MEDYATİK KİMLİKLER
“AH SEBASTİAN” IN ARKAPLANI
Bill
Maher ve Larry Charles birlikte hazırladıkları sorgulayıcı belgesel olan
“RELİGULOUS- İlahi Komedi (2008)” deki bir araştırmayı takrir ederek şu gerçeği
ifşa ediyor.
İtalya'da bir araştırma yaptılar.
- Öyle mi?
"Evet. İnsanlara "Kriz zamanlarında"
"hangi azize dua ediyorsunuz?
" ...diye sordular, tamam mı?
Listenin 6. Sırasında kim vardı biliyor musun?
- Yüce İsa.
- 6. mı?
İtalyanların bir problemi olduğunda hatırlayacağı 6. kişi
çıktı.
- Harika, öyle değil mi?
- Bu... bu çok ilginç.
Bu
girizgâhtan sonra söylemek istediğimiz ehl-i kitabın inanç seviyesindeki
durmları buradan ölçebilirsiniz. (Bu konuda Müslümanlarında şeyh telakkisindeki
durumda irdelenebilir.)
Sözü
aziz Sebastian’a getirecek olursak:
Aziz
Sebastian Hıristiyan olarak şehit edilmiş ilk Romalı asker kabul edilmektedir.
Ölüme mahkum edilmiş birtakım Hıristiyanlar'ı hayatlarını kurtarmak için dini
inkar etmelerini isteyen yakınlarını durdurunca "yakalanıyor".
Çeşitli mucizeler gerçekleştiriyor. Komutanının tacizine uğruyor. Arkadaşları
tarafından oklanarak öldürülmeye mahkum ediliyor. Anlatılanlara göre,
komutanıyla sevişmeyi reddetmiştir. İmparator (Diocletian) la da tartışmaya
girişince onu emriyle dövülerek, oklanarak öldürülüyor.
Ölüm
tarihi geleneksel olarak MS. 23 Ocak 287
olarak kabul ediliyor. Ancak mucizevi
bir şekilde orada ölmüyor; insanları Hıristiyanlığa çağırmaya, mucizeler
gerçekleştirmeye devam ediyor. Romalılar tarafından öldürülen Aziz Sebastian,
rönesans ve modern sanat eserlerinde acı çekmenin ve kahramanlığın kişileşmiş
bir simgesi olarak resmedilir. Ancak
bu aziz bir şekilde eşcinsellerin bir azizi olmuştur.
Öte
yandan her Hristiyan azizi gibi pagan mitlerine dayandığı iddiaları vardır. Diocletian
tarafından tanrı ilan edildiğine dayalı metinlerden biri Antalya Arkeoloji
müzesinde durmaktadır, diğer metinleri pek tabii Katolitik Kilisesi (bilerek
yanlış yazılmıştır) özenle yok etmiştir.
Günümüzde Aziz Sebastian
bir gay ikonu olarak güncelliğini korumaktadır.
http://en.wikipedia.org/wiki/Saint_Sebastian
Hzl: Yusuf YURDİGÜL
Kimlik; siyasal, etnik, ortak yaşam alanlarının kullanımı, kültür, dil vb.
birlikteliklerin bir arada yaşandığı “içermenin” olduğu gibi, aynı zamanda (bir
kimliği diğerlerine göre tanımlayan coğrafi ve kültürel sınırların, yaşama dair
belirli simgeler ve sembollerin, davranış kalıplarının vb. farklılıklar
yaratılarak) “dışlamanın” da ürünüdür. Ortak bir kimliği diğerlerine göre
tanımlayan coğrafi ve kültürel sınırlar, yaşama dair belirli simge ve
sembollerin kullanımı, ortak kaygı ve korkular gibi unsurlar başka kimlikleri
dışlayıcı bir yapı içerisindedir. Farklılık, ötekilik, yabancılık gibi
(ortak bir kimlik için) karşıt sayılabilecek kavramların ortaya çıkması bu
dışlayıcı yapının ürünüdür. Kimlik varlığını devam ettirmek, güven altına
almak ve sağlamlaştırmak için sürekli farklılıklar üreten bir dışlayıcı yapı
içerisine girmek zorundadır. Ortak bir kimliğin oluşturulmasında farklılıklar
yaratan kimlik; kamusal alan, herkes alanı, sıradan olma durumu gibi
birlikteliğe yönelik yapıların oluşması için bir dışlama, sıradışılaştırma,
marjinalleştirme mekanizmasına ihtiyaç duymaktadır. Herkes alanının
belirlediği bu eleme ya da kontrol altında tutma mekanizması, ortak kimliği
paylaşan bireylerin herkes alanının dışına çıkmasını önlediği ve onları
sıradanlaştırdığı gibi bu mekanizmaya karşı duran ya da tavır alanların da
sıradışı olmalarına/kalmalarına sebep olmaktadır.
Ortak bir kimliğin oluşmasını sağlayan (herkes alanının) eleme mekanizması,
bir anlamda sosyal kontrolü de sağlamaktadır. İnsanların birbirleriyle
etkileşimde bulunma kabiliyetleri, karşıt eylemlerinin muhtemel sonuçlarını
düşünmeleri, avantaj ve dezavantajlarını değerlendirmeleri, normal ya da
anormal davranışlar içerisinde olup / olmadıkları, bu mekanizmaya göre
değerlendirilmektedir. Davranış ve tutumları bu mekanizmadan geçemeyen /
elenen ya da karşıt tavır alan bireyler sıradışı kimlikler olarak
adlandırılmaktadır.
Ortak kimliği paylaşmayan ya da sosyal kontrole karşı tavır sergileyenler
sapkın, marjinal, sıradışı gibi bir takım etiketlendirmelere ve kategorizelere
maruz kalmaktadırlar. Etiketlenmelerle ya da kategorize ifadelerle anılmaya
başlayan bireylerin sayıca çokluğu, onların bir grup oluşturabilecekleri
düşüncesini / yöntemini de beraberinde getirmektedir. Sıradışı, sapkın,
marjinal bireyler olarak ortak kimliğe sahip olanlardan (diğerlerinden) ayrı
bir muameleye tabi tutulan bireyler, tıpkı kimliğin mantığında olduğu gibi bir
takım semboller ve simgelerin kullanımı yoluyla kimliklerinin devamını sağlamak
ve korumak için çeşitli yöntemleri kullanma ve onlardan beklenen marjinal
davranış kalıplarını sergileme yoluna gideceklerdir. Kategorize edilen ve
sıradışı olarak etiketlenen bu gruplar etiketlenme/tanımlanma biçimlerine uygun
davranışlarla tepki gösterirler. Başkalarının (Ortak Kimliğin eleme
mekanizmasına takılmamış olanların) önyargılarını içselleştirerek yeni bir
kimlik duygusu kazanırlar.
Televizyon haberlerinde sunuldukları haliyle travestiler de sıradışı cinsel
kimliklerdir. Çünkü toplumun çoğunluğunun kabul ettiği heteroseksüel cinsellik, bir
anlamda “herkes" alanıdır. Yani “herkes”in kabul ettiği kadın-erkek
şeklindeki cinsel kimlik tanımlamasının karşısında yer alan ya da bu
tanımlamaya uymayan travestiler sıradışı cinsel kimlikler olarak anılmaktadır. Fakat normal kabul
edilen kadın ve erkek kimliğine uymayan ve cinsel yönelimleri farklı olan bütün
eşcinsellerin sıradışı olduklarını iddia etmek yanlış olacaktır. Aslında
çalışmamızın ana teması da budur. Travestiler haberlerde sunuldukları haliyle
sıradışı sayılmaktadırlar. Şiddet ve fuhuş gibi toplumsal hassasiyete ve ortak
tepkilere neden olan davranışlar, travestilerle birlikte sunulduğunda, onların
sıradışı, sapkın ve marjinal olarak etiketlenmelerine neden olmaktadır.
Sıradışı ya da sapkın olarak etiketlenen travestiler, kendilerini bu tanımlamalara
karşılık gelen fuhuş ve şiddet gibi davranış kalıpları, konuşma biçimleri,
giyiniş tarzları vb. sembol ve simgeleri içselleştirerek yeni bir kimlik
sıradışı kimlik duygusu kazanmaktadırlar. Çalışmamızın temel sorunu da budur,
yani sıradışı cinsel kimlikler olarak ele aldığımız travestilerin, böyle bir
etiketlenmeye maruz kalmalarının nedeni televizyon haberleridir. Çalışmanın
geneline bakıldığında konunun bu temel sorun etrafında tartışıldığı görülecektir.
Kitle iletişim araçlarının kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği toplumsal
etkileşim, bir yandan ortak kimliğin oluşması açısından aynılaştırmalara neden
olurken, diğer yandan da toplumsal yaşam içindeki bireyler arasındaki kimlik
farklılaşmalarının daha net bir şekilde ifade edilmesine / sunulmasına zemin
hazırlamaktadır. Kitle iletişim araçlarından televizyon ve onun bir türü
sayılan haberler, “herkes alanının" koruyuculuğunu üstlendiği gibi, aynı
zamanda, farklı kimliklerin, kendilerini temsil etme fırsatını buldukları ortak
bir kullanım alanı haline gelmiştir. Neyin normal davranış ve kimlerin normal
insan kabul edilmesi gerektiği, gerçekte sıradışı olarak adlandırılan
insanların hangi davranışlarının anormal olarak kabul edildiğini tanımlayan televizyon
haberleri, bir anlamda “herkes alanının” oluşturduğu eleme mekanizmasını
temsil etmektedir. Bu çalışmanın üzerinde durduğu diğer bir sorun da budur.
Televizyon haberleri toplumsal kanaatlerin oluşmasında ve bu kanaatlerin
süreklilik kazanmasında önemli bir etkiye sahiptir. Neyin doğru neyin sapkın
davranış olduğunu belirleyen/sunan haberler, herkes alanının oluşması ve
korunması için mükemmel zeminlerdir. Şiddet ve fuhuş içerikli görüntülerle
birlikte sunulan travestiler, toplumun büyük bir kesimi tarafından marjinal
kimliğe sahip olan insanlar olarak algılanmaktadırlar. Televizyon
haberlerinin buradaki işlevi; toplumsal çoğunluğun heteroseksüel olduğu
“herkes” alanının korunması ve bu alanın dışına çıkan marjinal homoseksüelleri
(travestileri) sıradışı cinsel kimlikler olarak sunmaktır. Bu şekilde
davranışları sapkın olarak nitelendirilen travestiler eleme mekanizmasına
takılanlar olarak etiketlendirilir ve herkes alanında yaşayan diğer
(heteroseksüel) bireylerin kanaatlerinin de bu yönde şekillendirilmesi
sağlanmış olur.
Sıradışı cinsel kimlik örneği olarak travestilerin, televizyon haberlerinde
ne şekilde sunulduğunun tartışıldığı çalışmanın diğer bir sorunu ise;
travestilere karşı geliştirilen bakış açısının, toplumda zaten var olan kadın-erkek
eşitsizliği ya da kadına yönelik önyargılı tutumun travestilere karşı da
sergilendiğidir. Haber yapım sürecinde görev alan kameraman, muhabir, montajcı,
yönetmen ve editör gibi haber yapımcılarının çoğunun erkek olması, travesti
haberlerine yansıyan bakış açısının da erkek taraflı olmasına neden olmaktadır.
Haberlere yansıyan travesti görüntülerinin çoğunun cinsel içerikli olması ve
travestilere yönelik yorumların cinselliği çağrıştırması bu varsayımımızı
desteklemektedir.
Toplumsal deneyimlerin ve yargılamaların çoğunlukla haberlerden edinildiği
günümüz iletişim çağında konuların ve olayların algılanması, tanınması,
bilinmesi ve hatırlanmasında televizyon haberlerinin baskın bir etkisi söz
konusudur. Televizyon haberlerinin olay ve kişiler hakkında sunduğu kanaat,
baskın ve geçerli bir kanaat sayılmaktadır. Travestilerin kendi kimliklerinin
devamı açısından bir değer ifade eden yaşam biçimleri, grup kimlikleri,
inançları ve cinsel yönelimleri (herkes alanının dışında kaldığı için) sıradışı
olarak nitelendirilir. Bu değerlerin toplumsal içerikli olması ve toplumda
yaşayan diğer insanları doğrudan ilgilendirmesi ise, haberlerin sunduğu
kanaatin “ortak” (toplumsal) kanaat haline gelmesini kolaylaştırmaktadır. Bu
kanaatin dışında kalan izleyici/birey, yalıtılma veya uyumsuzluk korkusuyla ya
sessiz kalacaktır ya da davranış ve tutumları belirleyen ve bir anlamda sosyal
kontrol sağlayan “herkes alanının eleme mekanizmasına takılarak kendisi de bir
sıradışı kimlik olacaktır.
Çalışma, temelde bu sorunlar doğrultusunda tartışılmakta ve bu tür
sunumların toplumsal etkileri üzerinde durulmaktadır. Travesti haberlerinin
sunumu konusunda, 9’ u ulusal ve 1’ i bölgesel olmak üzere toplam 10 kanalın
2000 yılına ait haber arşivi taranmış ve bu televizyonların 2000 yılında kaç
travesti haberi yaptıkları, haber sürelerinin ne kadar olduğu araştırılmıştır.
Travesti konulu haberlerin görüntü içeriği, haber türleri, haber mekanları,
perfore (haber metni) ve görüntü yinelemeleri, travestilere yönelik
nitelendirmeler gibi konuların tartışılması için bu on kanaldan; İnter Star,
Kanal D, NTV ve Kanal 7 televizyonlarının haber bültenlerinde yayınlanan
travesti haberleri ayrıntılı olarak incelenmiştir. Sonuçlar çıkarılmaya
çalışılmıştır.
Sh: 9-12
Modern toplumlarda sosyal alan çok çeşitli kimlikleri birlikte barındırmaktadır.
Bunlardan kimi başat, kimi tabidir; kimi toplumla bütünleşmiş veya
hoşgörülmüş, kimi ise dışlanmış ve aşağılanmıştır. Çeşitli kimlikler arasındaki
gerilimler, pekçok sayıda sosyal çatışmanında sebebini oluşturmaktadır. Başat
olan sosyal çatışmaların temel sebebi başat olan kimliklerin, kendini tüm
diğerlerine üstün sayarak ve kendini izlenmesi gereken bir model gibi sunarak
diğer kimlikleri olumsuzlama eğilimi göstermeleridir[1].
Kelime anlamı olarak kimlik, (İdentity) kavramı latince “İdentities”
kökünden gelmekte olup, anlam bakımından aynilik (özdeşlik) kavramına denk
düşmektedir. Uzun bir zamandır psikoanalistler, sosyologlar ve sosyal
psikologlar tarafından ele alınan kimlik kavramıyla birlikte birçok disiplinin
de katkısıyla literatürde ego, self, ego identity, personel identitiy ve pisiko
social identiy, v.s kavramları da kullanılmıştır[2].
Kimliğin bireysel, toplumsal, ulusal, siyasal v.s gibi birçok tanımlayıcı
ve nitelendirici unsurları bulunmaktadır, fakat ele alınan konu gereğince bu
çalışmada, kimliğin kişisel ve sosyal boyutu irdelenecektir. Kimliğin, sosyal
kimlik ve kişisel kimlik olarak sınıflandırılabileceği, yapılan litaratür
taramalarında mümkün görülmüştür.
Kişisel ve sosyal kimlik tanımlamalarına geçmeden önce kimliğin tanımından
kaynaklanan bir paradoksu ortaya koymak yerinde olacaktır. Kişisel kimliğin
oluşumunda önemli bir faktör olan “ben” dışarıdan içeriye doğru oluşur. Her bireyde,
ait olduğu gruptaki etkileşim ve iletişime katılımı ve grubun kendisini
algılayışını benimsediği oranda ortaya çıkar. Dolayısıyla gruba yönelik biz
kimliği, bireyin kişisel / ben kimliğinden önce oluşur. Doğal olarak bu durum,
kimliğin sosyal (sosyo genetik) bir olgu olduğunun kanıtıdır. Buna karşın
sosyal kimlik, yani biz kimliği, “bizi” kuran ve taşıyan bireylerin / kişiselin
dışında yoktur. Sadece bireysel bilgi ve bilincin ürünüdür. Kimliğin bu iki
boyutu arasındaki paradoksal ilişki; ilkinde bütünün parçadan daha önemli olduğu,
İkincisinde ise parçanın bütünden daha önemli olduğu şeklindedir[3].
Bu durum kişisel ve sosyal kimliğin, kişinin kimliğini oluşturan ayrılmaz
unsurları olduğunun bir kanıtıdır.
Kişisel kimlik, bireyin sosyal yapının özel bileşimlerine dâhil oluşu ile
yüklendiği roller, özellikler ve yetkilerdir. Çok sayıda kimliği bütünleştiren
bir sistemdir. Özellikle modern toplumlarda bireylerin “benim” dediği
çeşitli kimlikleri vardır ve bu türlülüğün dinamik organizasyonu kişisel
kimliği zenginleştirir. Ayrılmayı, özerkliği ve kendini ortaya koymayı içerir,
bireyin dış dünyaya veya diğerine, ayrı bir varlık olarak karşıtlığın da “ben”
ve “ben değil” ya da “ben” ve “diğeri” ayrımında kurulur[4].
Kişisel kimliğin bu boyutu, dar anlamda kimlik duygusunu, yani zaman içinde
kişinin kendini hep aynı kişi olarak algılamasını, geniş anlamda ise kendini
betimlemesini ve duygular sistemi olarak tanımlanabilmesini sağlamaktadır.
Kişilik ve kimlik kavramları birbirinden kopamaz parçalardır. Ecce Homo’da
Nietzche “kendi”ni anlatırken, kişiye kim olduğunu içinde yaşayan toplumun
söylediğinden bahsederek, değerlerin öğretilebilirliği üzerinde durmuş ve
“gerçek dünya” ile “görünüşte dünya” ayrımına girmiştir[5]. Nietzche’ye göre
toplumsal bir dayatma olan kimlik “görünüşte dünya”nın uzantısıyken; kişilik,
görünüşte dünyanın nasıl algılanacağını bireye öğreterek gerçek dünyayı
betimleyen ve sınırlayan bir mekanizmadır[6]. O halde
kimlik, toplumsal öğretinin sunduğu değerlerin, kişilik mekanizmasının süzgecinden
geçirilmesi sonucu oluşur. Kimliğin, algılamalar ve değerler bütününden
oluştuğunu varsayan bu görüşe göre, sosyal değerlerin içselleştirilmesi kişilik
süzgeci ile mümkün olmaktadır. Öyleyse kişilik süzgeci, sosyal yapı içerisinde
aynı kimliklere sahip bireylerin “farklığını da” mümkün kılmaktadır. Her bireyin
kişilik süzgeci farklı olacağından, benzer sosyal süreçlerden geçen
kimliklerin birbirleriyle aynı olmama olasılığı ortaya çıkacaktır. Bu yüzden
kişisel kimlik, kimliğin önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
Sosyal Kimlik ise kişinin cinsiyet, yaş gibi biopsikolojik kategorilere,
etnik, bölgesel, ulusal vd. gibi sosyo-kültürel gruplara aidiyete; sosyal rol
ve statülere ve politik, felsefi inanışlara bağlanmasına ilişkin olarak ortaya
çıkar. Sosyal kimlik sosyal modellere, değerlere, normlara uyum gösterme
eğilimindedir, diğerinin beklenti ve yargılarını yansıtan kültürel kod ve
betimlemelerle biçimlenmiştir.
Jan Assman sosyal kimliği; ortak aidiyetlerin ve özdeşlemelerin bilince çıkarılması
olarak tanımlar. Gerçi tanımladığı kimlik, ortak kimliktir ama içerik olarak
sosyal kimliği anlatmaktadır’. Aidiyet bilince çıkarılarak, örneğin gruba
girme ayinleri ya da farkına varılarak örneğin farklı toplumlar ve yaşam
biçimleri ile karşılaşma sonucu bir biz kimliğine doğru güçlenebilir[7].
Bir topluluğun arasında bizimkiyle aynı tanılara sahip isimleri olan, aynı ten
rengine ya da benzerliklere, hatta aynı kusurlara sahip insanlar gördüğümüzde,
kendimizin böyle bir topluluk tarafından temsil edildiğini hissedebiliriz. Bir
aidiyet zinciri bizi onlara bağlar, bu zincir ince ya da kalın olabilir, ama
kimliği dış görünüşte olanlar tarafından hemen farkedilir [8]. Feminizm,
bireylerin aidiyetlerinin bilince çıkarılarak –biz kimliğine ulaşmasına iyi
bir örnektir. Erkek hegemonyasına ya da üst sınıflara karşı aidiyet,
birliktelik, dayanışmacı ve uzlaşmazlık kriterleriyle bir ortak özne (kadın)
kimliği oluşturulur.
Buraya kadar kimliği, (kişisel ve sosyal kimliklerin tamını ve içeriği
gereğince) içermenin bir ürünü olduğuna dair görüşlere yer verildi. Yani
kişisel ve sosyal kimliklerin bir aradalığı ile birbirini içermesi... Fakat
kimlik, içermenin olduğu kadar, dışlamanın da ürünüdür[9]. Bir kimliği,
diğer kimliklere göre tanımlayan şey aslında araya konulan sınırlardır.
Kimlik, duruşunun devamınım sağlayabilmek için belirli sınırlar ortaya koyarak,
farklılıklar yaratma çabasına girişir.
Bu sınırlar yol ve işaretler gibi coğrafi sınırlar olmayıp, daha çok sosyal
yaşantıya yönelik farklılıklardan oluşan simgeler ve sembollerdir. Kimlikler
tekçi ve nedensel dünyanın sonuçları değildir. Onlar çoklu ve sembolik
dünyaların etkileşimleriyle inşa edilen sosyal tasavvuri süreçler veya
kavramsal oluşumlardır[10].
Wilhelm E. Mühlman’ın “sınır
koyucu yapılar” olarak tanımladığı bu simgeler ve semboller bileşenini J.
Assman, “ötekini sınırlamak” olarak tanımlar. Dövme şekilleri, vücudun
boyanması ya da deformasyonları, takılar, etnik giysiler, dil, mutfak, yaşama
bakış açısı, kısacası; maddi haliyle kültür, geçmişin mirası, mitler, v.s
sınıra işaret eder. Tüm bunlar öylesine orada olan şeyler değildir; ötekini
sınırlamak için kullanılan farklılıklardır[11].
Sosyal kimliğin oluşabilmesi için bazı temel yapıların aşama kaydetmesi
gerekmektedir. Bu temel yapılar etnik, politik, sosyal ve kültürel
oluşumlardır. Bu oluşumların sağlanabilmesi ve kimliğin korunabilmesi için
önlemler alınır. Fakat alınan bütün önlemlere rağmen, temel yapılar arasında
uyumsuzluk baş gösterir. Etnik, kültürel, sosyal ve politik birlikteliklerde
dağılma ve sorunsallaşma eğilimleri ortaya çıkar. Farklılaşma / farklılaştırma
bu uyumsuzluğun yarattığı sorunlardan yalnızca biridir.
Kimliğin sağlamlaştırılması için farklılıkların oluşturulması gerekir.
Kişi, kimlik ve farklılıkların yerleşik alanında kalınca, kolayca ötekinin
değerinin düşürülmesi yoluyla kimliğini korumayı amaçlayan stratejiler kullanan
biri haline gelir; fakat ötekinin oluşturduğu o dışa kapalı kimlikler alanını
aşınca, bilgilendirmeye çalıştıklarıyla iletişim kurmak için ihtiyaç duyduğu
kimliğini ve duruşunu yitirir. Kimlik ve Farklılık birbirine olabildiğine
bağlıdır. İlkinin deneyimini karmaşık bir hale sokmadan İkinciyle olan
ilişkisini yeniden kurmak mümkün olmayabilir[12].
Kimlikle farklılık birbirine bağlıdır ve farklılığın tanımlanması kimliğin
mantığı içerisinde yer etmiş olan bir gerçekliktir. Toplumsal olarak kabul
edilmiş bir dizi farklılıklarla kurulan ilişki, kimliğin oluşumunda önemli bir
etkendir. Kimlik varolmak için farklılıklara gereksinim duyar ve kendi
varlığını güven altına almak ve sağlamlaştırmak için farklılıklar yaratır. Bu
farklılıklar onun varlığı için hayati önem taşır.
Özdeşleşme, farklılığın yaratılmasında önemli bir faktördür. Bir insanın
ya da insan grubunun kimliği esas olarak onun kendini tanımlama ve dünya
üzerinde konumlama sorununa gönderme yapmaktadır. Buna göre kimlik; bir türün
ifadesi olmaktan çok, insan ilişkileri içerisinde şekillenen dinamik ve
değişken bir yapı gibi düşünülebilir. Yani kimlik nesnenin tabiatına değil,
nesnenin algılanışına bağlıdır[13].
Her bireyin algılama biçimi farklı olacağından benzer toplumsal süreçlerden
geçen benzer kimliklerin birbirileriyle aynı olmama olasılığı ortaya
çıkacaktır. Ödeşleşme bu farklılığın belirleyici bir yanıdır. Kişiliğin
etkisiyle her bireyde toplumun sunduğu değerlerle değişik biçimlerde ve
derecelerde özdeşleşme gerçekleşir[14]. Farklı şekillerde
anlam bulan özdeşleşmeler, “ben kimim” sorusuna verilen cevapların önem
dercesine göre sıralanmasında kişiden kişiye farklılık göstermesine neden
olur.
İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerini araştıran disiplinler,
grupların bireyler üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu ve onların tutum ve
davranışlarını şekillendirdiğini ifade etmektedir. Grup oluşturma güdüsü
insanın temel özelliklerindendir. Aristotales’de insanı ortak sistemler ve
politik düzenler içinde yaşayan, fakat dili kullanımı ile diğer hayvanlardan
ayrılan gruplar olarak tanımlamıştı. Fakat hayvanların aksine insan
gruplaşmaları, simgesel sistemlerin kullanımı yönünden büyük farklılıklar
gösterir. Sınırlarla belirlenmiş büyük coğrafyalarda yaşayan milyonlarca insan
ortaklıklarla yaşayabildiği gibi, aynı zamanda ailesi, meslek grubu, partisi,
vs. ile çeşitli ve farklı gruplara aynı zamanda dahil olabilmektedir. Bir
kimliğin alt sistemleri ya da oluşumları ne kadar karmaşık yani zengin ise,
etkileşim ve anlaşma için çeşitli fonksiyonları ve kurumlan da o kadar
kaçınılmaz olur[15].
Freud’cu psikanalize göre de birey, bu alt sistemlerden birine (baskın
olanına) göre bir kimlik sıralaması belirler[16].
Gruplar çerçevesinde iki önemli sürecin varlığı dikkat çekmektedir. İlki
yukarıda da belirtildiği gibi grupların birey üzerinde büyük bir etkisinin
olduğudur. İkincisi ise bireyselleşme ve farkedilme terimleriyle nitelendirilen
farklılaşma sürecidir. Buna göre insanlar bazı durumlarda uyma sürecinin
yerine, kişinin kendisiyle diğerleri arasında birtakım farklılıkların aranması
ve inşa edilmesi yönünde çaba harcarlar. Bu anlamda sosyal karşılaştırma ve
ayrımcılık kimlik kavramının ayrılmaz bir parçasıdır.
İnsanın kendine, başkalarına verdiğinden ayrı, belirli bir değeri vardır.
Bilinçsiz de olsa her insan belirli bir temel değer etrafında diğerleri ile
ilişkilerini düzenler. Bu anlamda “kendi” zorunlu olarak “ben” merkezlidir.
Ayrıca kimliğin ayrılmaz unsurları olan farklılaşma, karşılaştırma ve ayrım
kavramlarının bir diğer doğal sonucu; diğeri karşısında kendine değer atfetme
arayışıdır[17].
Dolayısıyla sosyal yaşam daima bireyin diğer insanlara referansını içerir. Bu
referans bireyin kimliği üzerinde bir tehdit oluşturduğunda farklılaşma arayışı
başlar. Kendi kişilikleri hakkında olumsuz ve tehditkâr enformasyonlar alan
bireyler, kendilerinden daha kötü durumdakilerle karşılaştırma yaparlar. Bireyin
iyi olma duygusu tehdit edildiği andan itibaren, diğerlerini küçümseme ve hatta
zarar vermeye çalışma ya da kendini daha aşağıdakilerle kıyaslama yoluna
gidilecektir. Dolayısıyla da bu durum, bireylerin diğer bireylerle
karşılaştırılmazlığı ya da farklılığı sorununu doğuracaktır. Bireyler
arasındaki benzerliğin fazlalığı, onları bundan kurtulmaya ve farklılaşma
yönünde çaba sarfetmeye zorlamaktadır.
Karşılaştırma yoluyla ayrımcılık ve kendini farklılaştırma eğilimleri
insanın doğasından kaynaklandığı gibi bu eğilimler grup narsizmi biçiminde
toplumsal yaşama da yansımaktadır. Sosyal yaşam genelde normlarla belirlenmiş
ortamlardan oluşmaktadır. Bu alanlar neyin ne zaman ve nasıl yapılacağı
hakkında birtakım kuralların hüküm sürdüğü ve sosyal onayın koşullarının
belirlendiği ortamlardır. Bireylerin kabul görme değerleri, kuralların
öngördüğü tutum ve davranışlara uygunluk derecesi ile belirlenir. Ancak her
birey sosyal ortama uymak için diğerleri ile benzeştiği gibi farklılaşmaktadır
da. “Her birey, diğerlerinden, diğerlerinin kendi aralarında
farklılaştıklarından daha çok farklılaşmaktadır; diğerlerini kendimize göre
anlatırken, kendimizi bir model olarak sunmakta, ama kendimizi diğerlerinin
modellerinden ayırtmaktayız; kendimizi diğerleriyle kıyaslanamaz, ama
diğerlerini kendi aralarında kıyaslanabilir sanmaktadırız”[18].
Eğer kişi doğal ya da içsel bir kimliği kendisinde bulundurmuyorsa,
dışlayıcı bir kimliğin kendisini oluşturduğu farklılıklarla ilişkisi her zaman
bir iktidar boyutunu içerir. Toplumsalın sunduğu olanaklar ya da dayatmalarla
şekillenen kimlik ile onu aşmaya çalışan, direnme gösteren ve onu kabul
edilemez gören farklılıklar arasında her zaman için bir ayrılık söz konusudur. Bu durumda doğru ve
güçlü kimlik “benim”dir iddiası, varlığını sürdürebilmek için farklı olan
“öteki”nin gölgesi tarafından sürekli tehdit edilir. Toplumsalı oluşturan
hegomonik bir üst kimlik de yoksa, herhangi bir kimliği üst kimlik / doğru
kimlik gibi göstermek iktidar çatışmalarına yol açacaktır. Doğru kimliği bulma
çabaları, kimlik ve farklılık arasındaki çifte çatışma ve karşılıklı
bağımlılık ilişkisinden doğan bir paradoks haline gelir. Çünkü kendi doğruluğu
içinde kimliği güven altına alarak iktidar olma pratiği, çoğu zaman farklılığın
bastırılması ile sonuçlanmaktadır.
Kimliğin farklılıkla olan ilişkisindeki bu paradoksal pratik, kişisel ya da
kollektif kimliklerden vazgeçilememesi; ama yine de bu kimlikler üzerine
doğruluk damgasını basma yönündeki çeşitli dürtülerin farklılıkları ötekiliğe,
ötekiliği de doğru kimlik görüntüsünü güvenceye almak için yaratılan günah
keçilerine çevirme işlevi görmektedir. Farklılığa hakkını vermek doğru bir
kimlik vaadini feda etmek demekken, doğru bir kimliğe sahip olmak da farklılığa
haksızlık etmek demektir[19].
Farklılıkların yaratılması yoluyla kimliğin sağlamlaştırılabileceği ve
korunabileceği tezlerine karşın Laclau, ‘Toplumun imkansızlığı” savıyla;
kimliğin farklılıkların bir sonucu olmadığını yine kimliğin basit anlamda
“öteki” ile arasındaki farkı tanımlamakla inşa edilemeyeceğini vurgulamaktadır.
Zira kimliklerin değişkenliği, kimliğin farklılık üzerine inşaasını çok fazla
mümkün kılmamaktadır. Kimlik ancak ne olmadığıyla, yani ötekini oluşturan
kimliklerle “ilişkilendirildiği” zaman varolabilir. Kimlikler sınırlı ve kapalı
olarak tanımlanamaz, onlar yarım ve tamamlanamamışlardır. Her kimlik o kadar
yer değiştirir ki, hem o kimliği reddeden hemde onun için varolma koşulları
sağlayan bir dışarısının varlığına dayanır[20].
Laclau kimliğin farklılıkların bir sonucu olmadığını iddia etmesine karşın
“ötekini” yok saymamakta, hatta kimliğin ötekini oluşturan kimliklerle
ilişkilendirildiği zaman var olabileceğini söylemektedir. Yanı her halükarda
bir “öteki” vardır ve kimlik onunla her zaman ilişki içerisindedir. Bu
vazgeçilmez ilişki içinde yerli yerine oturmuş kimliklere, sanki yapılan
şeylerin doğru düzenini ifade ediyormuş gibi düşünülen ve yaşanan sabit formlar
halinde kinci ve baskıcı bir dizi eğilim yerleşmiştir. Bu tür baskılar hüküm
sürerken kimliğin varlığının sürdürülmesi bazı farklılıkların ötekiliğe,
kötülüğe ya da onun yerine geçebilecek birçok şeyden birine dönüştürülmesi
gerekir. Kimlik var olmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini
güven altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürür[21].
Kimlik kavramının tanımı iki yönlü ele alınabilir. Biri sosyal bilimlerde
yönteme ilişkin bir tanımlama diğeri ise, siyasi ve ekonomik gücü temsil edecek
şekilde bir karşıtlık yaratarak “öteki”ne göre kimliği tanımlamadır.[22]
Farklılık başlığı altında ortak bir kimliğin oluşabilmesi için bazı temel
yapıların uyumluluk göstermesi gerekliliği üzerinde durulmuştu. Ekonomik,
politik ve etnik birlikteliklerden oluşan temel yapılarda bazı durumlarda uyumsuzluk
sorunu başgöstermektedir. Uyumsuzluk kimliğin oluşumunda yaşanılan ikinci
aşamadır. Bu aşamada kimlik etnik, politik, ekonomik ve kültürel
birlikteliklerinde dağılma ve sorunsallaşma eğilimlerini yaşamaktadır.
Entegrasyon bu uyumsuzluğun yarattığı sorunlardan biridir. Karşılaştığı
kimlikleri entegre ederek, bir üst kimlik konumuna geçmek ve bunun
devamlılığını sağlamak için etnik, politik ekonomik ve kültürel farklılıklar
yaratılır. Bu farklılıklardan ortak bir kimlik yaratan toplum dışarıya karşı
yabancılık duygusu verir. Bu yabancılık duygusu ortak kimliğin korunabilmesi
için gerekli olduğu kadar, yabancı düşmanlığı, başka halklara kin ve nefret
gibi “öteki”nin yaratılmasını kolaylaştıran birçok duyguyu da beraberinde
getirir[23].
“Öteki orjinaline bakıldığında, 7. ve 6. yüzyıla kadar Grekler’in “yabancılar”
için kullandığı bir terimdir. 4. yüzyılda Grekler terimi, kendilerini
yabancılardan ayırmak için kullanırlar. Bir başka terim olan barbar, öteki
söylemi içinde, alt insanlık fikrini geliştirmek için kullanılır... yeni
dünyalarla karşılaşan aydınlar, askerler ve tüccarlardan, sonra “öteki” söylemi
içinde barbar terimi, 12. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar Hristiyan olmayan ve
vahşi yollarla davrananlar için kullanılır. 18. yüzyılda ise “öteki”, aydınlanmış
ötekini niteler. 20. yüzyılda ise terim, Avrupa ve Amerika’nın cahil,
geleneksel ve kendilerinden daha az akıllı olarak gördükleri Üçüncü Dünya
Ülkelerini temsillerinde kullanılır. Günümüz Avrupası’nda ise “öteki”, Avrupa idealini tehdit eden “Japonlar,
müslümanlar, yoksullar ve göçmenler için kullanılır hale gelmiştir.”[24]
Tarihinden de anlaşılabileceği gibi öteki, kimliğin mantığı içerisinde yer
eden karşıtlıklar ve farklılıkların yarattığı ayrı bir kimliktir aslında. Kişisel
anlamda “ben”in karşısındaki “onun”, sosyal anlamda, “biz”in karşısındaki
“onların” kimliğidir. Öteki, bizim sahip olduğumuz özelliklere sahip
olmayan bir varlıktır. En basit haliyle, “kendi” (ben) olmayan herkes
“ötekidir”. Bir başkasına ne kadar yakın olduğumuzu düşünürsek düşünelim, bu
başkası bizden ayrı, bizim tamamen dışımızda bir bedensel ve düşünsel yer işgal
eder. Kısacası her “ben”, bir başka “ben”i dışlar.
Kimliğimiz yaşamımızdaki diğer bireylerden, toplumsal olaylar ve
ortamlardan olduğu kadar, ötekilerden de etkilenerek biçimlenmektedir. Günümüz
iletişim ortamlarında bireyin kendine ayırdığı, kendini değerlendirip gerçek
anlamda duyumsadığı zaman öylesine azalmıştır ki, bireyler zamanlarının tümünü
neredeyse öteki ile geçirmektedirler[25].
Heıdegger öteki ile geçirilen bu zamanı, “günlük insan ve onlar alanı” ile
açıklar. Günlük yaşamı bütün kimliklerin bir arada bulunduğu “kamusal alan”
olarak adlandırmaktadır. Günlük yaşamda, iletişim araçlarının kullanımında,
haberleşmede her öteki, diğer ötekinden farksızdır “kamusal alan”da. Ötekilerle
birlikte olurken insanın “kendi”si “ötekiler” içinde erir ve her ötekinin kendi
farklılık ve özelliği artarak ortadan kalkar. “Herkes” neden hoşlanır ve nasıl
eğlenirse, biz de ondan hoşlanır ve öyle eğleniriz.[26]
Bu “herkes” alanının kategorize edici bir tarafı vardır, her kimse ötekidir
ve hiç kimse kendisi değildir. İnsanları farklı kategorilere ayırıp tanımlayan,
ötekini sürekli farklı davranış ve tutumlarla soyutlayan en önemli ayrım biz ve
onlar ayrımıdır / alanı dır. Biz ve onlar yalnızca iki ayrı insan grubunu
değil, tümüyle farklı iki tutum arasındaki duygusal bağlanma ve antipati, güven
ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ve çekişme arasındaki ayrımı temsil
eder. “Biz” ait olunan bir grup, “onlar” ise ait olunması istenmeyen bir grubu
temsil eder[27].
“Biz” ve “onlar” alanında kalan birey ise ya yalnızca “kendisi” olmak, kendisi
ile aynı olanlarla (biz ile) yetinmek durumunda kalacaktır, ya da ister bilinçli
ister bilinçsiz olarak kendinden / kendiliklerinden vazgeçip, özlenen
arzulanan daha yüksek bir konumda bulunan “öteki”nin / onların alanına geçmeye
çabalayacaktır.
Kimlik bunalımı ya da kimlik problemi olarak adlandırılan sorun kendisini
bu noktadan sonra göstermektedir. Kimlik bunalımı, mevcut kimliklerden hoşnut
birey ve grupların problemi değildir. Mevcut kimlik yaşama evrelerinin dışına
düşmüş insanların problemidir. Başka bir deyişle, kendilerini kendi evlerinde
hissetmedikleri için tehlike altında görenlerin problemidir.
“Herkes” alanı, Hidergger’den ödünç alırsak “kamusal alan”, içerisinde
barındırdığı normlar, standartlar, ceza ehliyeti vs. etkenlerle bireyin
“öteki” olmasına müsade etmeyecektir. Çünkü herkes alanına ait olanlar
“bizimkiler” olur, yazgılarına arka çıkmak istenir ama ötekilerine gelince,
karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız.
“Bizler”, zorunlu olarak ve kesinlikle masum kurbanlaradır, “onlar”sa zorunlu
olarak suçludurlar, “bizimkilerin” bakış açısına göre onlar, “ötekiler”dir.[28]
İnsanlar normallik ve hak kazanmayla ilgili kamusal standartlardan oluşan
herkes alanına girmek için, yaşamlarını çok büyük bir titizlikle programlamak
zorundadır. Eğer birey kamusal disiplinlerden birini (ya da daha çoğunu) yerine
getiremezse, bunun sonucu olarak ötekilik katogorilerinden birine sıkışıp kalma
riskine düşecektir. Suçluluk, sorumsuzluk, bağımlılık, suç işlemeye yatkınlık,
dengesizlik, anormallik, modası geçmişlik, güvenilirlik riski, sapkınlık,
kötülük, hastalıklı olma, eşcinsellik gibi kategorilerden birinin tanımlandığı
bir kişi haline gelir. Bu anormallik katergorileri bürokratik yola getirme,
disiplin, düzenleme, dışlama, yönetimi altına alma, yardım, doğru yola
döndürme, teşvik etme, harekete geçirme ve cezalandırma uygulamalarına ruhsat
çıkarırlar[29].
Buna karşın birey ya kurumların dayattığı disiplin ve gereklerinin (herkes
alanının) ince bir biçimde örülmüş ağı içerisinde kendine bir yol açarak “biz”
de kalacaktır ya da bütün kuralları redderek, disiplin ve gerekliliklere karşı
savaş açarak “onlara” / ötekilere katılacaktır.
Fiziksel sınırlar, kimliğin oluşturulması ve ötekine karşı sergilenen
tutumların belirleyicisi olmuştur, çoğu zaman. Yani ötekinin merkeze olan
mesafesinin bilinememesi kaygıları attırmaktadır. Ötekilerle kendisi
arasındaki mesafenin kaygısı, ötekilerle birlikte olmayı gerginleştirir. “Bir
şehirde yaşamak, zihnimizi aşırı meşgul etmesin ve taşıyabileceğimizden ağır
ahlaki yükümlülükler dayatmasın diye fiziksel yakınlığın etkisini “sıfırlama”
anlamına gelen karmaşık bir sanatı gerektirir; bütün şehir sakinleri bu sanatı
öğrenir ve uygular, fiziksel yakınlığın sıfırlanması öteki kişilere uygulanır,
mesafe arttıkça bu duygu zayıflar ve tükenir”[30]. Kimlik
bu mesafenin ne kadar az farkındaysa, kaygılarda o kadar sarsılmaz ve az
olacaktır.
Herşeye rağmen sosyal yaşam, ötekilerle birlikte olmayı zorunlu hale
getirir. Öteki bir yandan kaçınılan, uzak durulan, diğer yandanda hedeflenen,
özdeşleşilen konumdadır. Kişi, birincisi; “onların” bazılarıyla aynı kimliği
paylaşmaktan dolayı, İkincisi; kendindeki kendi kimliğini aşan, üzerine
gidilmemiş olasılıkların harekete geçirmesi yüzünden ve üçüncüsü; insanlık
durumunun inatçı özelliklerine hınç duyması yolundaki baskılarla uğraşması
dolayısıyla ötekilerle ahlaki açıdan iç içedir[31]. Ötekinin kimliği ne
bu, ne de şu kimse, ne insanın kendisi, ne bazı kimseler ne de hepsinin
toplamıdır. Onların kimliği “kimse”sizlik ya da “herkes”dir 33.
Yabancılık farklılığın ve ötekiliğin bir yorumudur. İlk önce ötekilik
olarak algılanırken, bir farka bir ayrıma işaret etmekte ve farklı esaslarda
mekân olarak uzak, kendine ve normale karşıt bilinmeyen, tanınmayan,
güvenilmeyen ya da endişe veren olarak algılanmaktadır.
Kişiler ve objeler arasındaki tüm farklılıklar kendi ve yabancı kategorisi
içerisinde yorumlanmaktadır. Kendi ve kendine ait olmayan arasındaki karmaşık
ilişki, yabancının nitelendirilmesi ve anlamlandırılması açısından son derece
önemlidir. Zira yabancıdan söz etmek aynı zamanda bir “kendi” tasarımında
bulundurulmasını gerektirir. Yabancı kavramı “kendi”nin bir tamamlayıcısı
olduğu gibi, yabancının ne olduğunu belirleyen esas ve genel geçerlik,
“kendi”nin ne olduğunu belirtmektir34. “Kendi”nin sınırlarını
çizen, konumlayan / belirleyen de karşıdaki, yani öteki olarak kavranan ve
yorumlanan yabancıdır.
Her disiplin yabancı kavramını kendi araştırma alanına bağlı olarak
tanımlamaktadır. Bu nedenle kesin bir yabancı tasarımı geliştirilememekle
birlikte bu tasarımın çerçevesi de çizilememektedir35. Ancak şu bir
gerçek ki; yabancı “kendi” ile “öteki” arasındaki ilişkiden doğan korku,
endişe, düşmanlık sınırı koyma, vs. duygularının su yüzüne çıkmasıyla
yaratılır. Kişinin yaşam çevresinden dolayımlanan belli duruşu, hayata bakış
biçimi, siyasal ve ahlaki tercihleri, gündelik yaşamın ritüelleri, ortak yaşama
kültürü ve daha önemlisi yaratılan cemaat duygusu yardımıyla kendi dışında
kalana, “öteki”ne karşı alınan tavır, bir kimlik olarak yabancı kimliğini
oluşturur36.
Elias’ın, “Yerleşikler ve Dışarılıklar” teorisine göre dışarılıklar; yabancı
ve farklı olarak –orada-olmaya hak kazanmamış, istilacılar ve işgalcilerdir37.
Dışarılıkların içeriye hücum etmesi, yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki
farklılıkları arttırır. Bu farklılıklar bir anlamda yerleşiklerin hayat
tarzına bir kafa tutuş demektir. Yeni gelenlere yer açma zorunluğundan ve
dışarılıkların kendilerine yer bulma iltiyacından doğan gerilim iki tarafı da
farklılıkları abartmaya iter. Farklılıkların “abartılması” durumu yabancı
kimliğinin oluşmasına zemin hazırlar. Fakat yabancı, merkezin kimliğinin
tanımlanmasına neden olan bir “öteki” olarak yaşadıkları yerin kimliğinin bir
parçasıdır. Yabancılık bilinci yabancının kendisine değil, yabancı bir mekânda
karşılaştığı yabancıların tavrılarına bağlıdır. Mekân farkına bağlıdır, çünkü
yabancı yalnızca yabancı bir yerde yabancıdır, onlar hakkında bildiklerimiz;
kimliğimizi her zaman tehdit ettikleri, güvenilir olmadıkları, kısa zamanda
bizi de kendileri gibi yapacakları ve düşünce ve beğenilerinin bizimkiyle
uyuşmayacağından ibarettir. “Onlar adeta ne yakın, ne de uzaktırlar, ne bizim
bir parçamızdırlar, ne de onların bir parçası, onlara tam olarak ne yapılacağı,
onlardan ne bekleneceği, onlara nasıl davranılacağı bilinmez”[32].
George Simmel ise, yabancının mekan sorunuyla çok fazla ilişkili olmadığını
söylemektedir. Çünkü yabancının bugün gelmesi ve yarın gidecek olması mekana
yabancılığından değil, aksine kalabilecek olmasından dolayıdır. Simmel’in
kastettiği sosyalojik bir durum ve sosyal bir tiptir. Bu genel yabancı
kavramından farklıdır ve bugün uğrayıp yarın gidecek bir kimliği anlatmak ya da
anlamak için kulanılmaz. Burada vurgulanan sosyal tip, her ne kadar daha ileri
gitmeyecekse de, hala gelip gitme özgürlüğünü taşıyan kişidir. Yani mekansal
bir döngüye, ya da mekansal sınırlarla çelişkili sınırları olan bir gruba
yerleşmiş kişidir. Fakat temelde onun özelliklerini, oraya özgü olmayışı ve
olmayacağı belirlemektedir”[33].
Yabancının, bulunduğu toplulukla bir etkileşim içinde olduğunu vurgulayan
Simmel’e göre yabancı, uzakta ve yakında olmanın ötesinde, hızla artan kentli /
sosyal nüfusun içinde nesnelliğin sembolüdür.
Yabancı sadece korkulan uzak durulan, bugün gelip yarın gidecek /
gitmeyecek olan değil, aynı zamanda bizim içimizdedir de. Kimliğimizin gizli
yüzüdür yabancı. Gizli ya da bastırılmış olan, bizde varoluşsal bir rahatsızlık
duygusu, kötü bir önsezi yaratır. Kimliğimizin oluşturulmasında bize
yabancılaşmış olan, geri gelip hayallerimizi sarar ve huzurumuzu kaçırır.
Korkuyla beklerken güçlü yabancıya karşı öç almak üzere “biz duygusu” ortaya
çıkar. Öteki olan yabancı ile birarada yaşama, bizi bir öteki olup olmama
olasılığı ile karşı karşıya getirir. Bu sadece ötekini “insancılıkla” kabul
edip edememe meselesi değildir, kendimizi onun yerine koymaktır ki, bu da
insanın kendi için kendini tahayyül edip yaratması demektir[34].
Kimliğin sıradışılık konumuna düşme süreci farklılık, ötekilik ve yabancılık
kavramlarıyla açıklanmaya çalışıldı. Sıradışı kimliğin görünümleri olarak bu
kavramlar, kimliğin oluşum aşamasında azımsanmayacak bir etkiye sahiptir.
Sıradışı kimlik başlığa altında ise bu görünümlerin, kimliği nasıl sıradışılık
kategorisine koyduğu anlatılacaktır.
Sıradışı olmayı / kalmayı en iyi şekilde açıklayacak olan şey “karşıtı”,
yani “sıradan olma” halidir. Sıradan olma hali Heidegger’den ödünç alırsak,
“herkes" alanıdır. Günlük yaşamda, nesnelerin kullanımında, haberleşmede
vs. her “benin” karşısındaki “öteki” de asılanda “ben”dir. Bütün “ben’ler ve
“ötekiler” herkes alanında birliktedir. Herkes alanında her kimse ötekidir ve
hiç kimse kendisi değildir. Birlikte olmanın içerdiği mesafelik temelini,
birlikte olmanın sağladığı “sıradan olma”da bulur. Sıradan olma herkes alanını
oluşturan özelliklerin başında gelir. Herkes alanı varlığını ancak sıradan olma
ile korur. Neyin yapılıp yapılamaması gerektiği, neyin geçerli neyin geçersiz
olduğu, sonuç ve başarılarının nasıl elde edileceğinin ölçülerini veren sıradan
olma, bu ölçülerle herkes alanını ayakta tutar. Neyin göze alınabileceğinin
sınırlarının önceden çizilmişliğinde sıradan olma, öne çıkmak isteyen kural
dişiliği gözetim altına alır. Her türlü üstünlük ve aykırılık sessizce
bastırılır. Sıradan olma alanında özgün olan herşey, hemen alışıla gelmişliğin
çoktan bilinen düzeyine indirilir. Uzun çaba ve didinmelerle kazanılan herşey,
çabucak kullanıma hazır duruma getirilir. Bütün sınırlar güçlerini yitirir.
Sıradan olma kaygısı insanın temel bir eğilimini; bütün varlık alanlarının “tek
düzeleşmesi” eğilimini açığa çıkarır[35]. Tek
düzeleşme / sıradan olma, bir anlamda insanın yaşamayı kolaylaştırma avuntusunu
geliştirir. "Diğerlerinden” kaynaklanan sosyal yaşam yükünü hafiflettiği
gibi, kimliğin varoluşsal çabalarından kaynaklanan sorunlarda yardımına koşarak
kendi egemenliğini sağlamlaştırır.
Sosyal yaşamda sıradan olma hali önemli bir eleme mekanizmasını da
beraberinde getirir. Toplumlarda çok önemli bir eleme mekanizması vardır ve bu
mekanizma “sosyal kontrol” sağlar. İnsanların birbirleriyle etkileşimde bulunma
kabiliyetleri, eylemlerinin muhtemel sonuçlarını düşünmeleri,
inceleyebilmeleri, avantaj ve dezavantajlarını değerlendirmeleri ve daha sonra
bunlardan bir tanesini seçmeleri bu mekanizma ile olur. Davranışları ve
tutumları bu mekanizmadan geçemeyen insanlar sapkın / sıradışı olarak
adlandırılırlar.
Kimliği de birbirlerine bağımlı, dayanışma ve karşılıklı etkileşim halinde
olan bireylerden oluşan toplumsal bir mekanizma olarak algıladığımız takdirde,
bu mekanizmanın eleğine takılanlar sapkın / sıradışı olarak
adlandırılacaklardır. Bu mekanizmanın temel organizasyon hareketi, merkez-kaç
gibi görülebilir. Toplumsal mekanizmanın merkezinde temel çekirdek değerler
yer alır. Sistemin sınırlarının kenarlarından merkezdeki davranışlara doğru
bir çekim vardır. Merkeze yaklaşan davranışlara toplumda ödüller verilir,
davranış merkezden ne kadar uzaklaşırsa, o zamanda, sapma olarak
nitelendirilir[36].
Sapmanın, davranışın kendisinden kaynaklanan bir niteliği yoktur.
Karşılıklı bir etkileşimin sonucunda ortaya çıkar. Davranışta bulunan kişi ve o
davranışa tepkide bulunan kişiler arasındaki karşılıklı etkileşim sonucunda
oluşur. Sapkın olarak nitelendirilen kişi daha sonra tamiri mümkün olmayan
sonuçlarla karşılaşacaktır. En önemli sonuç ise, sapkın olarak nitelendirilen
bireyin, toplum içindeki kimliğinde karşımıza çıkar[37].
Davranışları sapkın olarak nitelendirilen kişiler “etiketlendirme”ye tabi
tutulurlar. Kişiler ve grupların ortak semboller yoluyla bir kimlik oluşturduğu
önceden belirtilmişti. Bu sembolik etkileşim yoluyla da insanlar birbirlerini
tipleştirir, kategorize eder ve eylemlerini buna göre formüle eder.
“Diğerlerine” karşı yapılan tanımlama, etiketleme ve damgalama şeklinde
temellendirilir. Bu şekilde akıl hastası, suçlu, travesti gibi sapkın olarak
etiketlenenlere diğerlerinden ayrı bir muamelede bulunulur. Bunun karşılığında
ise etiketlemeye maruz kalan kişi, etiketine uygun davranışlarla tepkide
bulunur. Kategorize edilen ve etiketlenen kişiler başkalarının bu önyargılarını
içselleştirerek yeni bir kimlik duygusu kazanırlar[38].
Toplumun bireylerin genel bir modele uymaları yönündeki tüm zorlamalarına
rağmen sapanlar ve sıradışı kalanlar, hem baskılara direnmek de, hem de bazen
yeni yaşama düşünme, davranma tarzları yaratmayı ve çoğunluğun bunlara
katılmasını sağlamayı başarmaktadır. Çok sayıda insan sapkın kategorisine
konmuş ve normal toplumun artıkları gibi incelenmiştir. Oysa şimdi bu
katergoriler, birer aktif azınlık kategorilerine dönüşüp, kollektif hareketler
yapmaktadır; yani başat sosyal koda göre olumsuz ve patolojik olarak tanımlanan
gruplar, kendi öz kodlarına sahip olan ve diğerlerine kendi çözüm ve modellerini
sunan gruplar haline gelebilmektedir[39].
Sapma hakkındaki temel gerçek,
sapmanın toplum tarafından yaratıldığıdır. Sosyal gruplar sapmayı oluşturan
kuralları belirleyip, bu kurallara uymayan kişileri “dışardakiler” olarak
etiketleyerek sapmayı yaratırlar[40]. Elias’ın “yerleşikler
ve dışarılıklar teorisi” [41] ne geri dönersek;
yerleşiklerin, kategorilerin üretilmesi yoluyla elde ettiği toplumsal düzen, bu
düzene karşı gelen dışarılıklara dışarıda kalan / bırakılan statüsü verir. Bu
açıdan sıradışı olma kişilerin yaptıkları eylemin bir niteliği değil, toplumsal
düzen gereği kuralların ve yaptırımların yerleşikler tarafından uygulanmasının
bir sonucudur.
Dışarda kalan / bırakılan kimlik; iç / dış ayrımına atıfta bulunan,
yerleşik alanın sınırlarını ihlal eden, sınırın kendisini sorunlu hale getiren
ve yerleşik olanla dışarılık olan arasındaki sınırların iki yakasında kalan
“outsider” konumunda bulur kendini. Göçmenler, yerlerinden edilenler, kamusal
alandan dışlananlar ve dolaştırılanlar, politik, ekonomik, sosyal karar
mekanizmalarının dışında kalanlar; baskın ideolojinin dilinden farklı dillerde
konuşanlar, farklı davranış ve yaşayış üslupları olanlar ve bunun gibiler
dışardakiler, ötekiler ve yabancılar olarak “outsider’lar olabilirler[42].
Outsider kavramı çoğu zaman, daha önceki başlıklarda sıradışı kimliğin
görünümleri olarak açıklanan farklılık, yabancılık ve ötekilik kavramlarıyla
açıklanmış olsa da temelde bir iç ve dış ayrımına da atıfta bulunmaktadır.
Merkezin / içerinin, kendi kimliğini koruyabilmek için, tehdit oluşturan ve
korku duyulan “dışarıya” karşı geliştirdiği bir “marjinalleştirme” startejisini
barındırır içinde.
Merkez kendi dışındakileri farklılaştırarak, ötekileştirerek, yabancılaştırarak
ve dışarda bırakarak kendi kimliğini yeniden kurmaktadır. Çünkü dıştaki ile
içtekinin kimlikleri birbirleri üzerinde o kadar çok etkili olurlar ki, artık
ayırd edilemeyecek hale gelirler[43].
Dıştaki kimliğin içerdeki kimliği kapsayabileceği sorunsalı, marjinalleştirme
siyasetini zorunlu kılar.
Marjinalleşme, herhangi bir toplumda bir grup ya da bireyin, önemli
iktisadi, dini ya da siyasal güç konumlarına ve sembollerine ulaşmasının
engellendiği süreç olarak tanımlanabilir. Marjinal olmak, bütünün parçası
olmakla birlikte esas gövdenin dışında kalmaktır. İlişkisel bir kavram
olduğundan marjinalin tanımı, kaçınılmaz olarak bir merkez tanımını da gerekli
kılmaktadır. Bu merkez üstü kapalı bir biçimde de olsa, onlara uymayanları
“öteki” olarak tanımlayıp, toplumun genelinden çeşitli şekillerde tecrit
edecek standartları belirleme gücünü elinde bulundurmaktadır. Toplumdaki güç
sahibi kimseler kendilerini istikrarlı ve sabit bir merkezin temsilcileri gibi
göstermeye çalışırken marjinalleştirilen gruplar, bir yandan merkezin resmi
tanımının dışına itilerek görünmez kılınır; bir yandan da merkezin temsil
etmediğiyle; yani “öteki’likleriyle daha bir görünür hale getirilir[44].
Merkez ve marjinal karşıtlığı üzerine; marjinal olan, “medeniyetin kenarında
yer alandır” yorumunu getiren Edward Said, merkezin ise kaybedecek birşeyi
olmayan, marijinale göre durumsal bir üstünlüğe sahip olduğunu söylemektedir.
Kimlik başlığında belirtildiği üzere “öteki” olana duyulan güçlü ve kestirilemez
tutku, marjinalin bayağılaştırıIması eğilimini zaman zaman bertaraf eder.
Marjinal ve aşağı kültürün toplumsal ötekisi, baskın kültürünün ve onun hayali
ve duyumsal repertuarının kurucusu olan merkezi iktidar ve onun resmi
söylemidir[45].
Merkezin toplumsallaşma adına sunduğu alternatiflerin dışına çıkarak
bireyliğini yaşamak isteyen, ancak bu durumda da toplumsalın dayattığı
seçeneklerden kurtulamayan kişi, kendi başına olma, sıradışı kalma ve kendine
ait olan ve onu özelleştiren şeylerle bir arayış içine girdiğinde kimlik,
ihtiyaçlarını karşılayabilecek ya da kendini savunacak bir tercih
olabilmektedir. Böylece ortaya bir ikilem çıkar; kendine ait bir alan
arayışındayken bireyliğini yaşamayan kişi, kimlik vasıtasıyla kollektifliğin
bir parçası olur. Bu şekilde kimlik, toplumsalın zorladığı sınırlandırılmış
bireyliğin reddedilmesi durumunda sığınılan bir tasarım haline gelir[46].
Hem bu kimlik arayışı, hem de toplumsal yapının sunduğu seçeneklerin yeterli
gelmediği düşüncesinden hareketle farklı alternatiflere yönelme isteği, kişiyi
marjinaliteye sürükleyebilmektedir. Sıradan olma halinin, herkes alanının,
hakim üst kimliğin ya da merkezin sunduğu seçeneklerden farklı davrananlar
marjinal / sıradışı olmakta ve sunulan kimliği tam olarak kabul etmemektedirler.
Sıradışı kimliğin oluşmasında
etkili olan önemli bir faktör de grup ideolojisidir. İdeolojiler, temel
sosyokültürel değerlere ait, grubun ihtiyaçlarına uygun ve şahsi hizmetlerde
bulunacak şekilde bir seçim yapmayı sağlar. Grup ilişkileri ve çıkarları söz
konusu olduğu için bunların biz ve onlar arasında bir kutuplaşma yapısı
gösterdiği görülür. Eğer ideolojiler, feminist ideoloji de olduğu gibi;
kadınlar ve erkekler eşittir hükmü gereğince belirli sahalara sahip tutumlardan
oluşan grupları organize ediyorlarsa, bunlar bir dizi aksiyonu da belirler. Sadece
hakim gruplar güçlerini meşrulaştırmak veya konsensüs oluşturmak için belli
ideolojiler kullanmazlar. Aynı zamanda muhalif, sıradışı olmaya mahkûm gruplar
da direniş ve değişim için gerekli olan sosyal temsillerini etkili bir şekilde
organize eden bir ideolojiye sahip olabilirler.
Sıradışılığın, (Nietzche’nin deyimiyle) “gerçek dünyayı” kendisine sunulanlardan
farklı alternatiflerde bulmaya çalışan kişiler için bir seçenek olduğu söylenebilir.
“Görünüşte dünyayı”, (merkezin, sıradan olmanın ve herkes alanının dünyası),
“gerçek dünyaya” (“ben”in dünyası) dönüştürme çabası içerisinde olan birey,
toplumsalın sunduğu ve sınırlarını çizdiği alternatiflerin dışına çıkmaması
konusunda uyarılır. Sıradışılaşan kişiyi yeniden toplumsallaşma sürecine dahil
etmek gerekliliğinden hareketle “gerçek dünya” yeniden tasarlanmaya başlanır.
Çünkü birey, “görünüşte dünya’nın sunduklarının dışına çıkamaz, ancak
oluşturulan yapay ve farklı bir dünyaya çekilir. “Süperegonun etki alanının
dışına çıkmasıyla birlikte toplumsalın kötüleri, yapıları ve yasaklarıyla
çevrili alanın sınırları zorlanacak, kişilik sisteminde ‘idin’ ve 'ego’nun
hâkimiyeti artacaktır. Bu durumda birey, çizilen sınırlara daha yakındır. Bunu
aşarsa illegalite ortaya çıkar, aşamayıp sınırda kalırsa marjinalite belirir”.
Toplumsal yaşamda cinsellik, cinsellikle ilgili tutumlar ve eylemler,
cinsiyet rolleri, toplum ve toplumsal alana ait normlar tarafından düzenlenmektedir.
Bu nedenle cinsellik toplumsal yaşamın çeşitli evrelerinde ve çeşitli
toplumlarda farklı sosyolojik anlamlar kazanmıştır. Başka bir ifadeyle,
cinselliğin, cinsel olanın, toplumlara, dönemlere göre farklı görünüşleri aldığı
farklı biçimleri vardır[47].
Bu sosyolojik farklılıklar bireyin cinsel kimliğinin oluşmasında birincil etki
gösterirler.
Kimlik başlığı altında, sosyal ve kişisel kimliklerin bir bütün olarak
kimliğin ayrılmaz unsurları olduğuna değinilmişti. Kişisel kimlik kişiyi,
çevresindeki diğer kişilerden ayıran, tam anlamıyla kişisel vasıf ve
özellikleriyle belirlenir. Ama her, kişinin aynı zamanda bir sosyal kimliğide
vardır. Bu sosyal kimlik kişinin özel bir gruba, o grubun üyeliğine bağlanan
emisyonel ve değer anlamlarıyla birlikte ait olduğu bilgisiyle belirlenen,
bireyin kimlik imajının bir kısmına da dayanır. Benlik imajı kısmen onun sosyal
unsuru tarafından belirlendiği için insanlar olumlu bir sosyal kimlik elde
etmeye çalışacaklardır[48].
Ayrı şekilde cinsel kimliğin oluşumunda da benlik ve toplum, birlikte ve
ayrılamaz bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar. İlişkileri diyalektiktir, çünkü
cinsel kimlik bir kere formlandıktan sonra onu şekillendirmiş olan topluma geri
döner. Bireysel cinsel kimlik, toplumsaldan daha doğrusu toplumsal cinsiyetten
dolayı vardır. Fakat toplumsal cinsiyet de sadece fertlerin kendiliklerini ve
bireysel cinsiyetlerini idrak ettikleri zaman ve toplumsal cinsiyeti referans
göstermeleri halinde mümkündür. Yani kimliğin oluşumunda geçerli olan; kişisel
kimlik ve sosyal kimlik arasındaki paradoksal ilişki, cinsel kimliğin
oluşumunda da görülmektedir.
Her toplum, üyelerinin objektif parçası olan Kimlikler dağarcığı taşır. Belirli psikolojik
özelliklere sahip ve belli durumlarda buna uygun psikolojik reaksiyonlar
gösterilen, son derece normal tabilik olarak bilinen erkeklik ve kadınlık
kimlikleri vardır. Fert sosyalleşirken bu kimlikler de içselleşir. Artık dışa
dönerek erkek ve kadının tabii hassalarıyla ilgili bilgi arama ihtiyacında
değildir. Bu sonucu basit bir murakabeye elde eder. Kim olduğunu bilir, buna
uygun hisseder kendini kendiliğinden yönetir[49]. Cinsel
kimliğini toplum içerisinde realıze eder, yani fert cinselliğini sosyal olarak
tarif edilen kadınlık ve erkeklik terimleriyle anlar ve bu tanımlar toplumda
yaşandıkça, doğrulandıkça ve uygulandıkça realite olur.
Kişinin kendisi ve cinsel kimliği hakkındaki Kavrayışı kendiliğinden,
boşlukta ve yaşadığı sosyal çevreden bağımsız olarak oluşamamaktadır. Kimliğin
mantığında olduğu gibi, cinsel kimlik oluşumunda özdeşleşme ve farklılışma
süreçlerini birarada barındırmaktadır. Ancak aşırı benzerlikler ve
farklılıklar, cinsel kimliğin oluşumunda problemler yaratmaktadır. “İnsanların büyük bir
çoğunluğu kimliklerini oluştururken yaşadıkları toplumun genel normlarından
"ortalama kimlik” tanımından pek fazla uzaklaşmayı göze alamadıkları
gibi, herkesle tıpatıp benzer olmayı da istemezler. Bu iki uç nokta arasında
gidip gelirken güvenli bir orta nokta bulup orada konaklamayı yeğlerler”[50]. Cinsellik adına sosyal
olarak realize edilen standartlar ve normlardan bunalan, ya da bireysel
cinselliklerini yaşamaya çalışanlar bir dizi benzerlik ve farklılık oluşturma
çabasına girişirler.
Bazı kişiler ya da gruplar çeşitli cinsel özellikleri dolayısıyla farklı
olarak yaşamak isteyebilmektedirler. Bunlar toplum tarafından tarif edilen
kadın ve erkek standartlarına uymayan, genel ortalamanın dışında ve kolay
tanımlanabilir özelliklere sahip sosyal gruplara ait kişilerdir. Daha çok dış görünüşle
ve davranışıyla karşı cinse aşırı benzemeye gayret gösteren, kendi cinsiyle
arasında aşırı farklılıklar yaratan hatta bu aşırılıkları abartıp cinsiyet
değiştirmeye kadar götüren travestileri[51] bu gruba
örnek gösterebiliriz.
Bir sıradışı cinsel kimlik örneği olarak bu çalışmanın ana temalarından
birini oluşturan travestiler, farklı bir cinsel kimliğe karşılık gelmekle
birlikte toplum tarafından bilinmemekte ve otoriteler tarafından yeterince
tanımlanmamaktadır. Toplumda farklı cinsel eğilimleri ve tercihleri olan ve
toplumsal kimliği meşru görülmeyen travestilerin kamuoyuna yansıtılış
biçimleri, biz ve öteki temelinde odaklanmaktadır. Bundan dolayı bu bölümde;
“biz” merkezli cinsiyetin belirlediği sınırların dışarısında bir yerde kalan
travesti kimliğinin, ilk önce cinsel kimlik ve rol, ikinci olarak cinsel rol
karmaşası durumunda ortaya çıkan eşcinsellik ve son olarak da toplumsal olarak
bir gerçekliği ifade ettikleri, fakat cinsel azınlık ya da öteki durumundan
kurutulamadıkları yolundaki sorunların tartışılması hedeflenmektedir.
Cinsel kimlik ve cinsel rol kavramlarının tanımlarına geçmeden önce
cinsellik ve cinsel kimliğin oluşumu hakkında görüşler öne süren otoritelerin bazılarının
düşüncelerine yer vermek gerekiyor.
“Cinselliğin Tarihi” adlı yapıtında Foucault, norm ve standartlar üzerine
kurulan cinselliğin, hangi kavramlar çerçevesinde ele alınması gerektiğini
araştırırken, genel geçer (biyolojik) yargıları alt üst etmiştir. Foucault’ya göre bizler, “cinselliğe ilişkin müthiş bir merakın
kıskacındayız, cinselliği sorgulamakta inat ediyor, onu ve ondan söz edilmesini
dinlemeye doyamıyor, gizliliğini zorlayacak tüm büyülü halkaları yaratmaya
yatkın görünüyoruz"[52]. Cinselliğe ilişkin bu
saptama, cinsellik ve cinsel kimlik hakkında geliştirilen bütün yaklaşımları
net bir biçimde özetliyor. Cinselliğe, cinsel kimliğe dair değer yargılarımız
ve düşüncelerimiz, öğretilmiş bir merakın ve sorgulamanın ürünüdür. Cinselliğin
toplumsal kuşatılmışlık ve önceden belirlenim özelliği, cinsel ilişkilerin
nasıl yaşanması gerektiğini, merakımızın ve sorgulamalarımızın hangi sınırlar
içinde olması gerektiğini öğretir.
Foucault’da bu sınırlar,
iktidarın ürünüdür. Bastırılmış ve yasaklanmış söylemlerin “ayıp”, “suç” ve “hastalığa” kadar
götürülmesini iktidara bağlamaktadır. Sosyal düzene istediği gibi yön veren
iktidarın, cinsel egemenliği de tekelinde barındırdığını anlatmaktadır. Hristiyan öğretisi,
Kilise hukuku ve Medeni Kanun iktidar unsurlarıdır. Foucout, iktidarın
söylemlerinin cinselliği belirlediğini ve yüzyıllardır cinsellik etrafında
fırtınalar kopardıklarını belirtir. Bunlar, biyolojik cinsiyet temelinde
üremeyi merkeze alan ve üreme dışı yaklaşımlarla meyve vermeyen hazları yok
etmek için yapılan iktidar müdahaleleridir.
“Sapkın Yerleştirme” de iktidarın cinselliğe müdahalesini açık bir şekilde
ortaya koyarak, iktidarın cinselliğe ilişkin söylem boşalmasını yalnızca cinsel
bir olay gibi göstermenin haksızlık olacağını söylemektedir. Bu söylemde ne
söylendiği önemsizmiş gibi, ondan söz edilmesi, söz edilirken onun uymaya
zorlandığı, zorunluluk biçimlerinden daha önemli değildir. Cinselliğin bu
söylemlerle eyleme geçirilmesi doğurgan olamayan eylemleri yok etmek için düzenlenir.
Çocukluktan yaşlılığa kadar bir dizi cinsel gelişme normu tanımlanır ve tüm
olası sapmalar titizlikle belirlenerek bunlara karşı eğitsel ve tıbbi tedaviler
düzenlenir. Böylece iktidar gücünü yeniden üretecek, toplumsal ilişkiler
iktidarın istediği gibi yürüyecek ve dahası ekonomik olarak yararlı, siyasal
olarak muhafazakar bir cinsellik düzeni kurulmuş olacaktır[53].
Freud’a göre ise, insanların hem ruhsal hem de bedensel sağlığı, büyük
ölçüde cinsel yaşamlarına bağlıdır. Uygarlığın gelişmesi cinsel dürtüleri ve
cinsel yaşamı sınırlamakta, bu da insanlarda nevrozlara ve ruhsal bozukluklara
yol açmaktadır. Ama bu bastırılmışlık ve beraberinde getirdiği sinir ve ruh
hastalıkları, modern toplumun nimetlerinden yararlanmak için ödemek zorunda
olduğumuz bedeldir. Cinsel yaşam bir sorun haline gelmekte, ama insanlar da
daha rahat yaşama olanağına kavuşmaktadır.
İnsan davranışlarını belirleyen en temel gücün cinsel dürtü, veya bir başka
deyişle “haz ilkesi” olduğunu söyleyen Freud, “libido” adı verilen cinsel
enerjinin, insan yaşamında hem yaratıcı gücün ve büyük başarıların, hem de
doyumsuzlukların, sinir ve ruh hastalıklarının kaynağında yattığını göstermeye
çalışmıştır. Faucalt’da olduğu gibi Freud’da cinselliği sadece üremeden ibaret
olmadığını söylemiştir. Bebekler ve çocuklar üreme yeteneğine sahip değildirler
ama yine de cinsel enerji ve duygularla yüklüdürler. Freud’cu bakış açısına
göre anatomi (biyolojik cinsiyet) kaderdir. Daha açık bir ifadeyle, kadınların
toplumsal rolü ve psikolojileri, bir erkek cinsel organına sahip olmayışları
ile belirlenmektedir. Erkekler ise, sahip oldukları cinsel organları sebebiyle
bütün yaşamlarında “aktif” olma olanağını bulurlar ve toplumsal rolleri de
buna göre belirlenir[54].
‘Bedensel Boşalmanın İşlevi” isimli yapıtın yazarı Reich’e göre de doğal ve sağlıklı bir cinsellik,
kişinin hiçbir yasaklama duymaksızın cinsel heyecana kendini bırakma yetisidir.
Freud’un aksine Reich’a
göre, cinselliği bastıran ve sınırlayan, uygarlığın kendisi değil, sadece
bugünkü biçimidir. Günümüzün baskıcı toplumları, cinselliğin özgürce seçimini
engellemektedir. Cinselliğin bastırılması, delilikten kansere kadar birçok
toplumsal ve bedensel hastalığın sebebi olmaktadır. İnsanlar, cinsel
yaşamlarında özgürleştiklerinde toplum gerçekten uygar ve sağlıklı hale
gelecektir[55].
Cinsellik hakkında öne sürülen bu üç görüşte de görüldüğü gibi cinselliğin
üzerinde hakim kuran, onu bastıran ve hatta belirleyen bir güç bulunmaktadır.
Bu güç Foucault’da Kilise hukuku ve Hristiyan öğretisinden kaynaklanan
iktidar, Freud’da uygarlığın gelişmesi ve Reic’de ise cinselliğin bugünkü
biçimi, yani cinsel doyumun engellenmesidir. Her üç düşüncede de hakim olan kanaat, bir toplumsal
cinsiyetin varlığıdır. İnsanların rol, sorumluluk, kısıt ve
fırsatlarını çözümlemeye yarayan sosyo-ekonomik ve siyasal bir değişken olarak
hem erkek, hem de kadınları kapsayan toplumsal bir cinsiyetin varlığı söz
konusudur. Sözü edilen
toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler arasında toplumsal olarak kurulmuş, zaman
içinde değişebilen ve kültürler arasında ve her bir kültür içinde
değişiklikler gösteren farklılıklardır. Kadın ve erkeğin biyolojik olarak eril
ve dişil olma durumu ve cinsel rolleri arasındaki farklar, toplumsal cinsiyet
tarafından belirlenmekle birlikte, cinsel kimliğini de oluşturmaktadır.
En genel anlamıyla cinsel kimlik, bireyin kendisini erkeklik ya da dişilikle
özdeşleştirmesidir. Bireysel cinselliğin toplum tarafından algılanışı karakter
ve davranışların belirli kültürel kalıplara uyması ölçüsünde dişi ya da erkek
niteliklere sahip olmaları şeklindedir[56]. Cinsel
kimliğin biyolojik yanı olan bu tanıma göre, bazı biyolojik özelliklere sahip
olan bireylere erkek, buna karşın belirgin ve farklı özelliklere sahip olanlara
da kadın denmektedir. Yani cinsel kimliğin tanımlanmasında ilk aşama olan biyolojik cinsiyet, bir
insanın erkek ya da dişi olması, doğduğu anda belirgin olan cinsiyetidir. Kadın ve erkek
tanımlamaları; bazı davranış ve düşünüş biçimlerinin kadınlara, bazılarının ise
erkeklere özgü olduğunu gösterir. Kadın veya erkek, kendi biyolojik cinsiyetine
yüklenen ya da yakıştırılan davranış biçimlerinin dışına çıktıkları zaman,
kadına “erkeksi”, erkeğe de “kadınsı” sıfatları yakıştırılır[57].
Bu durum, cinsel kimliğin belirlenmesinde biyolojik cinselliğin yanı sıra
cinsel rolün de önemli bir katkısı olduğu izlenimini doğrulmaktadır. Kadın ve
erkek olma gerçekliğini doğru anlayabilmek için belirli kavramların mutlaka
açıklığa kavuşturulması gereklidir. Yukarıda da belirtildiği gibi biyolojik
cinsellikten anlaşılan, bir insanın kadın ya da erkek olmasıdır. Fakat cinsel
rol dendiğinde kastedilen, bireyin dişiliğini ya da erkekliğini gösterme
biçimi, yani ne kadar dişi ya da erkek olduğudur. İnsanlar biyolojik cinsiyet
tanımı gereğince, belirli fiziksel ölçütlere uydukları oranda kadın ya da
erkektirler. Aynı şekilde, karakter ve davranışlarının belirli kültürel
kalıplara uyması ölçüsünde de dişi ya da erkek nitelikli sayılırlar. Bu yüzden
cinsel kimlik kavramını, cinselliği tamamen fizyolojik özelliklere indirgeyen
biyolojik cinsellik ile anlatmak yerine, kadın ve erkeklerin cinsleri temelinde
nasıl düşünme, davranma ve hissetmeleri gerektiğini tanımlayan toplumsal
olarak öngörülmüş farklılıklara dayanan, toplumsal olarak belirlenmiş davranış,
yükümlülük ve sorumluluklardan oluşan cinsel rolle açıklamak gerekmektedir.
Rol teorisi, temel kısıtlamalarını
kalıplaşmış kişilerarası beklentilere yerleştiren toplumsal yapıya bir yaklaşım
biçimidir. Bu karşıtlık ilişkisi hem çok genel hem de çok dar anlamda bütün
insan davranışlarına uygulanabilir. Kavramın formülleştirilmesi 1930’lara kadar
uzanmaktadır. Literatürde karışık olmasına rağmen rol teorisinin mantıksal
özünü teşkil eden beş ortak nokta bulunmaktadır. Rol teorisinin genel bir toplumsal
etkileşim analizine giriştiği bu ortak noktaların ikisi, temel meteforu ve
senaryoyu belirtir.
Kişi ile işgal ettiği
toplumsal konum arasındaki analitik ayırım.
Söz konusu konuma özgü
eylemler veya rol davranışları kümesi.
Diğer üçü ise oyunun
sahnelenme ve yazıya dökülme araçlarını belirtir.
Belirli bir koruma hangi
eylemlerin uygun olduğunu rol beklentileri ve normlar tanımlar:
Bunlar, karşıt konumları
işgal eden insanların (rol göndericiler, gönderme grupları) kontrolündedir.
Öyle ki bu insanlar,
bunları, yaptırımlar aracılığıyla (ödüller, cezalar, olumlu ve olumsuz
pekiştirmeler) uygularlar.
Rol teorisi gibi cinsel rol teorisi de cinsellik literatüründe oldukça
geniş bir alanı kapsamaktadır. Özellikle cinsiyet rolleri, cinsel farklılıklar
ve cinsel karakter arasındaki farklılıklar üzerine karışık bir literatür
çıkmaktadır karşımıza. Rol teorisinin mantıksal özünü teşkil eden ortak
noktaları cinselliğe uyarladığımız taktirde öne çıkan ana fikir; erkek ve kadın
olmanın anlamı, kişinin cinsiyetle belirlenen genel bir rolün canlandırılması,
yani cinsiyet rolüdür. Buna bağlı olarak her zaman için iki cinsiyet rolü
mevcuttur. Erkek rolü ve kadın rolü. Daha az yaygın olmakla birlikte
“erkeğin rolü” ve “kadının rolü”, ya da “eril rol” ve “dişil rol” de aynı anlamda
kullanılmaktadır.
Değerler Psikolojisi üzerine bir araştırma yapan Erol Güngör, kadın ve
erkek arasındaki farklılıkların bir değerler sistemine dönüşerek cinsel
kimliği oluşturduğunu söylemektedir. Her toplum cinsiyeti bir sosyal statü
olarak kabul etmiş ve mevkilere bağlı roller koymuştur. Yine her toplumda kadın
ve erkeklerin kendine mahsus değerleri ve davranış tarzları vardır. Bu iki
cins arasındaki tavır ve değer farkları bir bakıma bizim onlardan neler
beklediğimizi ve neler istediğimizi gösterir. Erkeklerin sadakatsizlikleri
genellikle kaçamak vesaire gibi tabirlerle küçük, hatta sevimli
gösterilebildiği halde kadınlarda bu tür bir şey yanlış karşılanmaktadır.
Kadınlara ve erkeklere “öğretilen” bu tutum farklarından başka, onların yaşadıkları
hayatın özellikleri de kendi aralarında diğer cinsten farklı değerler
geliştirmelerine müsaittir. Böyle bir fark, her şeyden önce kendilerini
“farklı” olarak benimsemelerine yol açar; kadın kadındır, erkek de erkek[58].
A. Moir ve D. Jessel, kadın ve
erkek cinsleri arasındaki bu davranışsal farklılıkları, beynimizdeki
cinselliğe bağlamaktadırlar. Yazarlara göre bizi, kendimize özgü klişe
(stereotip) davranışlar göstermeye iten nedenler kadın ve erkek cinslerinde
bulunan farklı hormonlar ve kromozomlardır[59]. Bir anlamda Biyolojik
cinsiyet tezine dayandırılan bu görüşe göre; cinsel kimliği belirleyen
psikolojik ve çevresel etkilerin yanında kaçınamayacağımız bazı biyolojik
gerçekler vardır ki iki cinsiyet arasındaki farklılıklara öfkelenmek yerine bu
farklılıkları kabul etmek gerekmektedir.
Bu farklılık, beynimizdeki farklılıktır. Yani ne olduğumuzu, nasıl
davrandığımızı, ne şekilde düşündüğümüzü ve ne hissettiğimizi belirleyen
beynimizdeki cinsiyettir. İnsan davranışları arasındaki farklılık, hormonlarla
beyin arasındaki etkileşime bağlıdır. Beyin, yapı ve işleyişi açışından
hormonlar tarafından etkilenir. Erkek ve kadınlarda beyin yapısı ve hormonlar
farklı olduğundan, bunların farklı şekilde davranmaları kimseyi
şaşırtmamalıdır. Örneğin erkek beyni eşyalar ve kuramlarla uğraşmakta üstünlük
sağladığı halde, kadın beyni duyusal dürtülere karşı daha duyarlı tepki vermek
üzere düzenlenmeştir. Kadınlar, söz yeteneğini saptayan testlerde daha
başarılıdır. Yine kadınlar, geniş bir duygusal bilgi yelpazesini algılamak,
bilgiler arasında daha kolaylıkla bağlantı ve ilişki kurmak, kişisel ilişkileri
ön plana almak ve iletişim kurmak için daha iyi donatılmışlardır. Aynı şekilde
farklılıkların doğumdan hemen sonra görülebilirliğini kanıtlayan durumlarda
söz konusudur. Kız bebeklerin insanlar ve yüzlerle erkek bebeklerden daha çok
ilgilendiği, erkek bebeklerin ise gözlerinin önünde sallandırılan bir nesne
ile daha çok mutlu olabildikleri saptanmıştır[60].
Cinsel kimliğin saptanmasında, beynin fonksiyonunu vurgulayan bu duruş, her
ne kadar feminist tavra karşı olsa da gerçekliğini korumaktadır. Bu görüşün,
erkeklerin kadının statüsünü ikinci planda tutmak için erkeklerin komplosundan
ibaret olduğu savunulabilir. Fakat asıl önemli olan toplumsal ve bireysel kimliğimizin
kökeninde erkek ve kadın beyinleri arasındaki farklılığın gerçek olduğudur.
Beynimizdeki cinselliğin biyolojik olarak cinsel kimliğimizi belirlediği
tartışılabilir. Fakat cinsel roller öncelikle farklı toplumsal beklentilere
yanıt verdikleri için, kadının ve erkeğin davranışlarının birbirinden farklı
olduğunu vurgulayarak, cinsiyet farklılığına dair biyolojik varsayımlardan
kurtulmamıza olanak tanır. İkinci olarak cinsel roller, toplumsal yapıyı
kişiliğin oluşumuyla birleştirir ki, bu önemli ve güç bir teorik görevdir. Bu
aşamada cinsel rol teorisi, bireylerin toplumsal ilişkilere yerleştirilmesini
betimlemek üzere basit bir çerçeve önermektedir. Temel görüş, bu sürecin “rolün
öğrenilmesi”, “toplumsallaşma” veya “içselleştirme” aracılığıyla gerçekleştiğidir.
Böylece kadınlık karakteri kadınlık rolüne, aynı şekilde erkeklik karakteri de
erkek rolüne, toplumsallaşma süreci ile üretilmektedir. Bu bağlamda sapkınlar
da; toplumsallaşma sürecinde meydana gelen bir takım aksamalar
sonucu sapma göstermektedirler.
Cinsel rol (toplumsal anlamda) normlar ve standartların çizdiği bir sınır
içerisine alınır. Yani var olan biyolojik tanımı gereğince insanların kadın ve
erkeği normal kabul ettiği ve düzgün yaşama biçimi olarak gördüğü için cinsel
rol normatiftir. Ya da çoğu insanın yaşamı buna benzediği ve çok küçük bir
azınlığın bu rollerden saptığı varsıyıldığı için standarttır.
Cinsel rol karmaşası bu normatif ve standart olma halinden kaynaklanmaktadır.
Yani normatif olanın (beklenen ve onaylananın) ille de standart (gerçekten
oldukları biçimde) olmamasından kaynaklanmaktadır. Normatif standartların
cinsel rol tanımlamasındaki hakimiyeti, bunlara uymayan durumların sapkın
olarak nitelendirilmesini sağlamaktadır. Normlar ve standartlar uzlaşımsal cinsiyet rolünün
çoğunluğu kapsayan bir örnek olay olduğu, bundan kopuşların toplumsal açıdan
marjinal ve sıradışı olduğu ve muhtemelen kusurlu veya uygunsuz toplumsallaşma
yüzünden ortaya çıkan bazı kişisel tuhaflıkların sonucu olduğu izlenimini
yaratırlar. Travestilik, transeksüellik, lezbiyenlik, biseksüellik gibi
cinsel rol karmaşası yaşayan insanlar bu değerlendirmelere maruz kalırlar.
Cinsellik yaşamımızdaki en önemli dürtülerden, belkide en üst sıralarda
yer alanlardan biridir. Yaşamımızın yetişkin döneminde birdenbire ortaya
çıkmış bir özel yeti ya da nimet değil, dünyaya gelmemizle birlikte sahip
olduğumuz tüm biyolojik yeti ve özelliklerden en önemli olanlarından biridir[61].
Toplumsal etkileşimlerle normal ya da anormal niteliğini kazanan bireyin
kimliği için en önemli özelliktir. Toplumsal açıdan normal olan cinsellik,
ancak biyolojik boyuttaki doğal cinsellikle mümkün olabilmektedir. Cinsel
kimliğini doğal olmayan temeller üzerine oturtan ve bu şekilde yaşayan bireyler,
toplumsal baskıya ve çatışmalara maruz kalarak cinsel açıdan doğal olmayan
(sapan) kişiler olarak tanımlanmaktadırlar.
Cinsel sapma ya da cinsel rol karmaşası, travesti konusunu işlerken
sıklıkla tartışılan, yaşanılan yere ve topluma göre birçok insanın kabul
etmediği bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Cinsel kimliğin oluşumunda
görüldüğü gibi, cinsel rol sapması kavramında da karşılıklı ve farklı görüşler
bulunmaktadır. Normal olanın, yani normlar ve standartlar ölçüsünde görüş
bildiren heteroseksüel’ yaklaşımla, anormal doğal olmayan ve normatif
standartlara başkaldıran homoseksüel' bakış açısı arasındaki farklılıklar,
cinsel rol kavramını içinden çıkılmaz boyutlarda karmaşık bir hale
getirmektedir. Bu konuda çok geniş ve bir o kadarda karmaşık bir literatürle
karşılaşılmaktadır. Cinsel literatürde tartışılan cinsellik, cinsel kimlik
ve roller, rol sapmaları, eşcinsellik, vs. konularda hetereseksüel ve
homoseksüel persepkifler arasında karşılıklı bir savaş söz konusudur. Cinsel
sapmaları toplumsal cinsiyet açısından ele alan heteroseksüel yaklaşımların
bunları sapık, hastalıklı ve tedavi edilmesi gereken kişiler olarak görmelerine
karşın, homoseksüel bakış açısı bu durumu yadırgamakta ve karşı çıkmaktadır.
Biyolojik cinsiyet üzerine temellendirilen cinsel kimlik, toplumsal
cinsiyetin onayladığı ve doğal olarak kabul ettiği cinselliktir. Fakat cinsel
kimlik, bir kişinin dişiliğini ya da erkekliğini ifade etme biçimidir. Başka
bir deyişle cinsel kimliği belirleyen rollerdir. Cinsel rol doğal bir yetenekle değil, genellikle toplum
tarafından ve çocuğun yakın çevresindeki kişiler tarafından yüklenen,
öğretilen, özendirilen ve belirlenen bir özelliktir. Bütün bunlar çocuğun
cinsel kimliğinin henüz netleşmediği bir dönemde gerçekleşir. İnsanın cinsel
kimliği kendi özünden ve bilincinden gelmekteyse de, bireysel cinselliğin
toplum tarafından algılanışını cinsel roller belirlemektedir[62].
Karakter ve davranışlarının toplum tarafından belirlenen bir takım cinsiyet
kalıplarına uyması ölçüsünde erkek ya da dişi olarak nitelendirilen bireyler,
bu kalıpların dışına çıktıklarında sapkın olarak tanımlanmaktadırlar. Fakat
cinsel rolün toplum tarafından algılanışı ile bireyin kendisi tarafından
algılanışı farklılıklar gösterebilmektedir. Buna göre kişinin doğduğu günden,
ergenliğe geçtiği döneme kadar olan süreçteki cinselliği, kendi seçimi ve
özvarlığı olan cinsel kimliği ile toplumun beklediği ve yüklediği cinsel rolün
etkisiyle oluşmaktadır. “Doğduğu
gün dış cinsel organlarına bakan anne baba ya da diğer kimseler, o andan
itibaren çocuğa ona uygun ısım verirler, cinsiyetine uygun renkte ve çizgide
kıyafetler giydirirler; ona göre oyuncaklar alırlar, ona göre kimi
davranışları desteklerken, kimilerinin kötü olarak gösterirler. Böylelikle
kadın ve erkek farkı yaratılmaya başlanır'[63].
Bir çok insan toplumsalın belirlediği cinsel rol ile kendi seçtiği cinsel
kimliği birleştirebildiği ve aynı şekilde algılayabildiği, gibi kimi insanlarda
kendilerine yakıştırılan cinsel rol ile çatışmaya girebilmektedir. Cinsel rolün toplum
tarafından algılanışı ile oyuncu, yani bireyin kendisi tarafından algılanışı
farklılık göstermektedir. Bir hermofrodit kişi, dış cinsel organlarından dolayı
toplumsal çevresi tarafından erkekliğe uygun görülebildiği halde, kendini tam
tersi bir yönde algılayabilmektedir. Yani kendisine verilen cinsel rol ile kendisine yakıştırdığı “cinsel kimlik”
farklı olabilir. Nitekim uzun vade de bu hermofrodit kişinin cinsel rolüyle
değil de kendi seçtiği cinsel kimliğiyle bütünleşmesi “erkek cinsel organlarından
dolayı kendisine uygun görülen erkek rolüne göre yetiştirilmesine rağmen” kadın
kimliğini benimsemesi çok olasıdır[64]. Bu
durum, insanların gerçek cinsel kimliğinin; yalnızca fiziksel durumları ya da
görünüşteki davranışlarıyla değil, aynı zamanda kendilerini kadınlık ya da
erkeklikle özdeşleştirmeleri biçiminde de belirlenebileceğinin bir kanıtıdır.
Cinsel rol sapmasına uğrayan kişinin kendisini karşı cinsle özdeşleştirmesiyle
oluşturduğu cinsel kimliğe, cinsel literatürde homoseksüel, yani eşcinsel
denmektedir. Kendi cinsinden olana duygusal, erotik ve cinsel yönelim içinde bulunarak
cinsel rol sapması durumunda kalan kimlikleri homoseksüel başlığı altında
toplamak mümkündür[65].
Çünkü cinsel literatürde transseksüel, gay, lezbiyen, biseksüel, hermofrodit
ve travesti gibi birçok cinsel rol sapması ayrı ayrı tartışılmış olduğu halde,
bu kimliklerin birer eşcinsel kimlik olduğu konusunda toplumsal bir onay söz
konusudur. Bu çalışmada da travestiler, eşcinsel kimliği altında tartışılmakta
ve daha çok toplumsal gerçeklikleri üzerinde durulmaktadır.
Cinsel yönelimin belirlenmesinde ve cinsel davranış kalıplarının
yerleşmesinde toplumsal etkenler ve kültür, kuşkusuz belirleyici etkenlerdir.
İnsanların yalnızca üreme içgüdüsüne indirgenemeyen cinsel davranışları
bireysel ve toplumsal düzeyde büyük bir çeşitlilik gösterdiğinden, cinsel
eğilim ve seçimleri kesin çizgilerle birbirinden ayırıp evrensel bir
sınıflandırma yapmak zordur. Fakat, son yıllarda cinsel kimliğimizin “doğulan
cinsiyet” ve sonradan “olunan cinsiyet” olmak üzere iki bileşeni olduğu
yolundaki düşünceler ağırlık kazanmaktadır[66]. Kişinin
doğduğu andan itibaren belirlendiği biyolojik cinsiyeti ve sonradan
geliştirdiği özdeşleşmeler, algılamalar ve yönelimler doğrultusunda
biçimlendirdiği, diğer bir deyişle; toplumun belirlediği cinsel rollerle uyum
veya uyumsuzluğu sonucunda ortaya çıkan (sonradan olunan) cinsiyeti.
Cinselliğin bu bileşenleri hakkındaki tartışmalar, cinsellik hakkında bir
sınıflandırmayı da beraberinde getirmektedir. Cinselliğin yalnızca karşı cinse
yönelik olduğu heteroseksüel davranışın bir uçta, kendi cinsine ilgi duyan ve
biyolojik cinsiyetini kabul etmeyip karşı cinse ait yönelimler besleyen
homoseksüel davranışın diğer uçta olduğu bir sınıflandırma söz konusudur.
Kadınların özgürleşme ve erkeklerle eşit haklara sahip olma çabalarını temsil
eden feminist hareketlerle birlikte cinselliğin bir tercih unsuru olduğunu
savunan homoseksüel hareketlerin etkisiyle, son zamanlara kadar cinsel
kimliğin “sonradan olunan” yanları hem popüler bilincin oluşumunda, hem de
sosyal bilim söylemlerinde daha ön planda yer aldı.
Bu sınıflandırmada travestilerin yerinin neresi olduğu konusunda net bir
şey söylemek oldukça zor görünmektedir. Fakat öne sürülen görüşler, bazı
heteroseksüel istisnalar haricinde travestilerin homoseksüel sınıfa dahil
olduğu konusunda hemfikirdirler. Nitekim gerek toplumsal onay, gerekse
homeseksüelliği savunan görüşler, travestiliğin homeseksüel alanda, yani
sonradan “olunan cinsiyet” alanında tartışıldığını göstermektedir.
Seksoloji literatüründe adları, “crossdressing” olarak geçen travestiler;
karşı cinsin elbiselerini giyenler olarak[67] daha çok dış görünüşle ve davranışlarıyla
karşı cinse ait olma isteğindedirler. Halk arasında travesti dendiğinda daha
çok kadın kılığındaki erkekler akla gelse de, travesti kelimesi aslında hem
erkek hem de kadın için geçerlidir. Travestiler karşı cinsin
eşyalarını kullanmaktan, karşı cinsin giydiği kıyafetleri giymekten zevk alan kişilerdir[68]. Tanımından da anlaşılacağı gibi
travestiler, biyolojik cinsiyetin ve toplumsal cinsiyet öğretilerinin aksine
davranışlar içerisinde bulunmaktadırlar. Travestilerin bu yönü, onları sonradan
“olunan cinsiyet” kategorisene yerleştirmektedir.
Toplum tarafından eşcinsel, ibne ve transeksüel sıfatlarıyla tanımlanan
travestiler, homeseksüel bakış açısından da kendilerine bir yer
bulamamaktadırlar. Zira cinsel literatürde çok açık bir şekilde tanımlanan
transeksüel, biseksüel, gay, lezbiyen, vs. kavramlarına karşın travesti,
yanlızca bu kavramlar içerisinde tartışılmış ve bir netlik kazanmamıştır. Bu haliyle travestiler, tam bir sıradışı kimlik
örneğidirler. Ne heteroseksüel bir tanıma sahiptirler, ne de homeseksüel
bir kabule. Travestiler açısından bu durum tam bir “arada kalmışlık” örneğidir. Heteroseksüel ve
homoseksüel tanımlamaların arasında bir yerlerdedirler. “Ya bir kadınla
ilişki kurabilmek için kadın giysisi giymeye ihtiyaç duyan
heteroseksüeldirler, ya da transeksüel”[69].
Ancak, gerek medyanın ve gerekse toplumsal önyargının etkisiyle halk
arasında transeksüel olarak nitelendirilen travestiler, bilinenin aksine
transeksüel değildirler. Transeksüelliğin travestilik ile bir bağlantısı
yoktur. Travestiler erkek olmaktan memnun olmalarına, hatta bundan kıvanç
duymalarına rağmen kadın gibi görünmekten hoşlanan erkeklerdir. Travestiler
biyolojik cinsiyeti erkek, cinsel roller tarafından belirlenen cinsel kimliği
erkek, erkeklere ve dişilere, ya da her ikisine de bir cinsel çekim duyan,
kendisini erkek hisseden ancak kadın giysileri ile kendini daha çekici kılmak
isteyen kişiler olarak tarif edilmektedirler. Transeksüellik ise, biyolojik
cinsiyet yapısının karşıtı cinsel rol davranışını benimsemiş olmak ve biyolojik
cinsiyet yapısına uygun cinsel rol davranışını reddetmekle ilgilidir[70].
Mutlaka bedeninin değişmesini ister. Dış giysi olarak bedenine değil,
içindeki ruha uygun giyinir. Erkek bedeni vardır ama o kadın ruhu taşıdığı
için kadın giysileri giyer. Organlarından utanır, iğrenir ve dokunamazlar[71].
Transeksüellik bir kimlik kaygısını belirttiği halde travestilerde böyle bir
kaygı yoktur. Cinsel kimliği ve biyolojik cinsiyeti erkek olduğu halde, karşı
cins gibi davranma eğilimindedir. Kadın olmak ya da cinsiyet değiştirmek gibi
bir kaygıları yoktur.
Travestilerle yapılan bir röportajda, onların kadın olmak gibi bir
kaygılarının olmadığı, kendilerini cinsel ilişkideki kadın taraf olarak
benimsemedikleri yolunda görüşler bildirilmiştir.
"Kendilerini
ilişkide kadın taraf olarak görmüyorlar. Ama erkeklere âşık oluyorlar. Bir
erkekle yaşamaya başladıktan sonra da fazlasıyla kadınlaşıyorlar. Yemek
pişiriyor, ütüler yapıyor, kaşların alınması hiç ihmal edilmiyor. Sorunlar da
o dönem de başlıyor zaten. Erkekler hayatlarındaki varlığın kadınlaşmasından
rahatsız oluyorlar. Bir şansın daha olsa diye soruyoruz. Hayatını fuhuşla
kazanmak zorunda kalmasaydın, nasıl görünmeyi tercih ederdin? Ne makyaj
yapardım, ne de strech etekler giyerdim diyor. Zaten kadın olmak isteyen kim?”[72]
Psikiyatri, travestilerin transeksüel olarak algılanmasını cinselliğin
primer ve sekonder özelliklerine bağlamaktadır. Primer olan tek (heteroseksüel)
olarak kalırken, sekonderler ise homoseksüeller ve “transvestitik
transeksüeller” diye tekrar ikiye ayrılmaktadır. Sekonderler köken olarak
homoseksüel ya da travestidirler. Bunlar primerlerin tersine çocukluktan
itibaren kadınca davranıştan, giyimden ve makyajdan, özenmeden ve sergilemekten
uzak durmazlar. Bu kişiler köken olarak homoseksüel olmalarına karşın dengeli,
sağlıklı ve tatminkâr bir yaşam sürdürebilmeleri için bulundukları cinsiyetin
karşıtına dönüşerek, kendi cinsleriyle alakaları söz konusudur. Daha açık
haliyle erkeğe yönelik; erkeğin eşcinselce yaşamı reddedip, kadınca bir beden
ve tavırla yine erkeğe yönelik olmaya devam etmesidir[73]. Kıyafet,
dil üslup, hal ve tutum travestiliğin farklı alanlarıdır. Sadece bunlardan
birine ya da birkaçına sahip olmak, travesti özellikleri taşımak anlamına
gelir. Diğer yandan günümüzde biyolojik anlamda erkek olup kadının toplumsal
kimliğini tercih eden travestiler, kullandıkları hormon ilaçlarının etkisiyle
büyüyen göğüsleriyle, incelen sesleriyle, azalan kıllarıyla, uzun saçlarıyla,
hal ve hareketleriyle bir transeksüelden farksızdırlar. Çoğu zaman aralarındaki
tek fark cinsel organlarıdır. Bu fark, kültür oluşumunda bir etki yapmadığı ve
toplumsal bir onay bulduğu için transeksüeller ve travestiler birlikte yaşar,
birlikte hareket eder, alt kültürel birikimlerini, bunun dilini ve üslubunu
birlikte oluştururlar[74].
Travesti ve transeksüelliği birlikte algılamanın bir başka nedeni de
transgendered kavramıdır. Bu kavrama göre, bir ya da birden çok kez kendi
iradesiyle bir cins rolünden diğerine geçen kişiler travesti ya da transeksüel
olarak tanımlanır. Transgendered, yani cins değiştirme terimi, hem daha çok
cerrahi müdahale yoluyla bedensel olarak bir cinsiyetten diğerine geçen
transeksüelleri, hem de başka cinsin giyim, kuşam ve davranışlarını benimseyen
travestileri kapsar[75]. Türkçe’ye “transvestit”den
bozularak giren travesti sözcüğü ise, medyada ve halk arasında daha çok yanlış
biçimde aynı zamanda hem cerrahi müdahale yoluyla bedensel olarak cinsiyet
değiştiren, hem de kadınların giyim kuşam tarzını ve davranışlarını benimseyen
ve yaşamını fuhuş yaparak kazandığına inanılan, erkeklere atfen küçültücü ve
dışlayıcı bir anlam yüklenerek kullanılmaktadır.
Travestiliği yaşayanların anlatılarından; travestiliğin bir anlamda
transeksüelliğe geçiş sürecinde yaşanması gerekilen bir aşama olduğu sonucu
çıkmaktadır. Örneğin eşcinsel kimliğin ateşli savunucularından Demet Demir bir
röportajında, 1985 yılından önce travesti olduğunu, daha sonra ise 1995 yılında
transeksüelliğe geçtiğini belirtmektedir[76]. Bir
başka örnek ise Esmeray adlı bir travestinin kendisiyle yapılan röportaj da;
“travesti arayış sonucu yakaladığınız kimliğiniz mi sorusuna, ilk çıkışım bir
cinsel kimlik arayışıydı. Önceleri çok zorlandım, ben geymi, transeksüelmiyim?
Sonunda kararımı verdim, ben transeksüelim”[77] yanıtını
vermiştir. Röportajda ki soru, “travestimisiniz” şeklinde olduğu halde
Esmaray’ın yanıtı “transeksüel” olduğu yönündedir. Burada bir sorun söz
konusudur. Hem travestiliği kabul edip bir kimlik olarak özümseme, hem de
kendisini transeksüel olarak topluma sunma, travestiler açısından bir paradoksa
işaret etmektedir. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Eşcinsel konulu sitelerde travestiliği savunan ve aynı zamanda
kendilerinden kabul etmeyen homoseksüel görüşlere sık sık rastlanmadadır. Bu
durum doğal olarak travestilerin yaşadıkları bir ikilem olarak sorun yaratmaktadır.
Sorunun çözümü, transeksüel kavramını bir başka açıdan tanımlamakla mümkün
olacaktır. Transeksüelliğin
bir anlamı da tıpta Gender Disphoria, Türkçesi ile cinsel rol karmaşasıdır[78].
Cinsel rol karmaşası yaşayan bireyler, sahip oldukları biyolojik cinsiyetten
kurtulmak için bir dizi operasyonlardan geçmeyi göze almak zorundadırlar.
Ancak çok meşakkatli, ekonomik açıdan güç ve geçiş için psikiyatrik tedavi
gerektiren bu operasyonlarla transeksüel olunabilmektedir. Bu geçişi göze
alamayan ya da öylece kalmayı yeğleyenler travesti olarak kalmaktadır.
Travestiler hakkında tartışılması gereken bir başka sorun ise travesti ve
transeksüellerin aynı cinsel kategoride anlamlandırılabildikleri gibi toplum
tarafından eşcinsel olarak nitelendirilmeleri ve eşcinsellerin buna karşı
çıkmalarıdır. “Maskeler Süvariler Gacılar” adlı kitabında Pınar Selek,
taravestileri ve transeksüelleri eşcinsel kimlik içerisinde algılayan toplumsal
ön yargıya karşı çıkmaktadır. Eşcinsel kimlik kadın ya da erkek kimliklerinin
dışında tarihsel anlamda oluşmuş bir kimliktir ve travesti ya da
transeksüellerdeki gibi cinsiyet değiştirmeyle kazanılmaz. Travestilik ya da
transeksüellik toplumda yaygın olan anlayışını tersine eşcinselliğin aşırı bir
şekli değildir [79].
Eşcinselliği lezbiyenler ve geyler ile tanımlayan Selek, travesti ve
transeksüellerin ayrı düzlemlere sahip olduğunu söylemektedir.
Eşcinsel kimliği lezbiyen ve gey kimliğidir. Travesti ve transeksüel ise
“transgender” yani dönüşmüş kimliktir. Transgender, varolan cins kimliklerini
kabul etmekte, birinden vazgeçerek diğerine geçmektedir. Lezbiyenlik ve gey ise
varolan cins kimliklerini redetmekte ve yeni bir kimlik mücadelisi vermektedir.
Dolayısıyla eşcinseller transeksüelleri ve travestileri kendilerinden kabul etmede
zorlanmadadırlar. Bu zorlamanın temelinde ise travesti ve transeksüellerin
varolan cins kimliklerini kabul etmesi ve kendilerini buna uydurmaları
yatmaktadır. Eşcinseller, travestilik ve transeksüelliğin “eşcinsel kimlik
mücadelisi” inin gelişmediği coğrafyalarda daha yaygın olmasını zorunlu bir
sapmanın sonucu olarak değerlendirmektedirler. Travesti ve transeksüeller, eşcinsel
kimlik mücadelesi verme birikimine ve zeminine sahip olmadıkları için
eşcinselliklerini travesti olarak yaşamakta, böylece hakim rolleri
benimseyerek biraz daha kabul edilebileceklerini düşünmektedirler. Maruz
kaldıkları dışlanma onları da direnişe itmiş, eşcinsellerle aynı muameleyi
görmeleri, cinsiyet konusundaki siyasal ve sosyal hassasiyetin şimşeklerini
aynı güçle üzerlerine çekmeleri, eşcinsellik altkültürü içinde şekillenmelerini
beraberinde getirmiştir. Onlar sadece toplumun geneli tarafından değil, alt
kültürel anlamda en yakın oldukları gruplar, yani eşcinseller tarafından da
dışlanmaktadırlar[80].
“Cinsel azınlık” kavramı, toplumsal cinsiyeti temsil eden kadın ve erkek
rollerinin dışında kalan homoseksüel kişileri temsil etmektedir. Kavramın Batı
ülkelerindeki tarihi 20 yıl öncesine kadar uzanmaktayken ülkemizde kısa süre
önce tartışılmaya başlanmıştır. Temel olarak cinsel yönelimden dolayı
çoğunluğun dışında kalan, yani heteroseksüel olmayan grubu ifade etmektedir.
Çoğunluğun heteroseksüel olduğu bir toplumda cinsel yönelim bazında azınlıkta
kalan grupların bazıları eşcinseller, biseksüeller, travestiler, transeksüeller
vs şeklinde ifade edilmektedir[81].
Toplumsal olarak azınlıkta kalan diğer gruplar gibi cinsel bir azınlık
olarak travestilerin de sosyal ve yasal hakları tartışmalı bir durum
içermektedir. Çoğunluk grubu temsil eden heteroseksüeller, cinsel azınlık
gruplarının (travestilerin) marjinal davranışlarını cinsel sapma olarak
gösterme gücünü elinde bulundurduklarından, sapma olarak görülen normları da
kurumsallaştırma gücüne sahip olmaktadırlar. Böylece azınlıkta kalan travestilere
olumsuz bir değer yüklenerek, cinsel farklılıkları bozukluk ya da eksiklik
olarak algılanmaktadır. Cinsel farklılığın kurumsallaştırılmasıyla düşünsel ve
duygusal stereotıpler yaratılarak cinsel azınlık konumundaki bireyi tüm
yönleriyle dolu bir insandan, bir veya birkaç sapmış özelliğe indirgemektedir.
Bu duruma yaftalanma (stigmatizasyon) denilmektedir. Yaftalanan özellik
(örneğin travestilik) “durumlar üstü bir kimliği” belirleyen bir “esas statü”
halini alır; öyle ki yaftalanan özellik veya kimlik, konu dışı veya durumla
ilintisiz olduğunda bile öne çıkarılır[82]. Örneğin
medya yoluyla halkın aşırı ilgisini çeken E-5 karayolunda otostop yapan
travestiler, anlam ve konum itibariyle ilintisiz olduğu halde eşcinsel kimliği
altında algılanabilmektedir. Günlük hayatta normal cinsel şarkıcı, doktor,
öğretmen vs şeklinde ifadelere rastlanılmadığı halde, aynı meslekleri yapan
eşcinsel bireyler söz konusu olduğunda, konuyla ilgili olmasa da çoğu zaman
kişinin bu azınlık özelliği diğer normal özelliklerinin önüne geçirilerek
belirtilmektedir.
Bu tür sosyal yaftalama etkilerini kültürel politik ve hukuksal araçlarla
denetim altına almamış toplumlarda yaşayan travestiler için bu azınlıkta kalma
hali; tüm varoluşlarını çevreleyen bir sosyal veri olarak “bireysel”
kaynaklardan ve mümkünse yarattıkları veya katıldıkları bir azınlık
“camiasının” sağlayabildiği olanaklardan yararlanarak, yakalanmayla başa
çıkmaya çalıştıkları bir durumdur[83].
Bireysel cinselliğini öne çıkarmak isteyen, fakat toplumsal cinsiyet
(çoğunluğun cinsiyeti) tarafından engellerle karşılaşan travesti, ya cinsel
yönelimini saklı tutup yaşamak, ya da toplum dışı kalmayı göze alıp;
cinselliğini yaşayabileceği ve kendini güvende hissedeceği ve kendisi gibi
olan insanların yaşadığı mekanlara çekilecektir. Ya da ülkemizde yaşanan
haliyle, toplumun dışında ama topluma hizmet eden erkek “seks işçileri”[84]
olarak yaşamını devam ettirecektir.
Cinsel azınlık kavramının önemi bu aşamadan sonra anlaşılabilecektir.
Cinsel azınlıklar arasında topluluk olarak görülebilecek belki de tek grup olan
travesti grubu içindeki cinsel kimlik karmaşası bu durumun en çarpıcı
örneğidir. Bir cinsel kimliği terkedip başkasına geçmek gibi başlı başına bir
sorgulama ve keşfetme sürecine giren travestiler için cinsellik, kadın
kimliğine bürünüp erkeklere seks hizmeti sunmaktan öteye gitmemektedir. Oysa
toplumun büyük bir kısmının algıladığı anlamda travestilerin hepsinin cinsel
yönelimi bu şekilde değildir. Ancak “erkeklerden hoşlanıyorsam erkek değilim,
erkek değilsem kadın olmalıyım [85]
düşüncesiyle patriarkal cinselliğin etrafında şekillenen bir cinselliğin etkisi
altında kalan travestiler bu bakış açısını kolaylıkla benimseyebilmektedir.
Kişileri, tek bir cinsiyetten oluşan toplumsal mekanlar ve ilişkilerle
sınırlayan ve travestiliği salt bir cinsel eylem olma durumundan çıkartıp
toplumsal ilişki boyutuna konumlandıran bu cinsel perspektif; travestileri
önceden belirlenmiş kalıplaşmış cins rolleriyle baş başa bırakmaktadır.
Travestilerin önemli bir bölümünün cinsel yönelimlerini kimliklerinin ve
kişiliklerinin bir parçası olarak kabul etmelerinden sonra kendilerini kadın
kimliğiyle özdeşleştirmelerinin ve kadınsı özellikleri içselliştirmelerinin
nedeni de bu patriarkal cinsiyet anlayışıdır.
Travestileri cinsel azınlıkta kalan kimlikler olarak algılamanın bir sebebi
de yaşadıkları ya da çalıştıkları mekanlardır. Ülkemizde travestilerin yaşadığı
Beyoğlu, Tarla başı ve Cihangir semtleri[86] hor
görülen sosyal faaliyetlerin, suçun, kokuşmuşluğun, fuhuşun ve anti rasyonelliğin
hüküm sürdüğü mekanlar olarak travestileri kimliklendirici özellikler
taşımaktadır. Bu mekanlar içinde barındırdığı travestilere bir cinsel kimlik kazandırarak
kendi farklı cinsel azınlık kimliklerini muhafaza edebilmelerini sağlamaktadır.
Bu yerler merkez tarafından dışlanan, dahil olmaya çalışılan, bazen de
katılmayı reddeden[87]
travestilerin yaşam alanlarıdır.
Diğer bir mekan ise, travestilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için
gerekli parayı fuhuş yaparak kazandıkları E-5 Karayolu’dur. E-5 Karayolu’nun
travestiler üzerinde inkar edilemez ve bir o kadar da şaşırtıcı bir
kimliklendirici özelliği bulunmaktadır. Çünkü Türkiye’de eşcinsel denince çoğu
zaman E-5’te görülen travestiler akla gelmektedir. Toplumun büyük bir kesimi
travestileri E-5’te koşturup olay çıkaran, etrafa saldıran ve kendisini
doğrayan kişiler olarak algılamaktadır. Travestilere yönelik cinsel rağbetin
en üst seviyede yaşandığı bir yer olarak E5 Karayolu, travestilerin gerçek
cinsel kimliklerine kavuştukları bir mekandır. Çünkü burası
toplumsallaştıkları, topluma açılabildikleri ve en önemlisi medya aracılığıyla
seslerini kamuoyuna duyurabildikleri tek yerdir. E-5 onların dokunulmazlık
bölgeleridir adeta. Nitekim bir travestinin ağzından, E-5 Karayolunun kendileri
için ne kadar önemli bir mekan olduğu ve ne derece kimliklendirci bir yer
olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
“Ben E-5’in gediklisi
bir seks işçisiyim. Ve iflah olmaz bir travestiyim. En büyük devrimcilerin bile
yapmaya cesaret edemeyeceği bir şekilde, kendimi gizlemeden, genelllikle
yalnız ve silahsız bir şekilde topluma karşı yaşam ve onur mücadelesi
veriyorum."
Göbek Adım E-5[88]
Cinselliğin biyolojik yaşamdan çok toplumsal ve kültürel yaşamla da ilgili
olduğu bir gerçektir. Her toplumun insan cinselliğine ve cinsiyetler arası
ilişkilere kendilerine özgü yaklaşım biçimleri bulunmaktadır. Cinselliği
belirleyen asıl etken toplumsal alanı biçimlendiren kültürel farklılıklardır.
Toplumları gelişmişlik sınıflamasına göre değerlendirmeye olanak sağlayan
ölçütler ile cinsellik olgusuna karşı şekillenen genel toplumsal kanı
arasındaki bağıntısal ilişki gözden kaçırılmamalıdır. Bu yüzden cinselliğe
ilişkin tartışmalar biyolojik cinsiyetten çok, toplumsal yaşımın belirlediği
cinselliğe ilişkin normlar ve standartlar ölçüsünde, sosyal ve kültürel
özellikler göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
Geleneksel toplum değerleri ve normları ile cinsel değişimi ve dönüşümü
temsil eden travesti olgusu arasında devamlı bir çatışma söz konusudur.
Toplumsal ahlak anlayışı ve ayıp, yasak, günah kavramlarına yüklenen
anlamların değişmesi toplumsal yaşam içerisinde oldukça zor ve yavaş
olmaktadır! Aynı şekilde cinsellik olgusu da taşıdığı anlam itibariyle
toplumsal yaşam için de gelenek, görenek ahlak ve din alanının etkisi altında
şekil bulmaktadır.
Geleneksel toplumlar,
küreselleşme ile birlikte gelen tüketim kültüründe bireysel kimliğin en üst
seviyelerde yaşandığı modernizme çok hızlı ve kontrolsüz bir şekilde girerken,
cinsel alandaki toplumsal yargı ve tutumlar bu hızlı toplumsal değişime ayak
uyduramamış, modernizmin koşullarına göre değişememiştir. Özellikle cinselliğin
ayıp, günah, yasak ve kabahat oluşu, bütün ayıp, günah ve kabahatler gibi gizlenmesi
gerektiği düşüncesi, bu tür toplumların bilinci altına işlenmiştir[89]. Cinsellikle ilgi
sorunların esas kaynağını bu konudaki bilgi eksikliği ve toplumsal yaşamın katı
kuralları oluşturmaktadır. Cinselliği konuşmaktan kaçınmak, toplumsal yaşamın
bozulabileceği yolundaki korkulara kapılmak, sapkınlıklara yönelmek vs gibi
davranışlar, baskı ve yasaklamaların doğurduğu birçok cinsel sorundan sadece
birkaçıdır.
Bu tür cinsel sorunları yaşayan travestiler, geleneksel toplum değerleri
ve normlarınca şekillenen ayıp, günah ve yasak üçleminin karşısında duran ve
bunlara başkaldıran sıradışı fenomenlerdir. Cinsel kimlikleri toplumsal
cinsiyetin belirlediği norm ve standartlara uymasa da, eşcinsel kimlik
mücadelesinin dışında tutulup ayrı bir yere konmuş olsalar da travestiler,
toplumsal bir gerçekliktir. Toplumun yarattığı ama asla beklemediği bir
gerçekliktir. Onların gerçeklik alanları medya, E.5 Karayolu, Beyoğlu, Ülker
sokak, cinsel rağbet alanları ve tüm bu yerlerde edindikleri cinsel azınlık
kimlikleridir. Onlar kimilerine göre sosyal ve patolojik bir vaka,
kimilerine göre ise araştırılması ve iğdiş edilmesi gereken ampirik birer
nesnedirler. Tanımlandırılmaya çalışılan, sayılan, katergorıze edilen, kimi
zaman sınıflandırılmaya tabi tutulan gözlenen ama görülmeyen cinsel bir
objedirler. Açıklanması zor bir cinsel sapma örneği olarak gizli, büyüleyici,
çekici ve otantik, bir o kadar da ürkülen, araştırılmaya, keşfedilmeye
çalışılan ama açıklanamayan, cinsellik adına oturmuş tüm toplumsal değer ve
yargıları altüst eden, sanal ve yapay bir cinselliğin temsilcileridirler.
Travestilik nesneler, simgeler, protezler ve estetik operasyonlarla
sergilenen günümüz yapay ve sanal cinselliğini temsil eden bir olgudur.
Baudrilard, travestiliğin toplumsal anlamda yaşanan bir kural olduğunu, bu
kuralın kimlik ve fark arayışında olan bireylerin bütün davranışlarının temeli
haline geldiğini söylemektedir. Öyle ki bireylerin kendilerine arşivlerde, bir
anıda, bir tasarı ya da gelecekte kimlik arayacak zamanları yoktur artık.
Şipşak bir bellek, doğrudan bir bağlantı anında doğrulanabilecek bir reklam
kimliği gerekmektedir. Eskiden insanların bedenlerine sahip olmadığı bedenin önemsiz olduğu, sadece
haz ve cazibenin ürünü olduğu, önemli olanın ruh olduğu öğretilerine karşın
günümüz toplumlarında fiziksel ve cinsel özgürleşme biçiminde bedenin yeniden
keşfi söz konusudur. Günümüz toplumlarında söz konusu olan bir örnek bedenlerdir. Özellikle
dişil bedenlerde; sağlık, perhiz, estetik tedavi, gençlik zariflik, bedenle
ilgili bakımlar, rejimler vs. den oluşan bedenler, geleneksel söylemden
uzaklaşarak, tüketilmesi gerekilen bir nesneye dönüşmüştür. Tüketime
alıştırılan toplumlarda beden, en güzel tüketim nesnesi olmaktadır[90].
Böylelikle travestilik de protezler, estetik ameliyatlar, sağlık, perhiz, vs
ile nesne durumuna düşen bedenin “bir örnek” olma, çabasının bir ürünüdür.
Bir tür yapay yazgıya mahkûm edilen cinsel beden, cinsiyet göstergelerinin
yerine başkasını koyma anlamında, yani travestiliğin en geniş anlamıyla
transeksüeldir. Baudrillard’a göre; cerrahi ya da göstergesel işlem olsa da,
gösterge ya da organ olsa da, transeksüellik için geçerli olan bütün durumlarda
söz konusu olan protezlerdir ve bugün bedenin yazgısı proteze dönüşmek iken,
cinselliğin modelinin travestiliğin en geniş anlamıyla transeksüellik olması ve
her yerde çekici bir konuma düşmesi gayet mantıklıdır. Çünkü en güzel tüketim
nesnesi olan beden; nesnelerin kullanım değerlerinin kısa devreye uğraması
tezinde olduğu gibi artık, ikincil kullanım alanıyla kendisinden söz
ettirmektedir. Cinsel haz ve cazibenin temsilleri olan iki ayrı (kadın erkek)
kutuptan oluşan beden, artık ikincil anlamları, yani protez ve estetik
ameliyatlarla bir nesne durumuna düşmüştür. Bundan sonra artık bedenin
görüntüsü önem kazanmaktadır.
George Simmel, görüntünün imaja dönecek kadar birikmiş bir sermaye
olduğunu söylemektedir[91].
Günümüz toplumunun insanları da imaj düşkünüdürler. Onlar için önemli olan
imajdır, görüntü (look)dur, dünya ile kurdukları ilişki seyir ilişkinden
ibarettir. Birbirlerine olan cinsel eylemleri, sanki gerçek bir nesneyle
ilişki içerisindelermiş gibidir. İmajları, kitle iletişim araçlarının tahriği
ve desteğiyle koruması gereken en önemli özellikleridir. Birbirlerine karşı
gösterdikleri ilgi kişisel iletişimden uzak, tamamıyla imaja yönelik bir kitle
iletişimidir. İmaj, zorunlu tüketim mallarının da ötesindedir. Tüketim
toplumunun insanları, türlü türlü reklamlarla donatılmış alıcısını bekleyen
metalar gibi, kendilerini etiketleyerek kitlenin beğenisine sunarlar[92],
işte bu anlamda da da travestilik; kimlik arayışına girmekten kaçınan bireyin
şipşak bir belleğe sahip olabileceği, doğrudan bir bağlantı kurabileceği ve
anında doğrulayabileceği bir reklam kimliğidir.
Baudrillard’ın, transseksüelliğe yönelik bedenin protezleşmesi tezi, A.
Giddens’ın plastik cinsellik kavramını hatırlatmaktadır. Plastik cinsellik
kavramına göre cinsellik, kendisine üreme dışı alanda da yer bulmaktadır.
Plastik diye tanımlanması, saf ilişkilerin modern idaallere uygunluğundan
kaynaklanmaktadır. Baudrillar’ın aksine Giddens, kimliğin oluşumunda ve bir
proje olarak benliğin inşasında cinselliğin bu kadar abartılmaması gerektiğine
inanmaktadır. Giddens’a göre cinselliğin bu şekilde abartılması, kendini
ekonomik büyüme ve teknik kontrole adamış bir uygarlığın karşıtı değil, onun
başarısızlığının cisimleşmesidir[93].
Cinsel beden gerçekten yapay bir yazgıya mahkûm olmuştur. Günümüzde
plastik cerrahi operasyonlarının yaygınlaşması, geleneksel kadın-erkek cinsel
kutuplarının farksızlaşması ve haz olarak cinselliğin çok fazla umursanmaması,
bedeni yapay bir yazgıya sürüklemektedir. Cinsellik artık bir görünüm (look)
den ibarettir. Cinsellik adına aranan şey, artık Freud’un üzerinde ısrarla
durduğu cinsel haz ve cazibe değil, görünümdür. Mcheal Jackson örneğini veren Baudrilard, yapay bir
cinselliğe mahkum edilerek protezler ve plastik cerrahi operasyonlarla yeniden
şekillenen ve dönüşen cinsel bedenin melezleştiğini, Michel Jackson’ın ise bu
türün kusursuz bir örneği olduğunu söylemektedir. Bu günün çocukları da
melezleşmiş bir toplum karşısında şaşırmamakta, Michel Jackson da bu çocukların
ideal bir gelecek için düşündükleri şeyin habercisi olabilmektedir[94].
Kendilerine kimlik arayacak zamanı olmayan bugünün çocukları için anında
doğrulayabilecekleri, sadece görünümden ibaret olan, simgeler ve protezlerle
şekillenen bir transeksüel kimlik söz konusudur. “O halde hepimiz
transeksüeliz. Nasıl ki fiilen değişime uğramış biyolojik bir varlık isek, aynı
şekilde fiilen transseksüeliz de. Ayrıca sorun biyolojik bir sorun bile
değildir. Hepimiz artık simgesel olarak transeküeliz.”[95]
Sh: 13-53
Bilgi, deneyim, inanç, değer, tutum, anlam vb. birçok unsurun bireyler ya
da gruplar tarafından benimsenmesi, kabul edilmesi, içerilmesi ya da bu
unsurların dışlanması yoluyla oluşturulan ortak kimlik, toplumsallaşma
sürecinin oluşması açısından önemli bir yere sahiptir. Aile, okul, din,
komşuluk, yaşanılan coğrafyalar, kültür vb. toplumsallaşma sürecinin zeminini
oluşturan unsurlara televizyon haberlerinin de katıldığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Toplumsal etkileşim sürecinde önemli bir yere sahip olan televizyon ve
onun bir program türü olan haberler, toplumsal yaşam içerisinde ortak bir kimliğin
oluşmasına yardımcı olurken, aynı zamanda topluluklar ve bireyler arasında
kimlik farklılaşmalarının da zeminini oluşturmaktadır.
Varlığını ve hâkimiyetini devam ettirmek için farklılıklar yaratan ortak
bir kimliğin her zaman için karşısına aldığı bir “onlar” yani “öteki” fikri
bulunmaktadır. Çünkü kimliğin kavramsallaştırılması için sosyal ilişkilerin en
az iki grup yani biz ve onlar şeklinde sınıflandırılması gerekmektedir. Kimliğin tehlikede olduğunun
düşünüldüğü durumlarda daha fazla sahip çıkılmakta ve farklılıkların altı
keskin bir şekilde çizilmektedir. Televizyon haberleri ortak kimlik
düşüncesinin benimsetilmesinde kendine has söylem ve kurgulama yöntemleri ile
kimliklere ait sembol ve simge yaratılmasında etkili olan araçlardan biridir.
Ortak kimlik “herkes” alanında yaşanmaktadır ve herkes alanı sıradan olma,
tek düzeleşme ile ilintilidir. Televizyon haberlerinin söylemi ya da anlatı
yapısı da herkes alanına paralel bir doğrultuda yani sıradan ve tekdüzedir.
Siyasi, ekonomik, ulusal ve dış haberler gibi haber türlerine bakıldığında bu
sıradanlık görülecektir. Bu konular hakkındaki haber yapıları ve söylemleri
neredeyse bütün televizyonlarda aynıdır. Örneğin ulusal kimlik açısından
önemli sayılan bir olayın ya da kavramın haber olarak bültenlere yansıması,
çoğu zaman ulusal kimlik düşüncesinin korunması ve benimsetilmesi şeklinde
olmaktadır.
Televizyon haberleri ortak aidiyetlerin, kimliklerin ve aynılaştırmanın
oluşturulduğu zeminler olduğu gibi kimi zaman farklılıkların yaratılması ve
ayrılaştırmanın sağlanması için de etkili bir araçtır. Herkes alanın doğal
sonucu olan sıradan olma halinin dışında kalanların, bu girişimden
vazgeçirilmeleri ya da sıradışı olarak ilan edilmeleri için televizyon
haberleri bu görevi kendiliğinden üstlenmektedir. Herkes alanına ait
söylemlerle şekillendirilen haberler, bu söylemin karşısında bulunan
“ötekilerin” yaşam biçimlerini, davranışlarını, kimliklerini farklılaştırarak
sınıflandırmakta ve sıradışı olarak etiketlendirmektedir.
Medya tarafından yaratılan
kimliklerin nasıl ötekileştirildiği, farklılıkların hangi yöntemlerle
abartılarak sıradışı kimlikler biçimine sokulduğu ve ne tür medyatik sunum
biçimlerinin gerçekleştirildiği konularının tartışıldığı bu çalışma da sıradışı
kimlik olarak travestiler seçilmiştir. Heteroseksüel “herkes”in karşısında kadın ya da erkek olmayı reddeden
“ötekiler olarak ele alınan travestiler, haberlerde sunuldukları biçimiyle
sıradışı kimlikler kategorizasyonunda önemli bir yere sahiptirler. Çünkü
travestiler ne heteroseksüel bir tanımda kendisine yer bulabilmekte, ne de
homoseksüel bir destek görmektedirler. Her iki taraf da böyle bir cinsiyetin
varlığını kabul etmemekte, ama kendi cinsel kimliklerinin varlığını ve baskınlığını
devam ettirmek için böyle bir kavramın (travestinin) varlığına ihtiyaç
duymaktadır. Dahası bu türlü bir kimliğin ortaya çıkarılması ve belleklere
kazınmasında medya başroldedir. Televizyon haberleri de bu kimliğin sosyal
rağbet bulmasında önemli mekanlar olarak iş görmektedir. Yani travesti şeklinde
sunulan kavramın yaratıcısı da yine televizyon haberleridir. Cinsellikle ilgili literatürde
transvestit; karşı cinsin elbisesini giyen ve dış görünümleri itibarıyla karşı
cinse benzeme çabası içine girenler olarak tanımlanırken, bu kavram haberlerle
birlikte şiddet ve fuhuşla anılan, “travesti”ye dönüşmüştür.
Sıradışı kimlikler olarak nitelendirilen travestiler hakkındaki haberlerin
sunum biçimi, izleyicileri şiddet ve cinsel içerikli görüntülere bağımlı hale
getirmekte ve birey gerçeklik hakkındaki toplumsal ve kültürel deneyimlerini
haber deneyimleriyle karıştırarak gerçekliğini yitirmektedir. Travestiler
hakkında sergilenen kavram kargaşası izleyiciye de yansımakta ve izleyicinin
olayları yorumlayabilme kabiliyeti ortadan kalkmaktadır. Sadece izlenme oranını
arttıran bir haber metası olarak ele alınan travesti olayları; izleyici
üzerinde oluşabilecek etkiler, yönelimler, özdeşleşmeler düşünülmeden
sunulmaktadır.
Travesti konulu
haberler, şiddet ve cinsel içerikli görüntülerden oluşan kurgusuyla, rating
getiren bir haber türü olarak günümüz televizyon haberciliğinin kolay kolay
vazgeçemediği haber değerlerine sahiptir. Çünkü habercilik
açısından olumsuz olarak değerlendirilen olaylar diğer olaylara göre daha
değerlidir. Travesti haberlerinde olumsuz niteliklerin hepsine rastlamak mümkündür.
Fuhuş, şiddet, kan, kavga, cinsellik, kargaşa gibi toplumsal açıdan önemli ve
olumsuz sayılan olayların birçoğu travesti haberlerinin konusudur. Haberlerin
bu şekilde kurgulanması ise olayların merkezinde yer alan travestilerin herkes
alanının dışında kalan, ortak kimliğe aykırı davranışlarda bulunan sıradışı
kimlikler olarak algılanmalarına neden olmaktadır. Çünkü bu tür görüntüler
travsetilerle özdeşleştirilmekte, onlarla anılmakta ve onları sistem için
tehlikeli fakat rehabilite edilmesi gereken hastalıklı insanlar konumuna
indirgemektedir.
Çalışmanın genelinde, haber yapımcılarının bu tür bir sunumdan
vazgeçmelerinin gerekliliği nedenleri ile birlikte verilmekte, travesti haberlerinin
tarafsızlık, sorumluluk, kamuoyunu aydınlatma, halkı bilgilendirme ve
bilinçlendirme gibi haber ölçütlerine ne derece bağlı kaldığı eleştirel bir
tavırla tartışılmaktadır.
Haberlerin
kurgusu için seçilen görüntü ve perforelerin ( haber metinlerinin ) büyük bir
bölümü şiddet ve cinsel içeriklidir. 2000 yılında yayınlanan
137 travesti haberinin 94 ünün fuhuş, saldırganlık, şiddet, cinsellik, ölüm,
cinnet, eylem vb. içerikli görüntülerle kurgulanması, travestilerin sıradışı
kimlikler olarak algılanmalarına ve bu tür görüntülerin travestilerle
özdeşleştirilmesine, onlarla birlikte anılmasına neden olmaktadır. Çalışmada ele alınan
on televizyon kanalının bir yıl boyunca yayınladığı travesti haberlerinin
süresi, -6 saat 22 dakika 4 saniye - olarak hesaplanmıştır. Bu süre bir yıla
yayıldığında ve bir haber bülteninin ortalama süresinin 30 ila 45 dakika
arasında olduğu düşünüldüğünde izleyici bir yılın 8-9 gününü aralıksız olarak
travesti haberlerini izleyerek geçiriyor olacaktır. Haberlerin bu yoğunluk
da sunulması ve hemen her haberin ( konu ile alakası olmasa bile ) fuhuş ve
şiddet içerikli görüntülerle kurgulanması travestiler hakkındaki algılamaların
da bu yönde olmasına neden olmaktadır. Ayrıca bu tür bir algılamanın
sürekliliğinin sağlanması ve algılamanın sağlamlaştırılması için şiddet ve
fuhuş içerikli iletilerin çok sık olarak yinelendiği görülmektedir.
Araştırmada; İnter Star, Kanal D, NTV ve Kanal 7 televizyonlarında
yayınlanan 56 haberin 50’sinde görüntü ve metin yinelemelerinin yapıldığı
görülmüştür. Örnek haberler üzerinde yapılan incelemede görüntü
yinelemelerinin; fuhuş ve şiddet içerikli görüntülerin yavaşlatmalarla ve
yuvarlak içine almalarla defalarca tekrar edilmesi, metin yinelemelerinin ise;
ifadelerin önyargılı bir üslupla birçok defa yorumlanarak tekrar edilmesi
şeklinde olduğu görülmektedir. Aynı zamanda travesti haberlerinin aylara göre
dağılımı göz önünde bulundurulduğunda, standart bir uygulamanın hakim olduğu
görülmüştür. Sekiz ayda yayınlanan haber sayısının 12-16 arasında olması ve bir
ayda yayınlanan travesti haberlerinin ortalama 3-4 arasında değişmesi standart
bir uygulamanın var olduğunu göstermektedir.
Travesti haberlerinin sunumda ortaya çıkan bir başka önemli sonuç da travestilerin
haberlere konu olduklarında, çoğu zaman bazı nitelendirmelerle sunulmalarıdır.
‘Travesti Terörü”, ‘Travesti Şovu”, “Saldırgan Travestiler” gibi
nitelendirmeler, travestiler hakkındaki algılamayı kolaylaştırmakta ve haberin
ikna gücünü arttırmaktadır. Haber metinlerinde kolay algılama ve anlaşılır olma endişesiyle
yapıldığı düşünülen bu tür ifadelere, ( çeşitli biçimlerde ) 56 haberin 31
adetinde rastlanmıştır. Bir tür yorum sayılan bu nitelendirmeler,
travesti davranışlarının ve eylemlerinin ( yavaşlatılarak, yuvarlak içine
alınarak, sürekli tekrar edilerek) abartılmasıyla oluşturulmaktadır.
Nitelendirmelerin çoğunlukla travestiler hakkında ki algılamayı ve hafızada
tutmayı kolaylaştırmaya yönelik olarak yapılan ikna edici bir yöntem olduğu düşünülmektedir.
Travesti haberlerinin; habercilerin bakış açıları, konular için görüşlerine
başvurulanlar ve travestilerin propaganda yüklü ifadeleri doğrultusunda
şekillendirdiği görülmüştür. Haberin kurgusu içerisinde uygun yerlere
yerleştirilen röportajlar travestiler hakkındaki gerçeğin ( haberin gerçeği)
yansıtılması açısından önemlidir. Travesti
haberlerinde görüş bildirenler ve röportaj yapılanlar çoğunlukla
travestilerdir. Toplam 17 haberde travestilerin kendilerini anlatma ve ifadelerini sunmaları
için fırsat verilmiştir. Görüşlerine sıklıkla başvurulan diğer kişiler ise
psikolog, sosyolog ve cerrahi operasyon yapan uzman otoritelerdir. Bu
kişilerin görüşlerine 7 haberde rastlanmadadır. Fakat otoritelerin travestiler
hakkında bildirdiği görüşlerin, haberin anlatısıyla doğru orantılı olduğu
görülmektedir. Zira haberin kendisinin kurgudan ibaret olması, görüşlerin
verildiği röportajların da seçilmiş olduğunu (kurgulandığını) ve haber
yapımcılarının görüşleriyle aynı doğrultuda şekillendirdiğini göstermektedir.
Travesti kimliğinin haberlere yansıtılış biçimi grup kimliği içerisinde
kategorize edilerek sunulmaktadır. Haber anlatı formunun oluşturulmasında
etkili olan kategorize etme süreci; davranışlar, giyim tarzları, konuşma
biçimleri ve yaşam alanları gibi belirli özelliklere sahip olan travestilerin
de kategorize edilerek sunulmasına sebep olmaktadır. Çünkü kategoriler, algısal
kümeler olarak travestiler hakkındaki gerçeğin (fuhuş ve şiddete dayalı
geçeklik) algılanmasını kolaylaştırmaktadır. Kategorize edilen travestiler hakkında
enformasyon bombardımanına uğrayan izleyici, yeni bir enformasyonla
karşılaştığında zorluk çekmeyecek ve yeni enformasyona öncekilerle ilişkili
olarak anlam “çerçeveleri” ve “şemaları" uygulayacaktır. İncelediğimiz televizyonlarda,
bir yılda yapılan 56 travesti haberinden sadece 3 tanesinin kişisel haber
olduğu anlaşılmıştır. Bir tek travestinin hayatını konu alan haber sayısının 3
taneyle sınırlı olması, travestilerin kategorize edilmiş grup kimliği altında
sunulduklarını ortaya koymaktadır.
Toplumsal yaşam içerisinde, başka insanlar hakkındaki deneyimlerin ve
yargılamaların büyük bir kısmını evinde oturarak televizyon ekranlarından
öğrenen izleyiciler için travesti haberlerinin sunuluş biçimi önemlidir. Çünkü
aynı zamanda toplumda birey olarak yer alan izleyici travestiler hakkındaki
algılamayı, onları tanımayı, bilmeyi ancak televizyon haberleri aracılığıyla
edinmektedir. Ekranlardan sunuldukları haliyle travestiler; fuhuş yapan,
karşılarına çıkan herkese saldıran, çok para kazanan, gruplar halinde hareket
eden ve haklarını savunmasını çok iyi beceren güçlü insanlar olarak
izleyicinin karşısına çıkartılmaktadır. Bu şekilde bir sunumun sürekli
yinelemelerle verilmesi ise travestiler hakkındaki tek gerçeğin habercilerin
sunduğu gerçek olduğu düşüncesini de sağlamlaştırmaktadır. Araştırmada,
“transvestit” olmayı bir cinsel tercih olarak gören, şiddet olaylarından
kaçınan ve yaşamını sürdürmek için fuhuş yapmaya ihtiyaç duymayan insanların
“geçekte” varoldukları halde, haber değerlerinin olmadıkları görülmüştür.
Araştırma boyunca bu tür haberlere rastlanmamıştır. Dolayısıyla televizyon
haberlerinde sunulan “travesti” portresinin, gerçek anlamda bir cinsel yönelim
ve karşı cinsin elbiselerini giymekle tanımlanan “transvestit" lerle bir
ilişkisi bulunmamaktadır. Günümüzde, travestiler hakkındaki deneyimlerinin ve
yargılamalarının büyük bir bölümünü haberlerden aldığı iletilere göre
şekillendiren bireyler travestilerle kuracakları ilişkilerini ya da onlara
gösterecekleri tepkileri yine haberlerden öğrenerek gerçekleştirmektedir.
Bu çalışmada otaya çıkabilecek en temel sonuç:
Travesti kimliğinin medyatik bir
kimlik olduğu ve medya aracılığıyla bir kimlik edinen travestilerin şiddet ve
cinsel içerikli görüntülerin kullanılmasıyla da bir haber değeri kazandığı ve
haber yapımcılarına göre bu tür bir habercilik anlayışının haberlerin izlenme
oranını arttırdığının düşünülmesidir. Haber yapımcıları şiddet,
cinsellik ve aksiyon yüklü görüntüleri haber değerliliği açısından birinci
sırada tercih etmekte, evrensel haber değerlerini ise göz ardı etmektedirler. Bu şekliyle haberler izleyiciyi
bilgilendirme kaygısından uzakta, daha çok dramatik program türleri gibi
rating alması gereken bir program türü olarak algılanmaktadır.
Sh:149-154
Kaynak: Yusuf
YURDİGÜL, MEDYATİK KİMLİKLER, Farklılık, Ötekilik, Sıra dışılık Bağlamında
Traversti Kimliği, Editör Aslı Acar YURDİGÜL, 2008, Tablet Yay., Konya
Arabesk kültürün giderek intihar olaylarına sızmasını
Faruk Güçlü şöyle anlatmakta:
«Kültürel bir temelden yoksunluğun, arabesk-gecekondu
kültürünün etkisi özellikle genç nüfus üzerinde hızlı bir tesir gösteriyor: TV’de
yayınlanan bir dizi filmin artisti kamuoyunda günün konusu olabiliyordu.
İnsanlar filmde seyrettikleri bir artistle platonik bağlar kurarak âşık
olabiliyorlardı. Ya da tip olarak hoşlandıkları, düşledikleri tiplere ya da
çevrelere karşı büyük bir özenti duyabiliyorlardı. Hele bu insanların ekonomik
ve siyasal bunalımla baş başa bulunmaları işi çözümsüzleştiriyor ve insanı
kendi kendisini yok etme olayına kadar götürüyordu.
1980-1985 dönemini kapsayan ve
Ankara anakent sınırları içindeki adli ve hastane kayıtlarını esas alan
çalışmamız, erişilebilen 681 intihar olayından 28 tanesinin sinemadan, basından
ya da TV’de yayınlanan bir filmden etkilenerek zaten varolan açmazlardan
kurtulmak adına intiharı seçtiklerini ortaya koymuştur. Sinema, basın ya da TV bunalımda
olan insanlar için bir neden değil, yol gösterici bir sonuç olabilmektedir.
Hele bu iletişim araçlarınca intihar olaylarının kahramanlık gibi gösterilmeye
çalışılması, toplumumuzun genelinde varolan, erkek adam, yiğit adam vb.
duyguları körüklemektedir. Ülkemiz genelinde kadınların intihara daha çok
teşebbüs etmelerine karşın, erkeklerimizin daha fazla kendilerini öldürmeleri
bunun en güzel kanıtı sayılabilir.»
Kahramanlarla açık ya da örtük özdeşim sadece ilk
gençlik ya da çocukluk dönemleriyle sınırlandırılamaz elbette. Özdeşim, taklit
yaşantımızın her döneminde yedeğimizdedir…
Kimi araştırmacılar, model özelliği
olan televizyon iletilerini içeren dizilerin intihara karar vermiş kişileri
etkilediğini ve intihar kararını çabuklaştırdığını ileri sürmektedirler. Prof.
Dr. Özcan Köknel’e göre; «İntihar etmeye kararlı ve bunu mutlaka
gerçekleştirecek olan insanın, televizyondaki intihar iletisiyle daha çabuk
intihar etmesi intiharları artırmamakta, yalnızca eylemi hızlandırmaktadır,»
görüşü pek de geçerli değildir. Zira, Almanya’da intihar konusunu
işleyen bir filmin TV’de ikinci kez gösteriminin ardından gençlik
intiharlarının oran ve yoğunluğunda yavaş yavaş bir azalma saptanmıştır.
Yirmi yıl önceydi sanırım. O zaman Şan Sineması vardı,
şimdi bir yangın kalıntısına dönüşen… Kırmızı tonların hâkim olduğu, en güzel
yerli filmlerin ardı sıra gösterime konduğu geniş, güzel bir sinemaydı Şan.
Filiz Akın’a hayrandım o yıllarda. Hiçbir filmini
kaçırmazdım. Şan’da Acı Hayat’ı izledikten sonra çok uzun süre etkisi altında
kalmıştım. Sıradan, ağır ağdalı bir melodramdı Acı Hayat. İki genç kan davası
nedeniyle engellenmişler, birbirlerine yasaklanmışlardı. Çözümü intiharda
bulmuşlardı sonunda. Uludağ’a gitmişlerdi. Arabayı durdurup birbirlerine
sokulmuşlardı… Dışarıda tipi… soğuk bir ölümdü, ama yüzlerinde dingin bir ifade
vardı kurbanların… bir tüp ilaç aldıktan sonra Uludağ’da karların arasında
uykuya dalmak bir fantazi olmuştu benim için. Kendimi mutsuz hissettiğimde
sıklıkla sığındığım bir fantazi…
Televizyon yayınlarının
intihar iletileri üzerine şunları söylüyor Prof.Dr.Özcan Köknel:
«ABD’de intiharı önlemek için
yapılan televizyon yayınlarının intiharı artırdığı saptanmıştır. Yapılan
araştırmalar, kahramanları ünlü olsun olmasın, intiharla ilgili ya da intiharı
konu ve sorun olarak alan televizyon yayınlarının özellikle gençler arasında az
da olsa intiharı anlamlı biçimde artırdığı kabul edilmiştir.
Amerika’da
toplumbilimci Philips ve Carstensen kitle iletişim araçlarıyla, özellikle
televizyonda verilen intihar iletilerinin gençler üzerindeki etkilerini
incelemek için bir dizi araştırmaya girişmişlerdir. Bu amaçla çeşitli
televizyon kanallarında yer alan programlarından intihar ile ilgili olanlarını
arşivlerden bulmuşlar, yine arşiv araştırmasıyla bu programları izleyen
günlerde basında çıkan intihar olayları haberlerini toplamışlardır.
Bu programları izleyen günlerde
intihar olaylarının artığı saptanmıştır. Öte yandan bu intihardaki bu artışın
sayısal olmadığı da görülmüştür. Bu artış, intiharı konu alan dizinin, filmin
çarpıcılığına, etki gücüne, süresine ve yayın saatine paralel olarak
yükselmektedir.
1980 li yıllarda Fransa’da yayınlanan Nasıl İntihar
Edilir adlı kitabın 1980’li yıllarda intihar edenlerin evlerinde bulunması bu
etkiyi bir kez daha vurgulaması açısından değerlidir.
İntihar Durkheim’in dediği gibi, «Bulaşıcı bir salgındır.» İnsanlar, özellikle
de gençler izledikleri, okudukları bir film ya da öykü kahramanından kolayca
etkilenme onu taklide yeltenebilmektedirler. Olay bir merak, bir deneme, bir
özdeşim, bir ilgi çekme olayıdır bu bağlamda ve risklidir.
Sh: 79-81
********
KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI-
AŞIRI FENOMENLER ÜZERİNE BİR DENEME
JEAN BAUDRİLLARD
AŞIRI FENOMENLER ÜZERİNE BİR DENEME
JEAN BAUDRİLLARD
Enerjinin
Yazgısı
Terörizmin Aynası
Fotokopi Ve Sonsuz
Uzlaşmazlık
Kendi Cehennemimizi Yaratırken
İşlemsel Temizlik
Viral Konukseverlik
Venedik Takibi
Farklılık Melodramı
Ölüler Sergisi
Tuhaf Cazibe Olarak Nesne
Kökten Egzotizm
Trans-Estetik
Hepimiz Sanal Olarak Bağışıklık Sistemi Özürlüleriyiz
Orji Bitti, Şimdi Ne Yapacağız?
Terörizmin Aynası
Fotokopi Ve Sonsuz
Uzlaşmazlık
Kendi Cehennemimizi Yaratırken
İşlemsel Temizlik
Viral Konukseverlik
Venedik Takibi
Farklılık Melodramı
Ölüler Sergisi
Tuhaf Cazibe Olarak Nesne
Kökten Egzotizm
Trans-Estetik
Hepimiz Sanal Olarak Bağışıklık Sistemi Özürlüleriyiz
Orji Bitti, Şimdi Ne Yapacağız?
Kaynak: Kötülüğün
Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme
Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995
İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995
İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
[3] Jan
Assman, Kültürel
Bellek Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama, Politik Kimlik: Çev
Ayşe Tekin. Ayrıntı. İstanbul. 2001. s. 131
[6]
Sertaç Serdar “Kimlik ve Kişilik Bir Siyasal Analiz Denemesi",
(çevirimiçi) http://www20
uludağ edu.tr /serdar/yazi/kimlik html
[7]
Serdar Kaypakoğlu “Kimliğin Oluşumunda Çevrenin İşlevi ve Farklılaşan Çevreye
Uyum", i. Ü iletişim
Fakültesi Dergisi, sayı 5. 1997. s. 251 Çevirenin
notundanda anlaşılacağı gibi yazar, bireysel, toplumsal, ulusal ya da etkin
kimlik olarak nitelendirilen tanımları kullanmayıp, bunun yerine "kişisel”
ve “ortak” kimlik kavramlarını kullanmıştır.
[9] Medya,
Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar. Çev. Emrahan Zeybekoğlu. Ayrıntı.,
İstanbul, 1997, s 74
[10] Edibe
Sözen. Demir Kafesten Plastiğe Kimliklerimiz Sekülerleşme Sürecinde Kimliklerin
İnşaası. Birey yay. İstanbul. 1999, s 10
[11]
Jan Assman, Çev Ayşe Tekin. A.g.e., s. 152
[12] E
William Connolly. Kimlik ve Farklılık Siyasetin Açmazlarına Dair Çözüm
Önerileri. Çev Ferma Lekesizalın. Ayrıntı. İstanbul. 1995. s 67
[14]
http://www20.uludağ edu tr /serdar/yazi/kimlik html
[16] Sigmund Freud Psîkoanalize
Yeni Giriş Dersleri. Çev: Selçuk Budak, Öteki
Yayınevi, Ankara, 1997. s 89
[20]
Ernesto Laciau. Toplumun
İmkansızlığı Zamanımızın Devrimine Yeni Yansımalar. Aktaran
Chris Rumford, "Dışarda Kalmanın İmkansızlığı Ernesto Laclau'nun
Çalışmasındaki Toplumun imkansızlığı". Derleyen: Aliye F Mataracı. Dışarıda Kalanlar Bırakılanlar Bağlam
Yay. İstanbul. 2001. s. 28
[25]
Nilüfer Öcel "Ötekine Doğru Giden Birey iç içe Geçmiş Kimliklerle
Başkalaşım”.
[26] Martin
Heidegger, "Günlük İnsan ve Onlar Alanı” Çev: Akın Atan, Ders Belgeliği
Felsefe Sanat Eğitim Dergisi, İstanbul. 1999, sayı: 5
[28]
E Wİlliam Connolly. Çev: Ferma Lekesizalın. A.g.e.,
s
39 Zygmunt Bauman. Çev Abdullah Yılmaz. A.g.e..
s
50 E Wİlliam Connolly, Çev: Ferma Lekesizalın, A.g.e.,
s.
214 Martin Heidegger. Çev: Akın Atan. A.g.e.,
s
127
[29] Leven Cantek. L Funda Şenol, "Vitrindışı,
Haritanın Dibi veya Kenar Mahallelere Dair Notlar". Birikim Dergisi. Temmuz
-Ağustos Yerlilik Özel Sayısı. İstanbul 1998
[34] Julia Kristeva. Strangers to Ourselves. Aktaran:
David Morley-Kevin Robins. Çev Emrehan Zeybekoğlu. A.g.e., s.
48
[36]
Ferhan Mııtluer. "Sapma Kuramlarına Bir Bakış". Edebiyat Dergisi.
Selçuk Üniversitesi Fen-Edebıyat Fakültesi Yayınları. Konya. Sayı: 12. 1998. s
217-229
[42]
Tül Akbal Süalp, “Outsider: Peçenin Önünde; Peçenin ardında Mercek ve Kadraj
Ayarlarından Yeni Konumlara 2000’lerin Avangardı Mümkünmü7”.
Derleyen Aliye F. Mataracı, A.g.e..
s.
164.
[43]
Aksu Aksoy. "Gecekondudan Varoşa Dönüşüm 1990'larda “biz’ve “öteki"
Kurgusu". Derleyen: Aliye F. Mataracı. A.g.e.,
s
41
[44]
Chris Rumford, ‘Dışarda Kalmanın imkânsızlığı Ernesto Laclau'nun Çalışmasındaki
Toplumun İmkânsızlığı”, Derleyen Aliye F Mataracı. A.g.e., s.
26-28
[45]
L Funda Şenol, Levent Cantek. "Vitrindışı. Haritanın Dibi veya Kenar
Mahalleye Dair Notlar" Birikim
Dergisi. İstanbul. Temmuz-Ağustos 1999.
Yerlilik Özel Sayısı
[46]
Sertaç Serdar, "Kimlik ve Kişilik Bir Siyasal Analiz Denemesi,”
(çevirimiçi) http //www20 uludağ edu tr /serdar/yazi/kimlik html
[48] H Tajfel. Differentiation
Between Social Groups, Aktaran: Norbert
Wanbeseleare, "Gruplarası Davranışın Sosyal psikolojik Analizi: Bireyci
Bir Yaklaşımdan Sosyal Kimlik Yaklaşımına". Editör Sibel A. Arkonaç. Gruplararası İlişkiler ve Sosyal Kimlik
Teorisi. Alfa Yayınları. İstanbul. 1999,
s 22
[49]
“Türkiye’de Yahudi Azınlığı içinde Farklı Olmaya Çalışmak'.
Derleyen Aliye F. Mabracı. A.g.e., s 119
[55] Wilhelm
Reich. Bedensel Boşalmanın İşlevi. Çev
Bertan Onaran. Payel Yayınları, İstanbul. 1994,
[56] Ergün
Öksüz, “Cinsel Kimlik", (çevirimiçi) http://www
ailehekimi.com/pedu/cinsellik/wam 15 htm /kimlik
[58] Erol
Güngör. Değerler
Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar Ahlak Psikolojisi, Ahlaki Değerler ve Ahlaki
Gelişme. Ötüken Neşriyat. İstanbul,
1993, s 81-82
[59]
Anne Moir. David Jessel. Beynimizdeki
Cinsellik (Brain-Sex). Çev: Esin Eden. Cep
Kitapları, İstanbul, 1992, s 10
[62] Sanem Akay. “Transeksüellik Bahsi Üzerine
4" (çevirimiçi) http //www ibnistan net/tarnsgender /index html
[63]
Hermofrodit Biyolojik cinsiyeti erkek, fakat cinsel yönelim
olarak kadına daha yakın olan
[64] Ergün Öksüz, "Cinsel Kimlik",
(çevirimiçi)
[66]
Erol Göka. "Farkı Öne Çıkarmak Postmodern Bir Safsata: Erkekler Marıstan
Kadınlar Venüsten". Radikal 2
Gazetesi. Sayı
275. 13 Ocak 2002. Kadın Sayfası, s 5
[67] Şahika
Yüksel. Röportaj: Şenay Ordu. “Sapına Kadar Erkeklerin Peşine Düştüğü
Travestilerin Sırrı Nerede?". Hürriyet
Pazar Gazetesi. 13
Ocak 2002. Yaşam Sayfası, s 8 R Alı Kemal Yılmaz. A g e . s. 254
[70] Sanem
Akay. ‘Transeksüellik Bahsi Üzerinde 2". (çevirimiçi) http;//www. ibnistan.net/transgender /index
html
[72]
Travesti Deniz, ropörtaj: Şenay Ordu, Hürriyet
Pazar Gazetesi. 13
Ocak 2002. • Yaşam Sayfası, s 8
[73]
Sanem Akay, "Transeksüellik Bahsi Üzerine 2", (çevirimiçi) http://www
ibnistan.net/transgender
/index
html
[74] Pınar Selek. Maskaler Süvariler
Gacılar Ülker Sokak : Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı. Aykırı Araştırma, İstanbul, 2002. s 57-58
[78]
Sanem Akay. "Transeksüellik Bahsi Üzerine 3". (çevirimiçi)
[82]
Sinan Düzyürek. “Eşcinsel Bireylerle Psikoterapi.2". Kaos GL Dergisi. İstanbul.
Haziran Temmuz 2000, Sayı 4
[88]
Tanıklık. “Kabızlaşmış Ruhlar Diyarında Bir Gezinti", Kaos
GL Dergisi. Nisan-
Mayıs 2000, Sayı 3 ’
[90] Jean Baudrilard Kötülüğün
Şeffaflığı Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme. Çev: Işık Ergüden,
Ayrıntı Yayınları. İstanbul. 1998, s 29
[91] Jean
Baudrillard. Tüketim Toplumu Çev
Ferda Keskin. Hazal Deliceçaylı. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997. s 155
[93] Rana A
Aslanoğlu. ‘Bir Modernite Sosyologu Olarak A Giddens'ın Teorik Yaklaşımında
inşa Edilen Birey ve Kimlik Projesi' Uludağ
Üni. İktisadi İdari Bilimler, Fak. Dergisi. Bursa,
1998, Cilt 16. sayı. 2
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar