ÇERKES MESELESİ ...M. FETGEREY ŞOENU (Mutlaka okuyun)
Yakın tarihimizin nice hadiseleri karanlıkta kalmış, unutulmuş veya
unutturulmuştur. Bizde iki tarih vardır:
Türkiye’mizin,
yakın tarihi sırlar ve meçhullerle doludur. Zaten bizde iki tarih vardır: Biri
mitolojik ve ideolojik resmî tarih, Necip Fazıl’ın tabiriyle balığın kavağa
tırmanmasından bahs eden hikâyeler; diğeri ise karanlığa itilmek istenen gerçek
tarih. Birinci tarih ne kadar dallandırılıp budaklandırılmış, süslenip
püslenmişse, ikinci tarih de o derece ihmale uğramış, unutulmuş ve
unutturulmuştur.
Tanzimat’tan bu
yana, bir anti-tarih edebiyatı ile karşı karşıyayız. Akların kara, karaların
ak, zirvelerin çukur, hendeklerin tepe olarak sunulduğu, evrensel ve millî
değerlerin tepetaklak edildiği bir anti-tarih…
Elinizdeki bu
kitap, Millî Mücadeleden sonraki Çerkes tehciri ve kıyımı ile ilgili bir
belgedir. Bazılarına göre teferruata ait marjinal bir konudur bu. Ancak
unutulmamalıdır ki, tarih büyük ve küçük konuları ile bir bütündür. Çok önemli
olmadığı, teferruata tealluk ettiği için hiçbir tarihî dosya terk edilemez,
kapatılamaz.
Bilindiği gibi, Birinci
Cihan Harbi mağlubiyetinden sonra Millî Mücadele’nin öncüleri içinde Çerkesler
de vardır. Aslında Kurtuluş Savaşı’nın ilk önderi Çerkes Edhem’dir. Ancak kendisi,
çeşitli entrikalar sonucu saf harici bırakılmış ve nâ-hak yere vatan hâini ilân
edilmiştir. Millî Mücadele esnasında Halife ve Padişah’ı destekleyen, İstanbul
hükümeti saflarında yer alan Çerkesler de olmuştur. Hattâ 1921’de İzmir’de «Şark-ı Karib Çerkesleri Te’mini Hukuk Cemiyeti» (Yakın Doğu Çerkeslerinin
Haklarını Güvence Altına Alma Derneği) adıyla bir cemiyet kurarak,
Yunanistan’ın koruması altında bir Çerkes devleti kurulması için çalışan
Çerkesler de görülmüştür. O tarihlerde Türkler arasında da, Ankaracılar,
İstanbulcular, mandacılar yok muydu?
Kaldı ki, Şark-ı
Karib’çi Çerkeslere karşı ilk tepkiler bizzat Çerkeslerden gelmiştir.
(Bakınız: Tarık
Zafer Tunaya, «Türkiye’de Siyasî Partiler» c. 2, s. 606-23, İst. 1986)
Elinizdeki bu
eser, 1923’te, Osmanlı Çerkes aydınlarından MEHMED
FETGEREY ŞEONU‘nun yayınladığı iki küçük kitabın Osmanlı-İslam
yazısından latin harflerine çevrilmiş metnini ihtiva etmektedir. İlâve, çıkarma
ve değişiklik yapılmamıştır. Bu yayınımızla gerçek tarihe küçük bir hizmet
etmiş olduysak kendimizi bahtiyar sayarız.
Bu eseri oluşturan
iki kitabın, Osmanlı harfleriyle basılmış orijinal ilk baskılarının
bibliyografik künyeleri:
1.
Çerkes Meselesi hakkında Türk Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne Arıza. İst. Karabet Matbaası, 1338-1923. 39+ 4 s.
2.
Çerkes Meselesi hakkında Türk Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne İkinci Arîza. 1339-1923. 48 s.
BEDİR YAYINEVİ
Bu kitabın
1923’te yapılan ilk baskısında, yazar kendi ismini, o tarihte henüz resmen
kabul edilmemiş bulunan Latin harfleriyle M. Fethgerey Schaenu şeklinde
yazmıştır. Özeğe kataloguna Mehmed Fetgerey Şoenu imlasıyla kaydedilmiş bulunan
bu ismi biz de aynı şekilde yazdık. Tarih ve Toplum dergisinin 22’nci sayısında
(Ekim 1985, s. 4-5) Ayşen Janset Ku banlı, yazarın biyografisi ve eserleri
hakkındaki yazısında aynı imlayı kullanmaktadır. Aynı derginin 3’cü cildinin
211’inci sayfasındaki (Mart 1985) «Çerkes Kadınları» başlıklı tenkidinde
Hüseyin Kılıç «Mehmet Fitgeri Şûenû» imlasını kullanmaktadır ki, yanlıştır.
Mehmed Fetgerey
Şoenu, 1890’de Sapanca’nın Yanık köyünde doğmuştur. Babası Kuzey Kafkasya’nın
Gdowta-Vendripş bölgesi halkından Atkug Musa Şoenu olup 93 harbinden (1877-78
Osmanlı-Rus savaşı) sonra zor şartlar altında anavatını terk ederek Osmanlı
topraklarına iltica etmiş ve Sapanca’da yerleştirilmiş Çerkeslerdendir. Mensup
olduğu kabilenin ismi Vubuh’tur. =Ibıh
Mehmed Fetgerey
5-6 yaşında iken babasının vefatı üzerine annesi ve iki kardeşi ile birlikte
İstanbul’a, dayısı Habib Beyin yanma gelmiştir.
Hırslı, inatçı bir
karaktere sahip olan Fetgerey intizamlı bir mektep hayatı yaşayamadı, klasik
tahsili terk ederek kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Ona bir otodidakt
diyebiliriz. Fransızca öğrendi, tercümeler yaptı. Hayatı İstimâiye adlı ilk
eserini kaleme alıp bastırttı. Devrinin ünlü gazetecilerinden Celâl Nuri
(İleri) Beyin Çerkes kadınları hakkındaki eserine karşı infialini belirtmek
üzere 1914’te «Osmanlı İçtimaî Aleminde Çerkes Kadınları» adlı kitabı
neşr etti.
A. Jansat Kubanlı,
Fetgerey’in Galatasaray Lisesinde tahsil yaptığını kayd etmektedir.
Beşiktaş Jimnastik
Kulübünün iki numaralı kurucu üyesidir. Kardeşi Ahrned Fetgerey Şoenu ise Fenerbahçe
kulübünün kurucuları, içinde yer almıştır. O zaman Osmanlı devletinin hudutları
içinde yer alan Üsküb şehrinde beden terbiyesi öğretmenliği memuriyetinde
bulunmuş, Balkan Harbi’nin mağlubiyet ile sonuçlanması üzerine İstanbul’a
dönmüş, Bursa’ya tâyini çıkmış, bir müddet de orada beden terbiyesi
öğretmenliği yapmıştır.
Birinci Dünya
Savaşı’nda İzmit mebusu ve dayı zadesi İsmail Ziya Bersis ile
birlikte Irak cephesinde Ordu hizmetinde bulunmuştur. İttihad ve Terakki ida
resi rejiminin ülkeyi ve savaşı kötü idare etmesi, fırsatların kaçırılması,
orduya politikanın girmesi Fetgerey’i yürekten sarsmış, acı acı düşündürmüştür.
Mütârekeden sonra tekrar İstanbul’a dönmüş, ilmi, tarihî araştırmalar yapmış,
eserler telif etmiştir. 1922′-de«Çerkesler» ve «Çerkeslerin Aslı» adlı
kitaplarını yayınlamıştır.
Millî Mücadele’nin
kazanılmasından sonra Ankara rejimi Batı Anadolu’daki Çerkeslerin tehcirine
(sürülmesine) karar vermiştir. Birkaç kişinin günahından dolayı bir etnik grup cezalandırılmış; çoluk,
çocuk, kadın, ihtiyar, hasta demeden binlerce Çerkes köylerinden alınarak Doğu
Anadolu’ya feci şartlar altında sürgün edilmişti. Bu facia karşısında Fetgerey
Şeonu «Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı
Umumîsine ve Büyük Millet Meclisine Arîza» adıyla bir kitap yayınlamış. Aynı
yıl, bu birinci «Ariza»yı takiben ikinci bir Arîza daha çıkartarak hükümet
erkânına, bütün mebuslara, gazetecilere, büyük bürokratlara ve aydınlara
göndererek yapılan haksızlığın ve zulmün durdurulmasını istemişti. Bunun
üzerine Mehmed Fetgerey rejim tarafından yayından men cezasına çarptırılmıştır.
Bu durum
karşısında tedkiklerine ve yazılarına devam eden Şeonu eserlerini
bastıramamanın üzüntüsü ile kahr olmuştur. Dayızadesinin sahibi bulunduğu
Adapazarı Madenleri İşletmesi Türk Anonim Şirketinde çalışan Şeonu, şirket
idaresinin bulunduğu Agopyan Hanında çıkan yangında zehirli dumanlardan
boğularak genç yaşında 19.1.1931’de terk-i hayat eylemiştir. Cenazesi Maçka
mezarlığına defn edilmiştir. M. Fetgerey Şoenu böylece genç bir yaşta, daha çok
eserler kaleme alabileceği iken kaybedilmiştir.
1.
Hayat-ı İctimâiyye ve Yaşamanın Felsefesi.
2.
Kadınlara Beden Terbiyesi.
3.
Osmanlı İçtimâi Âleminde Çerkes Kadınları.
4.
Çerkesler. (İstanbul, 1922, 48. s.)
5.
Çerkeslerin Aslı. (İstanbul, 1922, 47 s.)
6.
Çerkes Meselesi Hakkıada Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisine
Arîza. (İstanbul 1923)
7.
Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisi’ne
İkinci Arîza. (İstanbul, 48 s.)
8.
Kafkasya ve Servet Menbalan.
Basılmamış
eserleri:
—Onsekizinci
Asırda Şimalî Kafkasya.
— Lezgiler ve
Lezgi Unvanı Hakkında.
—Kafkas Vahdeti,
Çarlık ve Sovyet Rejimleri.
—Irak ve
Iraklılar. Makaleleri:
Mehmed Fetgerey
Şoenu’nun Ölümünden sonra. 40 kadar araştırma ve makalesi İstanbul’da ve
Ankara’da neşr edilmiş Kafkasya dergilerinin çeşitli sayılarında yayınlanmış
bulunmaktadır.[1]
Çerkesler
(Türk Ansiklopedisi Çerkez imlâsını kullanmaktadır) anavatanları Kuzey
Kafkasya olan çok eski, köklü ve soylu bir kavimdir. Milattan önce 6’ncı asırda
burada bulundukları bilinmektedir. Çerkesler kendi aralarında birçok kabile ve
boylara ayrılır: Abaza, Bjeduh, Şapsuğ, Matuhay, Temirgoy, Besleney,
Flakuçi, Kabarday... Tarih boyunca Ruslardan büyük zarar ve zulüm görmüş
kavimlerden biri de Çerkeslerdir. Başlangıçta Rus-Çerkes münasebetleri
dostça görünüyordu. Korkunç İvan (1547-1584) devrinde Moskoflar Kazan ve
Ejderhan hanlıklarını ortadan kaldırdıktan sonra Çerkes sınırlarına
dayanmışlardı. İvan, Çerkeslerin gafletinden faydalanarak Terek suyu üzerinde
Terek kalesini yaptırmak fırsatına kavuşmuştu. İvan’dan sonra Ruslar
Çerkezistan üzerine bir ordu göndererek oraya feth etmek istediler. Bu ordu
Çerkesler tarafından imha edildi. Bu tarihten itibaren bir daha Çerkes Rus
dostluğundan bahsedilmedi. Çerkeslerin gözü açıldı, Osmanlı İmparatorluğuna
yaklaştılar ve İslam’a sarıldılar,
Çerkeslerin son
dört yüz küsur senelik tarihi onların Moskoflarla boğuşmasının ve feci
kırımlara, muhaceretlere, jenosidlere uğramalarının tarihinden ibarettir. Lord Ponsonby, İngiltere’nin İstanbul sefiri iken Londra’ya gönderdiği
1834 tarihli resmî raporunda Çerkeslerin nüfusunu 4 ilâ 6 milyon arasında
tahmin etmektedir. Bu rakama Rusya ile harp halinde bulunan Kafkasyalı diğer kavimler
dahil edilmiş de olsa, diğer kaynaklardaki bilgilerle dengelendiği takdirde
büyük muhaceretten evvel Çerkezistan’da en az 3 milyon Çerkes yaşadığı
anlaşılır. (Nuh el-Martukî, Nûrü’l-makabis fi tevârih el-Çerâkis, Kazan 1912,
s. 10). İşte bu nüfus kınla kınla zamanımızda anavatanlarında ancak birkaç yüz
bin Çerkes kalmıştır.
1840’ta Şeyh
Şâmil, Mehmed Emin adlı mücâhidi Çerkezistan’a naîb olarak gönderdi. Çerkes
kabileleri 1848’te toplanan Adagum kurultayında onu başkan olarak kabul
ettiler. Mehmed Emin Ruslara karşı İslami-askerî bir teşkilât kurdu ve topyekûn
bir cihad hareketine girişti. Ne var ki, düşman çok güçlüydü, Osmanlı
İmparatorluğu ise güçsüz düşmüştü. 1859’da Şeyh Şamil Ruslara esir düştü,
Mehmed Emin de teslim olmak zorunda kaldı. Mevziî direnmeler 1864’e kadar sürdü
ve bundan sonra Çerkeslerin direnecek hali kalmadı. Asıl facia da bundan sonra başladı. İnançlarından ve
kimliğinden vaz geçmeyen soylu bir millet anavatanlarından sürülüyordu. (Ruslar 2 milyon
kadar Çerkes’i sürmüşlerdir. Bunların 1.5 milyonu yollarda feci şartlar altında
can vermiştir. İkinci bir göç dalgası da 1877/78 savaşından sonra olmuştur ki,
bu esnada da çok Çerkes kırılmıştır.) Ruslar görülmemiş bir vahşetle bütün
Çerkes ileri gelenlerini idam etmişler, Çerkes köylerini yağmalamışlar, sağ
kalan halkı Sibirya’ya sürmüşlerdir. 19’uncu asırdaki büyük Çerkes muhacereti
sonunda Türkiye, Suriye, Irak, Ürdün, İsrail, Mısır ve Amerika’da Çerkes nüfusu
ve koloniler oluşmuştur.
Türkiye
Çerkesleri, dominant kültür olarak Osmanlı-İslâm kültürünü ve Türk lisanını
benimsemekle birlikte kendi Çerkes kimliklerini de muhafaza etmişlerdir. Devlet
adamı, kumandan, din âlimi, şeyh, fikir adamı, yazar, sanatkâr, aydın, gazeteci
olarak birçok Çerkes asıllı değerli şahsiyet yetişmiş ve Türkiye’ye hizmet
etmiştir.
Mizancı Murad Bey,
Ömer Seyfeddin,
Ahmed Midhat Efendi,
Kadircan Kaflı,
Çerkes Edhem,
Deli Fuad Paşa,
Bekir Sami Bey,
Prens Sabahattin,
Rauf Orbay,
Şevket Dağ,
Hüseyin Avni Lifij,
Muhlis Sabahaddin Ezgi,
Neveser Kökdeş,
Lemi Atlı,
Haydar Bammat,
Said Şamil…
Çerkeslerden hayli ulema ve meşayih yetişmiştir.
Şeyhülislâm
Mustafa Sabri Efendinin arkadaşı ve ders vekili Düzceli Muhammed Zâhid
Kevserî Çerkes asıllıdır. Millî Mücadeleden sonra, Mustafa Kemal’e ters
düştüğü için Mısır’a gitmiş, orada Arapça değerli eserler yayınlamıştır.
Yakın
tarihimizdeki darbe teşebbüsleriyle ün salan ve başarılı olamadığı için ikinci
darbesinden sonra idam edilen Harp Okulu kumandanı Talât Aydemir de
Çerkesti.
Yıl 1920,
Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ndeyiz. Takvim Mayısın 1’ni göstermektedir, yâni
Meclis açılalı daha on gün bile geçmemiştir. Bu Meclis Kur’anı Kerim
hatimlerinden, Buhârî-i Şerif kıraatlerinden sonra, uğurlu olsun diye bir cuma
günü, mebuslar (milletvekilleri) Hacıbayram camiinde topluca cuma namazı
kıldıktan sonra dualar, tekbirler, kurbanlar ile açılmış, Mustafa Kemal’in ilk
sözü,, biz bu Meclis’i önce Halife ve Padişah Efendimizi ve sonra vatanımızı
kurtarmak için açtık cümlesi olmuştu, işte şimdi 1 Mayıs 1920 tarihinde
Meclis’te sağlık konusu hakkında Yusuf Kemal bey konuşurken gayet meraklı ve
ibretli bir gelişme olur. Yusuf bey kürsü de memleketin sağlık işlerinden bahs
ederken Türk kelimesinden çokça bahs eder. Konuşması içinde:
«…zannediyorum ki, her
Türkün söyleyeceği, memleketimizde görülecek ilk iş sıhhiye işidir. Çünkü
sıhhat olmazsa, çünkü Türklük bulunmazsa, o Türkler üzerine bina edeceğimiz hiç
bir iş kalmaz… Türkleri muhafaza etmek için evvelâ sıhhati muhafaza etmeli
(alkış)… Türklüğü bitiren hastalıkları bir an evvel kaldırmazsak, eğer Türk
ailesinin, Türk ferdinin refahım temin etmekse…» cümlerini sarf
eder.
Yusuf Kemal beyin
bu konuşmasından sonra Sivas mebusu Emir Paşa kürsüye çıkar ve şu
konuşmayı yapar:
Emir Paşa. (Sivas)
— Yusuf Kemal
beyefendi hazretlerinin, konuştuğu sırada sıhhatlerinin muhafazası lüzumunu
yalnız Türklere hasr etmiş olmasına itiraz ediyorum (-İslâm demekti sadaları…
Kelime ile oynamayın sesleri). Müsaade buyurun, zannederim ki, Müslümanlık
namına teessüs etmiş bir Hilâfet vardır. Değil buradaki Müslümanların, aktan
cihanda bulunan umum Müslîmînin bu Hilâfete merbutiyetlerini unutmamak iktiza
eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını istimal etmeyelim. Çünkü Türklük
namına biz buraya cem olmadık (Gürültüler). Rica ederim, yalnız Türkler değil,
Müslümanlar demek, hattâ Osmanlı demek kâfidir efendim (İslâm deniliyor sadaları).
Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürd, Lâz ve daha bîr takım kabail-i islâmiye
vardır. Bunları hariçte bırakacak, tefrikaya bais olacak söz söylemeyelim
(Gürültüler). )
Reis
— Müsaade
buyurunuz, devam etsin.
Emir Paşa. (Sivas)– (Devamla)
— Bendeniz bu
mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi sözlerin şimdiye kadar bir
fâidesini görmedik. Hepimiz Hilâfete merbutuz (bağlıyız). Bu Hilafet-i
muazzamayı bir çok uzun asırlardan beri muhafaza eden Türk kavm-i necibi
olduğunu da kimse inkâr edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek hiç bir söz
söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.
Çerkes asıllı olan
Emir Paşa kürsüden inince sözü bu sefer Mustafa Kemal Paşa alır ve aşağıdaki
konuşmayı yapar
— Efendiler, meselenin
bir daha tekerrür etmemesi ricası ile bir iki nokta arz etmek isterim:
Buradaki maksud olan ve
Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes
değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden, mürekkeb
anasır-ı islâmiyedir, samimi bir mecmuadır.
Binaenaleyh bu heyet-i
âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatım, şeref ve şanını kurtarmak için azm
ettiğimiz emeller, yahut bir unsur-i İslâm’a münhasır değildir. Anasırı
islamiyeden mürekkep bir kitleye aittir.
Bunun böyle olduğunu
hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan
hudut meselesi tâyin ve tesbit edilirken, hudud-ı millîmiz İskenderun’un
cenubundan: geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü
ihtiva eder. İşte hudud-i millîmiz budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk
olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh, muhafaza ye
müdafaasıyle iştigal ettiğimiz millet bittabi’ bir unsurdan ibaret değildir.
Muhtelif anasır-ı islamiyeden mürekkebtir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir
unsur-i İslam bizim kardeşimiz ve menâfii tamamiyle müşterek olan
vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif
anasır-ı islâmiye ki, vatandaştır, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile
riayetkardırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırkî, içtimâi, coğrafî
hukukuna daima riayetkar olduğunu tekrar ve te’yid ettik ve cümlemiz bu gün
samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh menâfiimiz müşterektir. Tahsiline azm ettiğimiz
vahdet yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinden memzuc bir unsur-i İslamdır.
Bunun böyle telakkisini ve sui tefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum (Alkışlar).
İşte 1920’de Büyük
Millet Meclisinde Mustafa Kemal böyle konuşuyordu. O, bu tarihte Halifeci,
Padişahçı, Osmanlı devleti taraftan, Şeriatça, İslamcı idi. Millî Mücadelenin
bu ilk Meclisi islamî bir cihad hareketinin merkeziydi. Bütün İslâm dünyasının
gözleri Ankara’ya çevrilmişti. Bu Meclisin 1924’te Halifeliği kaldırıp.
Halife’yi ve Osmanlı hanedan ailesini yurt dışı edeceğini bilmiş olsalardı,
Hint Müslümanları 30 bin çil çil altın toplayıp da Ankara’ya yardım olarak
gönderirler miydi? Meclis ve Mustafa Kemal şeriatçilikte o kadar ileriydiler
ki, İçki Yasağı Kanunu çıkartarak alkollü içkileri yasak etmişlerdi. Bu
Meclis’e Bediüzzaman Said Nursî geldiği ve samiin locasında oturduğu zaman
Meclis ayağa kalkmış, alkışlarla beyan-ı hoş âmedi eylemişti. Meclis’te yüze
yakın sarıklı, tarikat taçlı ulema, şeyh vardı.
İşte bu hava
içinde, bir Türk mebusu ile bir Çerkes mebusu arasında münakaşa çıkınca,
Mustafa Kemal Kürsüye çıkıp, yukarıda metnini verdiğimiz yatıştırıcı konuşmayı
yapmıştı. Bu memlekette sadece Türk yoktur, Kürd, Laz, Çerkes ve diğer İslami
unsurlar vardır ve bunlar hep kardeştir demişti.
Paşanın misak-ı
millî hudutlarıyla ilgili cümlelerine de dikkat etmişsinizdir. İskenderun’un
cenubundan başlayan bu sınır Kerkük, Süleymaniye ve Musul’u içine almaktadır.
Sonra bu güney bölgelerimiz Fransızlara ve İngilizlere peşkeş çekilmiştir.
Batum’un da Ruslara verilmesi gibi…
İşte böyle bir
hava içinde başlayan millî mücadele zaferle sonuçlanınca, eski sözler
unutulmuş, Türk, Kürt, Lâz, Çerkes ve diğer Müslüman unsurlar arasındaki din ve
iman kardeşliği rafa kaldırılmış, onun yerine başka ideolojiler, yabancı
…izmler getirilmiştir,
O hengâme içinde
de, elinizdeki bu kitabın konusunu teşkil eden Çerkes tehciri yapılmıştır.
İlk Büyük Millet
Meclisi’nde Sivas mebusluğu yapmıştır. Sivil Paşalık unvanına sahiptir.
Hukukçudur, fakat çiftçilikle meşgul olmuştur. Bekir Sami ile birlikte Millî
Mücadele hareketini desteklemiş, Sivas ve Uzunyayla Çerkeslerinin Kurtuluş
Savaşma katılmalarını sağlamıştır. Geleneksel İslâm-Osmanlı kültürüne bağlı
dürüst ve açık sözlü bir aydın ve politikacıydı. Millî Mücadeleden sonra
İstiklâl Mahkemesine verilmiş ve üç yıl süreyle İsparta’ya sürgün edilmiştir.
Abhaz Kökenlidir, Adigeceyi de iyi bilirdi. Soyadı kanunundan sonra Marşan
soyadını almıştır. Doğumu 1840, ölümü 1940’tır.
Halide Edip
Hanıımefendi’ye:
Bu arizacık,
ihtilâl günlerinden birinde, ihtiyat Zabiti Peyâmi’ nin kalbini «İyilik ve
Muhabbetle» dolduran «Yeşil Balkondaki Beyaz Efsâne Kadın»la «Kırmızı topraklı
yolda giden zarif ve ürkek hayalsin mesâibine ağlayan bir kaç sahifeden
ibarettir. Ruhunuzun öz evlâdı, o sabık Hariciye Kâtibinin «Güzel
kardeşlerimiz» demekten haz duyduğu Çerkezlerin şimdi virane olan «evleri masal
evlerine benzeyen» hülyâlı köylerin sahiplerinin «Şimalî Kafkas’ın kartal
tepeleri üstünde» kuracakları vatanları için akıtmasını kendine va’dettiği
temiz ve asil Türk kanına ithaf etmek istiyorum. Bu hıçkırıkları bilmem o
şerefle taçlanmaya lâyık bulacak mısınız?..
Mehmet
Fetgerey ŞOENU
22 Ağustos 1923
22 Ağustos 1923
İşitiyoruz ki,
Çerkesler tehcir ve taktil (öldürülüyor) ediliyormuş. Hânümânları söndürülüyor.
Köyleri, mal ve menâlleri «emvâl-ı metruke» ye devrolunuyormuş. Bu şom
nakaratın medlulleri pek feci şeylerdir. İnsanın ruhunda şimşekler çakan
boralar koparmak için kâfi gelecek baştan çıkarıcı muharriklerdir.
Lâkin yalnız bu
kadar değil, daha var: Denizden çıkarılan balıklar gibi, meskensiz, mevâsız,
hayat vesâitinden mahrum kalan bu zavallıların erkekleri derelere, kaya
diplerine gömülüyor, kız ve kadınları ise Türk köylerine, Türk köylülerine
taksim ve tevzi’ olunuyormuş. Bunlar namütenahi bir vüs’atle genişleyebilen bir
sürü (miş)lerdir ki her biri keyfiyet itibariyle yüce bir dağın başından kopan
bir kaya parçasının aşağıya ininceye kadar aldığı müthiş bir çığ manzarasını
pek andıran bir mâhiyet arz ediyor. Ve tıpkı o çığlar gibi yollarına düşen en
mukavim bünyeleri bile sürükleyip götürecek kabiliyetler gösteriyorlar…
Haddizatında
bunların hepsi belki birer hiçtir. Fakat görünen bir şey var ki; o da bu
(miş)lerden herbirinin ehemmiyetli veya ehemmiyetsiz bir vâkı’a-ya istinâd
etmiş bulunmasıdır. Bu vâkı’aların, bu hâdiselerin yalanını hakikisinden,
eğrisini doğrusundan tefrik edebilmek, şimdi içinde yaşadığımız gayya kuyusunda
ancak (Hüddâm)’a mürâca’ata vabeste kalıyor.
Ve esasen
kütleler, cemâatler hiç bir zaman böyle tedkîkî ve tahlilî düşünmek
kabiliyetini gösteremezler. Onlar, tahlil yerine terkip ederler. Tefekkür
yerine sâdece hissederler. Bütün kuvvetlerini bu hislerden aldıkları için
onlara vüsat verirler ve çarçabuk mağlub olarak sevk edecekleri yollara gitmekten
başka bir şeye muktedir olamazlar.
Zaten, ortada
güneş gibi parlayan bir hakikat var. Bu hâdiseler, hatta şâyi’alar ister sahih,
ister de ercûfe olsun, devrin yaşattığı buhranlar dolayısıyla te’sirleri bir ve
bî-âmân oluyor. Her (miş) memleketin ummân-ı ruhuna düştüğü zaman tıpkı bir
gölün sathına düşen bir taş parçasının gölün sathında çizdiği namütenahi
büyüyen dâirelere benziyor ki sükût noktasında ancak küçük bir yuvarlak olan
ihtizaz yüzlerle metre uzakta, yüzlerle metrelik katrelere mâlik olacak kadar
cesamet kesbediyor ve böylece en ufak hâdiseler en büyültücü adeselerle yüz
defa bin defa büyüdükten sonra nâs beynine şayi’ oluyor…
Bu sayfaların halk
üzerindeki tesirlerinin ehven ve ehemmiyetsiz olduğuna inanmak pek fazla
safdillik olur. Öyle görünüyor ki aks-i tesirler pek kat’î, pek müdhiş oluyor. Türk Çerkes’e, Çerkes Türk’e karşı emniyet edemez bir hâle
giriyor. Ve bu, günden güne kat’iyyet kesbediyor..
Görüneni olduğu
gibi gören hiç bir kimse inkâr edemez ki, bu iyilik alâmeti değildir. Bir
vatanda, bir bayrak altında ve bir nâm ile aynı gaye ve maksad için yaşayacak
insanlara bir sa’âdet va’d edemez. Bilâkis, buna ma’rûz kalan millete her
ma’nâsıyla tali’siz denir. O milletin sesi kirişleri gevşek ve kopuk bir
çalgının çıkaracağı ahenksiz ve baş döndürücü curcunadan farklı olamaz…
İşte, arz
ettiğimiz (miş)’ler şimdi Türkiye’yi bu hâle doğru sürüklüyorlar. Bunların en
fazla ma’nâ ve kıymetleri: Bulanık suda balık avlamak isteyen ihtirâsâtın
oltalarını ağırlaştırıp zenginleştirmekten, bi’n-netice avcıların yüzünü
güldürmekten başka bir şey değildir. Bu ihtirasların cidaline sahne olan
bedbahtlar ise, Türk veya Çerkes, dünkü güzel vatanın bugünkü harabelerinde
birer kara diken gibi batıcı ve yırtıcı oluyorlar… Halbuki bu memleket bundan
böyle sükun ve huzura, âsâyiş ve âmizişe pek, pek muhtaçtır…
***
Evet, biliyorum,
gözümle görüyor, kulağımla işitiyor gibi hissediyorum ki, şimdi beni de
töhmetlendirmek için (nâkes Çerkes!) demeye istical eden birçok dudaklar
titreşiyorlar… Zararı yok, onlar bana istediklerini desinler, fakat ben hak
diyebildiklerimi söylemekten çekinmeyeceğim ve (hâin sıfatının) Çerkeslere
terdif edilmesindeki saikı anladığım gibi anlatmaya çalışacağım:
Diyorlar ki; Türkiye
Türklerindir. Türk ta’birinin delâleti ise bir ırk ifâdesinden çok ziyâde medid
bir musâlebe mahsûlünün alemidir. Bu musâlebe bilhassa Orta-asya ve Kafkas ırklarının ihtilâtât-ı kadime
ve medidesi neticesidir. Şu halde ise Türk demek, istep-lerin çekik gözlü,
çıkık yanaklı, seyrek sakallı, yerden yapılı çobanı demek değildir. Belki
onlardan fersahlarla ayrılmış, daha ziyâde Avrupalılaşmış bir mevcudiyettir.
Anadolu bu musâlebenin canlı bir numûnesidir.
Şimdi artık bu
Türklerin bir Mîsâk-ı Millîleri vardır: O ahdin çizdiği hudûdlar dâhilinde
yaşayan unsurların hepsinin yalnız Türk ünvân-ı umumîsi altında kaynamaları
sûret-i mutlakada elzemdir… Avrupa denilen meşher-i akvam ve milelde Türklerden
başka böyle bukalemun! bir manzara-i milliye arz eden, daha doğrusu henüz bir
câmi’a-i milliye te’sis edememiş, hâlen mu’âsır düsturlardan pek geride ve
uzakta kalan bir cami’a-i diniyye bünyesinde meze olup gitmek revhiyetinde
kalmış başka bir millet daha yoktur… ilâ âhirihi…
Biz, bütün
imanımızla, bütün mevcudiyetimizle bunlara (Amenna) diyoruz. Lâkin bunu itmam
eden; «Çerkesler hâindir.
Çünkü Türkiye’nin Türklere âid olduğunu kabulde ta’allül ediyor ve Türklüğü
yıkan Osmanlı istibdâdıyla beraber bulunuyorlar…» işâ’atını hiç bir
suretle nefsü’l-emre muvafık bulmuyoruz. Bu bize bir kaç sene evvel Ziya Gökalp
Bey’in neşrettiği; «…Bir mefkurenin
kuvvetlenmesi için iki hissin yardımına ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi (Millî
muhabbet) ‘dir ki millî mefharetlerle halk an’anelerinden doğar. İkincisi
(Millî kin)’dir ki herhangi bir istibdada karşı gayz ve adavet uyandırmakla
hâsıl olur.» fıkrasının ikinci kısmındaki hakikati ihtar ediyor.
Fakat çok teessüf
olunur ki Türk millî mefkuresinin kuvvetlenmesi, teessüs ve te’yidi için ona
rehber olacak (millî kin) yanlış bir istikametle Çerkesleri ihata etmiş
bulunuyor ve zannolunuyor ki, Çerkesler saltanat-ı şahsiyyenin müeyyididirler.
Bu zihniyetle Osmanlı Saltanatının istibdadına teveccüh eden kinden Çerkeslerin
de hissedar olmaları tabii görülüyor. Bu yanlıştır ve günâhtır. Çerkesler ne
saltanatçıdırlar, ne de millî Türk mefkûreciliğinin düşmanıdırlar.
Geçen badirede
bunların bir avuçluk bir kısmının kendilerinden on defa, yüz defa daha fazla
Türk ve gayr-i Çerkesle beraber padişahlık, daha doğrusu İstanbul Hükümeti
hesabına hareket etmiş olmaları mıdır? Bu ise o hareketin sebeb ve sâikleri
düşünülen bu şeyler değildir. Ve bizim kanaatimizce o sâikler, sebebler
Çerkeslerin Türkiye’yi Türklerin olarak tanımayıp pâdişâhların diye i’tikad
ettiklerine ve Türk mefkûreciliğinin düşmanları olduklarına delâlet edemez..
Vâkı’a o kıyamın
sebeplerini sûret-i zahirede herkes biliyor, lâkin hakikat-i halde esbâb-ı
mütekaddime ve evveliyye bir çok gözlerden nihândı ve hâlâ nihân bulunuyor.
Başına geçirdiği şeytan külahı ile göze görünmeden çalışan bu saik Çerkeslerin
tahvif edilmiş olmasıyla bu tahvif neticesinde onlarda uyanan tu’me-i ihtiras
olmak, imha edilmek gibi endişelerden bunları ilkâ eden mevki-i iktidar
ihtiraslarının ettiği istifâdedir ki, icmal etmek icâb ederse ber-vech-i âtî noktalar
tebarüz eder:
A — Meşrûtiyeti müte’âkib, millî mefkûreciliğin revacını te’mine vakf-ı
fikr edenlerin bazıları Türkiye’deki gayr-i Türk fakat müslüman anâsırın da
hudud-ı millî dahilinde bel’ edilmesi fikrini ileri sürmüşler ve şiddetle
müdâfa’a etmişlerdi. Alâ-rivâyetin Şeref sokağında bu bel’ ve temsil siyâseti
oldukça taraftarlar da bulmuştu. İlk tecrübenin Çerkesler üzerinde yapılması
terviç ediliyordu. Çünkü Çerkesler Anadolu’nun eski yerlisi olmadıkları gibi
toplu ve kesif de değildiler. Kafkasya’dan altmış sene kadar evvel hicret
ettirilen 1 /2 ilâ 2 (birbuçuk-iki) milyon raddesindeki nüfûs Anadolu
,el-Cezire ve Suriye dahilinde fazlaca dağılmıştı. Bunların bel’i Türkçülük
nokta-ı nazarından pek ziyâde muhassenatı dâ’î görülüyordu.
Bunun için Çerkeslerin
bel’ine lüzum-i kafi gösteriliyordu…
Bi’n-nazariyye ve
bi’l-kuvve pek a’lâ görülen ve düşünülen bu temsil siyâseti fi’liyâta
çıkabilmek için namütenahi acemilikler içinde bocalıyordu. Evdeki pazarı
çarşıya uydurmanın yolunu bir türlü bulamayan, bu siyâsetin o zamanki erbabı
felâkete bir mebde’ vermişlerdi. Çünkü memleketteki gayr-i memnunlar ve
muhalefet fırkası bu acemilikten bi’l-istifâ de Çerkesler arasında tahrikâta
koyulmuşlardı. Hele harb-i umumî esnasında bu tahrikat hadd-i a’zamisi-ni bulmuştu.
«Hey, diyorlardı: Yakında görüşürüz. Vilâyât-ı
Şarkiyyeden sonra sıra sizindir. O zaman aklınız başınıza gelir…»
Tedâbir-i
dâfi’asma hiç bir zaman tevessül edilmeyen bu hâl Çerkesleri büyük bir sür’atle
vâdi-i şekk ve şüpheye sürükleyip götürmüştü. O derecelerdeki her hangi bir
kulağı delik Çerkes’i (Hükümet) kelimesini duyduğu zaman kendi kendine; «İştş
bir gün benim de ölümüme fetva verecek merkez!» diyecek kadar vesveseye
düşürmüştü…
B —Çerkeslerce, kendilerine el altından yapılan propagandaların bir
hakikat olduğu zehabını hâsıl ederek onları büsbütün şüpheye ve emniyetsizliğe
düşüren en mühim bir nokta da Balkan Harbini müte’âkıb Bandırma ve Adapazarı
havâlisinde kesif kitleler hâlinde Çerkes köylerine tecâvüzât-ı dâimede
bulunmakla mükellef gibi faaliyete başlayan Arnavud Çetelerinin hükümet-i
merkeziyye tarafından himaye edildiği ve imhaya me’mûr edildikleri hakkında
kuvvetli sayfaların çıkarılması idi…
C — Bu hâl ve vaz’iyyetten istifâde ile mevki’-i iktidarı elde etmek
endişesine kapılan muhalefetin propaganda ve tahrikâta germi vererek
Çerkesler’de uyanan şek ve şüphe tohumlarını kökleştirmesi…
D — Millî mefkûrecilik zimâmdârânının bu hallere karşı pek kat’i bir
lâkaydî iltizam etmeleri… Bu lâkaydinin de muharrikleri elinde yeni bir tahrik
ve tecrid müessiri gibi kullanılması ve hükümet-i merke-ziyyenin sükûtunun ve
amâ bir i’tirâf olduğunun neşr ve işâ’ası… ilâ âhirihidir.
Görülüyor ki:
Bugün Çerkesleri hâin mevkiinde bulunduran sebepler şimdiye kadar bilindiği
zu’me-dilen şeylerden bambaşkadır. Onların ruhunu kemiren endişe sadece
hayatlarını korumak, mahv ve nâ-bûd edilmeye razı olmamak idi. Hâlâ da öyledir…
Bütün hayat
sahiplerinin mütehallik, oldukları, hatta en âdi bir hayvanın bile kendisini
tehlikede gördüğü zaman silah-ı müdâfa’ası olan boynuzlarını, dişlerini,
pençelerini… hasmına tevcih etmek için duyduğu sevk-i tabii kabilinden olan bu
Çerkes hareketi de onlarda, velev yanlış olsun, bir hakcığm bulunduğuna ve
bugünkü mahşerin sûrunu çalan İsrafil’in Çerkeslikten başka bir ihtiras olduğuna
delâlet için kâfi değil midir ve bu hâlde Çerkesler hâin midirler?..
***
Eğer böyle ise, biz
yanan hânümânların yangın dumanları, dökülen masum ve bigünah müslüman
kanlarının morarmış rengi henüz gözönünde duran (Düzce) kıyamını tafsile lüzum görmeyiz… Çünkü o hareket
şimdiki halde Çerkesleri en düşnâm ithamlara ma’rûz bulunduran bir hıyanet
lekesi olarak ilân ediliyor. Hâin millet tâbirini, bir zamanlar Kafkas
dağlarının sertâc ve serfirâzı iken şimdi küçük Asya’nın, el-Cezire ve Suriye
beyabanlarının hâk-i pâyi olan bu bedbaht unsura âlem olarak ithâfda tereddüt
etmiyor…
Hâlbuki biz bunu,
pek ma’nâsız olan Çerkes-Türk da’vasına sebeb olduğu kadar Çerkeslerin Türklere
karşı düşman olmasına kâfi bir sebeb ve saik gibi görmüyoruz. Bu bir netice idi.
Sekiz on sene evvel (Mev-ki’-i iktidar) hırslarının ektiği ve mütemadiyen
ihtimamla timar ederek büyüttüğü meş’um tohumların yeşerip mahsûl vermesi idi.
(Kuvâ-yı milliye)’ye karşı olmazsa, herhangi bir kuvvete karşı patlamak
isti’dâdında bulunan ve gayr-i muayyen bir dakika için a-yâr edilen müdhiş bir
bombaya benziyordu. Bu i’tibâr-la biz bunda padişah taraftarlığının, hatta
taraftarlık kokusundan bir zerrenin bile bulunmadığını iddia’ ediyoruz. Tasdi’
edeceğimizden olduğu kadar ilzam edileceğimizden de korkmaksızm i’lân ediyoruz
ki: Çerkesler, arasında yaşayacakları bir milletin hüsn-i âmizişi ile
üzerlerine hayâli bir anka kanadı açacak bir pâdişâh bendesi olmak arasındaki
farkı idrâk edemeyecek kadar budala değildirler. Onlar pek a’lâ bilirlerdi ki pâdişâhla
kucak kucağa, koyun koyuna yaşayacak değil, bilâkis milletle, Türklükle
âğûş-be-âğûş kaynaşacak, geçineceklerdir…
Fakat ne çâre ki
Kudret-i bâliğa cemiyetlere, kitlelere de, ferdlere bezi ettiği, harekâtına
hâkim olmak iktidarını bahş etmemiştir. Onlar hareketlerinin sahibi değil,
lâkin tamimiyle esiridirler. Maşerî hayatın en büyük hâkimi işte bu
sırrîyettir, gayr-i şuûriliktir. Çerkeslerin kendileri için zarardan başka hiç
bir şey intâc etmeyeceği gün gibi aşikâr bulunan son kıyamları da bu gayr-i
şuûrîliğin son bir numunesinden başka ne olabilir ki… Onun sebebleri ise arz
ettiğimiz şeylerdir. Sekiz on senenin yağmur gibi yağdırdığı imha edilmek, bel’
olunmak şayi’aları, taktil ve tehcir propagandalarıdır .
İşte şuuru
mahveden bu endişe idi ki Çerkesleri pek ziyâde sarsmış, mütemadiyen şeamet
terennüm eden ihtiras baykuşlarının sesleri, onlarda Türk zi-mamdârânma karşı
(Türklere ve Türklüğe değil, lalettayin hükümet erkânına) bir iştibâh, bir
a-dem-i emniyet, bir itimadsızhk ve bir şek uyandırmış, (Acaba) kurdu o saf ve
temiz kalpleri, ruhları kemi-re kemire on senede emniyet ve itimâdın bir hayli
aksamını yiyip bitirmişti…
Bilhassa Mondros
mütarekesini müteakib vaziyyet son ve had devresine girmişti. Muzır şayialarla
hal-i işbâa gelen sarsılmış ruhlar ve imanlar artık cûş u hurûş için vesileler
bekliyorlardı. Her hangi bir vesile, tıpkı dolmuş bir bardağa dökülecek yeni
bir kaç damla gibi tesir yapacaktı.
O zaman,
İstanbul’da batan istiklâl güneşinin bıraktığı karanlıklarda uçuşarak etrafa
yayılan baykuşlar doğruca mütereddit, şek ve şüphe içinde, emniyeti münselib
bir heyecanla ân-ı mev’ûdunu bekleyen Çerkesleri hedef ittihaz ederek dolmuş
bardağa, tahammül edemeyeceği son ve namütenahi damlaları boşalttılar. O
damlalar birer zehir idi ki, ruhları büsbütün körletiyordu…
Böylece Anadolu
mücâhedesini ihzar ederken bu baykuşlar da oralarda yeşil yuvaların fevkında
attıkları kahkahalarla saf ruhları bulandırıyor, zehirliyor, tüten ocakların
dumanını evin içine doldurup sükkânını dışarıya uğratmak için bacaların hava
deliklerini, yuva yaparak, tıkıyorlardı. Bir yed-i kudret çıkmadı ki daha o
zamandan o yuvaların oralara kurulmamasını te’min etmekle temiz ocakların ak
dumanını doğru tüttürmeye himmet etsin!..
Bilâkis, ilk
yükselen kudret: «Buralarda uğursuz baykuşlar yuva yapmış!» dedi. Ve
akabinde «Bunların def-i şeametine çâre yuvaların kurulduğu ocakları
yıkmaktır!» hükmünü vermekte tereddüt etmedi… O kudret hiç düşünmedi ki,
baykuşun yuvasına dokunmak da onun kahkahasına ma’rûz kalmak kadar meş’ûmdur!..
Elhâsıl, böyle
serbest serbest tenmiye ve takviye edilen emniyetsizlik, i’timâdsızlık
pâdişâhın mâhûd fetvalarıyla biraz daha kırıldılar, sarsıldılar. Bedbaht Kafkas
muhacirleri bu defa: «Kuvâ-yı Milliye ismini taşıyan tâife-i bâğıyye,
Çerkesleri mahv için türemiş bir sâhib-zuhur mahiyetindedir. Ey Çerkesler
gözlerinizi açınız. Yoksa hakkınızda verilen imha kararına, kendi ayağıyla
kasabın önüne giden koyunlar gibi, boynunuzu uzatmış olacaksınız…
Misâl mi
istiyorsunuz?
İşte size Bandırma’da
yakılan, yıkılan Çerkes köyleri… Ne duruyorsunuz?.. Silahlanınız.
Pâdişâhın sancağı altında toplanınız… Bütün müslümanlara dünyevî ve uhrevî
büyük sevaplar va’d eden fetvâ-yı âlî de sizi mahva karar veren bağilerin
tenkilini her müslümana farz kılıyor.. Hâlâ tereddüt mü ediyorsunuz?.. Yoksa
kalbinizdeki imanınız kararmış mıdır?… ilâ ahirihi nakaratıyla ve altolarla
tahrik edilirlerken Yıldız Sarayı da eşraf ve müteneffizânı şeref-müsûle nail
ediyor. Bir kadın gibi ağlayan sultan onlara «Benim kahraman Çerkeslerim, diyordu. Haydi göreyim sizi..
Bugün bana edeceğiniz iyiliğin şükranını bütün âlem-i İslâm ödeyeyecektir.
Hayatımca ben, benden sonra evlâd ve ahfadım, hanedanım ise ile’l-ebed size
minnettar kalacağız… Cenâb-ı Hak kılıcınıza kuvvet versin… Rûh-ı
Peygamberi yardımcınız olsun!..» diyordu.
Buna karşı, o
zamanki ismiyle, Kuvâ-yı Milliye ne yaptı, o sarsılmış imanları takviye için
nasıl ve ne derecede fa’aliyet sarfetti?.. İ’tirâf edelim ki bunları henüz
bilmiyoruz. Bildiğimiz şey tarafeynin tedhiş ve ve tedmir tarzındaki
fa’âliyâtından ibarettir. Bunun için Çerkesleri bu hareketlerinden dolayı affedilmez
hâinler olarak kabul edemiyoruz. Çünkü onlar Türk milletinin te’sis edeceği
milliyetini, koruyacağı varlığını, müdâfaa edeceği vatanın birliğini tanımak
istemediklerinden, onu mahvetmek hayâline düştüklerinden değil, belki
arzettiğimiz gibi, senelerin kendilerine telkin ettiği müdhiş fitne ve fesadın
taht-ı tesirinde ve sâdece şuursuz bir müdâfa’a-i nefs endişesiyle kıyam
etmişlerdi. Ve yine çünkü neşriyat ve işâ’âta nazaran Kuvâ-yı Milliye’nin hedefi Çerkesleri imha idi…
Şimdi, acaba bu
vaz’iyet ve bu hâl karşısında kıyam edenlerden, Kur’an ile sarık önünde
eğilenlerden yalnız Çerkesler mi mücrimdirler, bu bedbahtların hıyanetleri
umûmi ve mutlak mıdır ve hâlen bütün Çerkesler hâin midirler?..
Hayır, hayır. Bu
zehâb yanlıştır. Bu işa‘at hatâdır, günâhtır. Çerkes ve Türk şimdiye kadar
müteradif kelimeler gibi aynı âhenge delâlet ediyorlardı. Günâhtır, bunları
böyle kinlere, düşmanlıklara sevk etmek, boğazlattırmak günâhtır. Hem de
günâhların en büyüğüdür…
Biz, bugün kuvvetlendiğini, köklenmeye doğru ilerlediğini, bin esefle,
gördüğümüz Türk-Çerkes münâferet ve adaveti kadar ma’nâsız
ve lüzumsuz bir şey daha tasavvur edemiyoruz. Buna ne lüzum vardı?.. Eğer anlayan varsa
Allah rızası için bize de anlatsın. Hatta, bu gün bunca hâdisât-ı müessif eden
sonra bile Türklerle Çerkesler arasında silahsız fasıl olunmaz, Çerkes köyleri
dağıtılmadan sonu gelmez bir da’vânın vücûduna kani’ değiliz…
Eğer bu davanın
mebnî-i aleyhi bel’ etmek, millîleştirmek gibi bir lüzum-i içtimâi ise o böyle
olmaz. Milliyetler kılıçla teessüs etmezler. Kavmiyetler şiddetle temsil
edilemezler. Bu iş için top ve tüfenk, cebr ve şiddetten çok evvel çok ziyâde
nevâziş lâzımdır. Hüsn-i âmiziş lâzımdır, ilim ve irfanın ta’mimi lâzımdır,
temsili arzu edilen kavmin ıtmâ’l lâzımdır, hülâsa: Hayatı namütenahi cefâlar
şeklinde değil, huzur ve refah ile sa’âdet renginde göstermek lâzımdır.
Şimdiye kadar hiç
bir millî mefkûre terviç edilmediği halde bir çok Çerkeslerin, bahusus
münevverlerin, şehirlililerin kendi kendilerine Türk vicdân-ı umûmîsi ‘dâhilinde
hallolup gittiklerini görmüyor mu idik? Birçok gençler tanıyoruz ki benim babam, yahud büyük babam
Çerkes’di diyorlar. Çerkeslik onlar: da ancak böyle bir hâtıra-ı tarihiyyeden
başka bir şey bırakmamış bulunuyor…
Hem Çerkesler gibi
müteferrik bir unsurun bel’i, Türkleştirilmesi için cebr ve şiddete, taktil ve
tehcire hiç lüzum yoktur. Hiç bir halde de lüzum hissedilmez.
Temsil ve temessül
kundura boyası gibi iki dakikalık bir renk değiştirme ameliyyesi değildir. Bu
zaman işidir. Bi’l-farz bugün bütün köylerde açılacak mektepler ve yapılacak
içtimâ’î teşkilât, her şeyden ziyâde Türk’ü, Türklüğü yükseltmek, diğer
anâsırın pek fevkine çıkarmak bu işi harikulade teshil edebilirler. Hem de bu işin tatlılıkla, güzellikle, nefretsiz, kinsiz,
düşmanlıksız, başarılmasını te’min ederler. Kırk elli sene zarfında bütün
Anadolu Çerkesleri Türk olup çıkar…
Hemen her millî
mefkûre rehberinin ileri sürdüğü Amerika en hakiki, en ma’kûl ve en insanî bir
numunedir. Oradaki usûl köyleri boşaltmak usûlünden bambaşka ve taban tabana
zıd bir şeydir: Amerikalı-lık vicdân-ı umûmisi dâhilinde bel’ edilmesi arzu
edilen aileleri mal ve mülk sahibi ederek o memlekete menfâ’atle rabt etmek,
bağlamaktır. Onlar pekiyi biliyorlar ki mal ve mülk gibi alâikten, menfâ’atten
âri kimseler memleketin asayişi için dâimi birer tehlikedirler. Bunların bu
halleri ile millileştirilmesindeh melhuz fâide sıfırdır. Bu sebeple
ale’l-acelel reng-i millî alacak bir çıplak yerine biraz uzun zamanda temellül
edecek (se nationaliser) sâhib-i servet ve sa’yi tercih ediyor, temsil
vazifesini cebr ve şiddet yerine zaman ve menfâ’ate havale ediyorlar. Bu hâlde
kendilerine düşen vazife: Müteyakkız bir intizâr oluyor… Halbuki bu usûlün
yanında cebr ve şiddetin, i’tisâfın temessül müddetini hadd-i a’zamisine kadar
çıkaracak, uzatacak vâsıtalardan başka bir şey olmadığı, son bir tecrübesine
daha lüzum hâsıl olmayacak kadar tahakkuk etmiş bir şeydir. Öyle değil mi ya…
Bir defa tarafeyn kine boğuldu mu artık bir nesil, beş nesil daha bâd-ı hevâ
[bedava! geçecek demek değil midir?..
Evet… Çünkü bu
günün milliyet meselesi diye gös-terilen şey bir terbiye mes’elesidir.
Binâenaleyh hâlen yaşayan başka terbiye görmüş, başka ruhlarla yetiştirilmiş
mevcudların: gençleri ve kâhilleri de Türk yapmak iddi’âsına kalkışılırsa
mantıksız bir harekette bulunulmuş olur. Onlar hakiki Türk olamazlar. Hangi
unsura mensup olursa olsun, yaşlanmış bir kimseye milliyetini unutturmak, ya’ni
taht-ı te’sîrinde bulunduğu an’anatı, bu yaşa kadar kendisini besleyen
ma’-neviyata kuvvet ve gıda veren maziyi, tarz-ı terbiyeyi, te’âmülleri birden
bire tebdile kalkışmak demektir. Ki bu abesle iştigâlden başka bir şey
olamaz. Eğer Türk mefkureciliği mantıkî bir hareket yapmak istiyorsa bugünkü
yetişmişlerden vazgeçmeli, nesl-i cedid ile, nesl-i âti ile meşgul olmalı,
onların da bugünküler gibi başka perdelerden öten sadâlarla yetişmemesini
te’min etmelidir…
Yıkmak kolaydır. Fakat yıkılanın yerine daha iyisini
kurmak çok zordur. Bugün tehcir edilen veya edilecek olan herhangi bir aile, herhangi bir
köy, hatta herhangi bir fert memleketin istikbâl-i iktisâdisi için, saadeti
için bir zararı mahzdan başka bir şey olamaz.
Düşünmelidir ki yıkılan
ve yıkılacak bir ocağın refahı vasati olarak 25 senede ancak tekrar temin
edilebilir. Tehcir ve taksim gibi içtimai ameliyelerle millileştirmek usûlü,
memleketin bütün ahvâli müsâid olduğu halde, en aşağı 25 sene gerilemek, servet
ve sa’âdet-i milliyeyi gayr-i muayyen bir zaman için mahvetmek, refah ve huzuru
ve asayişi mün’adim kılmakla muadildirler. Bu siyâsetin en meş’ûm bir semeresi
de ruhları serserilikle, sa’yden kaçmakla, macerâ-perestlikle tahlik etmesidir…
Eski Osmanlılar bu
hususta ne güzel düşünüyorlarmış. Acaba millîleştirmek siyâsetini hâl-ı hâzır
onlar kadar suhulet ve vüs’atle tatbik edebilecek ve muvaffakiyet istihsâl
edecek midir?..
Bu nokta hakikaten
düşünülmeye değer bir mâhiyettedir. Şimdi ilk icraatı Çerkesler hakkında
görülen bu mes’eledeki zihniyet, mazinin feyizdâr zihniyetiyle kâbil-i kıyâs
değildir. Eski zamanlarda bir En-derûn-ı Hümâyûn, bir Yeniçeri Ocağı, bilhassa
bir Devşirme ve İçoğlanları teşkilatı hiç hissettirmeksizin Türkleştirmeye
yarayan büyük müesseselerdi. Bir Türk mütefekkirinin dediği gibi, Osmanlılığa
namütenahi rical yetiştiren bu ocaklardan başka bir yer değildir. Bunlar
doğrudan doğruya temlil Nationaliser edici merkezler idiler.
Bittabi bugün yeniden öyle ocaklar te’sisine imkân yoktur. Vâkı’a
dârü’l-eytâmlar, sanayi’ mektepleri, çırak mektepleri… ilâ âhirihi gibi leylî
mektepler de bu işi görebilirlerse de bunların lüzumu kadar teksiri
mümteni’dir. Ve böyle, aile köşesinden uzakta yetişecek insanlar da ya râhib
ruhlu veya asker tabiatlı olmaktan kurtulamazlar. En salim temsil vâsıtası ise umumiyetle mektep ve irfandır. Bunlar iki
cenah-ı temellüldürler ki insanları az bir zamanda aynı düşünür, aynı görür bir
hâle getirebilirler. Spor cemiyetleri ve müsabakaları, millî tiyatro ve
sinemalar a’zâmî teshilâtı yaratıyorlar. Hele bunlara
emniyet ve i’timâdla huzur, refah ve servet de inzimam ederse iş kendiliğinden
meydana çıkar. Çünkü birçok insanların milliyetleri onların biraz fazlaca şahsî
olan menfâatlerinin hududunu aşamaz. Yok eğer mutlaka pek seri bir usûl-i
temlil ve temsil aranıyorsa buna yıkmaksızın, yakmaksızın, tahrip etmeksizin
yalnız bir çâre vardır: Türk olmayanlara ye olamayacaklara kapıları açıp
buyurunuz efendiler demek… Bu basit bir şeydir ki ne tehcirlere, ne taktillere
meydan bırakır. Kalanlar öz ruhlarından duydukları mecburiyetlerle veya
samimiyetlerle Türk olmaya namzettirler. Gidenler, gidecekler ise memleketin
selâmet-i âtiyesi nâmına çıkarılan dara gibi telâkki edilirler.
Yoksa, bugün her
vicdanı ürpertecek birer fecaat şeklinde meydan alan işâ at ve o sayfaların
uyandırdığı fikirler insanî hareketler addedilemezler. İnsanlığın tıyneti bu
kadar âdi bir çamurla hamur edilmiş değildir.
Evet… Biliyor ve
teslim ediyoruz ki kuvvet haktır. Hakkın düsturları dâima kavi bir pençededir.
Fakat düşünmeli değil midir ki zulmü vasıta edinecek hak, kuvvete bühtan eden,
bir şeydir. Çünkü kavi olan hakkından emin olandır. Binâenaleyh onun zulüm gibi
za’iflerin kârı olan şeylere tenezzülü müstahildir. Ve yine çünkü kuvvet
fazilettir. Hak da kuvvetle aynı şey olduğuna göre fazilet demektir.
Biz, böyle
düşündüğümüz için, teşkilâtı yapmakta haklı olan Türk milletinin bugün pek
kuvvetli olduğunu da kabul ediyoruz. Kendi kendisinin sahibi olan bir
mevcudiyet başkaları tarafından idare edildiği zamanlardan daha za’if olamaz. İşte bunun içindir ki biz bugünkü Türklükten dünkü
Türk’ten fazla fazilet bekliyor, hak-şinâslık istiyoruz.
Halbuki idarî veya
askerî herhangi sebeble olursa olsun, mukaddemâtı görülen icrâât, bu icrâât
etrâfında germi-i tâm ile yapılan muzır işâ’ât ve neşriyat saf ve necip
Türklüğü yine dünkü gibi bir sarayın siyâsetine âlet ve bâziçe olmaya
sürüklüyor. Bu saray bir sultanın kâşanesi, bir paşanın devlethanesi değildir.
Fakat sadece bir endişe, bir hayâldir. Milliyet-perverliğin hasta ve mariz bir
hülyâsıdır.
Bu hülya memleketi
bir şûrezâra döndürmekten başka neye yarayacaktır?..
Milleti teşettüte,
fetrete düşürmekten başka ne mahsûl verecektir?..
Bunları
anlamıyoruz. Küçücük beşerî idrâkimiz bu siyah hülyaları ihataya kifayet
edemiyor.
Lâkin hayat hayâl
değildir. Milletlerin hayattan onların tarihleriyle yükselen mevcudiyetleridir.
Öyleyse biz dünkü Osmanlı câmi’asının, bu günkü Türk milletinin tarihinde şöyle
bir cevelân yapıverelim. Orada göreceğimiz şey,
Türkle Çerkes’in bu memlekette hemen dâima aynı maksat için omuz omuza beraber
yürümüş bir ocak ve mezar arkadaşı olduğudur. Türk tarihi açıldığı zaman orada
rast gelinecek ricalin bir çoğu hep Çerkes değil midir? Maalesef onların
icrââtından tercüme-i hallerinden bahsetmeye bu arizamız müsâ’id değil. Bu
sebeble yalnız bir icmâl-i tarihi ile bir aded ricâl-i nispeti arzetmekle
iktifa edeceğiz.
Çerkeslerle Türklerin
münâsebât-ı tarihiyyesi pek eskidir. Hatta Selçuk Türklerinden daha evveldir. Fakat
Kafkasya’daki Çerkezistan’ın Türkiye ile müsbit olan münâsebât ve revâbıtı 900
tarih-i hicrîsinden sonradır. Bu münâsebet Kırım Hanlığı vesâtetiyle teessüs
etmiştir. Çerkezistan’la Kırım’ın revâbıtı ise 940’ta han olan Sahib-giray
zamanına tesadüf eder.
Tarihin bütün
edvarında Çerkezistan, siyâset-i dahiliyesinde dâima serbest ve müstakil
kalmıştı. James Bell ve De Montpereux gibi birçok âlimler, müverrihler, dünyada
en eski zamanlardan beri istiklâlini, serbestisini korumuş yalnız bir kıt’a
bulunduğunu, o kıt’anın da Kafkas dağlarının harîmlerindeki Çerkezistan
olduğunu söylüyorlar. Kırım ile teessüs eden rabıta da böyle idi. Memleketi
yalnız mukadderât-ı hari-ciyyede birbirine rabt ve bend ediyordu.
Kafkasya’nın pek
meşhur olan bu istiklâl ve serbestisi 1760’tan 1864 tarih-i milâdisine kadar
yüz senelik medîd muharebe neticesinde Rus çarları tarafından selb edilmişti.
Tarihinde ilk defa Kafkas fâtihi unvanını, prenslik ile payesi i’lâ edilen
General Baratinski kazanmıştı…
Fakat galiba
maksadı aşıyoruz. Arzetmek istediğimiz bu değildi… 940 hicrîde artık Kafkasya
dağları Kırım hanlığı ile birbirine rabt-ı kader etmişlerdi. Kırım ise 880
hicrîden beri Türkiye ile beraberdi. Binâenaleyh 940’tan sonra artık
Çerkezistan da dolayısıyla Türkiye ile beraber olmuştu. Bu hâl Çerkeslere hiç
ağır gelmiyor, bilâkis pek ziyâde hoş geliyordu. Çünkü İstanbul onlara
«Sâlyâneler» bağlamıştı, lîk Türk bütçesinin mürettibi olan Tarhuncu Ahmed
Paşa’ya göre Kırım Hanı ve Çerkes Beyleri ile Akdeniz Beyinin Sâlyâneleri 169
yük, 56.710 akça idi. Ahmed Râsim Bey’in «Eyyûbî Kanunnâmesi» nâmındaki küçük
bir risaleden iktibas ettiğini söylediği 1071 H. bütçesinde «Umerâ-yı derya,
Kırım Hanı Kalgay Sultan ve Nureddin Sultan’m ve ba’zı Çerâkise’nin
Sâlyânelerine 17.352.000 akça» tahsis edilmiş olduğu görülüyor.
Bu Sâlyâneler
Kafkas fütuhatında Lala Mustafa Paşa’ya vâsilen bir Çerkes olan Özdemir Osman
Paşa’ya vüs’-i beşerin yetebileceği derecede yardım te’min etmişti. Aynı
zamanda Kırım hanlarının iştirak ettikleri bütün muhârebatta da Çerkeslerin pek
mühim hizmetleri sebk ediyordu. Hatta Viyana muhasaralarına pek fevkalâde bir
surette iştirak etmişlerdi..
İkinci Katerin’in
desâis-i harbiye ve siyâsiyesiyle 1774 milâdî’de Kırım Türkiye’den ayrıldı.
1783’te Rusya’ya ilhak olundu. Bu hâdise ile beraber Çerkezistan’ın Kırımla
olan rabıtası da koptu. Çarlığın yaygaraları, gürültüleri boşa gitti. Çerkesler doğrudan doğruya Türkiye cami’asma dâhil
oldular. Bu hal de 1829 Edirne musalahasına kadar devam etti. Edirne musa-lahası
Çerkezistan’ı nâçâr bir halde Rusya’ya terket-ti. Lâkin Çarlar oraya 1864
senesine kadar bi’l-fi’il vaz-ı yed edemediler…
Bu müddet, yani
ikibuçuk asır kadar Kırım vasıtasıyla, üç rub’ asır kadar da bilâ-vâsıta olan Türk-Çerkes münâeebâtı Çerkeslerin Türkleri sevmesi için kâfi gelmişti. Reviş-i hâle göre
bu meveddet ve merbûtiyetin hiç bir suretle gevşemeyeceği, sahîhan
zannolunabilirdi. Çünkü sebepler o kadar mühim ve sarih idi. O mühim olan
esbabı ber-vech-i âti icmal edebiliriz:
A — Türkler gerek Kırım zamanında, gerek Kırım’ın Rusya’ya ilhakından
sonraki devirde Çerkes istiklâl ve serbestîsine, yalnız kavlen değil fiilen de
dokunmamışlardı…
B — Türkler müslümandı. Kendileri gibi müslüman olan diğer fertlere ve
cemâ’atlere de aynı hukuktan istifâde etmek hakkını bahşediyorlardı. Ki bu
nev’ama bir kardeşlik düstûru, bir nev’i beyne’l-milelliyet idi.
C — Hepsinden fazla olarak da Türklerle Çerkesler pek eski zamanlardan
beri akraba olmuşlardı. Gerek sarayların, gerek ricalin yüzde yetmişbeşinin
harem dâireleri, hanımefendileri Çerkes’ti. Bu sıhrıyyet pek tabii ve mütekâbil
bir temayül hâsıl ediyor. Tarafeyni birbirine bağlıyordu…
Daha birçok husûsi
ve fer’i sebeplerin vücûdunu da inkâr etmemekle beraber bu üç sebep Çerkeslerin
Türkler hakkında lâ-yezâl bir muhabbet beslemeleri için kâfi gelmişti diye
iddi’a edebiliriz.
Böyle muhtelif
sâiklerle Türklere manen meclûb ve merbut olan Çerkesler, 940’tan sonra artık
Türkiye’nin hayatla, canla ve başla çalışan vefakâr bir unsuru olup
kalmışlardı. O zamandan beri cereyan eden hiçbir hâdise, hiç bir vâkı’a
tasavvur edilemez ki Türk’ le Çerkes ayrı düşünmüş, ayrı hareket etmiş olsun.
Tarih, dâima, dâima omuz omuza mezara kadar beraber giden iki unsur
kaydedebilmiş ise onlar da mutlaka Türk’le Çerkes’tir.
Bu müdde’ayı isbât
için birçok isimler, vâkı’alar, tercüme-i haller zikrederek sahife doldurmak
pek kolay bir iştir. Lâkin biz buna lüzum görmüyoruz. Biliyoruz ki bu güneş
gibi bir hakikattir. Ve Türk’ün en sâf köylüsüne kadar herkese malûmdur.
Yalnız âtide
arzedeceğimiz bir tesbite nazar-ı dikkati celbetmek isteriz. Bu bize Çerkes ve
Türk’ün ne derecelerde birbirine merbut bulunmuş olduğunu göstermeye kifayet eder
zannediyoruz.
Takriben 950’den
Çerkeslerin muhaceretine kadar geçen zaman zarfında Çerkeslerden hizmet-i
devlette bi’t-tefeyyüz Paşalık unvanını ihraz edenlerin yekûnu 250’ye baliğ
olmakta idi. Bu paşalar arasında 12’si, ekserisi bi’d-defâ’at ihrâz-ı makam
etmek şartıyla, sadrâzam, biri şeyhülislâm, on-onbeşi vezir-i sâ-ni, kubbe
veziri, sadâret kaymakamı, kaptân-ı derya, yüz kadar müşir, vezir ferik olarak
seraskerlik, ser-darhk, valilik, sefirlik… ilâ âhirihi gibi makamat-ı aliyyeyi
işgal ederek hidemat-ı mühimme ve meş-kûrede bulunmuşlardı. Türkçe terâcim-i
ahvâl ki-taplarının, bilhassa Hadikatül-Vüzera, Sefinetü’r-Rü-esâ,
Devhatü’l-Meşâyih, Sicill-i Osmânî… gibi esaslılarının verdiği bu yekûn ihmâl
edilecek bir şey değildir.
Muhaceretten
sonra, Sultan Abdülaziz devrinden zamanımıza kadar mürur eden seneler ise hiç
de evvelki ile kâbil-i kıyâs değildir. Bilhassa bu son asırda Türklere karşı
bir şükran borcu medyun olduklarını iyi bilen Çerkeslerin rabıtası daha kavi,
daha sağlam olmuştur. Çerkesler, Rusların Kafkas istilâsında, Türklerin
kendilerine gösterdikleri ulüvv-i cenabın minnettarlığını bugün bile unutmuş
değildirler. Ne dün, ne de o geçen uzun asırlarda sebk eden hizmetleriyle bu
borcun ödendiğine kaildirler…
Meşrûtiyet’e kadar bu zihniyetle yetişen vüzerâ ve vükelânın yekûnu da
istisgâr (küçük görülmeyecek) edilemeyecek bir derecededir. Yalnız benim
dest-res olabildiğim paşaların yekûnu 150’yi tecâvüz ediyor ki bunların
arasında da serdarlar, nazırlar, vezirler, müşirler mebzuldür.
Şimdi ufacık bir
mukayese yapmak isterim:
Bu devletin
bidâyet-i teşekkülünden beri yetişen paşaların yekûn-ı takribisi, yukarıda
saydığımız me’hazlara göre (3000) kadardır. Yedi asırda
on-onbeş muhtelif unsurun hey’et-i mecmuasının yetiştirdiği ricalin yekunu 3000
raddesinde olduğu hâlde yalnız Çerkeslerin 950’den sonraki yekûnu 400’ü tecâvüz
etmektedir. Nüfus-ı umumiyenin derece-i kesafeti ile Çerkes nüfusunun derecesi
ölçülecek, karşılaştırılacak olursa Çerkeslerin Türk tarihinde ne kadar
çalışmış olduklarını gösteren en açık sahife okunmuş olur.
Ve bu bize
gösterir ki Çerkesler üç, üç buçuk milyonluk nüfuslarıyla vasati olarak 30
milyona karşı yalnız dört asırda 7 buçuk da bir derecesinde, asırların adedini
de nazar-ı itibara aldığımız takdirde 4’te bir derecesinde ricâl-i devlet
yetiştirmişler, Türk tarihine canla ve başla, imanlarının, ruhlarının bütün
salâbet ve samimiyetiyle hizmet etmişlerdir. Bunun içindir ki bugün artık
Türk’ün vatanı, Çerkes’in de vatanı demektir. Osmanlı Türklerinin tarihi
Çerkeslerin de son devirdeki tarihidir. Ancak karabet ve sıhriyete inzimam eden
bu sâiklerledir ki Türk’ün bedbahtlığı Çerkes’i de bedbaht ediyor. Türk’ün
felâketi Çerkes’i de helake sürüklüyor. Bunca vakayi’-i müessifeden sonra hâlâ
bugün bile Türk’ün vatanı denince yüreği sızlamayacak bir Çerkes tanımıyoruz.
Bu iddamızı te’yid
edecek en bariz misâl Anadolu mücâhedesinin kurulması ve başarılması emrinde
Çerkes erkân ve ümerânın, Çerkes münevverlerin Çerkes halkın gösterdiği
tehalük, şevk ve gayrettir. Bidayetinden nihayetine kadar her merhalesinde,
askerî, siyasî, içtima’i her hareketinde bir çok Çerkes ser-âmed, bir çok
Çerkes mücâhid kaydeden Anadolu cihâdı tarihi hiç bir suretle inkâr
edemeyecektir ki teessüsü ve ilerlemesi, muvaffak olması için en ziyâde
çalışanlar yine Çerkesler olmuşlardır. Bahusus bidâ-yet-i teşekkülde herkes
ürkek ve korkak tavırlarla ihtirâz edip dururken cihâdı açan hemen yalnız
Çerkesler değil mi idi? İzmir cephesinin ilk
faaliyetleri ve Sivas kongresinin başında görünen simaların ekseriyeti kimlerdi?..
Son safhalardan
ise Sakarya Harbinde düşman köylerini tehdid, Eskişehir ve Bilecik civarındaki
kı ta’âtı mütemâdi taarruz ve tecâvüzleriyle, akınlarıyla bîzâr ve tedhiş eden,
bu suretle ilerleyen Yunan ordusunu hatt-ı ric’atı kesilmek tehlikesine ma’rûz
bulunduran süvarilerin teşkilatçısı, kumandanları ve ekser mücâhidini
kimlerdendi?
Biz bunları, büyük
zaferden Çerkeslik hesabına da hisseler ifraz ettirmek emeliyle serdetmiyoruz.
O şeref tamâmiyle ve yalnız Türkiyelilere ve Türklüğe aittir. O zaferi te’min
için ruhlarını, kalplerini düşman ateşine siper edenler Türkiyelilikten başka
bir nâm için Türklükten başka bir gaye için çalışmış ve ölmüş değildiler… Biz
bunları, sadece Çerkes’le Türk’ün birbirine ne kadar metin bağlarla merbut
olduğunu göstermek için kayda mecbur olduk…
Bugün hâlâ
Yunanistan’da bulunan bir avuç Çerkes’i de misâl diye kabulde ma’zûruz. Çünkü
en kısa bir sözle onların yanısıra iki avuç da gayr-i Çerkes bilhassa Türk
var..
***
Yok eğer denildiği
gibi; «Çerkesler istiklâl
dâiyyesindedirler. Memleketi, Türklüğü parçalamak istiyorlar…» diye düşünülüyorsa böyle düşünenlerin aflarına igtirâren bunun pek
çocukça bir fikir olduğunu söylemekte tereddüt etmeyiz. Hayat henüz böyle boş
bir iddiada bulunacak bir tek Çerkesin vücudunu tanımış değildir. Bugün
ber-hâyat hiç bir Çerkes yoktur ki, Türkiye’de istiklâl iddiasına kalkacak bir
hakk-ı tarihî sahibi olduğunu tahayyül etsin!..
Şark-ı
karibçilerin bir tiyatro sahnesi hararetiyle parlayan ma’hûd beyânnamelerini
bize misâl getirmeyiniz, O bir Çerkes istiklâlinden bahsetmiş olmamakla beraber
o zaman, işgal ordusuyla iyi geçinmek lüzumuna kâni’ olan bir çok gayr-i
Çerkesler, bilhassa Türkler de ona mümasil nutuklarla propagandalarla pazara
çıkmışlardı. Onlar hep birer «lâf ü güzâf» idi. Çünkü Hazret-i Süleyman’ın bir
hadisine göre «me’yûs olanın sözleri rüzgâr gibidir.» Çerkeslerin
istiklâl emeli hakkındaki safsatanın menşei aranmak lâzım gelirse yine geçen
devrin meş’ûm hükümetinin ve meşum fırkasının meş’ûm hareketlerinde olduğu
görülür; pek mevsuk diye serdedilen rivâyât ve menkûlâta göre «Ânzavur»
zor ile başkan çıkarılmış, muhalefet hükümeti «Anzavur» u ikna ile
uğraşırken fırka merkez-i umumîsi de bütün Çerkesleri daha iyi tahrik için
gizli gizli muhtariyet va’di ile ittimâ’a kadar ileri gidiyor. Asırlardan beri
bu memleketin en vefakâr bir unsuru diye tanınan Kafkas muhacirlerini baştan
çıkarmaya uğraşıyordu. Bütün Çerkeslerin bu balona, De Molen’in çok kullandığı
bir teşbihi ile tarla kuşlarının, ziyaları parıldayan âyineye koştukları gibi
bir şitâb ile koşacaklarını ümit ediyordu. Şimdi sorarım, acaba Çerkesleri bu
hâle getirenler mi yoksa Çerkesler mi hâindirler?..
Halide Edip
Hanımefendi’nin pek necip ve pek büyük ruhları Çerkeslerin ma’sûmiyetini
herkesten evvel idrâk etmiş bir mecvûdiyetin nurudur. Memleket afakini
bütün zulmetiyle kavrayan; Çerkesler hâindirler! nakaratını hakka leke süren,
hakikata iftira eden bu kara cümleyi yıkmak için ilk hamleyi eden ve
ma’sumlara: «Geliniz… Bende sizin için teselli var!» diye haykıran
yalnız ve yalnız Halide Edip Hanımefendi olmuştur. Bu büyük edibenin,
mazlumların sırrına ilk dokunan iltifat ve nevâzişler «Ateşten Gömlek»
in iki sahifesini tezyin ediyor. Türk için Çerkes’in, Çerkes için de Türkün ne
demek olduğunu en açık göstermeye yarayacak olan o mülâhazatı arizamıza bir
lahika olarak ilâveyi biz bir şeref telakki ettik…
Ne ise. Çerkesler
bu vatanda istiklâl aramazlar. Onlar buraya Türk vatanından pay almak için
gelmediler. Bunu herkes bilmelidir. Cenâb-ı Hakkın varlığına inandığı kadar
buna inanmalıdır. Onlar bu memleketin ve Türklüğün misafirleridirler. O
zavallıları altmış sene evvel, dünyanın en güzel bir kıt’ası olan yurdlanndan
kovan Grand Duc Michel’in emirnamesine karşı kollarını açarak kabul eden
Türkler ise, «Hicret edeceklerin büyükleri büyük biraderim, küçükleri küçük
biraderimdir!» diye teşvik eden de, o zamanki hükümetin başı olan bir
sultandı. Ve o devrin ricali Çerkeslere hicreti anlatmak maksadıyla: «Daha
iyi atlamak için bir gerilemek, hız almak lâzımdır!» nasihatini
veriyorlardı…
Mösyö Edmond
Dulaurier Revue de Deux Mondes’daki neşriyatıyla o vakit, Mösyö Jean Carole da
1899′-da kitap şeklinde intişar eden Le deux routes du Cauca-se’de Çerkeslerin
hicretinin yalnız bu gerilemez zihniyeti taht-ı tesirinde vuku’ bulduğunu ve
onların hiçbir zaman yarından ümid kesmediklerini kaydediyorlardı…
Binâenaleyh biz,
arızamızın hatimesi olarak bir daha rica, istirham ve isti’tâf ile tekrar
ediyoruz ki: Cebrî bir surette temlil Çerkeslerin olduğu kadar bu memleketin,
bu milletin de bedbahtlığına sebep olacaktır ve olmaktadır. Düstur bel’-i
temlil değil, temellülü sevdirmek olmalıdır. Bunun için de cebr ve şiddetten
ziyâde nevâzişe, hüsn-i mu’âmeleye, ıtma’ ve ikna’a, hüsn-i âmizişe müracaat
semere-bahş olur. Terbiye, ruhlar için istenilen kalıpları ihzar eder..
Bu vâsıtalar
zamanla ancak mahsûl verirler. Zaman istiksâr edilirse yapılacak büyük ve mühim
bir iş kalmaz. Artık bu memleketin altmış senelik misafirlerine, dağlarına
avdetle başlarının çaresine bakmaları için kapıları açmak en insanî ve en
hür-endiş bir hareket olur. Zannediyorum ki Türk ve Çerkes için de aynı
derecede nâfi’ olacak bundan daha eşlem tarik yoktur!..
Mamafih, temenni
olunur ki, hâkim olan Kudret-i Ezeliye buna lüzum kalmadan hemen birlik ve
beraberlik ihsan etsin.. Bütün Türkiyelileri aynı güneş etrafında dönen peykler
gibi birbirine bağlı bu Umdursun… Ve Kafkasya’nın garb yamaçlarındaki yeşil
ormanların gölgelerinde gunûde ve âsûde yaşayan Abhazların ruhu gibi bir rûh-ı
milli ve vatani ile ta hallüfü nasip etsin, ki bu sayede her Türkiyelinin
mefkuresi bir olsun, herkes vatan ve millet endişesini, onlar gibi, her
sofranın başında şöyle bir duâ ile ret”-i bârgâh etsin:[2]
Yâ Rabbi Türkiye’yi ve Türkiyelileri dâim eyle!
17 Ağustos 1913
Mehmed Fetgerey ŞEUNU
17 Ağustos 1913
Mehmed Fetgerey ŞEUNU
Halide Edip
Hanımefendinin, Anadolu İhtilâli Safahatını yaşatan «Ateşten Gömlek» isimli
eserlerinden muktebestir.
«… Bu çocuklardan
birini yolun yanındaki yamaçta gördük. Bize mendil salladı. Bizi tevkif etti ve
yanımıza geldi. Geçeceğimiz muhtelit bir Çerkes köyü hakkında bize malûmat
verdi. İstanbul’dan birtakım şüpheli adamların oraya geldiğini, kendimizi
bunlardan sakınmamızı tavsiye etti. Nihayet en tabii sesiyle:
— Saffet Bey,
Kaymaz’da saklıdır, dedi. İkizce’yi sağ geçerseniz onu orada bulursunuz. Haydi
uğurlar olsun ağam!
Bizi hayret ve
merak içinde bıraktı, gitti. Bu da mutlak Kuvâ-yı Milliyedendi. Çünkü biz dün
gece ihtiyarın ihtiyatlı yüzünden endişe ederek hiç Saffet Bey’den
bahsetmemiştik..,
İkizce’ye giden
ormanlık, çalılık sırtı gece geçtik. Hava bulutlanmış, ayın ışığı kısılmıştı.
Bize her biri bir bacak, bir kol gibi gelen sık dikenli, gür çalıların
arasından hayvanlarımız zorla geçiyor, yüzümüz, ellerimiz tırmık ve bere içinde
kalıyordu. Biz ilerledikçe ayın ışığı kısılmakta devam ediyor, nihayet tepeye
geldiğimiz zaman sönmek üzere bulunuyordu. Çalılardan kurtulunca karanlık
uçlarıyla birbirine giren bu ağaçlığa yukarıdan durduk baktık. Aşağıya doğru,
yerden birbirine sarılarak siyah parmaklar fışkırmış gibi bir çalılık ovanın
zulmetine uzanıyor ve ovayı ancak ortasında ağaran ve uzanan beyaz su ile
geçiyorduk. Bu uzun ve beyaz suyun kenarlarının bir noktasında muazzam bir ulu
siyahlığın umkuna dalıyor ve etrafındaki karanlığı kızıllık için de eritiyordu.
Orada ateş yakıyorlardı. Hâlbuki biz oradan geçerken kimseyi görmemiştik.
İçimizde garip bir eza ve şüphe ile sırtın sağında beyaz minaresinin ucuyla
gölgelerini gösteren köye doğru ihtiyatla ilerledik. Yanından sessizce gelip
geçtik. Fakat yaklaşırken ayın üstünden geçen bulutlardan biri incel-di. Esmer
bir bulut perdesi altından ay ışığını kandil ziyası gibi köyün üstüne serpti:
Ne cazip ve hulyâlı bir köydü. Evleri birbirinden uzak, beyaz, hepsi teraslı ve
dört köşeli yuvalardı. Solda kırmızı topraklı geniş bir yolda Çerkes kostümüyle
ince belli, geniş omuzlu, bülend bir mahlûk etrafı kollayarak yavaş yavaş
ilerliyordu. Ve yolun ağzında dört köşesi de balkonlu bir evden, bu esmer,
kısık ışıklar arasından bir efsâne gibi görünen beyazlı bir kız balkonun yeşil
parmaklıklarına dayanmış sükut içinde uzaklara bakıyordu. O şiir ve güzellik
dakikasında kendi kendime yaptığım felsefeyi burada tekrar ediyorum:
Bulutların açıp
kısdığı muzlim perdeli ışığın altında yeşil balkondaki beyaz efsâne kadın,
kırmızı topraklı yolda giden zarif ve ürkek hayal kalbimi iyilik ve muhabbetle
doldurdu. Her millet hakkını aldığı vakit Şimâl-i Kafkas’ın kartal tepeleri üstünde
bu güzel kardeşlerimiz vatanlarını kurarken istedim ki benim de onlar için
akıtacak kanım, döğüşecek bir tek sağlam kolum olsun.»
(Sahife 130 ilâ
132)
Geçende Türklüğün
temiz ve büyük vicdanına, Çerkes meselesi hakkındaki ilk arizamızı ref için bir
risâlecik neşrettik. Ruhumuzun samimiyetinden kopan o nâleyi ıssız bir sahraya
mı haykırdık ne ettik bilmem, iki buçuk aylık intizâr bize onun aks-i
figânından başka bir cevâb, bir şifâ ve bir deva vermedi.
Vermedi amma
biliyor musunuz ki, felâketlerin çocuğu olan bu mes’ele bugünkü haliyle nasıl
müellim bir manzara almış bulunuyor? Bir insanın tüyleri ürpermeden, bunu
tahayyül ve tasavvur edebilmesi mümkün değildir.
En feci cihet: Nâsıyesine nâ-hak yere bir hıyanet damgasının, alâmet-i
farika gibi vurulmuş bulunması ve ona el dokunduran, dil uzatan her ferdin de o
hıyanetten nasibedâr telâkki edilmesi hakkında yaşayan meş’ûm bir kanâ’attır.
Hâlbuki hıyanet yoktur. Çerkes Türk’e hıyanet etmemiştir ve edemez. Bu onun
erkek ruhuna sığmaz…
Bununla beraber
bi’l-iltizâm ihya edilen işâ’attan doğma muzlim bir hayâl olan bu karanlık
kanâ’atın esen’ olacak galiba ki herkes mütehâşî davranıyor. Abdülhamid Han
devrinde «Hürriyet» şimdiki devirde «Saltanat» ta’birlerinden nasıl
ürkülüyorduysa ve ürk uluyorsa «Çerkes» unvanından da öylece kaçınmak lüzumu
hissediliyor. Bunun hikmeti nedir? İ’tirâf edelim ki kestiremiyoruz…
Yine bu
hâlin acı bir mahsûlü olsa gerek; iki/buçuk aydan beri sükûtlarla boğulan ilk
arizamızın hedeflerinden biri olan Türk vicdân-ı umûmisinin ma’ kesi matbû’ât
bile bunca cidd ve hezeli arasında, bu derde deva olacak birkaç cümleyi, hatta
birkaç kelimeyi esirgedi, sustu, o kadar sustu ki, eğer sen ve ben
gürültülerine verilen germi olmasa,, karşılarına çıkan bu mes’elenin azamet,
dehşet ve fecâ’atı önünde matbû’ât erkânının dillerini yutmuş olduklarına
hükmetmek işten bile olmaz. İkinci hedef olan Büyük Millet Meclisi’nin anâsır-ı
mürekkebesi meb’ûsân-ı kiram da aynı tavrı takınmayı tercih etmiş bulunuyorlar…
Fakat, sıcak
koltuklar içinde tatlı ve hülyâlı geçen bu lâkayd demlerin yanısıra
Ulukışla’dan Niğde, Kayseri, Sivas ve Van havalisine kadar bütün yol
uğraklarında yırtık çadırlar altında, yıkık ahırlar içinde Azrail’i bekleyen on
dört köyün bir kaç bin perişan kadın, çocuk, ihtiyar, dul ve yetimi aç, susuz,
hasta, çıplak şifalı bir söz, yalnız bir söz, ma’sûmiyetlerini teslim eden bir
söz işitmek için baştan başa kulak kesilmiş duruyorlar… Her günün gurûb eden
güneşi ile beraber onların ümidleri, ümid-i halâs ve necatla-rı da zulmetlere
tahavvül ediyor, çürüyor, hayat azimleri gevşiyor…‘ Bilir misiniz bu ne müdhiş, ne acı bir azâb ve bir kahırdır?
Sorarım; sükût
eden matbû’ât, siz bundan haberdar değil misiniz?.. Ve yine sorarım; milletin
muhterem müvekkelleri meb’ûsân-ı kiram bu binlere varan masumlar, tedvir-i
umuruna sizleri tevkil eden milletin efradından değil mi?
Sonra, diğer bir
cephe de henüz yerlerinde kalan, kaldırılmayan, dağıtılmayan 30 köyün bir kaç
bin bedbahtı daha var ki onlar da, kasden, yapılan propagandalarla bütün
emvâl-ı menkûlelerini, hayvanlarını bir bardak su pahasına ellerinden çıkarmış
sıra bekleyerek sefalet çekiyorlar.
Bu ceza az bir şey
midir, bunların günâhı yalnız Çerkes kanı taşımak, cürmü Çerkes harsıyla
yetişmiş olmak mıdır?.. Eğer öyle ise bu cürümleri ikada o zavallıların sun’ ve
taksirleri nedir, bu gayr-i iradî günâhın onlar iradî günahkârları mıdırlar?..
Yoksa sizler, ey matbû’ât ve ey meb’ûsân-ı kiram, sizler de o-nun için mi sükût
ediyor, dudak büküyor ve omuz silkiyorsunuz?..
Ne kadar yazık:..
Biz böyle, dibi bulunmayan, efsunlu bir kuyuya atılmış bir taş parçasının
cumburdusunu bekleyen çocuklar gibi, yeni günlerin hayırlı güneşinden şifâ ve
deva bekler, meded umar, lâkin hayâlimizden başka bir ses duymazken, diğer
taraf-da çoluğuyla, çocuğuyla, ehliyle, iyâliyle bir nesil mahvoluyor… Gelip
çatan kışın bütün şedâidine, her manâsıyla çıplak bir hâlde ma’rûz, fecî’ bir
akıbet bekleyen binlerle bî-çâre.. Bütün kabahati, cürüm ve günâhı «Çerkes» ismini taşımaktan
ibaret binlerle ma’sûm Allah’ın semâsının altında gündüzlerin güneşi, gecelerin
ayazıyla derdleşe derdleşe ölüm yolculuğu ediyor, ölüme kucak açıyor…
O arizamızm böyle,
fi’ilen olduğu kadar kavlen de cevapsız kalmış olmasına rağmen büsbütün
tesirsiz kalmadığına delâlet eden emarelere dest-res olmuyor değiliz… Zâten o
hareketimizle biz, boş bir evin kapısını çaldığımıza kat’iyyen eminiz. Bu
emniyetimizi yaşatmak için, lisân-ı resminin mevâ’îdine istinâd ettiğimiz halde
atılacak kat’î rücu’ adımlarını bekliyoruz.
Bu intizârı
düşünce bize burada geçen defaki «miş»lerin ardına gizlendikleri perdeyi bir
derece daha açarak vekâyi’e yakından temas etmek, hâdisatın üzerinde bir sır
gibi duran mechûliyet bulutlarını, mümkün olduğu kadar eritmek mecburiyetini
veriyor. Ve bizi Çerkes’in Türk’e kasden hıyanet etmediğini gösterecek nurun
îkâdına şiddetle teşvik ediyor. Biz de ona tâbi’ olmaktan vicdanî bir haz duyuyoruz.
***
Vakıa ilk arızamız
sûret-i umûmiye ve resmiyeda derin bir sükût ve lâkaydi içinde kendi
elimlerinden başka bir cevâb-ı şâfî ile karşılaşmadı. Amma aynı zamanda duyan
ve hisseden Türklük vicdanı da onun samimiyetine yabancı kalmadı. Bu bizim için
bir tesellidir. Bize bu teselliyi veren, birçok taraflardan sûret-i hususiyede
agâh edildiğimiz mütâlâalardır. Türk vicdanının telâkkiyâtına beliğ tercümanlar
diye kabul ettiğimiz o mütâlâaları icmal etmek icâb ederse, kendiliğinden şu
fıkra doğar:
Bu suretle icmal
edebildiğimiz dost mütâlâalarının samimiyetinden şüphe etmiyoruz. Şüphe etmeyi
günah telâkki ediyoruz. Şu kadar var ki yapılan işin derece ve ehemmiyetini,
şümulünü, ta’allukunu… «O hikmet-i siyâsiye ve ictimâ’iyye»nin evvel ve
âhirini iyice ta’mik(q) ettiğimiz için kayd-ı ihtiyatla (âmin-hân) oluyoruz…
Hâdisât da ma’alesef, bizimle beraber aynı safa giriyor. Çünkü bu işde bir
şeytan parmağının izleri göze batmaktan hâli kalmıyor…
Bu dakikada, bizim
de dostlarımız gibi nefy ve inkâr etmesini cidden arzu ettiğimiz «Çerkes
mes’elesi» fi’len ve feci’ bir surette mevcûd bulunuyor. İsterseniz siz
bi’l-kuvve böyle bir şey yoktur diye bağınınız. Hâdisât onu herçi-bâd-âbâd
ikâme ve idâmeye hâhişger görünüyor. Ortada kaybolan şey mes’ele değil,
mes’elenin mâhiyetinden ibarettir. Geçende şeref-yâb-ı mülakatı olduğumuz pek
değerli ve pek münevver bir meb’ûs-i muhteremin mülâhazatı bu mâhiyeti bir
dereceye kadar tenvir ediyordu.
Buyuruyorlardı ki:
«Çerkes
mes’elesi yoktur. Çerkeslerin imhası ne hükümetçe, ne de Meclisçe tasavvur
edilmiş değildir. Yalnız seri’ bir temlil için lâzım-gelen Türk kesafetini
hâsıl edecek bir taksim ve tevzi ameliyyesi vardır. Yapılan şey bundan
ibarettir. Bu da tabi’idir. Hatta şimdiye kadar bulundukları mevâ-ki’de unsur-ı
aslîden daha kesif kalmış mıntıkalar mevcudsa onlar da dağıtılacaktır. Bu
ameliyyeler esnasında hiç kimsenin zerre kadar “mutazarrır olmaması, yalnız bir
seyâhat-ı tenezzühiyye icra eder gibi bir köyden diğer köye nakl etmesi düsturu
ta’kib edilecektir. Eğer zulümden bahsediliyorsa buna mâni’ olmak için dağıtma
ve sevk etme, yerleştirme me’mur-larını da Çerkeslerden intihâb ve ta’yin pek
mümkündür.»
Biz bu mütâlâayı
enine boyuna düşündük. Bir rehber gibi gösterilen bu fikri izah edecek iki
yoldan başka bir yerde ışık görmedik. Fikrimizce bu her iki yol da rehber ve
düstûr ittihaz edilecek bir l’ikr-i esâsiye temel olacak kadar metin değildir.
Bulduğumuz yollar
şunlardır:
Şimdiki hâlde
bunları burada münâkaşa etmek istemiyoruz. Yalnız birinci arızamızda olduğu
gibi şuracıkta da arz etmek isteriz ki, eğer Çerkeslere itimâd caiz değilse
onları harman savurur gibi savurmak suretiyle yerlerinden, yurtlarından söküp
memleketin asayişini tehdit eden çıplak serseriler mâhiyetine kalb etmektense
kapı dışarı etmek, geldikleri yere, yâni eski yurdlarma kovmak evlâdır. Bu
sayede Türklük ve Türkiyelilik kendine belâ, olacağına zâhib olduğu bir
unsurdan, fitne ve fesadın menba’ı diye zu’mettiği bir ırktan halâs bulmuş
olacağı gibi altmış senedir hasret çeken güzel Kafkas’ın ıssız ocaklarının
tekrar tütmesine de hizmet edilmiş olur. Bu târihin de takbih edemeyeceği bir
hareket ve belki insanî bir hizmet demektir.
Ve yine eğer
Çerkesler, Türkler’e faik bir mevcû-diyet-i fikrîye ve iktisâdiyyede iseler
müsavatı, Çerkeslerin elindekini almakla değil, Türkleri onların bâlâsına
çıkaracak tedâbir-i asrıyyeyi ittihaz ile te’min etmek daha semere-bahş ve
ma’kûl değil midir?..
Fakat bize öyle
geliyor ki bu şeyi böyle düşünmek ve yapmak bu memleketin Türk memleketi, bu
milletin Türk milleti, buradaki ekseriyet-i azîmenin Türk ekseriyeti, buradaki
harsın Türk harsı olduğunda şüphe etmekle müsavidir. Hatta sâdece şüphe
etmektir. Böyle bir şüphe mevcudsa icrââta gayr-ı Türk, fakat Türkün asır-dîde
ve vefakâr bir aile akrabası olan bir unsurun fâide-destgâhlarını yıkmakla
değil belki o şüphe edilen şeylerin hakiki sürümlerini ma’kûl ve insanî
tarzlarla telkin etmekle başlamak gerektir. Müfid ekalliyetlerin Türkleşmesini
geçen arîzada da mücmelen îzâh ettiğimiz gibi, asrî ve ilmî teşkilât yavaş
yavaş hâsıl eder. Bu (yavaş yavaş )tan memleket de, millet de faide görür,
zarar görmez. Eldeki (çabuk çabuk) siyâsetinin ise zarardan başka mahsûlü
yoktur. Şimdiye kadar hiçbir yerde ‘iktitâf edilmemiştir de…
Bu fikirler bize
rehber olduğundan hükümetin ve millet meclisinin samimiyetinden, hüsn-i
niyetinden de şüphe etmiyoruz. Yukarıdaki müfrit mülâhazaları ufak ufak
hey’etçiklerin henüz tebellür edememiş nokta-i nazarlarıdır diye kabul
ediyoruz. Çok teessüf olunur ki, hükümetin sırf bir sâika-i zaruretle def-i
belâ için ihzar ettiğini zannetmek istediğimiz, 2 Mayıs 339 kararnamesi
tatbikatı bu müfrit fikirlerin gayr-ı mütebellir te’sirleriyle bir fâci’a
şekline inkılâb etmekten kurtulamamıştır.
Buna şâhid (Gönen) ve (Manyas) mülhakatında adetâ selâhiyeti sû-i
istimal diye tavsif edilebilecek bir vüs’at ve hususiyetle yapılan icra’âttır. Bugün, oralarda
yalnız Çerkeslere âid olmak üzere, hem de Türklerle muhtelit olanlarından yalnız
Çerkeslerin seçilmesi suretiyle 14 köyün yerinde yeller esiyor. Dünün şen
cıvıltılarıyla neşelenen yuvalarında bugün kuzgunlar ötüyor. O köylerin
sahipleri olan binlerce erkek ruhlu ve vefakâr Çerkesler, imânı bütün olan bu
müslümanlar ise çoluğuyla, çocuğuyla, hastasıyla, alîliyle, ihtiyarıyla
Anadolu’nun isimsiz ovalarında sefaletin en derin bir köşesinde insanlığın
kabul edemeyeceği bir pespayelik içinde sürünüyorlar. Mademki bir Çerkes
mes’elesi mevcûd değildir, ya bu bedbahtlıkların manâsı nedir, çayırlarda
tırnaklarıyla ot kökü çıkarıp karnını doyuran bu sefillerin kabahati neydi, ne
günâh işlemişdirler? Buralarını hakiki olarak bilene rast gelmedik!.
Yalnız bir şey
öğrendik; o da lisân-ı resmîden nîm-mübhem bir surette’ tereşşuh eden delâil ve
emareler-den ibaret… Onlara göre Çerkesler, ale’l-husûs bu on-dört köyün,
ondört türlü bedbaht olan insanları, Yunanistan’da teşkil, edilen bir «Anadolu
İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi» ile alâkadar olmakla maznundurlar.
Bu tatmin edici
bir cevâb değildir. Hakikatin kendisi olmaktan ziyâde hakikat güneşinin önüne
açılan
(Hak) örtücü bir
buluttur. O zail olduğu zaman ancak (Hak) doğabilecektir. Ne çâre ki o vakit
doğacak
(Hak) öksüz ve
yetim kalacaktır. Çünkü o zamana kadar onun âid olduğu bu vücudların kemikleri
bile kalmamış bulunacak, (âh!) çeke çeke hep türâb olmuş olacaklar…
Pek iyi biliyor ve
iddia, ediyoruz ki, artık bir daha hortlaması imkânı dahi kalmayan o «Anadolu
İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi» Türklüğün olduğu kadar, hatta çok daha
ziyâde Çerkeslerin zararına idi. Buna Çerkesler umûmiyetleriyle iştirak
etmemişlerdi ve edemezlerdi. Çünkü onlar her önlerine çıkanın ardından gidecek
kadar kör, sağır ve düşüncesiz değildiler. Kuvve-i mümeyyizeleri akla karayı
seçemeyecek kadar kasır değildi. O yalnız kuyruk acısı ile kıvranan üç-beş
kişinin Yunanlık hesabına kendilerine öc almak için atıldığı
mâcerâ-perestlikten başka bir-şey değildi. Onun nâmına Anadoluya yayılan bir
avuçluk ölüme susamış serseri var idiyse onların ancak bir kısm-ı kalîli Çerkes
idi. Mütebakisi gayr-ı Çerkes, Türk ve Yörüktü.
Mes’ele biraz
ta’mik edilince bu hakikat kendiliğinden tebeyyün ve ta’ayyün ediyor. Şöyleki
(Lozan) Konferansının pek had bir devresi idi. Yeşil masalar kızıl bir renk
almak isti’dâdlarını göstermeye başlamıştı. O sıralarda gazeteler Yunan
adalarından ve sevâhilinden kopan çeteci fırtınalarının Anadolu sahillerine
çarpıp parçalandığını mütemadiyen ilân ediyorlardı. İşte Çerkeslerin son
felâketine ilk başlangıç bu hâdisâttan doğuyordu. Sûret-i resmiyede tehcire vesile
veren yalnız bu çeteler ve eşkiyâ-yı siyâsiye idi.
Biz resmiyetin
işaret ettiği bu hedefi ele aldık, ta’mik (derinleştirmek)ettik. Vâsıl
olduğumuz netice yalnız Çerkesler-den 14 köyün dağıtılmasına bu mes’elenin
esaslı bir, sebep teşkil edemeyeceğini gösterdi. Yaptığımız tahkikât-ı husûsiye
ile dest-res olduğumuz malûmatı, mülâhazamızı te’yiden, ber-vech-i âti kayd
ediyoruz:
Yunanlıların
Anadolu’dan tardından sulhun imzasına kadar geçen zaman zarfında Yunanistan’dan
Türkiye, ta’bir-i diğerle Biga, Manyas ve Gönen havalisine yalnız üç siyâsî
çete dâhil olmuştur:
1— Mülâzım-ı evvel
Mehmed Ali Çetesi,
2— Kel Aziz
Çetesi,
3— Kanlı Mustafa
Çetesi,
Bu üç çeteden
evvelki (Manyas), ikincisi (Gönen), üçüncüsü de (Biga) havalisine me’mûr
edilmiştiler zannedilmektedir. Çeteleri teşkil eden eşhasın menşeleri bu zannı
hüküm derecesine çıkaracak kuvvettedir. Mamafih ilk çeteden mâ’âdâsı hakkında
vazıhve mufassal malumat yoktur, yahut daha mütevazı’ bir ifâde ile biz
dest-res olamadık. Cereyân-ı hâle göte hükmedilebilir ki bunların istîsâlindeki
sür’at ve şiddete inzimam eden eşkiyânm ekseriyetle yabancı vilâyetlerden
bulunması halkça eşhasın tanınmasını müstehil kılmıştır. O derecelerde, ki
ikinci çeteden, aşağıda görüleceği veçhile yalnız çetebaşı tanınabilmiş, başka
kimse tanınmamış, bilinmemişti. Hatta bu meşhur sergerde Gönen’e geldiği zaman
mâ’iyyetin-ae bulunan 9 kadar serseriden hiçbirinin Çerkes olmadığı da
-kaviyyen iddi’a edilmektedir. Ve bunun doğruluğu muhakkaktır. Buna rağmen biz
bu çetede elebaşıdan mâ’adâ isimleri meçhul üç Çerkesin daha bulunduğunu iddi’â
edenlerin tevatürünü kabul etmekte beis görmüyoruz. (O zamanın teröristlerinin
yani çetelerin Çerkesler adı ile anılması başlarına sıkıntıların gelmesine
sebep olduğunu düşünüyoruz.)
Üçüncü çete ise ilk adımında ölümle kucaklaşmış, bir hafta bile
yaşayamamıştı. Bunun Çerkes efradı da dört beşi geçmiyor…
Birinci çete: 338 senesi Teşrin-i Banisinde (Ayvalık.) civarından hududu geçmiş.
Mevcudu 25 ile 30 kişi (Rivâyât bunu 50’ye kadar çıkarıyor.) iki kola ayrılmış
yedi ila dokuz kişilik bir kol Yörük İsmail Efe, bir rivayette Çallı Kadir Efe
nâmında birinin emri altında (İzmir) havalisine, diğerleri de (Manyas)
havalisine doğru istikâmet almışlar…
Çetenin asıl
kumandanı Mehmed Ali, Balkan Harbinde ilk yetiştirilen ihtiyat zabitlerinden
iken bilâhare jandarmaya nakil etmiş, 335 mütârekesi bidayetlerinde (Manyas)
havâlisinde eşkiyâ ta’kibatına memur edilmiş bir Türk genci. Bu çete kısm-ı
külliyi teşkil eden Manyas kolu ile İzmir kolu henüz ayrılmadan. Dikili’de ilk müsademesini
veriyor ve çetebaşı Mehmed Ali mecrûhen ele geçiyor. Bunun üzerine zabt u
rabttan ârî kalan başıbozukları teşkil etmek vazifesi Mürüvvetler köyü
ahâlisinden Tâkiğ Şevket’e intikal ediyor.
Bilhassa arnikan
tahkik ettik: Bu 25 (veya 50) şahıstan yalnız altısının Çerkes, mütebakisinin
de gayr-i Çerkes, Türkmen ve Yörük olduğunu öğrendik. Altı Çerkesin dördü
Manyas kolunda, ikisi İzmir kolunda… Üçü Manyaslı biri İzmitli, ikisi İzmirli.
Az bir zamanda iş
göremeyecek bir hâle giren bu çetenin en son elde edilen ferdi Tâkiğ Şevket
olmuş. Bu 7 Haziran 339’da meyyiten istisâl edilmiş. Halkça Şevket’i saklamış
olmakla en çok ittiham edilenler; bir teyzesi ile Çerkes olmayan bir
eniştesidir. Evvelki on seneye mahkûm edilmiş, sonraki beraat kazanmış…
Bunların Teşrin-i
Sânı’den Haziran’a kadar bir iş görebildiklerini tasavvur etmek o civar
köylülerine cürüm isnâd etmektir. Çerkes ahâli öyle zu’m ve zannedildiği, farz
olunduğu gibi bu adamları himaye etmiş değildi. Nasıl ki bu altı Çerkes de
muhtelif tarihlerde hemen kâmilen civar Çerkesleri tarafından vuku’ bulan
ihbarlar üzerine dâima sıkıştırılmış, aç, çıplak kalmaya, en nihayet arz-ı
teslimiyet etmeye mahkûm edilmişlerdi.
İkinci Çete:
1339 Nisanının
23’üncü Pazartesi günü Bayramiç havâlisinde Dalyan iskelesinden Türk
topraklarına ayak basmış Kel Aziz isminde eski bir şakinin emri altında hareket
eden bu çetenin mevcudu 19 kişi (ri-vâyât bunu da 30’a iblâğ ediyor) içlerinden
ikisi gayr-i müslim, üçü (bir ihtimâl ile) Çerkes, mütebakisi Bursa ve İzmir
ahâlisinden…
Bu çetedeki,
çetebaşı ile beraber, dört Çerkesin hemen üçü o sevâhilin ve o vilâyetlerin
çocuklarından değil. Tahkikat bunların daha yukarı ve içeri sancaklara mensûb
olmaları ihtimâlini gösteriyor. Bu i’tibârla halk onları tanıyamamış bulunuyor.
Bu hâl ile onların
da tanımadıkları ve tanınmadıkları dağlarda, bilmedikleri köyler arasında bir
iş görebilmeleri melhuz olamazdı. Nasıl ki ilk adımda hemen hepsi, örümcek
ağına düşen sersem sinekler gibi, sevâhiî muhafızı müfrezelerin ortasına
düşmüş, memleket ayaklandırmak yerine canlarını Cehenneme doğru ayaklandırarak
ölüme yuvarlanmışlar. İçlerinden kaçıp etrafa iltica edebilenler de birer birer
teslim edilmişler, hiç bir taraftan himaye görmemişlerdi.
Üçüncü Çete:
Anzavur’un oğlu
Kadrinin bir kaç arkadaşıyle takviye ettiği Bigalı meşhur Kanlı Mustafa Çetesi
idi. Bu da 1339 Mayısının nihayetlerine doğru Çanakkale’deki İngiliz işgal
mıntıkalarından istifâde etmek suretiyle hududu geçmiş… Fakat ihtilâle değil
ölüme karışmış olduğunu sonradan anlamıştı. Bunları da Türk topraklarına tekrar
çeken şey, iş, ihtilâl vesilesiyle (ecel) olmuştu. Daha Biga’ya girmeden
yaptıkları bir müsademede perişan edilmişler. Kadri ve ba’zı rüfekâsı kimi
meyyiten kimi mecrûhen ele geçirilmişler…
Bu çetede de
Çerkes ve Türk karışıkmış. Kanlı Mustafa’nın avanesi çetenin ana direğini
teşkil ediyormuş. Bunlar kamilen gayr-ı Çerkes, Türkmen, Yörük vesairedir, diye
gösteriliyorlar.
Muhtelitan
mecmu’ları 25 kişi (rivâyâta göre bu da 70) kadar sayılıyorsa da ilk adımda
dağıldıkları için hiç bir iş görmeye muvaffak olamamış, melanetlerini fiile
isal edememişlerdi. Bu çetedeki Çerkeslerin ikisi Bigalı biri Manyaslı imiş.
Bu son iki
çetenin, bilhassa Kel Aziz çetesinin istîsâlinde elde edilen matbu’
beyannameler ve evrâk-ı saire bir ihtilâl tertibatı ihzar edildiğine ve bu
teşkilâtın Anadolu Hükümeti aleyhine Yunanistan’da bir merkezden idare
edildiğine kat’iyyen şüphe bırakmayacak bir mâhiyette imiş…
Çetelerin
Midilli’den Anadolu’ya geçmelerini temin eden İzmirli bir gayr-ı Çerkes imiş.
Onun fa’aliyet ve delâleti, bütün vesâiti temin etmiş imiş…
Üç çete de
mecmu’ları yetmiş ila yüz elliyi tecâvüz etmeyen bu serserilerin a’zamî yekûnu
ba’zıla-nnca yüz yetmişe kadar çıkarılmaktadır. Her iki halde de Çerkes
olanların adedi için a’zamî 15’ten fazla bir rakam sayılamıyor.
Ancak 14 ila 15’i
gösteren bu Çerkes yekûnunun yanlış olması ihtimâli pek azdır. Mamafih
ihtiyaten buna 5-6 daha ilâve edebiliriz. Bu halde bile umumî yekun diye
gösterilen 70 ila 170’in yanında vasati olarak ancak onda bir derecesini verir
ki, diğer onda dokuzun kim ve ne oldukları hakikaten pek cây-i suâl ve
meraktır.
Bu üç çete
arasında en büyük mukavemeti yalnız ilk çetenin dağılan efradı göstermişler.
Diğerleri ilk adımlarında başlarını sarsılmaz bir kayaya çarptıklarını öğrenmişlerdi.
Şu halde maksatları, gayeleri, emelleri de henüz doğmadan boğulmuşlardı
demektir.
Bununla beraber en
meş’ûm rolü tehcire vesile vermek suretiyle oynayan da ikinci çete olmuştu.
Bunun, hatta bundan sonrakinin de bir kaç nefeslik ömürle
Anadolu’ya girmiş
olması Çerkesler için hiç de ehemmiyetli bir şey hâsıl etmedi. Meş’ûm neticeye
tebdil-i istikamet ettiremedi. Cereyân-ı hâl denilen lâkayd derviş yine
bildiğini okudu. Birçok gayretlerine, vefakârlıklarına rağmen Çerkes köyleri
dağıtıldı. Hem de bu satırları yazdığımdan beş on gün evvel, men-i
şekavet kanununun (Terör Kanunu) Meclis-i Millîde hîn-ı müzâkere ve
münâkaşasında hey’et-i vekile reis-i sabıkı beyefendinin münakkıd meb’ûsları
iskât eden cevapları hilâfına umumiyetle dağıtıldı. Sabık hey’et-i vekilenin
sabık reisi o gün berây-ı müdâfa’a şöyle buyuruyorlar-di: «Efendiler,
eşkiyâya yataklık edenlerin dâhile nakli demek hiç bir zamanda umumî bir
muhaceret (göç etme) demek değildir. Bu gibilerin adedi pek mahduttur. Bu
maddeye dokunmayınız.»
MADDE İBKÂ (BIRAKILIP) EDİLDİ. KANUN TASDİK OLUNDU. AMMA HUDUTLARINA
NELERİN GİREBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLMEYEN «UMUM» TA’BİRİNİN NE KADAR ELASTİKÎ BİR
MÂHİYETİ OLDUĞUNU ÇERKES KÖYLERİ İLAN EDİP DURUYOR. BİR DE ZATEN O KANUN HENÜZ
KARARNAME İKEN YAPACAĞI İŞİ YAPMIŞ, ONDAN SONRA MİLLETVEKİLLERİNİN HUZURUNDA
ARZ-I VÜCUD ETMİŞTİ…
Mantıkî düşünülmek
lâzım gelirse şakileri, bahusus 14 köyün perişanlığına, kahredilmesine sebep
olan eşkiyâ-yı siyâsiyeyi himaye eden bir köyün değil, bir ferdin bile vücudunu
iddiaya imkân kalmaz. Malûmdur ki; köylü eşkiyayı seve seve, isteye
isteye saklamaz. Onları «şerrine la’net» diye besler. Hükümetin, zabıtanın
izhâr-ı acz etmediği mahal ve mekânlarda halk, köylü ne asabiyet-i kavmiyeye,
ne de asabiyet-i diniyyeye tâbi’ olur. Sadece menfâatinin, huzurunun, refahının
izlerini ta’kib eder ve dâima hükümetle beraber bulunur. Çünkü eşkiya geçici ve
serseridir. Hükümet müstekardır. İstikrarda ise refah vardır. Huzur vardır,
kıdem vardır, bekâ vardır. Eşkiyanın himâyesi herkes bilir ki ancak zabıtanın
aczi, köylüyü müdâfa’a ve sıyânete kifayetsizliği hâlinde kerhen ihtiyar edilen
zaruri bir yoldur.
Son hâdisâtın
tarihine bir göz gezdirelim. Görürüz ki. o zaman hükümet, hükümet-i mülkiye pek
kuvvetli idi. Yalnız değildi. Harp tehlikesi jandarmayı ordu ile takviye
ediyordu. Bahusus herkeste büyük ve misli bulunmaz bir zaferin takviye ettiği
yüksek bir ma’neviyat da vardı. Binâenaleyh köylünün gurur ve izzet-i nefsi
gibi huzuru da emniyet altında idi.
Ancak bu sayededir ki ihtilâlci ağalar halk tarafından öyle kolayca
birer birer teslim edilmişler, ihbar olunmuşlar, oralarda harmanlayacak bir
hâle getirilmişlerdi. Biz öyle kanâat hâsıl ettik ki o çetecileri, hayatlarının
faizini verir gibi, ekmek vererek besleyenler, Çerkesler değildi. Türkler de
değildi. Yalnız hayatından, mal ve menâlinin selâmetinden emin olmayan
zavallılardı. Henüz iskân edilmemiş aşiretler de bu meyânda ta’dâd
edilebilirler. Onların âdât ve teâmülâtı, düstur ve kanunları hükümet
aleyhdarlığından ve hükümet aleyhdarlannı mahv oluncaya kadar, himayeden başka
bir şey emretmez. Yeter ki bu gibi kimseler kendilerine dahîl etmiş olsunlar.
Akıbetleri mü’men olmasa bile bir ve belki birçok yardımcı bulmuş olurlar.
Bunlar ise dağ kollarındaki köyler, bilhassa hayme-nîşinlerdir. Ki tamamen
Çerkesin gayrıdırlar.
Bir çetecinin bir köyde barınması o köyün hey’et-i umûmiyesinin bundan
haberdar olduğuna da delâlet edemez. Bu gibi şeyler sır olup iki üç şahsın
hudud-ı ıttıla’ım tecâvüz etmez. Saklananı bilenlerin adedinin artması
çetecilik kavâidine tevâfuk etmeyen bir şeâ’mettir. Çeteciler böyle bir çokları
tarafından duyulup tanındıkları köylerde barınamazlar. Çünkü mevzü bahs olan
hayattır. Başka bir şey değil…
Esasen bu gibi
teşkilatlar köylerle değil, fert ve şahıslarla yapılır, başarılır. Köylerin
umumiyetinin kat’iyyen haberi, şüphesi bile olmaz, ruhu duymaz. Onlar iş kemâle
erdikten sonra emr-i vâki’ karşısında bırakılırlar. Geçen vâk’ada hükümetin
müteyakkız hareketlerinin ve halktaki zafer ruhunun böyle bir şeye imkân
vermediği gün gibi muhakkak bir keyfiyettir.
Bu halde ise
köylerin dağıtılmasında âmil olan şey diye, müfrit mefkûreciliğin ihtiyatın
tahtında gizleyerek tatbik ettirdiği fikr-i mahsûsundan başka ortada bir şey
kalmıyor.
Görülüyor ki, Çerkesler uğradıkları cezaya müstahak olacak günahkârlar
değildirler. Eğer o eşkıyanın bu mıntıkalara yayılmış olması o köylüler için
bir cürüm idiyse bütün o havalideki gayr-i Çerkes köylerin, obaların, bilhassa
Çerkesle muhtelit olduğu halde istisna edilen, hatta Çerkesler aleyhine bir silah-ı
ittiham gibi kullanılmak için tahrik edilen köylerin de şerik-i cürm olmaları
lâzım gelmez mi idi?.. Cereyân-ı hâl ile bu nokta karşılaştırılınca meydanda yükselen sahneye
«Çerkes Mes’elesi»nden daha lâyık bir isim bilmem bulunabilir mi?.
Bunun aksini kabul
etmek, Çerkeslerin, bunca zamandır Türke vefakâr kalmış, müstesna bir unsurun
re’sen, müstakilen, tamamen ve mutlaka mücrim olduğunu iddi’a etmeye mu’âdil
olur ki gerek vakâyi’ gerek eşhas, gerek hâdisâtm kahramanlarının kavmiyetleri
bununla ta’arruz edip duruyor…
Hatırımıza
gelmişken şuracıkta istitrâden arz ediverelim: Geçen defa nasılsa sevk-i
kelamla kullanı verdiğimiz tehcir ve taktil ta’birleri de bir çok dostlarca
ta’yib ediliyor. «Ne tehcir var, ne taktil, yalnız ahvâl-ı
fevkalâdenin fevkalâde icrââtı» deniyor. Bilmem bu ta’birlerin filen ayrı
ma’nâları var mıdır?
Tehcir, lügaten
arzusu hilâfına hicret ettirmek değil midir?
Taktil ise mutlaka
satırlarla, baltalarla kafa kesmek, cesedleri ateşte kebap etmek mi demektir?
Herhangi suretle olursa
olsun ölümler intâc eden hareketlere bir nev’i taktilden başka ne derler…
Çerkesler için reva görülen, ta’bir-i hafif ve zarifiyle, ahvâl-ı fevkalâdenin
fevkalâde icrââtından olan dâhile nakl etmek siyâseti ise bu iki kelimenin
ma’nâlarınm en kuvvetli tecelliyâtını arz etmiyor mu?
Evvelâ: Dâhile nakl etmek demek, müte’addi olduğu için tehcir demektir. Hem de
en feci’ ma’nâsıyla malından, mülkünden, herşeyinden olarak tehcir demektir.
Saniyen: Bu suretle Allah’ın çöllerine, dağlarına serpilip dağıtılan insan
sürüleri vesaitsizlik, parasızlık, gıdasızlık, çıplaklık, hastalık… ilâ âhirihi
ile koyun koyuna ölüme sevk edilmişler demek değil midir? Bu ise taktilin
satirli, baltalı nevinden daha elim ve feci’ bir imha tarzından başka ne ma’nâ
verebilir ki?..
Mamafih biz niçin
böyle yapıldı demedik ve demiyoruz. Böyle bir suâlin beyhude ve bîsûd olduğunu
müdrikiz. Bizim mesrûdâtımız, yapılan bu şey yanlıştır ve zarardır. Belki de
ele düşen bir fırsat diye, müfritler-ce merkez emirlerinin sû-i istimalidir,
demekten ibaret… Zararın ise neresinden dönülürse o kârdır ve yanlış hesabın tâ
Bağdat’tan dönmesi akıl ve mantığın emredip durduğu bir şeydir.
***
Şimdi samimiyetinden emin olduğumuz Türk vicdanı acaba hâla Çerkeslerin
uğradığı felâket sillesinin şiddet, vüs’at ve şümulünde şüphe ve tereddüt
ediyor mu? Oh yâ Rabbi… Bunu nasıl izâle etmeli? Çerkes ile Türkün arasına
giren «Kara kediyi» nasıl def’etmeli?..
Bu gayeyi istihsâl
ümidiyle şimdiye kadar 14 köyün Anadolu’nun ücra köşelerine dağıtıldığını, 30
köyün de çırılçıplak kalmasına sebebiyet verilmiş olduğunu açıkça göstermek
istiyoruz. Allah la’netlerini bu işin müsebbiblerinin üzerine etsin!..
Filhakika, velev zahiren olsun, vesileyi verenler zâten cezâyı sezalarını
buldular. Geri kalanları, kıyıda, bucakta tanınmadan gezenleri varsa dileriz
Allah’tan ki onlara böyle çabuk ölüm değil ebedî sefalet refik etsin!..
İşte size bir
esbâb-ı mucibe muhtırasıyla bir ced-vel takdim ediyoruz. Ki tehcir edilenlerle
olduğu yerde yokluğa yuvarlanan 14 köyün isim ve mahallerini, nüfuslarını,
bilhassa kaldırılan, dağıtılan 14 köyün hebâ olan hayvanât ve mezru’âtı
yekûnuyla, nüfus nisbetini takribi bir hesabla ihtiva ediyor:
İlk kaldırılan
köy, birinci çetenin parçalanmasını müte’âkıb 338 senesi Kânunlarında, sancak
dahilinde Kebsut nahiyesinin köylerine idâreten taksim edilen Mürüvvetler
karyesidir. Takiğ Şevket bu köydendi. Şimdi Şevket çoktan ölmüş, çeteden
eser kalmamış, lâkin bu köy hâlâ yerine iade edilmemiş, serpildiği yerlerde
elim bir vaz’iyette sürünmektedir.
Asıl tehcir ikinci
çetenin, yani Kel Aziz Çetesinin hurucundan sonra başlamıştır 2 Mayıs 1339
Çarşamba günü cami kapılarına ta’likan i’lân edilen Dâhiliye Vekâletinin bir
ta’mimi tehcirin mâhiyet-i feci’asını ve tevessü’ kabiliyetini pek açık
göstermektedir. Üç madde üzerine müretteb olan o ta’mim aynen denebilecek bir
kat’iyyetle, şu me’âlde idi:
1— Anadolu İhtilâl
Cemiyyetinin ihrâc ettiği şakilerden herhangi bir ferdin bir köyde barındığı,
iaşe edildiği haber alınırsa o köy Anadolu dâhiline dağıtılacaktır.
2— Mezkûr efrâddan
karyede ihtifâ edenler müfrezelerce haber alınıp müsademeye ve karyenin
ihrâkına sebebiyet verildiği hâlde müfrezeler kafiyen mes’ûl olmayacak, bu
mes’ûliyet köylere âit olacaktır.
3— Bu kabil
efradın ihtifâ ettikleri mahalleri ihbar veya derdestlerini teshil edenlere 200
lira mükâfat verilecektir.
Belki fevkalâde
olan vaz’iyyetin icab ettirdiği bu hâl haddizatında pek feci’ ve insafsız bir
akıbet hazırlamış oluyordu. Bir ferdin hareketinden bir köyü mes’ûl tutmak gibi
nev’i ma’lûm olmayan cezaların tedhiş ve terhibten başka ma’nâlarını bulmak çok
zor bir iştir. Bu ta’mimin halk üzerindeki dehşet-nâk te’siri hakikaten pek
derin olmuştu. Herkes büyük bir faaliyetle eşkiyâyı siyâsiyeyi kovmaya şitâb
ediyor, onlardan birine rast gelen herhangi bir kimse, sekerât-ı mevtini
yaşarken, baykuş sesi duymuş bir hasta gibi teşe’üm ediyordu.
Heyhat!.. Halkın
bu korkunç vaz’iyyet karşısındaki ihtiraz ve ihtiyatı, hükümete müzahereti
semere-lenememiş, ta’mimin ilanından 15-20 gün sonra büyük bir faaliyet başlamış;
birinci madde, fakat arnikan tahkik ve tebyin edilmeksizin ale’l-ekser yalnız
bir ihbar üzerine kemâl-i şiddetle tatbike başlanmış… Ve iki ay zarfında tamam
ondört köy birbirini müte’âkib yerinden sökülmüş, bir gün evvel şen
kahkahalarıyla mes’-ûd birer âşiyan olan evleriyle büyük ağaçların yeşil
gölgelerinde âsûde bir huzur yaşayan hulyâlı köyler çakallara me’vâ edilmeye
başlamıştı. O köyleri ber-vech-i âti ta’dâd ediyoruz:
Gönen Mülhakatından
Köylerin İsimleri
Kaldırıldıkları Tarihler
Kaldırıldıkları Günler
1
— Uç Pınar 28
Mayıs 339
Pazartesi
2
— Mir’âtlar 5 Haziran 339
Salı
3
— Sızı
9 Haziran 339
Cumartesi
4
— Keçideresi 13 Haziran 339
Çarşamba
5
— Keçeler 16 Haziran 339
Cumartesi
(Mehmed Ali Bey)
Manyas Mülhakatından
6
— Kızıl Kilise 7Haziran
339
Perşembe
7
— Yeniköy 7Haziran
339
Perşembe
8
— Dümye 7 Haziran
339
Perşembe
9
— Ihça
11 Haziran 339
Pazartesi
10
— Karaçalılık 13 Haziran 339
Çarşamba
11
— Bolcaağaç 13 Haziran 339
Çarşamba
12
— Değirmen 21 Haziran 339
Perşembe
Boğazı
13
— Hacı Osman 21 Haziran 339
Perşembe
14
— İlk kaldırılan Mürüvvetler köyü 338 Kânunlarında
Bu köylerin birçoğu eşkiyâya yataklık etmek değil, hatta şahıslarını
bile görmemiş, tanımamış idiler. Hem, bugün artık pek iyi görünüyor ki terhib
ve tedhiş ile beraber bir fikr-i mahsûsa, da istinâd eden bu dağıtma ameliyyesi
pek keyfi bir surette tatbik edilmiş, kararnamenin birinci maddesiyle i’lân
edilen umûmî ma’nâ yalnız Çerkesleri kasd eden bir hususiyet şekline kalb
edilmişti. Diğer tarafı yalnız zevahirde ve cami kapılarında asılı kalan bir
ilân hâlinden çıkmamıştı.
O derecelerde ki, aylarla zaman mahkemelerin her hangi bir Çerkes’in
şehâdetini kabul değil istima’ bile etmediği bugün ufak bir tahkik ile
öğrenilen en basit bir misâldir. Bir köyün kaldırılması için her şeyden evvel
Çerkes olması, ikinci derecede de ufak bir ihbar veya isnâd, ehemmiyetsiz bir
şüphe kâfi geliyordu. Bunlar da zevahiri kurtarmak gayesine ma’tuftu diye hâsıl olacak zanda
çok hata yoktur denilebilir. Her tarafta Çerkesler aleyhine müthiş bir
propaganda yapılıyor ve bütün kuvvetiyle tevessü’ ediyor. «Hain
Çerkes!» her dilde yer edip gidiyor… Böylece binlerce zavallı ne olduğunu
bilmedikleri feci’ sahnelerin aktörleri gibi renkten renge sokuluyorlardı.
Sanki o günlerde Anadolu’da yalnız Çerkesler şekavet yapıyor, yahut isyan
etmiş, hükümeti taklibe kalkışmıştı. Böyle bir telkinin yaşatıldığma en sarih
delil ta’mim-i resminin ilk maddesindeki; eşkiyâ-yı siyâsiyyeye yataklık eden
köylerin Anadolu dâhiline dağıtı-lacağı kaydının umûm için ma’nâsız bırakılmış,
yalnız Çerkeslere ta’alluk eden bir madde hâline getirilmiş olmasıdır.
Kaldırılan 14 köy arasında gayr-i Çerkes bir köyün bulunmamasına, Türk, Rumeli
muhaciri ve Çerkes muhtelit olan beş köyden de yalnız Çerkeslerin seçilip
alınmasına başka bir ma’nâ vermek o maddeyi tekzip etmek demektir.
Bu fa’aliyet ve
icrââtın müfid olduğunu biz anlayamadık. İdrâkimiz önünde birçok rakamlar
bundaki îâideyi anlamaya mâni’ oluyor. Onlar belki muvakkat birer tedbirin,
belki de o tedbirlerden istifâde eden husûsi ve fakat henüz tebellür etmemiş
mefkurelerin mahsûlü idiler. Lâkin hiçbir zamanda bir fâide değildiler. Âtideki
rakamlar üzerinde siz de bizimle beraber bir lahza meşgul olmak külfetine
katlanırsanız sözümüzün sıhhatini teslimde tereddüt etmezsiniz:
Kaldırılan bu 14
köyün, cedvelde görüldüğü gibi hanelerinin takribi miktarı 755, nüfusları
asgari bir hesapla her hâne için vasati olarak 5 nüfus kabul edildiği halde
3775 rakamlarını veriyor. İşte şimdi bu yekûn meskensiz, me’vâsız, vesâitsiz
ölümün ağzına tevdi’ edilmiş duruyor. Bunlar ne yapacaklardır? Aç, çıplak
yaşamak mümkün müdür?.. Bu beliyyelere ma’rûz kalanların tedricen yapacakları
şey âsâyiş-şikenlikten başka ne olabilir? Dün memleket için müfid olan bu üç,
dört bin nüfus bugün böylece muzır olmaya sevk edilmiş olmuyor mu?..
Memleketin
asayişi, âmizişi, huzuru, refahı, nüfûs-ı umûmiyesi, sa adeti için olan bu
zarar aynı zamanda hayât-ı iktisâdiye ve istihsâliyesi için de aynen mevcuttur.
Bu da ihmâl edilecek bir derecede değildir. Bu köylerin hayât-ı
istihsâliyyeleri hakkında elde edebildiğimiz malumatı da takribi bir hesabla,
arz ediyoruz:
Gönen Mıntıkası
hemen kamilen tütüncülüğe bir ehemmiyet-i mahsûsa atf ederdi. Mezrû’âtın
oradaki mühim yekünü tütündü. Manyas havalisi ise hububat ve sebze zer’i yy
âtına germi vermişti. Arazinin kuvve-i inbâtiyesi gibi köylerin ma’mûriyeti
derecesi de Türkiye’nin en iyi ve en müstesna mıntıkalarından ma’dûddu. Bu 14
köyün muhtelif suretlerle zer’ ettiği arazinin mecmû’u asgari 40 bin dönümden
hiç aşağı değildi. O yeşil tarlalar artık, eski bir ta’birle «Âşiyân-ı bûm u
gurâb olmuş» bulunuyor. Bu her hâlde hazine-i mâliyenin kârına değildir.
Bilâkis zimmetine açılmış bir sahife demektir.
Hayvânât-ı
muhtelifeye gelince mecmû’unda takriben yedibin kadar inek ve dombay, 1000 çift
öküz ve koşum mandası, 4 ila 5 bin kadar süt ve yün koyunu, binbeşyüz kadar
kısrak ve hergele… ilâ âhirihidir.
Koyunların 2500’ü
yalnız Kızıl Kilise’ye âid diye gösteriliyor. Fazla olarak Üç Pınar, Sızı,
Mir’atlar, Keçi Deresi, Hacı Osman, Değirmen Boğazı, Keçeler… gibi köylerin
beherinde 300’den aşağı olmamak üzere keçi de beslenirdi. Onların yekûnunu da
asgari bir hesapla 2500 kabul edebiliriz. Kızıl Kilise, Yeniköy, Bolcaağaç,
Mürüvvetler, Dümye gibi köyler bilhassa beygircilikte şöhret kazanmışlardı.
Bunların hepsi
artık «Bir varmış, bir yokmuş!»a inkılâb etti. Şimdi yerlerinde
yangından sonra kalan kül kadar olsun, bir mevcudiyet kalmamıştır. Malatya
Kayseri, Sivas, Ulukışla, Niğde (Bor nahiyesi) ve Van gibi muhtelif
istikametlere dağıtılan bu köylerin zarâr-ı mahza inkılâb etmeleri bu hâle
uğramalarından sonra, hemen bir emr-i zarurî idi…
Asıl felâket geri
kalanların da onlar kadar çıplak kalmasındadır. Yaptığımız tahkikat isimlerini
aşağıda kayd ettiğimiz 30 köyün takriben 1100 hanesinde 5800 nüfûsun daha
tehcir edilenlerle hem-hâl bir yoksulluk içinde sâika-i zaruretle dilenciliğe
mahkûm bulunduğunu pek güzel gösteriyor.
Bu köylerde tıpkı
tehcir edilenler gibi emvâl-ı menkûlelerini ve hayvanlarını yok bahâsına elden
çıkarmış oldukları gibi bu senenin zira’at mevsimini de emre intizâr- ile boş
geçirmişler, zer’iyyât yapamamışlardır. Yahut son günlerde bin şüphe ve
tereddütle toprağa tevdi’ edilebilen hububat tohumları diğer senelere nisbetle
devede kulak kabilinden pek az bir miktardadır. Hayvanat vesâireleriyle zer’
ettikleri arazi miktarı hakkında ileride verdiğimiz rakamlar bir mikyas ve
nispet olabileceği için burada sükut ediyoruz. Bu hal ile bunlar da açlığa
mahkûm bulunuyorlar demektir.
Bu zavallılar,
tedbir-i idâri sillesine uğramadıkları halde niçin böyle oldular gibi bir su’âl
vârid olamaz. Nîm-resmî lisân kullanan propagandacılar, madrabazlar, halkın
zararından kendi kârını temin eden açık gözler boş buldukları meydanda serbest
serbest at oynatarak bu akıbeti tesri’ etmişlerdi. «Ne duruyorsunuz, diyorlardı. Sıra size geliyor. Şimdiden hazırlanmak
daha iyi değil mi? Giden köyleri gördünüz. Mallarını kaça satabildiler…» böylelikle herkes
mütemadiyen satmış, elinde avucunda üç beş kâğıt lira ile gündüz üstünde gece
altında barındığı bir örtü ile kalmıştı. Şimdi artık bi’t-tabi’ onlar da hiç
olmuştur.
Satışın su
pahasına cereyan ettiğini ilâve etmek bilmem lâzım mıdır? Eğer istiyorsanız
yalnız şunu arzedeyim: Bir fikir edinmek için kâfidir. Ahvâl-i âdi-yede 200
lira eden bir çift öküz, 30 a’zamî 40 liradan, koyunun çifti 7-8 liradan fazla
para etmiyor. Bir beygir a’zamî 20 ile 25 lira tutabiliyordu. Hele tehcire
tâbi’ oldukları tebliğiyle beraber jandarma ve asker tarafından ihata edilerek
ihtilâftan men’ edilen, yalnız mahdut ve mu’ayyen madrabazların iştirak ettiği
müzayedelerle satılan emval ve hayvanât büsbütün bâd-ı hevâ (bedava) gitmiştir…
***
İşte bu feci’ vaz’iyetler hiç yoktan ve yok yere Çerkeslere tevcih
edilmişti. Ma’rûzâtımızdan da müstebân olduğu veçhile, ortada bir cürüm varsa o
müşterekti. Ve kısm-ı a’zâmı gayr-i Çerkeslere ta’allük ediyordu. Halbuki
şerik-i cürm olması lâzım gelen o gayr-i Çerkeslerin kılına bile hatâ gelmemiş,
getirilmemişti. Bu neden böyle oluyordu?
Şakiler himaye edilmişse yalnız Çerkesler mi himaye etmişlerdi?
Hayır… Çerkesler
şekâvet-i siyâsiyeye yalnız girmedikleri, sürüklendikleri gibi şerik ve
refikleri addedilmek icâb eden komşuları kadar onlar da bu şakileri himaye ve
müdâfa’a etmemişlerdi. Esasen bu kabil değildi. Cami kapılarında, kâbuslu bir
gece gibi karanlıklarla ruha çöken hükümet beyannâmesi ve o beyannameye terâdüf
eden icrâât buna imkân bırakmıyordu.
O kadar kabil
değildi ki, daha o kararnamenin ta’-miminden evvel, Şevket kendi köyüne girip
saklandığı vakit köylü onu ta’kib müfrezelerine ihbara şitâb etmişti. Hatta ilk
defa köyü muhasara eden süvari kıt’asının kumandanı Mülâzım-ı Evvel (E, F.)
Bey’e bizzat köylü tarafından teslim edilmişti. Böyle olduğu halde Şevket o gün
tekrar bırakılmış, bunun hikmeti halka meçhul kalmıştı. Bunun gibi hükümetin
«Şakidir!» diye i’lân ettiği hemen bütün eşhasın istîsâlinde de Çerkeslerin
büyük himmetleri sebk etmiş, ya doğrudan doğruya derdest veya ihbar suretiyle o
adamları teslim edenler hemen kâmilen Çerkeslerden çıkmıştı.
Bu gibi haller
gösteriyor ki Çerkesler hükümete, ellerinden geldiği kadar, cân-sipârâne,
vefâ-kârâne arz-ı sadâkat etmişler, Türklüğe vefaya uğramışlardı. Fakat efsûs..
bu gayretleri değil, uhuvvet-i İslâmiyet bile onlara yâr olamadı. Müdhiş bir
cereyan her şeyi, bütün komşularını, bütün dostlarını aleyhlerine döndürmeye
muvaffak olmuştu. Kin o derecelerde tevsi’-i hudut etmişti ki, insan hayret
eder. Yıllarla dost ve kardeş gibi yaşayan iki unsurun bu yan bakışmalarına
ma’nâ veremez. Ve o propagandaların mahsûl-i gayr-i muhikkı olan bu halden
doğan garibelerin nasıl karşılanması lâzım geleceğine hükmedemez. Dest-res
olduğumuz garip vak’alardan pek câlib-i dikkat ikisini, bir mikyas olur ve bir
fikir verir diye, tesbit ediyoruz.
Manyas
mülhakâfandan Hacı Osman köyünden Çov İsmail Efendi isminde bir Mülâzım-ı
Evvel, Harb-i umûmide Sina cephesinde tavzif edildiği Köprücü Bö-lüğü’nde
vazife başında şehid düşmüş… Refikası, Rumelili bir Türk hanımı öksüz
yavrusuyla bir hayli evvel zevcinin ailesine iltica etmiş, birlikte imrâr-ı hayat
ediyorlar. Vaktaki tehcir başlıyor. Bu şehid ailesi de sel önüne düşmüş bir kum
dânesi gibi sürükleniyor… Kadıncağız mürâcâ’at ediyor, haykırıyor, feryad
ediyor! «Yâhû ben Türküm!» diyor ve iddi’âsını nüfûs tezkeresiyle ispat
ediyor.
— Pek güzel, öyle
ise sen kal… Fakat (13-14 yaş-larındaki kızı için) bu gidecek, çünkü
Çerkes’tir!
Cevabını
veriyorlar. Bedbaht kadın sefalete kendini tevdi ile bir başka türlü şehid
olarak zevcine kavuşmayı yavrusundan ayrı kalmaya tercih ediyor. Ve köylüsüyle
beraber ölüm yoluna revân oluyor…
Yine Manyas
mülhakatından Bolcaağaç karyesinden Navki Yakub Oğlu Reşid isminde bir zât,
bidayetinden nihayetine kadar harekât-ı müliyeye canıyla ve başıyla bi’l-fi’il
iştirak etmiş bir mücâhid… Mütemâdi seferlerin meşâkk ve mezâhimi yüzünden
te-verrüm ediyor, Kastamonu Hey’et-i Sıhhiyesi kendisine tebdîl-i hava veriyor.
Köyüne gönderiyor. Köyü tehcir edilirken bunu da beraber sürüyorlar. Kan
tüküren hasta ciğerlerinden çıkabilen kısık sesi derdini anlatmaya yetişmiyor.
Ne sararmış, düşmüş bir yaprağı hatırlatan soluk rengi, ne de üç senelik
can-sipârâne hidemâtı istîfâ-yı hakka değil, celb-i merhamete bile kifayet
edemiyor. Zavallı kan tüküre tüküre köyünü, köylüsünü Afyonkarahisarı’na kadar
ancak ta’kib edebiliyor, oradan ileri takati yetmiyor. Tehcir me’mûr-larmın çok
gördüğü istirahatı orada Allah’ı ona ebedî olarak ihsanla, mülevves beşerin
ihtirasları arasından çekip alıyor.
Bu gibi vakâyi’
pek müte’addittir. Onların onda birini olsun burada ta’dâd edecek olursak
birçok sa-hifeler dolduracağımız gibi kâri’lerin kalbine de dağ vurmuş
olacağımızı pek iyi tahmin ediyoruz. Bu yanlışlıklar, kasıtlar kabil-i inkâr
olmadığından sözü kısa keserek bu hususu tashihe teveccüh eden 1339 Ağustos
tarihli resmi bir ta’mimin elimize geçen me’-âlini kayd etmeyi daha müfid
buluyoruz:
Hey’et-i Vekilece
müttehaz kararname ahkâmına tevfikan dâhile nakl olunan köylerin hayatta
bulunan zâbitân ve efrâd-ı askeriyesi mehâriminin ve idâ re-i maişetleri
kendilerine münhasır olan akrabasının, Anadolu İhtilâl Cemiyetinin, Anadolu’ya
ihrâc ettiği ve etmesi melhuz eşkiyaya alâkadar olmadıkları ve ahvâl-i
sabıkaları mazbut bulunduğu takdirde nakilden istisnalarının tensib edildiği
bundan mâ’adâ gerek mücâhede-i milliyede ve gerekse muhârebâtta ve eşkiyâ
ta’kibâtında şehid olanların dul zevceleri ve zâ-tü’z-zevc olmayan
hemşireleriyle, çocukları ve ihtiyar peder ve valideleri dahi nakilden istisna
edilmiş olup ol veçhile alâkadârâne ve vilâyât ve elviye-i müstaki-leye
tebligat îfâ kılındığından bu misüllülerden yanlışlıkla sevk edilmiş olanlar
var ise mahall-i me’mûrin-i mülkiyesine mürâca’atları hâlinde iade
kılınacakları Dâhiliye Vekâlet-i Celilesinden bildirilmektedir.
Malûmat husûlüyle bu kabil aileler hakkında ahz-ı asker şu’belerince ve şâir
makâmâtca suhulet ibrazı ve ber-vech bâlâ mu’âmele ifâsı ta’mim olunur.
23. 8. 39
Hatanın ve
yanlışlığın, sû-i isti’mâlin idrâk edilmeye başlandığını i’lân eden bu ta’mim
her hâlde şâ-yân-ı şükran bir şeydi. Buna nazaran, tehcir edilen köylerden pek
azının istisnâsıyla hemen hepsinin avdeti icâb ediyordu. Çünkü o köyler
arasında bu sayılan sıfatları nefsinde cem’ edemeyecek ya hiç kimse yoktur veya
pek az kimse vardır. Geçen uzun harp senelerinde ocağı başında pastasını
pişirirken şehid kocasının, oğullarının, kardeşlerinin kara haberine ağlamamış
bir zevce, bir ana ve bir hemşire tanınmıyor…
Bu ta’mimden beri
aylar geçti. Avdet edebilenlerin ancak 20 hâne kadar olduğunu öğreniyoruz.
Diğerleri parasızlık, vesaitsizlik, müşkilât, bilhassa Yunanlılar’ın hîn-ı
firarında ahz-ı asker kütüklerinin de yakılmış bulunması yüzünden bir defa
düştükleri bahtsızlık kuyusunda boğulup gidiyorlar. Hükümet istese ve te’yid
etseydi bütün sürgün Çerkeslerin bu ta’mimden bi’l-istifâde avdet edebilmiş
olmalarının lâzım geldiğine kani’iz. Buna himmet, kafalar feth etmekten her
halde çok daha hayırlı bir iştir.
Esasen bu tehcire
resmi bir renk veren eski kararname, ufak bir tadilâtla bugün kanun olmuş
bulunuyor. Geçende Meclis’ten de çıktı. «Men-ı Şekavet» ismini taşıyan
bu kanunun bir madde-i mahsûsası, hatırımda kaldığına göre, yedinci maddesi,
eşkiyaya müzaheret ve yataklık etmekle maznûnen kaldırılan kimselerin o
şakilerin istîsâlinden sonra avdette serbest olduklarını mu’lindir. Çerkeslerin
bu musibet bataklığına saplanmasma sebebiyet veren çetelerin, çe-tecilerin ise
artık kemikleri bile çürümüş bulunuyor.
Anadolu’nun Manyas
ve Gönen havâlisinde onlardan bir tek ferdin kalmadığı, hatta dağ başlarındaki
izlerinin bile fırtınalar tarafından silindiği bizim kadar kadar hükümetçe de
malûm ve müsellemdir. Dâhiliye Vekil-i Cedidi Beyefendinin son günlerde
gazetelerde görülen beyânatlarındaki memleket dâhilinde bir tek siyâsi çetenin
kalmadığını te’yid eden fıkra da bu noktayı müeyyid bir sened-i resmî kıymetini
hâizdir. Binâberîn onların şerrine uğrayarak yerlerinden, yurtlarından,
mallarından, mülklerinden, şereflerinden, haysiyetlerinden… herşeylerinden olan
felâketzedeler de serbesttirler. Avdetlerine, eski yuvalarını şenlendirmelerine
bir mâni’ kalmamış demektir.
Meşhur bir
müte’ârifedir. Mâ’ni’ zail olunca memnu’ avdet eder. Bu mes’elenin, yani Çerkes
köylerinin kaldırılmasının mâni’i ise harp idi. Bilhassa teşvikât-ı
hariciyyenin düşman harekâtını teshil edecek bir şûrişe meydân verebilmesi
endişesi idi. Hadd-i zâtında bu ne kadar mevcuddu. Onu bilmiyoruz. Lâkin bugün
artık o hâl-i harp mevcud değildir. O endişenin yaşatılmasına sebep
kalmamıştır. Onlar, o kara ve haksız şüpheler sulh ile beraber zail
olmuşturlar. O kadar zail olmuşturlar ki, dün Yunanistan’da o ihtilâl
çetelerini teşkil ettirip kendi işgal mıntıkalarından Türkiye’ye sokan
düşmanlar şimdi İstanbul limanında Türk bayramlarını tes’îden toplar bile
atıyorlar… Sulhun bu dostluk ni’metlerinden, mesâibin kamçıları altında haksız
yere aylarla zaman perişan olan bigünah Çerkesler de istifâde edemeyecek
midir?..
«Alemde felâketen büyük dershâne-i irfan» olmadığına
bakılırsa aylardan beri felâketin koynunda oku yan bu köylülerin aldıkları ders
yetişmez mi? Bize öyle geliyor ki, onların her biri şimdi birer kutb-ı zaman
bile olmuştur!..
Bunu lisân-ı
resmînin de te’yid etmesini, hükümetin bir i’lân ile bildirmek suretiyle insanî
vazifesini îfâ etmesini candan ve gönülden temenni ettiğimizi arz etmekte
tereddüt etmeyiz. Bunda fâide vardır, salah vardır, nur vardır. Binâenaleyh her
günün ilk fec-riyle meşîme-i şebin doğuracağı bu hürriyet ve adalet fermanına
intizâr etmekte haklı olduğumuzu da ilâvede isti’câl ediyoruz.
Çünkü bunun aksi,
Çerkeslerin uğradıkları belâların sîne-i tarihde kanla yazılı kalan son bir izi
olacaktır. Biz Türkiyenin ve Türklüğün böyle bir şaibe ile âlûde kalmasını,
Türk milliyetine destek veren İslâm diyanetinin böyle kızıl bir gölgede
renginin değişmesini, bir lahza da olsa arzu etmeyiz. İstemeyiz ki halk
Türkiyesi iki başlı karakuşların hakanları olan çarların eski saltanatının
Çerkesler hakkındaki icrâ’-âtı ile yoldaşlık etsin…
Evet, başı
cümûdiyelerle taçlanan, beyaz bulutlarla tüllenen yeşil Kafkas kahramanlığa,
vefaya, erliğe, can veren çocuklarının hasretine o iki başlı karakuşlarla süslü
armalar yüzünden tamam altmış senedir yas tutuyor. Derelerinin, rüzgârlarının
feryadı hep, hep ince belli «zarif ve ürkek» oğullarının, lacivert gözlü
efsâne kızlarının altmış senelik dertlerini ağlayan mersiyeler terennüm ediyor…
O mersiyelerin
ağladığı Çerkes nekbetini ondokuzuncu asır bütün fecâyi’iyle seyr etmişti.
Yirminci asır bir nazire gibi onların buradaki felâketlerini mi görmelidir? Bu
halde o kara bahtlıların yarım asırdır «Yarın!.. Yarın!..» diye atan
kalpleri artık müebbeden durmuş ve ölmüş olmayacak mıdır?
Hayır. Hayır… Bu
olmamalıdır. Halk Türkiyesi asırlardan beri kardeş olmuş bir unsurun son
nefesini çıkaracak fecâ’âtlere sahnelik etmemelidir. Türklüğün yüksek ve
mefkûreci ruhu, büyük vicdanı bunu kabul etmez diye tanıyoruz.
Bu itibarla
herşeyden sarf-ı nazar, yalnız bu itibarla avdetlerine hiç bir mâni’-i kanunî
ve nizamî kalmadığı halde el’an dağıtıldıkları gurbet ellerinde ser-gerdan olan
ma’sûmların iadeleri esbabının tesri’ edilmesini isti’tâfı, dertlere derman
arayan sözlerimize bir son ediyoruz.
15 Teşrin-i Sâni
1923
Mehmed Fetgerey Şoenu
Mehmed Fetgerey Şoenu
14 Aralık
1945’te Tiflis’te çıkan Komünist adlı gazetede, daha sonra da Moskova’da
Pravda’da, S. Canaşia ve N. Berdzenişvili adh iki Gürcü akademisyeninin
müştereken kaleme aldıkları bir mektup yayınlanmıştı. Bu mektup «Türkiye’den
Haklı Taleplerimiz» başlığını taşımakta ve Türkiye hudutları içindeki
Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, Bayburt, Gümüşhane, Trabzon, Giresun gibi
toprakların Gürcistan’a ait olduğunu, binaenaleyh geri verilmeleri gerektiğini
iddia ediyordu.
Nasıl Yunanlıların ve Ermenlerin Büyük
Yunanistan, Büyük Ermenistan emelleri varsa, Gürcistan’ın da böyle bir megali
ideası bulunmaktadır. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kafkasya’da
Hıristiyan Gürcüler ve Ermeniler emperyalist hayaller peşinde koşmaya
başlamışlardır. Bu cümleden olmak üzere Gürcistan Abhazya’ya saldırmış, Ermenistan da
Karabağ’ı almak için savaş çıkartmıştır. Kimsenin şüphesi olmasın ki, bu iki
devlet, ilk fırsatta Türkiye’den de toprak isteyecekler, gerekirse bir istilâ
savaşı başlatacaklardır.
Kafkaslarda
Abhazya’nın İstiklâli sadece Çerkesleri ve diğer mağdur ve mazlum küçük
kavimleri değil, doğrudan doğruya Türkiye’yi ilgilendiren hayatî bir meseledir.
Rum, Ermeni, Gürcü
megali idealarına kulaklarını tıkayanlar, tehlike karşısında başlarını kuma
sokan devekuşlarının durumuna düşmüş ve kendi iplerini kendileri çekmiş
olurlar.
M. Fetgerey Şoenu,
Çerkes Meselesi, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1993
Yorum:
Hep aynı hikâye, ibret niye alınmaz ki?
[1] (Kaynaklar: 1. Muhaceretteki Çerkes’ Aydınları,
İzzet Aydemir.Ankara 1991, 243 s. (s. 15-17);
2. Tarih ve Toplum
dergisinin 22′ no.lu sayısındaki Ayşen Janset Kubanlının yazısı).
[2] Abhazya’da asır-dide ve pek câlib-i dikkat bir âdet vardır: En
fakirinden en zenginine kadar her aile her sofra başında ilk lokmadan evvel
mutlaka şu duayı tekrar ederler:
Yâ Rabbi Abhazya’yı ve
Abhazyalıları dâim eyle!
M. F. Ş.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar