Print Friendly and PDF

NEDEN KAFKA


Hzl. James Hawes
Benim bahsettiğim yüzü bilirsiniz, kuşkusuz. Herkes bilir. Dr. Franz Kafka'nın (1883-1924) birçok fotoğrafı vardır ama Prag hediyelikleri ve İngilizce biyografiler söz konusu olduğunda, sanırım var olan tek fotoğraf budur.
Aslında bu bir yazar için alışılmadık bir şeydir. Geçmişte yaşamış orta sınıfın üst kesiminden rastgele seçilmiş erkeklerin oluşturduğu bir kimlik geçit resminde Flaubert'i, Stendhal'ı Dostoyevski'yi, James'i, Conrad'ı ve Proust'u parmakla gösterebileceğini kim iddia edebilir? Ayrıca neden kimse böyle bir şeye girişsin ki? Onlar kitap­larından dolayı anımsanırlar, görünümlerinden dolayı değil. Dickens'in akılda kalan bir saç biçimi olduğu doğrudur ve birkaç başka modem yazar fotoğrafı bu yazarların terk ettikleri kentlerin yerel tu­ristik ikonları haline gelmiştir (Dublin James Joyce ile eskilere daya­nan bir çabada bulunurken, Swansea da Dylan Thomas ile aynı şeyi dener) ama Kafka farklı bir uluslararası ligde yer alır. Shakespeare'in dışında hiçbir yazarın görüntüsü, Kafka'nın yazdığı tek bir sözcüğü bile okumamış bir sürü insanın onun görüntüsünü bildiği kadar iyi bilinmez. Kafka'nın yüzü gerçekten bir marka haline gelmiştir.
Kafka'nın bu ünü hak etmediğini söylemiyorum. Eğer insanlık yıldızlara ulaşırsa, gezegenler arasında gidip gelen insanlar onun yapıtlarını bilecektir. Ben hayatımın on yılını bu yapıtları inceleye­rek, üniversitelerde öğreterek, bunlarla ilgili yazılar yayınlayarak geçirdim ve bir on yıl geçirmenin bundan daha iyi yolunu da bilmi­yorum. [ Bakınız (ısrarlıysanız) J.M. Hawes, Nietzche and the neo-Romantic Dilemma in Kafka, the Brother Mann, Rilke and Musil, Frankfurt (Lang) 1993; 'Blind Resistance? A Reply to Elizabeth Boa's reading of Kafka's Auf der Galerie' Deutsche Vierteljahrsschrift für Literatunvisseschaft und Geistesgeschichte 6g.Jahrgang, Heft 2/Haziran 1995, s.324-36; The Pyschology of Power in Kafka's Der Process and Heinrich Mann's Der Untertan, Oxford German Studies 17/18 (1990), s.119-31; Faust and Nietzche in Kafka's Der Process, New German Studies 15/2, 1989.]
Ama Kafka'nın ünü tuhaftır. Dante, Shakespeare, Goethe, Keats, Flaubert, Dickens, Chekhov, Proust hepsi kendilerinden alıntı yapılan yazarlardır. Geçerli olan onların sözcükleridir, zaten arkalarında yal­nızca sözcükleri bıraktıkları için bu durum oldukça mantıklı görü­nür. Kafka'nın sözcükleri, onun seviyesindeki herhangi bir yazarınkilerden muhtemelen daha az alıntılanmaktadır: O dünyada kurdu­ğu hayallerle ünlüdür.
Bunun nedeni anlaşılabilir: Adamın biri sabah uyanınca böcek ol­duğunu görür. Hiçbir kabahati olmayan bir adam, dünyanın nere­deyse bütün tavan aralarında kurulu garip bir mahkemenin önünde canını kurtarmak için savaşır. Bir makine tam anlamıyla insanların ölüm fermanını yazar. Bir adam sonsuza dek gizemli bir şatoya gir­meye uğraşır. Bir adam yaşam boyu Mahkeme Kapısı önünde boşu­na bekledikten sonra ölünce ona bu kapının yalnızca kendisine ait olduğu söylenir. Bu hayaller dünyayı, kendinin bilincinde başka hiç­bir modem yazarınkilerin olmadığı kadar sık yoklar. Kitabı Mukaddes'te Eski Ahdin ilk beş kitabının kayıp bir tomarının anlaşılmaz parçalarındaki ya da düş kırıklığı yaratan yarısı korunmuş bir Yu­nan efsanesindeki gizemli güce sahiptir.
Ama hiçbir görüntü yalnızca Yüce Bir Kavram olduğu için ölüm­süzleşmez. Edebiyat çöplüğü, yazılı oldukları zarfların arkalarında güzel görünen düşüncelerin enkazıyla doludur. Yarım yamalak bir kültüre sahip her Batılı Don Kişot ve onun yel değirmenleri hakkın­da en azından belli belirsiz bir şeyler duymuştur ama eğer Cervantes bunu zekice söylenmiş tek satırlık bir söz gibi ortaya koymuş ol­saydı bugün kimse bu hayali bilmeyecekti. Bu hâlâ zihinlerde yaşar çünkü onu ilk kez okuyan insanların aklında kalan bir bütünün parçası­dır ve bu yüzden, aynı fikirde olan daha sonraki kuşaklara da geçi­rilmiştir.
Başka bir deyişle, önemli olan, yalnızca öykünün kendisi değil ama aynı zamanda öykülenişidir. İşte K.efsanesi burada işin içine girer, ya da daha çok araya girer. Sürekli olarak çağdaşları tarafından neredeyse görmezden gelinen yalnız bir Orta Avrupalı Nostradamus'un ya da gizemli bir dâhinin Yahudi Soykırımını ve Gulag Ta­kımadalarını önceden görmek üzere yarı-aziz niteliği taşıyan kendi ruhunun anlaşılmaz derinliklerine daldığı fikrini zorla kabul ettirir. Kafka'nın düşünceli yüzü bu K. efsanesinin ikonu haline gelmiştir ve yazım bakımından Batı'dan Ren Nehri'ne kadar herkese dayanıl­maz gelen adı (canım, o gizemli Z, o öylesine Batılı olmayan çifte K!), suçsuz insanların kâbus gibi bürokratik bir açmaza düştüklerinde kullanılan Kafkamsı terimi dünya dillerine girmiştir.
En basit biçimiyle, bunun yalnızca bir efsane olduğunu görebili­riz. Yazarın hiç kuşkusuz en önemli görüntüsü, Prag'ın uluslararası markası olan o resim aslında (yazarın yıllarca geri dönmek için can attığı) Berlin'deki büyük bir mağazada çekilmişti. Aynı zamanda onun çekilmiş son resmidir. Bu biraz zar tutmaya benzer. Şimdi Kafka'nın yüzü diye bildiğimiz resmi, ölümünden sekiz ay önce, sonu­nun geldiğini mantığıyla bilmesine rağmen (Berlin'e taşınmasını Napolyon'un Rusya'yı işgaline benzetmiştir) hâlâ gerçekten insanca bir yaşam ve sevgi bulabilmek konusunda mantık dışı umudunu he­nüz yitirmediği bir zamanda çekilmişti.
Bu zihinsel konum a) yazılarına özgü bir durumdu ve b) kim olursa olsun onu derin kınaya yatkındı.
Ama yine de o kadar derin değildi. Efsanevi Kafka koleksiyoncu­su ve yayıncısı Klaus Wagenbach, ellilerin başında S.Fischer Şirketi ressamlarının Kafka'nın gözlerine istenen parıltıyı vermek için bu resme rötuş yapmalarını seyrettiğini anımsar. Ve bu işe yaramıştır. Kâhin benzeri Kafka günümüzde Aziz benzeri Che Guevara kadar ünlü ve gizemlidir ve tarihsel yönden neredeyse onun kadar kesindir.
Yüzler yalnızca yüz değildir; öyküler taşır. Evrim dikkatimizi en ince ayrıntısıyla onların anlattıklarına yöneltmiştir. Yıldızlık konu­mundaki iletişim araçlarının görselliğin yönlendirdiği o modem sir­ki tümüyle, yüzün inanılmaz derecede kesin ayrıntılarını fark etme­ye ve değerlendirmeye yarayan çok eski insansı içgüdülerimize da­yanır. Bu yüzden eğer Kafka'nın tek bir sözcüğünü okumamış olsa­nız bile, ikonunu bildiğinize göre kendinizi onunla ilgili bir şey bili­yormuş gibi hissedersiniz, böyle hissetmeden edemezsiniz.
Bildiğim kadarıyla, İngilizce konuşanların çoğu Kafka'nın yaz­dıklarını belli belirsiz bir Edgar Allan Poe, The Fly (Sinek), Philip K. Dick ve 1984 karışımı bir şey beklentisiyle alırlar. Başka hiçbir yaza­rın yapıtları böyle bir önyargıya hedef olmaz. Bu şu demektir: Okur­lar Kafka'ya, her şeyden önce onun var olan sözlerini unutup adamı (sözüm ona) zaten bilerek gelirler.
Ama miktar bakımından mütevazı bir toplama ulaşan yapıtları­nın çevresinde toplanmış tam anlamıyla sonsuz sayıda akademik yo­rumu bir yana bırakırsak, bir sürü biyografi, el kitabı ve deneme yaz­ma kılavuzu vardır (edebiyat araştırmaları tarihinde bugüne kadar hiç bu kadar az şey hakkında bu kadar çok şey yazılmamıştır). Böylece hiç kuşkusuz, Kafka'nın yapıtlarının derinine inmeden yazar hakkında daha çok şey öğrenmek kolaydır. Herhalde bu 'gerçekler­den' kimilerini zaten biliyorsunuz:
Kafka'nın vasiyetnamesi bütün yapıtlarının yok edilmesini emreder.

·                 Kafka kısmen yapıtlarını yayınlamak konusunda çekingen davrandığı için hayattayken neredeyse hiç tanınmıyordu.
·                 Kafka kaba saba babasının karşısında dehşete kapılıyordu.
·                 Kafka hiçbir yere varmayan bürokratik bir işin altında ezilmişti.
·                 Kafka sonunda kendisini kaçınılmaz ölüme götüreceğini bildiği verem­den yıllarca çok çekmişti.
·                 Kafka yaşamındaki kadınlarla ilgili başarısızlığı konusunda inanılmaz derecede dürüsttü, fazla dürüsttü.
·                 Kafka Prag'daki Almanca konuşan bir Yahudi olarak çifte bir gettoya hapsolmuştu: Bu, operet benzeri yıkılmakta olan saçma bir imparator­luğun ortasındaki bir azınlığın içindeki bir azınlıktı.
·                 Kafka'nın yapıtları bir Yahudi olarak yaşadığı deneyimlere dayanıyor­du.
·                 Kafka'nın yapıtları esrarengiz bir biçimde Auschwitz'i önceden görür.
·                 Kafka'nın yapıtları Naziler tarafından yakılmıştır.
Bunlar K.efsanesinin yapı taşlarıdır. Ne yazık ki, bunların hepsi saçma sapandır, öylesine saçma sapandır ki günümüzde Kafka'nın sözüm ona yaşamı hakkında ne kadar az şey bilirseniz olağanüstü yazılarından o kadar çok zevk alma şansınız olduğunu söylemek çok ağır kaçsa da gerçektir.
Bu, Kafka konusunda okulda ya da üniversitede eğitim gören ço­ğu insan için de geçerlidir. Çoğu kurumda öğretilenler yukarıdaki saçmalığın bir çeşididir. İki kuşaktan hayran biyograficiler ve ku­ramlar üreten akademikler (kitapları harekete geçiren) kusursuz bir insani derinlik imgesi ile (araştırmaların önerilerini kabul ettiren) derinliği ölçülemeyen bir yazınsal/ruhbilimsel karmaşıklık üretmiş­lerdir.
Bu kişiler gerçek Dr. Franz Kafka'yı (1883-1924) temsil etmekle il­gilenirler mi? Hayır, sanmıyorum. Aslında onlar Prag'daki turistik eşya satıcılarıyla aynı oyunun içindedirler. Onların bütün istediği K/dir, Kafka'nın yazdıklarını hiç okumamış insanları dükkânlarının ve konferans salonlarının kapılarından içeri onlara getirecek bir yüz ve-isim ikonudur, işlerini ve kuramlarını üzerine asacakları bir mar­kadır.
Son birkaç yılda, en iyi Kafkacılar sonunda bu rahatsız edici saç­malığa karşı çıkmaya başladılar. Bu kitap/yazı en derinden onlara adan­mıştır. [Bakınız Başka Okuma Kaynakları. Bunların en önemlisi (benim kaç kez değinmemden anlaşılacağı gibi) Peter-Andre Alt'ın Der ewige Sohn'  udur. Öbürlerinin hepsini geçersiz kılan bu müthiş biyografinin İngilizcesinin hâlâ bulunmayışı deliliktir.] Öte yandan bu çok çetin bir iştir.
Araştırmaya dayalı tartışmalar kolaylıkla (ve çoğunlukla çok da haklı olarak) bu işin içindekilerce burs, iş ve araştırma olanakları için yapılan bir hamle diye gözden çıkarılabilir. Kafka'nın yazdıklarında yinelenen bir düşünce varsa o da akılcı savların, nesnel yönden ne kadar doğru olurlarsa olsunlar bizim inanmak istediğimiz öyküler karşısında geri teptiğidir.
Kendi durumu açısından K.efsanesi öylesine göz boyayıcı bir biçimde yapaydır ki birçok insanın aslında gerçekler yerine bu efsa­neyi istedikleri sonucuna varmak zorunda kalırız. Ve insanların çok sevdiği bir kimsenin peşindeyseniz, felsefe yapmanın tek yolu Kafka araştırmalarının buz tutmuş denizini bir çekiç, ya da Nietzsche'nin imgesinden çok Kafka’nınkinden yararlanarak bir balta ile kırmaktır.
Öyleyse bu kitap K.efsanesinin bizim Kafka ve onun yapıtları hakkındaki görüşümüzü çılgınca çarpıttığını tartışmayacaktır. Hiç kimsenin, en iyi modem Alman araştırmacıların bile daha önce kul­lanmadığı çok eskiden yitip gitmiş bir dinamiti gerektiği yerde kul­lanarak bu efsaneyi ortaya çıkaracaktır.
Kafka'dan dolayı ödüllendirilen yüzlerce ya da binlerce doktora sahibine rağmen, K.efsanesinin araştırmacıları nasıl körelttiğini ve bunlardan hiçbirinin, en son Alman araştırmacıların bile Kafka'nın en ünlü tek imgesinin o böceğin James Joyce'nin Ulysses'in [ Ben ilk önce buna inanamadım. Bu yüzden Oxford Üniversitesi'nde Almanca Bölümü başkanı olan, İngiltere'nin tartışmasız Kafka şampiyonu Profesör Ritchie Robertson'a danıştım.] başın­da Hamlet'in açılış sahnesini alıntılamasının kültürel eşdeğeri oldu­ğunun farkına varamadığını göreceğiz.
Kafka'nın kendisinin, Dickens'i 'düpedüz taklit ettiğini' ve göz­lem yöntemini Sherlock Holmes'den aldığını söylediğini göreceğiz. Kafka yirminci yüzyılın bütün romanlarının açılış cümlelerinin en ünlüsünü okurken bunun, yazarın ilk dinleyicilerini (ve de kendisi­ni) kahkahalarını tutamaz hale getirdiğini göreceğiz. Yazarın güçlü bir edebiyat eleştirmeni tarafından zorlandığını göreceğiz. Kafka'yı, Çekçe konuşulan bir ülkeyi idare eden, tam anlamıyla Müttefikler'e karşı kazanılacak zafere yatırım yapan, militarist ve otoriter Alman imparatorluğunun hizmetinde yüksek mevkideki bir Yahudi olarak göreceğiz.
Ve iki kuşaktan araştırmacının hepsinin Kafka okurlarına hiç gös­termedikleri şeyi, Kafka'nın kendisinin (anlayışla karşılanacak biçim­de) kitaplığında kilitli tuttuğu ve yardımcılarının o zamandan beri güvenle saklı kalmasını sağladıkları malzemeleri göreceğiz. İlk gör­düğümde gözlerimi ovuşturmam, sonra da bu kitapla ilgili dosyala­rı bütün ailemin kullandığı bilgisayardan çabucak kaldırıp ergenlik öncesi yaşlarındaki iki oğlumun rastlantıyla karşılarında bulamaya­cakları bir yere kaydetmeme neden olan resimlerdi bunlar. Kafka'nın pornosuydu.
Geçmişi önemsememek olmaz. 1907'de insanın çorabının herke­sin önünde görünmesi hayrete düşürücü bir şeydi çünkü Bayan Felice Bauer gibi saygın hanımlar hâlâ İslâm'ın günümüzdeki nöbetçi­lerinin teftişinden yüzünün akıyla çıkacak bir kıyafete göre giyini­yorlardı. Böylece Kafka’nın çağdaşlan Joyce ve Conrad Ullysses'de ve The Secret Agent'de (Gizli Ajan) bizlere gizlice porno satın almayı anlattıkları gülünç sahneler sunarken çağdaş okurlar bunları gülü­nesi zararsız 'müstehcen' şeyler sayma eğilimindedir. Ama Kaf­ka’nın kendisinin ısmarlayıp para ödediği ve özenle bir yere sakladı­ğı resimler günümüzde bile bu dergileri üst raflara yerleştirir. Bu re­simlere bakmanız eğer on sekiz yaşın altındaysanız (ya da kimi ülke­lerde tamamen) yasaktır.
Ama bütün mesele de zaten buradadır. Ancak geçmişi önemsememeyi bırakırsak Kafka'yı aslında olduğu gibi görebilir, K.efsane­sini bir yana koyup yapıtlarını, yalnızca müthiş birer satırlık yapıtlar diye değil ama aslında oldukları harika ve çoğunlukla şaşırtıcı yapıt­lar gibi yeniden okuyabiliriz. Bu yapıtlar zamansız yer dibinin derin­liklerinden fırlamış değildir ama Batı yazınında oldukça belirli bir soya ve yere sahiptirler.
Öyleyse bu adamın yaşamından bir güne ve onun dünyasına, bir zamanlar bizimki kadar gerçek olan ama şimdi tamamen, neredeyse hayal edilemeyecek biçimde yitip giden dünyasına bakmaya başla­yalım. Bir zamanlar her şeyin gerçekten nasıl olduğuna bakmak gerekir...
Sh: 15-21
İşte yirminci yüzyılın en ünlü kısa öyküsü iddia edilebileceği gibi en ünlü tek yazınsal yapıtı o harika kara mizah ürünü Dönüşüm'ün ne zaman, nerede ve nasıl basılacağı böyle ortaya çıktı.
Affedersiniz, mizah mı?
Evet, bir adamın uyurken böceğe dönüştüğü; bunun bir düş ol­madığını fark ettiği; yeniden uyumaya çalışıp artık yalnızca yan dönemediğinden bunu başaramadığı; sonra da (korkudan vahşi bir çığlık atmak yerine) neyse ki "Aman Tanrım, ne diye böyle yorucu bir meslek seçtim ki? Ardı ardına her gün yollardayım" dediğini ak­taran bir öyküyü başka nasıl okumamız beklenir bilmek isterim. Ka­ra olmasına kara ama bu kesinlikle bir mizah yapıtı.
Değişim'i bir mizah türü gibi görmeye kesinlikle alışkın değiliz. Ama kuşkusuz, bu inanılmaz öykünün, tanınmamış biri tarafından yazılıp yazarının yapayalnız ölüp gitmesinden sonra keşfedilen, kimsenin gözüne çarpmadan saklı kalıp dünyaya açılamamış bir ya­pıt olmadığını düşünmeye de alışkın değiliz. Bu öykünün uzun yıl­lardır güçlü ve etkili bir yazın çevresinin desteğiyle yapıtlarını en iyi yerlerde yayınlayan bir adam tarafından yazıldığını görmeye de alışkın değiliz. Hele yazarının öyküyü biraz da sinsice, rakip (ve da­ha önemli) bir yayıncıya vermeye uğraşarak sonunda, günümüz öl­çütlerine göre alçakgönüllü kalan ama 1915'de olabildiğince yankı uyandıran bir kitap reklamının şenlikli kampanyasıyla piyasaya su­nulduğunu görmeye hiç alışkın değiliz.
Meseleleri böyle görmeye alışkın olmayışımızın nedeni çok basit: Bugüne kadar hiç kimse bu konuda açıkça konuşmamış da ondan.
Aslında, İngilizce yazılmış sıradan biyografiler Fontane Ödülü işinden neredeyse hiç söz etmezler: Yalnızca Hayman (ödülün veri­liş yılını yanlış gösteren) kronolojik çizelgesinde bunu belirtir ve Powel Kafka'nın bu 'jest' karşısında "şaşkınlık" duyduğundan kısa bir paragrafta söz eder.
İşte, Kafka'nın bu konudaki mektubunu kesintisiz olarak ilk kez kendi gözümüzle gördük: Bence onun bu durumdaki ruh halini an­latmak için "şaşkınlık" pek doğru bir sözcük olmaz.
Her şey gerçekten çok hayret vericidir. Yapmayın Tanrı aşkına, Kafka bir yazardı. Onun yaşamıyla ilgili bundan başka her şeyle il­gilenmemizin tek nedeni (sonuç olarak turist kitapçıklarının ve aka­demik konferansların biyografik karmaşasında o nedeni anımsama­nız ne kadar zor olsa da) budur. Ve bir yazarın yaşamında oldukça büyük bir yazın ödülünü okurlarının gözü önünde yan yarıya ka­zanmak epeyce önemli bir olaydır, öyle değil mi?
Kafka'nın çağdaşları bundan hiç kuşku duymuyorlardı: Bir yıl sonra yapıtını Münih'te okumaya çağrılınca bu olayı düzenleyenler olaydan bir gün önce 9 Kasım'da yaptıkları basın toplantısında Kafka'yı yalnızca şu sözlerle anlatıyorlardı.
Franz Kafka, geçen yıl Fontane ödülünü alan yazar.
Öyle görülüyor ki buradaki sorun K.efsanesidir. Belki de Kaf­ka'nın biyografi yazarları yazın alanındaki putlarına böylesine dün­yevi (ve meslek yaşamının en önemli başlangıç aşamalarında biraz da hileli denebilecek) bir yoldan yardım edildiğini düşünmekten hoşlanmıyorlar.
Ayrıca bugüne kadar hiç kimse hiç de sır olmayan bir şeyi kabul etmemiştir: Dr. Franz Kafka ile açık söylemek gerekirse kuşku uyan­dırıcı Dr. Franz Blei'nin ilişkisi aslında bizim gördüğümüzden çok gerilere dayanır ve bu ilişkinin biraz da karanlık bir yönü vardır.
Aslında ikisinin ilişkisinin geri gittiği yer tam da Kafka'nın kilit­li kitaplığıdır...
Bili Gates'in Satın Alamayacağı Bir Defter
Neredeyse bir yüzyıl öncesine o kilitli kitaplığın içine bakmadan ön­ce şunu unutmayın: Kafka artık muazzam bir akademik alan ve ya­yıncılık (ve de turizm) endüstrisidir. Dünyanın bütün yazarları için­de yalnızca Shakespeare Kafka'dan daha çok doktora tezi, daha çok biyografi, vakit geçirmek için okunan daha çok kitap ve daha çok in­cik boncuk üretmektedir.
Kafka'nın her yazdığı şey, gönderdiği her posta kartı, günlüğü­nün her sayfası, yazdığı her anlaşma taslağı, yalnızca tepedeki kişi­lerin eline geçen "Ahit Sandığı" (İncil'de On Emir'in içinde bulundu­ğu sandık, ç.n.) değerinde bir belge gibi görülür. Berlin'deki bir ıvır zıvır dükkânında olsaydınız ve diyelim ki Eylül 1912 ile Aralık 1917 arasında bir tarihte Dr. Franz Kafka'dan Bayan Felice Baueı'e gönde­rilmiş yirmi sözcüklük hakiki bir kart elinize geçseydi, hiç abartısız hemen oracıkta son model bir Mercedes ısmarlayabilirdiniz. Kart daha ileriki bir tarihte yazılmış olsaydı arabanız tam donanımlı bir Bentley olabilirdi. Eski Doğu Almanya'da yıkık bir ahırda kamp kur­muş olsaydınız ve Gestapo'nun Kafka'nın son sevgilisinin apartman dairesinden alıp götürdüğü eşya kutularından birini bulsaydınız ve onun içinden de Kafka'nın el yazısının bulunduğu bir defter çıksay­dı, çocuklarınızın çocukları kendi özel uçaklarında kokteyl yudum­larken onu bulduğunuz güne şükrederlerdi.
Artık aramızda olmayan büyük insan Sir Malcolm Pasley’in ken­dini bu işe adamışlığı ve Kafka'nın kalıtçısı Marianne Steineı'in cö­mertliği sayesinde Oxford Üniversitesi'nde bunun gibi birçok defter bulunmaktadır. Bin dokuz yüz seksenlerin başında ben bir kez ta­mamen bir rastlantı sonucunda bunlardan birini elimde tutmuştum. Onun düpedüz sıradanlığının yarattığı etkiyi asla unutamam. Bunlar bir zamanlar bir insan tarafından yazılmış defterlerdi. Şimdi ise her­kes onların değerini tahmin etmekle uğraşıyor. 1990'larda yapılan bir tahmine göre Üniversite'nin Kafka koleksiyonu 100.000.000 Po­und değerindeydi. Bunun hiçbir anlamı yoktur çünkü (nasıl Louvre Mona Lisa'yı satmaz ve satamazsa) Oxford da onları hiçbir zaman hiç kimseye satmaz. Bu kez paha biçilmez sözü tam yerinde bir sözdür çünkü Kafka'nın yazılarının asıllarının alamayacağı pek az şey vardır ama Kafka’nın küçük defterlerinin kendileri o az sayıda şey­den bazılarıdır. En yüksek düzeydeki akademik kişiler bu ciltleri in­celeyebilmek için yıllarca kimi zaman sonsuza dek sırada bekle­mek zorundadır; artık sizlerle benim onlara dokunabilme şansımız Turin kefenini (İtalya'nın Turin kentinde katedralde saklanan ve Hz. İsa'nın kefeni olduğuna inanılan bir kutsal emanet, ç.n.) öpme şansımız kadar az.
1990'larda, artık Kafka'nın ölümünün üzerinden yayın hakkı kal­dırılacak kadar zaman geçtiği için elyazmalarının asılları üzerinde çalışma hakkının kime verileceği konusunda şiddetli bir tartışma başlamıştı. Almanya'nın, Oxford'un ve Yale'nin tanınmış profesörle­ri gazetelerde ve televizyonda birbirlerini araştırma kurallarına, hat­ta yasalara bile karşı çıkmakla, bu işe yalnızca para için girmekle, gizli birer komünist olmakla ve daha beter şeylerle suçladılar. Sir Malcolm'un Alman rakipleri halkın karşısında ona ateş püskürerek Sir Pasley denmesinde direttiler ve böylece kendilerini İngilizce konuşan bütün insanların kulağına hoş gelecek basmakalıp gülünç Al­man tipleri düzeyine indirdiler. Kafka o kadar önemlidir ki bu işe Londra'nın Almanya Elçisi bile karıştı.
Alman Elçisi mi dediniz? Ama Kafka kesinlikle Çek değil miydi? Evet, ama bu meseleyi de daha sonra ele alacağız. Ne olursa olsun, Kafka öyle büyük bir efsane haline gelmiştir ki onun canlı bedenine değdiği kabul edilen tek kutsal nesne olan İngiliz askeri tarzındaki şık saç fırçası İsrail'de bulununca bu olay dünya çapında haber olmuştu.
Kafka'nın günlüğünün silinmiş tek bir satırını çözüp okuyan ya da rakiplerinin 1913'de bir gün kaldığı otelin adını yanlış yazdığını kanıtlayan araştırmacı sonsuza dek tez çalışmalarında alıntılanacaktır.
Ama bugüne kadar hiç kimse okurlarına şimdi görmek üzere ol­duklarımızı, yani Kafka’nın pornosunu göstermemiştir.
Ben bu kitaba başladığımda Kafka’nın pornosu hakkında hiçbir şey bilmiyordum çünkü bugüne kadar hiç kimse bu konuyu Kafka hak­kında bir kitapta, yazıda ya da denemede yayınlamak bir yana tar­tışmamıştı bile. Peter-Andre Alt'ın harika Kafka biyografisinde he­nüz okuduğum gibi, Kafka Stefan George'nin şiirine derinden hay­randı (ve ilk zamanlarda onun şiirine öykünmüştü). George'nin (ne­redeyse açıkça oğlancı olduğundan söz etmeyecek olursak) düpe­düz anti-demokratik olduğunu, yüksek sesli iniş çıkışlarla yazdığım ve uydurma bir sanat uzmanı gibi davrandığını bildiğimden, onu Kafka ile yan yana koymayı aklıma bile getirmemiştim (K.efsanesi­ne bu yüzden çok karşıydım). Böylece bu biyografinin bir bölümü­nü dikkatle inceledim.
Alt, George'nin özel ısmarlama matbaa harflerinden söz eder. Bu bana Kafka’nın ilk kitabında kullanılan çok büyük puntoyu ve doğ­ru punto bulunamamasının "Taşra Doktoru" adlı öyküsünün bası­mını geciktirişini ve Kafka'nın yazdıklarının baskıda nasıl görünece­ği konusunda genellikle ne kadar kaygılandığını düşündürttü.
Google'de amaçsızca, savaş öncesindeki Alman puntolarıyla ilgi­li bilgiler ararken (bazen içinizin sesini dinlemek gerekir) Stefan Ge­orge'nin özel puntosunu yapan adamın adını buldum. Bu kişiyi araştırdım ve ilk bulduğum bağlantı onun yeni ele geçen bir resmi­nin bulunduğu Berlin Eşcinseller Müzesi oldu. Bu resmin gösterilen kaynağının Kafka'nın sahip olduğu "sıra dışı sanat ve edebiyat dergisi" olduğunu düşündüm.
Ve kuşkusuz buna da baktım.
Bodleian Kitaplığının Üst Rafı Ya Da Sır Olmayan Şeyin Gizi


Kafka'nın pornosu gerçek bir sır değildir. Bunun gizi ise öyleymiş gibi görünmesindedir. Fontane ödülü meselesi gibi Kafka'nın ilk bi­yografisinden beri bilinir (daha doğrusu bilinebilir). Kafka'nın en ya­kın arkadaşı ve romanlarının üvey yazarı Max Brod "birlikte üye ol­duğumuz bir dergi" tanımını içeren bir dipnot düşmüştü. Kafka'nın yaşamıyla ilgili ortalama büyüklükte çağdaş kitapların çoğu bundan söz eder ve Wagenbach 1958'de çığır açan Kafka: Gençlik Biyografisi adlı yapıtım yayınladığından beri isteyen herkes söz konusu dergi­nin ne tür bir yayın olduğunu öğrenebilmiştir.
Dahası yalnızca Kafka'nın porno sahibi olduğunu öğrenmek değil bu malzemeyi ya Londra'daki kullanışlı çağdaş kitaplıkta ya da Oxford'daki zamansız görkemli Bodleian Kütüphanesi'nde bulmak bile kolaydır.
İşte burası, Sir Malcolm'un eşsiz koleksiyonu sayesinde bütün dünyadaki Kafka araştırmalarının öz yuvasıdır. Her yıl dünyanın her yanından bir sürü hevesli genç Kafka öğrencisi, not ya da diplo­ma peşindeki çalışkan ve zeki genç insanlar, bir daha ele geçmeye­cek yirmili yaşlarını daha da çok Kafka araştırmasına adayan yük­sek lisans öğrencisi ve emekliliğini sağlama almaya yarayacak buluşların peşindeki kıdemli profesörler Oxford'daki bu kitaplığa ge­lirler. Bütün bu kişiler orada oturup Kafka'nın yapıtları, girişimleri, ailesi, dostları, okuduğu ve inandığı şeyler hakkında not tutar, san­ki gördükleri yazarın yapıtlarının altın anahtarını kendilerine verecekmişçesine, elyazmalarının el sürülemeyen asıllarının dijital aynı baskılarını gösteren ekranlara saatlerce bakıp dururlar. Oysa Kafka'nın tek başınayken bakmaktan hoşlandığı ve iki nesil araştırma­cının tamamen görmezden geldiği şeylerin hepsi bir iki metre ötede durmaktadır. Ben kendim de 1980'lerde pek bir şeyden haberim ol­madan yüzlerce kez orada oturmuşumdur.
Bu düpedüz tuhaf bir meseledir. Bunu önce, sözcüklerle resimle­rin farkına ilişkin bazı önemsiz fikirlerle kendi kendime açıklamaya çalıştım. Kafalarını (kendi deyişleriyle) "yazma edimi"ne takmış araştırmacılar pornografik çizimleri akılcı yoldan tartışmaktan yok­sun mudur? Resimler biraz fazla mı etkileyici, fazla tehlikeli ya da fazla mı açık saçıktır? Kafka muazzam bir akademik sanayi haline gelmiştir: Dünya çapında dehşetli bir şey için dehşet uyandıran Al­manca sözcüğü kullanırsak, Kafka'nın resmen, "hakkında kuram üretilmeye uygun" anlamındaki theoriefahig olduğu açıklanmıştır. Yazarın porno koleksiyonu hermeneutics (anlambilim), intertextuality {metinlerarası ilişkiler) ve deconstruction (yapı-bozmacılık) konularında daha çok iş yaratacak sözcük oyunlarına indirgenemeyecek kadar çok basit ve temel bir delil midir? [Kafka öğrencilerinin (ya da başka bir konunun öğrencilerinin) bir öğretmen konuyla ilgili ne kadar çok özel terim kullanırsa o öğretmenin o kadar az din­lenmeye değer olduğunu bilmeleri gerekir.]
 Ne de olsa, bizden bu adamın fi­kir dünyasıyla, ruh haliyle ve duygularıyla ilgilenmemiz beklenir, öyle değil mi? Belki de onun pornosunu ele almak yazılı sözün pe­şindeki akademikler açısından, yazarın sevdiği filmleri, gerçek de­neyimlere benzemeksizin onu rahatlıkla ağlatan filmleri incelemek kadar yanıltıcıdır.
Ama bence mesele bundan çok daha basittir. Kafka'nın yaşamın­daki hiçbir olayı araştırılmayacak kadar basit saymayan, çağdaş te­mel başvuru kitabı Franz Kafka: Eine Chrotıik'in (Wagenbach, 1999) seçkin editörleri yazarın pornosunu düpedüz saklı tutarlar (yalnızca bir "kitapsever dergisi"ne üye olduğunu bildirirler) ama aynı za­manda günlükleri konusunda da aynı derecede çekimserdirler. Kafka'nın 23 Ocak 1922'de (Şato'ya başlamadan hemen önce) Brod ile "varoluş korkuları" hakkında konuştuğundan söz ettiklerinde, Brod'u derinden duygulandıran sohbetin asıl konusunun Kafka'nın geneleve yaptığı zorunlu ziyaret olduğuna ilişkin tek bir ipucu ver­mezler.
Açıkça ortada olan gerçek şudur ki araştırmacılar hakiki Franz Kafka'yı, onun siğillerini, pornosunu, fahişelerini ve bütün o türden meseleleri bilmek istemezler ve bu da, onlar gerçeklerin kapı nö­betçileri olduklarından dolayı Sevgili Okur bütün bunları sizin bil­menizi istemezler demektir. Bu apaçık sansür etkisi yaratır. Bu yüz­den bizim, o uzun zamandır mühürlü kalmış kitaplığı açmamızın zamanı çoktan gelmiştir.
İleride Fontane Ödülü'nü verecek olan Franz Blei 1906'da yalnızca önceden ödeme yapan üyelere özgü çok sınırlı sayıda basılan Ame­tist adlı dergiyi çıkarmıştır.
Ametist (en sonunda Blei'nin polis muhbiri olduğunu düşündü­ğü) Breslavlı bir satıcının derginin sözde kendi otel odasında buldu­ğu bir sayısı hakkındaki şikâyeti yüzünden resmen yasaklanmıştı. [Habsburg polisinin bir muhbir ordusu vardı. Bunu akılda tutmanız önemlidir.] Bu durum Viyanalı yetkililerin Ametist'in "her yerde satılan" bir ya­yın olduğunu iddia etmelerine ve böylece dergiyi, içindeki resimle­rin ahlâka aykırı bulunmasına dayanarak kapatmalarına olanak sağ­ladı. Bunun üzerine Blei 1907'de derginin adını Opal olarak değiştir­di ama bu, imparatorluk sansürünün dışında hiç kimseyi kandırma­ya yaramadı.
Ametist/Opal'ın içindeki resimler sözcüklerle dolu birçok sayfa­nın arasına yerleştirilmiştir. Bu sözcüklerin bazılarının, örneğin Keats'den çevirilerin cinsellikle hiçbir ilgisi yoktur. Bazıları ise (Verlain çevirileri ile Wilde'nin kötü üne sahip çalışma arkadaşı Aubrey Beardsley'den alıntılar gibi) biraz aşırı yenilikçi ve gözü pektir ama hepsi o kadar.
Dergide aralarında (Kafka'nın söylemeden geçtiği) Max Brod'un birçok kendi yapıtının da bulunduğu, coşkulu genç yazarların çarpı­cı kurmaca yapıtları da vardır. Brod'un bu yapıtları arasında ateşli aşk şiirleri ile (her an arzu dolu, hafifmeşrep bir sarışının kıvrımlı be­deninde) pastasına sahip olup (orta sınıftan ruh eşinin bedeninde) o pastayı yemeyi başaran bir adamın öyküsünü anlatan Erosun Tutku­su adlı Restorasyon tarzı güldürü vardır. Ayrıca, san saçları örgülü, göğüsleri porselen, konuşması bebek gibi kadın kahraman Pepi'nin Alman kahramanımızı gerçek ve mecaz anlamında hiç gitmediği yerlere götürüşünü konu eden hafif porno türündeki aşk romanı "Çek Garson Kız" da bunlardan biridir. [ Pepi o zamanın pornosunun en gözde ismidir, hâlâ şaşırtıcı olan ve hâlâ basılan, 1906'da Viyana'da çoksatar olmuş Josephine Mutzenbacher adlı kitabın henüz ergin olmamış kızın adıdır. Kafka bundan on altı yıl sonra Şato'da K.'ya kendini sunan küçük sarışın kızı adlandırırken bunu anımsamamış olamaz.]
Ametist/Opal'da resimden çok yazı vardır. Derginin sayfalarını söyle bir çevirince resimler bütünün parçası gibi görünür; ister 1907'deki Opal olsun ister 2007'deki Penthouse kaliteli pornografinin uyandırmak istediği izlenim tam da budur.
Ama yine de buradaki yazıların büyük bölümü pornodur ve özenle yerleştirilmiş biçimlendirici araçlar bunun parçasıdır. Cinsel betimlemeler "Hindistan'dan" öyküler ya da erkeklerin gittiği siga­ra içilen salonlarda yapılan "kibar fahişelerin ruh hali" hakkındaki tartışmaları kapsar. Bu araçlar günümüzde bize şeytanca gelebilir ama çağdaş pornograficiler açısından "okur mektupları" nasıl aşi­naysa bunlar da Edward dönemindeki meraklılar açısından o kadar aşinaydı.’[Örneğin sohbet sırasında Eflatun'un Sempozyum'undan söz etmek (Venedik'te Ölüm'de durmadan geçmesine bakmayın) sizin a) züppe ve b) muhtemelen eş­cinsel olduğunuzu gösteren Edward dönemine özgü bir kuraldı.]
Kaliteli pornografi yapımcısı olan Dr. Blei porno olmayan malze­menin, hafif pornonun ve edebi pornonun malını sattırmanın can alıcı noktası olduğunu bilir. Çevrelerinde bu türden şeylerden bolca bulunması erkeklerin, (Pawel'in biyografisinde tanımlandığı gibi) "egzotik erotik malzeme" içeren "kuşe kâğıda basılı entelektüel der­giler" satın aldıkları konusunda kendilerini aldatmalarına yarar.
Ocak 1922'de Kafka günlüğüne yazdığına göre fahişeleri ziyaret etmeden yapamamasını vicdanını rahatlatmak için her zaman şöyle açıklar: Bu gibi şeyleri "her zaman ve her yerde" önceden tasarlanmış girişimler gibi değil de kendiliğinden gelişen "fırsatlar" gibi gö­recek biçimde düzenlemeye çalıştığını söyler.
Tabii aslında Ametist/Opal'daki (ya da Penthouse'daki) resimlerin hiçbir yüzeysel yanı yoktur. Sayfalarca süren havalı tartışmalar, zevk uyandıran şiirler, açık saçık çağdaş yazılar, erotik öyküler ve kesinti­siz klasikler, erkeklerin bu pahalı dergileri önceden ısmarlamaları­nın gerçek nedeni olan çizimlerle doruk noktasına ulaşan bir stripti­zin ilk çekingen aşamalarıdır.
Dr. Blei'nin pornosunun bazıları, yukarıdaki çizimde olduğu gi­bi gayet eşcinsel görünür.
Sayfa 75'deki gibileri ise daha çok Viktorya dönemine özgü gö­rünür.
Ve sayfa 76'daki şaşırtıcı derecede Barbarella’yı ya da (tabii ki pan­tolonun dışında) cüretkâr 1960'lardan kalma başka bir şeyi andırır. [Bu gelecekte tarihçilerin, soğuk ya da sıcak altmış yıllık savaşın, devrimin ve dehşetin Dışavurumcu 1908 yılı ile Hippi 1968 yılı arasında bir şeyleri askıya al­dığını söyleyebileceklerini akla getirir.]
 Avukatların dediği gibi kuşkudan kurtulmak için söyleyelim, Kafka'nın bu belirli pornografiye kişisel olarak sahip olduğu ve bu­nu rastlantı sonucunda ya da yalnızca geçici bir hevesle yapmadığı kesindir.
Kafka her iki biçiminde derginin sadık bir üyesiydi: 2 Şubat 1906'da Brod'a şöyle yazar, "Ametist'e neler oluyor? Param hazır bekliyor." Ağustos 1907'de gittiği tatilde Opal dergisini de yanında götürür ve bolca motosiklete biner, çok bira içer ve "rahatsız edici derecede ateşli bir kız" ile gece yarısına kadar parkta kalır. 10 Ekim 1907'de Opal ın yeni sayısının gecikmesinden yakınıyordu; yarı şa­ka "Tanrı neden Blei'yi, Almanya'yı ve bizi cezalandırıyor?" diye sızlanır.
Bunlar ergenliğin ya da öğrenciliğin gösteriş döneminde olmuş şeyler değildir. Bu dönemde kahramanımız bilinen ilk uzatmalı öy­kü girişimini ("Bir Çatışmanın Anlatımı", 1904-5) tamamlamıştır bi­le. Daha sonra yayınlanınca mutlu olmasını sağlayan "Reddedil­mek" adlı harika kısa parçalar yaratıyordu ve 'Taşrada Düğün Ha­zırlıkları" öyküsüne başlamaya hazırlanıyordu. Başka bir deyişle, Kafka Ametist/Opal'ı satın alıp okuduğu sıralarda dünyanın her ya­nında halen doğru olarak onun asıl yapıtlarının bir bölümü diye in­celenen şeyleri yazıyordu. Gerçekten de, yazın ile ilgili basında on­dan övgüyle ilk kez söz edilmişti, oysa bu daha önce gördüğümüz gibi biraz rastlanmadık bir biçimde, Kafka tek bir sözcük bile yayın­lamadan gerçekleşmişti.
Kafka Ametist/Opal koleksiyonunu anne babasının evinde kilitli bir kitaplıkta tutuyordu. Ağustos 1907'de tatile gitmek için evden çı­karken anahtarı almış, yeni Opal'ı yanında götürüp geçen yılın Ame­tist dergisini iyice saklamıştı. Aynı kilitli kitaplıkta, kimsenin bulma­sını istemediği çünkü "bana göre aile içindeki konumumu belirli­yor" dediği gizli bir mevduat hesap defteri de vardı. Erotik sırlarının bu kitaplıkta güvende olduğunu düşünmekte haklıydı. Zamanın Viyanalı yıldız oyun yazan Arthur Schnitzler o kadar talihli sayılmaz­dı. Onun pederi bir Viktorya dönemi babasının ve aile reisinin sahip olduğu varsayılan haklarını kullanarak oğlunun kilitli yazı masasını açıp genç Schnitzler'in sarhoş halde fahişelerle düşüp kalmasını an­latan günlüklerini bulmuştu. Bu olay ikisinin ilişkisini kalıcı biçim­de zedelemişti. [Burada unutmamalıyız ki canavar Hermann Kafka tanınmış Profesör Schnitzler'in tersine oğlunun özel hayatına saygı duyuyordu.]
Kafka'nın anne babasının apartman dairesindeki kilitli kitaplığı ailesinin patırtısı içinde kendine ait tek özel yerdi, gizli yazılarını, gizli parasını ve gizli pornosunu koyduğu depo muhteşem bir im­gedir. Yazılarında baştan sona yankılanan şeylerin, dile getirilmeyen ve suçluluk yüklü cinsel arzuların, aile içi iktidar oyunlarının, gizli kapıların, dolapların ve kilitlerin ("kilit" sözcüğünün Almancası ay­nı zamanda "şato" demektir) kaynağıdır. Kuşkusuz bir de edebiyat gibi tek başına çıkılan yolculuklara ve girişilen arayışlara adanmış bir yaşamın uyandırdığı güvensizlik var.
İleriki sayfalarda göreceğimiz gibi, Kafka pornosunu kilitli tut­makla iyi yapıyordu çünkü bunlar (görünce ağlamaklı olacak) An­nenizin ya da (hoşuna gitmekle birlikte küçümseyerek kükreyecek) Babanızın ya da (birlikte başka kimseyle olmadığınız kadar kendini­zi rahat hissettiğiniz ve güvendiğiniz) size hayran kız kardeşlerini­zin ortalıkta bulmalarını istemeyeceğiniz türden şeylerdir. Yani cinsel­lik cinselliktir ama bu resimlerden bazıları, yan sayfadaki gibileri, bi­razcık fazla acayip.
Ve yukarıdaki gibileri açıkça söylemek gerekirse oldukça karanlık...
Hatta ürkünç bile. Yetkililerin Ametisti yasaklarken sözünü ettik­leri asıl resim 74. sayfadadır ve Blei Edward döneminin Larry Flynt'i (pornografik yayınların sahibi Amerikalı işadamı, ç.n.) gibi yetkilile­rin sözlerini alaya almasına rağmen yetkililerin de bir bakıma haklı olduğunu söylemek gerekir.
Bunlar Kafka'nın kişiliğinin biçimlendiği yirmili yaşlarının orta­larında okuyup sahip olduğu tek "sıra dışı yazın" örnekleri değildi. Sade'nin kötü üne sahip çağdaş müritlerinden Octave Mirbeau'nun Günah ve Başka Öyküler ve Bir Oda Hizmetçisinin İtirafları adlı kitapla­rını elden düşme satın almıştı (Ametist/Opal'da bu gibi zor bulunur yayınlar konusunda uzmanlaşmış Viyanalı kitapçıların ilanları çı­kardı). Kafka Mirbeau'nun İşkence Bahçesi, Sacher-Masoch'un bir kült yaratan Kürklü Venüs adlı kitaplarını ilk elden biliyordu.3
Kafka aynı zamanda hiç kuşkusuz Franz Blei'nin yalnızca de­vamlı müşteriler için çıkardığı Lucian'm Kibar Fahişelerin Sohbetleri adlı kitabına da sahipti (Brod'un eleştirisini yazmak için elinde bu­lunan kitabı ondan ödünç almış da olabilir). Ametist/Opal gibi bu da açıkça satılıyor olmayabilir çünkü asıl ilgi çeken kitabın kötü üne sa­hip klasik metni değil Gustav Klimt'in kesinlikle halka açık olmayan tarzda çizdiği bacakları açık pozisyonda kız kıza sevişenleri gösteren on beş tane resmiydi. [ Bu basının o zamanki Abebooks adına çıkan (şimdi binlerce dolar değerinde­ki) bir ilanında daha özenli biçimde şöyle denmektedir: Üzgünüz ama yalnızca ve en mahrem anlarındaki kadın çiftler.]
Kafka 1911 Ekim ayında bir akşamüstü, hacılara özgü madalyon­ların ve benzerlerinin koleksiyoncusu olan Linzli seçkin bir kişiyle il­ginç bir akşam geçirdi (Brod Kafka’nın Günlüklerinde bunu sansür et­mişti). Hukuk Danışmanı olan bu bey Prag'a Alfred Kubin'in tavsi­yesi üzerine gelmişti. Kubin biraz kötü üne sahip tanınmış bir yazar ve çizerdi, Ametist/Opal'a katkıda bulunmuştu ve bundan birkaç ay öncesinde Kafka ve Brod ile birlikte Prag'da çıktıkları gece hayatı gezmesinden hoşlanmıştı (ve Kafka ile birbirlerinin kabız sorununu dostane biçimde tartışmalarının üzerine kahramanımıza bir çeşit müshil önermişti). Üç adam ortak arkadaşları sevgili Dr. Blei hakkın­da sohbet etmişlerdi. Gece Hukuk Danışmanı Be/in iyice özel ko­leksiyonundaki pornografik fotoğrafları göstermesiyle son bulmuş­tu ve Kafka bunları bütün ayrıntılarıyla betimlemişti. Bunun yanı sı­ra ziyaretçilerinin en çok ne türden kızlarla sevişmekten hoşlandığı­na (bunlar hamile kızlarmış) ve büyük bir penisin beceriyle kullanıl­dığında kadınları ruhsuz birer hayvan durumuna sokacak kadar yo­rup bitireceğine ilişkin tartışmalarını da anlatmıştı.
Kafka'nın pornografiyle ilgili deneyimleri hiç de rastlantısal de­ğildir. yıllardaki cinsel yaşamının ayrılmaz parçalarıdır çünkü işin aslında yirmili yaşlarının başında ve ortalarında Kafka'nın bu gibi şeyler karşısındaki tutumu dünyevidir, neşeli bir kuşku taşır, bazen de biraz tekinsiz bile sayılır.
27 Mayıs 1906'da Brod'u bir süredir görememesinin birçok nede­ni arasında (aile işinin başka bir yere taşınması gibi) "fahişeler" de vardı. 29 Mart 1908'de Brod'a, eğer Trocadero'ya ya da Eldorado'ya sabah beşte ya da beş buçukta daha herkes parasızken gidip kızlar­la "erken kahvaltı niyetine" yatarlarsa indirimli fiyata bir gece haya­tı yaşayabileceklerini neşeyle öneriyordu. Birlikte çıktıkları tatillerde kahramanımız ve Brod genelevlere yapılacak ziyaretlere gezi prog­ramının ayrılmaz parçası gözüyle bakıyorlardı.4 İşin daha da karan­lık yanı, Kafka 19 Ağustos 1908'de kendisini çok yalnız hissetmesi yüzünden "artık hüzünlenmeyecek kadar yaşlı olmakla birlikte er­keklerin ilişki sırasında bir fahişeye bir kıza davrandıkları kadar iyi davranmadıklarına şaşırmasa da bundan incinen" bir fahişeye gitti­ğini yazar ve "O beni avutmadı, ben de onu" der.
Buradaki ifade öylesine katıdır ki K.efsanesinin tatlandırılmış yavanlıklarının ötesine bakınca istemeseniz de, ölümsüz, aşın duyarlı (ve artık yapıtları yayınlanmış olan) Franz Kafka'nın yirmi beş yaşın­dayken kaşarlanmış bir fahişeye "iyi" davranmadığından "incinmesi­ne" yol açacak tam olarak ne yaptığını merak etmeden duramazsınız.
Ara Nağmesi: Yazarlık ve Yaşam
Şimdi, bütün bunların hiçbiri bizi şaşırtmamalıdır çünkü hiçbirinin önemi yoktur. Eğer Praglı Dr. Franz Kafka'nın yazdıkları soluğumu­zu kesip bizi hayrete düşürmeseydi onun nelere baktığına ya da ne­ler okuduğuna ya da kızlarla neler yapıp neler düşündüğüne ve duyduğuna (hele ne türden bir saç fırçası kullandığına) hiç kimse al­dırmazdı. Zaten onun yaşamıyla ilgili öğreneceğimiz hiçbir şey ya­pıtlarının bir milimini bile değiştiremez. Dava'nın katedral sahnesin­deki Papazın dediği gibi: Değişmeyen yalnızca metindir.
Şu şekilde mantık yürütmekten kaçamayız: Eğer Kafka’nın yapıt­larından zevk alabilmek için yaşamı hakkında bir şeyler bilmemiz gerekmeseydi, hiç kimse bunları öğrenmeye çalışmazdı.
Bu mantık açısından eksiksiz bir düşünce olmakla birlikte insani değildir. Biz insanlar hayran olduğumuz şeyleri kimin yaptığım öğ­renmek isteriz. Bunları tam anlamıyla bir çehreye büründürmek isteriz. Ve işte Kafka konusunda bunu su götürmez biçimde yaptık. Öte yandan Kafka’nın Pornosu Olayı kafamızdaki Kafka görüntüsünün onun yapıtlarının büründüğü çehrenin alabildiğine çarpıtılmış ol­duğunu gösterir. Ve onun pornosu bunun en çarpıcı delilidir.
Şöyle bir düşünün: Dr. Franz Kafka'yı 1915'te otuz iki yaşındaki haliyle gördük. Evet, bir hastalık hastasıdır ama gerçek bir sağlık so­rununun hiçbir tıbbi belirtisine sahip değildir. İlgili herkesin tanıdı­ğı bir yazardır, (Alman kültürünün her yanında bilinen "Prag Yazar Çevresi"nin başı olduğu herkesçe kabul edilmiş) Max Brod'un özel koruması altındaki kişidir ve son derece cazip bir iş ile yazın dünya­sından birçok yararlı arkadaşa sahip bir adamdır. Beğenilen ve zen­gin bir Alman yayınevi tarafından (dünya savaşının ortasındayken bile) desteklenen ve oldukça hoş bir miktar para ödülüyle birlikte zamanının en ünlü oyun yazarının saygısını herkesin önünde henüz kazanmış bir yazardır.
Fontane Ödülü'nü (nasıl olursa olsun) yan yarıya kazanmak onun artık dünyanın en canlı ve saygın yazın kültürünün, hem de kitaplar hâlâ az ya da çok kültür sayıldığı bir zamanda, para kazanan bir üyesi olduğu anlamına gelir.[ 1914'de Almanya dışından bugüne dek görülmedik çok sayıda insan Alman­ca öğreniyordu, oysa Kafka’nın yüksek sınıftan kişilerin gittiği okulunda İngi­lizce seçmeli ders olarak bile sunulmuyordu. Ve hangi dilde olursa olsun o za­manlar insanlar bugünkünden daha çok yazı okumaktan hoşlanıyordu. Kaf­ka’nın zamanındaki gazeteler çağdaş göze neredeyse okunmaz gelecek kadar yazı doluydu. Kent sokakları (ortaçağda ve çağımızda olduğu gibi) imgeler ye­rine yazılı harflerle doluydu. 1915'de saygın bir kitap yazarı olmanız sizi sözcük yüklü bir kültür ağacının en üst dallarına yerleştiriyordu.]
Bu arada Avrupa'nın yazgısını önceden gören bu efsanevi kâhin yaklaşmakta olan olayları öylesine açıkça görüyordu ki birikmiş pa­rasını kendi isteğiyle, değeri tamamen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ayakta kalmasına bağlı olan ve ileride olayların geli­şeceği gibi üç yıldan biraz fazla bir sürede kesinlikle değersiz hale gelen tahvillere yatırdı. [Kafka'nın kuzeni Bruno yeni Çekoslovak parlamentosunda (Almanca olarak) birçok ateşli konuşma yaparak Avusturya bonolarım ellerinde bulunduran eski Bohemyalıların tazminat almalarım sağlamaya çalıştı (gerçekten de Çekler Baş­kan Wilson'u etkilemek amacıyla Avusturya savaş borçlarının %33'ünü karşıla­maya söz vermişlerdi). Bruno, yükselen enflasyon bu konuyu anlamsız kıldığı için hiçbir sonuca ulaşamamıştır.]
Buradaki basit soru şudur: Tanrı aşkına bu gerçek ve fazlasıyla dünyevi insan nasıl olmuş da K.efsanesinin başka bir gezegenden gelmişe benzeyen ikonu ve Prag'ın yalnız kâhini haline dönüşmüş­tür?
Öyleyse bu efsane fabrikasının en kaba örneğinin nasıl oluştuğu­na bir bakalım.
Sh: 65-84
Efsane: Kafka'nın Yahudi Oluşu Yazdıklarını Anlamak Açısından Önemlidir
Eğer Kafka hakkında yayınlanmış ya da yayınlanmamış öykü ve ro­manlarından başka hiçbir şey bilmeseydik bu tanınmamış dehanın Yahudi olduğunu belirleyen tek delil, 1915'ten itibaren çoğu öyküsü­nün ilk kez, (Yahudi olmayanlar için kitap olarak basılmadan önce) Yahudi okurlar için Yahudi editörler tarafından çıkarılan dergilerde yayınlanmış olmasıdır.
Bu durumda bile, yazarla ilgili başka şey bilmediğimize göre onun ne ölçüde Yahudi olduğundan kuşkulanırdık çünkü yalnızca -"sinagogumuz"da yaşayan acayip bir yaratık hakkındaki”-tek bir öykünün anlatıcısı ya da kahramanı Yahudi'dir ve bu sözcük orada bile asla kullanılmaz. Oysa çok daha iyi bilinen öbür yerlerdeki or­tam {Değişim'deki aile, Dava'daki Katedral) açıkça Hıristiyan nitelik­tedir.
Başka bir deyişle, bu öykülerin kendilerinde onları iyice anlamak için -bazı eleştirmenlerin iddia ettiği gibi Tevrat'a ya da Hasidlerin (gizemci bir Yahudi tarikatı, ç.n.) masallarına bakmamız gerektiğini düşündürten çok az şey vardır. Bizi böyle düşündürten onun yazdık­ları değil yaşamı hakkındaki bilgimizdir. Bu ise Kafka'nın yazdıkları yerine yaşamına bakmakla fazla meşgul insanların durumuna iyi bir örnektir.
Evet, Kafka tabii ki Yahudi'ydi, bunun çok bilincindeydi ve yaşı ilerledikçe daha da çok öyle oldu. İbraniceyi makul ölçüde akıcı ko­nuşur hale gelmişti ve Siyonizm ile çok yakından ilgileniyordu. Psi­kanalizin sağaltıcı vaatlerine hiç yüz vermemişti ve yaşamının so­nunda içindeki "pislik" konusunda yazmakla yalnızca "karanlık güçler"e teslim olacağına inanmıştı. Evet, insan olarak Kafka'nın ya­şam öyküsünde Yahudilerin dinsel inanç ve ilkeleriyle ilişkisini dü­zenlemek ruhunu iyileştirecek bir tedavi umudu sunan tek şeydi.
Oysa onun dokunaklı Siyonist hayallerini okuyunca -garson ya da ciltçi olarak Filistin'de yaşamak gibi-unutmayalım ki öyküleri çoğunlukla, gerçek umudunu tamamen yitirmiş bir adamın "kor­kunç bir yanılsama içindeki bakış açısı"ndan (15 Haziran 1913'de Felice'ye yazdığı mektupta böyle anlatıyordu) gördüğü baştan çıka­na tatlı teselli hayalleriyle doludur. Kafka bu çok büyük iş değişik­liklerini düşündüğünde kesinlikle ölmek üzere olan bir adamdı. Ay­rıca Siyonizm'e ne kadar derinden inandığı da kuşkuluydu çünkü ciddi bir İsrail destekçisi için dönüm noktası olan Balfour Beyanna­mesi hakkında bilindiği kadarıyla bir yorumda bulunmamıştı.
Kafka'nın, benliğin yalnız kulesinin, sınıfların ve geleneklerin ötesinde yaşanan gerçek bir yaşam düşüncesiyle büyülendiği belli­dir. Ama onun zamanında herkes öyleydi. Bütün Dışavurumcu Ku­şak acıklı bir ifadeyle "Ah, İnsanlık!" diye haykırırdı ve Kafka’nın yapıtlarının böyle bir zamanda, ait olmanın varsayılan ödüllerinden çok, gerçek bedelini incelemesi görülmemiş bir şeydi.
"Çin Şeddi"nin anlatıcısı çok kalabalık ve birlik içindeki bir nü­fusun parçası olma duygusunu anlatırken harika ve beklenmedik bir şiirselliğe boğulur ama aynı zamanda bunun bütünüyle baştaki­ler tarafından yapay olarak yaratıldığını da açıkça ortaya koyar ve toplumu küçümsemekten çekindiği için bunu daha fazla sorgulama­yı reddeder. Şato'da K. yetkililer ya da en azından (denediği gibi) köy halkı tarafından kabul edilmeyi çok ister ama ait olmanın bede­linin çürümüş bir hiyerarşiye el etek öperek her şeyiyle uymak oldu­ğu da besbellidir.
Kuşkusuz Kafka çoğu zaman bir yere ait olmayı çok ister. Herkes ister. Ama son zamanlardaki, yeni bir ülkede, yani Filistin'de basit, yazın ile ilgisi olmayan ve çok çalışmayı gerektiren bir yaşam düşle­ri daha çok Taksi Şoförü'nün sonunda ölmek üzere olan Travis Bickle'nin kendi vatanı Amerika'da bir cennet düşü kurmasına benzer: İnsanın içini sızlatacak kadar tatlı, son derece duygulandırıcı....ve tamamen gerçekdışı bir düş.
Sert Yahudi
Birçok yazar Kafka’nın (sözde) bedensel sağlıksızlığına ve güçsüz­lüğüne ilişkin saplantısının Yahudilere özgü kendinden nefret etme duygusunun tipik bir belirtisi olduğunu ve bunun Yahudilerle ilgi­li çağdaş ırkçı görüşleri yansıttığını ileri sürmüştür. Bunu ileri sü­rerken Kafka’nın bedeniyle, cezalandırılmayla ve bunun gibi şey­lerle ilgilenmesinin özellikle Yahudilerin bakış açısıyla bağlantılı ol­duğunu önerirler. Bunlar insanın aklını çelen ve görünürde sağdu­yulu fikirler ama yine aynı yazarlar Kafka'nın kendini babasının uyandırdığı dehşet yüzünden güçsüz hissettiğini söyleyince (biyog­rafi yazarının görüşüyle böyle söylerler) her şey ortaya çıkmaya başlar.
Kafka babasının hem daha hakiki bir Yahudi olduğunu hem de kendisinden daha erkeksi olduğunu düşünüyordu. Hermann ilk ör­nekteki Sert Yahudi'ydi. Musevilik kurallarına uygun et satan bir ka­sabın oğlu olan Herman Almanca konuşulan Habsburg ordusunda başçavuş karşılığındaki Zugführer rütbesine kadar yükselmişti. Bu rütbe bütün ordularda gündelik öneme sahipti ve askere alınmış eği­timsiz birinin üç yıllık hizmet sonunda erişebileceği en yüksek yer­di. Kafka küçük bir oğlanken (kendi dediğine göre) Hermann'ın göl­gesini görünce titrerdi; shtetle'daki (Doğu Avrupa'nın her yerindeki Yahudi köyleri, ç.n.) aşın bedensel güçlükler hakkında bitmek bil­meyen hikâyelerini dinlemek zorunda kalırdı. Çek çalışanların fena halde azarlanıp küçük düşürülmelerini üzüntüyle seyrederdi; önemli günlerdeki Yahudi törenlerinde kendi gülünç hareketlerine gülmekten katılırdı ve masada aklı karışmış otururken o anda kapıl­dığı duyguyla Yahudiler, Çekler ve Almanlar birbiri ardından hepsi budala olmakla suçlanırdı.
Öyleyse tam bir toplumsal uyum içindeki ama yadsınmaz ölçü­de de sert bir Yahudi olan Kafka'nın babası acımasızca kendi dediği­ni yaptırmak açısından Kafka için bir mihenk taşıysa, Yahudi erkek­lerinin (ve böylece bir Yahudi erkeği olarak kendisinin) bedensel yön­den güçsüz ve kendiliğinden nefret uyandırıcı oldukları düşüncesi­ne nasıl vardıklarını anlayabilmek zordur. Bu fasit daireden çıkış yoktur.
Kafka'nın hakiki bir Yahudi olmayışı yüzünden kendini biraz güçsüz hissettiğini savunmak daha gerçekçi olurdu ama bu da Ya­hudilik deneyimini yapay bir biçimde varoşlaştırmak demektir. İster Katolik, ister Protestan isterse de Yahudi bir çevreden gelsin Avru­pa'daki her düşünen insan Darwinizm'in ve Nietzsche'nin ilan etti­ği "Tanrı'nın Ölümü"nün ne demeye geldiğini cesaretle karşılıyor­du. Bu kişilerin birçoğu, Kafka gibi (ve o zamandan bu yana nere­deyse bütün muhafazakâr düşünürler gibi) bu buhranı sağlıksız mo­dern kent yaşamına bağlıyorlardı.
Kafka'nın bedenini daha "sağlıklı" hale getirme takıntısı özellik­le Yahudilerde bulunan bir nitelik değildi. Tam tersine, çok moday­dı. Kafka'nın başlıca jimnastik kitabı, Mein System, kitlelere yayılmış uluslar arası bir çoksatardı. Kafka özendiği Müller'inki gibi bir bede­ne sahip olabilmek için ter dökerken çok yaygın bir hayalin peşin­deydi: Modem erkek erkekçe olmayan, fazlasıyla entelektüel ve (Nietzsche'nin "dekadan" dediği) çekicilikten yoksun bir kentli yaratık­tı, gerçek yaşamın anlamını unutmuş gibiydi. Ona gereken biraz güçlendirici deniz esintisi ya da serin dağ havası, toprağa geri dön­mek, zihinsel ve bedensel yönden sertleşmek ve güzelleşmekti; örne­ğin, bunu savaşa katılarak yapabilirdi.
Moda olan (ve sonuçta Avrupa açısından talihsiz sonuçlar doğu­ran) bu entelektüel kendinden nefret etme durumunu yalnızca Yahudi­lik merceğinden görmek Kafka'nın yazdıklarına açıklık getirmeye yardımcı olmadığı gibi at gözlüğüyle bakmamıza neden olur.
Orada Olmayan Bir Şey Nasıl Görülür
Yine de Kafka'nın Yahudiliği yapıtları açısından bir bakıma önemli olmalıdır ve bizler bu yüzden onun yapıtlarının daha iyi tadına var­mak için bu konuyu araştırmalıyız. Nasıl önemli olmasın ki? Onun ölümünden yirmi yıldan daha az bir süre sonra dünyanın bu bölümünde haince izlenip yakalanan bir ulusa (katillerin deyişiyle ırka) ait olması nasıl önemli olmaz?
Bu (özellikle Amerika'da) her yazarın yapıtlarına bakarken "kül­türel miras" konusunu ele almak gerektiğini söyleyen bütün bir eleş­tirmen okulunun ileri sürdüğü türden bir şeydir. Onlara göre kara derili bir yazar mutlaka kendi kara derililiği, Yahudi bir yazar Yahu­diliği, eşcinsel bir yazar eşcinselliği hakkında yazıyordur. Başka ne hakkında yazabilirler ki? Bu sözde araştırmacıların bazıları ortak "mi­ras" sahibi olmayan insanların yazın yapıtlarını değerlendiremeyeceklerini ve bu yüzden eleştirel yönden tartışamayacaklarını bile söylemişlerdir. Bu akademik işinizin sınırlarını belirlemenin çok el­verişli bir yoludur ama bir iletişim aracı olan yazın açısından olduk­ça talihsiz sonuçlar doğurur.
Bu eleştirmenler Kafka’nın yapıtlarında gerçek Yahudilikten eser bulunmadığını ileri sürerler ama bu demektir ki Kafka’nın Yahudi olduğunu bilmemize rağmen yazar anlatıcılarının ya da kahramanla­rının Yahudiliğini bilerek bastırıyordu, öyle değil midir? Besbelli ki öy­ledir. Bu da zaten onun öykülerinin aslında Yahudiliğin bastırılması "hakkında" olduğunu gösterir!
Akademik ortamın dışındaki birine, eğitimli ve üniversite hoca­lığında yükselmiş kişilerin bu geri kalmış mantığı yürütmeleri nere­deyse inanılmaz gelir ama okurlar emin olsun ki bunu yaparlar. Öy­leyse bu fikir yürütme yolunu, Kafka’nın yapıtlarında Çek-Alman çatışmasına yapılan değinmelere uygulayarak sınamayı deneyelim.
Böyle bir çatışma yoktur ki. Ama zaten bütün mesele de burada­dır.
Kafka’nın öykülerinde çoğunlukla yoksul insanlar vardır. Dava'daki Adliye, Kafka’nın önce, aynı Dickens'in ya da Dostoyevski'nin yaptığı gibi, gerçekçi biçimde anlattığı yoksul bir mahallede bulunur. Şato'daki köy, kıdemli memurların en tepede, köylülerinse en altta olduğu katı bir hiyerarşik düzene sahiptir. Değişim'de aile­nin hizmetçilerinden çok söz edilir. Evet, Kafka’nın yaşadığı Prag'da yoksulların (ona yalnızca yemek ve cinsellik sunsalar da) her zaman yakınında ve neredeyse hep Çek olduklarını biliyoruz. Oysa onun yapıtlarında kahramanların karşılaştığı birçok yoksul insan anlayabildiğimiz kadarıyla her yönden kahramanların kendileri kadar Alman'dır.
Ama Alman-Çek çatışması yaşamının her gününde bir biçimde farkına varmaya itildiği bir şeydi. Bir Alman'dan beklenmedik bi­çimde Çek dilini ve kültürünü yok saymadığını biliyoruz. Bu çatış­ma onun yapıtlarında açıkça yansımadığına göre eğer Kafka yoksul insanların Çek olduğunu yazmamışsa demek ki bu toplumsal öğeyi kalıcı biçimde bastırıyormuş, öyle değil mi? Bu da yapıtlarının aslında tamamen Alman-Çek çatışması hakkında olduğunu göstermez mi?
Gördünüz mü bu ne saçmalık? Öyleyse başka bir yanıt önerelim. Belki de Kafka yapıtlarında kendi Yahudiliğinin üzerinde durmayı ve yapıtlarını doğduğu kentteki Alman-Çek çatışmasıyla renklendir­meyi seçmemiştir. Belki bir yazara gereken birinci beceriye sahip ol­duğundan, yani kendiniz açısından önemli olan ile anlattığınız öykü açısından önemli olanın farkını bildiğinden bu seçimi yapmıştır. Biz (ait olmak ve kimlik konularını aklımıza takmış olduğumuzdan) Kafka'nın Yahudi olmasının yaşamının temel ve belirleyici parçası olduğunu ve bu yüzden yapıtları için de aynısının geçerli sayılaca­ğını düşünebiliriz. Ama Kafka'nın yineleyerek söylediğine göre ya­zar olması yaşamının en önemli yanıdır. Kimlik söz konusu oldu­ğunda Avrupa yazınının en ağır toplarını "aynı kanı taşıyan akraba­lar"! gibi görüyordu.
Çok kıskanılan Franz Werfel Kafka'nın yazdıklarını ilk kez oku­duğunda, başlangıçtaki öykülerin son derece taşralı olduğunu ima ederek "Bunlar asla Bodenbach'ın dışına çıkamaz", diye ezici bir yo­rumda bulunmuştu. O zamanların büyük yazan Werfel'in dedikleri­ni Kafka'ya söyleyen ya da onu bu konuda kırmadan uyaran birileri olmuş mudur asla bilemeyiz ama Kafka'nın yapıtlarının yankı uyandırmasını istediğini biliyoruz. Yapıtlarının nerede yer aldığıyla, nasıl göründüğüyle ve eleştirmenlerin onlar hakkında ne dedikle­riyle yakından ilgileniyordu.l915'ten sonra yapıtlarının birçoğunun özellikle Almanca konuşan Yahudilere yönelik yayınlarda çıkması­nın en iyisi olacağına karar verdi; bu kişiler yalnızca Almanca konu­şan Yahudiler olmakla kalmayıp aynı zamanda Avrupa'nın önde ge­len aydın topluluklarına dâhildi. Ama bunun dışındaki zamanlarda kuşkusuz onun hatırlanmasını en çok sağlayan yapıdan yazarken Bodenbach'ın çok dışındaki bir okur kitlesi için yazıyordu.
O  okur kitlesi (kimi zaman Kafka'nın aklına takılan) Goethe'nin, Kleist'ın (Kafka ilk kitabının görünüşünün onun Anekdotlar adlı ki­tabına benzemesini istemişti), Flaubert'in (onun Duygusal Eğitim ad­lı kitabına hayrandı), Dickens'in (kendi Amerika adlı kitabının "ta­mamen onun taklidi" olduğunu söylüyordu) ve (çoktan ölüp gitme­sine rağmen yüz hatlarını Milena ile ilgili bir rüyada görüp tanıya­cak kadar iyi bildiği) Dostoyevski'nin okurlanydı. O okurlar –pan Avrupa yazınının okurları- Praglı Alman-Yahudiler ile Praglı Çekle­rin taşradaki her türlü gelişime açık kahvelerde neler tartıştıklarını bir nebze olsun bilmiyor ve merak da etmiyorlardı. Kitaplarını onla­ra yazan ve Dava'dan vazgeçene kadar tamamen onlar için yazan Kafka da bununla hiç ilgilenmiyordu. Belki o öğeleri kitaplarında bu yüzden kullanmamıştı.
Başka bir deyişle Kafka'nın yapıtları kaçamayacağı kimliğini (Ya­hudiliği) bastırmaz, açıkça olmak istediği şeyi (Alman ve Avrupa yazı­nın parçası olmayı) ifade eder.
Kuşkusuz, istediği olmuştur. Ama ne yazık ki olması gerektiği gi­bi değil. Bunun nedeni bir sonraki efsanedir.
Bu en kolaylıkla yok sayılacak ama düzeltilmesi en güç efsanedir. Kafka hayattayken "günümüzde en temiz ve açıkça anlaşılır bir Almanca ile yazılan düzyazı" ile tanınırdı. [Said Kurt Tucholsky, Kafka'yı kişisel olarak çok seven bir yazardır (30 Eylül 1911'deki ilk tanışmalarında o kadar iyi anlaşmışlardı ki birlikte Prag'ın en lüks genelevine gitmişlerdi) ve sonradan onun hakkında büyük ses getiren iyi eleştiriler yazmıştı.] Herkesle aynı fikirde ol­mayan eleştirmenler bile belli bir öyküyü beğenmeyip yine de öykü­leme yeteneğini kabul ediyorlardı. Yeni Dergi'de çıkan Değişim ile il­gili ılımlı yazı Kafka'nın "romantizme kaçmayan açık öyküleme tarzı"nı övmüştü ve onun hakkında en kötü eleştirileri yazan Otto Hesse bile "Ceza Kolonisi"ni eleştirirken Kafka'nın "güçlü öyküleme yeteneği"nden söz ediyordu.
Bu eleştiriler, kendi Kafkalarının dehşet verici ve ağır ilerleyen bir Sartre müsveddesi gibi kulağa gelmesine alışkın okurlar için yeni bir haber gibidir.
Peki, neden çevirileri kulağa böyle gelir? Çünkü bütün çevirmen­ler bilinçaltında onun kulağa böyle gelmesi gerektiğini düşünür. Ve Kafka çevirmenleri neden böyle düşünür? Çünkü (herkes gibi) onlar da Kafka'nın yapıtlarına masum yaklaşmazlar, hazır yapılmış K.efsanesinin ölümcül bulutlarını peşlerine takmışlardır.
K.efsanesinden kurtulmak Almanlar için de zordur ama en azından Almanlar eğer kasvete boyanmış biyografik gözlükleri çı­karmaya katlanırlarsa yapıtların temiz ve güzel asıllarmı okuyabilir­ler. Kafka çevirmenleri bunu neredeyse başka herkes açısından ola­naksız hale getirmişlerdir. Bu noktada bir yayıncılık devinin masası­nın üzerindeki sihirli düğmeye basıp en sonunda İngilizce konuşan milyonlarca okuruna gerçekten seslenebilecek yepyeni çeviriler ıs­marlaması tek umudumuzdur.
Bu okurların birçoğu hiç kuşkusuz kentlerde pek kimseyi tanı­madan küçük yalnız apartman dairelerinde Kafka okuyarak kendi­lerini bir sonraki efsaneyle avutmaktadırlar.
Birçok genç ve yaratıcı insanın akılsızca büyük kentin modem ce­hennemine dalmasından kesinlikle Kafka endüstrisi suçludur. Bakın Kafka neler başarmış! Zaten Kafka da gergin ve yalnız değil miydi?
Hayır, bizim düşündüğümüz gibi değildi. O zamanın başka ya­zarları modern, gürültülü ve düşük gelirli kentin dünyasında kay­bolmuş mücadele eden sanatçıyı anlatıyorlardı (Rilke'nin Malte Laurids Bridgge adlı kitabı bunun en iyi örneğidir) ama Kafka’nın yaşa­mı böyle olmaktan çok uzaktır.
Kafka 1914'e kadar ailesinin apartmanında yaşadı (o sırada otuz bir yaşındaydı), sonra kız kardeşi ve onun çocuklarına yer açmak için evden çıkarıldı denebilir. Nereye gitti? Kız kardeşinin boş kalan dairesine tabii ki, sonra da öbür kız kardeşinin dairesine. En sonun­da Şubat 1915'te (kız kardeşlerinden biriyle aynı sokakta bulunan) kendi yerine geçti. O zaman bile ailesinin evinde yemek yemeyi sür­dürdü. 1916/17 kışında yazılarını küçük kız kardeşinin gözden uzak küçük evinde yazdı (kız kardeşi bazen ona yemek getiriyordu). 1917 başında nihayet ailesinden biraz uzakta, nehrin öbür kıyısında Eski Kentin karşısında bir yer kiraladı ama burası öyle tavan arası filan değildi. Günümüzde Amerikan Elçiliği'nin bulunduğu yüksek ta­vanlı bir dizi odadan oluşuyordu. Ağustos'ta verem tanısı konunca anne babasının yanma geri döndü, sonra da sayfiyeye kız kardeşi Ottla'nın yanma gitti ve orada sekiz ay geçirdi. Sonra yine anne ba­basının yanma geldi, bundan sonra ise onların eviyle (veremden kı­rılan Avrupa'da çok yaygın olan) sanatoryum benzeri oteller arasın­da gidip geldi. Daha sonra üçüncü nişanlısı ile kısa bir süre için bo­şuna Berlin'e taşınana kadar gerçek tıp sanatoryumlarına gitti.
Yoksulluğa gelince, bu Kafka'nın hiç bilmediği bir şeydi, ta ki en karanlık savaş sonrası yıllarında bütün Almanya bunu tanıyana ka­dar. Bundan önce tatil ve tedavi için yüksek rütbeli subayların ve benzerlerinin sıkça uğradıkları otellere ve sanatoryumlara gidiyor­du. 1918'de babası emeklilik yatırımı olsun diye Prag'ın tam merke­zinde büyük bir apartman satın aldı: O sırada Kafka yılda 6.500 ka­dar, bir Çek işçi ise 1.000 kron kazanırken bu binanın fiyatı 500.000 krondu. Karşılaştırmalı toplumsal hesabı kendiniz yapabilirsiniz. Bundan sonra Hermann şirketini sattı. Kafka, değeri aşırı yüksek enflasyon nedeniyle silip süpürülen sabit bir emeklilik maaşıyla ya­şamak zorunda kalıp gerçek yoksulluğu tadınca anne babası işte bu yüzden ona hâlâ yardım ediyor ve de edebiliyordu.
Başka bir deyişle, yetişkin yaşamının büyük bölümünü maddi yönden yalnız ve yoksul geçirmekten çok uzaktı. Daha önce gördü­ğümüz gibi yaşamını geçirdiği kentte birbirine sıkıca bağlı orta sınıf­tan bir azınlığın içindeydi ve buradaki önemli kişilerin hepsini tanı­dığı gibi onlar tarafından da tanınıyordu. İşi meslektaşlarıyla sürek­li bağlantı içinde olmasını gerektiriyordu; yazar olarak çıkış yaptığı 1912 yılında toplumsal yaşamı günlüklerinden de anladığımız gibi çılgın ve hızlıydı.
Kuşkusuz bu Kafka’nın kendini soyutlanmış hissetmediği anlamı­na gelmez. Kalabalık bir toplantıda kendinizi feci şekilde yalnız his­sedebilirsiniz. Ama Kafka’nın "yalnızlık" duygusunun gerçek maddi yalnızlık ile yakından uzaktan ilgisi yoktu. Çevresinde birçok neden­le kendisine yakın bir sürü insan bulunan ama (çağdaşı E. M. Foster'in dediği gibi) bu insan kalabalığının akışına bir türlü ayak uydu­ramayan birinin kapıldığı bir duygudur bu.
Gerçek maddi yalnızlık Kafka'nın gerek duyduğunu hayal ettiği bir şeydi. Oysa evdeki dayanılmaz kargaşa hakkında kopardığı yay­garaya rağmen ailesi özel durumlarda, örneğin 1912'de Paskalya'dan sonraki yedinci Pazar'ın hafta sonu olan Whitsun'da sözde çok istediği gibi onu yalnız başına bırakmayı önerdiği zaman yirmi dokuz yaşındaki Kafka düpedüz "angst" ("öfke") dolmuştu (Gün­lük, Mayıs 23,1912).
Yazı yazmak için tamamen özgür kalmayı hayal eden ve sonra da maddi ve zihinsel sessizliği dayanılmaz bulan ilk yazar o değildi. Hastalık onu vurduktan ve en sonunda Felice ile ikinci nişanını boz­duktan sonra Kafka nihayet gerçek yalnızlık olasılığıyla karşı karşı­ya kalmıştı. Buna tiksintiyle bakıyordu.
Kafka'ya tapan biyografi yazarlarının bile onun beş parasız, eği­timsiz ve hasta Julie Wohryzeck ile nişanlanmasında (ve nişanı boz­masında) kahramanca bir yan görmeleri pek kolay olmaz. Birkaç ta­nesi bunun Kafka'nın burjuva olmadığını gösterdiğini önermeye ça­lışır ama bunlar biraz umutsuz şeylerdir. İşler düzelince -çok arzula­dığı havalı ve aklını başından alan Milena'dan daha iyi bir teklif ge­lir gibi olunca-Kafka Julie'ye karşı acımasızdır. Mektup yazarak Milena'nın peşinden koşarken Julie ile nişanlı kalır; arzusunun yeni nesnesine mektuplarında yalnızca "genç kız" der. Julie ile birlikte olup olmamanın tamamen kendi isteğine bağlı olduğundan çok emindi. Sanki bu nişanlıyı evli bir kadına kur yaparken eşitlik sağla­yacak duygusal bir denge unsuru gibi elinin altında tutuyordu. Ve gerçekten de Milena'yı eline geçirdiğinden emin olana (ya da böyle düşünmeye başlayana) kadar Julie ile arasındaki köprüleri atmaz.
Kafka'nın, modem bireyci anlamda özgürlük fikrinin aslında ge­rek duyduğu en son şey olduğunu içinden bildiği anlaşılıyor. Kula­ğa Dava'nın bir bölümü gibi gelen tuhaf küçük parçada buna ilişkin derin bir görüş vardır: Adamın biri gizemli bir jüri tarafından çağrı­lır ve şöyle bilgilendirilir, "Özgürsün ve işte o yüzden yitiksin."
Demek ki Kafka'nın yazdıklarını -haklı olarak-seven sanatçı ruh­lu gençler gidip de ne ailelerinin ne de arkadaşlarının bulunmadığı kentlerdeki ucuz kiralık odalarda yaşamamalıdır. Daha doğrusu is­terlerse bunu yapsınlar ama arkadaşsız bir kentte yoksul ve yalnız olmak bu gençleri öldürüyorsa, bunun Kafka’nın yaşadıklarıyla hiç­bir ilgisi yoktur.
Hayır, Kafka'nın bildiği yaşam birazdan göreceğimiz gibi daha çok sonsuz bir Noel'e benziyordu.
Sh: 129-140
Cinsellik Hakkında Yazmak
Kafka yayınlanmış yapıtlarında sıkça, tabuları yıkan acayip cinsellik çağrışımları uyandırır -örneğin, babaya ait kirli iç çamaşırı, elini kürk manşonuna gömmüş bir kadın, kız kardeşinin boynunu öpen erkek böcek görüntüsü, bir adamın kalçasındaki açık yara-ama yayınlanmış yapıtları asla gerçekten cinsellik içermez. 'Taşra Doktoru" cinselliğe en yakın duran yapıtıdır ama burada bile şeytan ruhlu hiz­metkârın hizmetçi kıza saldırması cinsellikten çok yamyamlık yansı­tır, "Bir Akademi Raporu"nun primat kahramanı ise yarı evcil dişi bir şempanzeyle "maymun gibi zevk alıyorum" der, ama Kafka an­cak bu kadar açık olabilir. Yayınlanmış yapıtlarındaki başka kişiler, hatta gece hayatında bir kız tavlama girişimini anlatan "Geri Çevril­mek" adlı kısa öyküsündekiler cinselliği hiçbir zaman açıkça akıllarından bile geçirmezler.
Kafka'nın yayınlanmamış yapıtları farklıdır. Dava'da Josef K. her hafta yaptığı gibi fahişesini ziyaret etmeyip erteler ve Fraulein Bürstner'in gelişini beklemeye koyulur. Bu kızın adı "Temizlikçi Ba­yan" anlamına gelir, ev sahibi saygın olmadığını ve "pis" olduğunu daha önce söylemiştir. K. onun "kendisine fazla karşı koymayacak basit bir daktilo kız" olduğunu düşünür ve sonunda susamış bir hayvan gibi boynunu öper. Daha sonra adliye binasında yerleri si­len "genç kadın"a açıkça sahip olmak ister. Avukatın yanındaki genç hemşire Leni Josef K/yı resmen kendine çekerek halıya yatırır. Şato'da Frieda K. ile barın altındaki bira ve çöp birikintilerinin için­de yuvarlanır. Bütün bu sahnelere pislik ve/ya da fahişelik kokusu sinmiştir.
Kafka yazdığı sırada henüz hiç kimsenin açık cinsellik sahneleri yazarak yayınlamayışını buna neden gösterebiliriz. Bu hiç kuşku­suz doğrudur ama çalışma odasında yalnızken bile Kafka’nın bu gi­bi şeyler yazmakta zorlandığına ilişkin harika deliller var elimizde. Şato'yu "ben" diye yazmaya başlamıştı. Kitabın dünyaca ünlü giriş sahnelerinde böyle yazmak Kafka'ya uygun geldi. Artık ölümsüzle­şen "K." Frieda ile yaşadığı (aslında bizim bildiğimizden biraz da­ha açık olan) cinsellik sahnesine gelince zorlandığı ortaya çıktı. Kafka sanki içinde kendisinin yer aldığı bir cinsellik sahnesini yalamıyordu.
Yaşamına gelince, kilitli pornosunu ve yirmili yaşlarının gene­levlerini, tatlı Hansi Szokoll'u ve Torcaderolu Brünhülde'yi zaten biliyoruz. Temmuz 1920'de, Brod'un Kafka'ya yazdığı, Kafka’nın Milena'ya duyduğu büyük tutku "cinsellikten kurtuluş" anlamına geliyordu. Ocak 1922'de Brod, Kafka’nın bildiğimiz en son genelev ziyaretini (Şato'ya başlamadan birkaç gün önce) bildirmesinden "çok üzüntü" duyar ve Kafka’nın "cinsellik" işkencesi çektiğini söyler. Kafka’nın o sıralardaki günlükleri bunu doğrular: "Beni cin­sellik yönetiyor, sabah akşam bana işkence çektiriyor," diye yazar. "Hemen, yakında ve istekle önüne çıkan bir fırsat" yakalamaya her an hazırdır ama kuşkusuz böyle şeyler kendiliğinden olmaz ve as­lında kaçınılması gereken 'çirkin' şeyler olan bu " 'fırsatları' yarat­mayı ve önüne çıkarmayı" her zaman bildiğini açıklar (18 Ocak, 1922).
Şimdi karşımıza çıkan soru şudur: nasıl olur da hem (gayet ivi bi­linen) yazdıkları hem de yaşamındaki gerçekler cinsellik konuşanda dünyevi olmayan bir Kafka efsanesine yol açar?
Milena'ya Bakmak
Mesele cinselliğe gelince K.efsanesinin başlıca tanığı Milena'dır. Milena'yı herkes sever. Kafka'ya tapan hayranları onu (Felice'nin tersine) Büyük Bir Sanatçının Sevgilisi olmaya uygun genç/cinsel yönden çekici/derin biri olduğu için sever. Kimi eleştirmenler onu Nazi yönetiminde kendi siyasi inançları uğruna can veren bir eylem­ci olduğu için sever. Kimileri Modern Bir Kadın olduğu için. Kimile­ri Kafka'yı Çekçe'ye çeviren kişi olduğu için, kimileri ise Kafka'nın Çek kültürünü ne kadar sevdiğini gösterdiği için sever onu.
Ama şöyle ya da böyle onu herkes sever ve bu da Kafka hakkın­da söylediklerinin (Brod'un sonradan hepsini biyografilerinde ya­yınladığı Brod'a mektuplarının ve Kafka'nın ölümünden sonra ga­zetelere yazdığı kısa biyografinin) ilk anda göründüğü gibi ele alın­masına yol açmıştır. Brod sayesinde Milena, Kafka’nın "her şeyi öylesine açıkça gören, öylesine has ve öylesine uzlaşmaz olduğundan dünya zevklerinden uzak yaşamaya itilen" biri gibi kafamızda yer eden imgesinin kaynağıdır.1
Kafka’nın Milena'ya sırılsıklam âşık olduğuna kuşku yoktur ve insan bunun nedenini kolayca anlayabilir.
Milena gençti (Kafka otuz altısındayken o yirmi üç yaşındaydı), Çekti ve cinsel yönden çekiciydi. İlk genç kızlık yıllarında Prag kah­velerinde Werfel'in çevresine takılmıştı, bohem giysiler giyerdi, (ça­lıntı) uyuşturucuları denemiş, cinselliğini bilerek gösteriş için kul­lanmış ve üniversiteye gitmeden kürtaj olmak zorunda kalmıştı. Bu bakımdan Kafka’nın hep hoşlandığı "tatlı kızlar" gibiydi. Ama aynı zamanda her yönüyle orta sınıfın üst kesiminden geliyordu ve eği­timliydi. Arco sanat çevresinden Yahudi Ernst Pollock ile evlenmek isteyerek babasının emirlerine karşı çıkması yüzünden dokuz ay bir akıl hastanesine kapatılmıştı. Oysa Kafka ona rastladığında görü­nüşte saygın evli bir kadındı ve bir yazardı.
Bunun anlamı şuydu: Duruma göre Kafka’nın gözünde genç bir kızı andıran "küçük Milena" ya da deneyimli "Anne Milena" olabi­lirdi. Başka bir deyişle, bu bakire kız ile annenin kusursuz bir karışımıydı, klasik cinsellik üçlemesi karışımını tamamlamak için bir tu­tam da gece hayatının fahişesi katılmıştı (Kafka onu düşünde ilk kez, yüzünü gülünç derecede aşın pudralamış halde bir kahvede gördüğünü yazar).
Milena Kafka'ya onun kitabını Çekçe'ye çevirmesine izin vermesi için yakınlaştığında bu aşka son mührü bastı. Yazı yazmanın Kafka için neredeyse tam bir cinsel deneyim olduğunu (bazen öyle görün­düğünü) anımsarsak Milena onun dikkatini çekmek için bundan da­ha iyisini yapamazdı.
Felice ile olduğu gibi Milena'ya mektup yazmaya karar vermek Kafka’nın biraz zamanını alır. Bunun nedeni hiç kuşkusuz Kafka’nın Milena'ya rastladığı sırada Julie Wohryzeck ile henüz nişanlanmış olması, Milena'nın ise zaten evli olmasıydı. Ama mektup yazmaya başlayınca bin dereden su getirmeyi bırakır.
Kafka ilk mektubunda Milena'ya Moreno'da kaldığı sanatoryu­ma gelmesini ima eder. Haziran 1920'de (mektuplaşmaya başladık­tan iki ay sonra) eğer kocasının yanından ayrılırsa (tabii Milena ken­dini iyi hissedene kadar ve doğal olarak onu hiç bağlamadan) kira­sını ödemeyi teklif eder. [ On yıl önce Trocaderolu Germania'nın kirasını ödemeyi teklif ettiğinde onu bağladığından daha fazla bağlamadan. O zamanlar, teklifi yaparken "alaycı davranıyormuş gibi gülmüştü." Brod o zaman bunu "tuhaf bir ketumluk" gibi görmüştü.]
Kafka kısa bir karşılaşmanın tam bir ilişkiye dönüştüğü sanal bir dünya yaratırken bir kez daha yazının büyüsünden yararlanmıştı. Ama bu sefer bir kadını gerçekten istemektedir. Ve kısacası, onu elde eder. 1920 yılının Haziran sonunda ve Temmuz başında onunla delicesine mutlu geçirdiği dört günden sonra talihsiz Julie'ye (uzun za­mandır tasarladığı gibi) sadakatsizliğinden söz eder.
Viyana ormanlarında dünyalar Kafka'nın olur. Ama bu her şey öyle kolay olduğundan değildir: Milena Ocak ya da Şubat 1921'de Brod'a yazdığı ünlü mektupta şöyle diyordu, "soyununca beden fazlasıyla ortaya çıkar, Kafka bunun görüntüsüne dayanamıyor." Bu sorun çıkınca kriz anı geçene kadar "sanki nefes alamaz ya da ayak­larımız acır gibi" der Milena, birbirlerinin gözünün içine bakakalır­lar.
1920 Temmuz ayı ortalarında hâlâ mutluluktan uçan Kafka Milena’nın kocasını bırakıp Prag'a geleceğinden emindi: "Ne olacaksa sen yanımdayken olsun" (14 Temmuz).
Kafka Mutludur Ama Henüz Tam Değil
Kafka yaşamının olağanüstü bir dönemindedir ve o zaman yazdığı mektupları okuyan her kimse duygulanmadan edemez. Burada söz konusu olan büyük olasılıkla ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir adamdır; ömrünün ilk otuz dört yılını geçirdiği Prag (biriktirdiği pa­ralarla birlikte) yok olup gittiği için şimdi ona yabancı gelen bir ha­yalet dünyada yaşamaktadır. Son üç yılda babasına yazıp gönder­mediği bir mektubun dışında bir şey yazmamıştır. Beş yılda boş ye­re iki kez nişanlanmıştır; resmen hâlâ nişanlıdır belki ama evliliği ertelemiştir ve yola tek başına devam etmektedir. Ve şimdi karşısına bu genç, çok arzu uyandıran, canlı ve son derece zeki kız çıkmıştır; onu bir Çek yazarına, yeni ülkesinin gerçek bir yurttaşına dönüştür­meyi ister ve bu konuda çok başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Ve Kafka'yı -yalnızca mektuplarda değil ama gerçek yaşamda da, gerçek Viyana ormanlarında sorunlu cinselliğine katlanacak kadar sever.
Max Brod'un Kafka'yı hiç bu kadar mutlu görmediğine ve de gö­remeyeceğine şaşmamak gerek. Oysa Kafka'nın Milena'ya karşı bü­tün içtenliğinden şimdi bile kuşku duyulur. Peter-Andre Alt’ın muh­teşem kitabında bunun harika bir eğlenceli örneği vardır.
1 Ağustos 1920'de (Milena'ya yakında sahip olacağına güvendi­ği sırada) Kafka yeniden Viyana'ya gelemeyişine çeşitli bahaneler uydurarak ("daha önce nasıl aklıma gelmedi" dediği) yeni bir plan yapar. Bu plana göre ikisi, Kafka işten izin almadan Milena da Viyana'dan uzakta kuşku uyandıran bir gece geçirmeden Çek-Avusturya sınırındaki Gmünd kentinde her hafta sonu buluşabilirler. Mile­na üç mektup yazarak Prag-Viyana treninin ayrıntılı tarifesini gön­derir. Bu planın daha önce Kafka'nın "aklına gelmemiş" olması hay­ret vericidir çünkü daha önce aklına gelmiştir; kesin olmak gerekirse, Mart 1913'te Grete Bloch'a da aynı tarifeyi göndererek Felice'nin ha­beri olmadan onunla bir hafta sonunda buluşmayı planlamıştır.
Milena bu kullanışlı buluşma tarifesinin verildiği ilk kız olmadı­ğını kuşkusuz bilmiyordu. Aslında insan onun Kafka hakkında ger­çekten çok az şey bildiğine ilişkin kuşku duyuyor.
Yaşam Kafka için herkes için olduğundan tamamen farklıdır. Her şeyden çok para, borsa, döviz, daktilo ona gizemli gelir (bunlar ger­çekten de öyledir, ama biz görmeyiz), bunlar onun gözünde acayip bilmecelerdir... O en basit şeyleri bile anlamaz... Ona göre dünya bütünüyle bir bilmecedir ve öyle kalacaktır. Başa çıkamadığı ve in­sanı duygulandıran bir saflıkla hayran olduğu bir şeydir çünkü dünya "ciddi"dir. Ona kocamın bana yılda yüz kere ihanet ettiğini, beni ve başka kadınları bir şekilde büyülediğini söylediğimde, çok hızlı daktilo yazabildiğine göre esaslı bir adam olan patronundan söz ederken olduğu gibi yüzü aynı saygı ifadesiyle aydınlandı. O asla yalan söyleyemez...
[ Ve 1912'de Değişim'i ve Kayıp Adam'ı yazmaya ara vererek çalıştığı kuruma uzun ve yorucu açıklamalarla dolu bir dilekçe yazıp maaş artışı isteyen adam­dır; dilekçesi karşılaştırmalı maaşları gösteren matematiksel çizelgelerle dolu­dur.]
Buradaki adam yıllarca bir hukuk işinde yüksek mevkide çalışan kişidir. [Ve 1912'de Değişim'i ve Kayıp Adam'ı yazmaya ara vererek çalıştığı kuruma uzun ve yorucu açıklamalarla dolu bir dilekçe yazıp maaş artışı isteyen adamdır; dilekçesi karşılaştırmalı maaşları gösteren matematiksel çizelgelerle doludur.]  Savaş tahvillerinden alacağı faizi hesaplayan adam. Evinde pornografi bulunduran, mahkemeye çıkan, ailesinden para saklayan, yetişkinlik yaşamı boyunca genelevlere giden, eleştiri yazıları­nın hepsini saklayan, amatör bir fahişenin kirasını ödeyen, ilk nişan­lısını hayalinde (birden çok kez) aldatan ve İkincisini (bu gerçeği işi­ne geldiği gibi unutmuş görünen Milena'nın kendisiyle) eylemde al­datan Kafka.
Milena'nın taşkın sevgi gösterilerinin altında Kafka'yı Dickens'in Bleak House (Kasvetli Ev) romanındaki "hep çocuk kalan" unutulmaz numaracı Harold Skimpole gibi gördüğü anlaşılıyor.
Veremin Kafka'nın kişiliğini tamamen değiştirdiği ileri sürülebi­lir ama bu çok saçma olur. Kafka işine geldiği gibi her zaman bu dünyadan değilmiş gibi davranma eğilimindeydi. 1912'de asbest fabrikasındaki kadın işçilerin sefaletini anlatırken pisliği, gürültüyü ve neredeyse insanlıktan çıkmış kadınları hayretle betimlediği bö­lümde bu fabrikanın aslında ona ait olduğuna, bu durumdan her­hangi bir biçimde kendisinin sorumlu olduğunda (ayrıca bir de bu­radan kâr etmek istemesine) ilişkin en ufak bir belirti yoktur. Felice için yaptığı masum görünen ama kabaca gülünç yolculuk planlarını daha önce gördük. 15 Ağustos 1913'te Felice'ye dediğine göre zaval­lı midesi bulanan (!) Hermann'ın korkularını dindirmek için onun parasal desteğine gerek duymayacaklarını söylemek gerekiyordu ama bunu Felice yapmalıydı çünkü "Ben paradan doğru dürüst an­lamam" diyordu.
Kendini genç, duygulu, mutsuz ve sanatçı ruhlu Milena'ya su­narken gayet iyi bildiği biçimde kötülük dolu koca dünyaya gelmiş masum çocuğu oynuyordu besbelli.
Kafka’nın kendi öyküleri ile notları oynadığı oyunun farkında ol­duğunu gösteriyor. "Yargı" George’nın"aslında her zaman masum bir çocuk" olduğunu ama "daha da aslında' şeytan gibi biri olduğu­nu çünkü çok fazla çocuk gibi kaldığım anlatır; Kafka 1914'te Felice'den ayrılırken (Grete Felice'ye Kafka'nın ihanet mektuplarını gös­terince) özel yaşamında da kendini "bütün saflığıyla şeytanca" diye tanımlamıştı.
Başka bir deyişle, bir kimse yaşam konusunda fazla masum görü­nüyorsa, o geldiğinde kaşıklarımızın sayısını bilmemiz Ve kızlarımızı odaya kapamamız gerektiğinin çok iyi farkındaydı.
Ama 9 Ağustos'ta Milena'ya yazdığı mektubun hiçbir masum ya­nı yoktur. Bu mektup belki de öbür mektupların hepsinden daha ün­lüdür. Kafka ile ilgili her bir kitapta, sıkıntılı bir adamın karanlık iç dünyasını kendini kurtaracağım umduğu kadına anlatabilmek için giriştiği cesur çabayı yansıtan korkunç bir dürüstlük örneği gibi alıntılanır.
Birçok mektubun arasında bu en iyi bilenen mektupta Kafka Mile­na'ya cinselliği ilk kez tattığı geceyi ve Viyana ormanlarında onunla yaşadığı sorunlara bunun yol açtığını anlatır (Kafka’nın nefes kesen noktalamasını ve zaman kipinde yaptığı ufak bir hatayı olduğu gibi bıraktım):
Otele gittiğimizde kadın biraz çirkin bir şey yaptı (şimdi söylemeye değmez), biraz pis bir şey söyledi (şimdi söylemeye değmez) ama onların anısı kaldı, o anda anladım bunu unutmayacağım [Ansızın gelecek zamana geçiş güven sarsıyor ve (Pasley'in Eleştirili Baskısı'nda korunduğu gibi) Şato'nun ilk paragrafında ansızın geniş zamana geçilmesini âkla getiriyor.: "K. tahta köprünün üzerinde uzun zaman durdu. Bu köprü ana yoldan eve gider..." (italik benim). Kafka burada mektupta olduğu gibi durumun gerçekliğini iyice belirtmek için bundan yararlanır.] ve aynı zamanda biliyordum ya da inanıyordum, biliyordum ki bu çirkinlik ve pislik dış görünüşüyle hiçbir şeyle ilgili değildi, içten içe bunun­la ilgili olmalıydı ve bu çirkinlik ile pislik (onun küçücük bir hare­keti ve küçücük bir sözü bana verilen küçücük bir işaretti) beni de­licesine bu otele çeken şeyin ta kendisiydi, yoksa ben ondan bütün gücümle kaçardım. Ve her zaman o zaman olduğu gibi kaldı. Bede­nim, çoğunlukla yıllarca suskun kaldıktan sonra, biraz çirkinlik, bi­raz belirli bir çirkinlik, hafif tiksindirici, acı verici, pis bir şey için du­yulan arzuya dayanamaz halde sarsılırdı, bunun en iyisinde bile be­nim için ondan bir şeyler vardı, biraz kötü bir koku, biraz asit, cehennemden bir parça.
Bu hikâye genellikle biyografik bir gerçek gibi ele alınır; Mile­na'ya tutkun ama her ne pahasına olursa olsun doğruya da tutkun bir adamın cesur itirafıdır.
Ama işin doğrusu tahmin edeceğiniz gibi çok farklıydı.
Açıkça Söylemek mi?
Her zaman olduğu gibi bağlam her şeydir. Kafka Milena'ya aşkın­dan durup dururken büyük bir itirafta bulunmaz. 8-9 Ağustos 1920'deki minik mektup fırtınasıyla birlikte bunu da yazar. Bu tam da Milena onun için kocasını terk etmeyeceğini söyledikten ve ken­disiyle yeniden buluşmaktan neden böyle "korku" duyduğunu sor­duktan sonra olur.
Bütün o tumturaklı sözlerin altında ne olduğu bellidir. Kafka sıvışmıştır ve bunu bilir. Birlikte geçirdikleri harika dört günden son­ra Milena (Brod'a yazdığı gibi) Viyana'ya gelip kendisini görmesi için Kafka'ya "telgraf çekmiş, telefon etmiş, mektup yazmış ve Tan­rı aşkına yalvarmış" ama o gelmemişti. Cesaretle Milena'nın ona ait olmasını istemek yerine uygun bir buluşma planlamak üzere eskimiş tren tarifesinin tozunu silkip göndermiştir (Milena kocasının onu Kafka'yı "dövüp boğazlamak" ile tehdit ettiğini söylemişti, bel­ki davranışının bununla bir ilgisi vardı). Şimdi de Milena Kafka’nın korkusuyla başa çıkamayacağını söylemektedir.
Kafka yaşamında ilk kez gerçekten (ve ciddi biçimde) reddedil­miştir. İlk kez gerçek bir kadını istemiş ve onu kazandığına gerçek­ten inanmıştır -onun uğruna nişanlısından henüz ayrılmıştır- ama Milena iyice düşünmesi gerektiğini bildirmiştir. Ve bu kuşkuların kendi "cinsellik" korkusuyla ilgili olduğundan emindir.
(Milena kendisi de bunu doğrular: Daha sonra Brod'a yazdığına göre her şeyi mahvetmişti çünkü bedensel arzuları olan fazlasıyla dünyevi bir kadındı. Kocasını terk edip "dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş" yaşamayı kabul edememişti. Kafka'yı ve yazdıklarını ne kadar severse sevsin ondan, mektup yazmaktan ve sanki nefes alamazmış ya da ayakları acırmış gibi gözlerinin içine bakmaktan daha fazlasını istemişti).
Kafka Milena'ya ünlü itirafını yazarken işte bu ruh hali içindedir. Kafka hiçbir erkeğin duymak istemediği biçimde reddedilmiştir. O da bütün insanlar gibi incinen bir insan olduğuna göre tepkisini ya­şamına ilişkin nesnel bir açıklama gibi kabul etmeden önce belki bu­na daha yakından bakmamız iyi olur.
"Babaya Mektup"ta (bir yıl önce yazılmıştı) Kafka, sıradan bir şey gibi genelevlerden söz ederek ergenlik yaşında onun kafasına bunun "pis" olduğunu ilk kez sokan babasını suçluyordu. Şimdi de "Mile­na'ya [hâlâ evlidir] mektup"ta "biraz belirli bir çirkinlik" saplantısı­nın nedenini bir kızla geçirdiği ilk gecede arıyordu.
Başka bir deyişle, cinselliğin pis olduğu duygusuna kapılmasına yol açan elmayı nasıl yediğini anlatan iki farklı öykü vardı. Masumi­yetini yitirişiyle ilgili bu öykülerin ikisi birden doğru olamaz. Yaşa­mınızın aralarında yıllar bulunan iki büyük ruhsal patlamasını bir tutamazsınız ve her ikisini de azımsamadan aynı soruna neden gös­teremezsiniz.
Kafka sözde ruhsal geçmişini tamamen anlattığı kişiye göre ayarlıyormuş gibi görünüyor. Milena'ya ne ileri sürmüş olsa da cinsel zevklerin bir gecede oluşmadığını ve "biraz belirli" bir küçük kaba­hate bağlı olmadığını biliriz. Grete Bloch'a, kızın kürk etolünün gö­rüntüsünün kendisini rahatsız ettiğini ve aynı aksesuarı kız kardeşlerinin dolabında görünce de çoğunlukla sıkıntı duyduğunu söyle­mişti. Eylül 1907'de Hedwig Weiler’e şöyle yazar, "kürk ürkmüş bir kızı fazlasıyla gizler ve yalnızca kendisi çok fazla hayranlık uyandı­rır ve de acı verir." Bıçaklanmaya ya da dilimlenmeye ilişkin feci ma­zoşist imgeleri o kadar iyi bilinir ki burada yeniden alıntılamaya pek gerek kalmaz. 1911 (30 Kasım) tarihli günlüklerinde ortaya çıkan bundan daha dehşet verici hayallerinde vejetaryen Kafka et yenen ve makattan ceza verilen bir sefahat âleminde kendi kurallarını yık­mayı düşünür:
Füme pirzola etinin uzun parçalarım ısırmadan ağzıma tıkıyorum ve sonra aşağıda arkamdan dışarıya çekiyorum midemi ve bağır­saklarımı parçalarcasına.
Ne kadar gem vurulmamış bir fahişe ile olursa olsun birlikte ge­çirilen bir gecenin bütün bunları doğurduğunu sanmıyorum; ayrıca daha, sımsıkı bağlanmış önlük iplerine olan saplantısı da var.
Ama Kafka'nın 9 Ağustos 1920'deki ünlü itirafı otobiyografik bir gerçek değil de sizce başka nedir acaba?
Bunu anlayabilmek için yalnızca alıntılanan bölüm yerine bu hi­kâyenin bütününe bakmalıyız.
Pornografik Melodram
İlk gecemi anımsıyorum. O zaman Zeltnergasse'de oturuyorduk ve karşımızda bir şekerci dükkânı vardı, kapı ağzında her zaman bir tezgâhtar kız dururdu, üst kattaki odada dolaşıp duruyordum, yir­mi yaşımı biraz geçmiştim, devlet sınavına girmek için odaya tıka basa doldurduğum saçma sapan şeylerle uğraşmayı bir an bırakma­dan bir aşağı bir yukarı geziniyordum. Yazdı, yılın o zamanı, çok sı­caktı. Dilimde korkunç Roma hukuku ikide birde pencerenin önün­de duruyordum, en sonunda işaretlerle anlaşarak bir buluşma ayar­ladık. Onu saat 8'de alacaktım ama o akşam aşağıya indiğimde ora­da zaten başka bir adam vardı, neyse bu pek bir şeyi değiştirmedi, ben bütün dünyadan korkuyordum, o yüzden o adamdan da kork­tum, adam orada olamasaydı bile ben yine ondan korkardım. Kız adamın koluna girmesine rağmen bana takip etmemi işaret etti. Ve böylece Schützeninsel'e parka geldik ve orada bira içtik, ben masa­daydım, sonra çıktık, onları izliyordum, yavaşça kızın apartmanına geldik, et pazarının oralarda bir yere, adam orada veda etti, kız aceleyle eve girdi, o yeniden çıkıp yanıma gelene kadar bekledim ve Kleinseite'de [nehrin karşı yakasmda bir otele gittik. Bunların hep­si sinir bozucu, heyecanlı ve çirkindi, otelden önce bile ve otelde farklı bir şey yoktu. Ve sabaha karşı, hâlâ sıcaktı ve güzeldi, eve Charles Köprüsü'nün üzerinden geçip döndük, kesinlikle mutluy­dum, ama bu mutluluk bedenimin sonsuz yaygarasından biraz kur­tulmamdan geliyordu, her şeyden önemlisi mutluluk bütün bunla­rın daha da çirkin ve daha da pis olmamasından geliyordu. Kızla ondan sonra bir kez daha beraber oldum, sanırım iki gece sonraydı, her şey ilk seferki gibi iyiydi, ama ondan hemen sonra sayfiyeye gittim, bir kızla biraz kırıştırdım, ve Prag'a döndüğümde tezgâhtar kızı görme­ye bile dayanamıyordum, ona tek kelime söylemedim, kız (benim açımdan) benim baş düşmanımdı oysa iyi huylu, samimi bir kızdı, bana anlamadan bakıyordu. Düşmanlığımın tek nedeninin bu oldu­ğunu söyleyemem (çünkü kesinlikle öyle değildi), otele gittiğimizde kadın biraz çirkin bir şey yaptı (şimdi söylemeye değmez), biraz pis bir şey söyledi (şimdi söylemeye değmez) ama onların anısı kaldı, o anda anladım bunu unutmayacağım ve aynı zamanda biliyordum ya da inanıyordum, biliyordum ki bu çirkinlik ve pislik dış görünü­şüyle hiçbir şeyle ilgili değildi, içten içe bununla ilgili olmalıydı ve bu çirkinlik ile pislik (onun küçücük bir hareketi ve küçücük bir sö­zü bana verilen küçücük bir işaretti) beni delicesine bu otele çeken şeyin ta kendisiydi, yoksa ben ondan bütün gücümle kaçardım.
Ve her zaman o zaman olduğu gibi kaldı. Bedenim, çoğunlukla yıl­larca suskun kaldıktan sonra, biraz çirkin, biraz belirgin bir çirkin­lik, hafif tiksindirici, acı verici, pis bir şey için duyulan arzuya da­yanamaz halde sarsılırdı, bunun en iyisinde bile benim için ondan bir şeyler vardı, biraz kötü bir koku, biraz asit, cehennemden bir parça.
Sıcak bir akşam, gelecekteki mesleği için ders çalışan sıkılmış genç adam, yukarıdaki orta sınıf penceresinden aşağıdaki tezgâhtar kıza bakmak için verilen aralar, o sır, gizli aşk randevusunun sessiz işaret dili; kuşkusuz bunlar on dokuzuncu yüzyıl sonundan kalma bir dizi erotik imgedir.
Bunlar neredeyse Schintzler'in adı kötüye çıkmış, harika ve çoğu zaman yasaklanmış Reigen (Halka Şeklinde Yapılan Dans) adlı oyu­nundan alınma bir sahneydi; Kafka bu oyunu kesinlikle biliyordu ve (Schnitzler'in çoğu yapıtının tersine) beğeniyordu.
Kafka'nın bu mektubu kime yazdığı düşünülecek olursa kızın, arkasından Kafka'ya işaret ettiği kocasına benzer adam tipi buraya çok uygun görünüyor. "Biraz" sözcüğünün tekrarı kulağa kesinlikle saplantılı gelir. Aslında hepsi nesnel bir anıdan çok pornografik bir yazı gibi gelmeye başlar. Ne de olsa günümüzün pornografik yazını aynı Kafka'nın zamanındaki gibi pis, edepsiz, biraz/küçücük, yaramaz benzeri ne anlattığı tam bilinmeyen özel sözcüklerle doludur (Joyce'un Leopold Bloom'u yaramaz ve diri sözcüklerinden elinde olma­dan heyecanlanır).
Ve Kafka'nın sözde feci ilk cinsel deneyim hikâyesinde eksik olan bir şey vardır. Kendi cennetlerini ve cehennemlerini anlatan bütün pornografi yazarlarında olmayan şeydir bu. Kızların da her zaman (neden olduğu bilinmese de) en az erkekler kadar âlem yapmaya is­tekli oldukları "pornografik cennet"e gereken yalandır. Yeniden ba­kın: Kafka bir şekilde aralarında geçen para ödeme hareketinden hiç söz etmez. Başka bir deyişle, Kafka'nın hikâyesinin asıl temel konusu -her şeyinden anlaşıldığı gibi ilk cinsellik deneyiminin paralı oluşu-' anlatıcı tarafından gizlendiği gibi o günün dillindeki tatlı kızlar ve ay­rı odalar gibi deyişler gayet iyi bilinen bu gibi şeylerin üzerine özen­le bir perde çeker.
Ama Kafka'nın 9 Ağustos'taki itirafları bu hikâyeden ibaret de­ğildir. Kafka aynı mektubun (daha az alıntılanan) başka bir bölü­münde Milena'ya Merano'daki otelde "sabah akşam" oda hizmetçi­sini baştan çıkarma planları yaptığını söyler. Daha sonra bulduğu "kollarıma atılan istekli kız" dediği kızın söylediklerini "kendi dili­me tercüme etmek zorunda kaldım" der. Kafka'nın bunları gerçek an­lamıyla kitaplarının çevirmeni olan ve o aynı otele gelmeye neşeli bir havada davet ettiği ve kocasından ayrılırsa kirasını ödemeyi teklif ettiği bir kıza yazdığını unutmayın.
Bunların hepsi doğru muydu? Gerçekten oda hizmetçisini baştan çıkarmayı "sabah akşam" planlamış mıydı? Gerçekten (Alman ol­mayan) bir başka "istekli" kız bulmuş muydu?
Eğer bu doğruysa, Kafka 1920'de (hasta ve Julie ile nişanlı olma­sına ve Milena'ya tutkuyla yazmasına rağmen) hizmetçi sınıfından kızları baştan çıkarmadan duramıyordu demektir. Eğer bütün bun­ları uyduruyorsa, duygusal bir kampanya çerçevesinde kendisiyle ilgili bu şaşırtıcı "doğrulan" uydurabiliyor demektir.
Muhteşem bir gerçek itiraf mı yoksa hınçla anlatılan bir öykünün gayet olağanüstü bir örneği mi? Her iki açıdan da bu hikâye Milena’nın sonradan oluşturulmasına büyük katkıda bulunduğu resme zar zor uyar; Kafka'yı bu dünyaya göre fazla duyarlı ve dürüst gös­teren resme.
Tertemiz Lekesiz Bir Yürek
Kafka’nın olağanüstü "Zürau Aforizmalan"ndan biri kadına bakışın iyi bir şey olduğunu ama bundan doğan cinselliğin kötü olduğunu ima eder: "Ve böylece İyilik bizi Kötülüğe sürüklemiştir, kadına bak­mak bizi onun yatağına sürüklemiştir." Bu deyiş Kafka’nın iki yıl ön­ce Viyana ormanlarında panik içinde Milena’nın gözüne bakmasın­dan önce söylenmiştir ve ıstıraplı cinselliğinin izlediği düz çizgiyi akla getirir.
Mesele Milena'nın çıplak genç bedenini görünce Kafka’nın ne­den ıstırap duyduğudur. Ne de olsa on iki yıl önce tatlı Hansi'nin er­kek çocuğunu andıran bedenine bakarken ya da iri yan ve büyük göğüslü bir sarışınla Trocadero'daki özel odada zevk duymakta pek zorlanmışa benzemiyordu.
Bunun temelinde yine geçen zaman vardır çünkü Kafka’nın cin­sel ıstırabının en ilginç ve açıklayıcı yanı geçmişidir.
Gerçek şudur ki Brod'a yazdığı ilk mektuplarda böyle bir ıstıra­bın hiç sözü geçmez. Kafka sonradan neye karar verdiyse (ve kendi­ni inandırdıysa, Milena'ya ve bir bakımdan da babasına ne yazdıysa) cinsellikten iğrenmesi ve suçluluk duyması -daha önce gördüğümüz gibi-Ametist okuru kentli bir bekâr olarak sıkça Trocadero'ya gittiği havai günlerinin bir parçası değildir.
Başka bir deyişle, Kafka’nın ünlü cinsel kaygıları doğuştan gel­mez ya da küçük yaşta babası tarafından verilmemiştir ya da eğlen­ce için bir geceliğine birlikte olduğu kızın unutamadığı pis sözcük­lerinden saplantı haline de gelmemiştir. Bu, Kafka yaşlandıkça orta­ya çıkmış bir durumdur; artık ya gençliğindeki (o zamanlar kentli bir genç adama çok uygun görülen) cinsel zevklerinden vazgeçmek ya da ortaya çıkacak sonuçları (yalmz bir yaşlı adam olarak cinselliği para karşılığında yaşamayı) göze alacaktı.
Artık orta yaşlı bir adam olan Kafka gençliğinde genelevlerde, fahişelerle, eğlence için birlikte olunan kızlarla, görsel pornoyla ve okunacak sıra dışı malzemelerle oluşturduğu "pis" cinsel zevklerini kabul etmekte zorlanıyordu. Oysa en sonunda (Felice ya da Julie'ye benzemeksizin) gerçekten delice arzuladığı, entelektüel yönden eşi­ti, onu sevdiği anlaşılan ve kendisinin en önem verdiği şeyi, yazdık­larını anlayıp seven bir kadınla birlikteydi.
Bu yazın tarihinin tam anlamıyla trajik anlarından biridir; büyük bir film yönetmenin kolaylıkla seyircileri ayağa fırlayıp "Hadi söyle ona! Ona güveni" diye haykıracak duruma getirebileceği bir andır. İnsanların yeni bir yaşam sağlayacak can alıcı şeyi bir türlü söyleme­dikleri o müthiş harika Çehov sahnelerindeki gibi bir an.
Ve Kafka o mektupta Milena'ya gerçekten yapmaktan hoşlandığı şeyleri anlatmaya çalışır ama sonuna kadar gitmeye cesaret edemez. Şato'da Frieda ile sevişirken "ben" diye yazamadığı gibi şimdi de gerçekten yapmaktan hoşlandığı şeyleri Milena'ya söyleyemez. Ancak bir hikâye ile ima eder.
O gece (iddia ettiğine göre) olan ve şimdi -nasıl oluysa olmuşcinselliğine hükmeden o biraz pis şey nedir? Bilemeyiz ve bilmemiz de gerekmez. Önemli olan, neyse ne, Kafka bunu düzgün bir kıza resmen söyleyemez. Şu eski pornografik melodramdan bir türlü kur­tulamaz: Bir kız ya eğlence için gece kulüplerinde gezen (ve bir er­keğin pis yönünü ortaya çıkaran) Hansi gibidir ya da evli, yazından anlayan, orta sınıftan (bir erkeğin temiz yönüyle temiz şeyler yapan) Milena gibi, ikisi asla birlikte olmaz. "Ben pisim Milena, her şeyim­le pisim, işte bu yüzden temizliği haykırıyorum" (20 Ağustos, 1920).
Kafka dünyanın böyle olmasını istemez. Ama elinden tutan biri­si olmayınca bunun ötesine geçemez. Kafka’nın can alıcı hamleyi Milena'nın yapmasına, (bırakın söylemeyi) yazmaya bile pek cesaret edemediği ama söylemeye çalıştığı şeyi daha açıklamadan önce bu­nun bir zararı olmadığını söylemesine gereksinimi vardır. Ne yapar­sa yapsın kabul edeceğinden önceden emin olmak ister.
Yarattığı taşralı adam gibi Kafka da birisi yaptığının doğru oldu­ğunu söylemeden onu göze alamaz, bu da zaten bir şeyi göze alama­mak demektir. Bir film kahramanının kız arkadaşına "Evet! Önce ba­na hiçbir şey olmayacağını söylersen sana her şeyi anlatmayı göze alırım," dediğini düşünün. Bu çok saçma olur, ancak (tamamen de­ğişimle ilgili) bir dramda değil de (tamamen durağanlıkla ilgili) bir komedide görülebilir. Kafka’nın harika imgelerinden bir başkasında dile getirdiği gibi merdivene çıkarsan, evet, düşebilirsin ama çık­mazsan, bil bakalım ne olur? Kendini yine yerde bulursun, hem de belki değil kesinlikle. Daha sonra acı bir biçimde pişmanlık duyma­sına rağmen Milena gerçek hayatta (anlayışla karşılanacağı gibi) ev­liliğini tamamen tehlikeye atıp Viyana'ya giden trene atlamadan ön­ce Kafka'ya gerek duyduğu açık duygusallık çekini vermeye hazır değildi. Bu mektuptan kısa süre sonra buluştular ama hafta sonu ka­çamaklarının iyi geçmediği bellidir. Bundan sonraki mektuplarda "yalanlar" dile getirilirdi ve bundan sonra da sevgili olarak buluş­madılar. Kafka yine yalnız kaldı, Milena ise pişmanlıktan ve suçlu­luktan dünyaya kendisini ne kadar saf, temiz ve duyarlı bir dâhinin sevmiş olduğunu söylemeye itildi.
Kafka’nın bu ilişkinin sonunu getiren düşünce biçimi erkek im­geleminde yaygındır. Arzulanan kötü kıza karşı sevdiğiniz iyi kızın hikâyesi kurmaca yazının en sık yararlanılan çekici güçlerinden biri­dir, romanda ya da filmde, Hollywood'da ya da Bollywood'da ola­bilir. Brod da Ametist'e yazdığı hafif porno öyküsünde aynı temayı gülünç yönden işlemişti: Adamın biri durumu o kadar iyi idare eder ki yuvarlak hatlı bir dilberle sevişirken aynı anda gerçek kız arkada­şıyla telefonda konuşur.
Saf olmadığınızı, pis olduğunuzu söylemek sizin derin olduğu­nuzu göstermez. Aslında, (nefsi köreltmeyi ve tövbeyi gerektiren) samimi dinsel inançtan sıyrılınca ruhun bu görüntüsü açıkça söyle­mek gerekirse banaldir. James Joyce da Leopold Bloom'a aynı kolay modern dövünmenin gülünç modern bir biçimini uygulatır. Sakat Gerty MacDowell ile tek taraflı olarak hayalinde yaşattığı birleşme­nin ardından ıslanan gömleğini düzelten Bloom için şöyle der: "Na­sıl da hayvan gibi davranmıştı. Yine mi aynı şey? İyi kalpli tertemiz bir ruh ona seslenmiş, o ise iğrenç biri olduğundan nasıl karşılık ver­mişti?"
Evet, Kafka cinsel zevkleri konusunda rahat değildi ama kendini kötü kızlarla iyilerle olduğundan daha rahat hissetmek (sonra da bunun yüzünden kendini kötü hissetmek) azizlik belirtisiyse, başla­rına konacak halkayı sırada bekleyen bir sürü erkek vardır.

Kafka şu ünlü sözleri söylemiştir: "Ben bir başlangıç ya da bir so­num." Kafka'nın yan yarıya haklı olduğu görülür: teknik yönden o bir sondu: hiç kimse onun yolundan daha öteye gidemez. Ama tema açısından bir başlangıçtır. Kafka'nın büyük teması -bu gerçekten onun büyük temasıdır çünkü Nietzscheci bir soydan gelmesine rağ­men bu temayı yazında hiç kimse dile getirmemişti çağdaş dünya­mızın bitip tükenmez ruhsal gerilimidir.
Kafka modernliğin ve liberalizmin ne kadar bitkin düşürücü, bi­reyciliğimizin ne kadar anlamsız olabileceğini bilir. Onun yapıtları Eski Adetlerin baştan çıkarıcı imgeleriyle, babalarla, mahkemelerle, şatolarla, imparatorlarla, zamansız Kanunlarla doludur. Kafka'nın düzyazısı bu baştan çıkarıcılığı kutsallaştırır. "Çin Şeddi" öyküsün­de birlik içindeki insanların şanını anlatırken düzyazısı şiire çok benzer bir hal alır. Dava'da yasal tartışmaların umutsuzluğundan ve Josef K.'nın yanılsama içindeki yalnız modem ruhunun üzerinde o kadar uzun süre durulduktan sonra ölmek üzere olan adamın Kanuna Giden Kapıdan sızan ışığı görüşünü anlatırken coşan Kafka'nın dili günışığı duygusu verir. [ Kafka'nın Almancasının olağanüstü gücü görünenin altında yatan şu duy­gudan gelir: Karşımızda kendini sürekli denetleyen gizli bir şair, her an kendini bırakıp Incil'in ya da Goethe'nin (ya da belki Stefan George'nin) diliyle yazmaya başlayabilecek tam bir çağdaş adam vardır. Bu durum doğası gereği açık­lanmak bir yana kesinlikle kanıtlanamaz.]

Kafka kaderin, bizleri sonsuza dek süreceği varsayılan değerlerin kucağına geri götürecek bir oyununun derin ve karanlık çekiciliği­nin farkındadır. Kartalların ve borazanların, kesinliklerin ve efsane­lerin, ait olmanın sorgulanmayan ve sorgulamayan sıcaklığının özle­mini çektiğimizi bilir. Hepimiz, papazın korodaki oğlanın başını ne­den okşadığı, yöneticilerimizin yasal ya da yasalarımızın adil olup olmadığı konusunda kaygılanmaya yer olmayan daha basit bir dün­yayı arzuladığımızı kolaylıkla görebiliriz. "Ceza Sömürgesi"ndeki liberal, akılcı "bilim yolcusu" gayet iyi bilir ki burada bir şeyler yo­lunda gitmemektedir ama eyleme geçmenin getireceği sorumluluk­tan korkar ve zaten kendisine düşen Beyaz Liberalin Görevinden ka­çar. Ve o bile elinde olmadan "eski günlerin gücü"nü hisseder.
Kafka'nın yapıtları çağdaş laik insanın her türlü bitkinliğiyle ve her şeyden kaçıp kurtulma isteğiyle yüklüdür. Kafka bizleri yanılsa­ma içindeki kahramanlarının ardından o kadar uzaklara götürür ki onların yanılsamalarını kabullenmekten başka yapacak şeyimiz kal­maz. Biz de kendimizi Kanuna Giden Yolun kuralını, Mutlak Tesli­miyeti, Şatoya girişi, Babanın onayım, İmparatorun Haberini öğren­meyi arzular halde buluruz...
Ama Kafka dünyayı ona kanmayacak kadar açıkça görür. Sözde ölümsüz güçlerin doğumundan otuz beş yaşına kadar yasalara say­gılı bir uyruğu olduğu içi boş Habsburg imparatorunun gücünün aslında yalanlara, yanılsamalara ve bizim korkumuza dayandığım bilir. Hepsi Dostoyevski'nin Yüce Sorgucusunun küçük bürokratik örnekleridir: Yüce sözler söyler sonsuz iddialarda bulunurlar ama ödünç cüppeler giyerler, kirli çamaşırları görünür, porno malzeme­leri açıkça ortalarda durur ve adaleti canlandıran halka açık törenle­ri çürüyüp kokuşmuş cinayet ayinlerine dönmüştür.
Tanrı (Hristiyanların inancı) ölüp gömüldüğüne göre (Kafka Nietzsche'nin bu en önem­li imgesini Dava'nın katedral sahnesinde açıkça kullanır) artık her şey bir tek şey içindir: Dünyevi iktidar.
İnsanların kendilerini (ve başkalarını), dinlenmesi engellenmiş cep telefonlarında bütün ihtişamıyla betimlenen cennet çeşmeleri­nin hayallerine kaptırdıkları bir çağda Kafka'nın eski alışkanlıkla­rından vazgeçemeyen modern insanların başına gelenleri anlatan kara mizah öyküleri için bundan daha uygun bir zaman olamaz. O hepimizin böyle arzuları olduğunu herkesten iyi bilir ama hayatını­zı ziyan etmenin bir yolunun kendinizi bunlara kaptırmak olduğu­nu da bilir.
Azizlere mahsus, öyle mi?
 Hayır,
Kafka bundan çok daha ilginç­ti. Biz bu yüzden hâlâ onun kitaplarını okuyoruz. Ve de her zaman okuyacağız. Ve bu yüzden her zamankinden çok şimdi okumalıyız.
Sh: 189-205
Kaynak: James Hawes, Hayatınızı mahvetmeden önce neden Kafka okumalısınız, Kitabın özgün adı: Why You Should Read Kafka Before You Waste Your Life, Türkçesi: Suğra Öncü Sel Yay, Birinci Baskı: Mart 2010, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar