmeyi bekleyen "kendine" şiirine biraz daha yakınlaştırır. 

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar