HİLALİN GÖLGESİ
TÜRKLERİNDİNİNDEN
HİLALİN GÖLGESİNE VEYA KİBİRDEN
KORKUYA: 1896 VE 1995 AMERİKA’SINDAN İKİ FARKLI İSLAM ALGISI
ÖZET
Batı
Hıristiyanlığında İslam, neredeyse ortaya çıkışından itibaren korku ve sapkınlıkla
özdeşleştirilmiştir. Diğer taraftan müslümanları “kurtarmak” her zaman
hıristiyan misyonerler için önlenemez bir tutkudur. Bu, hangi tarafı ağır
bastığı çok açık olmayan bir çelişkidir. Elbette mesele sadece inanç da
değildir, işin önemli bir siyasî tarafı vardır. Bu makalenin amacı, Batı’daki
İslam imajı ile ilgili kısa bir girişten sonra, iki protestan misyonerin, 1896’da E.M. Wherry’nin ve yaklaşık yüz yıl sonra Ron Peck’in,
İslam ve müslümanlarla ilgili yazdıkları üzerine bir karşılaştırma yapmak ve bu
iki metni çeşitli açılardan değerlendirmektir.
Anahtar
terimler: Hıristiyanlık, İslam İmgesi, Türk İmgesi, Protestanlık, Misyonerlik.
From The
Religion of the Turk to Shadow of the Crescent or from Arrogance to Fear: Two Different
Perception of Islam in U.S.A., from 1896 to 1995
ABSTRACT
In the Western Christianity Islam
has been identified with horror and heresy almost since its emergence. On the
other hand, for the Christian missionaries it is an irrepressible passion to
“save” the muslims. This is a contrast in which it is not obvious which side
predominates. By all means the matter is not only related to faith, but also it
has an important political aspect. The aim of this article, after a short
introduction about the image of Islam in the West, to make a comparison between
the writings of two protestant missionaries, E.M. Wherry’s in 1896 and circa a
hundred year after Ron Peck’s, about Islam and muslims, and to comment them
from different point of views.
Key terms: Christianity, Image of
Islam, Image of Turk, Protestantism, Christian Missionaries.
Her topluluğun veya kültürün, en
azından kendi kimliğini tanımlamak açısından bir “öteki”ne ihtiyaç duyduğu bir
vakıadır. Toplumlar ister istemez “ötekiler” ile ilgili çeşitli imgeler
oluştururlar. Hatta bazılarına göre, bir ülke ya da toplumda başka ülke ya da
topluluklarla ilgili iki tür imge vardır. Bunlardan biri belirli dönemlerdeki
karşılıklı ilişkilerin mahiyetine göre oluşan “ortamsal” veya “konjonktürel”
imge; diğeri ise kolektif bilinçte yer etmiş ve süreklilik arzeden “asıl
imge”dir. Birincisi zamana göre değişkenlik gösterdiğinden, mühim olan “asıl
imge”nin niteliğidir.[ii]
Bu açıdan baktığımızda “İslamofobi”
yeni bir olgu değildir. Sadece eskiden beri var olan “asıl imge”nin bir
yansımasıdır. Zira günümüzde, özellikle Avrupa'nın çeşitli meydanlarında, “müslümanları
istemiyoruz” nutukları atan siyasetçiler yalnızca, yüzyıllardır var olan
fakat modern dönemlerde akademik ve diplomatik üslup icabı açıkça dile
getirilmeyen bir hissiyatın sözcüleridir. Dolayısıyla, Batı’da yaşayan bazı
müslümanlar bu kültürdeki İslam ve müslüman imajının yanlışlığından yakınırken,
aslında eskiden beri var olan kötü imajın devam ettirilmesi eğiliminden şikayet
etmektedirler.[iii]
Ülkemizde ise konu hem Türk hem İslam imajı ile alakalıdır. Zira Türkler, İslam
ve müslümanlarla ilgili imajın en önemli parçasından biri, hatta tarihe
bakıldığında uzun bir dönem yegane temsilcisidir.[iv] Bundan
dolayı, günümüzde sıkça telaffuz edilen “Türkiye'nin AB ile ilişkileri kendine özgüdür
ve kültürel boyut dikkate alınmadan açıklanamaz”[v] şeklindeki cümlelerin asıl anlamı
şudur:
Müslümanlar ve hıristiyanlar ilk
karşılaşmalarından itibaren birbirleri ile ilgili bir takım imgeler
oluşturmuşlardır. Bunların yaygınlaşmasında ise polemik tarzında kaleme alınmış
metinlerin büyük etkisi olmuştur. Bu metinler teknik/dinî bazı tartışmalar
yanında duygusal nitelemeler de içermektedir ve çoğu zaman doğru ve sağlıklı
bilgiler vermekten uzaktırlar. Özellikle, İslamiyetle karşılaşan ilk önemli
hıristiyan devlet olan Bizans’ta kaleme alınan ilk metinlerde İslam çoğunlukla,
“sapkın bir Hıristiyan mezhebi”, “deccalın öncüsü bir felaket”;
müslümanlar da “Khobar (Kâbe)” adında bir taşa tapınan veya “metalden” bir
Tanrıya inanan, “kafir” ve “putperest”ler olarak tanımlanmışlardır.[vi]
Ortaçağ boyunca bu dinin çıkış yeri olan Ortadoğu’dan Batıya doğru gittikçe
İslamiyet hakkındaki tasvirler daha da garipleşmiştir. Mesela, Avrupa'daki bir
inanışa göre “sapkın” bir inancın kurucusu olan Muhammed’i, önceleri onun
müritleri olan fakat sonra ona isyan eden Türkler öldürmüştür.[vii]
Zaman içerisinde hıristiyanların İslam hakkındaki bilgilerinde bir artış söz
konusu olmuşsa da “asıl imge”de köklü bir değişiklik meydana gelmemiştir.
Ortaçağdan, Rönesans ve Reform’a, hatta modern zamanlara kadar mensupları “saracen ”, “Türk” veya “Müslüman (Mohammedan)”
olarak adlandırılsın, İslam Batı Hıristiyanlığının zihin dünyasında “korku” ve
“sapkınlık”la özdeşleştirilmiştir.[viii]
Dönemsel olarak bazı değişimler yaşanmışsa da, bunlar sadece “asıl” ve
“birincil” düşman olma özelliğinden daha tâli bir pozisyona geçme şeklinde
tezahür etmiştir.[ix] Bir
başka açıdan ise “öteki” olarak müslüman ve Türk imgesi Avrupa kimliğinin
oluşmasındaki önemli etkenlerden biridir. Hatta İslamın yükselişi ile “Avrupa”
ve “Avrupalılık” kavramlarının yaygınlaşmasın arasında bir paralellik söz
konusudur.[x]
Tüm bunlarla
birlikte, meseleye teolojik bir açıdan bakıldığında, aslında hıristiyanlar için
paradoksal bir durum söz konusudur. Zira hıristiyan için “öteki” aynı zamanda
kazanmak, hıristiyanlaştırmak istediği bir hedef kitledir. Yani müslümanlar bir
yandan “öteki” veya “düşman”, diğer taraftan ise “ulaşılması” ya da
“kurtarılması” gereken insanlardır. Bizim burada ele alacağımız iki metin işte
bu açıdan ilginçtir. Çünkü bunlardan biri 1800’lerin diğeri 1900’lerin sonunda
kaleme alınmıştır ve özellikle müslümanlara yönelik faaliyet gösteren, Protestan
geleneğe mensup iki Amerikalı misyonere aittir. Üstelik her iki metin de
müslümanlarla iletişim kuracak hıristiyanlara İslam dini ve mensupları ile
ilgili bilgi verme amacındadır. Bunlar akademik çalışmalar değildir, bir bakıma
propaganda amaçlı malzemeler olarak görülebilir. Fakat etkilerinin akademik
eserlerden daha fazla olduğu aşikardır. Zira bu tür metinler hem daha kolay
okuna- bilmekte hem de çok daha fazla sayıda insana ulaşmaktadır. Bunun yanında
“bilimsel” eserlerdeki akademik nezaketin örttüğü pek çok düşünceyi açık ve net
bir biçimde ifade ettiklerinden, konumuz açısından önemli bir avantaj sunmaktadırlar.
Ayrıca bu iki metin sadece misyonerlerin İslam veya müslümanlar hakkındaki
düşüncelerini dile getirmekle kalmamakta, aynı zamanda misyonerlik-siyaset
ilişkisi, dinî tolerans vb. gibi günümüzde sıkça tartışma konusu olan meseleler
hakkında da değerlendirmelere yer vermektedir. Bir başka açıdan ise bu iki
metin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla, hakim Batı hıristiyan kültürünün İslam ve
Müslüman algısında nasıl bir değişiklik olduğunu göstermektedir. Zira 19.
yüzyıl sonundaki kendinden eminlik ve üstünlük anlayışı yaklaşık bir yüzyıl
sonra yerini endişeye bırakmıştır. Bununla birlikte bu çalışmanın amacı
apoloji veya misyonerlik faaliyetlerine yönelik bir eleştiri değildir. Daha
ziyade bir zihniyet çözümlemesi yapmak ve yukarıda belirttiğimiz hususlar
açısından bir değerlendirme ve karşılaştırmada bulunmaktır.
Ele alacağımız ilk metin olan İslam veya Türklerin Dini[xi]
1896’da American Tract Society tarafından
yayınlanmıştır. Varlığını halen sürdüren bu kuruluş Evangelist içerikli dinî
broşürler basmak üzere 1825’te New York’ta
kurulmuştur. Tarihi 1830’lara dayanan, Amerika’daki alkol karşıtı hareketin
(Temperance Movement) önemli destekçilerinden biridir. 1816’da kurulan ve yılda
yaklaşık beş milyon İncil dağıtan American Bible Society ile de yakın ilişkisi vardır.[xii]
Kitabın yazarı E.M. Wherry ise uzun yıllar
(Our Missions in
Indiada belirttiğine
göre 58 yıl) İslam topraklarında ve özellikle Hindistan’da eşiyle birlikte misyonerlik
yapmış bir protestandır. Amerika’daki Presbiteryen Kilisesi’ne bağlı olarak
çalışmıştır. İslam dini ve müslüman ülkelerdeki misyonerlik faaliyetleri konusunda
önemli çalışmaları bulunmaktadır. Dört ciltlik bir Kur’an tefsiri[xiii]
ve Hindistan’daki misyonerlik faaliyetlerini anlattığı bir eseri[xiv]
yanında, 1893 ve 1911 yıllarında Amerika’da gerçekleştirilen Dünya Misyonerler
Kongresi’nde sunulan tebliğlerin basıldığı iki eserin de editörlüğünü
yapmıştır.[xv]
Bizzat kendisinin belirttiğine göre, burada ele alacağımız eserinin yazılış
amacı da müslümanlara yönelik çalışacak misyonerlere bu din ve inanırları
hakkında bilgi vermektir.[xvi]
Wherry, İslam
veya Türklerin Dinine o dönemde Doğu Anadolu’da Ermenilerin maruz
kaldığı “acıklı” olayları anlatarak başlar. Çizdiği tabloya göre bu bölgede
(Elazığ, Malatya, Harput ve Arapkir gibi yerleri özellikle belirtmektedir)
erkekler ve kadınlar hunharca öldürülmüş, genç kızlar haremlere kapatılmıştır.[xvii]
Bu olayları müslümanlardaki “cihad” anlayışına bağlayan yazarın ileriki
sayfalarda anlattığı “dokunaklı” hikayeye göre Türkler ve Kürtler Ermenilerin
evlerini, kiliselerini, dükkanlarını ve okullarını yakıp yıkmışlar; kadınları
ve kızları cariye olarak alıkoymuşlar, bu onursuzluğa dayanamayan bazları ise
intihar etmiştir.[xviii]
Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere
Türklerle İslamiyet’i özdeşleştiren Wherry, İstanbul’daki “hasta adam”ın
ölecekmiş gibi görünmesine aldanmamak lazım geldiğini, zira tarihe bakıldığında
Türklerin pek çok kez mucizeler gösterdiğini unutmamak gerektiğini ifade eder.
Ona göre Türklerin karakterini anlamanın yolu, onların dinini anlamaktan
geçmektedir.[xix]
Bunun yanında bir başka açıdan Türklere özel bir önem vermektedir yazar. Tanrı,
gerektiğinde amaçları için onları kullanmaktadır. Reform’un başarıya
ulaşmasında İstanbul’daki Türk- lerin etkisi unutulmamalıdır.[xx]
Yazarın teorik olarak İslam dini
hakkında verdiği bilgiler ise -bazı çarpıtmalara rağmen- uzmanlık gerektirecek
derecede ayrıntılıdır. Başta “edille-i şer’iyye” olarak bilinen dinî deliller
hakkında bilgi vermekte ve bunlardan her birini açıklamaktadır. Bunlardan en
fazla üzerinde durduğu “Kitap”, yani Kuran-ı Kerim’dir. Kuran’ın isimleri, Levh-i Mahfuz, ilk vahiy, vahyin geliş
şekilleri, sebeb-i nüzul, Mekkî ve Medenî
sureler arasındaki üslup farkı, Yahudi ve Hıristiyanlara karşı tavır,
peygamberin vefatının ardından Kuran’ın Mushaf
haline getiriliş süreci, surelerin tertibi gibi konularda kısa bilgiler
vermektedir.[xxi]
Kur’an içerisinde Fatiha suresinin ise
yazara göre ayrı bir yeri vardır. Bu sureyi “Kuran’ın sanatsal açıdan en güzel
değil belki ama anlam olarak en vurucu parçası” olarak nitelemektedir.[xxii]
Onun dışında Kuran tümüyle bizatihî çok etkili bir kitaptır ve onun etkili
yapan iki temel özellik ise dil ve üslup açısından harikulade oluşu ve içerdiği
hakikat, yani insanın kurtuluş için Tanrı’ya muhtaç olduğu fikridir.[xxiii]
Bununla birlikte ancak kıyas konusunda
İslam’da akıl ile karşılaşıldığını, bu yüzden de İslam düşüncesinin dogmatik
ve değişime kapalı bir sistem olduğunu iddia etmektedir.[xxiv]
Yazar İslam dini ile alakalı, imanın ve
İslamın şartları olarak bilinen unsurlar hakkında da bilgi vermekte ve
yorumlarda bulunmaktadır. Uygulama ile ilgili verdiği malumatlar daha sınırlıdır.
İslamın beş şartı kısaca özetlenmektedir. Fakat -Hz. Ömer’in Hacer-i Esvedle ilgili sözüne atıfta bulunacak
kadar- bunların anlamları ve işlevi konusunda da fikir vermekten geri
kalmamaktadır.[xxv]
Bununla birlikte, yazar İslamın şartlarına sanki yeni birisini eklemektedir ki,
o da “cihad”dır. Cihadı namaz ve oruç gibi her müslümanın sorumlu olduğu bir
farz olarak anlatan yazar, bunu sırf dinî amaçla başkalarıyla harb etme
(crusade) ile sınırlamaktadır.[xxvi]
İmanın şartları konusunda verdiği
bilgiler biraz daha ayrıntılıdır. Anlatımına göre İslamın Tanrısı sadece zât
bir Tanrı değildir, aynı zamanda kesin bir tekliğe sahiptir. Dolayısıyla, ne
türden olursa olsun bir enkarnasyon
inancı kabul edilmediği için, İslam’daki Tanrı inancı ile Hıristiyan teslis doktrininin
bağdaşması imkansızdır. Müslümanların Tanrısı merhamet sahibi olsa da, bu onun
temel özelliği değildir. O, sevgi değil bir güç Tanrısıdır. Müslümanlar bu
Tanrıya sevgiyle değil korkuyla bağlıdır. Birçok müslümanın zihnindekine göre
O, insanlarla satranç tahtasında oynar gibi oynar.[xxvii]
Müslümanlar Adem, Şit, İdris ve İbrahim’e verilen subufar
yanında Musa, Davud ve İsa’ya verilen kitaplara da inanmaktadırlar. Ancak Kuran
dışındaki kutsal kitapların tahrif edildiğini kabul ettiklerinden, bir müslüman
bu kitaplara inandığını söylediğinde bu, söz konusu kitapların bugünkü
biçimlerine inanıyor şeklinde anlaşılmamalıdır.[xxviii]
Müslümanlar 144.000 peygamber gelmiş olduğuna inanırlar. Fakat bazıları “ulü’l-a%m ’ peygamberlerdir ve müslümanlara
göre tüm peygamberler günaha bulaşmıştır. Bunun tek istisnası İsa’dır. İsa bu
yönüyle “İslamın günahsız tek peygamberi” özeliğini taşımaktadır.[xxix]
Yazar ayrıca “kıyamet”, “mahşer”, “hesap günü” gibi kavramların müslümanların
zihnini güçlü bir şekilde etkilediğini belirtmektedir. Bu bağlamda kıyametin
alametleri, mehdi ve İsa'nın nüzulü gibi konulardan bahsetmektedir. Verdiği
örnekler daha ziyade kitabî değil kültürel nitelikte inanışlar olmasına rağmen,
yazar bunlardan kesin inançlarmış gibi söz etmektedir. Fakat en dikkat çekici
husus, yazarın iman esasları arasında kaderi saymaması ve zamanımızın bazı
aklı evvelleri gibi İslam’ı kadercilikle özdeşleştirmek şeklinde bir yanlışa
düşmemesidir.[xxx]
Wherry genel anlamda müslümanlarla
ilgili çizdiği portreye ise sıradan bir hıristiyanın gözündeki İslam imajının
yanlışlığı ile başlar. Ona göre sıradan bir hıristiyanın gözünde İslam “dünün
dini”dir. Muhammed adında bir “sahtekarın uydurduğu bir inançtır. Sıradan
hıristiyan kendi inancı ile bu din arasında hiçbir bağlantı görmez. Bu
insanların İslam hakkında bilgisi, müslümanların Allah diye bir varlığa
inandıkları, çok evliliğe müsaade edildiği ve kâfir saydıklarına karşı dinî
bir savaşı benimsedikleri ile sınırlıdır.[xxxi]
Yazar bu önyargıları eleştirir, fakat
kendisinin sunduğu İslam ve müslüman portresi de pek farklı değildir. Gerçi az
da olsa bazı olumlu ifadelere rastlanır yazdıklarında. Mesela müslümanlar
genelde idareleri altındaki hıristiyanlara âlicenaplık göstermiş ve siyasî
olarak aleyhte faaliyet göstermedikleri sürece onların dinine karışılmamıştır.[xxxii]
Ayrıca yardımsever ve cömert insanlardır. Hatta yazar, Osmanlı-Rus Savaşı
esnasında Afganistan’daki kadınların zinetlerini yardım için Türklere
göndermesinden son derece etkilenmiştir.[xxxiii] Fakat
genel anlamda müslümanlar acınacak halde ve kurtarılmaları gereken insanlardır.
“Bu insanlar hem dindar hem bu kadar kötü nasıl olabiliyor?” diye sormaktadır
yazar.[xxxiv]
Kötülüğü de onların dinine bağlamaktadır. Ona göre müslümanlar bugün ahlaken
büyük bir çöküntü içerisindedirler. “Hıristiyanlar dinlerine rağmen
ahlaksızlığa düşmektedir, müslümanlar ise dinlerinden dolayı.”[xxxv]
Wherry’nin anlatımına göre müslümanlar
için tüm hıristiyanlar putperesttir ve bu inançta kılıç kutsamıştır.[xxxvi]
Müslüman din adamları da aşırı kuralcılıktan dolayı İsa zamanındaki Ferisilere
benzemektedir. Dinî yorumlar adeta fosilleşmiştir ve kimse bunları
değiştirecek güce sahip değildir. Bununla birlikte, sadece Türkiye ve
Hindistan’dan Batı ile iletişim kurmuş bazı düşünürler bu dar kalıpçılığı
kırma konusunda ümit vermektedir. Bu ümit de bunların dinde bir reform
gerçekleştirmeleridir. Bunlar kadının konumu, çok evlilik, kölelik gibi
meselelerde geleneksel anlayıştan farklı düşünmektedirler ve ayrıca
müslümanlarla hıristiyanların barış içerisinde yaşayabileceklerini savunmaktadırlar.
Ama yazar yine de bu temennileri bir rüya olarak görmekte ve gerçekçi
bulmamaktadır. Zira “Kuran otorite oldukça müslümanları değiştirmek mümkün
değildir.”[xxxvii]
İslam Tanrı’ya teslim olma dinidir. Müslüman kendini Tanrı’ya teslim eden kişidir.
O halde bu din, tıpkı Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğerlerini dışlayan,
kendini yegane hakikat gören bir dindir. Bu nedenle zamanımızda, bu iki dinin
bir arada yaşayabileceğini ve inançsızlığa karşı beraber mücadele edebileceğini
savunanların liberal yorumları “boş bir hayal”dir. Bu iki din uzlaşamaz.
“Kutsal Ruh’un kılıcı” ile “İslam’ın kılıcı” karşı karşıyadır. Bunlardan biri
diğerine galip gelmelidir.[xxxviii]
Yazar o dönem dünyadaki toplam müslüman
nüfusunu 200 milyon kişi olarak verir. Osmanlı Sultanı’nın egemenliği altında
40 milyon, Hindistan’da 50 milyon civarında müslüman yaşamaktadır. Diğerleri
ise merkezî Asya ve diğer bölgelere dağılmış durumdadırlar. Bununla birlikte
yazar Osmanlı halifesinin diğer tüm müslüman nüfus üzerinde bir otoriteye sahip
olduğunu ifade etmekte ve bu sayılar dikkate alınmadan “Doğu Sorunu”nun
çözülemeyeceğini de eklemektedir.[xxxix]
İslam mezhepleri konusunda ise biraz abartılı bir sayı vermekte ve 150’den
fazla farklı mezhep bulunduğunu iddia etmektedir.[xl] Bununla
beraber yazara göre, müslümanların asıl zayıf yanı çeşitli mezheplere ayrılmış
olmaları değil, ulusçu özellikleridir ve misyonerlerin kullanabilecekleri en
müsait nokta da burasıdır. Özellikle Osmanlı hakimiyetindeki Arapların bu
hassasiyeti kullanılabilirse bunların sultana bağlılığı yok edilebilir ve
tıpkı Hindistan ve Mısır gibi, buralar da hıristiyan hakimiyetine girebilir. Bu
da “İslamın sağ kolunu kaybetmesi” demektir.[xli] Kaldı ki
yazarın ifadelerine göre zaten müslümanlar arasındaki misyonerler, onların
ruhlarına nüfuz etmek için gayretle çalışmaktadırlar. Amerika’daki
kiliseler Hindistan, Mısır, Türkiye ve İran’a yoğun şekilde misyonerler
göndermektedirler. Fakat bu yeterli değildir. Bu misyonerler gittikleri
memleketlerin gelenek ve göreneklerini, inançlarını öğrenmeliler ve bu
bilgileri onları İncil ile aydınlatmak çabasında kullanmalıdırlar.[xlii]
Zaten müslümanlar tarafından yönetilen memleketler prestijlerini kaybetmişler
ve hıristiyanların hakimiyetine girmeye hazır hale gelmişlerdir. Tüm dünyadaki
müslüman nüfusun neredeyse yarısı zaten hıristiyan egemenliği altındadır.[xliii]
Bu sözlerden sonra ise şu tespitte
bulunur yazar:
“İran’da
Bâbîlik, Arabistan’da Vahhabîlik, Hindistan’da Ahmedîlik, Mısır ve merkezî
Afrika’da Mehdîlik hareketleri sayesinde İslam iç çekişmeler tarafından fena
halde esir alınmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında misyonerleri ve eğitim
kurumlarıyla, Protestan Hıristiyanlığının etkisi azımsanamayacak ölçüdedir.
Suriye’de, Türkiye’de, Mısır’da ve İran’da tefekkür sahibi pek çok müslüman
Tanrı Sözü’nü okumaktadır. Bazıları inanmakta, fakat inancını açık bir şekilde
ilan edememektedir. Hindistan’da yüzlerce müslüman alenen dinlerini bırakıp
kiliseye dahil olmuşlardır. Binlerce müslüman genç, hıristiyan okullarında
eğitim almaktadır. Bu okullardaki öğretmenlerin ve buralardaki kiliselerin
yöneticileri daha önce ateşli İslam taraftarları olan fakat sonradan Hıristiyanlığa
geçmiş, yerli halktan kimselerdir. Bu halk içerisine atılan maya tutmuştur..
.”[xliv]
Sonuçta yazar müslümanlar arasındaki
“İsa gelecek ve Deccal’ı öldürecek; Deccal, İsa'nın karşısında sudaki tuz gibi
eriyip gidecek” biçimindeki bir inanışa atıfta bulunarak son sözlerini söyler:
“Umut ediyoruz ki, İsa’nın gerçekten geleceği ve ‘Kutsal Ruhun kılıcı’
karşısında Deccal’ın sudaki tuz gibi eriyip kaybolacağı gün uzak değildir.”[xlv]
Wherry’nin İslam dini ve müslümanlar ile ilgili
sözleri, görüldüğü üzere, gerçekten de hayli iddialıdır. Fakat aradan yaklaşık
yüzyıl geçtikten sonra Amerika’dan bir başka protestan misyoner, Amerika Birleşik
Devletleri’nde bir İslam tehlikesinden bahsetmekte ve eğer hıristiyanlar
akıllarını başlarına almazlarsa artık müslümanların idaresinde, yani “hilalin
gölgesinde” yaşayamaya mecbur kalacaklarını korkulu ifadelerle dile
getirmektedir.
Ron Peck tarafından kaleme alınan Hilalin Gölgesi[xlvi] adlı
kitapçık, tıpkı Wherry’ninki gibi aslında
hıristiyanlara seslenen bir metindir. Yazar Ron Peck hakkında, kitapçığı basan kuruluşun yöneticisi olduğu dışında
herhangi bir bilgiye ulaşmak bizim için mümkün olmamıştır. Hilalin Gölgesi, ilk kez 1995’te ardından
1999’da iki defa basılmıştır. Baskıların üzerindeki sayılar yaklaşık
100.000’dir, fakat bu kitapçığın etkisi bu baskılarla sınırlı değildir. Zira
şuan internette basit bir arama ile herkesin kolayca ulaşabileceği bir
konumdadır. Bu kitapçık, merkezi Illinois’e bağlı Springfield şehrinde bulunan
CMM (Center for Ministry to Muslims) adında, Amerikalı müslümanlar arasında
Hıristiyanlığı yaymak amacında olan Evangelist bir kuruluş tarafından
yayınlanmıştır. Adı geçen topluğun ambleminin cami kubbesi üzerindeki hilali
kanatları içine alan bir güvercin şeklinde olması da (güvercinin
Hıristiyanlıkta Kutsal Ruh’u temsil ettiği düşünülürse) oldukça dikkat
çekicidir.[xlvii]
Kitapçığın içeriğine geçecek olursak;
yazar metnin giriş kısmında sözlerine, Stockholm’deki İslam Merkezi’nde
1983’te yapılmış bir konuşmadan bir alıntı ile başlamaktadır: “Gelecek 50 yılda
Batı dünyasını İslama kazandıracağız. Bunu yapmak için gerekli adamlara,
gerekli paraya sahibiz, hepsinden önemlisi bunu zaten yapmaktayız.”[xlviii]
Yazar bunun boş bir tehdit olmadığını, başlangıcından bu yana İslamın
misyonerlik amacına sahip bir din olduğunu ifade etmektedir. Şu anda Orta
Doğu’daki müslüman ülkeler Batı’yı hedef almış durumdadır ve “Batı’yı İslam
adına fethetmek” için büyük bir mesai ve milyonlarca dolar harcamaktadırlar.
Yazara göre 1990’lardan itibaren Batı ülkelerindeki müslüman teşkilatlar aşırı
bir artış göstermiştir ve özellikle Karayipler, Kanada ve Birleşik Devletler’de
son on yılda müslüman nüfusu ikiye katlanmıştır. “Bu trend devam ederse
Amerikalıların yakın bir gelecekte, bir bakıma, İslam hilalinin gölgesi altında
yaşama ihtimalleri söz konusudur.”[xlix]
Yazar, kitapçığı İslam tehlikesine
karşı hıristiyanları uyarmak amacıyla kaleme aldığını belirtir. Fakat diğer
taraftan da bu insanları hıristiyanlaştırma fırsatını kaçırmamak gerektiğini
dile getirir ki, herhalde “İslam tehlikesi”ne karşı yapılacak en makul iş
olarak müslümanları hıristiyanlaştırmayı görmektedir:
“Tanrıdan
niyazımız, bu uyarının, İsa’nın gerçek inanırlarını, Tanrı’nın kıyılarımıza
getirdiği müslümanlarla, İsa’nın hayat veren İncilini paylaşmaya teşvik etmesi
ve aynı zamanda İsa'nın takipçilerini müslüman ülkelerin yönettiği ve amacı
milletimizi müslümanlaştırmak olan misyonerlik faaliyetlerine karşı tavır
almaya teşvik etmesidir.” [l]
“Tarihsel veriler” başlığı altında
Peck, müslüman göçü ve Siyah Müslümanlar hareketinden söz etmektedir. Burada
belirttiğine göre; Amerika’ya ilk müslümanların Kolomb’dan önce geldiğine dair
bazı göstergeler varsa da, birçok tarihçi büyük gruplar halindeki ilk göçün
Afrikalı köle ticareti esnasında vuku bulduğunu kabul etmektedir. Amerika’ya
köle olarak getirilen siyahların yaklaşık yüzde otuzu köken olarak müslüman
bölgelerdendir. İkinci büyük dalga ise 1860’larda, Türk ordusunda görev
almaktan kaçan Suriyeli ve Lübnanlıların gelişi ile yaşanmıştır ve bu göç
Türkiye Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na girene kadar devam etmiştir.
1940’larda, bu bölgelerdeki iç savaş nedeniyle Hindistan ve Pakistan’dan;
1950’lerde ise siyasî ve ekonomik sıkıntılardan dolayı Türkiye’den Amerika’ya
gelenler olmuştur. Günümüzde her yıl Amerika’ya göçmen olarak gelenlerin
yaklaşık %15’i (sayısal olarak yaklaşık 100.000 kişi) müslümanlardan
oluşmaktadır. Legal olarak bu ülkeye gelenlerin önemli bir kısmı (yaklaşık
45.000 kişi) da eklendiğinde, her yıl ABD’ye yaklaşık 150.000 müslüman
girmektedir. 1960’tan önce gelenler Amerikan değerlerini büyük oranda
kabullenmiş kimselerdir ve çoğunluğunun İslamla sadece kültürel bir bağlantısı
vardır. Fakat son kırk yılda gelenler ortodoks İslama ve Kuran’a sıkı bir
şekilde bağlıdır.[li]
Yazar, Siyah Müslümanlar hareketine
ise, adeta özet bir tarihini verecek kadar önemli bir yer ayırmaktadır. Burada,
hareketin Wallas D. Fard tarafından 1930 başlarında Detroit’te
kurulmasından başlayarak, Robert Poole (sonraki
ismiyle Elijah Muhammed), Malcolm Little (Malcolm X), Elijah’ın
oğlu Wallace D. Muhammed ve Louis Farakan gibi diğer önemli liderleri ve
bu isimlerin söz konusu hareket içerisinde yaptıklarından söz etmektedir.[lii]
Peck, “Amerika’daki İslam Varlığı”
başlığı altında, ülkede yaşayan müslümanlarla ilgili istatistiksel bazı
verilere yer verir. Yazarın belirttiğine göre söz konusu yıl (1995) itibariyle
ABD’de 5-7 milyon arasında müslüman yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu, müslüman
sayısının, Amerika’daki iki ana Protestan mezhebi olan Presbiteryen Kilisesi ve
Episkopal Kilise’nin toplam üye sayısını haydi haydi geçmiş olduğu anlamına
gelmektedir. 2018’de bu rakamın iki katına çıkacağı tahmin edilmektedir. Bu
artışın kaynağı olarak ise göç; yüksek doğum oranı; evlilikler (yazar, her yıl
ortalama 7.000 Amerikalı kadının bir müslümanla evlendiğini ve İslam dinine
geçtiğini söylüyor) ve ihtida (yılda yaklaşık 25.000, bunlar arasında
katolikler, protestanlar ve yahudiler başta geliyor) gösterilmektedir. Çeşitli
araştırmalara atfen verdiği bilgilere göre en önemli ihtida nedenleri ise
şunlardır: özellikle siyahîlerin, geleneksel kiliseleri onların gerçek
ihtiyaçları karşısında kayıtsız kalmakla suçlamaları; ırk ayrımından duyulan
rahatsızlık; İslamın bireysel anlamda derin bir disipline önem vermesi.[liii]
Ron Peck’in aktardığı verilere göre
Amerika’daki müslümanlar oldukça çeşitli etnik kökenlerden gelmektedir. Fakat
İslam bunların hepsini birleştiren bir güçtür. Müslümanların büyük çoğunluğu,
yaklaşık %33’ü Arap; %30’u Afrika-Amerika; %29’u
Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Sri Lanka, Nepal ve Maldiv Adaları; %5’in biraz
üstünde bir kısmı ise Türk kökenlidir. %3 civarında bir kısmı İran; %5’lik bir
kısmı da Arnavut, Bosna, Batı Hint, Latin Amerika ve Kürt kökenlilerden
oluşmaktadır.[liv]
Müslümanların yoğun olarak bulundukları yerler California, New York, Illinois, Texas, New Jersey,
Pennsylvania ve Michigan eyaletleridir.[lv]
Bu verilere işaret ettikten sonra yazarımız,
İslam ülkelerinin misyonerlik faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin en önemli
itici gücü olarak gördüğü, ABD’deki müslüman kuruluşlarına dikkat çeker. Ona
göre İslam ülkeleri, özellikle de Or- tadoğu’dakiler, Birleşik Devletler’i
İslam yayılması için hedef olarak seçmiş durumdadır. Harward Hukuk Okulu’nda İslam Hukuku
Çalışmaları Merkezi’nin kurulması için Suudi Arabistan 5 milyon dolar
bağışlamıştır. Yine Arkansas Üniversitesi’nde Ortadoğu Çalışmaları Merkezi
kurulması için milyonlarca dolar bağış yapılmıştır İslam ülkelerinden. Bu
programlarda eğitim gören öğrenciler yüksek burslar almakta ve buralardaki
çalışmalar böylelikle teşvik edilmektedir.[lvi] 20.
yüzyıl başına kadar Amerika’da herhangi bir İslamî kuruluş mevcut değil iken,
I. Dünya Savaşı’nı müteakip camiler ve yerel İslamî kuruluşlar çeşitli büyük
şehirlerde belirmeye başlamıştır. Bugün Amerika’da 1500 cami bulunmaktadır. Her
eyalette en az bir cami vardır. Bunlardan %80’i ise son on yılda kurulmuştur.
Bunun dışında 200’e yakın müslüman okulu, 450 civarında İslamî kuruluş ve 90
ile 100 arasında İslamî yayın merkezi bulunmaktadır. Bunlardan çoğu Suudi
Arabistan ve Kuveyt gibi zengin Arap ülkelerinin desteğiyle oluşturulmuştur.[lvii]
Amerika’daki İslamî organizasyonlar
özellikle II. Dünya savaşından sonra gelişme göstermiştir. Şu anda ABD’de çok
aktif bir biçimde çalışan en az 12 büyük müslüman kuruluş vardır. Bunlardan
biri 1990’da kurulmuş olan AMC (American Muslim Council)’dir.[lviii]
Bunlar kendi amaçlarını “Amerikan siyasî hayatında etkili bir role sahip olmak
ve müslümanlara yönelik ayrımcılığa karşı mücadele ederek kültürel işbirliği
konusunda çalışma yapmak” olarak açıklamaktadırlar. Seçimlerde müslümanların
belirleyici bir rol oynamaları için onları oy kullanmaya teşvik etmekte,
böylece tıpkı diğer etnik veya dinî gruplar gibi müslümanların da Amerikan
siyasetinde etkili olmasına çalışmaktadırlar. Müslümanların Amerika’daki
önemli yayınlarından biri olan Islamic
Horizonsun 1999 Ocak/Şubat sayısında aynen şöyle denmektedir:
“Kamusal
alandaki girişimlerinin sonucu olarak müslümanların zaferi yakındır.. demokrasi
sadece ona katılanlara fayda verir. Değişimi gerçekleştirmek için oy
kullanmalısınız ki seçilen kişiler sizin nerede olduğunuzun farkına varsın.” [lix]
Yazar bir başka İslamî kuruluş olarak North American Islamic Movement’i örnek gösterir.[lx]
Bunlar amaçlarını, “Kuran tarafından yönlendirilen bir ahlakı yaymak” olarak
belirtmekte iseler de, yazara göre asıl amaçları Amerika’ya hakim olmak yoluyla
tüm dünyayı kontrol altına almaktır. Zira 1998’deki Manfsto’larında şöyle
demektedirler: “İnsanlık, tarihî bakımdan kritik bir sürece girmiş
bulunmaktadır. Amerikan topraklarındaki müslüman varlığı da bu yüzden aynı
derecede hassas bir konumdadır. bu durum müslümanlara, ahlakî liderlik
misyonları için eşsiz bir fırsat sunmaktadır.”[lxi]
Ron Peck sürekli aynı soruyu tekrarlar:
“Amerika’da haçın yerini hilal mi alacak?” Birleşik Devletler’deki
hıristiyanlar uyumaktadır ama müslümanlar Kuran’ın şu öğretisini oldukça
ciddiye almaktadırlar: “Biz seni ancak alemlere
rahmet olarak gönderdik (21:107).” Kaldı ki yazara göre İslam
misyonerliği masum bir tebliğ değildir. Müslümanların amacı sadece inançlarını
yaymak değil, Batı’ya egemen olmak, onu yönetmektir. Ve bu yolda hızla
ilerlemektedirler.[lxii]
Hıristiyanların çoğunluğu bu tehlike karşısında ilgisizdir. Onlar kendi
hayatlarıyla fazlaca meşguldürler. Bazıları ise müslümanlara kucak
açmaktadırlar. Bunlara göre “İsa onlar için de ölmüştür” ve Tanrı’nın inayeti
diğer insanlar gibi müslümanları da kapsamaktadır. Fakat bu kişiler
anlamalıdırlar ki İslam diğerleri gibi bir din değildir. Onlar sizin gibi
başkalarına merhamet gösteren ve kabullenen kişiler değildir. Bunu görmek için
İslam ülkelerinin yönetimlerine bir bakmak yeterlidir. Bu yönetimler
hıristiyanlara, özellikle de İslamdan Hıristiyanlığa geçenlere yaşam hakkı
vermemektedirler.[lxiii]
Yazar, müslümanları tamamen suçlayıcı
bir pozisyona da düşmek istemez. Bu yüzden, “misyonerlik yapmalarını” yanlış
bulsa da, müslümanların yüksek ahlakî standartlarının ve düzgün yaşamlarının takdire
değer olduğunu ifade eder.[lxiv]
Amerika’daki müslümanların büyük çoğunluğu terörist değildir; temelde iyi
insanlardır. Müslümanlar, Amerika’da yaygın problem olan uyuşturucu ve diğer
ahlaksızlıklardan endişelidir. Ahlakî konularda, gerçek hıristiyanlar ve
dinlerinin emirlerini yerine getiren müslümanlar (practicing muslims) ailevî
değerlere güçlü bir şekilde bağlıdırlar ve alkol, feminizm, homoseksüellik ve
cinsel serbestliğe karşıdırlar. Fakat tüm bunlara rağmen, yazara göre, ebedî
bir kayıp içerisindedirler. Dolayısıyla hem “İslam tehlikesi”ni bertaraf etmek
hem de bu insanları “kurtarmak” hıristiyanların görevidir. Yazar bu düşünceyi
şöyle bir slogana dönüştürmüştür: “Tanrı
müslümanlann İncili duymalarım istiyorI’"[lxv]
Ve Peck, hıristiyanlara yönelik uyarısına şu sözlerle son verir:
Soruyu tekrarlıyorum: Amerikalılar bir gün
hilalin gölgesi altında mı yaşayacaklar? Bu sorunun cevabı bize bağlıdır ve
Birleşik Devletler’deki hıristiyanlar buna bugün karar vermek zorundadır.”[lxvi]
Genellemeler tabi ki her zaman için
eleştiriye fazlasıyla açıktır. Bununla birlikte, burada ele aldığımız iki metin
açısından bir değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz:
Gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da Batı
ile Hıristiyanlık özdeşleştiril- miştir ve bu medeniyetin mensuplarında bu algı
hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. İslam ile ilgili Batılıların
19. yüzyıldaki kendinden emin söylemi 20. yüzyıl sonunda yerini endişe ve
korkuya bırakmış durumdadır. Aslında aradan geçen zamana bakıldığında henüz siyasî
olarak çok fazla değişen bir şey yoktur. Zira dünyaya yön veren politikaları
belirleyenler hala müslüman devletler değildir. Fakat, buna dair ciddi
göstergeler olmamasına rağmen, “global sta- tüko”nun değişebileceği düşüncesi
dahi Batı dünyasında bir endişeye yol açmaktadır. Bu endişe ise İslam ve
müslümanlarla ilgili eskiden beri var olan “asıl im- ge”nin en önemli
besleyicisidir. Dolayısıyla söz konusu imgenin değişmesi kolay görünmemektedir.
Bazılarının zannettiği gibi vakıa bilgi veya iletişim eksikliği ile değil,
yerleşik bir zihnî tutumla alakalıdır. Çünkü akademik çalışmalardaki artış,
iletişimin kolaylaşması veya bilgi vasıtalarının yaygınlaşması ile söz konusu
tutum arasında paralel bir gelişme veya değişme söz konusu değildir. İslam
dinine yönelik, kadınları ikinci sınıf insan kategorisine koyduğu, bu dinin
bilimsel gelişmeye, aklın kullanılmasına, demokratik bir idare şekline açık
olmadığı türünden, kalıplaşmış bazı ithamlar yüzyıl öncesi ile bir farklılık
arz etmemektedir. Özellikle ahlakî bakımdan Batılılar bazı konularda
müslümanların veya İslamın hakkını teslim etmek zorunda kalıyorlarsa da, bunlar
genel yaklaşımı değiştirmemektedir. Üstelik, her ne kadar bazı mezhep
ayrılıklarını zaaf olarak değerlendirip bu yöne yüklenmek şeklinde bir
stratejiden bahsedilebilirse de, genel itibariyle Batılılar eskiden de şimdi de
müslümanları tek tip görme eğilimindedirler.
İslamın yayılmasından endişe edenler de asıl tehlike olarak
Türkleri değil zengin Arap devletlerini suçlamaktadırlar. Bununla birlikte,
Batılıların zihninde Türk ve İslam kavramları arasındaki bağlantı henüz
kaybolmuş değildir. Dolayısıyla Batılılardan “seküler” bir Türkiye algısı
bekleyenlerin önünde daha çok uzun bir zaman vardır.
[Ancak Araplar İslâm-ı temsil etmekte
başarılı olamadılar. Amerikanın tertiplediği 11 Eylül hadisesi İslâm’ın temsil
cephesini Türklerden alıp Araplara vermek için yapılan bir komplo idi. Ancak
Arap baharı denilen sahte rüzgarın sonuçları da bu sahte imajı yıktı. Ayrıca
Suriye –Şam Meselesi ve dolayısıyla Kürt Sorunu yine herşeyin merkezinde ve İslâm-ı
temsil hüviyetine Türklerden başkasının sahip olmadığını gösterdi. Bu Allah
Teâlâ’nın gerçek hakikatidir. İhramcızâde İsmail Hakkı]
Öte yandan, Ermeni sorunu, Kıbrıs
meselesi, Avrupa Birliği’ne üyelik süreci gibi ülkemizle alakalı pek çok
konunun, birçok Batılı tarafından bir “inanç meselesi” olarak algılandığı bir
gerçektir ve bu algılamada sözünü ettiğimiz “asıl imge”nin önemli bir etkisi
vardır. Her iki metinde de görüldüğü üzere, genel anlamda da Batılılarca din ve
siyaset ayrı düşünülmemektedir. İki yazar da, bir dinin yayılması ile siyasî
egemenlik arasında mutlak bir ilişki görmektedir. Onlara göre, bir inanç olarak
İslamın yayılması aynı zamanda potansiyel bir siyasî tehlikedir. Bu
Hıristiyanlık için de geçerlidir. Yani misyonerlik faaliyetleri ile siyasî
konjonktür arasında da önemli bir ilişki vardır. Hatta Hıristiyanlığın
yayılması konusunda adeta siyasî amaçlara uygun bir teoloji geliştirildiği gözlenmektedir.
Buna göre İslam egemenliği altında insanlar dinlerini özgür olarak seçememekte
ve ifade edememektedirler. Yani yazarlarımız ve onlar gibi düşünenlere göre
inanç veya ifade özgürlüğünün anlamı “Hıristiyanlığın yayılmasının önündeki
engellerin kaldırılması”dır. Dolayısıyla “özgür” bir ortam yaratmak için
hıristiyanların siyasî olarak da egemen olmasına ihtiyaç vardır. Onlar için
müslümanlar zor, fakat önemli bir hedeftir ve asla onları hıristiyanlaştırma
fikrinden vazgeçmemektedirler. Çünkü Müslümanlıkla “kültürel bağ” dışında bir
bağı olanlar, siyasal sistemin geleceği açısından endişe kaynağıdır. Bu
kişiler, bazı Müslüman düşünürlerin modern bir takım söylemlerini olumlu
görseler de, onlar için İslam, İslam olmaktan çıkmadığı sürece müslümanların
“bağnazlık”tan ve “tehlike” olmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Kuran’a
bağlılık ise bu “sakıncalı” Müslümanlığın yegane ölçüsü kabul edilmektedir.
Diğer bir dikkat çekici husus da “birlikte yaşama” konusundaki yaklaşımdır.
Her iki yazara göre de bu iki inancın mensuplarının hoşgörü ve diyalog
ortamında bir arada yaşayabileceklerini düşünmek saflıktır. Zira ortada, bir
tarafın galip gelmek zorunda olduğu bir savaş söz konusudur.
[ii] Bu ayırım ile ilgili bkz.
Sina Akşin, “Batı’da Türk İmgesi.” Akşin’nin söz konusu makalesi Mülkiye dergisinin 245.
sayısında (2004) yayınlanmıştır. Adı geçen derginin internet sitesindeki şu
adresten de ulaşılabilir:
http:llmmm.mulkiyedergi.orglindex.php?option=com_docman&task=doc_download&gid=138&&Itemid
=2 (24.12.2008)
[iii] Bkz. Amir Saeed, “Media, Racism and Islamophobia: The Representation of Islam and
Muslims in the Media”, Sociology
Compass, 1/2 (2007), ss. 443-462; W. Shadid &
P.S. van Koningsveld, “The Negative Image of Islam and Muslims in the West:
Causes and Solutions”, Religious
Freedom and the Neutrality of the State: The Position of Islam in the European
Union, W. Shadid & P.S. van Koningsveld
(eds.), Leuven, Peeters, 2002, ss. 174-196.
[iv] Türkiye’de, Batı’daki Türk ve müslüman imajı ile
ilgili, konuyu farklı yönlerden ele alan pek çok çalışma mevcuttur. Örnek
olarak şu eserler zikredilebilir: Ümit Gürol, Italyan Edebiyatında Türkler, İmge Yayınları, Ankara, 1987; Vedat Sağlam, Batida Islam Imajı, Birleşik
Yayıncılık, İstanbul, 1997; Bülent Keneş, Batı Medyasında Islam Imajı, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998; Özlem Kumrular, Türk Korkusu, Doğan Kitapçılık,
İstanbul, 2008; Mustafa Soykut, Avrupa'nın Birliği ve Osmanlı Devleti (1453-1683), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007; Onur Bilge
Kula, Alman Kültüründe Türk
imgesi, Gündoğan Yayınları, İstanbul, 1993.
[v] Sedat Laçiner, “Türkiye
Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler’. Liberal Düşünce dergisinin 13.
sayısında yayınlanmış olan bu makaleye, yazarın halen başında bulunduğu
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)’nun web sitesinde de
ulaşılabilir: htp:llwww.usakgundem.comlmakalephp?id=55. (26.12.2008) Türkiye-AB ilişkilerinin kültürel boyutu ile ilgili
yakın zamanda yayınlanmış bir başka çalışma için bkz. Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, Büke Yayınları, İstanbul, 2008.
[vi] Bizans’taki İslam algısı ve
müslümanlarla ilk ilişkiler hakkında bkz. A.A. Vasiliev, “Byzantium and Islam”, Byzantium: An Introduction to East Roman Civilisation, N.H. Baynes-L.B. Moss (eds), Clarendon
Press, Oxford, 1953, ss. 308—325; John Meyendorf, “Bizans’ın İslam Anlayışı”, çev. Fuat Aydın, Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6, 2002, ss. 21—46. İlk dönemlerde müslümanların
hıristiyanlara bakışı ve bu iki dinin mensupları arasındaki teolojik
tartışmalar hakkında bkz. İbrahim Kaplan, Islama Göre Hıristiyanlık, IQ Kültür Sanat Yay., İstanbul, 2008.
[vii] Bkz. Franco Cardini, Avrupa ve İslam, çev. Gürol Koca,
Literatür Yay., İstanbul, 2004, s. 175.
[viii] Hıristiyanlardaki
müslüman imgesinin tipik yansımalarından biri ikonalardır. Müslümanlar
Hıristiyan ikonografisinde şeytanlar, ifritler ve yahudilerle birlikte düşmanca tasvir
edilmiş ve korkunç canavarlar olarak resmedilmişlerdir. Bu tasvirlerle ilgili
bir değerlendirme ve ikona örnekleri için bkz. Debra Hassig, “The Iconography of
Rejection: Jews and Other Monstrous Races” Image and Belief, Colum Hourihane (ed.), Princeton
University Press, New Jersey, 1999, ss. 25—46. Osmanlı
döneminde Avrupa’nın Osmanlıya bakışı, Osmanlının hangi tür eserlere konu
olduğu ve yayınların mahiyeti ve sayısı hakkında malumat için bkz. Erhan
Afyoncu, “On Soruda Avrupa’da Osmanlı-Türk İmajı”, Popüler Tarih, sayı 40 (Aralık
2003), ss. 16-21. Rönesans Avrupa’sında Türk imajı ile ilgili en bilinen
çalışmalardan biri olarak bkz. Robert Schwoebel, The
Shadow of the Crescent: The Renaissance Image of the Turk, B. de Graaf, Nieuwkoop, 1967.
[ix] Mesela Reform döneminde
katolikler ve protestanlar birbirlerinin baş düşmanı haline gelince Türkler ve
müslümanların “düşmanlar hiyerarşisi”nde bir basamak aşağı kaydığı
söylenebilir.
[x] Bkz. Sedat Laçiner, agm. Avrupa kimliğinin oluşumunda
İslamiyetin önemli bir rol oynadığı düşüncesini modern dönemde ilk kez Henri
Pirenne, 1930’ların sonunda yayınladığı ve çok tartışma yaratan meşhur eseri
ile ortaya atmıştır. Pirenne’ye göre İslamın yayılması hıristiyanların kara
Avrupasının içlerine çekilmesine neden olmuştur ki, Charlemagne vasıtasıyla
buradan bir Avrupalılık
kimliği doğmuştur. Bkz. Henri Pirenne, H%. Muhammed ve Charlemagne, çev. M.A. Kılıçbay, İmge Yayınları, Ankara, 2006. Pirenne’nin söz
konusu eseri ve bu esere yönelik tepkilerle ilgili bir değerlendirme için bkz.
Daniel C. Dennett, “Pirenne and Muhammed”, Speculum, vol. 23, no. 2 (Apr. 1948), ss. 165—190.
Ayrıca, bir “öteki” olarak Batı’da müslüman imajının oluşumu hakkında bkz.
Josep Fontana, Çarpıtılmış Geçmişe
Ayna: Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması, çev.
Nurettin Elhüseyni, Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 51 vd.
[xiii] E.M. Wherry, A Comprehensive Commentary on the Quran: Comprising Sale’s Translation
and Preliminary Discourse, Kegan Paul, Trübner & Co., London, 1896.
[xiv] E.M.
Wherry, Our Missions in India
1834-1924, The
Stratford Company Publishers, Boston, Massachusetts, 1926.
[xv] Bkz. E.M. Wherry (ed.), Missions at Home and Abroad: Papers and Adresses Presented
at the World’s Congress of Missions October 2-4, 1893, American Tract Society, New York, 1894;
E.M. Wherry, S.M. Zwemer, C.G. Mylrea (eds.) Islam and Missions: Being Papers Read at the Second
Missionary Conference on Behalf of the Mohammedan World at Lucknow, January
23-28, 1911,
Fleming H. Revell Company, New York-Chicago-Toronto, 1911. Söz konusu bu iki kongrenin ilkinde Protestan misyonerliğinin
mahiyeti ve yöntemleri, ikincisinde ise özellikle İslam dünyasındaki siyasî
gelişmeler ve bunların misyon faaliyetleri ile ilişkisi ağırlıklı olarak
üzerinde durulan konulardır.
[xviii] Islam or the Religion of the Turk, ss. 49—52. Yazarın
yaklaşımı, tehcir hadisesi öncesinde dahi bazı Batılıların Ermeniler lehine
Türkleri suçlamaya ne kadar hazır olduklarını göstermektedir. Açıkça
belirtmemekle birlikte,
yazar muhtemelen bunları “Rus Harbi” olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı
(1877-1878) esnasında yaşanan bazı mücadelelere atfen söylemektedir. Fakat,
gerek “Müslüman bir devlet görevlisi”nin itiraflarına dayandırdığı, gerekse
doğrudan dile getirdiği bu iddialara yönelik hiçbir kaynak vermemesi, bu
ifadelerin tamamen propaganda amaçlı bir duygu sömürüsü olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, yazarın söyleminde Ermenilerin sırf hıristiyan oldukları için zulme
uğradıkları gibi bir yaklaşım söz konusudur ki, bu tutarsız bir iddiadır. Zira
o dönem hıristiyanlar Osmanlı Devleti’nin pek çok yerinde vardır ve onun
anlattığı gibi bir “vahşet” hiçbir dönem mevcut olmamıştır. Kaldı ki o dönem
öncesinde ve sonrasında başka Amerikalı yazarlar tarafından kaleme alınmış
eserlerde Wherry^nin söylediklerinin tam tersi ifadelere rastlamak mümkündür.
Mesela Mills, Türklerin egemenlikleri altındaki yahudilere ve hıristiyanlara
asla baskı uygulamadıklarını ve bunu inançlarının bir gereği olarak
yaptıklarını söyler. Bkz. Charles Mills, A History of Muhammedanism, Cox and Baylie, London, 1818, s. 461, 462. Cobb ise adeta Hıristiyan dünyadaki Türk
imgesine itiraz niteliğinde bir başlık koyduğu kitabında, Türklerin son derece
şefkatli ve hoşgörülü bir millet olduğunu anlatır. Hatta kitabının önsözünde bu
asil millete
duyduğu hayranlığı pek çok kişinin anlayamamasından ve kendisini yadırgamasından
şikayet eder. Bkz. Stanwood
Cobb, The Real Turk, Pilgrim Press,
Boston, 1914.
[xx] Islam or the Religion of the Turk, s. 61. Protestan hareketin başarısında Türklerin o
dönem Avrupa’da önemli bir siyasî aktör olarak yer almasının etkili olduğu
yaygın bir düşüncedir. Gerçekten de o devredeki “Türk tehlikesi” olmasaydı,
katolikler tüm güçlerini onlar üzerinde toplayabileceklerinden, reformcu
hıristiyanlar tıpkı geçmişteki benzerleri gibi kısa sürede yok edileceklerdi.
Hatta o dönemde “Luthercilerin şansı Türklerdir’ (Der Türke ist der
lutheranischen Glück) şeklinde bir deyim yaygın hale gelmişti. Bkz. F. Cardini, Avrupa ve İslam, s. 187.
[xxiii] Islam or the Religion of the Turk, s. 22, 23. Yazarın
bahsettiği ikinci husus, yani
“insanın kurtuluş için Tanrıya muhtaç olduğu” düşüncesi, İslam teolojisi
açısından da doğru sayılabilir belki, fakat yazarın bunu ön plana çıkarmasının
nedeni bu düşüncenin Protestan ilahiyatının temel taşlarından biri olmasıdır.
[xxix] Islam or the Religion of the Turk, s. 40, 41. Yazarın
bahsettiği “İsa’nın günahsızlığı” düşüncesinin kaynağı, çoğunlukla Âli Imran suresinin 35.
ayetinde geçen, Meryem’in annesinin duasını açıklamak üzere zikredilen bir
rivayettir. Peygambere atfedilen bu rivayete göre “doğan her çocuğu şeytan
mutlaka dürter... bunun tek istisnası Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa’dır.” Fakat
Buhari (‘Enbiya, 44) ve Müslim (Fedail, 146) gibi hadis
kitaplarında geçen bu rivayet muhtemelen hıristiyan etkisi ile peygambere
atfedilmiş bir sözdür. Zira İslamdaki, her insanın günahsız ve tertemiz doğduğu
inancının aksine hıristiyanların “aslî günah” doktrinini hatırlatmaktadır. Ayrıca,
görüldüğü üzere yazar bu “günahsız peygamber İsa” anlayışını adeta
müslümanların zihin dünyasına nüfuz etmek için bir kapı olarak algılamaktadır.
[xxxiv] Islam or the Religion of the Turk, s. 4. Bu düşünceye göre
müslümanlar sadece “kötü” değil aynı zamanda medeniyetten uzak insanlardır.
Mesela yazarın mesai arkadaşlarından biri, o dönem İstanbul Robert Koleji
müdürlüğü yapmakta olan George Washburn, Türkiye’yi “henüz medenîleşmesini
tamamlamamış” (“semi-civilized”) bir memleket olarak görmekte ve bu milleti
hıristiyanlaştırmadan önce eğitmek gerektiğini iddia etmektedir. Bkz. George Washburn, “The True Aim of
Missionary Work”, Missions at Home and
Abroad, s. 149, 157.
[xxxvi] Wherry, Kuran’da “ehli kitab” ile müşrikler
farklı kategoride görülmesine rağmen, Tevbe suresi 5. ayetteki “onları
bulduğunuz yerde öldürün” şeklindeki ibareyi sanki özel olarak hıristiyanlar
için söylenmiş gibi aktarmakta; üstelik ayete “peygamber şöyle der:” şeklinde
atıfta bulunarak Kuranı peygamberin kendi ifadeleri imiş gibi göstermeye
çalışmaktadır. Bkz. s. 4.
[xl] Islam or the Religion of the Turk, ss. 53—55. İslam
mezhepleri ile ilgili verilen sayı teorik olarak doğru olabilir belki, ama
etkili ve önemli belli başlı ekoller anlamında fazlaca abartılı bir rakamdır.
[xlii] Islam or the Religion of the Turk, s. 57, 58. Harput’ta
görev yapan bir misyoner olan Barton, Protestanların Türk topraklarındaki misyonerlik faaliyetlerinin
1819’da başladığını, hatta Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde şahit
olunan “büyük zaferler”in Hıristiyanlık
tarihinde eşinin bulunmadığını söyler. Beyrut’ta faaliyet gösteren bir başka
misyoner, Henry Jessup ise 1800’lerin sonu itibariyle Suriye ve Filistin’de
328, Mısır’ da 100, Anadolu ve diğer Osmanlı bölgelerinde 464 olmak üzere,
Osmanlı devleti içerisinde 892 Protestan okulunun mevcut olduğunu ve bu
okullarda 43.000 civarında da öğrenci bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu iki
misyoner o dönem Osmanlı İmparatorlundaki, sosyal, eğitsel ve bilimsel
alanlardaki tüm olumlu gelişmeleri Protestanların bu faaliyetlerine
bağlamaktadırlar. Bkz. J.L. Barton, “Conspicuous Examples of Gospel Triumph in the Ottoman Empire”, Missions at Home and Abroad, ss. 263— 279; Henry H. Jessup, “Modern
Triumphs of the Gospel in the Otoman Empire”, Missions at Home and Abroad, ss. 247- 262. Hatta “sömürgeleştirmek” şeklinde de olsa hıristiyanlaştırmanın ne
gibi “iyileştirici” etkilerinin olduğu, o zamanlar bazılarınca hararetle
savunulmuştur. Mesela Amerika’da sömürge ve misyonerlikle ilgili bir kuruluşun
(Massachusetts Colonization Society) yöneticilerinden biri olan Joseph Tracy
1844’te yayınladığı kitabında sömürgecilik ve misyonerliğin müslüman topraklarında
bölge halkı için ne kadar “hayırlı” etkiler yaptığını anlatmaktadır. Bkz. Joseph Tracy A Historical Examination of the State of Society in Western
Africa, as Formed by Paganism and Mohammedanism, Slavery, the Slave Trade and
Piracy, and of the Remedial Influence of Colonisation and Missions, Press of T.R. Marvin, Boston, 1844.
[xliii] Islam or the Religion of the Turk, s. 62. Kahire’de
misyonerlik
yapan Gairdner o dönem
Hıristiyan egemenliği altındaki müslümanlar ve bunların durumları ile ilgili
bilgi vermekte ve özellikle Hindistan’da, İngilizlerin müslümanlara karşı
“fazla” müsamahalı davranmasından yakınarak, bunun doğru ve “hıristiyanca” bir
yaklaşım olmadığını, gelecekte bunun zararlarının mutlaka görüleceğini
belirtmektedir. Bkz. W.H.T.
Garidner, “Islam Under Christian Rule”, Islam and Missions, ss. 195—205.
[xlv] Islam or the Religion of the Turk, s. 64. Wherry’nin arkadaşlarından, Suriye’de 22 yıl misyonerlik
yapmış olan James Dennis de “tarihin dramatik bir sürprizi” olarak nitelendirdiği İslamı,
“tam da Doğu insanının zayıflıklarına uygun bir inanç” olarak tanımlamaktadır.
Bkz. James S. Dennis, “The Inaccessible Fields of Islam
and How to Reach Them”, Missions
at Home and Abroad, s. 229. Dennis hıristiyanların müslümanlara, ancak askerî olarak hakim oldukları
bölgelerde ulaşılabildiğini iddia etmekte (a.g.m., s. 230) ve Wherry ile paralel biçimde
aynen şu cümleleri kullanmaktadır: “Bazı müslüman yönetimlerin acı ve gaddar
zulümlerine rağmen, cihad dönemi artık bitmiştir. Hıristiyanlar bu gerçeğin
farkına her geçen gün daha fazla varmakta ve medeniyet ışıkları İslam
engizisyonunun karanlığında kalmış yerleri giderek aydınlatmaktadır.” A.g.m., s. 235.
[xlvi] Ron Peck, The Shadow of the Crescent, the Growth of Islam in the
United States, CMM,
Springfield, 1995. Eserin sonunda bir kaynakça mevcuttur. Burada belirtilen
kaynakların en önemlilerinden
biri Muslim World un 1994’te
yayınlanan, Amerika’daki müslümanlarla ilgili özel sayısıdır. Bkz.
Muslim World, vol. 7, no.
1&2, 1994.
[xlvii] CMM hakkında, söz
konusu kuruluşun web adresinden daha fazla bilgiye ulaşmak mümkündür. İlgili
sitede Ron Packin hazırladığı
metin dahil, benzer konuda pek çok materyal bulunmaktadır. Kuruluşun en önemli
etkinliklerinden biri müslümanlarla beraber Cuma namazlarına katılma
programlarıdır. Sitede ayrıca geçtiğimiz yıllarda Trabzon’da bir rahibin
öldürülmesinden Hrant Dink cinayetine ve Malatya’da misyonerlerle ilgili
yaşanan hadiseye varıncaya kadar pek çok olaya yer verilmektedir. Ayrıca
Türkiye’de yaşayan hıristiyan nüfus ile ilgili sayısal bilgiler de
sunulmaktadır. Ortodokslardan bahsedilmeyen bu verilere göre Türkiye’de 65.000
Ermeni, 20.000 katolik, çoğunluğu İslamdan geçen 3500 protestan yaşamaktadır.
Bkz. http:llwww.cmmequip.org (current prayer requests/ 04.12.2008).
[l] The Shadow of the Crescent, s. iii. Peck’in burada ele aldığımız kitapçığı dışında, CMM’nin müslümanlara
Hıristiyanlık propagandası yapacaklar için İslam hakkında bilgiler verme
amacıyla hazırlanmış ve belli aralıklarla tekrar basılıp dağıtılan iki önemli
yayını daha vardır. Bkz. Del Kingsriter, Sharing Your Faith with
Muslims, CMM, Springfield, 1986; David K. Irwin, What
Christians Need to Know About Muslims, CMM, Springfield, 1987.
[lii] Bkz. a.g.e., ss. 2, 3—7. Yazar Elijah’ın,
Fard’ın mehdi olduğu iddiasını ortaya atması konusundan bahsederken mehdi
inancının Kuran’da yer aldığını söyler. Fakat bu bilgi yanlıştır, zira Ku-
ran’da mehdilik ile ilgili herhangi bir ibare geçmez. Bu ve diğer bazı
örneklere bakıldığında, Wherrye kıyasla Ron Peck’in İslam dini ile ilgili
bilgilerinin daha yüzeysel olduğu söylenebilir.
[lv] Yazar ayrıca Amerika’da
müslüman nüfusun yoğun olarak bulunduğu yerleri gösteren bir harita vermiştir.
Burada Amerika’nın Orta-Kuzey bölümü hariç, müslüman nüfusun yoğunlaştığı yerler
ülkeyi kenarlardan saran noktalar halinde gösterilmektedir. The Shadow of the Crescent, s. 10.
[lviii] American Muslim
Council gerek İslam hakkında bilgi vermek gerekse üyelerinin sorunlarına
yardımcı olmak (ücretsiz hukuk danışmanlığı hizmeti vermek gibi) amaçlı pek çok
faaliyet yürütmektedir. Vatandaşlık hakları, üzerinde durdukları konuların
başında gelmektedir. İlgili kuruluş hakkında daha fazla bilgi için bkz. http:llamcnational.org.
[lx] Yazarın bahsettiği kuruluşun
şu anki adı ISNA (Islamic Society of North America)’dır. Islamic Horizons adlı dergi de bu
kuruluş tarafından yayınlanmaktadır. 1996 yılında,
kurulmuş olan bu organizasyon hakkında topluluğun internet sitesinden bilgi
edinilebilir. Bkz. http:||mmm.isna.net.
[lxv] The Shadow of the Crescent, s. 18, 19. Burada ele
aldığımız kitapçığın sonuna “İslam hakkında daha fazla bilgi almak istiyorsanız
veya inancınızı müslüman komşularınızla paylaşmak için materyallere ihtiyaç
duyuyorsanız bizimle irtibata geçin” şeklinde bir ibare eklenmiş ve CMM’nin
iletişim bilgileri verilmiştir. Ayrıca CMM, Intercede isminde bir dergi
çıkarmakta ve bu dergide çeşitli İslam ülkelerinden “ihtida” haberleri yer
almaktadır. Tamamen propagandaya yönelik bu yazıların çoğunda Hıristiyanlığa
geçen müslümanların “dokunaklı” yaşam öykülerine yer verilir. Mesela bu
hikayelerin birine göre M.F. adında bir adamın (“şeyh” sıfatına sahiptir aynı
zamanda) kızı amansız bir hastalığa yakalanır. M.F. doktorların tavsiyesi
üzerine Fransa’ya gider. Gittikçe kötüleşen kızına bir gece İsa görünür ve onun
kurtarıcısı olmak istediğini söyler. İsa’nın teklifini kabul eden kız mucizevî
bir şekilde iyileşir. Lakin babası, kızı için mutlu olsa da bu hikayeye
inanmaz. Sonunda İsa ona da görünür ve hep birlikte mutlu bir hıristiyan aile
olurlar. Bkz. Intercede, vol. XVII, no. 1, Jan.-Feb. 2001, s. 1.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar