Bilgi Kutusu 7
İtalo Calvino
Italo Calvino, 15 Ekim 1923’te Küba’nın Havana şehri yakınlarındaki
Santiago de Las Vegas köyünde dünyaya gelir. San Remolu köklü bir aileden gelen
babası Mario Calvino, tarım mühendisi ve botanikçidir. Tarım bilimi tutkusu onu
otuzlu yaşlarında, önce Meksika’ya, daha sonra Küba’ya sürüklemiştir.
Meksika’nın başkentinde Deneysel Tarım İstasyonu’nu yönetmiştir. Küba’ya
geçince, yazışma yoluyla tanıştığı ve İtalya’ya ani bir yolculuktan sonra 30
Ekim 1920’de Sassari kökenli olan Evelina (Eva) Mameli ile evlenir. Eva,
Pavia’da Doğa Bilimleri bölümünü bitirir, bitkibilim alanında öğretim üyesi
olur, Cagliari Üniversitesi’nde ve daha sonra Pavia’da ders verir. İtalya’da
bir bitkibilim kürsüsünün başına geçen ilk kadındır.
Annesi, ona anlamı “esinini göçmenlerin yurt sevgisinden alan, oysa
yurtta tunçtan, yurtsever bir çağrışımı olan” Italo adını verir; çünkü
yabancı topraklarda bir hayat süreceğini düşündüğünden, oğlunun vatanını
unutmasını istemez. Ancak doğumundan iki yıl sonra Calvinolar, İtalya’ya
dönerek San Remo’ya yerleşirler. Baba Calvino, şehre hâkim, sarmaşıkların
sardığı ve zamanla evin tüm etrafını bir begonvilin kuşattığı Villa
Meridiana’yı satın alır. Baba Calvino, her yöreden gençlerin geldiği Orazio
Raimondo Deneysel Çiçek Yetiştirme İstasyonu’nun başına geçmek üzere çağrılır,
ancak istasyonu finanse etmesi gereken Garibaldi Bankası’nın iflasından sonra,
villanın bahçesini araştırma ve öğretim etkinliklerine açmak zorunda kalır. Bu
sayede Italo Calvino çocukluğunu doğayla iç içe geçirir. Yaşadıkları villa “La
Meridiana”, genç Calvino’nun aşina olduğu ve sevdiği egzotik ve nadir
bitkilerle zengin bir botanik bahçeyle çevrilidir. Calvino, boş zamanlarının
çoğunu, Sentiero macerasının arka planını oluşturan Liguria ön Alplerinin
ormanlarında geçirir. Ayrıca kardeşi Floriano ile birlikte günlerinin büyük bir
kısmını ağaçlara tırmanarak ve dalların arasında tüneyerek geçirirler.
Yazarın Ağaca Tüneyen Baron (Il barone rampante) adlı kitabı
işte bu tecrübelerden doğmuştur. Anlaşıldığı üzere, tüm bu egzotik bitkiler
arasında yaşamanın, Calvino’nun ilerideki edebi hayatında önemli bir etkisi
olacaktır.
Calvino, 1927 yılında St. George College çocuk yuvasına gider. Aynı yıl
geleceğin ünlü jeoloğu kardeşi Floriano doğar. Calvino, kardeşinin de
aralarında bulunduğu aile üyelerinin bilimsel yönelimine değinirken, 1960
yılında yayımlanan bir yazısında kendini alaya alarak şu yorumda bulunur:
“Ailem arasında sadece bilimsel çalışmalar onur vericiydi; dayım kimyacı ve
üniversitede profesördü ve yine kendisi gibi kimyacı biriyle evliydi. Hatta,
iki kimyacı teyzemle evli iki kimyacı amcam vardı; erkek kardeşim jeolog ve
üniversitede profesördü. Bense ailenin yüz karasıyım, tek edebiyatçısı.”
(Mondello, 1990: 6)
1929 yılında Valdesi okuluna devam eder, 1934’te G.D. Cassini lisesine
gider. Italo, okula başladığında, ona dini bir eğitim vermemiş olan ailesi din
derslerinden muaf tutulmasını ister. Bu durum, Katoliklerin çoğunlukta olduğu
bir ülkede Calvino’nun bazı sorunlar yaşamasına yol açar ve içinde bulunduğu
durumu şu sözleriyle dile getirir:
“Küçüklüğümden itibaren, okulda, başkalarından farklı bir fikre sahip
olmanın, resmi fikirlerin izinden gitmeme yüzünden kuşkulara, ayrımcılıklara,
yöneticilerin ve arkadaşların küçümsemelerine katlanmanın ne demek olduğunu
öğrendim. Ayine gitmediğim, arkadaşlarımla vaftizi pekiştirme duasını etmediğim
ve annemle babam resmi belgelerin din hanesine ‘hiçbiri’ yazdıkları için,
parmakla gösterilir olmuştum. Annemle babamın çocukluğumdan beri zihnime
soktukları bir başka fikir, monarşi düşmanlığıydı, eski cumhuriyetçi ve
Mazzinici geleneklerinden gelen bir aileye ait olduğum bilinciydi.” (Baranelli,
Ferrero, 2005: 16)
Calvino’nun kitaplarla ilk tanışması on iki yaşındayken Kipling ile olur ve
ona duyduğu hayranlığını şu sözlerle dile getirir:
“Gerçek bir kitabı okumanın verdiği ilk gerçek zevki, oldukça geç yaşadım:
On iki ya da on üç yaşımda ve Kipling’le oldu bu, Cengel’in birinci ve
(özellikle) ikinci kitabıyla. Kitaba bir okul kütüphanesinden mi, yoksa armağan
edildiği için mi ulaştığımı bilemiyorum. O zamandan sonra, kitaplarda arayacak
bir şeyim vardı: Kipling’le yaşadığım okuma zevkinin yinelenip yinelenmediğini
görmek.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 23)
Aynı dönemde mizah dergileri okumaya başlar ve bu Calvino’yu ilk tutkusu
olan karikatür çizmeye yöneltir. Italo, bir tilkiyi, bir jesti, bir
çehreyi ve bunlar aracılığıyla bir karakteri anında yakalayıp kağıda
geçirebilen bir yeteneğe sahiptir, çizimlerinin süs ve fazlalıktan arındırılmış
bir tarzı vardır. Kitap ve defterlerine okul arkadaşlarının
karikatürlerini çizer. Sahip olduğu bu tutkusu nedeniyle, Milano’da çıkan
haftalık Bertoldo dergisinin tiryaki okurlarından birisidir.
Calvino, o dönemde tiyatro ve sinemaya da ilgi duyar.
Savaş, 1940 yazında, genç Calvino’nun yaşamına girdiğinde, ideolojik duruşu
henüz belirsizdir.
1941’de liseden mezun olduktan sonra, Italo sanki bir aile yükümlülüğünü
yerine getirircesine, babasının da 1936-1938 yılları arasında görev yapmış
olduğu Torino Ziraat Fakültesi’ne yazılır. 1943’te Floransa Üniversitesi’ne
transfer olur. Lise arkadaşı Eugenio Scalfari ile olan yakın ilişkisi kültürel
ve siyasi bir bilinçlenme dönemini başlatır. Huizinga, Montale, Vittorini,
Pisacane okumaya başlar. Politik fikirleri daha da netleşir; anti-faşist bir
tutum benimser. Calvino, o yılları şöyle anımsayacaktır:
“En bağlı olduğum lise arkadaşlarımdan biri, Roma’dan gelen Güneyli bir
gençti: Eugenio Scalfari. Artık Eugenio, Roma’da üniversiteye gidiyor ve
tatillerde San Remo’ya dönüyordu. ‘Politik’ yaşamımızın Scalfari’yle
tartışmalarla başladığım söyleyebilirim; Scalfari önce G.U.F.’nin (Gruppi
Universitari Fascisti: Faşist Üniversiteli Gruplar) muhalif gruplarına
katılmıştı, sonra G.U.F.’den ihraç edilince, o zamanlar son derece bulanık
ideolojileri olan gruplarda komplocu olarak yer aldı. Bir keresinde, bana mektup
yazmış, oluşum halindeki bir partiye katılmamı istemişti; parti için
‘Aristokratik Sosyal Parti’ adı önerilmişti. Böylece, yavaş yavaş, Eugenio’yla
yazışmalar ve yaz tartışmaları aracılığıyla, gizli faşizm karşıtı uyanışı
izlemeye ve hangi kitapları okumam gerektiğini öğrenmeye başlıyordum: Huizinga
okumalı, Montale okumalı, Vittorini okumalı, Pisacane okumalı; o yıllarda
yayıncılık alanındaki yenilikler, düzensiz etik-yazınsal eğitimimizin
aşamalarını belirliyordu.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 27)
8 Eylül’de, Salo Cumhuriyeti’nin askerlik çağırısına uymadığı için,
üniversite öğrenimine aniden ara vermek zorunda kalır; üçüncü kişi olarak
yazdığı, yayımlanmamış bir notta belirttiği üzere, birkaç ayı gizli geçirir. Bu
yalnızlık ve yoğun okuma ayları, uğraşısını belirlemede etkili
olmuştur. 1941 baharından itibaren, Italo
kısa öyküler yazacak, sonra bunları Ben Mi Deliyim, Başkaları Mı Deli? (Pazzo
io o pazzi gli altri) başlıklı bir denemede bir araya getirecektir.
1943 Ağustos’u ile Ekim’i arasındaki aylar, Calvino için, olayların
üst üste gelmesiyle kesintiye uğrayan yoğun bir yaratıcılık dönemidir. Italo
ile kardeşi Floriano 1944 güzünde Liguria’nın Ön Alpler’inde faaliyet gösteren
ve adını savaşta yaşamını yitirmiş olan genç komünist doktor Felice Cascione’den
alan Garibaldi ikinci saldırı tümeninin saflarına katılır. Italo 15 Kasım
1944’te komplo etkinliği nedeniyle tutuklanıp Santa Tecla’daki San Remo
Hapishanesi’ne gönderilir. Ertesi gün kurşuna dizileceğini bilen Calvino,
korkusunu unutmak için geceyi Montale’nin şiirlerini ezbere okuyarak geçirir;
sonra da bir kamyonla Sosyal Cumhuriyet’in bir askere alma merkezine götürülür,
neyse ki bir mola sırasında kaçmayı başarır. 9,10 ve 11 Aralık günlerini büyük
ihtimalle babasının San Giovanni’deki çiftliğinde bir dehlizde geçirmiştir.
Oradan, tepeleri aşarak, partizan birliklerine ulaşmayı başarır. Scalfari’ye
yazdığı 6 Haziran 1945 tarihli bir mektupta, söze dökülmesi olanaksız bir sürü
tehlike ve huzursuzluk yaşayıp ölümün eşiğinden döndüğünden, ancak yaptıklarından
ve biriktirdiği deneyimlerinden memnun olduğundan bahseder. Calvino niçin
komünizmi seçtiğini şu sözleriyle dile getirir:
“Komünizmi seçişim, hiç de ideolojik gerekçelerin desteğiyle olmadı. Bir
‘tabula rasa’dan yola çıkma gereğini duyuyordum, bu yüzden de kendimi anarşist
olarak tanımlamıştım. Sovyetler Birliği’ne karşı, insanların genellikle sahip
oldukları bütün bir güvensizlikler ve itirazlar yelpazesi benim için de
geçerliydi, ne var ki annemle babamın hep hiç değişmemecesine Sovyetsever olmalarının
etkilerini yaşıyordum. Ama hepsinden önemlisi, o anda önemli olanın eylem
olduğunu ve komünistlerin en etkin ve örgütlü güç olduklarını hissediyordum...”
(Baranelli, Ferrero, 2005: 30)
Calvino’nun bilimsel çalışmaları kısa sürede son
bulur. “Zaten bende edebiyat kafası vardı, bu yüzden bıraktım ” (Mondello,
1990: 30) diyerek sonraki yıllarda açıklama yapacaktır.
Kurtuluş’tan sonra San Remo’daki çeşitli süreli yayınlarda yazılar yazar:
San Remo Ulusal Kurtuluş Komitesi’nin yayın organı olan Demokrasinin
Sesi (La voce della democrazia), Komünist Parti’nin yerel birikiminin
tek sayfalık yayını olan Mücadelemiz (La nostra lotta), Felice
Cascione Tümeni’nin yayın organı olan Garibaldi (Il
garibaldino).
1945 yılında Torino’ya taşınır. 1946 yılında Edebiyat Fakültesi’ne geçer.
Gazilere tanınan kolaylıklar sayesinde, doğrudan üçüncü sınıfa kaydolur ve
bütün sınavları hızlıca vermeyi başararak, Joseph Conrad üzerine yazdığı tezle
1947 yılında İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun olur. Aynı yıl Einaudi
Yayınevi’ne gidip gelmeye başlar, burada kültürel gelişimini ve yazarlık
kariyerini önemli derecede etkileyecek olan Cesare Pavese ile tanışıp dost
olur; Pavese sayesinde, Aralık ayında, Carlo Muscetta’nın yönettiği Aretusa dergisinde Kaygı (Angoscia)
adlı öyküsünü yayımlar. Calvino, yaşamının bir diğer dönüm noktası olan
Vittorini ile de tanışıp, yine Aralık ayında Vittorini’nin Politecnico dergisine
“Bir Deri Bir Kemik Liguria” (Liguria magra e ossuta) yazısıyla katkıda
bulunur. Sonra yavaş yavaş Einaudi Yayınevi için küçük işler yapmaya başlar;
bunlar özellikle tanıtım metinleridir, ayrıca çıkan kitapları duyurmak için
taşra gazetelerine dağıtılacak yazılar yazar. Sonraki yıllar çalışmaya
başladığı bu yayınevinin editörlüğünü yapacaktır. Yaklaşık on beş yıl boyunca
yaşamını bir yayınevinde yayıncılık uğraşıyla geçirecek olan yazar, bu dönem
boyunca başkalarının kitaplarına kendi kitaplarından daha fazla zaman
ayıracaktır.
1946’da, gazetelerde ve dergilerde sayısız öykü yayımlar; bu öyküler daha
sonra Karga Sona Kaldıda (Ultimo viene il corvo) bir araya
getirilecektir. Mayıs’tan Aralık’a kadar Unita gazetesinde Zaman
İçinde İnsanlar (Gente nel tempo) adlı köşede yazılar yazar; bu
yazılarında günlük olaylardan, filmlerden, kitaplardan yola çıkarak kültürel ve
siyasi konulara değinir.
40’ların sonu, 50’lerin başında Calvino, savaş zamanında bir partizan ve
anti- faşist olarak yaşadıklarını anlatan gerçekçi öykü ve romanlar yazmaya ve
yayımlamaya başlar. En büyük destekçileri Cesare Pavese ile Giansiro
Ferrata’dır. Örümceklerin Yuvalandığı
Patika'yı, yirmi günlük
aralıksız ve zor koşullarda sürdürdüğü bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkarır. Roman,
Mondadori Yayınevi’nin genç yazarlar için düzenlediği yarışmaya katılır, kazanamaz;
ancak Einaudi Yayınevi ertesi yıl kitabı yayımlayıp Riccione Ödülü’ne aday
gösterir ve roman ödülü kazanır. Böylece Calvino’nun yazar olarak kariyeri
başlamış olur.
1949’da ilk öykü kitabı olan Karga Sona Kaldı yı yayımlar.
Kısa hikayelerden oluşan bu kitap, direniş ve savaş sonrası İtalya’yı konu
eder.
Calvino ilk eserlerinde, Cesare Pavese ve Elio Vittorini ile birlikte Yeni
Gerçekçilik Akımı’nın üyesi olarak görülür. Herman Melville, Ernest Hemingway,
Sinclair Lewis, Sherwood Anderson, Edgar Lee Masters, John Dos Passos, Theodore
Dreiser, William Faulkner gibi o dönemin önemli yazarlarının etkisi altında
kalırlar. Pavese ve Vittorini, bu iki anti-faşist romancı, gerçekçi yazarların
ateşli destekleyicisidirler.
Üstün hayal gücü dünyası sayesinde kıskanılacak betimlemelerle
gerçekliklere dokunan yazar, yayımladığı üçlemeyle fantastik öğelere yer
vererek yön değiştirir: İkiye Bölünen Vikont (II visconte
dimezzato, 1952), Ağaca Tüneyen Baron (Il barone rampante,
1957) ve Varolmayan Şövalye (Il cavaliere inesistente, 1959);
bu üç fantastik anlatı 1960 yılında Atalarımız (I nostri
antenati) başlığıyla bir araya getirilecektir. Aynı yıl Calvino’ya Salento
Ödülü’nü kazandıran bu son derece fantastik romanlar o zamanki toplumu konu
almasa da alegorik olarak o günkü sosyal ve politik meselelere dair derin bir
endişeyi dile getirir.
1956'da Rusya'nın Macar isyanına müdahalesi ve İtalya'daki sosyalist
reformlar Calvino’yu hayal kırıklığına uğratır. Bir sanatçının, bir
edebiyatçının politikadan uzak kalması gerektiğine inanır ve 1957 yılında
birçok İtalyan gibi Komünist Parti’den ayrılır. Siyasetten niçin artık uzak
kalmak istediğini 1980 yılında yazdığı şu yazısıyla dile getirir:
“O aylarda ‘Citta aperta’ dergisi için ‘La gran bonaccia delle
Antille (‘Antiller’in Pek Sakin Havası’; Togliatti’nin yönettiği
İtalyan Komünist Partisi’nin devinimsizliğini konu alan bir yergi) öyküsünü
yazdım. Öyküyü bu günlerde yeniden okudum. Bana önemini yitirmemiş gibi
geliyor, hiç olmazsa belli bir ruh haline ve yitirilmiş büyük bir fırsata
ilişkin bir tanıklık olarak. Bu olaylar beni partiden uzaklaştırdı, bir başka
deyişle siyaset içimde öncekine oranla çok daha az bir yer işgal etmeye
başladı. Siyaseti, o zamandan başlayarak, bütünsel bir etkinlik olarak görmedim
artık ve ona karşı güvensizlik duydum. Bugün, siyasetin, toplumun başka
kanallardan sergilediği şeyleri çok büyük bir gecikmeyle kayda geçirdiği
kanısındayım ve sık sık siyasetin usulsüz ve gerçeği örten eylemler
gerçekleştirdiğini düşünüyorum.”
(Baranelli, Ferrero, 2005: 63-64)
1956 yılında, yayınevinin siparişi üzerine büyük bir çalışma
yayımlar: İtalyan Masalları (Le fiabe italiane). Pinokyo’dan
sonra İtalya’da yayımlanmış en güzel çocuk kitabıdır. 1958’de, o zamana kadar
yazdığı bütün kısa anlatıları bir araya getiren Öyküler'’i (I
racconti) yayımlar.
Direniş edebiyatından yola çıkarak ilk öykülerini gerçekçi nitelikte yazan
Calvino, daha sonra fantastik serüvenlere de yönelip zamanın dışına,
gerçekliğin dışına çıkarak öykülerini yazmaya devam eder. Fantastik öykülere
yönelişini şu sözleriyle açıklar:
“Ben de gerçekçi öyküler yazdım ve yazıyorum. İlk hikayelerim ve ilk
romanım, partizan savaşını ele alıyordu: Trajedi ile neşenin iç içe geçtiği,
renkli, serüven dolu bir dünyaydı bu. Çevremdeki gerçeklik, dile getirmekten
hoşlandığım o enerjiyle böylesine yüklü imgeler vermiyordu bana artık.
Gerçekçi öyküler yazmayı hiç bırakmadım, ama elimden geldiğince onlara ne
kadar devinim vermeye, ironi ve paradoks yoluyla ne kadar biçimlerini bozmaya
çalışırsam çalışayım, bu öyküler hep biraz fazla hüzünlü oluyorlar ve o zaman,
anlatı çalışmamda gerçekçi öykülerle fantastik öyküleri bir arada götürme
gereksinmesi duyuyorum.” (Baranelli, Ferrero, 2005: 66)
Calvino, öykülerini masal tarzında yazmasına rağmen, aslında hayatın
gerçeklerine değinme amacını güder.
Il Visconte Dimezzato, II Barone Rampante, II Cavaliere Inesistente gibi
ünlü yapıtlarında masalımsı bir hava olmasına karşın yazar, yaşam karmaşasının
neden olduğu somut gerçeklerden söz eder. Yapıtlarında çağdaş insanın, kökünden
sarsılmış değerler karşısında yolunu şaşırması ve kaypak bir dünyada, çelişkili
gerçekler arasında kendisine yeni bir yol çizme çabası anlatılır. (Kuray, 2000:
183, 184)
1959’da Calvino, savaş sonrası entelektüel sol kanadın öncüsü Elio
Vittorini ile birlikte Il Menabo adlı dergiyi kurar. Burada
sol politik partilerin karşı karşıya kaldıkları ideolojik krizleri, aydınların
rolünü tartışmış; sosyal, tarihî ve edebî sorunları çözmeye eğilmişlerdir.
1960’lı yılların başından itibaren, Calvino’nun yaşamının ağırlık merkezi
değişir: Torino’dan ayrılıp Paris’e taşınır; ama Einaudi’deki işinden ayrılmaz,
yayınevi ve Villa Meridiana’yı, düzenli olarak ziyaret etmek için dönmektedir.
Italo, 1962 Nisan’ında, Paris’te, Esther Judith Singer ile tanışır. Esther, Unesco
ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı gibi uluslararası kuruluşlar için çalışan,
Rus asıllı Arjantinli bir çevirmendir. 19 Şubat 1964’te Havana’da evlenirler;
ertesi yıl, yeni bir eve taşındıkları Roma’da kızları Giovanna dünyaya gelir.
Calvino’nun yayıneviyle çalışma tarzı da değişir: artık şirket çizelgesinde
kesin bir yere oturan bir yönetici değildir; danışmanlık statüsünü seçer, ama
toplantılara düzenli olarak katılmayı ve arkadaşlarının çalışmasını yakından
izlemeyi sürdürür.
1963’te önemli yapıtları arasında bulunan Marcovaldo - Kentte
Mevsimlerdi (Marcovaldo, ovvero le stagioni in citta) yayımlar.
Calvino'nun gözlem gücünün ağır bastığı bu kitabın başkahramanı hüzünlü bir
kişi olan Marcovaldo’dur. Bu kitap, her biri bir mevsime adanmış yirmi öyküden
oluşur. Yani beş kez yinelenen mevsimsel döngü, bir türlü özlemini duyduğu
dünyaya kavuşamayan Marcovaldo’yu gelen her yeni mevsimle tekrar tekrar
umutlandırır.
Paris’te şair, romancı, matematikçi Raymond Queneau ve matematik tarihçisi
François Le Lionanais önderliğinde yürütülen Oulipo çalışmalarından haberdar
olur. Grubun amacı yazı yazmakla ilgili tüm olasılıkları keşfetmek ve yazıya
matematiksel yapıları uygulamaktır. Bunun sonucu Calvino, 1969’da Kesişen
Yazgılar Şatosunu (Il castello dei destini incrociati) yayımlar.
Kitapta öyküler büyülü tarot kartlarının okunmasıyla oluşturulur; kartlar
yalnızca geleceği tahmin etmekte değil, geçmişi tekrar yaratmak için de
kullanılır.
1960’lı ve 1970’li yılların Calvino’su; özellikle fizik, astronomi ve
biyoloji konularında bilimsel araştırmalar yapan ve Oulipo çevresindeki Paris
dostluklarıyla kendisini geliştiren; uluslararası, gezgin, matematikçi ve
ansiklopedist bir Calvino’dur. Bir süreden beri yalnızca astronomi kitapları
okuduğunu ve edebiyattan büyük bir yorgunluk duyduğunu 1964’te Rea’ya yazdığı
mektupta dile getirir.
Calvino, Queneau’nun Mavi Çiçekler (Les fleurs bleues,
1965) adlı kitabını İtalyancaya çevirir, kitap Einaudi yayınları arasında
1967’de yayımlanır. Bu çeviriden sonra, Calvino, Queneau’nun 1950’de
yayımladığı, dünyanın doğası üzerine altı kantoluk bir şiir olan Taşınabilir
Küçük Kozmogoninin (Petite cosmogonie portative) çevirisine de
girişebileceğini düşünmüştür. Calvino, toplam 1386 dizelik yapıttan yaklaşık
elli dize çevirir ve sonra bütün şiirin çevrilmesi işini Sergio Solmi’ye
bırakmaya karar verir; Solmi çevirisi 1982’de Einaudi yayınları arasında çıkar.
Ne olursa olsun Queneau çevirmek, Calvino’nun tutkularından biridir: Ölümünden
birkaç hafta önce tamamladığı Polistiren Ezgisi çevirisi de
buna tanıklık eder.
Paris’te Calvino göstergebilimle de ilgilenir, Roland Barthes’in Balzac’ın
Sarrasine’i üzerine iki seminere katılır. Calvino, fantastik üslubunu
kurgu-bilim tarzına yaklaştırarak Kozmokomik Öyküler (Le
cosmicomiche, 1965) ile Sıfır Zaman\ (Ti con zero, 1967)
yazar. Alışıldık temalarından uzaklaşarak yeni bir gerçeklik görüşünü anlatmak
için modern bilimi, hayali koşullar yaratmak üzere bir araç olarak kullanır.
Ayrıca Paris, Calvino için Georges Perec’in keşfedilmesidir; Queneau’yla
birlikte Perec, en çok hayranlık duyduğu çağdaş Fransız yazarı haline gelir.
Calvino’nun Küçük Resimli Okuma Kitabı açıkça Perec’in anlamı
aynı olan Petit abecedaire illustre ’sinden esinlenmiştir.
Ludovico Ariosto’nun Çılgın Orlando (Orlando furioso) adlı
şiir kitabı için yaptığı düz yazı şeklindeki çevirisi 1970 yılında
yayımlamıştır.
1971’den başlayarak, Calvino kişisel olarak yönetimini üstlendiği bir
yayıncılık projesi için kollarını sıvar: bu proje Yüz Sayfa (Centopagine)
dizisidir. Yaklaşık on beş yıl boyunca büyük bir bağlılıkla sürdüreceği bu
projede amacı, her çağ ve ülkeden büyük hikâyecileri sunmaktır ve dizide toplam
yetmiş yedi kitap yayımlanmıştır.
1972’de Görünmez Kentler’i (Le citta invisibili) yayımlar. Bu
kitabın kahramanı, zayıflayan imparatorluğundaki çeşitli hayali kentleri
satranç oyunları esnasında anlatarak yaşlı Kubilay Han’ı eğlendiren efsanevi
Marco Polo’dur. Anlatılan kurmaca kentlerin her birine bir kadın ismi
verilmiştir. Calvino, anlatıyı göstergeler üzerine kurmuştur ve kitap
göstergebilim açısından temel yazınsal yapıtlar arasında yer alır.
1974’ten 1979’a kadar, Corriere della Sera gazetesinde
anlatılar, yolculuk yazıları, siyasal ve toplumsal gerçeklik üzerine gözlemler
yazar. İlk katkıları arasında, otobiyografik nitelikli Bir Savaşın
Anısı (Ricordo di una battaglia) yer alır; bir partizan çarpışmasının,
San Remo içlerinde stratejik bir merkez olan Baiardo’yu 17 Mart 1945 günü ele
geçirmeye yönelik talihsiz girişimini anlatan bir yazıdır. 1 Ağustos
1975’te, Zürafaların Koşusu (La corsa delle giraffe) ile Palomar’ın anlatılar
dizisi başlar. İran, Meksika ve Japonya’daki yolculuklarından doğan, daha sonra
1984 yılında yayımlanan Kum Koleksiyonu (Collezione di sabbia)
bir araya getirilen yazılar da önemli deneme-inceleme yazılarındandır.
1979’da, Görünmez Kentler ile birlikte uluslararası bir ün
kazandığı kitabı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'yu (Se una
notte d’inverno un viaggiatore) yayımlar. Roman içinde roman olan bu kitabın
başkahramanı okurdur. Kitap, Calvino'nun okurla oynadığı, sesini ona duyurmaya
çalıştığı, kurgusal olarak farklı bir anlatımıyla post-modern roman türünden
yazılmış bir eserdir. Calvino eserinde kendi eserinin yazım sürecini cümle
aralarında gizleyerek anlatır ve okuru kendine çekerek onu yazacağı eseri
bulması için yola düşürür. Aynı yıl, Calvino, La Repubblica'da yazmaya
başlar. “Ben de Stalinist miydim?” (Sono stato stalinista anch’io) ilk uzun
yazısının başlığıdır.
1980’de Calvino ailesi İtalya’ya geri döner ve Roma’ya yerleşir. Yazar,
burada, La Repubblica gazetesiyle olan çalışmalarını daha da
yoğunlaştırır. Denemelerini topladığı Unutmak İçin (Una pietra
sopra) adlı kitabını 1980’de, Palomafı ise 1983’te yayımlar.
Bu kitapta ana karakter Bay Palomar, doğayı gözlemler ve anlatır; insan ve
evren, doğa ve insan iletişimindeki gizli benzerlikleri bir iç konuşmayla
sorgular.
6 Eylül’de, Roccamare villasında, Calvino inme geçirir. Önce acil olarak
Grosseto Hastanesi’ne kaldırılır; daha sonra, durumunun ciddiliği karşısında
hastanenin yetersiz olduğu anlaşılınca, Siena’daki Santa Maria della Scala
Hastanesi’ne götürülür ve ameliyata alınır. Durumu tam iyiye doğru giderken, bir
beyin kanaması sonucu 18 Eylül’ü 19 Eylül’e başlayan gece yaşamını yitirir. Tam
da bu sıralarda Charles Norton Eliot Konferansları olarak hazırladığı projeyi
sunmak üzere Harvard Üniversitesi’ne gitmeye hazırlanmaktadır. Altı dersten
oluşması gereken bu proje ne yazık ki tamamlanamaz, ama beşi bir kitapta
yayınlanır: Amerika Dersleri (Lezioni americane).
Otobiyografik nitelikli San Giovanni Sokağı (La strada di
San Giovanni), deneme-inceleme yazılarını bir araya getiren Klasikleri
Niçin Okumalı? (Perche leggere i classici) ve Yazılan Dünya ve
Yazılmayan Dünya (Mondo scritto e mondo non scritto) ölümünden sonra
yayımlanan kitaplarından bazılarıdır. Ayrıca, Klasikleri Niçin Okumalı? da
hayatının değişik dönemlerinde kendisi için büyük bir önemi olmuş yazarları,
şairleri, bilim insanlarını ağırlamıştır.
Alıntı: Güzin MOLO/ Italo Calvıno’nun “Örümceklerin Yuvalandığı Patika”
Adlı Eserinde İtalyan Yeni Gerçekçiliği Ve Otobiyografik Ögeler / Yüksek Lisans
Tezi/2016
Günah da Sorgulayan İç…
Kimliğiyle yaşadığı iç hesaplaşmada…
“Tanrım, tanrım!” diyor.
“Madem bu hayata düşecektim, neden bu yaşımda sonra?
Niye sonuna dek direnemedim?
Neden?
Neyi kaçırdım?
Neden böyle göbeklendikten ve böylesine çöktükten sonra?
Kendimi bu kadar saldıktan ve unuttuktan sonra?
Kendimi bu kadar sakındıktan ve sakladıktan sonra?
Niçin on sekizimde değilim şimdi?
Ve burada ne işim var benim?
Neyi bulacağım burada?
Burada bir şey yitirmedim ki ben?
Dışarıda yitirdim, ne yitirdiysem! Burada neyi bulup da, neyi
kurtaracağım?
Her şeye ne kadar hazırlıksızım ve ne kadar geç kaldım her şeye…
Öğrenmenin yaşı yoktur, diye öğrettiler bize. Yalan! Yanlış! Her şeyin yaşı
vardır, her şeyin!...”
“Bu, Garip Kul Hâlid’in Kabridir.”
Mevlânâ Hâlid, 14 Zilkade 1242 Cuma gecesi taun hastalığı sebebiyle
vefat etmiş ve Şam’da Kasyon Dağındaki Sâlihiyye bölgesinde defnedilmiştir.
Yakın dostu Muhammed el-Fârukî el-Eyyûbî tarafından 1282’de
mezarının yakınlarına bir tekke inşa edilmiştir. O, hayattayken arkasından
kimsenin ağlamamasını, şemailinin yazılmamasını ve kabrinin
başına “Bu,
garip kul Hâlid’in kabridir.” yazılmasını vasiyet etmiştir.
Bu Hocalar Ne Diyor
Bugünkü günde bizim böyle her
yönden geri kalmamıza neden olan birçok sebep vardır. Bu konuda herkes
birbirini ayıplıyor ve her biri diğerine öfkeleniyor. İmamlar ve mollalar:
“Din bozuldu, avam halkı dini
tutmuyor, bundan dolayı bereket azaldı ve rahat bitti.” diyorlar. Avam
halkı ise:
“Mollalarımız hep cennet ve
cehennem ile uğraşıyorlar, hep Allah’tan, melek ve şeytandan
bahsediyorlar, üstünde yaşadığımız yerden ve nasıl yaşamanın usulünden asla
bahsetmiyorlar, işe yarayacak, fikir açacak ve bizim dünya ve ahiret
mutluluğumuza sebep olacak hiçbir şey öğretmiyorlar, nasıl öğretsinler ki
kendileri de ekseriya pek cahil ve fikirsizdirler. Ne vakit Allah bize iyi
imamlar verecek” diyerek Cenâb-ı Hakkın kendilerine imam ve
müezzin tayin etmesini bekliyorlar.
Aydınlarımız:
“Millet bizi
sevmiyor, bizden nefret ediyor, bin türlü zahmetlerle gurbetlerde tahsilde
bulunduğumuz vakitlerde millet bize hiçbir yardımda bulunmuyor, hatta yardım
etmek şöyle dursun, Rusça okuduğumuz vakit “kasket” şapka taktığımız için bize
ağır sözler söyleyerek kalbimizi yaralıyorlar” diyorlar.
Millet ise:
“Aydınlarımızdan bize ne fayda
geldiği var, tahsil etmiş oldukları ilim ve bilimler ile bizim saadetimiz için
ne hizmetleri oldu, bunların çoğu ilim tahsil ettikten sonra bizden nefret
ediyorlar, dine itibar etmiyorlar, ahlak ve millî adetleri terk ederek ve hatta
onlarla alay ederek kendilerini halkın ve milletin gözünde fena göstermeye
sebep oluyorlar. Bunlar fikirlerini aydınlatıp kalplerini terbiye ettikten
sonra halkın psikolojisine (ahvâl-i rûhiyesine) tamamiyle vâkıf olmalı idiler,
ahâlide kusûr pek çok ise de onların kusurlarını cehaletlerine bağışlayıp mazur
görerek avam tarafından kendi halklarında uygun görülmeyen hareketler için
öfkelenmemeli idiler, belki kendilerini millete sevdirip ve milletin arasına
girip biçare, câhil ve âciz halkın maddî ve manevî gelişimine hizmet
etmeliydiler, iyilik kaybolmaz, biz takdir edemezsek çocuklarımız takdir eder,
başka milletlerin aydınları şöyle oluyorlarmış, kendi din ve lisanlarını çok
güzel bilirlermiş ve her ne kadar Avrupa ve Amerika dârüttalîmlerinde mükemmel
bir şekilde tahsil ve terbiye görseler de kendi ahlak ve millî adetlerinden
asla nefret etmeyerek vatan sevgisini aziz ve millete hizmeti mukaddes
tanıyorlarmış vesaire vesaire” diyorlar.” [Fatih Kerimi, Hayal Mi?
Hakikat Mi?]
Pietist/Aşırı Kişisel Dindarlık İdeali
"Akıllı insandan ziyade sezgileriyle hareket eden insanı yeğler.
Sezgiler bizi daima doğru yola sürükler, onlar sayesinde biz imanımızı yönlendirebiliriz.
Tanrı ancak sezgi yoluyla kanıtlanabilir. Bunu dışında hiçbir yolla Tanrı'nın
varlığı kanıtlanamaz.
Varoluşçu Felsefe
“İlk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmış
(1927), İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız düşünür ve romancı Sartre'nin
benimsemesi ve edebiyata uygulaması ile bütün dünyada yaygınlaşmış bir felsefe
sistemidir. İnsanın kendi değerlerini kendinin oluşturabileceğini;
geleceğini yine kendisinin kurabileceğini savunan bu felsefe akımıdır.”
Genel olarak varoluşçuluktan bahsetmek gerekirse, sözcüğün kendisinin de
belirttiği gibi, varoluşçuluk, her şeyden önce varoluş durumuna dayanmaktadır.
Özlere, olabilirlere, soyut kavramlara ilgi duymaz. Matematik düşüncenin tam
karşıtıdır. Var olanın varlığına dönük bir olgudur.
Bireyin, geleceğini kendisinin belirleyebileceğini ileri süren bir felsefi
anlayışa dayanır. Sanatçılar, yapıtlarında insanın kendisini aşması gerektiği,
hür olmaya mecbur olduğu gibi konulan işlemiştir. Yapıtlarda karakter yoktur,
çeşitli durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır.
“Somutun Felsefesi” her şeyden önce asıl gerçeğe, kendi gerçeğimize dönmeyi
amaçlar. Ne var ki, biz genelde, ortaklaşa olan bireysel özelliklere bakarken,
kendimize özgü olanı değerlendirenleyiz. İç dünyamız içinde aynı şeyler
geçerlidir. Onu kendi özgünlüğü içerisinde tanımak yerine, klasik ruhbilim
çerçevesinde kavramaya çalışırız. Böylece elimizdekini kaçırırız.
Varoluşçu bunun tam karşıt durumunu benimser. Kendisinde bulunmayan bir
mantığı, iş yaşantısına sokmak amacı ile zekâ işe karışmadan önce onun alçalıp
yükselmesini olduğu gibi vermeye çalışır. Böylece içimizde bulunan soyut
düşünceyi somut bir biçimde kavrarız.
Varoluş felsefesinde, klasik çerçevelerin ve kavramların dışında kalan,
yaşamamış durumların betimlenmeleri varoluşçuluğa özgü değildir. Bu durum
olaybilimcilere özgüdür. Varoluşçuluk somuta dönüştürür. Yalnızca bu kadar da
değildir. Varoluşçu felsefe varoluş ile var olanın çözülmez birliğidir. Var
olan ile tek bir beden olan bir varoluştur.
Varoluşçuluk, bireysel olsalar bile, öz olan kendi özleriyle uğraşırlar.
Varoluşçuluk felsefesi, özeti felsefeyle aynı olarak insan özüne, var olmanın
ikinci temel taşı olduğundan dolayı önem verir.
Varoluşçuları, nesneler ilgilendirmez, onlar dışarıdan duygularımızla
algıladığımız boş biçimlerdir. Onların varoluşları bizi ilgilendirmez, çünkü
biz olmazsak onlarda olmazlar.
Var olmanın bilincini taşıyan insan çok azdır. İnsanların büyük bir kısım
dikkatini, mutluluğun koşullarını oluşturan bu dünya nesneleri üzerinde toplar.
Başımızdan geçen en küçük olayda bile, genel bir tipin özel bir örneğini
bulmaya yatkınlık gösteririz.
Oysa var olmanın bilincine erenler, büyük bir şaşkınlık geçirirler.
“Varoluş, şaşmadan ayrı düşünülemez'’' der Gabriel Marcel.( 1889-1973)
Nitekim varoluşçuluğun öncüsü Pascal (1623 - 1662), “Orada değil de
burada olduğuma şaşırıyorum. Eskiden değil de şimdi burada bulunmam için hiçbir
neden göremiyorum'’' der.
Bir yandan beni dünyaya getiren rastlantısal olayların “Bitimsiz acı verici
olasılığının” verdiği duygu, öte yandan, ben olmadığım zaman, benim için hiçbir
şey var olmayacağından dolayı, var olmak, benim için var olmak olduğundan “Yeri
doldurulmaz bir varlık olduğum” bilinci. İşte insan varoluşu üzerinde
düşünürken içinde, böyle birbirini çelen çift kanatlı bir izlenim taşır.
“Var olmak nedir?” sorusunu cevaplayabilmek için öncelikle oluş iyice
kavranmalıdır. Varoluş, var olan da kavranır, kendisinde değil, yani biz ancak
var olduktan sonra bir takım sıfatlara (sarışın olmak, uzun olmak, vb.)
bürünebiliriz, var olmadan önce hiçbir sıfatımız yoktur.
Klasik felsefede var olmak, bulunmak fiili ile aynı anlama gelir. Oysa
varoluşçuların sözlüğünde var olmak (ser, eriştir) ile bulunmak (estar) aynı
değildir. Var olmak, daha önce sadece olabilir olanın bulunduğu alana geçip
yerleşmektir; kısaca varoluş, bir edinimdir.
Gerçek oluş ve varoluş, özgürlüğü gerektirir, bu da sadece insana ait bir
ayrıcalıktır. İnsanın bu ayrıcalığı sezinleyerek kendi varoluşunda kullanması
gerekir.
Sadece, özgür olarak kendilerini seçenler, kendilerini yaratanlar, varoluşlarına
benimdir, benim yapımdır, diyebilenler gerçekten var olanlardır. İnsanın kendi
yaşamını seçmesi gerekir. Fakat bu seçimde yeterli değildir. Var olmak için
önceki seçimlerimizden bir sonucu olan yeni varlıktaki olanaklara bakıp hangisi
olmak istiyorsak, onu durmadan ayırmalıyız. Varoluş erişilmez, sürekli bir
yükseliştir. Kendimizi aşmadır, ancak özgür bir seçme ile gerçekleştirilen daha
yüksek bir varlığa doğru bir gelişme ile insan var olabilir.
Özünü seçmek ise; biz ne isek bizim özümüzdür. Olmak istediğimiz kişiyi
seçtiğimizde, kendi özümüzü de seçmiş oluruz. Bu özü biz sonradan kazanırız.
Çünkü seçim yapabilmemiz için önce var olmamız gerekir.
Öz, sadece insanda sonradan kazanılan bir olgudur. Diğer nesnelerde öz
önceden vardır. Tüm varoluşçuların bu konudaki görüşleri ayrıdır. Ancak “Öz,
varoluştan sonra gelir” düşüncesinde ayrılmazlar.
Doğadaki canlılar içinde sadece insan özgürdür, diğer canlılar bir takım
yasalara bağlı yaşarlar. Bir bitkinin özü, varoluşundan önce bellidir. (Ne
kadar büyüyeceği, ne zaman tohum vereceği) Bir bitki oluşunun sürecini asla
değiştiremez, hayvanlar içinde aynı şey geçerlidir. (İçgüdü gibi.) İnsan belli
koşullar içinde seçim yapabilir. Seçiminden sonra, bu seçimin ona kazandırdığı
şeylere oranla özünü kazanır ve geliştirir. Yalnız insan ne kadar özünü seçmiş
olursa olsun, seçmeyi yapmadan önceki geçmişine var olduğunun bilincini
taşımadığı döneme bağlıdır.
İnsan böyle bir bağlılığa rağmen yine de özgürdür. Güzel ya da çirkin
olmamız; yoksul ya da varlıklı bir aileden geliyor olmamız bizim önceden
seçemeyeceğimiz, önceden var olan durumlardır. Buna karşın, bulunduğumuz
koşula, ortama göre takınacağımız tavır tamamen bizim elimizde ve bunu “biz”
seçeriz. İster kendimizle gurur duyalım ister utanç bu durumu değiştirmez. Her
iki durumda da karar veren kişinin kendisidir. Kişi özgürce seçim yapmakta, var
olmaktadır.
Varoluşçulara göre bilinç her zaman dışa yöneliktir. Dışla olan
ilişkilerden kurulup örülmelidir. Kendinden ayrı bir şeyin bilinci olmayan bir
bilinç, kendi başına bir şey değildir. Yani doğası gereği, kendi dışında
bulunan gerçeğe, özellikle kendi görüşlerini ona zorla kabul ettirmek isteyen
öteki bilinçlere bağlıdır. Bu bilinçler olmadı mı kendimizden yansıyan bilgiye
de gözlerimizi açamayız.
İnsanın, kendi kendisini seçerken elinde bulanan tek yol, bir başkası
yerine, belirli bir durumu benimsemektir. Bilincin içeriği olmadığı için, bu
tutum içinde, her hareket içinde özgürleşir, şu ya da bu olur ve bir öz
üstlenir. Görüldüğü gibi, başkası, kendinin gerçek bilincine varmak için
kaçınılmaz bir araçtır. Başkasının ruhsal yaşantısının doğrudan doğruya
kavranılması ile belli bir iletişim olur. Böylece, varoluş daha fazla anlam
kazanır.
Güzellik Ve Çirkinlik Ekseninde Kavramlar
Apolloncu Güzellik: Ölçülü, uyumlu, düzenli ve belirgin biçimlerde
görünebilen güzelliktir.
Dionisosçu Güzellik: Belirgin biçimlerde betimlenemeyen, huzursuzluk
uyandıran güzelliktir. Bu güzellik sağduyudan uzak, çoğu kez delilik ve
çılgınlıkla
tanımlanan, hem neşeli hem de tehlikeli bir güzelliktir.
Kanon: Eşit aralıklarla ilerleyen iki ya da daha çok sesin birbirine kesin ve
sürekli bir biçimde öykünmesiyle oluşan bütündür.
Chiaroscuro (Işık Gölge): Işık Gölge; İtalyanca Chiaroscuro (chiaro: “ışık”,
oscuro: “gölge”), Ortaçağ döneminde sanat alanında aydınlık- karanlık
düzleminde
beliren zıtlık için kullanılır. Chiaroscuro, İtalyanca bir kelime olup,
Rönesans dönemi ressamlarının resimlerinde daha çarpıcı ve gerçekçi etki
yaratabilmek adına gölge ve
ışığı kontrast şeklinde kullanmalarıyla ortaya çıkan resmetme tekniğidir.
Aynı
zamanda resme boyut katmak da denebilir.
Görsel sanatlarda ışığı ve gölgeyi rengin kullanımından bağımsız olarak
göstermek için kullanılan tekniktir. Işık-gölgeyi en etkili biçimde 15.
yüzyılın
sonlarında Müneccim Kralların Tapınması (1481, Uffizi Galerisi, Floransa)
gibi
resimleriyle Leonardo da Vinci kullandı. 16. yüzyılda ise ilk defa İtalyan
ressamı
Correggio tarafından kullanılmaya başlandı. Georges de la Tour ise bu
alanda dikkat
çeken ilginç örnekler verdi. Bu tekniği çizimlerinde, resimlerinde ve aside
yedirme
baskılarında olağanüstü bir etki yaratacak biçimde kullanan Rembrandt
ışık-gölgenin
en büyük chiaroscuro ustası sayılır. Işık-gölge romantik dönem sanatçıları
arasında
da çok yaygındı. Romantikler özellikle duygusal etkiler yaratmak için bu
tekniği
kullandılar.
Ağaç baskıda ise ilk kez 16. yüzyılda İtalya’da, baskı ustası Ugo da
Carpi’nin
uyguladığı sanılmaktadır. 17. yüzyılın sonlarında ağaç baskılarda
ışık-gölge
uygulaması azaldıkça bu sözcük, resim, çizim, aside yedirme, baskı gibi
türlerde
ışıktan gölgeye geçişi anlatmak için kullanılmaya başlandı. Böylece,
önceleri tek
renkli yapıtlarda kullanılan bir tekniği anlatan ışık-gölge sözcüğü sanat
yapıtlarındaki
ton düzenlemelerine ilişkin genel bir yaklaşımı belirtir hale geldi.
Caravaggio’nun
etkisindeki 17. yüzyıl İtalyan sanatçılarının yapıtlarında görülen,
ışık-gölge
karşıtlığının daha dramatik bir biçimine de “tenebrizm” denir.
Chiaroscuro aydınlatma biçimi, Rembrandt, Cameo (arka fon tamamen
karanlık, resmedilen nesne aydınlık) ve Siluet (arka fon aydınlık, nesne
karanlıkta)
aydınlatması olarak üç farklı biçimde değerlendirilmektedir. Bunlardan
Rembrandt,
resimlerinde uyguladığı bu teknikle adeta kült olmuştur.
Decus: Süsleme, azami keyif.
Hyle: Tümüyle biçimsiz ve niteliksiz madde.
Columbaria: Ortaçağ döneminde derebeylerin gittiği genelevlere verilen
isimdir. Maniyerizm: Maniyerizm, İtalyanca’da tarz ve üslup
anlamına gelen maniera
kökünden gelmiştir. İtalya’da Yüksek Rönesans dönemi ile Barok dönem
arasında,
yaklaşık 1520-1580 tarihlerinde ortaya çıkmış bir sanat akımıdır.
Rönesans’ın eşitlik,
simetri, perspektif ve uyum kalıplarını kırarak daha kuralsız bir üslup
yaratmış,
kuralsızlığı ilke edinecek Barok dönemin habercisi olmuştur. Michelangole
Bounarotti, Maniyerizm’in öncüsü sayılır.
Barok: 16. yüzyılın sonlarında Maniyerizmden sonra İtalya’da ortaya çıkan
Barok sanatı, 18. yüzyılın başında tüm İtalya’ya ve birçok Avrupa ülkesine
yayıldı.
Barok, genel olarak durağanlığa karşı hareketi, simetriye karşı asimetriyi,
geometrik
şekillere karşı eğrisel biçimleri ön plana çıkaran bir akımdır. Rönesans’ın
gösterişli,
süslü yüzeysel düzenlemesi ile yatay ve dikey çizgilerinin yerini Barok
anlayışın
dram, ihtişam ve dokunaklık barındıran çizgilerine bıraktı. Gotik tarz tam
anlamıyla
reddedildi, düz hatlar yerine yuvarlak hatlar tercih edildi.
Melankolik: Yunanca kökenli bir kavramdır. Hüzün veren, hüzün belirtisi
olan anlamında kullanılır.
Grotesk: Grotesk denilince akla gelen ilk kelime abartı. Çirkinin daha da
çirkin, gülüncün daha da gülünç hale gelmesi. Tiyatro terimi olarak
grotesk; kaba
gülünçlüklerden ya da tuhaf şakalaşmalardan yararlanan karşıt görüntüleri
ya da bir
araya gelemeyecek durumları şaşırtıcı bir biçimde birleştiren, temelde
ciddi olsa da
görünüşte gülünç ve abartılı olan bir güldürü tarzıdır.
Grotesk, Roma yapılarında bulunan, insan, hayvan ve çiçek figürlerinin
gülünç olacak bir şekilde bir araya gelmeleri biçimindeki abartılı süsleme
tarzıdır.
Grotesk’in argodaki karşılığı, karışık ve korkunç anlamına gelir. Köken
olarak
Antikçağ mitlerine kadar gider. Yunan ve Roma dönemindeki komedi ve dans
ile
Ortaçağdaki eğlenceleri geleneksel hale getiren karnavalın özünde grotesk
kelimesi
yer alır. Rönesans dönemi grotesk’in tekrardan sanata kazandırıldığı bir
dönemdir.
Rönesans’ta sarmaşık desenlerle iç içe olan grotesk motifler yarı hayvan
yarı insan
yaratıklarla daha çok yer altı kemerlerin süslenmesinde kullanılmıştır.
Müstehcen: Arapça hücnet kelimesinden türemiştir. Özellikle cinsel içerikli
çağrışımlarla insanın utanma ve edep duygusuna aykırı gelen, şehvet
duygusunu
uyandıran, açık saçık ve yakışık olmayan anlamına gelir.
Komik: İnsanda gülme duygusu uyandıran güldürücü, gülünç.
Sfumato Yöntemi: İtalyanca fuma (duman) sözcüğünden türemiştir.
Rönesans döneminde yağlıboyanın keşfiyle resim ya da çizimde renk tonlarının
birbiri içinde eritilmesiyle algılanamayacak renk ve ton geçişlerini
adlandırmak için
kullanılan bir yöntemdir. Genellikle aydınlık alanlardan karanlık alanlara
geçişlerde
kullanılır. İlk kez Rönesans ressamı Leonardo Da Vinci tarafından
uygulanmıştır.
Vituperatio: Şiddetli kınama, suçlama.
Primidal kompozisyon: Rönesans döneminde bir resimde yer alan önemli
unsurların tablonun merkezinde yer alması diğer unsurların bunun etrafında
yerleşecek şekilde resmedilen kompozisyondur. Başka bir ifadeyle resim içerisinde
yer alan figürlerin tablonun çerçevesi içinde bir bütün olarak
görünmesidir. Rönesans
sanatçısı Raphaello tarafından kullanılmıştır.
Rokoko: Barok sanatından sonra 18. yüzyıl başında Fransa’da ortaya çıkan
sanat akımlarına verilen addır. Rokoko, Barok stilinde kullanılan doğru
çizgilerden
meydana getirilen süslemeye karşı, kavisli çizgileri bol, gösterişli, eğri
büğrü çizgili
motiflerden ibaret olup, baroktan daha ince daha zarif kıvrımların
kullanıldığı bir
stildir. Rokoko üslubu en çok resim, müzik ve mimaride gelişme
göstermiştir.
Neo-Klasisizm (Yeniklasisizm): 1750’lerde Barok ve Rokoko akımının
aşırılığına ve yapaylığına karşı gelişmeye başlayan Klasik Yunan ve Roma
örneklerinin çizgisel, bakışımlı ve biçimden çok yüzeye verdiği önemle
bilinen bir
benzeme biçimidir. Barok ve Rokoko’nun özgün biçim repertuarını bir kenara
bırakarak, Antikiteye öykünen bir tasarım ve tutum öngörür. Eylemin
düşünsel
temelleri Alman sanat tarihçisi Winchkelman tarafından atılmış ve yeni
anlayış
ürünleri Mengs gibi ressamların ürünlerinde verilmiştir. Neoklasisizm sanat akımı görsel sanatlar, edebiyat,
müzik, tiyatro ve mimari alanlarında gelişme gösterdi. Resim ve sanat
anlayışında ölçü, sadelik, orantıların düzenliği, açıklık ve plastik çıkıntılı
unsurlardan uzaklaşma gibi özellikleri sergiler.
Yücelik: Kelime anlamı, yüksek, büyük, ulu, ulvi anlamına gelir. Tarihte
yücelikten söz eden ilk kişi Sahte Longinus’tur.
Yücelik deyimi ilk defa Kant’ın estetiğinde belirmiştir. Kant estetiğini
temellendirirken kullandığı iki ana/temel kavramlarından biridir. Kant ya
da Kant
dışı estetikte yücelik ya da yüce kavramı, güzellik ya da güzel kavramı ile
koşutluk
halinde kullanılmış ve değerlendirilmiştir. Yücelik ve güzellik bu anlamda estetiğin
temel kavram çiftini oluşturur. Kant’a göre, yücelik ya da yüce olan,
duyulur
dünyasını aştığından dolayı, aynı zamanda estetiğin dışında etik alanla da
ilişkilendirilir.
Romantizm: Romantizm, 19. yüzyılda Avrupa’da Klassizm’e tepki olarak
ortaya çıkan edebiyat, sanat, müzik ve felsefede etkisini gösteren bir
akımdır.
Romantizm akımı duygu ve hayali ön plana çıkartmış, aşk, ölüm, tabiat gibi
konuları
eserlerinde işlemiştir.
Dekadan (Decadent): 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da Natüralistlere
(Doğacılık) karşı ortaya çıkan, Sembolizm’i aşırıya vardan sanat akımına
verilen
isimdir. Dekadan akımın amacı kendisinden önce varolan edebiyat kurallarını
ve
geleneklerini yıkarak toplumsal ve sanatsal düzenin dışına çıkmaktır.
Simgeciliğe
karşı aşırı hassasiyet gösteren dekadanlar, daha önce hiç görülmemiş
imgeler
yaratarak bu imgelere karşılık gelen kelimeleri bulmaya çalıştılar
Sembolizm (Simgecilik): Sembolizm ya da simgecilik birbirinden farklı
öğeleri olan ya da farklı anlamları simgeleyen çeşitli sembollerin bir
arada
kullanımına denir.
Sembolizm, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da insanın duygularına ve
izlenimlerine önem vermeyen Parnasyenlerin anlayışına tepki olarak ortaya
çıkmış
bir sanat akımıdır. Sembolizm akımı gerçekliğe ve düşüncelere değil,
duygusallığa ve insanın iç dünyasına önem verir. Sembolizm akımının en temel özellikleri
gerçeklerden kaçma, hayale sığınma, çirkinlikleri hayal yardımıyla
güzelleştirme ve
karamsarlık sayılabilir. Sembolistler dış dünya ile insan duyuları arasında
işlev gören
semboller aracılığıyla dış dünyanın insan üzerindeki izlenimlerini ve
etkisini
betimlediler. Sembolizm akımı özellikle edebiyat, resim ve müzik
alanlarında
etkisini gösterdi.
Züppe/Züppelik: Züppe, giyim, konuşma, üslup ve düşünmede toplumun
anlayışına aykırı gelen yapmacıklıklara ve aşırılıklara kaçan kimselere
denir
Züppelik ise, züppe olan durumu veya züppece davranış, snopluk .
Victoria Dönemi: 1848-1929 Ekonomik krizine kadar devam eden döneme
Burjuvazi Çağı denir. Britanya burjuvazisinin hakimiyeti nedeniyle Victoria
Dönemi
denir.
Bu dönemde ortaya çıkan, orta sınıf kendi değerlerini ve temsil
yeteneklerini
sadece ticaret ve sömürgeler alanında değil, günlük hayatta da gösterdi.
Dönemin
ahlaki bakış açısı, estetik ve mimari kuralları, sağduyu ve giyim tarzı,
kalabalıkta
davranış biçimi ve ev döşemesi tümüyle burjuvazi hayatını simgeliyordu.
Daha kesin
belirtmek gerekirse, Britanya burjuvazisinin egemenliği nedeniyle,
“Victoria”
tarzıydı.
Art Nouveau: Yeni sanat akımı anlamına gelir. 19. yüzyıl sonu ile 20.
yüzyılın başında ortaya çıkan, resim, mimari, mobilya, tekstil, grafik,
seramik, metal
işleri ve cam sanatı gibi alanlarda etkili olan sanat akımıdır. Bu akımın
temel
özelliği, ince işlenmiş motifler, sarılgan bitki motifleri ve yılankavi
çizgiler,
oluşturur.
Adını 1895 yılında Paris’te Samuel Bing tarafından düzenlenen galeriye
verilen L’Art nouveau’dan almıştır. Akımda kullanılan yılankavi biçimlerden
dolayı
şehriye üslubu, egzotizm yanlılığı yüzünden ise dekadan üslup isimler
almıştır .
Art deco: Art nouveau sanat akımının devamı, aynı zamanda bu akıma karşı
bir tepki olarak Paris’te 1925 yılında ortaya çıkan bir akımdır. Adını 1925
yılında
Paris’te düzenlenen “Modern Dekoratif Sanatlar Sergisi”nden alan akım,
modern
tasarım, yüksek el işçiliği ve ince materyal kullanımını bir araya
getirmiştir. Mimari,
tasarım, dekorasyon, görsel sanatlar, mobilya eşyaları ve moda gibi
alanlara yansıyan
sosyal değişimlerin etkisi Art Deco’nun şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu
güzelliğin en önemli özelliği sanat ile sanayinin uzlaşmasıdır.
Art deco, en çok Kübizm’den etkilenmiştir, ancak sanat tarihinde yer
edinememiştir. Nitekim, tarzın etkileri 20. yüzyıl ressamlarının akışkan ve
aerodinamik fırçasında görülür. Eserlerinde Art Deco tarzının en çok
hissedildiği
sanatçılardan biri Rus-Polonyalı asılı ressam, Tomara de Lempicka’dır .
Femme Fatale: Fransızca kökenli bir kavramdır. Kelime anlamı felakete
neden olan kadın demektir. Bunun dilimizdeki karşılığı tam olmasa da,
onlara
“Vamp” kadınlar denilir. Tarihte ikili ajan olarak çalışan Mata Hari buna
örnek
olarak gösterilebilir. Hürrem Sultan, Cat Woman, Gilda, Temel İçgüdü
filmindeki
Sharon Stone, Nietzsche’nin çılgınca aşık olduğu kadın Salome, femme fatale
karakterlerdir.
Avangard: Kelime anlamı itibariyle öncü birlik anlamına gelir. Avangard
terimi ilk kez Sosyalist Saint Simon tarafından kullanılmıştır.
Avangard, 20. yüzyılın başında kültür ve sanat dünyasına yeni bir düşün ve
yeni bir yaşam tarzı olarak girmiştir. Amacı, akıl dışılığı, paradoksu,
saçmalığı,
çelişkiyi, alışılmışın dışında olanı, ahlak ve töre dışı olmayı, ama
temelde yeniliği bir
temel kültür ve sanat kategorisi yaparak, geleneksel duygu ve düşünce
formlarına
karşı çıkan ve yeni bir sanatsal dil oluşturmak isteyen sanat akımlarına
verilen
isimdir.
Claritas: Aydınlık ve parlaklık anlamına gelir.
Dolce Vita: Kelime anlamı Tatlı hayat anlamına gelir. Christian Dior
markasına ait bir parfüm adıdır. Aynı zamanda pahalı bir şarap markasıdır.
Pozitivizm (Olguculuk): 19. yüzyılda ortaya çıkan önemli bir akımdır.
Pozitivizm araştırmalarını deneye ve gözleme yani olgulara dayandıran,
deney ile
ispatlanamayan olgu ve olayları teorik açıdan imkansız ve uygulanırlık
yönünden
yararsız gören bir akımdır. Bu akımın öncüsü Auguste Comte’dur .
Fütürizm (Gelecekçilik): 20. yüzyılın başında makineyi,
hızı, savaşı,
tehlikeyi ve faşizm’i benimseyen sanat akımıdır. Fütürizm geçmişi, şimdiki
zamanı
ve geleceğe ait durumları aynı anda anlatmaya çalışır. Bu akım sanatta
değişkenliği,
sürekliliği ve hareketliliği savunur. Bu akımın bilinen en önemli
temsilcisi Filippo
Marinetti’dir. .
Kübizm: 20. yüzyılda Empresyonizm’e karşı tepki olarak ortaya çıkan
daha
çok resim ve heykel alanında kendisini gösteren sanat akımıdır. Kübistler
nesneleri
sadece dış görünüşüyle değil, iç dünyası ile birlikte ele alırlar. Resimde
ifade bulan
akım daha çok geometrik şekillerle kendisini dile getirir. Kübizm akımının
en önemli
temsilcisi Pablo Ruiz Picasso’dur .
Ekspresyonizm (Dışavurumculuk): 20. yüzyılda Empresyonizm’e tepki
olarak ortaya çıkmış, iç dünyanın ve duyguların ön plana çıkarıldığı sanat
akımıdır.
Ekspresyonizm akımına göre sanatın görevi dış dünyanın anlamsızlığına,
ruhsuzluğuna ruh ve anlam kazandırmaktır. Ekspresyonistlerin amacı,
bozulmuş
çizgi ve şekiller, abartı renkler ile duygusal bir iz bırakmaktır. Bu
akımın bilinen en
önemli özelliği, insanın iç dünyasını ve tüm duygularını açığa
çıkarmaktır
Sürrealizm (Gerçeküstücülük): 20. yüzyılın başında Sigmund Freud’un
görüşleri esas alınarak ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Sürrealistler
sanat
anlayışlarında bilincin denetimini bir kenara bırakarak düşlere ve
bilinçaltına önem
vermişlerdir. Bu akımda bilinç ile bilinçdışını birleştirmek esastır. Hatta
bilinçaltının
bilinç alanına kontrolünü savunur. Sürrealizm akımının ortaya çıkmasında
Dadaistlerin anti estetik tavrı önemlidir
Empresyonizm (İzlenimcilik): 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya
çıkan Sembolizm ile birlikte Sürrealizm’i (gerçeküstücülüğü) hazırlayan bir
akımdır.
Empresyonizm dış dünyada gözlemledikleri varlıkların gerçek yönünü değil,
sadece
kendilerinde uyandırdığı izlenimleri aktaran bir akımdır. Bu akım ilk
olarak resimde
ifade bulmuştur.
Kitsch: Kitsch sözcüğünün kökeni 19. yüzyılın ikinci yarısına uzanır.
Kelime anlamı itibariyle ucuzlatma, kolay satılır hale getirme,
kişiliksizleştirme,
bayağılaştırma anlamına gelir. Ya da sanat tarihinde herhangi bir estetik
değere sahip
olmayan objelere işaret etmek için kullanılır. Bu kavram ilk defa 18.
Yüzyıl sonunda
Avrupa’da yaşanan toplumsal, kültürel, bilimsel ve teknolojik dönüşüm ve
değişimlerle ortaya çıktı.
Camp (Tuhaf bir beğeni): Kelime anlamı itibariyle adi, gülünç, bayağı,
abartılı, komik, düşük gibi çağrışımlara sahiptir. Camp, 1960’lardan
günümüze
popüler olan bir estetik duyarlılık veya sosyal pratiktir. Küstahlık,
abartı ve banaliğin
benimsenip, saçmalığın hoş ve komik bulunduğu bu tarz, yüksek kültürün
birçok
anlayışına meydan okur.
Art Pompier: İtfaiyeci sanatı .
Trash: Çöp, çerçöp, işe yaramaz şey, beş para etmez adam, saçma, saçmalık
anlamlarına gelir.
Toplumsal Cinsiyet: Toplum tarafından kadın ve erkek için belirlenen
beklenti, davranış, değer, imaj, inanç sistemi ve rollerini tanımlayan
görüşlerin
sosyal yapılanmasıdır.
Heteroseksüellik (Cinsel tercih): Duygusal ve cinsel açıdan karşı cinse ilgi
duyma anlamına gelir.
Metroseksüel: Bakımlı erkek; temiz ve her zaman mis kokan, giydiği
kıyafeti üzerinde taşıyabilen, şık olan, ağız ve diş temizliğine özen
gösteren,
manikür, pedikür yapan, dış görünüşüne çeki düzen veren, boyalı ayakkabılar
giyen
başka bir ifadeyle bulunduğu ortama göre giyinen erkeklere denir.
Überseksüel: Kendine has tarzı olan, girdiği ortamda yarattığı farklılıkla öne
çıkan, konuşma, oturma, kalkma ve perspektif olarak diğer güruhlardan
farklı
olabilen ya da olmaya çalışan kimselere denir.
Post-fordist: Esnek üretim sistemidir.
Transhuman: insan ötesi.
Müflis
Mevlana Halid Bağdadi buyurdu:
–Kelâm ve Tasavvuf- matlup ilimlerdendir. Kelâm ilmine sahip olmayan müşrik
olurken, tasavvufa sahip olmayan ise “Ümmetimden müflisler kimlerdir, biliyor
musunuz?” ve “İçimizde geceyi kıyamla gündüzü oruçla geçiren bir kadın vardı…”
hadislerinde geçtiği üzere müflistir.
Kendi Gibi Bilir
Bir mahallenin dillere destan ahmak bir imamı vardı. Bir defasında bu imam
cemaate namaz kıldırdıktan sonra arkasına dönerek “Neden namaz esnasında benden
önce rükuya gidip yine benden önce secdeye varıyorsunuz?” diye onlara
çıkışmıştı. Cemaat “Bunu nasıl anladın hoca?!” dediklerinde ise imam onlara
“Nasıl anlayacağım. Her rükû ve secdeden sonra dönüp arkama bakıyor ve sizlerin
benden önce rükuya ve secdeye vardığınızı görüyorum!” demiş.
İmamı buysa cemaati bu olur.
Kendi ile Övünenlere
Bedevinin birini, nafile ibadetlerin mevzu bahis edildiği bir ilim
meclisine davet etmişler. Sohbet sırasında laf dönüp dolaşıp kendisine gelmiş.
Oradakiler “Peki siz geceleri kalkabiliyor musunuz ey Ebû Umâme?” diye sorunca
bedevi “Elbette kalkıyorum?” cevabını vermiş. Dostları merakla sormuş “Peki
hazret, kalkıp (geceyi ihya için) ne yapıyorsunuz?” Bedevi yanıtlamış: “Ne
yapacağım, çişimi yapıp tekrar geri yatıyorum!”
Düğün Taktiği
Bir düğüne gittiğinizde sakın dikkatleri üzerinize çekecek şekilde sağa
sola bakınıp, oturmak için kendinize yer beğenmeye çalışarak vakit kaybetmeyin!
Şayet düğün çok kalabalıksa, insanlarla göz teması kurmadan yürüyüp geçin. Bu
sebeple kadının sülâlesi sizi erkek tarafı, erkeğin akrabaları da kadın tarafı
sanacaktır. Şayet kapıdaki görevli sert mizaçlı ve sözünü esirgemeyen bir
adamsa işe oradan başlamalıdır. Mesela derhal ona, incitici olmayan, tavsiyeyi
çağrıştıran ama aynı zamanda (düğün sahibi sizmişsiniz izlenimi veren) yarı
küstahça bir tavır ile bazı talimatlar verin!
Şimdiki Evlerde Fare yok
Bir kadın Kays b. Ubâde’nin yanına gelerek “Evimdeki farelerin azlığından
sanaşikâyette bulunuyorum ey Kays” deyince Kays “Bu ne güzel bir kinaye böyle”
demiş ve derhal hizmetkârlarına “Şu kadının evini un, et ve yağ ile
dolduruverin” talimatını vermiş.
Fark etmez
“Bir gün Alice, yolun çatallaştığı bir yere geldiğinde, ağacın birinde bir
Cheshire kedisi gördü, 'Hangi yoldan gideceğim?' diye sordu. Kedi onu bir
soruyla cevapladı:
-'Nereye gitmek istiyorsun?'
-'Bilmiyorum' dedi Alice.
-'Öyleyse' dedi kedi, 'hangi yoldan gideceğin de fark etmez”
Sabır Çiçeği
Anavatanı Orta Amerika olan bir kaktüs türüymüş Agave. Meksika çöllerinin
doğal bitki örtüsünü oluşturan Agave, UNESCO tarafından dünya mirası sayılarak
koruma altına alınmış. Meksika’nın ünlü içkisi olan Tekila mavi agavenin dış
yapraklarının budanmasından sonra geriye kalan kökün damıtılması sonucunda elde
edilmekteymiş. Bazı agave türleri ise gıda, dokumacılık, tatlandırıcı şurup
yapımında kullanılmaktaymış. Size bahsettiğim bu bitki Türkiye’de Sabır Otu olarakta
bilinmekte. Bir çöl bitkisi olan bu bitki, ismine yaraşır bir şekilde 30-40
yılda bir çiçek açıyor, bir kez çiçek açtıktan sonra ölüyormuş. İlk görünüşte
çiçeği ağacı andırsa da 30-40 yılda bir açan çiçeği görmek oldukça heyecan
verici.Dayanamayıp Agave’yi ve çiçeğini sizlerle paylaşmak istedim.
Görmek isteyenler için halihazırda Kaş’ta Orcholiday Homes’un bulunduğu cadde
üzerinde çiçeğini açmış bir Agave bulunmakta. Whitehouse Pansiyonun
bulunduğu Yenicami caddesi üzerinde de kurumuş olan çiçeği sergilenmekte.
Doğa ve yeşilseverlerin dikkatine sunulur efeniiimm….
https://orcholiday.com/agave-sabir-otu-bitkisinin-sonunda-cicegini-de-gorduk/
Çok Terleyenler İçin Giysi Kumaşı
Thermolite (PES)
DuPont firması tarafından geliştirilen bir çeşit poliester olan Thermolite
lifleri, kutup ayılarının kürkünde bulunan, mükemmel bir yalıtım sağlayan,
içinde binlerce küçük hava kesecikleri olan içi boş tüylerden esinlenerek
üretilmiştir İçi boş çekirdekli lif teknolojisi hafif kumaşlarda bile en iyi
ısı tutma özelliği sağlayabilmektedir. Geniş yüzey alanı sayesinde nemi hızlıca
deriden kumaş yüzeyine aktararak hızlı buharlaşmayı sağlar. Soğuk havalarda
sıcak ve rahat kalabilmek için en etkili yol vücut sıcaklığını koruyabilecek
şekilde kalın giyinmektir. Fakat aktif olarak hareketli olunan durumlarda
terleme olayı gerçekleşmektedir. Eğer nem deride kalırsa ya da giysiye geçerek
giysinin ıslanmasına neden olursa üşüme hissedilmektedir. Bu yüzden nemi deriden
uzaklaştıracak bir tabaka olması çok önemlidir. Thermolite tabanlı kumaş bu
görevi yerine getirerek kuru ve sıcak bir his uyandırır. Thermolite sadece
kumaşın alt katmanında değil orta tabakada da kullanılmaktadır.
Thermolite liflerinin kullanım alanları aşağıdaki gibidir.
- İç giyim, çoraplar
- Koşu ve bisiklet taytları
- Balıkçı kazağı
- Fleece ve süeterler
- Şapka, eldiven gibi
aksesuarlar
- Dış giyim ve diğer ürünler
için astar kumaş .
Kaynak: Huriser Balcı, Akıllı (Fonksiyonel) Tekstiller Seçilmiş Kumaşlarda
Antibakteriyel Apre ve Performans Özellikleri, (Yüksek Lisans Tezi, Çukurova
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2006), s. 54.
Nahiv
Nahiv ilminin müessisinin kim olduğu hususu, âlimler arasında ihtilaflı
meselelerden biridir. Ebu’l-Esved ed-Düelî’nin nahvin müessisi olduğu şeklinde yaygın
bir kanaat vardır. Bir diğer görüşe göre ise nahvin müessisi Hz. Ali
(kerrma’llâhu veche) olup, bu iddianın temellendirildiği rivayet şu şekildedir:
(Ebu’lEsved’in anlatımıyla) “Bir gün müminlerin emiri Hz.Ali’nin huzuruna
çıktım ve onu endişeli gördüm. Ne düşündüğünü sordum. O da cevaben: İşittim ki
şehrimizde lahn vardır. Arapça’nın esasları hakkında bir eser ortaya koymak
istedim. Birkaç gün sonra kendisine tekrar uğradım ve bana bir sahife verdi.”
Arapçadaki kelime çeşitlerini isim, fiil ve harf olarak sınıflandırdığı ve
kısaca tanımını yaptığı bu sayfayı Ebu’l-Esved’e verdikten sonra, Hz. Ali ona
“ انح هذا النحو”Bu doğrultuda ilerle” demiştir.
Nahiv ilminin isminin de bu şekilde doğduğunu belirten kaynaklarda,
Ebu’l-Esved’in de talebelerine Hz. Ali’ninkine benzer bir talimat verdiği
kaydedilmiştir.
Canân Getirir
Anberin râyihâsı turre-i canân getirir,
Lütfeder bâd-ı sabâ, derdime dermân getirir.
Ben derem nükhet-i zülfün getir, ey bâd-ı sabâ!
O gider başıma sevdâ-yı perîşân getirir
Ben derim, kasd ile git nâme-i dildârı getir
O gider sür’at ile katlime fermân getirir
Sabr kıl Âliyâ, zillet için [de]izzet var,
Gökyüzü ebri koçan bağlasa bârân getirir
https://youtu.be/MHAHTom_f1U
Olacağı Bu sonunda
Hilâli bedr eder bedri hilâl eyler,
Bu kudret varken anda dilerse mâhi sâl eyler.
Muhabbet ehli ol, âlem muhabbetle kurulmuştur,
Bu bahsi bilmeyen câhil ne derde kîl u kal eyler!
Cihânın varına mağrur olup yoklukta gam çekme!
Gedâyı şâh eder, şâhı bir anda pây-i mâl eyler!
Mûr Ali Baba
Ey Kehrubam
Eğer kehrübânın derûnunda câzibe kuvveti olmasa samanı nasıl cerr ve celb
edebilir?
Bir âlimde Hakk‟ın nûru bulunmasa derya misâl coşan ilmiyle maksûda nasıl
vâsıl olur?
Bir insanda hidâyet nûru yoksa hesap gününde menziline giden yolunu arayıp
bulamaz.
Allah, ilâhî lütfuyla güneşten aya parlak bir nûr bahşetmese ay nasıl
münevver olabilirdi?
Nasıl ki ay güneşten ışık almadan aydınlanamazsa bir âlim de bir mürşid
olmaksızın feyz alamaz.
Evliyaullâhın toprak olan vücutları kehrüba gibidir. Bu kevn ü fesâd âlemini
dilediği yere götürür.
Ey Âlî! Mürşidin ve rehberin olmasa Allah‟ın sayısız nimetlerine nasıl
vâsıl olurdun?
Mûr Ali Baba
Amerikayı İnşaa Eden Zenginler Ve Aç Gözlülükleri:
1
https://www.youtube.com/watch?v=jcQTl_KnmjU&t=247s
2
https://www.youtube.com/watch?v=VX2KY7fqxJo
3
https://www.youtube.com/watch?v=Lqdu6Fx3WKw
4
https://www.youtube.com/watch?v=LO9av6d1rT4
5
https://www.youtube.com/watch?v=pe3d14B_S1Y
6
https://www.youtube.com/watch?v=pe3d14B_S1Y
7
https://www.youtube.com/watch?v=p5B9uOKkMRs
8
https://www.youtube.com/watch?v=IDIvjYgiWqo
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar