Print Friendly and PDF

Bilgi Kutusu 7

Bunlarada Bakarsınız




İtalo Calvino

Italo Calvino, 15 Ekim 1923’te Küba’nın Havana şehri yakınlarındaki Santiago de Las Vegas köyünde dünyaya gelir. San Remolu köklü bir aileden gelen babası Mario Calvino, tarım mühendisi ve botanikçidir. Tarım bilimi tutkusu onu otuzlu yaşlarında, önce Meksika’ya, daha sonra Küba’ya sürüklemiştir. Meksika’nın başkentinde Deneysel Tarım İstasyonu’nu yönetmiştir. Küba’ya geçince, yazışma yoluyla tanıştığı ve İtalya’ya ani bir yolculuktan sonra 30 Ekim 1920’de Sassari kökenli olan Evelina (Eva) Mameli ile evlenir. Eva, Pavia’da Doğa Bilimleri bölümünü bitirir, bitkibilim alanında öğretim üyesi olur, Cagliari Üniversitesi’nde ve daha sonra Pavia’da ders verir. İtalya’da bir bitkibilim kürsüsünün başına geçen ilk kadındır.

Annesi, ona anlamı “esinini göçmenlerin yurt sevgisinden alan, oysa yurtta tunçtan, yurtsever bir çağrışımı olan” Italo adını verir; çünkü yabancı topraklarda bir hayat süreceğini düşündüğünden, oğlunun vatanını unutmasını istemez. Ancak doğumundan iki yıl sonra Calvinolar, İtalya’ya dönerek San Remo’ya yerleşirler. Baba Calvino, şehre hâkim, sarmaşıkların sardığı ve zamanla evin tüm etrafını bir begonvilin kuşattığı Villa Meridiana’yı satın alır. Baba Calvino, her yöreden gençlerin geldiği Orazio Raimondo Deneysel Çiçek Yetiştirme İstasyonu’nun başına geçmek üzere çağrılır, ancak istasyonu finanse etmesi gereken Garibaldi Bankası’nın iflasından sonra, villanın bahçesini araştırma ve öğretim etkinliklerine açmak zorunda kalır. Bu sayede Italo Calvino çocukluğunu doğayla iç içe geçirir. Yaşadıkları villa “La Meridiana”, genç Calvino’nun aşina olduğu ve sevdiği egzotik ve nadir bitkilerle zengin bir botanik bahçeyle çevrilidir. Calvino, boş zamanlarının çoğunu, Sentiero macerasının arka planını oluşturan Liguria ön Alplerinin ormanlarında geçirir. Ayrıca kardeşi Floriano ile birlikte günlerinin büyük bir kısmını ağaçlara tırmanarak ve dalların arasında tüneyerek geçirirler. Yazarın Ağaca Tüneyen Baron (Il barone rampante) adlı kitabı işte bu tecrübelerden doğmuştur. Anlaşıldığı üzere, tüm bu egzotik bitkiler arasında yaşamanın, Calvino’nun ilerideki edebi hayatında önemli bir etkisi olacaktır.

Calvino, 1927 yılında St. George College çocuk yuvasına gider. Aynı yıl geleceğin ünlü jeoloğu kardeşi Floriano doğar. Calvino, kardeşinin de aralarında bulunduğu aile üyelerinin bilimsel yönelimine değinirken, 1960 yılında yayımlanan bir yazısında kendini alaya alarak şu yorumda bulunur:

“Ailem arasında sadece bilimsel çalışmalar onur vericiydi; dayım kimyacı ve üniversitede profesördü ve yine kendisi gibi kimyacı biriyle evliydi. Hatta, iki kimyacı teyzemle evli iki kimyacı amcam vardı; erkek kardeşim jeolog ve üniversitede profesördü. Bense ailenin yüz karasıyım, tek edebiyatçısı.” (Mondello, 1990: 6)

1929 yılında Valdesi okuluna devam eder, 1934’te G.D. Cassini lisesine gider. Italo, okula başladığında, ona dini bir eğitim vermemiş olan ailesi din derslerinden muaf tutulmasını ister. Bu durum, Katoliklerin çoğunlukta olduğu bir ülkede Calvino’nun bazı sorunlar yaşamasına yol açar ve içinde bulunduğu durumu şu sözleriyle dile getirir:

“Küçüklüğümden itibaren, okulda, başkalarından farklı bir fikre sahip olmanın, resmi fikirlerin izinden gitmeme yüzünden kuşkulara, ayrımcılıklara, yöneticilerin ve arkadaşların küçümsemelerine katlanmanın ne demek olduğunu öğrendim. Ayine gitmediğim, arkadaşlarımla vaftizi pekiştirme duasını etmediğim ve annemle babam resmi belgelerin din hanesine ‘hiçbiri’ yazdıkları için, parmakla gösterilir olmuştum. Annemle babamın çocukluğumdan beri zihnime soktukları bir başka fikir, monarşi düşmanlığıydı, eski cumhuriyetçi ve Mazzinici geleneklerinden gelen bir aileye ait olduğum bilinciydi.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 16)

Calvino’nun kitaplarla ilk tanışması on iki yaşındayken Kipling ile olur ve ona duyduğu hayranlığını şu sözlerle dile getirir:

“Gerçek bir kitabı okumanın verdiği ilk gerçek zevki, oldukça geç yaşadım: On iki ya da on üç yaşımda ve Kipling’le oldu bu, Cengel’in birinci ve (özellikle) ikinci kitabıyla. Kitaba bir okul kütüphanesinden mi, yoksa armağan edildiği için mi ulaştığımı bilemiyorum. O zamandan sonra, kitaplarda arayacak bir şeyim vardı: Kipling’le yaşadığım okuma zevkinin yinelenip yinelenmediğini görmek.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 23)

Aynı dönemde mizah dergileri okumaya başlar ve bu Calvino’yu ilk tutkusu olan karikatür çizmeye yöneltir. Italo, bir tilkiyi, bir jesti, bir çehreyi ve bunlar aracılığıyla bir karakteri anında yakalayıp kağıda geçirebilen bir yeteneğe sahiptir, çizimlerinin süs ve fazlalıktan arındırılmış bir tarzı vardır. Kitap ve defterlerine okul arkadaşlarının karikatürlerini çizer. Sahip olduğu bu tutkusu nedeniyle, Milano’da çıkan haftalık Bertoldo dergisinin tiryaki okurlarından birisidir. Calvino, o dönemde tiyatro ve sinemaya da ilgi duyar.

Savaş, 1940 yazında, genç Calvino’nun yaşamına girdiğinde, ideolojik duruşu henüz belirsizdir.

1941’de liseden mezun olduktan sonra, Italo sanki bir aile yükümlülüğünü yerine getirircesine, babasının da 1936-1938 yılları arasında görev yapmış olduğu Torino Ziraat Fakültesi’ne yazılır. 1943’te Floransa Üniversitesi’ne transfer olur. Lise arkadaşı Eugenio Scalfari ile olan yakın ilişkisi kültürel ve siyasi bir bilinçlenme dönemini başlatır. Huizinga, Montale, Vittorini, Pisacane okumaya başlar. Politik fikirleri daha da netleşir; anti-faşist bir tutum benimser. Calvino, o yılları şöyle anımsayacaktır:

“En bağlı olduğum lise arkadaşlarımdan biri, Roma’dan gelen Güneyli bir gençti: Eugenio Scalfari. Artık Eugenio, Roma’da üniversiteye gidiyor ve tatillerde San Remo’ya dönüyordu. ‘Politik’ yaşamımızın Scalfari’yle tartışmalarla başladığım söyleyebilirim; Scalfari önce G.U.F.’nin (Gruppi Universitari Fascisti: Faşist Üniversiteli Gruplar) muhalif gruplarına katılmıştı, sonra G.U.F.’den ihraç edilince, o zamanlar son derece bulanık ideolojileri olan gruplarda komplocu olarak yer aldı. Bir keresinde, bana mektup yazmış, oluşum halindeki bir partiye katılmamı istemişti; parti için ‘Aristokratik Sosyal Parti’ adı önerilmişti. Böylece, yavaş yavaş, Eugenio’yla yazışmalar ve yaz tartışmaları aracılığıyla, gizli faşizm karşıtı uyanışı izlemeye ve hangi kitapları okumam gerektiğini öğrenmeye başlıyordum: Huizinga okumalı, Montale okumalı, Vittorini okumalı, Pisacane okumalı; o yıllarda yayıncılık alanındaki yenilikler, düzensiz etik-yazınsal eğitimimizin aşamalarını belirliyordu.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 27)

8 Eylül’de, Salo Cumhuriyeti’nin askerlik çağırısına uymadığı için, üniversite öğrenimine aniden ara vermek zorunda kalır; üçüncü kişi olarak yazdığı, yayımlanmamış bir notta belirttiği üzere, birkaç ayı gizli geçirir. Bu yalnızlık ve yoğun okuma ayları, uğraşısını belirlemede etkili olmuştur. 1941 baharından itibaren, Italo kısa öyküler yazacak, sonra bunları Ben Mi Deliyim, Başkaları Mı Deli? (Pazzo io o pazzi gli altri) başlıklı bir denemede bir araya getirecektir.

 1943 Ağustos’u ile Ekim’i arasındaki aylar, Calvino için, olayların üst üste gelmesiyle kesintiye uğrayan yoğun bir yaratıcılık dönemidir. Italo ile kardeşi Floriano 1944 güzünde Liguria’nın Ön Alpler’inde faaliyet gösteren ve adını savaşta yaşamını yitirmiş olan genç komünist doktor Felice Cascione’den alan Garibaldi ikinci saldırı tümeninin saflarına katılır. Italo 15 Kasım 1944’te komplo etkinliği nedeniyle tutuklanıp Santa Tecla’daki San Remo Hapishanesi’ne gönderilir. Ertesi gün kurşuna dizileceğini bilen Calvino, korkusunu unutmak için geceyi Montale’nin şiirlerini ezbere okuyarak geçirir; sonra da bir kamyonla Sosyal Cumhuriyet’in bir askere alma merkezine götürülür, neyse ki bir mola sırasında kaçmayı başarır. 9,10 ve 11 Aralık günlerini büyük ihtimalle babasının San Giovanni’deki çiftliğinde bir dehlizde geçirmiştir. Oradan, tepeleri aşarak, partizan birliklerine ulaşmayı başarır. Scalfari’ye yazdığı 6 Haziran 1945 tarihli bir mektupta, söze dökülmesi olanaksız bir sürü tehlike ve huzursuzluk yaşayıp ölümün eşiğinden döndüğünden, ancak yaptıklarından ve biriktirdiği deneyimlerinden memnun olduğundan bahseder. Calvino niçin komünizmi seçtiğini şu sözleriyle dile getirir:

“Komünizmi seçişim, hiç de ideolojik gerekçelerin desteğiyle olmadı. Bir ‘tabula rasa’dan yola çıkma gereğini duyuyordum, bu yüzden de kendimi anarşist olarak tanımlamıştım. Sovyetler Birliği’ne karşı, insanların genellikle sahip oldukları bütün bir güvensizlikler ve itirazlar yelpazesi benim için de geçerliydi, ne var ki annemle babamın hep hiç değişmemecesine Sovyetsever olmalarının etkilerini yaşıyordum. Ama hepsinden önemlisi, o anda önemli olanın eylem olduğunu ve komünistlerin en etkin ve örgütlü güç olduklarını hissediyordum...” (Baranelli, Ferrero, 2005: 30)

Calvino’nun bilimsel çalışmaları kısa sürede son bulur. “Zaten bende edebiyat kafası vardı, bu yüzden bıraktım ” (Mondello, 1990: 30) diyerek sonraki yıllarda açıklama yapacaktır.

Kurtuluş’tan sonra San Remo’daki çeşitli süreli yayınlarda yazılar yazar: San Remo Ulusal Kurtuluş Komitesi’nin yayın organı olan Demokrasinin Sesi (La voce della democrazia), Komünist Parti’nin yerel birikiminin tek sayfalık yayını olan Mücadelemiz (La nostra lotta), Felice Cascione Tümeni’nin yayın organı olan Garibaldi (Il garibaldino).

1945 yılında Torino’ya taşınır. 1946 yılında Edebiyat Fakültesi’ne geçer. Gazilere tanınan kolaylıklar sayesinde, doğrudan üçüncü sınıfa kaydolur ve bütün sınavları hızlıca vermeyi başararak, Joseph Conrad üzerine yazdığı tezle 1947 yılında İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun olur. Aynı yıl Einaudi Yayınevi’ne gidip gelmeye başlar, burada kültürel gelişimini ve yazarlık kariyerini önemli derecede etkileyecek olan Cesare Pavese ile tanışıp dost olur; Pavese sayesinde, Aralık ayında, Carlo Muscetta’nın yönettiği Aretusa dergisinde Kaygı (Angoscia) adlı öyküsünü yayımlar. Calvino, yaşamının bir diğer dönüm noktası olan Vittorini ile de tanışıp, yine Aralık ayında Vittorini’nin Politecnico dergisine “Bir Deri Bir Kemik Liguria” (Liguria magra e ossuta) yazısıyla katkıda bulunur. Sonra yavaş yavaş Einaudi Yayınevi için küçük işler yapmaya başlar; bunlar özellikle tanıtım metinleridir, ayrıca çıkan kitapları duyurmak için taşra gazetelerine dağıtılacak yazılar yazar. Sonraki yıllar çalışmaya başladığı bu yayınevinin editörlüğünü yapacaktır. Yaklaşık on beş yıl boyunca yaşamını bir yayınevinde yayıncılık uğraşıyla geçirecek olan yazar, bu dönem boyunca başkalarının kitaplarına kendi kitaplarından daha fazla zaman ayıracaktır.

1946’da, gazetelerde ve dergilerde sayısız öykü yayımlar; bu öyküler daha sonra Karga Sona Kaldıda (Ultimo viene il corvo) bir araya getirilecektir. Mayıs’tan Aralık’a kadar Unita gazetesinde Zaman İçinde İnsanlar (Gente nel tempo) adlı köşede yazılar yazar; bu yazılarında günlük olaylardan, filmlerden, kitaplardan yola çıkarak kültürel ve siyasi konulara değinir.

40’ların sonu, 50’lerin başında Calvino, savaş zamanında bir partizan ve anti- faşist olarak yaşadıklarını anlatan gerçekçi öykü ve romanlar yazmaya ve yayımlamaya başlar. En büyük destekçileri Cesare Pavese ile Giansiro Ferrata’dır. Örümceklerin Yuvalandığı Patika'yı, yirmi günlük aralıksız ve zor koşullarda sürdürdüğü bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkarır. Roman, Mondadori Yayınevi’nin genç yazarlar için düzenlediği yarışmaya katılır, kazanamaz; ancak Einaudi Yayınevi ertesi yıl kitabı yayımlayıp Riccione Ödülü’ne aday gösterir ve roman ödülü kazanır. Böylece Calvino’nun yazar olarak kariyeri başlamış olur.

1949’da ilk öykü kitabı olan Karga Sona Kaldı yı yayımlar. Kısa hikayelerden oluşan bu kitap, direniş ve savaş sonrası İtalya’yı konu eder.

Calvino ilk eserlerinde, Cesare Pavese ve Elio Vittorini ile birlikte Yeni Gerçekçilik Akımı’nın üyesi olarak görülür. Herman Melville, Ernest Hemingway, Sinclair Lewis, Sherwood Anderson, Edgar Lee Masters, John Dos Passos, Theodore Dreiser, William Faulkner gibi o dönemin önemli yazarlarının etkisi altında kalırlar. Pavese ve Vittorini, bu iki anti-faşist romancı, gerçekçi yazarların ateşli destekleyicisidirler.

Üstün hayal gücü dünyası sayesinde kıskanılacak betimlemelerle gerçekliklere dokunan yazar, yayımladığı üçlemeyle fantastik öğelere yer vererek yön değiştirir: İkiye Bölünen Vikont (II visconte dimezzato, 1952), Ağaca Tüneyen Baron (Il barone rampante, 1957) ve Varolmayan Şövalye (Il cavaliere inesistente, 1959); bu üç fantastik anlatı 1960 yılında Atalarımız (I nostri antenati) başlığıyla bir araya getirilecektir. Aynı yıl Calvino’ya Salento Ödülü’nü kazandıran bu son derece fantastik romanlar o zamanki toplumu konu almasa da alegorik olarak o günkü sosyal ve politik meselelere dair derin bir endişeyi dile getirir.

1956'da Rusya'nın Macar isyanına müdahalesi ve İtalya'daki sosyalist reformlar Calvino’yu hayal kırıklığına uğratır. Bir sanatçının, bir edebiyatçının politikadan uzak kalması gerektiğine inanır ve 1957 yılında birçok İtalyan gibi Komünist Parti’den ayrılır. Siyasetten niçin artık uzak kalmak istediğini 1980 yılında yazdığı şu yazısıyla dile getirir:

“O aylarda ‘Citta aperta’ dergisi için ‘La gran bonaccia delle Antille (‘Antiller’in Pek Sakin Havası’; Togliatti’nin yönettiği İtalyan Komünist Partisi’nin devinimsizliğini konu alan bir yergi) öyküsünü yazdım. Öyküyü bu günlerde yeniden okudum. Bana önemini yitirmemiş gibi geliyor, hiç olmazsa belli bir ruh haline ve yitirilmiş büyük bir fırsata ilişkin bir tanıklık olarak. Bu olaylar beni partiden uzaklaştırdı, bir başka deyişle siyaset içimde öncekine oranla çok daha az bir yer işgal etmeye başladı. Siyaseti, o zamandan başlayarak, bütünsel bir etkinlik olarak görmedim artık ve ona karşı güvensizlik duydum. Bugün, siyasetin, toplumun başka kanallardan sergilediği şeyleri çok büyük bir gecikmeyle kayda geçirdiği kanısındayım ve sık sık siyasetin usulsüz ve gerçeği örten eylemler gerçekleştirdiğini düşünüyorum.”

(Baranelli, Ferrero, 2005: 63-64)

1956 yılında, yayınevinin siparişi üzerine büyük bir çalışma yayımlar: İtalyan Masalları (Le fiabe italiane). Pinokyo’dan sonra İtalya’da yayımlanmış en güzel çocuk kitabıdır. 1958’de, o zamana kadar yazdığı bütün kısa anlatıları bir araya getiren Öyküler'’i (I racconti) yayımlar.

Direniş edebiyatından yola çıkarak ilk öykülerini gerçekçi nitelikte yazan Calvino, daha sonra fantastik serüvenlere de yönelip zamanın dışına, gerçekliğin dışına çıkarak öykülerini yazmaya devam eder. Fantastik öykülere yönelişini şu sözleriyle açıklar:

“Ben de gerçekçi öyküler yazdım ve yazıyorum. İlk hikayelerim ve ilk romanım, partizan savaşını ele alıyordu: Trajedi ile neşenin iç içe geçtiği, renkli, serüven dolu bir dünyaydı bu. Çevremdeki gerçeklik, dile getirmekten hoşlandığım o enerjiyle böylesine yüklü imgeler vermiyordu bana artık.

Gerçekçi öyküler yazmayı hiç bırakmadım, ama elimden geldiğince onlara ne kadar devinim vermeye, ironi ve paradoks yoluyla ne kadar biçimlerini bozmaya çalışırsam çalışayım, bu öyküler hep biraz fazla hüzünlü oluyorlar ve o zaman, anlatı çalışmamda gerçekçi öykülerle fantastik öyküleri bir arada götürme gereksinmesi duyuyorum.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 66)

Calvino, öykülerini masal tarzında yazmasına rağmen, aslında hayatın gerçeklerine değinme amacını güder.

Il Visconte Dimezzato, II Barone Rampante, II Cavaliere Inesistente gibi ünlü yapıtlarında masalımsı bir hava olmasına karşın yazar, yaşam karmaşasının neden olduğu somut gerçeklerden söz eder. Yapıtlarında çağdaş insanın, kökünden sarsılmış değerler karşısında yolunu şaşırması ve kaypak bir dünyada, çelişkili gerçekler arasında kendisine yeni bir yol çizme çabası anlatılır. (Kuray, 2000: 183, 184)

1959’da Calvino, savaş sonrası entelektüel sol kanadın öncüsü Elio Vittorini ile birlikte Il Menabo adlı dergiyi kurar. Burada sol politik partilerin karşı karşıya kaldıkları ideolojik krizleri, aydınların rolünü tartışmış; sosyal, tarihî ve edebî sorunları çözmeye eğilmişlerdir.

1960’lı yılların başından itibaren, Calvino’nun yaşamının ağırlık merkezi değişir: Torino’dan ayrılıp Paris’e taşınır; ama Einaudi’deki işinden ayrılmaz, yayınevi ve Villa Meridiana’yı, düzenli olarak ziyaret etmek için dönmektedir. Italo, 1962 Nisan’ında, Paris’te, Esther Judith Singer ile tanışır. Esther, Unesco ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı gibi uluslararası kuruluşlar için çalışan, Rus asıllı Arjantinli bir çevirmendir. 19 Şubat 1964’te Havana’da evlenirler; ertesi yıl, yeni bir eve taşındıkları Roma’da kızları Giovanna dünyaya gelir.

Calvino’nun yayıneviyle çalışma tarzı da değişir: artık şirket çizelgesinde kesin bir yere oturan bir yönetici değildir; danışmanlık statüsünü seçer, ama toplantılara düzenli olarak katılmayı ve arkadaşlarının çalışmasını yakından izlemeyi sürdürür.

1963’te önemli yapıtları arasında bulunan Marcovaldo - Kentte Mevsimlerdi (Marcovaldo, ovvero le stagioni in citta) yayımlar. Calvino'nun gözlem gücünün ağır bastığı bu kitabın başkahramanı hüzünlü bir kişi olan Marcovaldo’dur. Bu kitap, her biri bir mevsime adanmış yirmi öyküden oluşur. Yani beş kez yinelenen mevsimsel döngü, bir türlü özlemini duyduğu dünyaya kavuşamayan Marcovaldo’yu gelen her yeni mevsimle tekrar tekrar umutlandırır.

Paris’te şair, romancı, matematikçi Raymond Queneau ve matematik tarihçisi François Le Lionanais önderliğinde yürütülen Oulipo çalışmalarından haberdar olur. Grubun amacı yazı yazmakla ilgili tüm olasılıkları keşfetmek ve yazıya matematiksel yapıları uygulamaktır. Bunun sonucu Calvino, 1969’da Kesişen Yazgılar Şatosunu (Il castello dei destini incrociati) yayımlar. Kitapta öyküler büyülü tarot kartlarının okunmasıyla oluşturulur; kartlar yalnızca geleceği tahmin etmekte değil, geçmişi tekrar yaratmak için de kullanılır.

1960’lı ve 1970’li yılların Calvino’su; özellikle fizik, astronomi ve biyoloji konularında bilimsel araştırmalar yapan ve Oulipo çevresindeki Paris dostluklarıyla kendisini geliştiren; uluslararası, gezgin, matematikçi ve ansiklopedist bir Calvino’dur. Bir süreden beri yalnızca astronomi kitapları okuduğunu ve edebiyattan büyük bir yorgunluk duyduğunu 1964’te Rea’ya yazdığı mektupta dile getirir.

Calvino, Queneau’nun Mavi Çiçekler (Les fleurs bleues, 1965) adlı kitabını İtalyancaya çevirir, kitap Einaudi yayınları arasında 1967’de yayımlanır. Bu çeviriden sonra, Calvino, Queneau’nun 1950’de yayımladığı, dünyanın doğası üzerine altı kantoluk bir şiir olan Taşınabilir Küçük Kozmogoninin (Petite cosmogonie portative) çevirisine de girişebileceğini düşünmüştür. Calvino, toplam 1386 dizelik yapıttan yaklaşık elli dize çevirir ve sonra bütün şiirin çevrilmesi işini Sergio Solmi’ye bırakmaya karar verir; Solmi çevirisi 1982’de Einaudi yayınları arasında çıkar. Ne olursa olsun Queneau çevirmek, Calvino’nun tutkularından biridir: Ölümünden birkaç hafta önce tamamladığı Polistiren Ezgisi çevirisi de buna tanıklık eder.

Paris’te Calvino göstergebilimle de ilgilenir, Roland Barthes’in Balzac’ın Sarrasine’i üzerine iki seminere katılır. Calvino, fantastik üslubunu kurgu-bilim tarzına yaklaştırarak Kozmokomik Öyküler (Le cosmicomiche, 1965) ile Sıfır Zaman\ (Ti con zero, 1967) yazar. Alışıldık temalarından uzaklaşarak yeni bir gerçeklik görüşünü anlatmak için modern bilimi, hayali koşullar yaratmak üzere bir araç olarak kullanır.

Ayrıca Paris, Calvino için Georges Perec’in keşfedilmesidir; Queneau’yla birlikte Perec, en çok hayranlık duyduğu çağdaş Fransız yazarı haline gelir. Calvino’nun Küçük Resimli Okuma Kitabı açıkça Perec’in anlamı aynı olan Petit abecedaire illustre ’sinden esinlenmiştir.

Ludovico Ariosto’nun Çılgın Orlando (Orlando furioso) adlı şiir kitabı için yaptığı düz yazı şeklindeki çevirisi 1970 yılında yayımlamıştır.

1971’den başlayarak, Calvino kişisel olarak yönetimini üstlendiği bir yayıncılık projesi için kollarını sıvar: bu proje Yüz Sayfa (Centopagine) dizisidir. Yaklaşık on beş yıl boyunca büyük bir bağlılıkla sürdüreceği bu projede amacı, her çağ ve ülkeden büyük hikâyecileri sunmaktır ve dizide toplam yetmiş yedi kitap yayımlanmıştır.

1972’de Görünmez Kentler’i (Le citta invisibili) yayımlar. Bu kitabın kahramanı, zayıflayan imparatorluğundaki çeşitli hayali kentleri satranç oyunları esnasında anlatarak yaşlı Kubilay Han’ı eğlendiren efsanevi Marco Polo’dur. Anlatılan kurmaca kentlerin her birine bir kadın ismi verilmiştir. Calvino, anlatıyı göstergeler üzerine kurmuştur ve kitap göstergebilim açısından temel yazınsal yapıtlar arasında yer alır.

1974’ten 1979’a kadar, Corriere della Sera gazetesinde anlatılar, yolculuk yazıları, siyasal ve toplumsal gerçeklik üzerine gözlemler yazar. İlk katkıları arasında, otobiyografik nitelikli Bir Savaşın Anısı (Ricordo di una battaglia) yer alır; bir partizan çarpışmasının, San Remo içlerinde stratejik bir merkez olan Baiardo’yu 17 Mart 1945 günü ele geçirmeye yönelik talihsiz girişimini anlatan bir yazıdır. 1 Ağustos 1975’te, Zürafaların Koşusu (La corsa delle giraffe) ile Palomar’ın anlatılar dizisi başlar. İran, Meksika ve Japonya’daki yolculuklarından doğan, daha sonra 1984 yılında yayımlanan Kum Koleksiyonu (Collezione di sabbia) bir araya getirilen yazılar da önemli deneme-inceleme yazılarındandır.

1979’da, Görünmez Kentler ile birlikte uluslararası bir ün kazandığı kitabı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'yu (Se una notte d’inverno un viaggiatore) yayımlar. Roman içinde roman olan bu kitabın başkahramanı okurdur. Kitap, Calvino'nun okurla oynadığı, sesini ona duyurmaya çalıştığı, kurgusal olarak farklı bir anlatımıyla post-modern roman türünden yazılmış bir eserdir. Calvino eserinde kendi eserinin yazım sürecini cümle aralarında gizleyerek anlatır ve okuru kendine çekerek onu yazacağı eseri bulması için yola düşürür. Aynı yıl, Calvino, La Repubblica'da yazmaya başlar. “Ben de Stalinist miydim?” (Sono stato stalinista anch’io) ilk uzun yazısının başlığıdır.

1980’de Calvino ailesi İtalya’ya geri döner ve Roma’ya yerleşir. Yazar, burada, La Repubblica gazetesiyle olan çalışmalarını daha da yoğunlaştırır. Denemelerini topladığı Unutmak İçin (Una pietra sopra) adlı kitabını 1980’de, Palomafı ise 1983’te yayımlar. Bu kitapta ana karakter Bay Palomar, doğayı gözlemler ve anlatır; insan ve evren, doğa ve insan iletişimindeki gizli benzerlikleri bir iç konuşmayla sorgular.

6 Eylül’de, Roccamare villasında, Calvino inme geçirir. Önce acil olarak Grosseto Hastanesi’ne kaldırılır; daha sonra, durumunun ciddiliği karşısında hastanenin yetersiz olduğu anlaşılınca, Siena’daki Santa Maria della Scala Hastanesi’ne götürülür ve ameliyata alınır. Durumu tam iyiye doğru giderken, bir beyin kanaması sonucu 18 Eylül’ü 19 Eylül’e başlayan gece yaşamını yitirir. Tam da bu sıralarda Charles Norton Eliot Konferansları olarak hazırladığı projeyi sunmak üzere Harvard Üniversitesi’ne gitmeye hazırlanmaktadır. Altı dersten oluşması gereken bu proje ne yazık ki tamamlanamaz, ama beşi bir kitapta yayınlanır: Amerika Dersleri (Lezioni americane).

Otobiyografik nitelikli San Giovanni Sokağı (La strada di San Giovanni), deneme-inceleme yazılarını bir araya getiren Klasikleri Niçin Okumalı? (Perche leggere i classici) ve Yazılan Dünya ve Yazılmayan Dünya (Mondo scritto e mondo non scritto) ölümünden sonra yayımlanan kitaplarından bazılarıdır. Ayrıca, Klasikleri Niçin Okumalı? da hayatının değişik dönemlerinde kendisi için büyük bir önemi olmuş yazarları, şairleri, bilim insanlarını ağırlamıştır.

Alıntı: Güzin MOLO/ Italo Calvıno’nun “Örümceklerin Yuvalandığı Patika” Adlı Eserinde İtalyan Yeni Gerçekçiliği Ve Otobiyografik Ögeler / Yüksek Lisans Tezi/2016

Günah da Sorgulayan İç…

Kimliğiyle yaşadığı iç hesaplaşmada…

“Tanrım, tanrım!” diyor.

“Madem bu hayata düşecektim, neden bu yaşımda sonra?

 Niye sonuna dek direnemedim?

 Neden?

 Neyi kaçırdım?

 Neden böyle göbeklendikten ve böylesine çöktükten sonra?

 Kendimi bu kadar saldıktan ve unuttuktan sonra?

 Kendimi bu kadar sakındıktan ve sakladıktan sonra?

 Niçin on sekizimde değilim şimdi?

 Ve burada ne işim var benim?

 Neyi bulacağım burada?

 Burada bir şey yitirmedim ki ben?

 Dışarıda yitirdim, ne yitirdiysem! Burada neyi bulup da, neyi kurtaracağım?

 Her şeye ne kadar hazırlıksızım ve ne kadar geç kaldım her şeye… Öğrenmenin yaşı yoktur, diye öğrettiler bize. Yalan! Yanlış! Her şeyin yaşı vardır, her şeyin!...”

“Bu, Garip Kul Hâlid’in Kabridir.”

Mevlânâ Hâlid, 14 Zilkade 1242 Cuma gecesi taun hastalığı sebebiyle

vefat etmiş ve Şam’da Kasyon Dağındaki Sâlihiyye bölgesinde defnedilmiştir.

Yakın dostu Muhammed el-Fârukî el-Eyyûbî tarafından 1282’de

mezarının yakınlarına bir tekke inşa edilmiştir. O, hayattayken arkasından

kimsenin ağlamamasını, şemailinin yazılmamasını ve kabrinin başına “Bu,

garip kul Hâlid’in kabridir.” yazılmasını vasiyet etmiştir.

Bu Hocalar Ne Diyor

Bugünkü günde bizim böyle her yönden geri kalmamıza neden olan birçok sebep vardır. Bu konuda herkes birbirini ayıplıyor ve her biri diğerine öfkeleniyor. İmamlar ve mollalar:

“Din bozuldu, avam halkı dini tutmuyor, bundan dolayı bereket azaldı ve rahat bitti.” diyorlar. Avam halkı ise:

“Mollalarımız hep cennet ve cehennem ile uğraşıyorlar, hep   Allah’tan, melek ve şeytandan bahsediyorlar, üstünde yaşadığımız yerden ve nasıl yaşamanın usulünden asla bahsetmiyorlar, işe yarayacak, fikir açacak ve bizim dünya ve ahiret mutluluğumuza sebep olacak hiçbir şey öğretmiyorlar, nasıl öğretsinler ki kendileri de ekseriya pek cahil ve fikirsizdirler. Ne vakit Allah bize iyi imamlar verecek” diyerek Cenâb-ı Hakkın kendilerine imam ve müezzin tayin etmesini bekliyorlar.

Aydınlarımız:

 “Millet bizi sevmiyor, bizden nefret ediyor, bin türlü zahmetlerle gurbetlerde tahsilde bulunduğumuz vakitlerde millet bize hiçbir yardımda bulunmuyor, hatta yardım etmek şöyle dursun, Rusça okuduğumuz vakit “kasket” şapka taktığımız için bize ağır sözler söyleyerek kalbimizi yaralıyorlar” diyorlar.

Millet ise:

“Aydınlarımızdan bize ne fayda geldiği var, tahsil etmiş oldukları ilim ve bilimler ile bizim saadetimiz için ne hizmetleri oldu, bunların çoğu ilim tahsil ettikten sonra bizden nefret ediyorlar, dine itibar etmiyorlar, ahlak ve millî adetleri terk ederek ve hatta onlarla alay ederek kendilerini halkın ve milletin gözünde fena göstermeye sebep oluyorlar. Bunlar fikirlerini aydınlatıp kalplerini terbiye ettikten sonra halkın psikolojisine (ahvâl-i rûhiyesine) tamamiyle vâkıf olmalı idiler, ahâlide kusûr pek çok ise de onların kusurlarını cehaletlerine bağışlayıp mazur görerek avam tarafından kendi halklarında uygun görülmeyen hareketler için öfkelenmemeli idiler, belki kendilerini millete sevdirip ve milletin arasına girip biçare, câhil ve âciz halkın maddî ve manevî gelişimine hizmet etmeliydiler, iyilik kaybolmaz, biz takdir edemezsek çocuklarımız takdir eder, başka milletlerin aydınları şöyle oluyorlarmış, kendi din ve lisanlarını çok güzel bilirlermiş   ve her ne kadar Avrupa ve Amerika dârüttalîmlerinde  mükemmel bir şekilde tahsil ve terbiye görseler de kendi ahlak ve millî adetlerinden asla nefret etmeyerek vatan sevgisini aziz ve millete hizmeti mukaddes tanıyorlarmış vesaire vesaire” diyorlar.”  [Fatih Kerimi, Hayal Mi? Hakikat Mi?]

Pietist/Aşırı Kişisel Dindarlık İdeali

"Akıllı insandan ziyade sezgileriyle hareket eden insanı yeğler. Sezgiler bizi daima doğru yola sürükler, onlar sayesinde biz imanımızı yönlendirebiliriz. Tanrı ancak sezgi yoluyla kanıtlanabilir. Bunu dışında hiçbir yolla Tanrı'nın varlığı kanıtlanamaz.

Varoluşçu Felsefe

“İlk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmış (1927), İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız düşünür ve romancı Sartre'nin benimsemesi ve edebiyata uygulaması ile bütün dünyada yaygınlaşmış bir felsefe sistemidir. İnsanın kendi değerlerini kendinin oluşturabileceğini; geleceğini yine kendisinin kurabileceğini savunan bu felsefe akımıdır.”

Genel olarak varoluşçuluktan bahsetmek gerekirse, sözcüğün kendisinin de belirttiği gibi, varoluşçuluk, her şeyden önce varoluş durumuna dayanmaktadır. Özlere, olabilirlere, soyut kavramlara ilgi duymaz. Matematik düşüncenin tam karşıtıdır. Var olanın varlığına dönük bir olgudur.

Bireyin, geleceğini kendisinin belirleyebileceğini ileri süren bir felsefi anlayışa dayanır. Sanatçılar, yapıtlarında insanın kendisini aşması gerektiği, hür olmaya mecbur olduğu gibi konulan işlemiştir. Yapıtlarda karakter yoktur, çeşitli durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır.

“Somutun Felsefesi” her şeyden önce asıl gerçeğe, kendi gerçeğimize dönmeyi amaçlar. Ne var ki, biz genelde, ortaklaşa olan bireysel özelliklere bakarken, kendimize özgü olanı değerlendirenleyiz. İç dünyamız içinde aynı şeyler geçerlidir. Onu kendi özgünlüğü içerisinde tanımak yerine, klasik ruhbilim çerçevesinde kavramaya çalışırız. Böylece elimizdekini kaçırırız. 

Varoluşçu bunun tam karşıt durumunu benimser. Kendisinde bulunmayan bir mantığı, iş yaşantısına sokmak amacı ile zekâ işe karışmadan önce onun alçalıp yükselmesini olduğu gibi vermeye çalışır. Böylece içimizde bulunan soyut düşünceyi somut bir biçimde kavrarız.

Varoluş felsefesinde, klasik çerçevelerin ve kavramların dışında kalan, yaşamamış durumların betimlenmeleri varoluşçuluğa özgü değildir. Bu durum olaybilimcilere özgüdür. Varoluşçuluk somuta dönüştürür. Yalnızca bu kadar da değildir. Varoluşçu felsefe varoluş ile var olanın çözülmez birliğidir. Var olan ile tek bir beden olan bir varoluştur.

Varoluşçuluk, bireysel olsalar bile, öz olan kendi özleriyle uğraşırlar. Varoluşçuluk felsefesi, özeti felsefeyle aynı olarak insan özüne, var olmanın ikinci temel taşı olduğundan dolayı önem verir.

Varoluşçuları, nesneler ilgilendirmez, onlar dışarıdan duygularımızla algıladığımız boş biçimlerdir. Onların varoluşları bizi ilgilendirmez, çünkü biz olmazsak onlarda olmazlar.

Var olmanın bilincini taşıyan insan çok azdır. İnsanların büyük bir kısım dikkatini, mutluluğun koşullarını oluşturan bu dünya nesneleri üzerinde toplar. Başımızdan geçen en küçük olayda bile, genel bir tipin özel bir örneğini bulmaya yatkınlık gösteririz.

Oysa var olmanın bilincine erenler, büyük bir şaşkınlık geçirirler. “Varoluş, şaşmadan ayrı düşünülemez'’' der Gabriel Marcel.( 1889-1973)

Nitekim varoluşçuluğun öncüsü Pascal (1623 - 1662), “Orada değil de burada olduğuma şaşırıyorum. Eskiden değil de şimdi burada bulunmam için hiçbir neden göremiyorum'’' der.

Bir yandan beni dünyaya getiren rastlantısal olayların “Bitimsiz acı verici olasılığının” verdiği duygu, öte yandan, ben olmadığım zaman, benim için hiçbir şey var olmayacağından dolayı, var olmak, benim için var olmak olduğundan “Yeri doldurulmaz bir varlık olduğum” bilinci. İşte insan varoluşu üzerinde düşünürken içinde, böyle birbirini çelen çift kanatlı bir izlenim taşır.

“Var olmak nedir?” sorusunu cevaplayabilmek için öncelikle oluş iyice kavranmalıdır. Varoluş, var olan da kavranır, kendisinde değil, yani biz ancak var olduktan sonra bir takım sıfatlara (sarışın olmak, uzun olmak, vb.) bürünebiliriz, var olmadan önce hiçbir sıfatımız yoktur.

Klasik felsefede var olmak, bulunmak fiili ile aynı anlama gelir. Oysa varoluşçuların sözlüğünde var olmak (ser, eriştir) ile bulunmak (estar) aynı değildir. Var olmak, daha önce sadece olabilir olanın bulunduğu alana geçip yerleşmektir; kısaca varoluş, bir edinimdir.

Gerçek oluş ve varoluş, özgürlüğü gerektirir, bu da sadece insana ait bir ayrıcalıktır. İnsanın bu ayrıcalığı sezinleyerek kendi varoluşunda kullanması gerekir.

Sadece, özgür olarak kendilerini seçenler, kendilerini yaratanlar, varoluşlarına benimdir, benim yapımdır, diyebilenler gerçekten var olanlardır. İnsanın kendi yaşamını seçmesi gerekir. Fakat bu seçimde yeterli değildir. Var olmak için önceki seçimlerimizden bir sonucu olan yeni varlıktaki olanaklara bakıp hangisi olmak istiyorsak, onu durmadan ayırmalıyız. Varoluş erişilmez, sürekli bir yükseliştir. Kendimizi aşmadır, ancak özgür bir seçme ile gerçekleştirilen daha yüksek bir varlığa doğru bir gelişme ile insan var olabilir.

Özünü seçmek ise; biz ne isek bizim özümüzdür. Olmak istediğimiz kişiyi seçtiğimizde, kendi özümüzü de seçmiş oluruz. Bu özü biz sonradan kazanırız. Çünkü seçim yapabilmemiz için önce var olmamız gerekir.

Öz, sadece insanda sonradan kazanılan bir olgudur. Diğer nesnelerde öz önceden vardır. Tüm varoluşçuların bu konudaki görüşleri ayrıdır. Ancak “Öz, varoluştan sonra gelir” düşüncesinde ayrılmazlar.

Doğadaki canlılar içinde sadece insan özgürdür, diğer canlılar bir takım yasalara bağlı yaşarlar. Bir bitkinin özü, varoluşundan önce bellidir. (Ne kadar büyüyeceği, ne zaman tohum vereceği) Bir bitki oluşunun sürecini asla değiştiremez, hayvanlar içinde aynı şey geçerlidir. (İçgüdü gibi.) İnsan belli koşullar içinde seçim yapabilir. Seçiminden sonra, bu seçimin ona kazandırdığı şeylere oranla özünü kazanır ve geliştirir. Yalnız insan ne kadar özünü seçmiş olursa olsun, seçmeyi yapmadan önceki geçmişine var olduğunun bilincini taşımadığı döneme bağlıdır.

İnsan böyle bir bağlılığa rağmen yine de özgürdür. Güzel ya da çirkin olmamız; yoksul ya da varlıklı bir aileden geliyor olmamız bizim önceden seçemeyeceğimiz, önceden var olan durumlardır. Buna karşın, bulunduğumuz koşula, ortama göre takınacağımız tavır tamamen bizim elimizde ve bunu “biz” seçeriz. İster kendimizle gurur duyalım ister utanç bu durumu değiştirmez. Her iki durumda da karar veren kişinin kendisidir. Kişi özgürce seçim yapmakta, var olmaktadır.

Varoluşçulara göre bilinç her zaman dışa yöneliktir. Dışla olan ilişkilerden kurulup örülmelidir. Kendinden ayrı bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç, kendi başına bir şey değildir. Yani doğası gereği, kendi dışında bulunan gerçeğe, özellikle kendi görüşlerini ona zorla kabul ettirmek isteyen öteki bilinçlere bağlıdır. Bu bilinçler olmadı mı kendimizden yansıyan bilgiye de gözlerimizi açamayız.

İnsanın, kendi kendisini seçerken elinde bulanan tek yol, bir başkası yerine, belirli bir durumu benimsemektir. Bilincin içeriği olmadığı için, bu tutum içinde, her hareket içinde özgürleşir, şu ya da bu olur ve bir öz üstlenir. Görüldüğü gibi, başkası, kendinin gerçek bilincine varmak için kaçınılmaz bir araçtır. Başkasının ruhsal yaşantısının doğrudan doğruya kavranılması ile belli bir iletişim olur. Böylece, varoluş daha fazla anlam kazanır.

 

Güzellik Ve Çirkinlik Ekseninde Kavramlar

Apolloncu Güzellik: Ölçülü, uyumlu, düzenli ve belirgin biçimlerde

görünebilen güzelliktir.

 

Dionisosçu Güzellik: Belirgin biçimlerde betimlenemeyen, huzursuzluk

uyandıran güzelliktir. Bu güzellik sağduyudan uzak, çoğu kez delilik ve çılgınlıkla

tanımlanan, hem neşeli hem de tehlikeli bir güzelliktir.

 

Kanon: Eşit aralıklarla ilerleyen iki ya da daha çok sesin birbirine kesin ve

sürekli bir biçimde öykünmesiyle oluşan bütündür.

 

Chiaroscuro (Işık Gölge): Işık Gölge; İtalyanca Chiaroscuro (chiaro: “ışık”,

oscuro: “gölge”), Ortaçağ döneminde sanat alanında aydınlık- karanlık düzleminde

beliren zıtlık için kullanılır. Chiaroscuro, İtalyanca bir kelime olup, Rönesans dönemi ressamlarının resimlerinde daha çarpıcı ve gerçekçi etki yaratabilmek adına gölge ve

ışığı kontrast şeklinde kullanmalarıyla ortaya çıkan resmetme tekniğidir. Aynı

zamanda resme boyut katmak da denebilir.

 

Görsel sanatlarda ışığı ve gölgeyi rengin kullanımından bağımsız olarak

göstermek için kullanılan tekniktir. Işık-gölgeyi en etkili biçimde 15. yüzyılın

sonlarında Müneccim Kralların Tapınması (1481, Uffizi Galerisi, Floransa) gibi

resimleriyle Leonardo da Vinci kullandı. 16. yüzyılda ise ilk defa İtalyan ressamı

Correggio tarafından kullanılmaya başlandı. Georges de la Tour ise bu alanda dikkat

çeken ilginç örnekler verdi. Bu tekniği çizimlerinde, resimlerinde ve aside yedirme

baskılarında olağanüstü bir etki yaratacak biçimde kullanan Rembrandt ışık-gölgenin

en büyük chiaroscuro ustası sayılır. Işık-gölge romantik dönem sanatçıları arasında

da çok yaygındı. Romantikler özellikle duygusal etkiler yaratmak için bu tekniği

kullandılar.

Ağaç baskıda ise ilk kez 16. yüzyılda İtalya’da, baskı ustası Ugo da Carpi’nin

uyguladığı sanılmaktadır. 17. yüzyılın sonlarında ağaç baskılarda ışık-gölge

uygulaması azaldıkça bu sözcük, resim, çizim, aside yedirme, baskı gibi türlerde

ışıktan gölgeye geçişi anlatmak için kullanılmaya başlandı. Böylece, önceleri tek

renkli yapıtlarda kullanılan bir tekniği anlatan ışık-gölge sözcüğü sanat yapıtlarındaki

ton düzenlemelerine ilişkin genel bir yaklaşımı belirtir hale geldi. Caravaggio’nun

etkisindeki 17. yüzyıl İtalyan sanatçılarının yapıtlarında görülen, ışık-gölge

karşıtlığının daha dramatik bir biçimine de “tenebrizm” denir.

Chiaroscuro aydınlatma biçimi, Rembrandt, Cameo (arka fon tamamen

karanlık, resmedilen nesne aydınlık) ve Siluet (arka fon aydınlık, nesne karanlıkta)

aydınlatması olarak üç farklı biçimde değerlendirilmektedir. Bunlardan Rembrandt,

resimlerinde uyguladığı bu teknikle adeta kült olmuştur.

Decus: Süsleme, azami keyif.

 

Hyle: Tümüyle biçimsiz ve niteliksiz madde.

Columbaria: Ortaçağ döneminde derebeylerin gittiği genelevlere verilen

isimdir. Maniyerizm: Maniyerizm, İtalyanca’da tarz ve üslup anlamına gelen maniera

kökünden gelmiştir. İtalya’da Yüksek Rönesans dönemi ile Barok dönem arasında,

yaklaşık 1520-1580 tarihlerinde ortaya çıkmış bir sanat akımıdır. Rönesans’ın eşitlik,

simetri, perspektif ve uyum kalıplarını kırarak daha kuralsız bir üslup yaratmış,

kuralsızlığı ilke edinecek Barok dönemin habercisi olmuştur. Michelangole

Bounarotti, Maniyerizm’in öncüsü sayılır.

 

 

Barok: 16. yüzyılın sonlarında Maniyerizmden sonra İtalya’da ortaya çıkan

Barok sanatı, 18. yüzyılın başında tüm İtalya’ya ve birçok Avrupa ülkesine yayıldı.

Barok, genel olarak durağanlığa karşı hareketi, simetriye karşı asimetriyi, geometrik

şekillere karşı eğrisel biçimleri ön plana çıkaran bir akımdır. Rönesans’ın gösterişli,

süslü yüzeysel düzenlemesi ile yatay ve dikey çizgilerinin yerini Barok anlayışın

dram, ihtişam ve dokunaklık barındıran çizgilerine bıraktı. Gotik tarz tam anlamıyla

reddedildi, düz hatlar yerine yuvarlak hatlar tercih edildi.

 

Melankolik: Yunanca kökenli bir kavramdır. Hüzün veren, hüzün belirtisi

olan anlamında kullanılır.

 

Grotesk: Grotesk denilince akla gelen ilk kelime abartı. Çirkinin daha da

çirkin, gülüncün daha da gülünç hale gelmesi. Tiyatro terimi olarak grotesk; kaba

gülünçlüklerden ya da tuhaf şakalaşmalardan yararlanan karşıt görüntüleri ya da bir

araya gelemeyecek durumları şaşırtıcı bir biçimde birleştiren, temelde ciddi olsa da

görünüşte gülünç ve abartılı olan bir güldürü tarzıdır.

Grotesk, Roma yapılarında bulunan, insan, hayvan ve çiçek figürlerinin

gülünç olacak bir şekilde bir araya gelmeleri biçimindeki abartılı süsleme tarzıdır.

Grotesk’in argodaki karşılığı, karışık ve korkunç anlamına gelir. Köken olarak

Antikçağ mitlerine kadar gider. Yunan ve Roma dönemindeki komedi ve dans ile

Ortaçağdaki eğlenceleri geleneksel hale getiren karnavalın özünde grotesk kelimesi

yer alır. Rönesans dönemi grotesk’in tekrardan sanata kazandırıldığı bir dönemdir.

Rönesans’ta sarmaşık desenlerle iç içe olan grotesk motifler yarı hayvan yarı insan

yaratıklarla daha çok yer altı kemerlerin süslenmesinde kullanılmıştır.  

 

Müstehcen: Arapça hücnet kelimesinden türemiştir. Özellikle cinsel içerikli

çağrışımlarla insanın utanma ve edep duygusuna aykırı gelen, şehvet duygusunu

uyandıran, açık saçık ve yakışık olmayan anlamına gelir.

 

Komik: İnsanda gülme duygusu uyandıran güldürücü, gülünç.

Sfumato Yöntemi: İtalyanca fuma (duman) sözcüğünden türemiştir.

Rönesans döneminde yağlıboyanın keşfiyle resim ya da çizimde renk tonlarının

birbiri içinde eritilmesiyle algılanamayacak renk ve ton geçişlerini adlandırmak için

kullanılan bir yöntemdir. Genellikle aydınlık alanlardan karanlık alanlara geçişlerde

kullanılır. İlk kez Rönesans ressamı Leonardo Da Vinci tarafından uygulanmıştır.

Vituperatio: Şiddetli kınama, suçlama.

 

Primidal kompozisyon: Rönesans döneminde bir resimde yer alan önemli

unsurların tablonun merkezinde yer alması diğer unsurların bunun etrafında

yerleşecek şekilde resmedilen kompozisyondur. Başka bir ifadeyle resim içerisinde

yer alan figürlerin tablonun çerçevesi içinde bir bütün olarak görünmesidir. Rönesans

sanatçısı Raphaello tarafından kullanılmıştır.

 

Rokoko: Barok sanatından sonra 18. yüzyıl başında Fransa’da ortaya çıkan

sanat akımlarına verilen addır. Rokoko, Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden

meydana getirilen süslemeye karşı, kavisli çizgileri bol, gösterişli, eğri büğrü çizgili

motiflerden ibaret olup, baroktan daha ince daha zarif kıvrımların kullanıldığı bir

stildir. Rokoko üslubu en çok resim, müzik ve mimaride gelişme göstermiştir.

 

Neo-Klasisizm (Yeniklasisizm): 1750’lerde Barok ve Rokoko akımının

aşırılığına ve yapaylığına karşı gelişmeye başlayan Klasik Yunan ve Roma

örneklerinin çizgisel, bakışımlı ve biçimden çok yüzeye verdiği önemle bilinen bir

benzeme biçimidir. Barok ve Rokoko’nun özgün biçim repertuarını bir kenara

bırakarak, Antikiteye öykünen bir tasarım ve tutum öngörür. Eylemin düşünsel

temelleri Alman sanat tarihçisi Winchkelman tarafından atılmış ve yeni anlayış

ürünleri Mengs gibi ressamların ürünlerinde verilmiştir.  Neoklasisizm sanat akımı görsel sanatlar, edebiyat, müzik, tiyatro ve mimari alanlarında gelişme gösterdi. Resim ve sanat anlayışında ölçü, sadelik, orantıların düzenliği, açıklık ve plastik çıkıntılı unsurlardan uzaklaşma gibi özellikleri sergiler.

 

Yücelik: Kelime anlamı, yüksek, büyük, ulu, ulvi anlamına gelir. Tarihte

yücelikten söz eden ilk kişi Sahte Longinus’tur.

Yücelik deyimi ilk defa Kant’ın estetiğinde belirmiştir. Kant estetiğini

temellendirirken kullandığı iki ana/temel kavramlarından biridir. Kant ya da Kant

dışı estetikte yücelik ya da yüce kavramı, güzellik ya da güzel kavramı ile koşutluk

halinde kullanılmış ve değerlendirilmiştir. Yücelik ve güzellik bu anlamda estetiğin

temel kavram çiftini oluşturur. Kant’a göre, yücelik ya da yüce olan, duyulur

dünyasını aştığından dolayı, aynı zamanda estetiğin dışında etik alanla da

ilişkilendirilir.

Romantizm: Romantizm, 19. yüzyılda Avrupa’da Klassizm’e tepki olarak

ortaya çıkan edebiyat, sanat, müzik ve felsefede etkisini gösteren bir akımdır.

Romantizm akımı duygu ve hayali ön plana çıkartmış, aşk, ölüm, tabiat gibi konuları

eserlerinde işlemiştir.

 

Dekadan (Decadent): 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da Natüralistlere

(Doğacılık) karşı ortaya çıkan, Sembolizm’i aşırıya vardan sanat akımına verilen

isimdir. Dekadan akımın amacı kendisinden önce varolan edebiyat kurallarını ve

geleneklerini yıkarak toplumsal ve sanatsal düzenin dışına çıkmaktır. Simgeciliğe

karşı aşırı hassasiyet gösteren dekadanlar, daha önce hiç görülmemiş imgeler

yaratarak bu imgelere karşılık gelen kelimeleri bulmaya çalıştılar  

 

Sembolizm (Simgecilik): Sembolizm ya da simgecilik birbirinden farklı

öğeleri olan ya da farklı anlamları simgeleyen çeşitli sembollerin bir arada

kullanımına denir.

Sembolizm, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da insanın duygularına ve

izlenimlerine önem vermeyen Parnasyenlerin anlayışına tepki olarak ortaya çıkmış

bir sanat akımıdır. Sembolizm akımı gerçekliğe ve düşüncelere değil, duygusallığa ve insanın iç dünyasına önem verir. Sembolizm akımının en temel özellikleri

gerçeklerden kaçma, hayale sığınma, çirkinlikleri hayal yardımıyla güzelleştirme ve

karamsarlık sayılabilir. Sembolistler dış dünya ile insan duyuları arasında işlev gören

semboller aracılığıyla dış dünyanın insan üzerindeki izlenimlerini ve etkisini

betimlediler. Sembolizm akımı özellikle edebiyat, resim ve müzik alanlarında

etkisini gösterdi.

 

Züppe/Züppelik: Züppe, giyim, konuşma, üslup ve düşünmede toplumun

anlayışına aykırı gelen yapmacıklıklara ve aşırılıklara kaçan kimselere denir

Züppelik ise, züppe olan durumu veya züppece davranış, snopluk .

 

Victoria Dönemi: 1848-1929 Ekonomik krizine kadar devam eden döneme

Burjuvazi Çağı denir. Britanya burjuvazisinin hakimiyeti nedeniyle Victoria Dönemi

denir.

Bu dönemde ortaya çıkan, orta sınıf kendi değerlerini ve temsil yeteneklerini

sadece ticaret ve sömürgeler alanında değil, günlük hayatta da gösterdi. Dönemin

ahlaki bakış açısı, estetik ve mimari kuralları, sağduyu ve giyim tarzı, kalabalıkta

davranış biçimi ve ev döşemesi tümüyle burjuvazi hayatını simgeliyordu. Daha kesin

belirtmek gerekirse, Britanya burjuvazisinin egemenliği nedeniyle, “Victoria”

tarzıydı.

 

Art Nouveau: Yeni sanat akımı anlamına gelir. 19. yüzyıl sonu ile 20.

yüzyılın başında ortaya çıkan, resim, mimari, mobilya, tekstil, grafik, seramik, metal

işleri ve cam sanatı gibi alanlarda etkili olan sanat akımıdır. Bu akımın temel

özelliği, ince işlenmiş motifler, sarılgan bitki motifleri ve yılankavi çizgiler,

oluşturur.

Adını 1895 yılında Paris’te Samuel Bing tarafından düzenlenen galeriye

verilen L’Art nouveau’dan almıştır. Akımda kullanılan yılankavi biçimlerden dolayı

şehriye üslubu, egzotizm yanlılığı yüzünden ise dekadan üslup isimler almıştır  .

 

Art deco: Art nouveau sanat akımının devamı, aynı zamanda bu akıma karşı

bir tepki olarak Paris’te 1925 yılında ortaya çıkan bir akımdır. Adını 1925 yılında

Paris’te düzenlenen “Modern Dekoratif Sanatlar Sergisi”nden alan akım, modern

tasarım, yüksek el işçiliği ve ince materyal kullanımını bir araya getirmiştir. Mimari,

tasarım, dekorasyon, görsel sanatlar, mobilya eşyaları ve moda gibi alanlara yansıyan

sosyal değişimlerin etkisi Art Deco’nun şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu

güzelliğin en önemli özelliği sanat ile sanayinin uzlaşmasıdır.

Art deco, en çok Kübizm’den etkilenmiştir, ancak sanat tarihinde yer

edinememiştir. Nitekim, tarzın etkileri 20. yüzyıl ressamlarının akışkan ve

aerodinamik fırçasında görülür. Eserlerinde Art Deco tarzının en çok hissedildiği

sanatçılardan biri Rus-Polonyalı asılı ressam, Tomara de Lempicka’dır .

 

Femme Fatale: Fransızca kökenli bir kavramdır. Kelime anlamı felakete

neden olan kadın demektir. Bunun dilimizdeki karşılığı tam olmasa da, onlara

“Vamp” kadınlar denilir. Tarihte ikili ajan olarak çalışan Mata Hari buna örnek

olarak gösterilebilir. Hürrem Sultan, Cat Woman, Gilda, Temel İçgüdü filmindeki

Sharon Stone, Nietzsche’nin çılgınca aşık olduğu kadın Salome, femme fatale

karakterlerdir.

 

Avangard: Kelime anlamı itibariyle öncü birlik anlamına gelir. Avangard

terimi ilk kez Sosyalist Saint Simon tarafından kullanılmıştır.

Avangard, 20. yüzyılın başında kültür ve sanat dünyasına yeni bir düşün ve

yeni bir yaşam tarzı olarak girmiştir. Amacı, akıl dışılığı, paradoksu, saçmalığı,

çelişkiyi, alışılmışın dışında olanı, ahlak ve töre dışı olmayı, ama temelde yeniliği bir

temel kültür ve sanat kategorisi yaparak, geleneksel duygu ve düşünce formlarına

karşı çıkan ve yeni bir sanatsal dil oluşturmak isteyen sanat akımlarına verilen

isimdir.

 

Claritas: Aydınlık ve parlaklık anlamına gelir.

Dolce Vita: Kelime anlamı Tatlı hayat anlamına gelir. Christian Dior

markasına ait bir parfüm adıdır. Aynı zamanda pahalı bir şarap markasıdır.

Pozitivizm (Olguculuk): 19. yüzyılda ortaya çıkan önemli bir akımdır.

Pozitivizm araştırmalarını deneye ve gözleme yani olgulara dayandıran, deney ile

ispatlanamayan olgu ve olayları teorik açıdan imkansız ve uygulanırlık yönünden

yararsız gören bir akımdır. Bu akımın öncüsü Auguste Comte’dur .

 

 Fütürizm (Gelecekçilik): 20. yüzyılın başında makineyi, hızı, savaşı,

tehlikeyi ve faşizm’i benimseyen sanat akımıdır. Fütürizm geçmişi, şimdiki zamanı

ve geleceğe ait durumları aynı anda anlatmaya çalışır. Bu akım sanatta değişkenliği,

sürekliliği ve hareketliliği savunur. Bu akımın bilinen en önemli temsilcisi Filippo

Marinetti’dir. . 

Kübizm: 20. yüzyılda Empresyonizm’e karşı tepki olarak ortaya çıkan daha

çok resim ve heykel alanında kendisini gösteren sanat akımıdır. Kübistler nesneleri

sadece dış görünüşüyle değil, iç dünyası ile birlikte ele alırlar. Resimde ifade bulan

akım daha çok geometrik şekillerle kendisini dile getirir. Kübizm akımının en önemli

temsilcisi Pablo Ruiz Picasso’dur .

 

Ekspresyonizm (Dışavurumculuk): 20. yüzyılda Empresyonizm’e tepki

olarak ortaya çıkmış, iç dünyanın ve duyguların ön plana çıkarıldığı sanat akımıdır.

Ekspresyonizm akımına göre sanatın görevi dış dünyanın anlamsızlığına,

ruhsuzluğuna ruh ve anlam kazandırmaktır. Ekspresyonistlerin amacı, bozulmuş

çizgi ve şekiller, abartı renkler ile duygusal bir iz bırakmaktır. Bu akımın bilinen en

önemli özelliği, insanın iç dünyasını ve tüm duygularını açığa çıkarmaktır 

 

Sürrealizm (Gerçeküstücülük): 20. yüzyılın başında Sigmund Freud’un

görüşleri esas alınarak ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Sürrealistler sanat

anlayışlarında bilincin denetimini bir kenara bırakarak düşlere ve bilinçaltına önem

vermişlerdir. Bu akımda bilinç ile bilinçdışını birleştirmek esastır. Hatta bilinçaltının

bilinç alanına kontrolünü savunur. Sürrealizm akımının ortaya çıkmasında

Dadaistlerin anti estetik tavrı önemlidir  

 

Empresyonizm (İzlenimcilik): 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya

çıkan Sembolizm ile birlikte Sürrealizm’i (gerçeküstücülüğü) hazırlayan bir akımdır.

Empresyonizm dış dünyada gözlemledikleri varlıkların gerçek yönünü değil, sadece

kendilerinde uyandırdığı izlenimleri aktaran bir akımdır. Bu akım ilk olarak resimde

ifade bulmuştur.

 

Kitsch: Kitsch sözcüğünün kökeni 19. yüzyılın ikinci yarısına uzanır.

Kelime anlamı itibariyle ucuzlatma, kolay satılır hale getirme, kişiliksizleştirme,

bayağılaştırma anlamına gelir. Ya da sanat tarihinde herhangi bir estetik değere sahip

olmayan objelere işaret etmek için kullanılır. Bu kavram ilk defa 18. Yüzyıl sonunda

Avrupa’da yaşanan toplumsal, kültürel, bilimsel ve teknolojik dönüşüm ve

değişimlerle ortaya çıktı.

 

Camp (Tuhaf bir beğeni): Kelime anlamı itibariyle adi, gülünç, bayağı,

abartılı, komik, düşük gibi çağrışımlara sahiptir. Camp, 1960’lardan günümüze

popüler olan bir estetik duyarlılık veya sosyal pratiktir. Küstahlık, abartı ve banaliğin

benimsenip, saçmalığın hoş ve komik bulunduğu bu tarz, yüksek kültürün birçok

anlayışına meydan okur.

 

Art Pompier: İtfaiyeci sanatı .

Trash: Çöp, çerçöp, işe yaramaz şey, beş para etmez adam, saçma, saçmalık

anlamlarına gelir.

 

Toplumsal Cinsiyet: Toplum tarafından kadın ve erkek için belirlenen

beklenti, davranış, değer, imaj, inanç sistemi ve rollerini tanımlayan görüşlerin

sosyal yapılanmasıdır.

 

Heteroseksüellik (Cinsel tercih): Duygusal ve cinsel açıdan karşı cinse ilgi

duyma anlamına gelir.

 

 

Metroseksüel: Bakımlı erkek; temiz ve her zaman mis kokan, giydiği

kıyafeti üzerinde taşıyabilen, şık olan, ağız ve diş temizliğine özen gösteren,

manikür, pedikür yapan, dış görünüşüne çeki düzen veren, boyalı ayakkabılar giyen

başka bir ifadeyle bulunduğu ortama göre giyinen erkeklere denir.

 

Überseksüel: Kendine has tarzı olan, girdiği ortamda yarattığı farklılıkla öne

çıkan, konuşma, oturma, kalkma ve perspektif olarak diğer güruhlardan farklı

olabilen ya da olmaya çalışan kimselere denir.

 

Post-fordist: Esnek üretim sistemidir.

Transhuman: insan ötesi.

 

 

 

Müflis

Mevlana Halid Bağdadi buyurdu:

–Kelâm ve Tasavvuf- matlup ilimlerdendir. Kelâm ilmine sahip olmayan müşrik olurken, tasavvufa sahip olmayan ise “Ümmetimden müflisler kimlerdir, biliyor musunuz?” ve “İçimizde geceyi kıyamla gündüzü oruçla geçiren bir kadın vardı…” hadislerinde geçtiği üzere müflistir.

Kendi Gibi Bilir

Bir mahallenin dillere destan ahmak bir imamı vardı. Bir defasında bu imam cemaate namaz kıldırdıktan sonra arkasına dönerek “Neden namaz esnasında benden önce rükuya gidip yine benden önce secdeye varıyorsunuz?” diye onlara çıkışmıştı. Cemaat “Bunu nasıl anladın hoca?!” dediklerinde ise imam onlara “Nasıl anlayacağım. Her rükû ve secdeden sonra dönüp arkama bakıyor ve sizlerin benden önce rükuya ve secdeye vardığınızı görüyorum!” demiş.

İmamı buysa cemaati bu olur.

Kendi ile Övünenlere

Bedevinin birini, nafile ibadetlerin mevzu bahis edildiği bir ilim meclisine davet etmişler. Sohbet sırasında laf dönüp dolaşıp kendisine gelmiş. Oradakiler “Peki siz geceleri kalkabiliyor musunuz ey Ebû Umâme?” diye sorunca bedevi “Elbette kalkıyorum?” cevabını vermiş. Dostları merakla sormuş “Peki hazret, kalkıp (geceyi ihya için) ne yapıyorsunuz?” Bedevi yanıtlamış: “Ne yapacağım, çişimi yapıp tekrar geri yatıyorum!”  

Düğün Taktiği

Bir düğüne gittiğinizde sakın dikkatleri üzerinize çekecek şekilde sağa sola bakınıp, oturmak için kendinize yer beğenmeye çalışarak vakit kaybetmeyin! Şayet düğün çok kalabalıksa, insanlarla göz teması kurmadan yürüyüp geçin. Bu sebeple kadının sülâlesi sizi erkek tarafı, erkeğin akrabaları da kadın tarafı sanacaktır. Şayet kapıdaki görevli sert mizaçlı ve sözünü esirgemeyen bir adamsa işe oradan başlamalıdır. Mesela derhal ona, incitici olmayan, tavsiyeyi çağrıştıran ama aynı zamanda (düğün sahibi sizmişsiniz izlenimi veren) yarı küstahça bir tavır ile bazı talimatlar verin!

Şimdiki Evlerde Fare yok

Bir kadın Kays b. Ubâde’nin yanına gelerek “Evimdeki farelerin azlığından sanaşikâyette bulunuyorum ey Kays” deyince Kays “Bu ne güzel bir kinaye böyle” demiş ve derhal hizmetkârlarına “Şu kadının evini un, et ve yağ ile dolduruverin” talimatını vermiş.

Fark etmez

“Bir gün Alice, yolun çatallaştığı bir yere geldiğinde, ağacın birinde bir Cheshire kedisi gördü, 'Hangi yoldan gideceğim?' diye sordu. Kedi onu bir soruyla cevapladı:

-'Nereye gitmek istiyorsun?'

-'Bilmiyorum' dedi Alice.

-'Öyleyse' dedi kedi, 'hangi yoldan gideceğin de fark etmez”

Sabır Çiçeği

Anavatanı Orta Amerika olan bir kaktüs türüymüş Agave. Meksika çöllerinin doğal bitki örtüsünü oluşturan Agave, UNESCO tarafından dünya mirası sayılarak koruma altına alınmış. Meksika’nın ünlü içkisi olan Tekila mavi agavenin dış yapraklarının budanmasından sonra geriye kalan kökün damıtılması sonucunda elde edilmekteymiş. Bazı agave türleri ise gıda, dokumacılık, tatlandırıcı şurup yapımında kullanılmaktaymış. Size bahsettiğim bu bitki Türkiye’de Sabır Otu olarakta bilinmekte. Bir çöl bitkisi olan bu bitki, ismine yaraşır bir şekilde 30-40 yılda bir çiçek açıyor, bir kez çiçek açtıktan sonra ölüyormuş. İlk görünüşte çiçeği ağacı andırsa da 30-40 yılda bir açan çiçeği görmek oldukça heyecan verici.Dayanamayıp Agave’yi  ve çiçeğini sizlerle paylaşmak istedim. Görmek isteyenler için halihazırda Kaş’ta Orcholiday Homes’un bulunduğu cadde üzerinde  çiçeğini açmış bir Agave bulunmakta. Whitehouse Pansiyonun bulunduğu  Yenicami caddesi üzerinde de kurumuş olan çiçeği  sergilenmekte. Doğa ve yeşilseverlerin dikkatine sunulur efeniiimm….

https://orcholiday.com/agave-sabir-otu-bitkisinin-sonunda-cicegini-de-gorduk/

Çok Terleyenler İçin Giysi Kumaşı

   Thermolite (PES)

DuPont firması tarafından geliştirilen bir çeşit poliester olan Thermolite lifleri, kutup ayılarının kürkünde bulunan, mükemmel bir yalıtım sağlayan, içinde binlerce küçük hava kesecikleri olan içi boş tüylerden esinlenerek üretilmiştir İçi boş çekirdekli lif teknolojisi hafif kumaşlarda bile en iyi ısı tutma özelliği sağlayabilmektedir. Geniş yüzey alanı sayesinde nemi hızlıca deriden kumaş yüzeyine aktararak hızlı buharlaşmayı sağlar. Soğuk havalarda sıcak ve rahat kalabilmek için en etkili yol vücut sıcaklığını koruyabilecek şekilde kalın giyinmektir. Fakat aktif olarak hareketli olunan durumlarda terleme olayı gerçekleşmektedir. Eğer nem deride kalırsa ya da giysiye geçerek giysinin ıslanmasına neden olursa üşüme hissedilmektedir. Bu yüzden nemi deriden uzaklaştıracak bir tabaka olması çok önemlidir. Thermolite tabanlı kumaş bu görevi yerine getirerek kuru ve sıcak bir his uyandırır. Thermolite sadece kumaşın alt katmanında değil orta tabakada da kullanılmaktadır.

Thermolite liflerinin kullanım alanları aşağıdaki gibidir.

-        İç giyim, çoraplar

-        Koşu ve bisiklet taytları

-        Balıkçı kazağı

-        Fleece ve süeterler

-        Şapka, eldiven gibi aksesuarlar

-        Dış giyim ve diğer ürünler için astar kumaş .

Kaynak: Huriser Balcı, Akıllı (Fonksiyonel) Tekstiller Seçilmiş Kumaşlarda Antibakteriyel Apre ve Performans Özellikleri, (Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2006), s. 54.

Nahiv

Nahiv ilminin müessisinin kim olduğu hususu, âlimler arasında ihtilaflı meselelerden biridir. Ebu’l-Esved ed-Düelî’nin nahvin müessisi olduğu şeklinde yaygın bir kanaat vardır. Bir diğer görüşe göre ise nahvin müessisi Hz. Ali (kerrma’llâhu veche) olup, bu iddianın temellendirildiği rivayet şu şekildedir: (Ebu’lEsved’in anlatımıyla) “Bir gün müminlerin emiri Hz.Ali’nin huzuruna çıktım ve onu endişeli gördüm. Ne düşündüğünü sordum. O da cevaben: İşittim ki şehrimizde lahn vardır. Arapça’nın esasları hakkında bir eser ortaya koymak istedim. Birkaç gün sonra kendisine tekrar uğradım ve bana bir sahife verdi.” Arapçadaki kelime çeşitlerini isim, fiil ve harf olarak sınıflandırdığı ve kısaca tanımını yaptığı bu sayfayı Ebu’l-Esved’e verdikten sonra, Hz. Ali ona “ انح هذا النحو”Bu doğrultuda ilerle” demiştir. Nahiv ilminin isminin de bu şekilde doğduğunu belirten kaynaklarda, Ebu’l-Esved’in de talebelerine Hz. Ali’ninkine benzer bir talimat verdiği kaydedilmiştir.

Canân Getirir

Anberin râyihâsı turre-i canân getirir,

Lütfeder bâd-ı sabâ, derdime dermân getirir.

Ben derem nükhet-i zülfün getir, ey bâd-ı sabâ!

O gider başıma sevdâ-yı perîşân getirir

Ben derim, kasd ile git nâme-i dildârı getir

O gider sür’at ile katlime fermân getirir

Sabr kıl Âliyâ, zillet için [de]izzet var,

Gökyüzü ebri koçan bağlasa bârân getirir

https://youtu.be/MHAHTom_f1U

Olacağı Bu sonunda

Hilâli bedr eder bedri hilâl eyler,

Bu kudret varken anda dilerse mâhi sâl eyler.

Muhabbet ehli ol, âlem muhabbetle kurulmuştur,

Bu bahsi bilmeyen câhil ne derde kîl u kal eyler!

Cihânın varına mağrur olup yoklukta gam çekme!

Gedâyı şâh eder, şâhı bir anda pây-i mâl eyler!

Mûr Ali Baba

Ey Kehrubam

Eğer kehrübânın derûnunda câzibe kuvveti olmasa samanı nasıl cerr ve celb edebilir?

Bir âlimde Hakk‟ın nûru bulunmasa derya misâl coşan ilmiyle maksûda nasıl vâsıl olur?

Bir insanda hidâyet nûru yoksa hesap gününde menziline giden yolunu arayıp bulamaz.

Allah, ilâhî lütfuyla güneşten aya parlak bir nûr bahşetmese ay nasıl münevver olabilirdi?

Nasıl ki ay güneşten ışık almadan aydınlanamazsa bir âlim de bir mürşid olmaksızın feyz alamaz.

Evliyaullâhın toprak olan vücutları kehrüba gibidir. Bu kevn ü fesâd âlemini dilediği yere götürür.

Ey Âlî! Mürşidin ve rehberin olmasa Allah‟ın sayısız nimetlerine nasıl vâsıl olurdun?

Mûr Ali Baba

Amerikayı İnşaa Eden Zenginler Ve Aç Gözlülükleri:

1

https://www.youtube.com/watch?v=jcQTl_KnmjU&t=247s

2

https://www.youtube.com/watch?v=VX2KY7fqxJo

3

https://www.youtube.com/watch?v=Lqdu6Fx3WKw

4

https://www.youtube.com/watch?v=LO9av6d1rT4

5

https://www.youtube.com/watch?v=pe3d14B_S1Y

6

https://www.youtube.com/watch?v=pe3d14B_S1Y

7

https://www.youtube.com/watch?v=p5B9uOKkMRs

8

https://www.youtube.com/watch?v=IDIvjYgiWqo

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar