Print Friendly and PDF

Takılan Yazılar



 

Toktamış ATEŞ- “NE OLDU BİZE” İSİMLİ ESERDEN VAKIFLAR, KAMU KURUMLARI VE ÜNİVERSİTELER...

Vakfın ne olduğunun bilimsel tamamlaması, sevgili Prof. H. Hatemi’nin işi. Ama benim bilebildiğim kadarıyla vakıf, "Bir insa­nın ya da bir grup insanın, ellerinde bulunan kaynakları, hayırlı bir işe ayırmaları, hayırlı bir işe tahsis etmeleridir."

Gerçekten atalarımız, “Ta Budin'den Irak'a, Mısır'a kadar" yüzyıllar boyunca, binlerce vakıf oluşturmuşlar; hem sevap ka­zanmışlar ve hem de huzur bulmuşlardı. Camiler, medreseler, kervansaraylar, hamamlar, türbeler, çeşmeler yapmışlar ve bun­ların yaşamalarını sağlamak için de belli kaynakları tahsis et­mişlerdi." Kimi zaman bağların, bahçelerin, zeytinliklerin, tarla­ların gelirleri; kimi zaman evlerin, dükkânların kiraları vb. gibi kaynaklar bu vakıfları yüzyıllarca ayakta tutmuştu. Vakfın amaç­ları çerçevesinde çalışan görevlilerin gelirleri de bu kaynaklar­dan sağlanmıştı.

Cumhuriyet döneminde ve özellikle 1950 sonrasında da il­ginç bir vakıflaşma süreci' yaşadık. Kimi zenginlerimiz belli kaynaklarını, hayırlı amaçlara yönelik olarak kurdukları vakıflara aktarmaya başladılar. Öyle bir 'mevzuat' hazırlanmıştı ki kuru­lan vakıfların yönetimini 'aile dışına kaptırmamak' için gerekli önlemler de alınabiliyordu. Ve bu tür vakıflarda biraz 'vergiden kaçma' kokusu seziliyorsa da bunlar gene de hayırlı şeylerdi ve sonuç olarak insanlar 'kendi ceplerinden' bir şeyler veriyorlardı.

DERKEN 1980 SONRASINDA BAMBAŞKA BİR VAKIFLAŞMA BAŞLADI. Bu dönemdeki vakıflaşma sürecinde üç önemli görüntüyle karşı­laştık.

İlk olarak, belli kamu kuruluşlarına ya da kurumlarına 'yö­nettici' olarak atanmış ya da seçilmiş kişiler 'vakıf kurma' maskesi altında bu kamu mallarını 'çalmaya'ya da en hafif deyişle 'özelleştirmeye' başladılar. Ama bu özelleştirme, 'kendi cepleri­ne özelleştirmeydi...

Kamu kurum ve kuruluşlarının çoğunda görülen bu ilginç soygun, en yoğun biçimde üniversitelerde yaşandı. Dünkü Cumhuriyette (23 Eylül 1994) YÖK Denetleme Kurulu'nun, özellikle İstanbul ve Anadolu üniversitelerindeki vakıf soygunuy­la ilgili önemli açıklamaları var. Ama bu soygun —eski hızında olmasa bile— hâlâ sürüyor. Zaten bu konu üzerinde ayrıca du­racağım.

İkinci olarak kimi dernekler 'vakıflaşmaya' başladı. Demok­rasinin vazgeçilmez unsuru olan ve 'bizatihi' kendileri demokra­tik kuruluşlar olması gereken dernekler, vakıflaşma kanalıyla 'para toplar' bir hale gelmeleriyle birlikte, demokratik kurum ol­ma özelliklerini de hızla yitirmeye başladılar. Dernekler Kanunu’nun getirdiği kısıtlamalardan kaçma bahanesi ile dernek üye­lerinin denetiminden kaçmaya başladılar. Çoğu derneklerin yanı sıra aynı ismi taşıyan birer de vakıf oluşturuldu. Ve dernekte 'yönetimi yitirenler', oluşturdukları vakıflarda yönetimi ele geçir­diler. Ve çoğu kez ömürboyu ve çoğu kez babadan oğula devre­dilebilecek bir biçimde. (Sadece bir tane değil, yüzlerce 'hanedan'yaratıldı bu dönemde.)

Üçüncü olarak da iyiniyetli ve yararlı olarak niteleyebileceği­miz vakıflar ortaya çıktı. Çevre ile ilgili olarak, doğayı korumayla ilgili olarak, muhtaç çocuklara yardım için, fukaralara yardım için vb. gibi gerçekten hayırlı amaçlara yönelik çok sayıda vakıf ku­ruldu. Ve elbette bunların bir bölümüne elimizden geldiğince katkıda bulunuyoruz. Ve bu tür vakıfların desteklenmesinden ve güçlendirilmesinden yanayız. Ama kapınızı çalan vakfın 'soy­gun amacıyla mı', yoksa 'muhtaçlara yardım amacıyla mı' ku­rulduğunu anlamak çok zor.

Biraz yukarıda, "Bizim üniversitelerdeki vakıflar üzerinde birazdan duracağım"demiştim. Ama artık yerim kalmadı. Uma­rım salıya ele alırız. Zaten Florance Nightingale 'olayı', YÖK ta­rafından didikleniyor. Çok daha iyi ediyorlar.

Bu hastane dünya standartlarını yakalamış bir hastane. Bir­kaç arkadaşıma da yeniden can verdi. Sağ olsunlar. Ama bu ‘mükemmellik’ kamu mallarını gasp etmeyi haklı kılar mı?

San­mıyorum.

Bir keşmekeştir sürüp gidiyor. Bir kamu bankasının eski ge­nel müdürü, mafya tarafından kurşunlanıyor. Bu genel müdürü o makama getiren kişi, bir döneme damgasını vuran bir başbaka­nın ve cumhurbaşkanının oğlu. (Kimilerinin o dönemi özlemeleri ve o döneme övgüler düzmelerinin beni çıldırtması bir başka ko­nu.)

Bu “oğul” üç-beş senede elde ettiği trilyonluk serveti ile gö­rüntülü ve yazılı kitle iletişim araçlarını ele geçiriyor ve belli alan­larda kamuoyu oluşturuyor...

Trilyonlar dönüyor. “Mühim değil” diyenler var. Trilyonlarla oynayanların komisyonu ayrı, yüz milyonlarla oynayanlar bir başka komisyon alıyor...

Ve kamu malları, ona-buna arpalık oluyor. Fazla gürültü çı­karmadan. Sessiz-sedasız...

24.9.1994

 

 

BİZDEN GÖRÜNTÜLER.

Cumartesi günkü son yazımda, bizim üniversitedeki vakıfla­rın bazılarından söz etmek istediğimi vurgulayarak "Umarım sa­lıya ele alırız" demiştim. Bir telefon yağmuru geldi. Kimileri, "Aman zülfüyare dokunma" ve "Fincancı katırlarını ürkütme" diye uyarıyorlardı. Bir kısım dostlarım ise "Lütfen yaz, çekinme" diyorlardı.

Aslında ben bu vakıflarla ilgili olarak daha önce de yazmış­tım. Üniversitemizin sevgi ve saygı duyduğum, demokrat oldu­ğuna inandığım ve başarılı olmasını çok istediğim rektörü davet ederek bu konuları sormuşlardı. Gördüklerimi ve bildiklerimi ay­rıntılarıyla anlattım. O zaman, "Sizi resmi olarak görevlendirelim ve bu konuyu iyice araştırın" demişlerdi. "Memnuniyetle" diye yanıtlamıştım. Aradan neredeyse altı ay geçti. Ne bir görevlen­dirme geldi, ne bir haber. Makama başvurup, "Bizim görevlen­dirme n'ooldu?"diye soracak halimiz yok ya...

Benim görev yapmakta olduğum İÜ İktisat Fakültesi Ulusla­rarası İlişkiler Bölümü’nün de yer aldığı "İÜ İktisat Fakültesi Ye­ni Ek Bina 2"tabelalı binada, tam adını hâlâ öğrenememiş ol­duğum bir vakıf vardı. Vakfın (sanıyorum) başkanı, gene aynı binadaki bir "merkezin başkanı” idi. (Önceleri iktisat fakültesine bağlı olan bu merkezin nasıl rektörlüğe devredildiği, ayrı va acı bir öyküdür.)

Neyse, bu vakıf bizim binanın epey bir bölümünü işgal et­mişti ve babalarının malı gibi kullanıyorlardı. İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı meslek yüksekokullarından birine paralel bir eğitim programı uyguluyorlardı. Oysaki bizim bölümde, ileri de­recede bir yer sıkıntısı vardı. Ama vakfın işgal ettiği yerler, mer­keze ait görünüyordu.

Zaman zaman bu sorunu dile getirdim. Fakültemizin dekanı da yardımcısını alıp geldi. On beş-yirmi odanın gereksiz yere boş tutulduğunu ve kilitli olduğunu saptadı. Ama beylere laf söy­lenmezdi ki. Dayamışlar sırtlarını o zamanki rektöre. İstedikleri gibi davranırlardı. Hatta rivayet olunur ki; o zamanlar ben bunla­rı dile getirmesem, birkaç oda vereceklermiş. Ben yazınca kızıp vazgeçmişler...

Derken üniversitemizin rektörü değişti. Yeni rektörümüzün duruma hemen el koyacağını bekledik. Ama biraz uzun sürdü. Zaten bu arada vakıf derslerinin bir bölümünü meslek yüksek okulunun çıktığı bir binada sürdürmeye başlamıştı. Ve aynı gün­lerde o merkezde çalışan memurların tümünün isimleri (dosya kâğıtlarına elle yazılı olarak) kapılara yapıştırıldı. Bizim araştır­ma merkezine de iki oda verildiğini öğrendim. Ama iki oda ayak­taki genç arkadaşlarımızdan hangisine yeter ki?..

Derken "merkezin başkanının (müdürü) görev süresi dol­du ve yerine bir başka meslektaşımız atandı. Sanıyorum sorun­larımız bir ölçüde çözümlenecek. Ama merkezin müdürlüğü gi­dince, vakıf da ayrılıp gitmiş. Bir bina kiralamışlar, dersleri orada yapacaklarmış. Ama giderken arabaları dahil, her türlü alet-edavatı da götürmüşler. Zira bunları "vakıf kazanmış”. Pes vallahi. Ama işin ilginç yanı, bu vakfın kayıtları hâlâ bizim binada yapılı­yor ve işgal etmiş oldukları odaları boşaltmış değiller. Bizim bö­lümde ise üç yardımcı doçent aynı odada oturuyor. Kimi araştır­ma görevlilerinin en masaları var, ne masa koyacak odaları.

Ne biçim vakıftır bunlar?

BİNA DEVLETTEN, PERSONEL VE MÜS­TAHDEM DEVLETTEN; TELEFON, ELEKTRİK, SU DEVLETTEN. AMA PARA "VAKFIN”. ŞİMDİ DIŞARDA DA DEVAM EDER BU KAZANÇ. ZİRA "TULUM­BANIN İLK SUYU"SAĞLANDI.

Üniversitede iyi-kötü işleyen bir tüketim kooperatifimiz var­dı. (Bu kooperatife kuruluş döneminde para yatıran arkadaşları­mız da oldu.) Adı ÜNKO idi. Altı ay kadar önce önünden geçi­yordum ki, baktım ÜNKO tabelası indirilmiş, bina İstanbul Üni­versitesi Mensupları Vakfı diye bir vakfa devredilmiş. Kim kurdu bu vakfı, neye kurdu, belli değil., ama bina devredilmiş. Kimin malını kime devrediyorsunuz?.. Ama "yetkili kurul” karar verin­ce oluyormuş. Kim yetkili kıldı bu kurulu, kimlerden oluşur., belli değil...

Birkaç gün önce aynı binanın önünden geçerken, kimi bö­lümlerinin bazı "girişimcilere" kiralandığını gördüm. Vallahi bra­vo. Geniş "vizyonlu" adamlar bunlar. Hizmet götürüyorlar ve bu­nun karşılığında para kazanıyorlar. Hizmeti götüren kamunun malı, ama kazancın kime gittiği belli değil. Zaten bu kadarını an­lamaya benim "vizyonum" da yetmiyor.

Ve bunca "belli olmayan" arasında, belli olan tek şey, iyiye gitmediğimiz. Üniversitemize "demokrasiyi getireceğiz" derken, acaba başka bir şeyler "götürülüyor" olmasın. Çok dikkat etmek gerek.

27.9.1994

 

Kaynak: Toktamış ATEŞ,  Ne Oldu Bize, İstanbul, 1994 (s.127-136)



Psikolog dedi ki: “İYİ Kİ ÇALIŞAN ANNE BABALAR VAR, YOKSA AÇ KALIRDIM,”

 

Psikolojik danışmanlıkla hayatını kazanan yakın bir ar­kadaşım var. Bazen küçük itiraflarda bulunur. Bir keresinde bana, “iyi ki çalışan anne babalar var, yoksa aç kalırdım,” demişti. Bir başka çift arkadaşım, çocukları “içine kapanık bir hâl sergilemeye başlayınca” kaptıkları gibi bütün psiko­logları, hekimleri, uzmanları, ne var ne yok gezmişler. Otistik tanısından, şizofreniye kadar katlanmadıkları kötü haber kalmamış. Kamyonla para harcamışlar. Çocuklarının bu du­ruma gelmesine, yani bu kayıtsız, dut yemiş bülbül halinde, televizyondan gözünü ayırmaksızın bütün uyaranları yanıt­sız bırakmasına hiç anlam verememişler.

Çocukları için çır­pınan, bir dediğini iki etmeyecek olan bunca ilgili anne baba için ne kötü bir durum değil mi?

Üzüntüden perişan haldeki baba ve anne, çok üst düzey iki yönetici. Her türlü imkân ve kabiliyet var.

Yeni türün, net iki örneği. Bir de bakıcıları var. Gerçek türün örneklerinden. Gidip kadınla konuştum. Ona göre çocuk normal.

Arkadaşlarıma öğüt verdim. Anne, uzun bir izin aldı. Önce yardımcı kadını göndermek iste­medi, sonra sadece birkaç saat ev işi için çağırmaya başladı. İkinci haftanın sonunda, ailenin tamamıyla güzel bir telefon görüşmesi yaptık. Hepsi mutluydu. Üç ay sonra evlerine gittiğimde, bir oda dolusu “gereksiz” oyuncağı bir yetiş­tirme yurduna bağışlıyorlardı. Baba çocuğuna otistik vs. ta­nısı koyan hekimleri dava etmeye karar vermişti. Onu he­men bu kararından vaz geçirdim. Kendisiyle olan davasını kazanmış görünüyordu. Anne işine döndü. Ufaklık bundan sonrasını kendi başına halledecek. Olan bitenin farkına var­dılar, ama onlar yeni türün bireyleri. Çocukları da öyle olacak.

Herhangi bir sistemin sadece ve sadece en temel amacını yerine getiren ve sadece ve sadece şimdiki zamanda ifadesi mümkün izdüşümüne, model denir.

Bu tanımlama, her anlamda bir şablondur ve uzun uzun anlatımlarını, Eğitmen Geliştirme Seminerleri isimli kita­bımda yapmıştım. Yine o kitapta anlatılanların ve yukarı­daki tanımın matematik ışığında, bibliyografı bölümünde kaynağını sunduğum, değerli Sargun A. Tont’un Sulak Bir Gezegenden Öyküler adlı eserindeki “model” anlatımı yeni­den gözden geçirilmelidir kanısındayım.

Saatte 10 kilometre hızın üstünde hareket etmesi plan­lanmamış olan insan vücudunu ne hızlara çıkardığımızı bili­yoruz. Dahası, içinde bulunduğu ortam her ne ise, o ortamda da pek çok tehlike, her köşe başında, her elektrik prizinde, her mutfak ve aklınıza ne geliyorsa, orada bekliyor. “Ta­mam” diyor DR. YILDIRAY ÇETE,

“HASTALIKLARLA, ORGAN ÜRETİ­MİYLE, GENLERİN ŞİFRESİYLE BAŞ ETTİK, AMA GELECEĞİN İŞİ, TRAV­MATOLOJİ OLACAK”.

Çok haklı, çünkü insan, ölümlü bedenini ancak içinde bulunduğu yeni çevrede yarattığı yüksek hızlı unsurlardan koruyabildiği sürece ölümsüzlüğe yaklaşabilir. Ancak o za­man, Kızılçam kadar yaşama olanağına kavuşur, işte o za­man, 60-70 yaşındayken doğacak çocuklarıyla ruhunu bes­leyebilir.

Kaynak:

Üner BEKÖZ, Apostaz, “Dünyanın Kutsal İntiharı” Ankara, Phoenix, 2005. s.183-185


YENİDEN İHYA, YENİDEN GAZZÂLİ VE AKLINA TAPANLAR

 

Birinci ve İkinci dünya savaşından sonra dünyanın yaşadığı hercümerc, İslâm aleminin içine düştüğü kaos halen devam etmektedir.

Türkiye'nin 20. yüzyılda yaşadığı ihya hareketlerini; eksiğiyle fazlasıyla birkaç isim altında toplayabiliriz. Türkiye 21. yüzyıla da bu hareketlerle girdi: Risale-i Nur, Tasavvuf Ekolleri, Tunahan Ekolü, Büyükdoğu, Diriliş ve Millî Görüş.

Tarih boyunca ihya hareketlerinde bilgi ve ihlas ön planda oldu. Bilgiye erişimin son derece zor olduğu dönemlerden, akıllara durgunluk verecek hıza ulaştığı güne geldik. 1976'da Taksim Gümüşsuyu'nda Siemens'te çalışan arkadaşımı ziyarete gittiğimde, "gel sana bilgisayar denen şeyi göstereyim" dedi. Gördüğüm, 100 metrekarelik dairede devasa makineler ve koca demir kütlesiydi. Şimdi ise avuç içine sığacak bir konumda. Bilgiye erişim son derece kolaylaştı. Bilginin ve ihlasın temelini oluşturduğu ihya hareketleri için; bugün durum hem daha kolay, hem daha zor. Kolay, bilgiye ulaşmak son derece kolaylaştı. Zor, ihlası yakalamak gittikçe zorlaştı. Bilgi kirliliği had safhada. Bu bilgi kirliliğinden kurtulup, ihlası yakalayıp, ümmetin yaşadığı arızalara karşı bir ihya hareketi bu anlamda zorlaştı. Peygamber Efendimizin Zemzem içerken tavsiye ettiği dua bu noktada çok anlamlıdır: "Ya Rabbi! Sen'den faydalı bir ilim, geniş bir rızık, bütün hastalık ve noksanlıklarım için Şifa diliyorum." Bir başka duası: "Ya Rabb! Doymayan gözden, kabul olmayan duadan, işe yaramayan bilgiden Sana sığınırım, Sen'den sıhhat ve afiyet dilerim".

FAYDASIZ BİLGİ

"Faydasız bilgi" "İşe yaramayan bilgi" bugün yaşadığımız bilgi kirliliği, bahsi geçen durumun bir bölümünü oluşturuyor.

"Faydasız bilgi" "İşe yaramayan" ve "zararlı" bilginin hızla yayılımı temel değerlerimizde hızlı bir kirlenmeye yol açtı. Bu kirlenmeden hiçbir ev hissesiz kalmadı, hissemize düşen kirlilik ise an be an artıyor. Bilgi kirliliği bir savaşa döndü şimdi: Siber Savaş. Rivayete göre siber savaş için ABD'nin 10 - 15 bin kişilik, Çin'in ise 20-25 bin kişilik bir ordu hazırladığından söz ediliyor. Yani hackerler ordusu. Wikileaks bu kirli veya bilgi savaşının işaret fişeği oldu. İnsanımızı, ailemizi bu kirli savaştan nasıl koruyacağız?

20. yüzyılın başında Vehhabilik 20. yüzyılın ikinci yarısında "İslâm'ın Tarihselliği" ile birleşince, rasyonalizm pozitivizme dönüşerek, "protestanlaştırılan İslâm" dayatmasıyla karşı karşıya kaldık: Faydayı ve çıkarı kutsayarak, her şeye cevaz üreterek, Kur'ân ve Hadisi; konformizme (geleneklere uyma, törelere uyma) ve modernizme alet eden "İslâm Akademisyenleri", şarkiyatçı, oryantalist ve misyonerlerden daha fazla İslâm toplumuna zarar verir hale geldi. Ogust Comt (Aguste Comte) Mustafa Reşit Paşa'ya mektup yazıp; "OSMANLIYI YENİDÜNYA DİNİNE, POZİTİVİZME HAZIRLA" derken, bugün geldiğimiz ruhsuz noktaya gelebileceğimizi hayal bile edememiştir. Yitiğimizi ararken yola çıktığımız Tanzimat, bulmak şöyle dursun, hep yitiğimizden uzaklaştırmaya yaramıştır. Cumhuriyet dönemindeki; batılılaşma ve modernleşme adlı yitik arama gayreti, darbeler tarihiyle tehlikeli bir ivme kazandı.

1950'de pozitivizm ve materyalizme karşı ihya hareketleri bir zemin tutarken, toplumsal bir savrulmaya da tanık olduk. Comt'un ruhu Osmanlı'nın son yüzyılına damgasını vururken, Cumhuriyet'le de mücessem hale geldi. Comt'un pozitivizmi hakikaten dünya dini haline gelmişti. Altmış darbesiyle Batıcılık ve modernizm tepeden inmeciliğinde yeni bir ivme kazanarak, pozitivizm de materyalizme dönmüştü. Buna karşılık ihya hareketleri de yoğunluk kazanmıştı. 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesiyle toplumumuzun genleriyle oynanmaya başlandı. Bununla da kalınmayarak ihya hareketlerini yozlaştırma seferberliği başladı. 1973'te hayatımıza televizyonun girmesi, 1984'ten sonra özel televizyonların mantar gibi bitmesiyle, biber gazı gibi topluma sıkılan programlar, filmler ve diziler yozlaşmayı hızlandırdı, toplumsal genlerimizi bozdu. 28 Şubat 1997 ise bütün şeytaniliklerin üzerine tüy dikerek, toplumsal bir ifsad hareketine dönüştü. Bu dönemde bir kısım insanlar işini, bir kısım insanlar eşini, ülke maddi ve manevi temellerini, toplum ruhunu kaybetti. İnsanlar her türlü sosyal münasebetlerinden, manevi atmosferinden kopartılıp içine kapatılarak; psikolojik, nörolojik ve psikosomatik hastalıklara düçar oldu, yaşlısıyla genciyle zehirlendi. İşte bu noktada yeniden bir ihya hareketi kaçınılmaz oldu ama maalesef ihya hareketleri de malülleşti. İşte felaketin büyüklüğü de burada; et kokarsa tuzlarsınız ama tuz kokarsa ne yaparsınız.

HÜCCET’ÜL İSLAM

Bu kısa ama dehşet verici panoramadan sonra gelelim tuzun kokmaya başladığı zamana: Yetmişli yılların sonu, seksenli yılların başında Müslüman gençliğin arayışı bir radikalizme varıyordu. Özü esas olan, İslâm köküne inen, hiçbir taviz kabul etmemek anlamına gelen radikalizmin uygulaması tam tersine işliyordu. İmam Gazzali'yi karalama kampanyası başlamıştı:

"Eserlerinde zayıf hadisler, mevzu hadisler var. Felsefecileri küfürle itham ediyor. Zaten biz Hanefiyiz o ise Şafii idi."

Amaç, nefis ve akıl putuna tapanların önlerindeki engelleri kaldırmaktı. Hedef sadece Gazzalî değildi, o bir semboldü, engel gördükleri İslâm alimleri: Müfessir, Muhaddis, Fakih, Mutasavvıf, Akaid ve Kelam alimleri idi. Akıl dânalarımızın dünyevileşmeleri, modernleşmeleri, pragmatizmlerini ve tarihselciliklerini sistematik hale getirebilmek için ulemamız ciddi bir set oluşturuyordu, bu setti yıkmadan pragmatik aklın hükümranlığını kuramazlardı. Nitekim başardılar.

İlim tarihimizin dönüm noktası olan İmam Gazzali mahkûm edildiğinde günümüze ışık veren trafo yıkılmış, kaynaklara set çekilmiş, isteyenin istediği gibi at oynatacağı bir alan açılmış olur. İmam Gazzâli sadece bir isim değil, ilim tarihimizin bir sembolü ve dönüm noktası. İmam Gazzali ile birlikte ilim ve medeniyet tarihimiz zirvededir, insanlığa ışık tutmakta ve huzur vermektedir.

Miladi 1058'de Tus şehrinde doğan Gazzâli 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi'nde eğitim görürken Hocası İmam Cüveyni'nin 1085 yılında vefatıyla, Selçuklu veziri Nizamül Mülk'ün yanına gider, 1091 yılında Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin Baş Müderrisliği'ne atanır. Gazzâli 1095'te Nizamiye Medresesi'ni bırakır hacca gider, 1105 yılında yeniden Tus şehrine döner. Nizamül Mülk'ün vefatından sonra oğlu Fahr’ül Mülk'ün ricasıyla 1106 yılında Nişabur Nizamiye Medresesi'nde ders vermeye başlar, 1111'de yeniden Tus'a döner ve orada vefat eder.

İmam Gazzâli; akaid, fıkıh, kelam, usulu fıkıh, İslâm Hukuku Metodolojisi (el mustasfa), tasavvuf, mantık ve felsefe alanında bir kutup yıldızı. Problem, Gazzâli'den sonra başlar, ilim tarihimiz şerhe yönelmeye başlar, telif ikinci planda kalır.

Gazzâli Miyar'ul İlm (mantık). Mihakkü'n Nazar (mantık), El Mustasfa (Hukuk Metodolojisi), Mekâsidu'l-Felasife gibi çok önemli eserlere imza atar. Nizamül Mülk Medresesi'nden ayrılıp bir nevi çile yaşadığı dönemde yazdığı El Munkızu Mineddelal (Dalaletten Hidayete) adlı eseri Gazzâli'nin bir nevi otobiyografisidir; Fıkıh, kelam ve felsefeden sonra yaşadığı tasavvufi hali, yaşadığı istihaleyi anlatır. Gazzâli'yi, yaşadığı dönemi, ilim tarihini anlatması bakımından baş eseridir dense yeridir. Gazzâli büyük bir ilim faaliyeti ve müderrisliği esnasında devrinin uleması tarafından uğradığı haksız eleştiriler tahammül edilemez noktaya geldiği andır müderrisliği terk etmesi. Gazzâli, bu dönemde tıpkı bugünkü gibi birçok cereyanla, İslâm'a yönelik hareketlerle mücadele halindedir. Bunların başında; Dehriyyun (materyalistler), Tabiiyyun (naturalistler) gelir. Kelamcılar, İlahiyyun, Batiniler ve Mutasavvife de Gazzâli'nin eleştirisinden gerektiği kadar nasiplerini alır. Bu haklı eleştiriler bugün olduğu gibi dün de Gazzâli'yi haksız eleştirilere muhatap eder. Her türlü yanlışın karşısında durarak Hüccet’ül İslâm sıfatını kazanan Gazzâli, farklı grupların muhalefetinin de hedefi olur.

Akaid, fıkıh, kelam ve felsefe (Mekâsidu'l Felasife) alanında devrinin ve sonrasının en büyük alimi olan Gazzâli, daha sonra Tehâfütül Felasife'yi (Filozofların tutarsızlığı) yazdı. Gazzâli döneminde uğradığı haksız eleştiriler yetmiyormuş gibi, 20. yüzyılın son çeyreğinde de aklı reddeden kişi olarak haksız hücumlara uğratılarak; 9 asır sonra da Hüccetül İslâm'ın milletimizi ihyasının önü kesilir. İslâm'la mükellef olmanın birinci şartı akılken, Hüccetül İslâm'a nasıl böyle bir bühtanda bulunulur. "Akletmiyor musunuz" "Fikretmiyor musunuz" "zikretmiyor musunuz" mealinde biten onlarca ayet Müslümanları uyarırken, Hüccetül İslâm'ın aklı reddettiği nasıl söylenebilir? Bu âlimimiz önce Mekasidul Felasife'yi yazmış birisi. Sonra dönüp Tehafütül Felasife'yi yazmış. Bir İslâm alimi; elbetteki aklın putlaştırılması olan realizme, maddeyi Yaratıcı yerine koyan materyalizme, tabiata tapınan naturalizme, herşeyi beş duyu ve deneyden ibaret sayan pozitivizme, kulun cüz'i iradesini yok sayan cebriyeye, kaderiyeye, uluhiyyeti panteizme vardıran, fizik alemi yok sayan batiniliğe karşı duracak. Nasları yok sayan bir aklın veya naslarla çatışan ve çelişen bir aklın bir Müslümana elbette faydası yoktur. Nefsin emrine verilmiş, gönülden ve naslardan habersiz bir akıl; delinin eline neşteri verip ameliyathaneye cerrah diye göndermekten farksızdır. Nitekim bugün yaşadığımız da aynen budur. Akıl; pozitivizme sekülerizme, materyalizme neticede koca bir egoizme kurban edilir. Akaid, tefsir, hadis, fıkıh, tefsir usulu, hadis usulu, fıkıh usulu, kelam, tasavvuf, mantık, belagatı bir yana koyup; tarihsellik, garip bir selefiyecilik, felsefe tarihini şaşırtacak filozof taslaklığı, Kur'ân'ın onlarca ayetinde "RESUL SİZE NE GETİRDİYSE ONU ALIN, RESUL SİZİ NEDEN NEHYETTİYSE ONDAN SAKININ" ahkamını örterek Kur'ân Müslümanlığı diye tutturan, haramlara karşı ibâhiye yolunu, ibadetler hususunda batiniliği seçen bir kaos ortamıdır bugün oluşturulan ortam. İlim adına birazcık nasibi olan insanlar böyle bir ortamın oluşmasına nasıl katkıda bulunur, Müslümanı nasıl modernizmin kapatması haline getirir? Olay sadece kaos ortamı oluşturmakla kalmaz; herkesin her konuda ahkam kestiği, egoizmin yüzünün pudralandığı, sınır tanımaz ukalaların yol kestiği bir şehre çıkarız. Haktan hukuktan, edepten adaptan nasibi olmayan bir bilgi bizim neyimize yarar?..

"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" diyen Rasulu Kibriya'nın bir mucizesine daha tanıklık ediyoruz. Bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı günümüzde ahlâka ne de çok muhtacız. Ahlaktan nasibi olmayan insanın insanlığının kime ne faydası olur. İlim dünyamızın parlayan yıldızı Hüccet’ül İslâm, ilim sancağını en yüksek burçlara dikip inzivaya çekildikten sonra yazdığı İhyâ u Ulumiddin'i, elli yılı aşkın bir süre önce Türkçe'ye kazandırılan bu eseri sanık sandalyesine oturtanlara dur demenin vakti geldi.

YENİDEN İHYA, YENİDEN GAZZÂLİ DİYORUZ!

Ve gönül bahçemizi, evimizi, sokağımızı, işimizi, kışlamızı, meclisimizi, mektebimizi, egoizmin, hedonizmin, sekülerizmin putperest aklına teslim edenlere de dur diyoruz!

Münir Balkır/ 07 OCAK 2011

MİLLİ GAZETE

TEKLİF MESELESİ (Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti)

 

TEKLİF MESELESİ (Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti)Allah Teâlâ'nın, kullarına yapılması gerekli işleri teklif etmesi; kulların, uşaklarına yaptıkları teklife benzemez. Çünkü efendilerin köle ve uşaklarına vermiş oldukları işlerin, emir ve yasakların, yapılmasında emir sahiplerinin, mutlaka maddî ve manevî, istifâdeleri vardır. Emir ve yasakları bu maksatla vermişlerdir.

Hâlbuki Hakk Teâlâ’nın, kullarına verdiği emir ve yasaklarda böyle bir maksadı yoktur ve o işlerin görülmesindeki faydalar hiç kendisine âit değildir. Allah’ın, kuluna teklifi kulun faydası içindir. Efendinin kuluna teklifi ise tam tersine efendinin kendi istifâdesi içindir. Kul, kendisinin muhtaç olmadığı şeyleri kölesine, uşağına teklif etmez.

Fakat Allah Teâlâ’nın, kullarına teklifi, doktorun, hastasına yaptığı teklifleri gibidir. Bunların yapılmasındaki fayda hep hastaya âittir. Doktor da bu emir ve yasakları sırf onun iyiliği için vermiştir.

Hastanın ateşi yükselince doktor ona soğutucu şeyler içmesini emreder. Ateş düşürücü haplar verir. Doktorun onların içilmesine hiç ihtiyacı yoktur. Hastanın onu içmesi, doktora ne fayda verir ve ne de içmemesi bir zarar getirir. Fakat fayda ve zararın ikisi de hastaya aittir. Doktor, ancak ona fayda ve zararını anlatan bir mürşit, selamet yolunu gösteren bir hidâyetçidir. Eğer hasta, doktorun bütün tavsiyelerini tamamıyla tutarsa hastalığından şifâ bulur, halâs olur. Şayet onlara uymaz ve yapmaz ise hastalığı devam eder ve helâk olur. Hastanın kurtulması veya ölmesi, doktoruna göre eşittir. Çünkü onun yaşamasına ve ölmesine kendisinin hiç bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri, hastalıkların şifâsı için şifâ veren sebepler yaratmıştır. Bu da: hayırlar, iyilikler yapmak ve nefsi, temizleyici mücâhedeler ile hevâ ve heveslerinden menetmektir.

Evet, nefsi kötü huylardan kurtaran haller, ameller vardır. Onu âhirette tehlikelere atan fenâ huylar da vardır.

Nitekim bedene, mizaca zarar veren hal ve hareketlerde bulunmak dünyada hastalıklar getirir. Tehlikelere götürür. Kötü huylar ve Allah'ın yasak ettiği şeyleri yapmak dünyâ hayatındaki zehirlenmeler gibi âhiret hayatına nisbetle zehirleyici hal ve hareketlerdir.

Bedenîn sağlığını korumak için nasıl bir tıp ilmi ve-tababet var ise ruhun ve nefsin saadetini sağlayan doktorluk da vardır. Bütün Peygamberler -hepsine salât ve selâm olsun- bu konuda birer ruh doktorudurlar. Halkı salâh yoluna irşâd ederler, kalpleri temizlemek yolunu öğretirler.

Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri:

“Nefsini temizleyip parlatan gerçekten muradına erdi. Onu kirletip gömen de eli boş kaldı.” (Şems 9-10) buyurdu.

Doktor şunları yap dedi, şunları da yapmaktan menetti Artık bundan sonra hastanın hastalığı ya artar veya iyiliğe döner, diye hatırlanıldıktan sonra hastalığı arttı denilirse, akla ilk gelen şey : “hastanın doktorun emir ve yasaklarını tutmadığıdır.” Hastalığı şifâ bulunca da : “doktorun kanununa riâyet ettiği, perhizde kusur etmediğidir.” Gerçekten bazen öyle hastalıklar vardır ki doktorun dediklerini yapmadığı halde hastalığı artmaz, iyiliğe döner. Doktorun emir ve tavsiyelerine riâyet etmediği halde hastalığın uzamaması, her halde muhâlefet ettiğinden dolayı değildir. Belki o doktorun emretmiş olduğu sağlık tedbirlerinden başka bir yolla, sağlık yoluna girmiş olmasındandır.

İşte bunun gibi takva da, kalp ve ruh hastalıklarını kalplerden çıkaran, bir perhiz ve korunma çaresidir. Beden hastalıkları, dünyâ hayâtını mahvettiği gibi, kalp ve ruh hastalıkları da, âhiret hayatını elden kaçırtır.

Bir başka misâl verelim:

İnsanlara hükmeden padişahlardan biri, meclisinde, huzurunda ve yanında bulunmayan başka bir yerdeki tebaasından bazısına, para ve binek göndermek suretiyle yardımda bulunur. Bundan maksadı onun kendine yakınlık mertebesine erebilmesi ve bu sebeple mesut olabilmesi için kendi tarafına, huzuruna teveccüh etmesini arzu eylemiş olmasıdır. Kendisi, mülk ve memleketi idâre hususunda hiç de ona muhtaç olmadığı halde bu yardımı yapmıştır. Hem de onu bir işte kullanmamasını da kafasına koymuştur. Sultan tarafından kendisine gönderilmiş olan eşyanın kadir ve kıymetini, farz edelim ki adamcağız gereği veçhile, takdir edemedi de bineği, vasıtayı çaldırdı yahut öldürdü veya öldürttü. Yolluğu da şuraya buraya harcadı bitirdi. Harçlıksız, azkısız kaldı, kul bu hareketiyle hem sultana, hem de ayağına kadar gelen nimete nankörlük, kâfirlik etti. Eğer o vâsıtaya binerek yoluna çıksaydı ve yolluğu da onun yolunda harcamış olsaydı, Sultana saygı gösteren, nimetin kadir ve kıymetini bilen, şükreden bir kimse olurdu. Tabiidir ki bu hal ve hareketi ile yani vasıtaya binmesi ve parayı harcamış olması ile, sultana bir menfaat sağlamış olmazdı. Zâten sultan ona bunları böyle şahsî menfâat kasdı ile de göndermiş değildi ve onun huzuruna girmek teklifinde de kendi şahsına âit bir fayda yoktu. O ancak bu ihsan ve irâdesi ile o kulun saadetini, onun mesut olmasını arzu etmişti. Ne zaman bir kul, efendisine, onun arzu ve isteğine, uyar; onun kendi iyiliği için verdiği emirlere riâyet ederse, hem o emre ve onu verene saygı göstermiş, hem de bu yüzden elde ettiği iyilik ve nimetin kadrini bilmiş, .yani şükreden kullardan olmuştur. Şâyet emre muhâlefet eder de ondan doğacak nimetleri elde edemez ise, onun bu muhalefeti, düpedüz saygısızlık, ahmaklık ve nankörlük olur.

Allah Teâlâ'nın yanında, Celâline ve her yerde müstağni olmasına nispetle, kâfirlerin küfürleri veya imana gelmeleri eşittir. Lâkin O kullarının kâfir olmalarını hoş görmez. Çünkü kâfirlik kullarına yaraşmaz. Onları ıslah etmez. Mutlaka kötü insan yapar. Şakavete sevk eder. Nitekim doktor dahi hastasının ölümünü arzu etmez de, onu bundan kurtaracak ilâçlar verir. Sultan da böyle.. Hiç bir suretle muhtaç olmadığı, şahsına veya mülküne bir fayda sağlamasını ummadığı bir kulunun, tebeâsından birinin, kendi şahsına zararlı bir harekette bulunmasından, emirlerine, fermanlarına riâyet etmeyerek başını belâlara sokmasından zindanlara girmesinden, kendisinden uzaklaşmasından memnun olmaz. Bilâkis tebeâsınm iyiliği ve rahatı için verilmiş olan emir ve fermanlara, kanun ve nizâmlara riâyet ederek, kendisine yakınlaşmak suretiyle saâdetini arzu eder. Hâlbuki sultan, o kimsenin ne kendine yakınlığına ve ne de kendinden uzak kalmasına muhtaç değildir. İşte Allah’ın teklifini de bunun gibi anlamak doğru olur. Evet, Çünkü taâtlar iyilikler, yararlı işler; Allah'ın emrettiği her şey, maddî ve mânevi hastalıklara birer devâ ve dermandır. Ma’siyet- ler, Allah’ın yasakladığı şeyler de, beden ve ruh sağlıklarını bozan birer zehirdirler. Bu zehir kalplere tesir eder. Bundan ancak selim kalp, günah kirinden paklanmış bir ruh ile Allah’a gelenler, Onun huzuruna çıkanlar kurtulur. Mutedil bir mizâca sahip, bütün azaları hastalıktan salim olanların sağlık içinde yaşamak, saâdetine sahip oldukları gibi.

Doktorun hastasına: “İşte sana fayda ve zarar verecek şeyleri bildirdim. Eğer beni ve tavsiyelerimi dinler isen menfaati kendine; şayet dinlemez de aksini yaparsan doğacak zarar da yine kendine aittir”, demesinin gayet doğru ve tabîi oluşu gibi Hakk Teâlâ Hazretleri de Kur'an’ında:

“Artık kim doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş ise onun faydasi kendine; kim de sapıtmış, doğru yoldan çıkmış ise onun da zararı kendinedir.” (Yunus,108) Diğer bir yerde de :

“Kim bir iyilik yaparsa kendi faydasına, kim de bir kötülük işler ise o da kendi zararınadır” (Casiye, 15) buyurması da daha doğru ve tabiîdir.

Sağlığın, hayatın ve soyun devam ve bekâsı için kurulmuş olan ilâhî nizâmların, tabii kanunların gerektirdiği, bir işi bırakanın ve menettiğini yapanın gördüğü ceza ve çektiği minnet ve uğradığı kötü âkibete gelince: bu ona Allah tarafından bir gazab ve intikam olarak verilen bir cezâ değildir.

Meselâ: kadını ile cinsi münasebeti bırakan bir kimseye, evlatsız bırakmakla, azab etmesi, çocuğunu emzirmeyeni, çocuğunun ölümü ile, cezalandırması; yiyip içmeyi bırakanı, açlık ve susuzluk ile, kıvrandırması; ilâcı kullanmayanı, hastalığın ıstırabı ile, çırpındırması gibi...

Allah Teâlâ'nın kullarına gazabı ise: iylâm, incitmek ve acıtmak istemesinden bambaşkadır. Sebep ve neticeleri malûm hayat ve tabîat kanunlarına muhalefet etmenin gerektirdiği cezaların gayrısı olan ve sebebi birden apaçık bilinmiyen amellere âit cezâ ve musibetlerdir. Hayât nizâmlarına muhalefet etmenin cezasında istisnâ ve gecikme yoktur. Bu cezalar hemen verilir ve sebepleri de bellidir. Sebep ve netice esasına bağlıdır. Nitekim sebepler ve bunların eserleri yani sebepler ve neticeleri şu dünya hayatında biri birini çeker, olaylar meydana getirir. Bunlar da; sebepleri sebep kılan Hakk Teâlâ’nın takdir ve tertibi iledir. Bakarsın bazı sebepler; elemler, kederler hâsıl eder. Bazı sebepler de; lezzetler, zevkler verir. Bu dünyadaki geçici (elem ve zevklerin âkibetlerini ahirette ne kazandıracakların ancak Peygamberler bilir.          .

Tâatların, ma'siyetlerin, iyiliklerin, kötülüklerin öbür dünyanın elemlerine ve zevklerine nisbeti aynen bunun gibidir.

Ma’siyetlere neden cezâ verilmiştir?

Kötülük neden elem verir? diye sormak:

Hayvan zehirden neden ölür?

Zehir neden ölüme sebep olur?

İnsan bedeni niçin zehirden müteessir olacak halde yaratılmıştır?

Zehir bedene tesir eder de beden niçin zehire müessir olmaz? diye bir şeyler sormaya benzer.

Allah Teâlâ Hazretleri insanın ruhunu, niçin faziletler yükseltecek, sâadet verecek; reziletler de onu alçaltacak, perişan edecek kabiliyette yaratmıştır? demek de buna benzer.

Allah Teâlâ yarattığı canlı varlıkları, yedirip içirmeden, doyurmaktan, beslemekten; ilâç aldırmadan derdine derman vermekten; cinsî münasebette bulundurmadan da çocuk yaptırmaktan ve emzirmeksizin büyütmekten katiyen âciz değildir. Fakat O, canlı, cansız bütün varlık âleminde vukua getireceği oluşlar için sebep ve neticeler tertip eylemiştir. HER VÂKIAYI BİR SEBEBE BAĞLAMIŞTIR. DİĞER DEYİMLE: HER SEBEP BİR NETİCEYİ MEYDANA GETİRİR. HER VÂKIANM MUTLAKA BİR SEBEBİ VARDIR. SEBEPLER ZİNCİRİNİN HER HALKASI KENDİNDEN SONRASINA BİR SEBEP VE KENDİNDEN ÖNCESİNE BİR NETİCEDİR. Her vâkıanın sebep ve netice olarak vücut bulmasında, Cenab-ı Hakk’ın vâkıaları sebeplere bağlamasında nice sır ve hikmetler vardır ki, onları yalnız kendisi ve bir kaçını da, ilimde râsih olanlar bilir. Bunu bilmek şaşılacak bir şey değildir. Asıl şaşılacak olan, insana hayret veren kâinattaki esaslı ve hiç aksamayan, sabit ve değişmez kanunlardır ki; beşerî bilgiler, fen, teknik, hayât, medeniyet, hep bu illet ve malûl (sebep ve neticenin), diğer ifâde ile: akılları durduran İlâhî plânın değişmez, şaşmaz tatbikidir.

Hayatıma yemin ederim ki, âlemdeki bu hayrete şayan hikmet ve nizâmın sırrını ve sebeplerini idrak edemeyenlerin mutlaka akıl ve basîretinde, gerçeği görebilmekte, hakka hidâyetinde bir eksiklik vardır. Böyle olmasaydı yani kâinatın nizamı İlâhî ve mükemmel bir plâna bağlı olmasaydı; bitki ve koyun, davar, keklik, tavuk gibi itidale en yakın olan ve yapı itibariyle en latif hayvanların rızık ve nasipleri zâyi olurdu.

Bir bitkinin, kemâli, kendinden, bir derece üstün olan hayvana gıda (besin) olmaktır. Evet bir hayvan bitkiden ayrılan şeylerle bitkiye varlık veren maddelerin kendi bedenine geçmesi ile) hayatını devam ettiriyor. Bir bakıma hayvan, bitkinin parçalarını kendinde toplamış olmak itibariyle âdeta bitki oluyor. Hayvanın kemâli de budur. Kesilmiş, bir hayvanın insana nisbeti de bunun gibidir. (İnsan da hayvan? besinlerle yaşar) insanın da ADN cennetindeki meleklere nisbeti böyledir. Nitekim Hakk Teâlâ :

 “Melekler onların üzerine her kapıdan girerler.” (Râd, 24) buyurmuştur.  

Bazı müdafaasız hayvanların bir kısım yırtıcı hayvana besin olmasına gelince: yırtıcı ve zararlı hayvanlarda siyasî ve tıbbî o kadar çok faideler vardır ki bunları siyâset er- bâbı ve doktorlar bilir. Bir misâlle açıklıyalım:

Azîz ve Hakîm olan Allah'ın takdirine, bu küllî ve şaşmaz nizâmın bütün eşya ve varlıklarda hüküm sürmesine taaccüp eden kimsenin misâli, âdeta bir a’mâ gibidir. Kör adam bir saraya girmiş, sarayın salonuna konulmuş olan süs eşyalarına, sırça ve cam takımlarına toslayınca bunları mutfak eşyası sanarak, konak sahibine:

—         Aklınızdan zorunuz mu var, niye bu eşya ve takımları yerlerine koymadınız?!. Yahut: (onları yersiz ve plânsız sanarak),

                   Niçin yol üstüne, ayakaltına bıraktınız? demiştir. Onlar da cevap olarak:

—           Yok canım; eşyanın her biri yerli yerinde bulunmaktadır. Bozukluk, onlarda değil, onları görecek gözün olmamasından ileri geliyor, demişlerdir.

Bir de: (burnundaki “kokuları bozan” hastalık sebebiyle) koku almıyan bir ahşem de, önüne, güzel kokulu ud ağacı, çiçek saksıları ve kokulu meyvaları koyanı, bunların burada yer kaplamaktan başka ne faydası var da koyuyorsun! diye kınar. Ona cevap olarak meselâ: şu ud ağacının odunluktan başka faydası de vardır. Çok güzel bir koku yayar. Odalar, meclisler bunun ile kokulanır. Şimdi senin bu kokuyu almana burnundaki koku bozan hastalığı yani haşm manidir, denilir.

Burada başka bahisler ve sorular da vardır. Bunlardan biri şudur: Gerçekten Hakk Teâlâ Hazretleri bir şeyi emrettiği halde nasıl olur da ondan bahsetmeyi menediyor? Halbuki, basîret ancak bir şeyden bahsetmekle hâsıl olur, diyen bulunur. Buna cevap şöyledir:

Bu yersiz bir hayret ediştir. Çünkü bir işin vukûu, sağlam ve kat’î bir inancı, yahut hakîki bir bilgiyi gerektirir. Kesin inanç ise tasdik ve îmân yolunda mücerret bir taklîd ile bilinir meydana gelir.

Bilgi ve marifet de burhân ile burhanı elde etmek de o işten bahsetmek ile hâsıl olur. Bu itibarla insanların topu birden, bahsetmekten menedilmemiştir. Ancak, bahsin inceliklerine ve burhânın hakîkatlarına ermeyen âciz ve idrâki zayıflar menedilmiştir.

Bunun misâli şudur: Doktor hastaya bir ilâç içmesini 'emreder. Fakat bu hastalığa dermân olmasının sebebini araştırmaktan meneder. Çünkü hastanın idrâk seviyesi onu kavramaktan âcizdir. Araştırmak onu yoracak, anlamaktan âciz kalacaktır. Bu yüzden de hastalığı artacak, netice itibariyle zararlı çıkacaktır.

Gerçi pek nâdir hastalar vardır, zekîdir. Tıp yoluna girmiştir. Hastalıkların sebepleri hakkında bilgi edinmiştir. Bunları araştırma ve eşelemekten alıkonulmaz. Hatta bunlara kendi hastalığı için verilen ilâçların halinden, münâsebetlerinden bahsedilmesi de menedilmez. Bilakis, onun kuru ve kısa bir söze inanmayacağı, körükörüne bir taklidçi olamayacağı anlaşılır ise gereken izâhat da verilir. Çünkü zekâsı müsâittir. Hastalığın sebeplerini anlayabilecektir. Hastalığını ve ona münâsip ilâcın verildiğini bilince de ilâç ile meşgul olacaktır. Önem verecek ve tavsiyeleri tamamıyla yerine getirmeye çalışacaktır.

Şayet durumu ve tedâvi yolunu anlamaz ise ilâç ve tavsiyelere riâyet etmekten de yüz çevirecek olursa ona hastalığını ilâç ve tavsiyelerin uygunluğunu anlatmak lâzımdır Bilgi ve idrâk kabiliyeti yeterli olan da sorgu ve sualden, düşünme ve araştırmadan menedilmemelidir. Ancak hastalar içinde böyleleri pek azdır. Çokları akıl ve idrâk bakımından zayıftırlar.

İşte dinî ve şer'î meseleler de sebep ve hikmetleri bilmek ve onlardan bahsetmek de bu kâbildendir.

İnsanların, hayvanları kendilerine itâat ettirmesine gelince; meselâ: tenezzüh yerlerine parklara ve güzel şeylere bakmak için gezen, yaya giden, ayaklarını çalıştıran bir kimseye:

-Bakın şu adama! Ayaklarını gözlerine hizmetçi yapıyor ve onları onun hizmetinde yoruyor. Halbuki ayak da onun, gözleri gibi bir organıdır. Buna ne oluyor da birini diğerinin rahatı için yoruyor, birini diğerine hizmetçi yapıyor? denilir. İşte bu, düşünce ve sorular hep eşyalardaki kadirleri ve mertebeleri bilmemektendir. Fakat akıllı olan şu hakikati iyi bilir:

“Kâmil olan dâima nâkıs olanla beslenir. Noksan, zayıf ve aciz, olan da kâmil olanın hayatı için musahhar kılınır. Onun fayda ve hizmetinde tutulur.” Bu da hikmetin ta kendisidir, bunda zulüm ve haksızlık yoktur. Çünkü zulüm: “Başkasının mülkünde tasarruf etmektir.” Halbuki Hakk Teâlâ, kendi mülkü içinde bir başkasının mülküne tesadüf etmez ki onda tasarrufu zulüm olsun! Bu gerçeğe göre Allah'tan zulüm vâki olması tasavvur olunamaz. Doğrusu kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf etmek, istediğini yapmak hakkına mâliktir. Bu itibarla Onun bütün yaptıkları zulüm değil, adalet olur.

Yine akıllı olan bilir ki İlâhi vahiy, gerçek şeriat, hak din, “aklın almıyacağı hiç bir şeyi getirmez, ileri sürmez” sözü ile mümkün görmediği ve muhâl olarak kabul etmiş olduğu bir şeyi, meselâ: Allah Teâlâ’nın kendisi gibi bir Allah yaratmasının yahut da biri birinin zıddı, aksi olan iki şeyin bir yerde, bir noktada birleşmesinin mümkün olmadığına aklî burhânın delâlet ettiğini söylemek isterse; din ve şerîat bunu reddetmez, kabul eder.-Eğer o: “aklın alamayacağı ve aklî burhân sözü ile aklın idrâk edemediği bir şeyin künhü ve hakikati idrâk ve ihâta olunmaz, demek, isterse, işte bu hüküm her yerde, bâhusûs fizik, kimya ve tababet ilminde doğru değildir. Meselâ: mıknatısın demiri kendine çekmesi ve hâmile bir kadının bir tür yılanın üzerinde yürümesiyle çocuğunu düşürmesi gibi. Ve bundan başka birçok eşyada kendilerine mahsus hassalar, özellikler vardır. .

İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu hassaIardan her birinin hakîkatı üzerinde durmaz ve kendi başına bunların sırrına vâkıf olamaz. Hem de onun muhâl olduğuna hüküm vermekten geri dönmez. Halbuki: Aklın almadığı her şey haddi zâtında muhâl değildir. Meselâ; biz ateş ağacını ve ateş çıkarmasını görmeseydik ve birisi de bize: “Ban hakikaten bir odun parçasını odun parçasına sürttüm de ikisi arasından mercimek büyüklüğünde kırmızı bir şey çıktı. Bu kızıl madde şu şehri ve içinde bulunan her şeyi yedi, bitirdi. Canlı, cansız o' kadar çok çeşitli şeylerden hiç birisi onun içine girmedi, onun cisminde ve hacminde bir ziyâdelik yapmadı. Üstelik o kendi kendini de yedi. Neticede ne kendi kaldı ne de bu şehir ve eşyası...” diye çok garip bir haber vermiş olaydı biz ona: “böyle şey olmaz, bunu akıl kabul etmez.” der idik. Halbuki bu: “ateş ve onun hassasıdır” his bunu tasdik eder, göz ateşi ve yaptığını görür, beş duyumuz bu olguyu doğrular. Fakat akıl bundaki sebeplerin sırrını, hakîkatını kendi burhânı ve delilleri ile keşfedemez. Edemeyince de: “mümkün değildir, muhaldir.” der. Hâlbuki muhâl değildir. Madde ve hadise meydandadır.

İşte şerîat, dini emir ve yasaklarda aslında, muhâl olmayan iç yüzü hakkiyle bilinmeyen bunun gibi acayip şeyleri ihtivâ eder ki, hakîkaten onlar aklın sahasından uzaktır. Uzak ile ınuhâl arasında fark vardır: Akıldan uzak olan şey; işitilmemiş, görülmemiş şeydir. Muhâl ise; olması tasavvur edilemeyen şeydir.

Gelelim Allah Teâlâ’nın:

“O Allah yaptığından, yapacağından sorulmaz. Onlar ise sorumludurlar.” (Enbiyâ, 23) kelâmına, bir de : “Yarabbi bu kıyamet gününde beni niçin a’mâ olarak hasrettin; halbuki ben dünyâda görürdüm. (Tâhâ, 124-125) âyetine,

—           Soru, bir şey sormak, bazan mutlak olur. Ve bununla ilzâm kasdolunur. Meselâ: filân filân ile munâzara yaptı, ona bir sual yöneltti, denir. Fakat bazan da suâl mutlak olur ve onunla bir haber ve bir mesele sorulur. Talebenin hocasına bir şey sorması gibi, Hakk Teâlâ Hazretlerine ilzâm için aslâ soru tevcîh edilmez, Ona yaptığından yapacağından sorulmaz, cümlesi bu manâdadır. Çünkü ona ilzâm manâsında kullanılan “niçin, neden? denilemez. Fakat bir haber ve bir mesele sormak ve anlamak istemek meselesi böyle değildir.

“Yarabbi beni kör haşrettin, hâlbuki ben hakîkaten görüyordum” kelâmından da maksat budur. Bu sorulara cevap, bunlardaki maksadı izah, husûsunda bu kadar söylememiz kâfidir. Biraz zekâ ve dirâyet ile taklid seviyesinden yükselip istidlâle, tahkik ve istidlâl mertebesine, erişemeyenler, helâk olanlara katılır. Fayda vermeyen kiyâsetten (zekâdan) Allah’a sığınırız. Çünkü cehalet (bilmemek) kurtuluşa, halâsa faydasız kiyâsetten daha yakındır. Şiir :

İnsanların ayıpları, kusurları içinde,

Kâmil olabileceklerin eksik kalması gibisini görmedim.

 

Kaynakça:

İmam Gazzâli trc: Dr.Sabit ÜNAL İki Madnun [Kitap]. - İzmir : İlahiyyat Yay., 1988. s.24-35

 

KADDAFİ GERÇEKTEN NE İDİ?

Libya lideri Muammer Kaddafi’nin öldürülmesi ile yeni döneme giren Libyalı’lar neye kavuşacaklar. Oh olsun denilen Libya lideri Kaddafi'nin ölümünün ardından medya bu başlıkları attı.

"Dünya bir diktatörden kurtuldu",

“Tiran’ın sonu”,

“Diktatörün ölümü” ,

“Kaddafi, son”,

"Ateş etmeyin diye yalvardı",

"Bir diktatörün sonu"...

Peki Kaddafi nasıl bir diktatördü?...

Gazetelerde kanlı fotoğrafları boy boy gösterilen, sunucuların ölüm haberini sevinçle verdikleri Kaddafi ülkesine 42 yıl boyunca “zulmetti”. “Diktatörün” 42 yıllık “zulüm” tablosunu, NATO’nun iktidar yaptığı UGK’nın Libya’sı ile karşılaştırmak için bakalım:

Libya'da evlerde kullanılan elektrik bedava.

Su ve doğalgaz zorunlu ihtiyaç kapsamında olduğu için bedava.

Libya'da eğitim ve sağlık hizmetleri bedava.

Libya devleti, tüm hastalara ilacı hiçbir ücret talep etmeden veriyor.

Benzinin litresi 0.08 Avro, yani bir Libyalının bir litre benzine ödediği para Türk Lirası'yla yaklaşık 20 kuruş.

Libya ulusal bankaları faiz almıyor.

Libya vatandaşları hiçbir şekilde vergi ödemiyor.

Libya hem Afrika'da hem de tüm dünyada en borçsuz ülke.

Libya'da arabalar fabrika çıkış fiyatına satılıyor, nakliye bedellerini ise devlet karşılıyor.

Yurtdışında burslu okuyan öğrencilere Libya devleti iadesiz olarak aylık 1650 Avro burs veriyor.

Libya'da tüm üniversite mezunları bir iş bulana kadar maaşa bağlanıyor.

Libya'da evlenmek isteyen tüm çiftlere devlet 150 metrekarelik daire veriyor.

Libya'da istisnasız olarak her aile aylık 300 Avro, yaklaşık 760 Türk Lirası yardım alıyor.

Petrol gelirlerinin yüzde 90'ı Libya halkına gidiyor.”

Ne mi oluyor, ne mi olacak?

Gelecekteki Libya’yı merak ediyor musunuz? İşte;

Araplar, Yunanlılar, İspanyollar, Portekizliler bunlar günde 4 saat  öğle paydosu yapan tembel milletler.

Ya da tam tersi elindeki ile yetinen fazla derdi tasası olsun istemeyen halklar  olarak da görebiliriz.

Bu yaşananlar Avrupa’daki kriz de dahil medeniyet/yaşam tarzı üzerine, Kuzey Avrupa’nın güney Avrupa’ya veya Araplara yaşam tarzını değiştirmeye zorlamasıdır.

Bize de aynısını  yaptılar. Birçok güney Avrupa ülkesinde bizde olduğu gibi kredi kartı sokaklarda dağıtılmaya başladı taksitli alışveriş bizdeki gibi orada da yaygınlaştı. Adamlara deli gibi para harcayın yaşam standartlarınızı değiştirin/iyileştirin demeye başladılar. Sonra bu adamlar deli gibi borçlandı ve bizim gibi çalışmadıkları için ödeyemiyorlar. Ödemek için gereken çalışma/eforu sergilemek istemiyorlar.

Sonuçta Kuzey Avrupalılar diyor ki borcunuzu ödeyeceksiniz daha az tatil daha çok iş. Aynı şekilde Araplara da bunları yapacaklar. Onlardan petrolü alıp ellerine son model cep telefonları verecekler. Son moda LCD TVler satacaklar. Onlar da başta oohh ohh zenginleşiyoruz sanacaklar ama borç batağına batacaklar sonra Avrupa bilgisini/tekonolojisini dünya paralar satarken adamların öz kaynaklarını  ucuza ele geçirecek.

Kuzey Avrupa diye yazarken akla “Yeni Dünya Düzencileri”ni getirsek pek zararı olmaz, zannediyorum.

İsteyen neyi, niçin ve neden istiyor, belli değil. Bilinen bir gerçek var her yemeğin arkasında bir ahçı sürekli çorbayı karıştırıyor.

Ah insanlık

Ah insanlık

Daha çok çekeceğin şeyler var gibi.

 

YILMAZ ÖZTUNA HAKK’A YÜRÜDÜ (9 Şubat 2012)

 

Türkiye Gazetesi başyazarı da olan Öztuna, 4 gün önce solunum yollarında meydana gelen bir rahatsızlık nedeniyle kaldırıldığı Ankara Güven Hastanesinde hayatını kaybetti.

Öztuna, bugün Fatih Camisi’nde öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda sırlanacaktır.

 

HAYATI

20 Eylül 1930 İstanbul doğumludur. İstanbul'da lise tahsilinin yanında İstanbul Konservatuarı'na devam etti. 1950 eylülünden 1957 temmuzuna kadar Paris'de kaldı. Paris'in büyük kütüphanelerinde çalıştı. Paris Üniversitesi Siyasi İlimler Enstitüsü'nde Sorbonne'da Fransız Medeniyeti kısmında, Alliance Française'nin yüksek kısmında okudu ve Paris Konservatuarı'na devam etti. 13 yaşında ilk makalesi ve 15 yaşında ilk kitabı basıldı. 1969'da Adalet Partisi'nden Konya Milletvekili seçilerek Ankara'ya yerleşti. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nda denetleme kurulu üyesi, repertuvar kurulu üyesi, eğitim kurulu üyesi (Ocak 1966- Kasım 1981), Kültür Bakanlığı'nda bakan başmüşaviri (1974-77), İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda kurucu yönetim kurulu üyesi ve Türk Musıkisi Korosu'nda kurucu yönetim kurulu üyesi (1975'den beri) , Yay-kur (Yaygın Yüksek Öğretim) üniversitesinde Osmanlı siyasi ve medeniyet tarihi öğretim üyesi (1975-78), Milli Eğitim ve Kültür bakanlıklarında 1969'dan beri pek çok ihtisas kurulunda üye ve başkan oldu. 1974-1980 arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ansiklopedisi olan ve Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan Türk Ansiklopedisi'nin genel yayın müdürü olarak K harfinden T harfine kadar olan cildleri yayınladı. 1983 mayısında Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin kurucuları arasında bulunarak merkez genel yönetim kuruluna seçildi, sonra istifa etti. 1985'de Faisal Finans Kurumu müşaviri oldu.

Pek çok radyo ve televizyon programı yaptı, bunlarda konuştu. Bazı konuşmaları A. B. D. , Fransa, Avusturya gibi ülkelerin televizyonlarında yayınlandı. Bazı kitap ve yazıları çeşitli dillere tercüme edildi. Dünyada ilk defa olarak Türk Musikisi Tarihi kürsüsünü kurdu. "Büyük Türkiye", "Osmanlı Cihan Devleti", "Büyük Türk Hakanlığı" gibi son yıllarda çok kullanılan tarihi ve siyasi tabirler, Yılmaz Öztuna'nındır. Ayasofya Hunkar Mahfili'nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okunması, 1000 Temel Eser, Ankara Devlet Konser Salonu ve İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nin Türk Musikisi'ne açılması gibi fikirler ve realizasyonlar Yılmaz Öztuna'nındır ve siyasi iktidara onun tarafından telkin ve kabul ettirilmiştir. Türk Kara Kuvvetleri'nin ve Deniz Kuvvetleri'nin evvelce yanlış olarak kutlanan yıldönümlerini bugünkü doğru başlangıç tarihleri ile kutlanmasıın sağlayan da Yılmaz Öztuna'dır. Birçok konferans verdi. 6 kıtada pek çok ülkeyi gezdi, devlet adamları ve halkla görüşerek incelemeler yaptı. Milletlerarası birçok kuruluşa üye seçildi.

Türkiye'de Osmanlı tarihinin çatışmasız bir anlayışla algılanmasında katkısı vardır. Türk Parlamenterler Birliği, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Aydınlar Ocağı, Anadolu Klübü, Yahya Kemal'i Sevenler Cemiyeti, İstanbul Şehrini Güzelleştirme Derneği, Müsteşrikler Cemiyeti, WACL, APACL, NATO Parlamenterler Birliği, Parlamentolararası Türk - Japon ve Türk - Kore, Türk - Suudi Dostluk cemiyetleri, Avrupa Konseyi cemiyeti, Yılmaz Öztuna'nın üye, kurucu olduğu veya bulunduğu milli veya milletlerarası kuruluşlar arasındadır.

Uzun yıllar Türkiye Gazetesi başyazarlığı yaptı. 9 Şubat 2012 tarihinde Ankara'da vefat etti.

 

Güzel Yazılarından Birisi

 

İMPARATORLARIN İSTANBUL TARİFİ: KÂİNAT'IN MERKEZİ

18. asır başlarında Çar Büyük Petro, ünlü vasiyetnamesinin 9. bendine şöyle başlar: İstanbula hükmeden, bütün cihâna hükümrân olur.

Üstâdım Yahyâ Kemâl, Türk İstanbul’un oluşmasını şöyle anlatır. (Hâtırât, N.S. Banarlı neşri, s.51): “İstanbul sadece padişahlar ve İstanbullular tarafından bina edilmiş değildir. Vatanın dört bucağından, Konya’dan, Bursa’dan, Edirne’den, Sivas ve Tokat’tan, Erzurum’dan, Üsküb’den, Macaristan’dan, Hicaz’dan, Bağdad’dan, Tunus, Cezâyir, Trablus gibi Mağrib topraklarından; buralara gidip gelen, yahut buralardan gelip İstanbul’da kalan, burada yerleşen nice Müslüman Türkler; kadınları, çocukları, ihtiyarlarıyla; el sanatları, musikileri, halk ve divan şairleri ile; şehir, sokak, ev ve oda mimarileri ile; cami, hamam, kubbe anlayışları ile, hâsılı vatanın ve tarihin her bucağı ile, her asırdan getirdikleri hünerler ve hâtırlalarla bu şehri, hep birden bina etmişlerdir... O kadar ki, İstanbul, bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, hülasası, tecellisi olmuştur... Bu idrâk, beni gün geçtikçe sarmaya ve İstanbul’a bağlamaya başladı... Anladım ki, hakiki vatan ve insanı mes’ûd edecek tek yer bütün vatanın ruhunu teşkil eden bu şehirdir.”

PETRO VE NAPOLYON 

18. asır başlarında Çar Büyük Petro, ünlü vasiyetnamesinin 9. bendine şöyle başlar: “İstanbul’a hükmeden, bütün cihâna hükümrân olur. Bu bir kazıyye-i müsellemedir (kanıtlanmış teorem). Onun için, mümkün olduğu kadar İstanbul’a yaklaşmak gerekir” (Cevdet Paşa, I, 37, 356).
18. asır sonlarında İmparator Napolyon şöyle der:

“İstanbul’a sahip olan dünyaya hükmeder. Arz tek bir devlet olsa idi, taht şehrinin İstanbul olması gerekirdi.” (René Pinon L’Europe et la Joune Turquie, Paris 1911, s.476-7).

Hammer tarihini Almanca’dan Fransızca’ya çeviren Joseph Heller, 19. asır başlarında şöyle yazar:

“İstanbul dünyanın gerçek başkentidir (capitale du monde). Coğrafya konumu bakımından yeryüzünde rakibi yoktur. Herkes bu hususta aynı fikirdedir.” (Atlas de L’empire Ottoman, 53b, 55b).

İKİNCİ FİLİP VE LAMARTİN

Kaanûnî Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da yıllarca kaldıktan sonra kralı İkinci Felipe’ye etraflı bir rapor sunan İspanyol gezgini Pedro (s.178, 182):

“Yeryüzünde İstanbul kadar uygun bir yere kurulmuş şehir yoktur” diye yazar.

1785’te Baron de Tott (I, 3) aynı fikirdedir:

“Dünyanın başkenti olarak tercih edilecek en müsait şehir İstanbul’dur, âdetâ kâinâtın merkezidir, çok önemli deniz ticaret limanıdır.” 

Geçmişin politikacıları gibi san’atkârları da aynı şeyleri söyler. Büyük şair Alphonse de Lamartine, Voyage en Orient adlı gezi kitabında şunları yazar:

“İstanbul biricik ve kıyas kabûl etmez şehirdir (la ville unique et incomperable). Manzarasının güzelliğini hiçbir fırça ve kalem lâyıkıyle tasvir edemez.”

 1804’te büyük Ermeni coğrafyacısı İnciciyan, eserine şu hükümlerle girer (s.3):

“Eski ve yeni bütün yazarlar, İstanbul’un dünyanın en seçkin yerinde bulunduğunu bildirmişlerdir.” 

Kaanûnî devrinde şehrimizi gören P. Gyllius:

“Dünyanın her şehri ortadan kalkabilir, coğrafya konumu bakımından İstanbul ise insanlar var oldukça devam edecektir” der. Ünlü İspanyol generali Miranda’nın 1786’da İstanbul’a gemiyle girerken dili tutulur (s.26, 45-6, 53, 60):

“Manzarasının olağanüstülüğü hakkında bir fikir vermem bile mümkün değil” diye yazar.

“Tabiatla iç içe girmiş çok uyumlu bir mimari, gözlerimi kamaştırdı”.

 

MOLTKE VE LAYARD

Alman feldmareşali von Moltke 1835’te “çevremizi saran büyüyü nasıl anlatsam” diyerek aczini belirtir,

“göklere tırmanan minareler, sayısız kurşun kubbeler, hayran olunacak bir zevkle tabiatın içine yerleştirilmiş” diye devam eder.

Avusturya-Macaristan’ın İstanbul büyükelçisi Baron Anton von Prokesh-Osten’in hükmü kesindir:

“İstanbul yeryüzünün en güzel şehridir” (Konstantinopel ist die sehönste stadt der Welt) (Aus dem Orient, Stuttgart 1836, II, 498).

İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Sir Henry Layard 13 Eylül 1839’da şehri ilk gördüğü zaman duygularını şöyle belirtir:

“İnsan muhayyilesi, hayalinde ancak İstanbul kadar güzel bir şehir tahayyül edebilir” (Gordon Waterfield, Layard of Nineveh, Londra 1963, s.29).

 

HANIMEFENDİLER NE DİYOR?

Fransız baronesi D. de Fontmagne 1856’da şöyle yazar (s.33-4, 50):

“Dünyada hiçbir şehir İstanbul kadar güzel olamaz. Yalılar, köşkler, konaklar, bahçeler, minareler, kubbeler, saraylar şehri ki Asya ile Avrupa’nın uyumlu estetiğini, güzelliği karşısında insanın dili tutulacak derecede ahenkle yansıtıyor.”

1893’te milletvekili eşi ile İstanbul’a gelen İngiliz Mrs. Max Müller şöyle der:

“Doğu ile Batı’yı çok iyi birleştirmiş insana hayat ve yaşama sevinci, neş’e ve canlı bir güzellik duygusu veren emsalsiz bir şehir...”.

26 yıl (1881-1907) İstanbul’da kalan diğer bir İngiliz hanımı, Lady Dorina Neave 1933’te Londra’da basılan hâtıralarında aynı duyguları terennüm eder:

“Daha muhteşem bir manzara yeryüzünde mevcut değildir. Haşmetlü kubbeleri, birbirinden güzel sayfiyeleri ile İstanbul, dünya şehirlerinin kraliçesidir.”

Bu yazımı, Yüksek Ekselansları Fransa Cumhurbaşkanı Mösyö Nicolas Sarkozy’ye ithâf ediyorum. 


Kaynak:

Yılmaz Öztuna, Tarihçi Gözüyle, 2010, İstanbul, s.164-166

(12 Ekim 2010) Türkiye

İSLAM’IN DEVLET VE HALİFELİK İMTİHANI

“Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümü, genç İslâm cemaatini idarî bir krizin içine girmişti. Peygamber, halefinin tayini hususunda bir karar vermemiş, ayrıca kritik bir geçici devrede otoriteyi sağlayacak kabile meclisi şeklinde bir meclis de kurmamıştı. Sadece Allah'ın buyruğunu izah etmekle yükümlü olan Hz. Muhammed, sağlığında nasıl bir arkadaşını bu işe tayin eder yahut bir halef gösterebilirdi. Şîî ananesi daha sonraları, Peygamber'in, amcası oğlu ve kızı Fatıma'nın kocası Ali'yi halef tayin ettiğini iddia eder ki, bu asla doğru değildir.

MEŞRU HALEF TAYİN ETME FİKRİ BU DEVİRDE ARAPLAR'A YABANCI İDİ. Eğer Hz. Muhammed'in bir oğlu dahi olsaydı olayların gelişmesi bundan farklı olmayacaktı. Hz. Musa misâli de bu hususu desteklemektedir. Şeyhin aynı aileden seçilmiş olması mecburiyetinin de pek az tesiri olmuş gibi görünmektedir. Birden fazla kadınla evlenmenin mevcut olduğu böyle bir cemiyette damat Ali'nin veya kayınpeder Ebû Bekr'in hak iddialarının da pek az ağırlığı olabilirdi. Araplar sadece kendilerine yol gösterecek yeni kabile şefinin seçimi âdetine sahiptiler. Medineliler Hazrec kabilesinden birisini seçmek isteyerek İslâmiyeti tam manasıyla hazmedemediklerini gösterdiler.

Buhran Ebû Bekr, Ömer ve Ebû Ubeyde'nin kararlı tutum ve hareketleriyle atlatıldı. Bu üçü bir çeşit hükümet darbesi ile Ebû Bekr'i Peygamber'in tek halefi olarak İslâm cemaatine kabul ettirdiler. Ertesi gün Mekkeliler ve Ensar bir emri vaki karşısında kaldıklarını görerek istemeye istemeye durumu olduğu gibi kabul ettiler. Ebû Bekr «halife» yahut «Peygamber'in vekili» unvanını aldı. Onun halife seçilmesi büyük tarihî müessese olan halifeliği başlattı. Seçmenler bu müessesenin daha sonraki fonksiyonu ve geçireceği değişmeler hakkında bir fikir sahibi değildi. Onun seçilmesinde yegâne şart, Peygamberin mirasını dokunulmadan korumak idi.

Başlangıçtan itibaren Ebû Bekr otoritesini birçok önemli konuda Arap kabile şeflerinden farklı olarak kullandı. Yalnız cemaatin değil, bütün bir bölgenin yürütme yetkisini ve bir orduyu elinde bulunduruyordu. Hilâfete geçtikten sonra ortaya çıkan durum siyasî ve askerî bir hareketi gerektirdiğinden Ebû Bekr zamanla halifelik müessesesinin önemli bir rüknü olan siyasî ve askerî otoriteyi benimsedi, iki yıl sonra ansızın vefatında, her hususta zaten büyük yardımcısı olan Ömer, ciddî bir muhalefetle karşılaşmaksızın onun yerine geçti. Yeni rejim her şeyden önce kabileler arasında ortaya çıkan ve Ridde adıyla bilinen hareketi önlemek zorunda kaldı. Bu tabir dinden dönmeyi ifâde ediyor ve tarihçilerin, dinî önemi sebebiyle mübalâğalı bir şekilde anlattıkları olayların başka bir şekilde ortaya çıkışını gösteriyor. Kabilelerin Ebû Bekr'in halifeliğini kabul etmek istememeleri onların putperestliğe dönüşü değil, fakat anlaşma yapmış taraflardan birinin ölümü ile daha önce yapılmış siyasî bir anlaşmanın otomatik olarak yürürlükten kalkması idi. Medine'ye çok yakın olan kabileler müslümanlığı kabul etmişlerdi; onların ümmet ile öyle ortak menfaatleri vardı ki, ayrı tarihleri yazılmamıştı. Hz. Muhammed'in ölümü, uzaktaki kabileleri Medine'ye bağlayan bağları kopardı; hareket hürriyetlerini tekrar elde ettiler ve katılmadıkları Ebû Bekr'in halife seçilmesiyle kendilerini bağlı hissetmeyerek Medine ile olan anlaşmayı feshederek vergiyi ödemekten vazgeçtiler. Medine'nin hâkimiyetini yeniden kurmak için Ebû Bekr yeni anlaşmalar yapmak zorunda kaldı. Komşu kabileler bu anlaşmaları kabul ettikleri halde uzaktakiler buna yanaşmadılar. Ebû Bekr Medine'den ayrılmış kabileleri tekrar hâkimiyeti altına almak için kuvvete başvurmak zorunda kaldı.

Ridde harpleri, yeniden İslâm'a döndürme şeklinde başladı ve Arabistan'ın sınırlarını aşan bir fetih hareketi halini aldı. Arabistan'ın itaat altına alınmasıyla Irak, Suriye ve Mısır'a komşu bölgelerdeki fetihler hemen hemen aynı zamana rastlar. Eğer kuzeydeki fetihler yarımadanın ekonomik meselelerine çekici bir hal tarzı getirmemiş olsaydı, Arap kabileleri asla itaat altına alınamazlardı. Kuzeye yapılan ilk akınlar fetihten daha çok maddî menfaatlere dayanıyordu; fetihler ancak düşmanın zayıf olduğu anlaşılınca başladı. Başlangıçta Medine'nin hâkimiyeti zayıftı ve umumî bir idarî sistemle sınırlanıyordu. Bölgeler arasındaki ulaşım ve haberleşmenin güçlüğü Medine'yi, vali ve askerî şefleri kendi bölgelerinde serbest bırakmaya mecbur ediyordu.

Bu fetihlerde birinci plânda rol oynayanlardan birisi olan Ebû Bekr'in başkumandanı Hâlid b. Velîd, Hz. Muhammed'in ölümündeki durumu yeniden kurmak için harekete geçti; bundan sonra da fetih hareketi başladı. İslâm fetihlerinin gerçek başlangıcı 633 yılında Doğu Necid'de yapılan Akraba savaşıdır. Bu savaşta müslümanların zaferi, Araplar'a Medine hükümetinin kudretli olduğunu ve onun hâkimiyetini tanımanın yerinde olacağını isbat ediyordu. Bundan sonra bir seri askerî seferler bütün istikametlere yayıldı.

Medine ile Suriye arasında yerleşmiş ve hıristiyanlaşmış bazı Arap kabileleri çölden gelecek bir saldırıya karşı savunma hattı meydana getiriyorlardı. Heraklios'un,

Bizans imparatorluğunun bu kabilelere yaptığı yardımı kesmesi muhtemelen onların müstevlilerle birleşmelerine zemin hazırlamıştır. 633 yılında Ebû Bekr, Suriye seferi için gönüllülerin gelmesini ilân etti; Suriye ve Filistin'e birkaç müstakil birlik gönderdi. Ertesi yıl Araplar küçük bir Bizans birliğini yendiler ve güney Filistin'de bazı önemsiz akınlar yaptılar. Heraklios'un yeni bir orduyu harekete geçirdiği sırada Medine'den yardımcı kuvvetlerin gönderilmesi için çöle çekildiler. Irak'tan hareket eden Hâlid b. Velîd Fırat boyunu takip ederek Palmir'den geçerek ansızın çıkageldi. 634 Nisan'ında Dımaşk'a girdi. Şehri yağmaladıktan sonra güneyde bulunan diğer birliklerle buluşmak için geri çekildi. Bu sırada Bizanslılar Kudüs'e yaklaşıyorlardı, fakat Ecnâdîn'de toplanmış olan müslüman kuvvetleri tarafından mağlûp edildiler. Bizans'ın kesin mağlûbiyetinden ve altı aylık bir kuşatmadan sonra Araplar Dımaşk'ı zaptettiler. Hâlid kuzeye doğru ilerlerken diğer kuvvetler Filistin'e yayıldılar. Heraklios bu sırada çoğunluğunu Ermeniler ve hâkimiyeti altındaki Araplar'dan toplanmış bir süvari birliğinin teşkil ettiği kuvvetli bir orduyla harekete geçti. Bu üstün kuvvet karşısında Araplar Dımaşk'tan geri çekilerek Yermuk nehri sahilinde toplandılar. Yermuk'ta Temmuz 636 tarihinde Bizans'ı hezimete uğrattılar ve iki önemli müstahkem mevki olan Cesarea ile Kudüs dışında bütün Suriye ve Filistin'i fethettiler. Suriye fethedilir edilmez Hâlid başkumandanlıktan alınarak yerine Ebû Ubeyde getirildi. 637 yılında Halife Ömer Suriye'yi ziyaret ederek kurulmasını istediği İslâmî idarenin anahatlarını tesbit etti.

Irak'a akın yapma teklifi sınır bölgelerinde oturan Arap kabile şeflerinden gelmiştir. Güneyde müslümanlar ve kuzeyde iranlılar arasında sıkışık bir durumda kalmış olan sınırdaki Arap kabileleri bu durumdan kurtulma yolunu müslümanlığı kabul etmek ve Sasanî topraklarına karşı taarruzda bu yeni güçle birleşmekte buluyorlardı. Hâlid 633 yılında küçük ve o bölge halkından toplanmış bir kuvvet ile Hîre üzerine yürüdü. Bu kesin başarı Araplar'ı yeni teşebbüslere şevketti; 634'te Köprü savaşında kesin bir hezimete uğramalariyle durakladılar. Sasanî hükümdarı III. Yezdecird kumandası altındaki Sasanî kuvvetleri Araplar'a karşı bir taarruz için kısa zamanda teşkilatlandılar. 637 yılı yazında 20.000 Iran askeri sayıca kendilerinden az bir kuvvete Kadisîye'de yenildiler. Muzaffer müslümanlar iran'ın başşehri olan Medâ'in'i (Ctesiphon) ve arkasından bütün Irak'ı zaptettiler. Alelacele toplanan Iran ordusu Câlûla'da tekrar mağlup edildi. Arap orduları Suriye ve Irak'tan geçerek Elcezîre ile birleşmek ve Münbit Hilâl'in fethini tamamlamak için kuzeye yöneldiler.

Arap geleneğine göre Mısır seferi, halifenin muhalefetine rağmen, Suriye'deki görevinden alınan Amr b. elÂs'ın şiddetli arzusu neticesinde gerçekleşmiştir. Suriye ve Irak'ta olduğu gibi Mısır'da da durum müsaitti. Bizans idaresinden memnun olmayan Koptlar, istilâcılara yardıma hazırdılar. Yemenli süvarilerden meydana gelen 3000 kişilik bir ordunun başında Amr 12 Aralık 639 tarihinde Mısır'ın hudut şehri olan el-Arîş'e vardı ve hiç zorluk çekmeden burasını elegeçirdi. Pelusium'u (bugünkü Faramâ) zaptettikten sonra Amr, bugünkü Kahire yakınlarında bulunan Bizans kalesi Babylon üzerine yürüdü. Medine'den 5000 kişilik yardımcı kuvvetin gelmesiyle Amr, 640 Temmuz'unda Bizanslılar'a karşı kolay bir zafer kazandı ve ertesi yıl Babylon kalesi teslim oldu; Bizans'ın elinde yalnız İskenderiye kalmıştı. Bir yıl kadar devam eden kuşatmadan sonra Amr ve İskenderiye patriği, şehirdeki Bizans garnizonunun şehri terketmesi şartıyla anlaştılar. 645 yılında İskenderiye'yi geri almak için deniz yoluyla yapılan Bizans teşebbüsü geçici bir başarı kazandı; ancak ertesi yıl Bizanslılar geri çekilmeğe mecbur oldular.

Birçok eserde nakledilen bir hikâyeye göre Halife Ömer, İskenderiye kütüphanesini, eğer bu kütüphanede bulunan kitapların verdiği bilgi Kur’ân-ı Kerim’de varsa bunlara lüzum olmadığı, Kur'ân'&a. yoksa dine aykırı olacağı düşüncesiyle tahribini emretmiştir. Modern araştırmalar bu haberin tamamen asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Eski tarihçiler, hırıstiyanlar da dâhil bu masal hakkında bir imada bile bulunmazlar; ilk defa XIII. yüzyılda bu olaydan bahsedilmiştir. Zaten büyük Serapeum Kütüphanesi, müslümanlar Mısır'a gelmeden önce iç karışıklıklar sırasında tahrip edilmişti.

Münbit Hilâl'in kuzey ve doğusundaki Arap bulunmayan dağlık bölgelerde müslümanların ilerlemeleri yavaş ve güç oldu. İran yaylasındaki mukavemet yıllarca devam etti. Horasan'ın tamamı ancak Halife Muaviye zamanında (661-680) fethedilebildi. Anadolu'daki zorluklar başa çıkılır durumda değildi ve Toroslar müslümanların en kuzey sınırını teşkil ediyordu.

Büyük fetihler sırasında Araplar'ın stratejisi, çölün avantajını kullanma esasına dayanıyordu. Modern imparatorlukların denizi kullanmaları ile bu Arap stratejisi arasında bir benzerlik görülmektedir. Araplar, düşmanlarının asla nüfuz edemedikleri çölü iyi tanıyorlardı. Onlar takviye/ kuvvetleri ve mühimmat için çölü bir haberleşme vasıtası ve tehlike anında da bir sığınak olarak kullanıyorlardı. Onların fethedilen bölgelerde ordugâhlarını çöl hududunda, fakat ekilebilir arazide kurmaları bir tesadüf değildir. Fethedilen bölgelerde Araplar esas unsuru meydana getiriyorlardı. Mevcut olan şehirleri, meselâ Dımaşk gibi kullanıyorlar ve uygun buldukları takdirde yerleşiyorlardı. Aksi halde Irak'ta Küfe ve Basra, Mısır'da Fustat, Tunus'ta Kayrevân gibi yeni şehirler tesis ettiler. Araplar buralarda askerî ordugâhlar kurdular ve Emevîler devrinde bu şehirleri idarelerinin başlıca merkezleri haline getirdiler. İslâm tarihinde Emsâr (Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar) adı altında bilinen bu ordugâh şehirleri fethedilen ülkelerde Arap tesirinin yayılmasında ve yerleşmesinde hayatî bir rol oynamıştır. Eyaletlerde azınlıkta olan Araplar Emsâr'da çoğunlukta idiler. Buralarda çoğunlukla arapça konuşuluyordu. Emsâr, civar bölgelerin ziraî mahsûllerinin aktığı bir pazar yeri rolünü oynuyordu, diğer taraftan Araplar, komşu ülkelere buralardan yayılıyorlardı. Kısa zaman sonra bu ordugâh şehirlerinin çevresinde, hâkim Arap idareci sınıfın ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkarlar, tüccarlar, memurlar ve işçilerin kurdukları mahalleler meydana gelecektir. Köylü halkın Emsâr'a akını, müslüman olmayanlara yüklenen vergilerin artması ve tarım ürünlerinin fiatının düşmesi neticesinde hızlandı. Tarım ürünlerinin fiatlarının düşmesine, gelirin geniş ölçüde askerler arasında dağıtılması sebep olabilir.

Büyük fetihler başlangıçta İslâm'ın değil, Arabistan'da nüfusun fazlalığı sebebiyle komşu memleketlerde buna bir çözüm aramaya itilen Arap milletinin yayılması idi. Bir dizi göçler Sâmîler'i Mümbit Hilâl'e ve bunun daha ötesindeki çeşitli fethedilmiş bölgelere doğru şevketti. Araplar'ın yayılması, ilk bakışta görüldüğü gibi ansızın olmuş değildir. Araplar'ı yarımadalarında tutan ve onların kitleler halinde dışarıya gitmelerine engel olan manianın kuvvetli olduğu zamanlarda bile nüfusun fazlası komşu ülkelere muntazaman gidebiliyordu. Bu durum bilhassa VI. ve VII. yüzyıllarda Fırat havzasında, Filistin'de ve güneydoğu Suriye'de açıkça görülür. Meselâ iki Bizans şehri olan Bosra ve Gazza'da, hattâ fetihten önce bile mühim miktarda Arap nüfusu bulunuyordu. Hiç şüphesiz fâtihler kendilerine yakın memleketlerde çok sayıda yerleşmiş ırkdaşlarını buldular.

İlk tarihçilerin, fetihlerde dinin rolünün daha kuvvetli olduğunu belirtmelerine rağmen modern araştırıcılar buna daha az yer verirler. Dinin önemi, disipline alışmamış ve heyecanlı, ikna edilmeğe hazır fakat kumanda edilmeğe asla razı olmayan bir kavimde meydana getirdiği geçici psikolojik değişmede kendini gösterir. Din onları kendine güvenebilir ve kontrol edebilir bir hale getirdi. Fetihler boyunca başarısından dolayı din, Arap birliğinin sembolü oldu. Fetihlerin itici gücü dinî olmaktan ziyade dünyevî idi. Sayıları oldukça az olan buna karşılık büyük bir heyecanla mücadeleye atılan gerçek müminlerin, Arap imparatorluğunun meydana çıkmasında büyük rolleri olmamıştır.

Muahhar Arap tarihçileri Halife Ömer'in yeni devlette kurduğu idarî sistem hakkında geniş bilgi vermektedirler. Bununla beraber modern tenkit ve bilhassa İslâm'ın ilk devrinden bize intikal etmiş birçok idarî vesika bu bilgilerin çok geç bir devrin şartları içinde sonradan verilmiş umumî bilgiler olduğunu göstermektedir. Bununla beraber (ilk halifeler bu konuda pratik düşüncelerle hareket ettiler. Onlar ne vazife ve kavramları belirtmek ne de prensipler ortaya koymak ihtiyacını duymuyorlardı. Aldıkları tedbirlerin araştırılması, basit olaylar üzerine dayandırılmalıdır. Onların sistemi fethedilmiş ülkelerin halklarının değil, fetihler sonunda ortaya çıkmış olan Müslüman-Arap aristokrasisinin menfaatleri ekseni etrafında kurulmuştu. Bu sistem geniş ölçüde askerî şeflerin ve idarecilerin davranışları ile teşekkül etmiştir. Araplar başlangıçta Iran ve Bizans'ın idarî teşkilâtını memurları ve hattâ paraları ile devam ettirmişlerdir. Kısa süre sonra 640'ta yeni tedbirlerin alınması lüzumunu hisseden Ömer, yeni bir sistem benimsedi ki, bunun sayesinde bütün imparatorluk müslüman cemaatinin ve bizzat halifenin idaresi altına geçti. Fethedilmiş bölgelerin çok farklı kanunları ve örfleri vardı. Araplar bu bölgelerdeki sistemi kabul ettiklerinde imparatorluk dâhilinde tek bir sistem yoktu. Suriye ve Mısır'ın şartlı teslim olması Halife Ömer'i mahallî âdetlere hürmet etmeğe zorlamıştır. Kılıç kuvveti ve şartsız zaptedilmiş olan Irak'ta buna karşılık çok geniş bir hareket hürriyeti vardı.

Müslümanlar, ancak devletin arazisini ve rejimin düşmanlarının topraklarını müsadere ediyorlar, yeni rejimi tanıyan mülk sahiplerine muayyen vergiler karşılığında mülklerini ömür boyunca ve serbest olarak kullanma ve muhafaza etme hakkını tanıyorlardı. Müsadere edilen topraklar devlet tarafından sicile geçiriliyor ve idare ediliyordu. Araplar Arabistan'ın dışında toprak satın alabiliyorlardı. Devlet mallarının çoğu Katı'a (çoğulu Katâ'i) adı verilen bir nevi kiralama şekliyle alınmıştı. Hükümet tarafından verilen bu araziler işlenmiş yahut «ölü» denilen topraklardı ve son durumda kiralama vergiden muaftı. Bu gibi imtiyazların pek azı Ömer, çoğu ise daha sonraki halifeler tarafından verilmişti. Arabistan'dan çıkmış olan müslüman arazi sahipleri arazi vergisi ödemeğe mecbur değillerdi, fakat bazı ihtilâflardan sonra öşr adı verilen daha az vergi veriyorlardı. Müslümanlara tarhedilen küçük dinî vergi bir tarafa bırakılırsa, bütün vergiler Cizye ve Haraç dahil imparatorluğun tebası olan gayrı müslim halka yüklenmişti. Daha sonra bu tabirler müslüman olmayanlar tarafından ödenen baş ve arazi vergisi olarak ayrı alanlarda kullanıldılar. İlk halifeler devrinde Cizye bir nevi arazi vergisi anlamını ifade ederken Haraç herhangi bir vergi, bilhassa Araplar'm her bölgeden alabildikleri toptan ve kollektif vergi manasına geliyordu. Bizanslı memurlar ve diğerleri eski sisteme göre parayı toplamak için yerlerinde bırakıldılar.

Fâtihler, fethettikleri bölgelerin sâkinlerinin dinî ve içişlerine karışmıyorlardı. Bunlar, müsamaha edilen dinlerin sâlikleri manasına gelen Zımmî statüsünde idiler. İdarenin Bizans'tan Arab'a geçmesi, bölge halkları tarafından genellikle sevinçle karşılanmıştır. Fethedilmiş bölgelerin halkı yeni idareyi, vergiler ve diğer hususlar bakımından eskisinden daha insaflı buluyordu. Suriye ve Mısır'ın hırıstiyan halkı bile ortodoks Bizans'a karşı İslâm hâkimiyetini arzu ediyordu. İslâm'ın ilk devrine âit anlaşılması güç bir Yahudi vesikasında bir melek bir münzevîye şöyle seslenmekteydi: «Korkma, Ben Yohây; Yaratıcı, ona şükürler olsun, sırf seni bu kötülüklerden (yâni Bizans'tan) kurtarmak için İsmail kırallığını gönderdi. Allah, ona şükürler olsun, onların yeniden yerleşebilecekleri bir toprak fethetmek için kendi iradesine göre bir peygamber gönderecek». Bu sözler daha sonraki devirde yaşamış Suriyeli bir hırıstiyan tarihçinin sözleri ile mukayese edilebilir : «Bunun için Allah bizi Romalılar'ın elinden Araplar vasıtasıyla kurtardı. Romalılar'ın intikam ve zulmünden kurtulmakla oldukça rahata kavuştuk». Fethedilmiş ülkelerin halkı yeni rejimi kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda bazı durumlarda onun yerleşmesine yardımcı bile oldu. Filistin'de Samaritenler müslümanlara o kadar çok yardım ettiler ki, Araplar onları belli bir zaman için vergiden muaf tuttular; tarihler sık sık Yahudi ve hırıstiyan yardımından bahsederler.

İslâm'ın Arap milliyetçiliği ile aynîleştirilmesi bizzat Araplar'ın yeni müminlere karşı davranışlarında açıkça görülür. Arap olmayanların müslüman olmaları fikri o kadar beklenmeyen bir şeydi ki, mühtediler, Arap kabilelerinden birinin mevlâsı olmakla ancak mümin olmuş kabul ediliyorlardı. Nazariyatta Mevâli Araplar ile eşit haklara sahipti ve bazı vergilerden muaftı, fakat tatbikatta Araplar onlara karşı üstün ve küçümser bir tavır takınıyorlar ve onları uzun müddet İslâm'ın maddî menfaatlerinden uzak tutuyorlardı. Bunlardan en önemlisi, Arap savaşçıları arasında savaş ganimeti olarak dağıtılmak üzere Halife Ömer tarafından kurulan Dîvân'dan alman ücret ve bağışlardı. Bu sistemin dayandığı fikir, Arap ve müslüman arasındaki aynîlik ve halifeye otoritesini kullanma selâhiyeti veren dinî itibarını korumak idi. Bu iddiaların geçerliliği kaybolduğu zaman onun düşüşü kaçınılmaz oldu.

Halife Ömer 4 Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle tarafından şehit edildi. İslâm'ın bir iç harp tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu farkeden halife, ölürken kendisine halef olabilecek adaylardan meydana gelen Şura yahut seçim komitesi tayin etti. Şura'nın kararları ile ilgili raporlar birbirini tutmaz. Neticede Osman b. Affân halife seçildi. Seçim şaşkınlık yarattı, zîra Osman, Araplar gözünde korkunç bir kusur olan iktidarsızlığı ve korkaklığı ile tanınıyordu. Osman'ın halife olması, yeni dinin menfaatlerini süratle kabul etmiş olan Mekke'nin eski oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görülür. Bu sınıf, Medine'de o zamana kadar hâkim olan kabilelerden nefret ediyordu. Ebû Bekr ve Ömer'in yüksek mevkileri vermek suretiyle (meselâ Ömer'in Muaviye'yi Suriye valisi tayin etmesi) Mekkeliler'i kazanma gayretlerine rağmen onlar memnun olmuyorlar ve hakkın kendilerine geçeceğini ümidederek üstünlüğü yeniden sağlamaya çalışıyorlardı. Muaviye gibi Osman da Mekke'nin ilerigelen ailelerinden Ümeyye ailesine mensuptu. Gerçekten Osman Hz. Muhammed'in ilk sahabeleri arasında bu asillerden tek kişi idi ve aday olabilecek itibara sahipti. Osman'ın seçilmesi Emevîler'in zaferi ve onlar için bir fırsat oldu; bu fırsat değerlendirildi. Osman kısa süre sonra imparatorluğun yüksek mevkilerini elde etmeğe çalışan ailesinin ileri gelenlerinin tesiri altına girdi ve birbiri arkasından devletin yüksek memuriyetleri bu aile mensuplarına verildi.

Osman'ın idarî zaafı ve akrabalarını kayırması sınırlardaki askerler arasında bir müddetten beri devam eden huzursuzluğu ortaya çıkardı. İslâmî gelenek, halifeliği sırasında ortaya çıkan huzursuzlukları Osman'ın şahsî kusurlarına bağlar. Aslında sebepler çok çeşitli ve derindir. Osman'ın hatası bu sebepleri bilmemesi ve zamanında tedbir almaması idi. Fetihler Hz. Ömer'in vefatından sonra durakladı. Arapların göçleri hemen hemen tamamlanmıştı; bunlar fethedilen eyaletlere yerleşmişler ve nüfus fazlalığının verdiği kuvvet bir anda tükenmiş oluyordu. Araplar bir defa daha yeni engellerle karşılaştılar: Doğuda İran'ın düşman halkı ve yüksek yaylası, kuzeyde Anadolu ve batıda deniz; bunların neticesinde güçleşen fetihler. Fetihlerin durması, kabilelere şimdiye kadar meşgul olamadıkları meselelerini derin derin düşünme imkânı vermiştir. Bedevîliğin merkezî idareye karşı olan tutumu idarenin zayıflamasına ve umumî bir patlamaya sebebiyet verdi. Muhalif unsurlar, Ömer'in halifeliği sırasında varlığını hissettirmeğe başlamış ve muhtemelen onun ölümüne zemin hazırlamıştır. Osman'ın zayıf idaresinde muhalefet açıkça kendini gösterdi. İsyan ne dinî, ne de şahsî olup asıl sebep bedevîliğin merkezî idareye karşı çıkması idi. Bu Ömer'in devletine değil, sadece devletin otoritesine karşı gelmekti. Onların bedevîlikten gelen anlayışlarına göre itaat bir şahsa kendi arzularıyla boyun eğmekti. Osman bu duyguyu veremediğinden Bedeviler daha önce kendi istekleriyle itaat arz ettikleri halde şimdi bundan vazgeçmekte kendilerini serbest hissediyorlardı.

Her ne kadar Osman'a karşı silâhlı hücum Mısır'dan geldi ise de muhalefetin asıl merkezi Medine'de bulunuyordu. Osman'ın hayatına karşı gizliden gizliye faaliyette bulunan elebaşılar arasında iki gayrı memnun Mekkeli, Talha ve Zubeyr, Osman tarafından Mısır valiliğinden alındığı için kızgın olan Amr ve Hz. Muhammed'in dul eşi Ayşe bulunuyordu. Bunlar muhalefetin çekirdeğini teşkil ediyorlardı. Belki de Hz. Osman'ın şahadetine yol açan olaylar içinde bulunmuş olabilirler. Her ne olursa olsun Amr ve Ayşe bu olaya katılmadıklarını isbat ettiler.

Bu kritik zamanda Amr B'irü's-seb'a'ya, Ayşe ise Mekke'ye gitmişlerdi. Bu hâdisede Ali'nin bir şeye karışıp karışmadığı açık değil. Daha önce üç defa ayağı kaydırılan halife namzedi Ali'nin bu cinayetle doğrudan doğruya bir alakası olduğu düşünülemez, fakat onun Osman'ın şehadetine mâni olamayışı ve bu hâdisede ağırlığını hissettirememesi, daha sonra düşmanlarının eline tesirli bir silah vermiştir.

17 Haziran 656 tarihinde memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Medine'ye gelmiş olan Mısır ordusunun serkeşleri, halifenin evine girdiler ve onu ağır bir şekilde yaraladılar. Bu öldürme olayı İslâm tarihinde bir dönüm noktasıdır. Âsi müslümanlar tarafından halifenin katli önce üzüntü yarattı ve İslâm'da birliğin, garantisi olan halifeliğin dinî itibarını zayıflattı. Bundan sonra hükümet ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyâsî ve iktisadî olup her ikisi de fazla fayda sağlamamıştır.

Ali'nin halifeliği Medine'de hemen hemen derhal kabul edildi. Fakat Osman'ın düşmanlarından bazıları, doğrudan doğruya suçlu olmamakla beraber hilâfete geçmesini, bir halifenin katline borçlu olan birisinin halifeliğini tanımak hususunda titiz davranıyorlardı. Osman'ı sevmeyen diğerleri yeni halifeyi tanımak istemiyorlardı. Suçluların cezalandırılmasını isteyen Osman taraftarı bir parti teşekkül etti. Bu çaresizlikler karşısında Ali birçok yeni düşman kazandı; bilhassa selefinin tayin ettiği adamları vazifelerinden azletmek, gelişmeleri daha da aleyhine çevirdi. Muhalefet, Mekke'ye çekilen ve orada Osman'ın katlinin intikamının alınmasını istiyen, aynı zamanda önceki olaylarda kendi tutumlarını unutan Ayşe, Talha ve Zubeyr etrafında toplanıyordu. Bunlar Ali'ye karşı birlikler topladılar ve sonunda mahallî destek bulmayı ümit ettikleri Basra'ya celaldiler.

Hz. Ali Ekim 656 tarihinde ordusunun başında Medine'den hareket etti. Bu hâdise iki bakımdan önemlidir:

Birincisi, İslâm imparatorluğunun merkezi olarak Medine'nin sonunu işaret etmesi (zira hiçbir halife artık orada oturmayacaktır), ikincisi ise ilk defa bir halifenin, müslüman bir orduyu yine müslüman bir orduya karşı sevketmesi idi.

Ali ve ordusu Küfe'ye vardı ve orada şehrin tarafsız valisi Ebû Musa ile görüşmelerden sonra halkın tezahüratı arasında şehre girdi. Buradan Basra üzerine yürüyerek Cemel savaşında Ayşe, Talha ve Zubeyr'in ordusunu bozguna uğrattı. Bu savaşa «Cemel» adının verilmesi, çarpışmaların, müminlerin annesi Ayşe'nin bindiği devenin etrafında cereyan etmesinden ileri gelmektedir. Talha ve Zubeyr savaşta öldüler, Hz. Ayşe ise Mekke'ye geri gönderildi.

Basra'nın kısa süren işgalinden sonra bu şehrin halkının sevgisini kazanmaya muvaffak olamayan Ali Kûfe'ye döndü ve orasını kendisine merkez yaptı. Suriye hariç bütün İslâm imparatorluğunun hâkimi olmasına rağmen taraftarlarının arasında devam eden serkeşlik ve kabilevî anlaşmazlıklar sebebiyle durumu hiç de iyi değildi. Dindarlar ile din adamları arasındaki anlaşmazlıklar onun kudretini tehlikeye atıyordu. Muaviye, Suriye'de çok kuvvetli bir vaziyette idi. Merkezî bir idarenin başında, itaatkâr ve birlik içinde bulunan bir eyalette hüküm sürüyordu. Bizans'a karşı yapılan gazalar esnasında askerî sanatı ve disiplini benimsemiş mükemmel bir orduya sahipti. Moral bakımından da Muaviye'nin durumu çok sağlamdı. Hak ve selahiyetleri de fazlaydı, zîra bu vazifeye Hz. Ömer tarafından tayin edilmiş ve herkesin kabul ettiği son halife Osman da onu yerinde tutmuştu. Amcası Osman'ın intikamını almayı isteyerek Kur’ân'da bile teyid edilen Arap geleneğine göre hareket etti. Ali ve rakipleri arasındaki mücadelede tarafsız bir tutum takip etmiştir. Şimdilik halifelik makamı için hak iddia etmiyor, fakat adalet istiyordu ve halifenin katli meselesinde Ali'yi itham ederek kurnazca onun hak ve selahiyetlerine şüphe düşürüyordu. Muaviye bu hususta yalnız Amr b. El-Âs'a değil aynı zamanda Suriye'nin düzenli birliklerine de güveniyordu.

Muaviye, Ali'nin kendi yerine gönderdiği valiyi kabul etmemekle açıkça ona karşı şıktı. Harekete geçmek zorunda kalan Ali bir orduyla beraber Suriye üzerine yürüdü ve Mayıs 657'de Sıffîn yakınlarında Suriye birlikleriyle karşılaştı. Her zaman olduğu gibi bir netice elde edilemeyen görüşmeleri ki, bu görüşmelerde Muaviye Osman'ın katillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılmasını ve muhtemelen de onun halifelikten çekilerek yeni halifeyi seçmek için bir şura teşkilini istemişti, savaş takip etti. 26 Temmuz'da Ali'nin birlikleri zafer kazandılar. Mağlup olan Suriyeliler tam zamanında Kurbân sayfalarını mızraklarının uçlarına takarak «bu hususta Allah karar versin» diye bağırarak yeni bir çareye başvurdular. Kur,ân}ın hakem olması hususunda yapılan çağrı, sadece Osman'ın katli meselesinde geçerli olabilirdi. Çünkü Kur'ân'da, halifelik meselesinden doğan bir ihtilâfa çözüm yolu bulabileceklerini ümit etmiş olamazlardı. Ali, bunda bir hile olduğunu açıkça gördü, fakat onun taraftarları arasındaki dindar şurup Ali'yi ateşkesi kabule zorladı. Her iki taraf da hakem seçme hususunda anlaştılar ve kumandanlar, varılacak kararı kabul edeceklerini ilân ettiler. Muaviye kendisini temsile kurnaz görüşmeci ve davaya sadık Amr'ı tayin etti. Ali'nin taraftarları hakemin vazifelerini farklı bir şekilde yorumladıklarından halifeyi tarafsız olan Ebû Musa'yı hakem olarak kabule mecbur ettiler. Muaviye daha başlangıçta üstünlüğü ele geçirmişti, zîra Ali böylelikle bir halife değil, hilâfet makamında iddia sahibi bir kimse durumuna düşüyordu. Hakeme başvurma keyfiyeti Ali'nin önüne kısa zaman sonra yeni güçlükler çıkardı. Taraftarlarından büyük bir gurup bu hareketten memnun olmayarak isyan ettiler ve zor kullanılarak isyanları kanlı bir şekilde bastırıldı. Havâric (Haricîler) adı altında bilinen bu grup mensupları İslâm tarihinde sık sık isyan edeceklerdir.

Hakemler Ocak 659 tarihinde Ezruh'ta buluştular. İslâm kaynaklarının bu hususta verdikleri bilgiler açık değildir, fakat şu husus kesindir: Onların verdikleri karar Ali'nin aleyhine idi ve onun da halifelikten çekilmesine yol açabilecek bir hüküm taşıyordu. Ali bu kararı kabul etmedi; böylelikle Haricîler meselesi ortaya çıktığı gibi diğer hususlarda Sıffîn harbinden öncekinden farklı değildi; üstelik taraftarlarının yılgınlık göstermesi onu zayıflatıyordu. Daha sonraki aylarda diğer bir başarısızlığa daha uğradı: Muaviye Mısır eyaletini ele geçirmeğe muvaffak olmuş ve Ali büyük bir zenginlik ve gelir kaynağını kaybetmişti. Meydan muharebesinden çekinen Muaviye, Irak'a karşı akınlar yapıyordu.

Ali'nin son yılındaki olaylar hakkında bilgimiz azdır. Muaviye ile ateşkes anlaşması imzalamış olabileceği gibi yeni bir sefer hazırlığına girişmiş olması da muhtemeldir. Ocak 661 tarihinde İbn Mülcem adında bir haricî tarafından şehit edildi. Oğlu Hasan mücadeleyi terk etti ve bütün haklarını, önce Suriye'de ve kısa süre sonra da bütün İslâm imparatorluğunda halifeliği tanınan Muaviye'ye devretti.

Kaynak:Bernard LEWİS, Tarihte Araplar, trc: Hakkı Dursun YILDIZ, 1979, İstanbul, İst.Edebiyat Fakültesi Yay. 2601, s.56-74

 

Not: Alıntılanan metine dokunulmamıştır.

 

İNSAN VE EMANETİ

 

“İnsan yeryüzünde Allah'ı temsil etmekle görevlendirilmiştir ve bu görev insanın ilahî iradeyi gerçekleştirmesi için bir vasıtadır. İnsan böylece ilerleme ve tekâmülün âmili olmak dolayısıyla ya­ratma eylemine de büyük ölçüde katılmış oluyor. Kur'ân'ın bil­dirdiğine göre, Allah'ın bütün isimlerinin bilinmesi, O'nun yer­yüzündeki temsilcisi olarak insanın aldığı görevin bir gereğidir. Bu bilgi Allah'ın sırrına ermemize yol veren bir anahtardır..." (Erol GÜNGÖR)

Bu sırrın içinde bir sır daha vardır ki, o da EMANET olarak bilinir.

Emanet ne demektir?

Emanet, sözlüklerde emniyet, itimad, mec­buriyet ve mahrem SIR olarak verilir. Bu tanımlamadan giderek, şöyle diyebiliriz: Emanet öyle kıymetli bir eşya, mal veya VARLIKTIR ki, HERHANGİ bir kişiye değil; sadece "EHLİNE" teslim edilir. Ehil kişi, bu emaneti güvenle muhafaza eder ve bunu bir GÖREV olarak kabul eder. Ne zamana kadar?

Geri istenilinceye kadar. Kur'an'da bu ema­net üzerinde anlamlı bir üslûpla durulur.

Anlamlı ve biraz da kinayeli.. Emanet göklere, yerlere ve dağlara teklif edilmiştir. Onlar, bu kadar ağır bir yükü kaldıramamış ve bu görev insan'a tevdî ve teslim edilmiştir. İnsan bu yükü kaldıracak güçte ve yapıdadır.. Ancak, insan ne kadar da çok zalim ve nankördür. Yani insanın bu emanete "hıyanet" etmeye ne kadar da çok eğilimi vardır.

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar emaneti yüklenmekten çekindiler; ona hıyanet etmekten endişe ettiler. İnsan bu emaneti aldı. İnsan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzab/ 72)

Bu emanetin insana teslim edilmesi, onun (her ne kadar bazıları zalim ve cahil oluyorsa da) bu dünyadaki şerefli yerinin tartışılmaz ol­masındandır. Çünkü insan, şerefli, mümtaz ve seçkin bir mevkie sa­hiptir.

"Biz gerçekten insanı şereflendirdik." (İsra/70)

İnsanın şereflendirilmesi, küçümsenecek bir olay değil; aksine üze­rinde ısrarla durulması gereken bir gerçeğin odak noktasıdır. Zira yer­ler ve gökler şereflendirilmiştir denilmiyor, insan şereflendirilmiştir de­niliyor.

İnsanın şerefli yeri, hiç kuşkusuz kendisine verilmiş (tahsis edilmiş) bir yüksek rütbenin ve makamın değerinden ileri gelir. Bu seçkin mer­tebeye ulaşmış olan insanın öz varlığındaki ve benliğindeki erişilmez yetenek ve potansiyel gücünün bilincinde olması lazımdır. Bu bilinçten habersiz; bu şerefli makamın yetki ve sorumluluğunu hiçe sayarak, hay huyla vakit geçirmek, insanın kendi değerini bilmemesi demektir. Bu değer bilmezlik, paha biçilmez derecede kıymetli bir kılıcı pastırma kesmek için kullanmağa benzer. Ya da "yarış atını sütçü beygiri olarak arabaya koşmak" demekle eş anlamlıdır.

Mevlânâ, ünlü eseri Fîhi Mâfîh'de bu örneği çok daha nefis an­latımlarla dile getirir ve insanı bu bilinçsizliğinden ötürü sanki şiddetle uyarır ([1]):

"Sen eğer, "Elimden şu kadar iş geliyor, ama o işi ya­pamıyorum" dersen, bunun hiç bir değeri yoktur. Bu tıpkı şuna benzer: Altından yapılmış bir tencere ile şalgam suyunu ısıtırmısın ? Ya da süslü bir bıçağı, kırık bir kabağı duvara asmak için çivi yerine kullanır mısın? Sonra da "Ben bu bıçağı işe yaramaz halde tutmuyorum, kabak asıyorum" dersen, yazık olmaz mı? Hâlbuki kabağın işi bir paralık demir çivi ile görülür. Yüz dinarlık değerli bir bıçağı böyle bir iş için kullanmak akıl kârı mıdır? Ulu Allah sana pek büyük bir değer vermiştir.

Sen değerinle ve düşüncenle iki âleme de bedelsin. Ama ne yapayım ki, kendi değerini bilmiyorsun. Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir. Eğer kendini cehennem karşılığında satarsan kendine kötülük etmiş olursun, tıpkı o adamın yüz di­narlık bıçağı duvara çakıp, ona bir kabak astığı gibi..."

EMANET'e hıyanetin çok kötü olduğunu ihtar eden Mevlânâ'dan sonra, tasavvufun yine büyük isimlerinden Fahreddin Irakî'nin "Pa­rıltılar" isimli eserinde emanet kavramına çarpıcı bir yorum getiriliyor ([2]):

"Allah'ın EMRİ olan RUH'un melekût (melekler) ve ervah (ruhlar) âleminin mertebe ve derecelerinden geçerek yukarıdan aşağı tenezzülât (tenezzül: iniş) ile nihayet babaların sulb-lerinden (meni), anaların rahminde istikrarını (kararlılığını) ve sonradan bu EMANETİN tekrar geldiği gibi geri dönmesiyle baş­langıçtaki mukaddes mertebeye doğru mi'râcını gös­termektedir. "

"Ruh, Allah'ın EMRİ'dir" hükmü, önemli bir hareket noktası kabul edilmiş ve üzerinde yüzyıllardır ısrarla durulmuştur. Ruh, insan, nefis, hayat, ölüm ... vb. gibi kavramlar alabildiğince genişlemiş ve bazan da eksik yorumlarla "kavram kargaşası" haline getirilmiştir. Hele, "ruh ça­ğırma" ve "ruhlarla temas kurma" gibi aldatıcı avuntular, inanç sö­mürüsü ve falcılık malzemesi olarak hep gündemde tutulmak is­tenmiştir. İslâm verilerine göre, fincanla ya da kim olduğu bilinmeyen birtakım medyumlarla ruh çağırılamaz. Ruhlarla temas ve ilişki ku­rulamaz. Çünkü ruh, doğuş olarak bu âleme ve bu evrene ait bir varlık değildir. Bu dünyaya ait olmayan bir varlığın, bu dünyaya bir "beden elbisesi" giyerek görünmesi, "insan" olmanın en karakteristik özel­liğidir. Bu özellik, onun bu evrene gelmeden önce de var olduğunun en belirgin bir göstergesi sayılır. Buraya kısa bir ziyaret için gelen bir var­lığın, buradaki görevini bitirdikten sonra tekrar eski yerine, ana yur­duna dönmesi, "ölümsüzlüğün" bir başka adıdır. Tıpkı doğumsuzluk gibi...

Bu dünyada doğmayan bir varlığın, bu dünyada ölmesi dü­şünülemeyeceğine göre, ruhun ölümsüzlüğü -yani hep var ve mevcut oluşu- gerçek ve çarpıcı bir sonuç olarak karşımıza çıkar.

Bu sonuca göre, Irakî'nin "Parıltılarında da belirttiği gibi ruh, bu ev­rene, ruhlar ve melekler âleminden derece derece inerek gelmiştir. Yola çıktığı yer, sanal ve soyut kavramların bulunduğu; BİR'liklerle karakterize edilen gece gibi renksiz bir mânâ âlemidir. Geldiği yer ise; ÇOK'luğun egemen olduğu, gündüz gibi renkli ve aydınlık bir cismânî âlemdir. Aydınlığın olması için karanlığın olması şarttır. Çünkü ka­ranlık, mümkünlerin imkânıdır. Çünkü her şey zıddı ile kaimdir. Çünkü her şey çift çifttir.

Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevî'de şöyle sesleniyor: (1. cilt, shf: 198, MEB Yayınları, Çev.: Veled İzbudak, 3. baskı)

"Varlığı EMRİYLE yaratan Allah'ın çevganları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz, Lâmekân (mekânsızlık) âleminde de.

Renksizlik âlemi (mânâ âlemi) renge (vücud âlemi) esir olun­ca, bir Musa öbür Musa (Firavun) ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan, Musa ile Fıravun'un karıştığı âleme erişirsin."

Tıpkı renksiz bir güneş ışığının prizmadan geçince renklere ayrıldığı gibi, Mevlânâ bu mısraları ile vahdetten (bir'likten, tek renkten) kesrete (çoğulculuğa, çok renkliliğe) geçişten sonra Musa (mümin) ile Fi-ravun'un (münkir, inkarcı) savaşa başladıklarını belirtiyor. Mevlânâ ilave ediyor: Denksizlik âleminde hepsi birbirine karışmışlar, hepsi bir­den tek sesle KAALU BELÂ (EVET) demişlerdir.. Mevlânâ, Fîhi Mâfîh'de de şunları anlatıyor (Shf: 10):

"Her şey zıddı ile belli olur. Zıddı olmayan şeyi tartışmak imkânsızdır. Yüce Allah, zıddı olmadığından mutlaktır. Bu mut­lak NUR'un belli olması için KARANLIK olarak bir âlem yarattı. Âlemin yaratılması İSTEĞİNİ Allah, önce RUHLARA vermiştir. Şüphesiz ÂLEM bu yüzden yaratılmıştır."

Mevlânâ aynı eserde devam ediyor (Shf: 123): "Öbür âlem bir deniz gibidir. Bu dünya ise köpüğe benzer. Gerçekten bu âlem çer-çöple dolu bir köpüktür. Fakat bu köpük, dalgaların oynamasından, çal­kalanmasından, kaynamasından bir temizlik, saflık ve güzellik bulur. Ancak bu güzellik onda iğreti bulunuyor. Güzellikler altınla sıvanmış gi­bidir. İnsanlar, yük yük altınlarla gümüşler gibi gösterişli şeylere hırs­lıdırlar.

Mevlânâ, coşku ile anlatıyor:

"Bir insanın türlü türlü yüzlerce arzusu vardır. "Börek isterim, helva isterim, et isterim, meyva isterim" der. Bu söylediği ve saydığı şeylerin aslı bir'dir ve o da açlıktır. Açlık bir tek şeydir. İnsan birinden doyunca, "Bunların hiçbirini istemem" der. O halde anlaşılmış oluyor ki, 10 ve 100 sayıları yoktur, sadece BİR vardır.

Binaenaleyh eğer, maksada bakacak olursak, ikilik kalmaz. İkilik teferruattır, esas birdir.

İki canlı kuşu birbirine bağlarsan, aynı cinsten olmalarına rağ­men kanatları dört tane olduğu halde için uçamazlar. Çünkü iki­lik mevcuttur. Hâlbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira iki­lik kalmamıştır. "Ölmeden önce ölünüz" sözü bu gerçeği açıklar.

Zira onun yanına iki BEN sığmaz. Sen "Ben" diyorsan, O da "BEN" diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki, bu ikilik kalksın. Fakat O'nun ölmesi imkânsızdır. Madem ki O'nun ölümü imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok olması için, O'nun sana tecelli etmesi için sen öl! (her nefis ölümü tadacaktır)" (Fîhi Mâfîh, Shf: 32).

Bütün bu çıplak gerçeklerden sonra, karşımıza çok anlamlı bir kudsî hadis çıkar:

"Ben insanın SIRRIYIM, insan da benim SIRRIMDIR."

Sır, ancak sınırlı sayıda kişiler tarafından bilinen ve açıklanmaması gereken bir emaneti temsil eder. Bu hükme göre, Yüce Yaratıcı, "Ben insanın sırrıyım" derken; "Ben kim olduğumu insana anlatmadım" de­mektedir. Aynı zamanda, "İnsan da benim sırrımdır" derken, "İnsan'a da kim olduğunu söylemedim""Anlayan anlasın ama, emanete de hı­yanet etmesin" demiştir.

Eyvah... Galiba SIR'lar açıklandı!!..[3]


SOMALİ'YE YARDIM ABD'NİN OYUNU MU?

 

ALINTI-
19Ağustos 2011-ANKARA

Somali'ye birden yardım çağrısı yapılıyor. Kampanya sürdürülüyor. Peki ama neden?

Somali'de 1991'den bu yana hükümet kurulamıyor. Batıca tanınan Federal Geçiş Hükümeti, ülkenin küçük bir parçasını yönetiyor

ABD işte sınırlı bölgeye hakim bu hükümete destek için Türkiye'yi açlık görüntüsü altında devreye soktu. Aynen Libyalı-Suriyeli muhalifleri İstanbul'da toplayıp destek verdirmesi gibi.

Somali'ye açlık nedeniyle yardım, ABD'nin işgal planının parçasıdır.

Uzun kıyı şeridi olan Somali'de deniz ton balığı kaynıyor ama açlıktan çocuklar ölüyor. Bazı mezheplerde balık yemek günahl Midye, karides gibi deniz ürünlerine ellerini sürmüyorlar.

1839'larda sömürgeleşmeye başlayan Somali, 19601ı yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan işgalinden kurtulduğunu sanırken asıl çırpınışa o yıllarda başlar.

Ocak 1991 de; Somali'de, iç savaş çıkar.

İç savaş ve aynı döneme denk gelen kuraklık: ülkede büyük bir açlık facia doğurur. Kasım 1991 de; ABD, Somali'ye 30 bin asker gönderme kararı alır. 4 Aralık 1992 de; BM Güvenlik Konseyince UNOSOM I adlı görev kuvveti oluşturulur. Operasyona Umut Operasyonu ismi verilir.

8 Aralık 1992 de; Türkiye, BM kararı gereği, Somali'ye 320 kişilik birlik gönderir.

Operasyonun amacının: ABD'nin askeri Us kurmak ve petrol olduğu ortaya çıkar.

24 Ocak 1993 de, ABD askerleri, Somali'de, silah toplamaya başlarlar. Direnenler, Amerikan saldırıları sonucu öldürülür. Ancak, yerli güçler, birleşir, ABD'ye karşı savaşırlar.

Somali BM. Barış Gücü Komutanlığı görevine, 19 Şubat 1993 de, Korg. Çevik Bir atanır.

3 Ekim 1993 de ise, 2 Black Havvk helikopteri düşürülür. Sonraki yıllarda Kara Şahin Düştü ismiyle Helikopterlerin düşürülmesinin, filmi yapılır.

ABD, 31 Mayıs 1995 de Somali'den geri çekilir. ABD Delta Focus adlı özel harekat timi, 1 yıl da 10.000 den fazla Somaliliyi katleder.

Askeri güçler ülkeden çıktıktan sonra, iç savaş yeniden başlar.

ABD ve BM, İMB'ni El Kaide destekli olmakla suçlar, Etiyopya'yı Somali'ye saldırtır. 2006 daki Etiyopya işgaliyle İslam Mahkemeleri Birliği devrilir.

ABD; donanma Somali açıklarına konuşlandırır. Türkiye; 2010'da gemi gönderir.

ABD; Somali'deki Müslümanların üzerine bomba yağdırırken, Türkiye'den ses çıkarmaz.

Somali'de modern parçalama yöntemleri uygulanmaktadır. Yani; işgal için çok yönlü, küresel çete planlamalarını yapmıştır.

Somali; bir petrol denizi olmanın yanında stratejik bölgedir yeraltı kaynaklarına sahiptir.

Somali ve Yemen, Kızıldeniz'in Hint Okyanusu'na açılan kapısı konumundaki ülkelerdir.

Somali; Arap yarımadasını, Afrika kıtasına bağlayan bu bölgeler, petrol yüklü tankerler ve savaş gemilerinin geçiş güzergâhları olması ve Rusya'yı engellemesi açısından önemlidir.

BM; Somali'nin kıtlık bölgesi olarak iki bölge Bakool ve Aşağı Shabele'yi ilan eder.

Türkiye'nin daha önce girişimi yokken, birden bire bu fikir neden ortaya çıktı?

BOP eşbaşkanı görevi gereği bölgeye gidiyor. Yardımları yerinde göreceğini açıklıyor.

İslam dünyası, sefaletini unutup bilim ve teknolojideki geriliğini sömürülüşünü unutup gaflet içinde iken, kıtlık bahanesiyle Somali'ye giden yardımlardan yüzde kaçı derneklerin, yereldekilerin, ABD'nin kontrolünde olacak? Anlayan, yorumlayan, açıklayan var mı?

Bütün Ilımlı, uyumlu İslam dünyası, eş başkanlara teslim olana kadar, tüm Müslümanlar dinlerarası diyalog şemsiyesi altında İbrahim-i dinin üç ana unsurundan biri oluncaya kadar yani Yahudileşip-Hıristiyanlaşana kadar, yola devam edilecek.

Günün Sözü:

Okumayan, düşünmeyen anlayamaz. Anlamayan insanın istismarı kolaydır.

NURULLAH AYDIN

Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Stratejist

http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1313887585&archive=&start_from=&ucat=13&

 

ZEKÂ, BİLİNÇALTI, GENETİK PROGRAM BOZULUYOR

16 Mayıs 2011-ANKARA
ALINTI-

İnsan beyninin ürettiği dalgaları tespit etmek suretiyle düşünceler okunabileceğine ve kaydedilebileceğine ilişkin çalışmalar sürüyor.

Böyle bir icat gerçekleştirilmiş olsa ve bu aletten yeteri kadar Üretilse, o zaman insanlar arası ilişkiler nasıl olacaktır? İletişim nasıl kurulacak, Devlet işleyişi nasıl olacaktır?

Bir düşünelim, hükümetlerde, istihbarat servislerinde, poliste, özel yetkili savcıların elinin altında böyle aletler olsa ne yaparlardı?

Herhalde o zaman kitapları henüz yayınlamadan tutuklamak ve bilgisayarlardan silmek yerine, daha insan beynindeyken suç saydıkları düşünceleri tutuklar veya insan beyninden silerlerdi.

Öyle ya insan düşüncesini okuyabilmek mümkün olursa, insan hafızasını silmek ve yerine birkaç dakika içinde yeni bir hafıza yerleştirmek de ardından gelirdi.

Böylece, bu bilimsel kapasiteyi eline geçiren güç, bütün insanları robot gibi kullanabilirdi.

Aslında insanları robot olarak kullanabilmek için düşüncelerini okumaya veya bilgisayardaki gibi hafızalarını silip yerine başka bilgiler doldurma yeteneğine sahip makinelere gerek de yok. Çünkü günümüzde de tarih bilincini, kimlik bilincini, beynindeki inanç haritasını değiştirdikleri insanları robot olarak kullanabiliyorlar.

Meselâ, bir dinler arası diyalog sloganıyla, Müslüman gençlerin Hıristiyanlığa hizmet etmesini sağlayabiliyorlar!

Hasan Sabah, bu yöntemi herkesten önce keşfetmiş, uyuşturucu verdiği gençleri sahte cennetine sokup, robotlastırmıştı. Yeniden o cennete girmek isteyen gençler, öl deyince ölüyor, kendisini uçurumdan aşağı atıyor, öldür deyince de öldürüyordu. Çünkü ölümsüz olduklarına inandırılmalardı.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu, işte bu operasyonla sarsıldı. Nizamülmülk öldürüldü, Alparslan'a suikast yapıldı ve o da bir süre sonra öldü. Hülagu Han, gelip de kökünü kazı mas aydı, Haşhaşinler insanları robotlaştırmaya devam edecekti I

İşte bugün ise operasyonunu, insanların algılamasını değiştirmekle görevli, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler ve televizyoncular yapıyor. Kısacası, devletlere, milletlere hâkim olmak isteyenler, bunu insanları ikna etmek suretiyle ve medya vasıtasıyla başarıyor!

Esasen, insanları medya manyağı, müzik manyağı, spor manyağı haline getirmek, CIA, KGB gibi servislerin kullandığı yöntemlerdir.

İnsan; bilinçaltı, gürültü, ritim ve saldırgan sesleri, renk bakımından zenginleştirilmiş hipno-renk etkilerini, herhangi bir sanatla karşılaştırma yapılamayacak kadar büyük ve inanılmaz bir hızla benimser. Bu tahriklerle manevi zekA körelir, bilinçaltı ve tanımayı sağlayan genetik program bozulur.

Arif Nihat Asya'nın Sansür adlı rubaisi

 

Sessizce düşünsek, duyacaklar bir gün;

Olmazları olmuş sayacaklar, bir gün...

Onlar, bu vehimle, ellerinden gelse,

Rüyalara sansür koyacaklar, bir gün.

Sahi rüyalarımızı da sansürleyebilirler mi?

 

Hafızamızı değiştirebildiklerine göre rüyalarımız zaten sansürlüdür. Çünkü rüyalarımız, hafızamızla sınırlıdır.

Toplumu bu KABUSTAN uyandırmak mı? Kim, nasıl uyandıracak?

Önce hafızaları tazelemek gerekiyor. Yoksa, ilkokul hafızasını bile kaybetmiş insan, insan olmak erdemliliğini anlayabilir mi ki?

Toplumu bu KABUSTAN uyandırmak mı? Kim, nasıl uyandıracak?

Önce hafızaları tazelemek gerekiyor. Yoksa, ilkokul hafızasını bile kaybetmiş insan, insan olmak erdemliliğini anlayabilir mi ki?

Günün Sözü:

Gerçekleri göremeyen göz, algılamayan beyin, hissetmeyen kalp, insanı insan olmaktan çıkarır.

NURULLAH AYDIN

Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Stratejist

http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1305678082&archive=&start_from=&ucat=13&

TÜRKİYE NİN ETNİK YAPISI

 

 Türkiye; tarih boyunca birçok ırkın yaşadığı, farklı ırkların gelip geçtiği ülkedir. Yerli ırklar yanında, Moğol ve Timur işgallerinde Asyalıların, haçlı savaşlarıyla Avrupalıların, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arapların ve Afrikalıların gelip yerleştikleri yerdir. Yüzyıllar boyunca ve şimdi de Türkiye’de;  hoşgörü ve sevgi ortamında her dinden her ırktan her mezhepten insan bir arada yaşıyor.

 8 yıl önce üç ayrı üniversiteye yaptırılan ve sonuçları hiç açıklanmayan ‘Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu’, Malatya’daki kitabevi cinayeti davası dosyasına konuldu.

 Raporda Kürtler’den Gürcüler’e, Pomaklar’dan Lazlar’a, Boşnaklar’dan Arnavutlar’a kadar bir sınıflandırma yapıldı. Sonuçları kamuoyuna açıklanmayan rapor, 2000 yılında Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki öğretim görevlilerine MGK tarafından hazırlattırıldı. Prof. Şaban Kuzgun başkanlığında yürütülen proje kapsamında Türkiye’deki 68 il, ilçe, köy, mahalle ve sokaklar tek tek dolaşıldı. Yapılan çalışmada insanların hangi kökenden, mezhepten ya da tarikattan olduklarının profili çıkarıldı.

 Proje yarım kaldı.

Projenin başkanlığını yürüten Prof. Dr. Şaban Kuzgun, 14 Mayıs 2000′de trafik kazasında hayatını kaybetti. Araştırmada görev alan diğer öğretim görevlileri de Kuzgun’un şüpheli ölümü üzerine aniden projeden ayrılma kararı aldılar. İnanç haritası diye adlandırılan bu çalışma “Fişleme yapılıyor” gerekçesiyle bir hayli de tartışılmıştı.

 

 İşte o rapora göre Türkiye’deki etnik grupların nüfuslarının dağılımı:

 

Türkler: 55 milyon.

Kürtler: 3 milyon civarında olan bu gruba Zazalar da dâhil edildiğinde 9.5 milyon.

Gürcüler: Ağırlıklı olarak Ordu, Artvin, Samsun ve Marmara bölgesinde 1 milyon.

Boşnaklar: Adapazarı, İzmir ve Manisa’da yaşayan Boşnaklar’ın nüfusu da 2 milyon.

Çerkezler: Değişik şehirlerde yaşayan Çerkezler de 2.5 milyon.

Araplar: Güney illeri ve İstanbul’da yaşıyorlar. 870 bin olarak gösteriliyor.

Arnavutlar: Türkiye’deki nüfusları 1 milyon 300 bini aşmış durumda.

Lazlar: Rize ve Artvin’in birkaç köyünde ve birkaç Marmara şehrinde yaşıyorlar. 80 bin.

Hemşinliler: Lazlar gibi Rize ve Artvin’in bazı ilçelerinde yaşıyorlar ve sayıları 13 bin.

Pomaklar: Bazılarına göre Türk, bazılarına göre Slav ırkından olan Pomaklar da 600 bin.

Çingeneler; 700 bin

Ermeniler; 60 bin

Yahudiler; 20 bin

Rumlar; 15 bin

Süryaniler;  çok az sayıda.

 

TC. Nüfus sayımları 1927-1965 Arasında ana dil sorulmuştu.

 

Nüfusun ana dil’e göre dağılımını gösteren DİE’nin 1965 nüfus sayımına göre, halkın

 

% 90.11′i ana dilini Türkçe

% 7,07′si anadilini Kürtçe,

% 1.16′sı Arapça,

% 0.48′i Zazaca,

% 0.18′i Çerkezce,

% 0.09′u Gürcüce,

% 0.08′i Lazca,

% 0.07′si Pomakça,

% 0.06′sı Boşnakça,

% 0.04′ü Arnavutça

% 0.66′sı diğer diller.

 

ABD’de bulunan Ethnologue data from: Languages of World kuruluşunun P.A. Andrews – 2001 yılına göre; Türkiye’deki etnik kökenler:

 

Türk % 86.21

Kürt % 8.36

Çerkez % 2.14

Arap % 1.63

Zaza % 0.53

Laz % 0.02

Diğer % 1

 

Konda’nın 2007 araştırması

 

% 84.5 Türk

% 9.02 Kürt-Zaza

% 4.45 T.C vatandaşı

% 0.75 Arap

% 0.28 Laz

% 0.27 Çerkez

 

Günün Sözü: İnsanı; Irk, dil, din değil, insan olma bilinci, insan yapar.

 

Prof. Dr. Nurullah AYDIN

Son 30 yıldır ülkemizin gündeminde daima birinci sırayı meşgul eden; gerek iç ve gerekse dış güçlerce sürekli eşelenen Tükiye'nin etnik yapısı ile ilgili olarak gazetemize  bir e-posta geldi. Yazıyı kaleme alan kişi ise 80'li yıllarda Boyabat'ta Tapulama Hakimliği yapan ve görev yaptığı yerlerde "Jet Hakim" olarak anılan Prof. Dr. Nurullah Aydın.

Prof. Dr. Nurullah Aydın halen Ankara Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde "İletişim Hukuku" dersleri veriyor. Aydın'ın çeşitli konularda yazdığı çok sayıda kitap var:

Gazi Mustafa Kemal Atatürk Diyor ki,

Küresel Güç Doktrini, Küresel Terör ve Terörizm,

Türkiye'nin Milli Güvenlik Stratejisi, Türkiye'nin Yol Haritası,

İşte İstihbarat,

Osmanlı İmparatorluğunda İstihbarat,

Türklerin Küresel Güç Doktrini,

Kırmızı Kitap (Milli Güvenlik Politikası),

Türk Suç ve Ceza Hukuku gibi eserler bunlardan bazıları.

Kaynak.

http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1305064354&archive=&start_from=&ucat=13&


[1] Fîhi Mâfîh, 2. baskı, İstanbul Maarif Basımevi, Çev: Meliha Ülker Tarıkahya, Shf: 20.

[2] Parıltılar, MEB Yayınları, Çev: Saffet Yetkin, İstanbul, 1992, Shf: 9

[3] Taşkın TUNA, Sonsuz Uzaylar [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1995. Sh:168-170

 

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar