Takılan Yazılar
Toktamış ATEŞ- “NE OLDU BİZE” İSİMLİ ESERDEN VAKIFLAR, KAMU KURUMLARI
VE ÜNİVERSİTELER...
Vakfın ne olduğunun bilimsel tamamlaması, sevgili
Prof. H. Hatemi’nin işi. Ama benim bilebildiğim kadarıyla vakıf, "Bir insanın ya da bir grup insanın,
ellerinde bulunan kaynakları, hayırlı bir işe ayırmaları, hayırlı bir işe
tahsis etmeleridir."
Gerçekten atalarımız, “Ta Budin'den
Irak'a, Mısır'a kadar" yüzyıllar
boyunca, binlerce vakıf oluşturmuşlar; hem sevap kazanmışlar ve hem de huzur
bulmuşlardı. Camiler, medreseler, kervansaraylar, hamamlar, türbeler, çeşmeler
yapmışlar ve bunların yaşamalarını sağlamak için de belli kaynakları “tahsis etmişlerdi." Kimi zaman
bağların, bahçelerin, zeytinliklerin, tarlaların gelirleri; kimi zaman
evlerin, dükkânların kiraları vb. gibi kaynaklar bu vakıfları yüzyıllarca
ayakta tutmuştu. Vakfın amaçları çerçevesinde çalışan görevlilerin gelirleri
de bu kaynaklardan sağlanmıştı.
Cumhuriyet döneminde ve özellikle 1950 sonrasında da ilginç bir vakıflaşma süreci' yaşadık. Kimi zenginlerimiz belli
kaynaklarını, hayırlı amaçlara yönelik olarak kurdukları vakıflara aktarmaya
başladılar. Öyle bir 'mevzuat' hazırlanmıştı
ki kurulan vakıfların yönetimini 'aile
dışına kaptırmamak' için gerekli önlemler de alınabiliyordu. Ve
bu tür vakıflarda biraz 'vergiden kaçma' kokusu
seziliyorsa da bunlar gene de hayırlı şeylerdi ve sonuç olarak insanlar 'kendi ceplerinden' bir şeyler
veriyorlardı.
DERKEN 1980 SONRASINDA BAMBAŞKA BİR VAKIFLAŞMA BAŞLADI. Bu dönemdeki vakıflaşma sürecinde üç
önemli görüntüyle karşılaştık.
İlk olarak, belli kamu kuruluşlarına ya da kurumlarına 'yönettici' olarak atanmış ya da seçilmiş kişiler 'vakıf kurma' maskesi altında bu kamu
mallarını 'çalmaya'ya da en hafif
deyişle 'özelleştirmeye' başladılar.
Ama bu özelleştirme, 'kendi ceplerine
özelleştirmeydi...
Kamu kurum ve kuruluşlarının çoğunda görülen bu ilginç soygun, en yoğun
biçimde üniversitelerde yaşandı. Dünkü Cumhuriyette (23
Eylül 1994) YÖK Denetleme Kurulu'nun, özellikle İstanbul ve Anadolu
üniversitelerindeki vakıf soygunuyla ilgili önemli açıklamaları var. Ama bu
soygun —eski hızında olmasa bile— hâlâ sürüyor. Zaten bu konu üzerinde ayrıca
duracağım.
İkinci olarak kimi dernekler 'vakıflaşmaya' başladı.
Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan ve 'bizatihi' kendileri
demokratik kuruluşlar olması gereken dernekler, vakıflaşma kanalıyla 'para toplar' bir hale gelmeleriyle
birlikte, demokratik kurum olma özelliklerini de hızla yitirmeye başladılar.
Dernekler Kanunu’nun getirdiği kısıtlamalardan kaçma bahanesi ile dernek üyelerinin
denetiminden kaçmaya başladılar. Çoğu derneklerin yanı sıra aynı ismi taşıyan
birer de vakıf oluşturuldu. Ve dernekte 'yönetimi
yitirenler', oluşturdukları vakıflarda yönetimi ele geçirdiler.
Ve çoğu kez ömürboyu ve çoğu kez babadan oğula devredilebilecek bir
biçimde. (Sadece bir tane değil, yüzlerce 'hanedan'yaratıldı bu dönemde.)
Üçüncü olarak da iyiniyetli ve yararlı olarak niteleyebileceğimiz vakıflar ortaya
çıktı. Çevre ile ilgili olarak, doğayı korumayla ilgili olarak, muhtaç çocuklara
yardım için, fukaralara yardım için vb. gibi gerçekten hayırlı amaçlara yönelik
çok sayıda vakıf kuruldu. Ve elbette bunların bir bölümüne elimizden
geldiğince katkıda bulunuyoruz. Ve bu tür vakıfların desteklenmesinden ve
güçlendirilmesinden yanayız. Ama kapınızı çalan vakfın 'soygun amacıyla mı', yoksa 'muhtaçlara
yardım amacıyla mı' kurulduğunu anlamak çok zor.
Biraz yukarıda, "Bizim
üniversitelerdeki vakıflar üzerinde birazdan duracağım"demiştim.
Ama artık yerim kalmadı. Umarım salıya ele alırız. Zaten Florance
Nightingale 'olayı', YÖK tarafından
didikleniyor. Çok daha iyi ediyorlar.
Bu hastane dünya standartlarını yakalamış bir hastane. Birkaç arkadaşıma
da yeniden can verdi. Sağ olsunlar. Ama bu ‘mükemmellik’ kamu
mallarını gasp etmeyi haklı kılar mı?
Sanmıyorum.
Bir keşmekeştir sürüp gidiyor. Bir kamu bankasının eski genel müdürü,
mafya tarafından kurşunlanıyor. Bu genel müdürü o makama getiren kişi, bir
döneme damgasını vuran bir başbakanın ve cumhurbaşkanının oğlu. (Kimilerinin o
dönemi özlemeleri ve o döneme övgüler düzmelerinin beni çıldırtması bir başka
konu.)
Bu “oğul” üç-beş senede elde
ettiği trilyonluk serveti ile görüntülü ve yazılı kitle iletişim araçlarını
ele geçiriyor ve belli alanlarda kamuoyu oluşturuyor...
Trilyonlar dönüyor. “Mühim değil” diyenler
var. Trilyonlarla oynayanların komisyonu ayrı, yüz milyonlarla oynayanlar bir
başka komisyon alıyor...
Ve kamu malları, ona-buna arpalık oluyor. Fazla gürültü çıkarmadan.
Sessiz-sedasız...
24.9.1994
BİZDEN GÖRÜNTÜLER.
Cumartesi günkü son yazımda, bizim üniversitedeki vakıfların bazılarından
söz etmek istediğimi vurgulayarak "Umarım
salıya ele alırız" demiştim. Bir telefon yağmuru geldi.
Kimileri, "Aman zülfüyare
dokunma" ve "Fincancı
katırlarını ürkütme" diye uyarıyorlardı. Bir kısım
dostlarım ise "Lütfen yaz,
çekinme" diyorlardı.
Aslında ben bu vakıflarla ilgili olarak daha önce de yazmıştım.
Üniversitemizin sevgi ve saygı duyduğum, demokrat olduğuna inandığım ve
başarılı olmasını çok istediğim rektörü davet ederek bu konuları sormuşlardı.
Gördüklerimi ve bildiklerimi ayrıntılarıyla anlattım. O zaman, "Sizi resmi olarak görevlendirelim ve bu konuyu
iyice araştırın" demişlerdi. "Memnuniyetle" diye
yanıtlamıştım. Aradan neredeyse altı ay geçti. Ne bir görevlendirme geldi, ne
bir haber. Makama başvurup, "Bizim
görevlendirme n'ooldu?"diye soracak halimiz yok ya...
Benim görev yapmakta olduğum İÜ İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nün de yer aldığı "İÜ
İktisat Fakültesi Yeni Ek Bina 2"tabelalı binada, tam adını
hâlâ öğrenememiş olduğum bir vakıf vardı. Vakfın (sanıyorum) başkanı, gene
aynı binadaki bir "merkezin başkanı” idi.
(Önceleri iktisat fakültesine bağlı olan bu merkezin nasıl rektörlüğe
devredildiği, ayrı va acı bir öyküdür.)
Neyse, bu vakıf bizim binanın epey bir bölümünü işgal etmişti ve
babalarının malı gibi kullanıyorlardı. İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı
meslek yüksekokullarından birine paralel bir eğitim programı uyguluyorlardı.
Oysaki bizim bölümde, ileri derecede bir yer sıkıntısı vardı. Ama vakfın işgal
ettiği yerler, merkeze ait görünüyordu.
Zaman zaman bu sorunu dile getirdim. Fakültemizin dekanı da yardımcısını
alıp geldi. On beş-yirmi odanın gereksiz yere boş tutulduğunu ve kilitli
olduğunu saptadı. Ama beylere laf söylenmezdi ki. Dayamışlar sırtlarını o
zamanki rektöre. İstedikleri gibi davranırlardı. Hatta rivayet olunur ki; o
zamanlar ben bunları dile getirmesem, birkaç oda vereceklermiş. Ben yazınca
kızıp vazgeçmişler...
Derken üniversitemizin rektörü değişti. Yeni rektörümüzün duruma hemen el
koyacağını bekledik. Ama biraz uzun sürdü. Zaten bu arada vakıf derslerinin bir
bölümünü meslek yüksek okulunun çıktığı bir binada sürdürmeye başlamıştı. Ve
aynı günlerde o merkezde çalışan memurların tümünün isimleri (dosya
kâğıtlarına elle yazılı olarak) kapılara yapıştırıldı. Bizim araştırma
merkezine de iki oda verildiğini öğrendim. Ama iki oda ayaktaki genç
arkadaşlarımızdan hangisine yeter ki?..
Derken "merkezin başkanının
(müdürü) görev süresi doldu ve yerine bir başka meslektaşımız atandı.
Sanıyorum sorunlarımız bir ölçüde çözümlenecek. Ama merkezin müdürlüğü gidince,
vakıf da ayrılıp gitmiş. Bir bina kiralamışlar, dersleri orada yapacaklarmış.
Ama giderken arabaları dahil, her türlü alet-edavatı da götürmüşler. Zira
bunları "vakıf kazanmış”. Pes
vallahi. Ama işin ilginç yanı, bu vakfın kayıtları hâlâ bizim binada yapılıyor
ve işgal etmiş oldukları odaları boşaltmış değiller. Bizim bölümde ise üç
yardımcı doçent aynı odada oturuyor. Kimi araştırma görevlilerinin en masaları
var, ne masa koyacak odaları.
Ne biçim vakıftır bunlar?
BİNA DEVLETTEN, PERSONEL VE MÜSTAHDEM DEVLETTEN; TELEFON, ELEKTRİK, SU
DEVLETTEN. AMA PARA "VAKFIN”. ŞİMDİ
DIŞARDA DA DEVAM EDER BU KAZANÇ. ZİRA "TULUMBANIN
İLK SUYU"SAĞLANDI.
Üniversitede iyi-kötü işleyen bir tüketim kooperatifimiz vardı. (Bu
kooperatife kuruluş döneminde para yatıran arkadaşlarımız da oldu.) Adı ÜNKO
idi. Altı ay kadar önce önünden geçiyordum ki, baktım ÜNKO tabelası
indirilmiş, bina İstanbul Üniversitesi Mensupları Vakfı diye bir vakfa
devredilmiş. Kim kurdu bu vakfı, neye kurdu, belli değil., ama bina
devredilmiş. Kimin malını kime devrediyorsunuz?.. Ama "yetkili kurul” karar verince
oluyormuş. Kim yetkili kıldı bu kurulu, kimlerden oluşur., belli değil...
Birkaç gün önce aynı binanın önünden geçerken, kimi bölümlerinin
bazı "girişimcilere" kiralandığını
gördüm. Vallahi bravo. Geniş "vizyonlu" adamlar
bunlar. Hizmet götürüyorlar ve bunun karşılığında para kazanıyorlar. Hizmeti
götüren kamunun malı, ama kazancın kime gittiği belli değil. Zaten bu kadarını
anlamaya benim "vizyonum" da
yetmiyor.
Ve bunca "belli olmayan" arasında,
belli olan tek şey, iyiye gitmediğimiz. Üniversitemize "demokrasiyi getireceğiz" derken,
acaba başka bir şeyler "götürülüyor" olmasın.
Çok dikkat etmek gerek.
27.9.1994
Kaynak: Toktamış ATEŞ, Ne Oldu Bize, İstanbul, 1994
(s.127-136)
Psikolog dedi ki: “İYİ Kİ ÇALIŞAN ANNE BABALAR VAR, YOKSA AÇ KALIRDIM,”
Psikolojik danışmanlıkla hayatını kazanan yakın bir arkadaşım var. Bazen
küçük itiraflarda bulunur. Bir keresinde bana, “iyi ki çalışan anne
babalar var, yoksa aç kalırdım,” demişti. Bir başka çift arkadaşım,
çocukları “içine kapanık bir hâl sergilemeye başlayınca” kaptıkları
gibi bütün psikologları, hekimleri, uzmanları, ne var ne yok gezmişler. Otistik tanısından,
şizofreniye kadar katlanmadıkları kötü haber kalmamış. Kamyonla para
harcamışlar. Çocuklarının bu duruma gelmesine, yani bu kayıtsız, dut yemiş
bülbül halinde, televizyondan gözünü ayırmaksızın bütün uyaranları yanıtsız
bırakmasına hiç anlam verememişler.
Çocukları için çırpınan, bir dediğini iki etmeyecek olan bunca ilgili anne
baba için ne kötü bir durum değil mi?
Üzüntüden perişan haldeki baba ve anne, çok üst düzey iki yönetici. Her türlü imkân ve kabiliyet var.
Yeni türün, net iki örneği. Bir de bakıcıları var. Gerçek türün örneklerinden. Gidip
kadınla konuştum. Ona göre çocuk normal.
Arkadaşlarıma öğüt verdim. Anne, uzun bir izin aldı. Önce yardımcı kadını
göndermek istemedi, sonra sadece birkaç saat ev işi için çağırmaya başladı.
İkinci haftanın sonunda, ailenin tamamıyla güzel bir telefon görüşmesi yaptık.
Hepsi mutluydu. Üç ay sonra evlerine gittiğimde, bir oda dolusu “gereksiz” oyuncağı
bir yetiştirme yurduna bağışlıyorlardı. Baba çocuğuna otistik vs. tanısı
koyan hekimleri dava etmeye karar vermişti. Onu hemen bu kararından
vaz geçirdim. Kendisiyle olan davasını kazanmış görünüyordu. Anne işine döndü.
Ufaklık bundan sonrasını kendi başına halledecek. Olan bitenin farkına vardılar,
ama onlar yeni türün bireyleri. Çocukları da öyle olacak.
Herhangi bir sistemin sadece ve sadece en temel amacını yerine getiren ve
sadece ve sadece şimdiki zamanda ifadesi mümkün izdüşümüne, model denir.
Bu tanımlama, her anlamda bir şablondur ve uzun uzun anlatımlarını, Eğitmen
Geliştirme Seminerleri isimli kitabımda yapmıştım. Yine o kitapta
anlatılanların ve yukarıdaki tanımın matematik ışığında, bibliyografı
bölümünde kaynağını sunduğum, değerli Sargun A. Tont’un Sulak Bir Gezegenden Öyküler adlı
eserindeki “model” anlatımı yeniden gözden geçirilmelidir kanısındayım.
Saatte 10 kilometre hızın üstünde hareket etmesi planlanmamış olan insan
vücudunu ne hızlara çıkardığımızı biliyoruz. Dahası, içinde bulunduğu ortam
her ne ise, o ortamda da pek çok tehlike, her köşe başında, her elektrik prizinde,
her mutfak ve aklınıza ne geliyorsa, orada bekliyor. “Tamam” diyor
DR. YILDIRAY ÇETE,
“HASTALIKLARLA, ORGAN ÜRETİMİYLE, GENLERİN ŞİFRESİYLE BAŞ ETTİK, AMA
GELECEĞİN İŞİ, TRAVMATOLOJİ OLACAK”.
Çok haklı, çünkü insan, ölümlü bedenini ancak içinde bulunduğu yeni çevrede
yarattığı yüksek hızlı unsurlardan koruyabildiği sürece ölümsüzlüğe
yaklaşabilir. Ancak o zaman, Kızılçam kadar yaşama olanağına kavuşur, işte o
zaman, 60-70 yaşındayken doğacak çocuklarıyla ruhunu besleyebilir.
Kaynak:
Üner BEKÖZ, Apostaz, “Dünyanın Kutsal İntiharı” Ankara, Phoenix, 2005.
s.183-185
YENİDEN İHYA, YENİDEN GAZZÂLİ VE AKLINA TAPANLAR
Birinci ve İkinci dünya savaşından sonra dünyanın yaşadığı hercümerc, İslâm
aleminin içine düştüğü kaos halen devam etmektedir.
Türkiye'nin 20. yüzyılda yaşadığı ihya hareketlerini; eksiğiyle fazlasıyla
birkaç isim altında toplayabiliriz. Türkiye 21. yüzyıla da bu hareketlerle
girdi: Risale-i Nur, Tasavvuf Ekolleri, Tunahan Ekolü, Büyükdoğu, Diriliş ve
Millî Görüş.
Tarih boyunca ihya hareketlerinde bilgi ve ihlas ön planda oldu. Bilgiye
erişimin son derece zor olduğu dönemlerden, akıllara durgunluk verecek hıza
ulaştığı güne geldik. 1976'da Taksim Gümüşsuyu'nda Siemens'te çalışan
arkadaşımı ziyarete gittiğimde, "gel sana bilgisayar denen şeyi
göstereyim" dedi. Gördüğüm, 100 metrekarelik dairede devasa
makineler ve koca demir kütlesiydi. Şimdi ise avuç içine sığacak bir
konumda. Bilgiye erişim son derece kolaylaştı. Bilginin ve
ihlasın temelini oluşturduğu ihya hareketleri için; bugün durum hem daha kolay,
hem daha zor. Kolay, bilgiye ulaşmak son derece kolaylaştı. Zor, ihlası
yakalamak gittikçe zorlaştı. Bilgi kirliliği had safhada. Bu bilgi
kirliliğinden kurtulup, ihlası yakalayıp, ümmetin yaşadığı arızalara karşı bir
ihya hareketi bu anlamda zorlaştı. Peygamber Efendimizin Zemzem içerken tavsiye
ettiği dua bu noktada çok anlamlıdır: "Ya Rabbi! Sen'den faydalı bir ilim,
geniş bir rızık, bütün hastalık ve noksanlıklarım için Şifa diliyorum."
Bir başka duası: "Ya Rabb! Doymayan gözden, kabul olmayan duadan,
işe yaramayan bilgiden Sana sığınırım, Sen'den sıhhat ve afiyet dilerim".
FAYDASIZ BİLGİ
"Faydasız bilgi" "İşe yaramayan bilgi" bugün
yaşadığımız bilgi kirliliği, bahsi geçen durumun bir bölümünü oluşturuyor.
"Faydasız bilgi" "İşe yaramayan" ve "zararlı"
bilginin hızla yayılımı temel değerlerimizde hızlı bir kirlenmeye yol açtı. Bu
kirlenmeden hiçbir ev hissesiz kalmadı, hissemize düşen kirlilik ise an be an
artıyor. Bilgi kirliliği bir savaşa döndü şimdi: Siber Savaş. Rivayete göre siber
savaş için ABD'nin 10 - 15 bin kişilik, Çin'in ise 20-25 bin kişilik bir ordu
hazırladığından söz ediliyor. Yani hackerler ordusu. Wikileaks bu kirli veya
bilgi savaşının işaret fişeği oldu. İnsanımızı, ailemizi bu kirli savaştan
nasıl koruyacağız?
20. yüzyılın başında Vehhabilik 20. yüzyılın ikinci yarısında "İslâm'ın
Tarihselliği" ile birleşince, rasyonalizm pozitivizme
dönüşerek, "protestanlaştırılan İslâm" dayatmasıyla
karşı karşıya kaldık: Faydayı ve çıkarı kutsayarak, her şeye cevaz üreterek,
Kur'ân ve Hadisi; konformizme (geleneklere uyma, törelere uyma) ve modernizme
alet eden "İslâm Akademisyenleri", şarkiyatçı,
oryantalist ve misyonerlerden daha fazla İslâm toplumuna zarar verir hale
geldi. Ogust Comt (Aguste Comte) Mustafa Reşit Paşa'ya mektup
yazıp; "OSMANLIYI YENİDÜNYA DİNİNE, POZİTİVİZME HAZIRLA" derken,
bugün geldiğimiz ruhsuz noktaya gelebileceğimizi hayal bile edememiştir.
Yitiğimizi ararken yola çıktığımız Tanzimat, bulmak şöyle dursun, hep
yitiğimizden uzaklaştırmaya yaramıştır. Cumhuriyet dönemindeki; batılılaşma ve
modernleşme adlı yitik arama gayreti, darbeler tarihiyle tehlikeli bir ivme
kazandı.
1950'de pozitivizm ve materyalizme karşı ihya hareketleri bir zemin
tutarken, toplumsal bir savrulmaya da tanık olduk. Comt'un ruhu Osmanlı'nın son
yüzyılına damgasını vururken, Cumhuriyet'le de mücessem hale geldi. Comt'un
pozitivizmi hakikaten dünya dini haline gelmişti. Altmış darbesiyle Batıcılık
ve modernizm tepeden inmeciliğinde yeni bir ivme kazanarak, pozitivizm de
materyalizme dönmüştü. Buna karşılık ihya hareketleri de yoğunluk kazanmıştı.
12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesiyle toplumumuzun genleriyle
oynanmaya başlandı. Bununla da kalınmayarak ihya hareketlerini yozlaştırma
seferberliği başladı. 1973'te hayatımıza televizyonun girmesi, 1984'ten sonra
özel televizyonların mantar gibi bitmesiyle, biber gazı gibi topluma sıkılan
programlar, filmler ve diziler yozlaşmayı hızlandırdı, toplumsal genlerimizi
bozdu. 28 Şubat 1997 ise bütün şeytaniliklerin üzerine tüy dikerek, toplumsal
bir ifsad hareketine dönüştü. Bu dönemde bir kısım insanlar işini, bir kısım
insanlar eşini, ülke maddi ve manevi temellerini, toplum ruhunu kaybetti.
İnsanlar her türlü sosyal münasebetlerinden, manevi atmosferinden kopartılıp
içine kapatılarak; psikolojik, nörolojik ve psikosomatik hastalıklara düçar
oldu, yaşlısıyla genciyle zehirlendi. İşte bu noktada yeniden bir ihya hareketi
kaçınılmaz oldu ama maalesef ihya hareketleri de malülleşti. İşte felaketin
büyüklüğü de burada; et kokarsa tuzlarsınız ama tuz kokarsa ne yaparsınız.
HÜCCET’ÜL İSLAM
Bu kısa ama dehşet verici panoramadan sonra gelelim tuzun kokmaya başladığı
zamana: Yetmişli yılların sonu, seksenli yılların başında Müslüman gençliğin
arayışı bir radikalizme varıyordu. Özü esas olan, İslâm köküne inen, hiçbir
taviz kabul etmemek anlamına gelen radikalizmin uygulaması tam tersine
işliyordu. İmam Gazzali'yi karalama kampanyası başlamıştı:
"Eserlerinde zayıf hadisler, mevzu hadisler var. Felsefecileri küfürle
itham ediyor. Zaten biz Hanefiyiz o ise Şafii idi."
Amaç, nefis ve akıl putuna tapanların önlerindeki engelleri kaldırmaktı.
Hedef sadece Gazzalî değildi, o bir semboldü, engel gördükleri
İslâm alimleri: Müfessir, Muhaddis, Fakih, Mutasavvıf, Akaid ve Kelam alimleri
idi. Akıl dânalarımızın dünyevileşmeleri, modernleşmeleri,
pragmatizmlerini ve tarihselciliklerini sistematik hale getirebilmek için
ulemamız ciddi bir set oluşturuyordu, bu setti yıkmadan pragmatik aklın
hükümranlığını kuramazlardı. Nitekim başardılar.
İlim tarihimizin dönüm noktası olan İmam Gazzali mahkûm edildiğinde
günümüze ışık veren trafo yıkılmış, kaynaklara set çekilmiş, isteyenin istediği
gibi at oynatacağı bir alan açılmış olur. İmam Gazzâli sadece bir isim değil,
ilim tarihimizin bir sembolü ve dönüm noktası. İmam Gazzali ile birlikte ilim
ve medeniyet tarihimiz zirvededir, insanlığa ışık tutmakta ve huzur
vermektedir.
Miladi 1058'de Tus şehrinde doğan Gazzâli 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye
Medresesi'nde eğitim görürken Hocası İmam Cüveyni'nin 1085 yılında vefatıyla,
Selçuklu veziri Nizamül Mülk'ün yanına gider, 1091 yılında Bağdat'taki Nizamiye
Medresesi'nin Baş Müderrisliği'ne atanır. Gazzâli 1095'te Nizamiye Medresesi'ni
bırakır hacca gider, 1105 yılında yeniden Tus şehrine döner. Nizamül Mülk'ün
vefatından sonra oğlu Fahr’ül Mülk'ün ricasıyla 1106 yılında Nişabur Nizamiye
Medresesi'nde ders vermeye başlar, 1111'de yeniden Tus'a döner ve orada vefat
eder.
İmam Gazzâli; akaid, fıkıh, kelam, usulu fıkıh, İslâm Hukuku Metodolojisi
(el mustasfa), tasavvuf, mantık ve felsefe alanında bir kutup yıldızı. Problem,
Gazzâli'den sonra başlar, ilim tarihimiz şerhe yönelmeye başlar, telif ikinci
planda kalır.
Gazzâli Miyar'ul İlm (mantık). Mihakkü'n Nazar (mantık), El Mustasfa (Hukuk
Metodolojisi), Mekâsidu'l-Felasife gibi çok önemli eserlere imza atar. Nizamül
Mülk Medresesi'nden ayrılıp bir nevi çile yaşadığı dönemde yazdığı El Munkızu
Mineddelal (Dalaletten Hidayete) adlı eseri Gazzâli'nin bir nevi
otobiyografisidir; Fıkıh, kelam ve felsefeden sonra yaşadığı tasavvufi hali,
yaşadığı istihaleyi anlatır. Gazzâli'yi, yaşadığı dönemi, ilim tarihini
anlatması bakımından baş eseridir dense yeridir. Gazzâli büyük bir ilim
faaliyeti ve müderrisliği esnasında devrinin uleması tarafından uğradığı haksız
eleştiriler tahammül edilemez noktaya geldiği andır müderrisliği terk etmesi.
Gazzâli, bu dönemde tıpkı bugünkü gibi birçok cereyanla, İslâm'a yönelik
hareketlerle mücadele halindedir. Bunların başında; Dehriyyun
(materyalistler), Tabiiyyun (naturalistler) gelir. Kelamcılar,
İlahiyyun, Batiniler ve Mutasavvife de Gazzâli'nin eleştirisinden gerektiği
kadar nasiplerini alır. Bu haklı eleştiriler bugün olduğu gibi dün de
Gazzâli'yi haksız eleştirilere muhatap eder. Her türlü yanlışın karşısında
durarak Hüccet’ül İslâm sıfatını kazanan Gazzâli, farklı grupların
muhalefetinin de hedefi olur.
Akaid, fıkıh, kelam ve felsefe (Mekâsidu'l Felasife) alanında
devrinin ve sonrasının en büyük alimi olan Gazzâli, daha sonra Tehâfütül
Felasife'yi (Filozofların tutarsızlığı) yazdı. Gazzâli döneminde
uğradığı haksız eleştiriler yetmiyormuş gibi, 20. yüzyılın son çeyreğinde de
aklı reddeden kişi olarak haksız hücumlara uğratılarak; 9 asır sonra da
Hüccetül İslâm'ın milletimizi ihyasının önü kesilir. İslâm'la mükellef olmanın
birinci şartı akılken, Hüccetül İslâm'a nasıl böyle bir bühtanda
bulunulur. "Akletmiyor musunuz" "Fikretmiyor
musunuz" "zikretmiyor musunuz" mealinde biten onlarca
ayet Müslümanları uyarırken, Hüccetül İslâm'ın aklı reddettiği nasıl
söylenebilir? Bu âlimimiz önce Mekasidul Felasife'yi yazmış birisi. Sonra dönüp
Tehafütül Felasife'yi yazmış. Bir İslâm alimi; elbetteki aklın putlaştırılması
olan realizme, maddeyi Yaratıcı yerine koyan materyalizme, tabiata tapınan
naturalizme, herşeyi beş duyu ve deneyden ibaret sayan pozitivizme, kulun cüz'i
iradesini yok sayan cebriyeye, kaderiyeye, uluhiyyeti panteizme vardıran, fizik
alemi yok sayan batiniliğe karşı duracak. Nasları yok sayan bir aklın veya
naslarla çatışan ve çelişen bir aklın bir Müslümana elbette faydası yoktur.
Nefsin emrine verilmiş, gönülden ve naslardan habersiz bir akıl; delinin eline
neşteri verip ameliyathaneye cerrah diye göndermekten farksızdır. Nitekim bugün
yaşadığımız da aynen budur. Akıl; pozitivizme sekülerizme, materyalizme
neticede koca bir egoizme kurban edilir. Akaid, tefsir, hadis, fıkıh, tefsir
usulu, hadis usulu, fıkıh usulu, kelam, tasavvuf, mantık, belagatı bir yana
koyup; tarihsellik, garip bir selefiyecilik, felsefe tarihini şaşırtacak
filozof taslaklığı, Kur'ân'ın onlarca ayetinde "RESUL SİZE NE
GETİRDİYSE ONU ALIN, RESUL SİZİ NEDEN NEHYETTİYSE ONDAN SAKININ" ahkamını
örterek Kur'ân Müslümanlığı diye tutturan, haramlara karşı ibâhiye yolunu,
ibadetler hususunda batiniliği seçen bir kaos ortamıdır bugün oluşturulan
ortam. İlim adına birazcık nasibi olan insanlar böyle bir ortamın oluşmasına
nasıl katkıda bulunur, Müslümanı nasıl modernizmin kapatması haline getirir?
Olay sadece kaos ortamı oluşturmakla kalmaz; herkesin her konuda ahkam kestiği,
egoizmin yüzünün pudralandığı, sınır tanımaz ukalaların yol kestiği bir şehre çıkarız.
Haktan hukuktan, edepten adaptan nasibi olmayan bir bilgi bizim neyimize
yarar?..
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" diyen Rasulu Kibriya'nın bir
mucizesine daha tanıklık ediyoruz. Bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı
günümüzde ahlâka ne de çok muhtacız. Ahlaktan nasibi olmayan insanın
insanlığının kime ne faydası olur. İlim dünyamızın parlayan yıldızı Hüccet’ül
İslâm, ilim sancağını en yüksek burçlara dikip inzivaya çekildikten sonra
yazdığı İhyâ u Ulumiddin'i, elli yılı aşkın bir süre önce Türkçe'ye
kazandırılan bu eseri sanık sandalyesine oturtanlara dur demenin vakti geldi.
YENİDEN İHYA, YENİDEN GAZZÂLİ DİYORUZ!
Ve gönül bahçemizi, evimizi, sokağımızı, işimizi, kışlamızı, meclisimizi,
mektebimizi, egoizmin, hedonizmin, sekülerizmin putperest aklına teslim
edenlere de dur diyoruz!
Münir Balkır/ 07 OCAK 2011
MİLLİ GAZETE
TEKLİF MESELESİ (Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti)
TEKLİF MESELESİ (Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti)Allah Teâlâ'nın,
kullarına yapılması gerekli işleri teklif etmesi; kulların, uşaklarına
yaptıkları teklife benzemez. Çünkü efendilerin köle ve uşaklarına vermiş
oldukları işlerin, emir ve yasakların, yapılmasında emir sahiplerinin, mutlaka
maddî ve manevî, istifâdeleri vardır. Emir ve yasakları bu maksatla
vermişlerdir.
Hâlbuki Hakk Teâlâ’nın, kullarına verdiği emir ve yasaklarda böyle
bir maksadı yoktur ve o işlerin görülmesindeki faydalar hiç kendisine âit
değildir. Allah’ın, kuluna teklifi kulun faydası içindir. Efendinin
kuluna teklifi ise tam tersine efendinin kendi istifâdesi içindir. Kul,
kendisinin muhtaç olmadığı şeyleri kölesine, uşağına teklif etmez.
Fakat Allah Teâlâ’nın, kullarına teklifi, doktorun, hastasına yaptığı
teklifleri gibidir. Bunların yapılmasındaki fayda hep hastaya âittir. Doktor da
bu emir ve yasakları sırf onun iyiliği için vermiştir.
Hastanın ateşi yükselince doktor ona soğutucu şeyler içmesini emreder. Ateş
düşürücü haplar verir. Doktorun onların içilmesine hiç ihtiyacı yoktur.
Hastanın onu içmesi, doktora ne fayda verir ve ne de içmemesi bir zarar
getirir. Fakat fayda ve zararın ikisi de hastaya aittir. Doktor, ancak ona
fayda ve zararını anlatan bir mürşit, selamet yolunu gösteren bir hidâyetçidir.
Eğer hasta, doktorun bütün tavsiyelerini tamamıyla tutarsa hastalığından şifâ bulur,
halâs olur. Şayet onlara uymaz ve yapmaz ise hastalığı devam eder ve helâk
olur. Hastanın kurtulması veya ölmesi, doktoruna göre eşittir. Çünkü onun
yaşamasına ve ölmesine kendisinin hiç bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Hakk Teâlâ
Hazretleri, hastalıkların şifâsı için şifâ veren sebepler yaratmıştır. Bu da:
hayırlar, iyilikler yapmak ve nefsi, temizleyici mücâhedeler ile hevâ ve
heveslerinden menetmektir.
Evet, nefsi kötü huylardan kurtaran haller, ameller vardır. Onu âhirette
tehlikelere atan fenâ huylar da vardır.
Nitekim bedene, mizaca zarar veren hal ve hareketlerde bulunmak dünyada
hastalıklar getirir. Tehlikelere götürür. Kötü huylar ve Allah'ın yasak ettiği
şeyleri yapmak dünyâ hayatındaki zehirlenmeler gibi âhiret hayatına nisbetle
zehirleyici hal ve hareketlerdir.
Bedenîn sağlığını korumak için nasıl bir tıp ilmi ve-tababet var ise ruhun
ve nefsin saadetini sağlayan doktorluk da vardır. Bütün Peygamberler -hepsine
salât ve selâm olsun- bu konuda birer ruh doktorudurlar. Halkı salâh yoluna
irşâd ederler, kalpleri temizlemek yolunu öğretirler.
Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri:
“Nefsini temizleyip parlatan gerçekten muradına erdi. Onu kirletip gömen de
eli boş kaldı.” (Şems 9-10) buyurdu.
Doktor şunları yap dedi, şunları da yapmaktan menetti Artık bundan sonra
hastanın hastalığı ya artar veya iyiliğe döner, diye hatırlanıldıktan sonra
hastalığı arttı denilirse, akla ilk gelen şey : “hastanın doktorun emir
ve yasaklarını tutmadığıdır.” Hastalığı şifâ bulunca da : “doktorun
kanununa riâyet ettiği, perhizde kusur etmediğidir.” Gerçekten bazen
öyle hastalıklar vardır ki doktorun dediklerini yapmadığı halde hastalığı
artmaz, iyiliğe döner. Doktorun emir ve tavsiyelerine riâyet etmediği halde
hastalığın uzamaması, her halde muhâlefet ettiğinden dolayı değildir. Belki o
doktorun emretmiş olduğu sağlık tedbirlerinden başka bir yolla, sağlık yoluna
girmiş olmasındandır.
İşte bunun gibi takva da, kalp ve ruh hastalıklarını kalplerden çıkaran,
bir perhiz ve korunma çaresidir. Beden hastalıkları, dünyâ hayâtını mahvettiği
gibi, kalp ve ruh hastalıkları da, âhiret hayatını elden kaçırtır.
Bir başka misâl verelim:
İnsanlara hükmeden padişahlardan biri, meclisinde, huzurunda ve yanında
bulunmayan başka bir yerdeki tebaasından bazısına, para ve binek göndermek
suretiyle yardımda bulunur. Bundan maksadı onun kendine yakınlık mertebesine
erebilmesi ve bu sebeple mesut olabilmesi için kendi tarafına, huzuruna
teveccüh etmesini arzu eylemiş olmasıdır. Kendisi, mülk ve memleketi idâre
hususunda hiç de ona muhtaç olmadığı halde bu yardımı yapmıştır. Hem de onu bir
işte kullanmamasını da kafasına koymuştur. Sultan tarafından kendisine
gönderilmiş olan eşyanın kadir ve kıymetini, farz edelim ki adamcağız gereği
veçhile, takdir edemedi de bineği, vasıtayı çaldırdı yahut öldürdü veya öldürttü.
Yolluğu da şuraya buraya harcadı bitirdi. Harçlıksız, azkısız kaldı, kul bu
hareketiyle hem sultana, hem de ayağına kadar gelen nimete nankörlük, kâfirlik
etti. Eğer o vâsıtaya binerek yoluna çıksaydı ve yolluğu da onun yolunda
harcamış olsaydı, Sultana saygı gösteren, nimetin kadir ve kıymetini bilen,
şükreden bir kimse olurdu. Tabiidir ki bu hal ve hareketi ile yani vasıtaya
binmesi ve parayı harcamış olması ile, sultana bir menfaat sağlamış olmazdı.
Zâten sultan ona bunları böyle şahsî menfâat kasdı ile de göndermiş değildi ve
onun huzuruna girmek teklifinde de kendi şahsına âit bir fayda yoktu. O ancak
bu ihsan ve irâdesi ile o kulun saadetini, onun mesut olmasını arzu etmişti. Ne
zaman bir kul, efendisine, onun arzu ve isteğine, uyar; onun kendi iyiliği için
verdiği emirlere riâyet ederse, hem o emre ve onu verene saygı göstermiş, hem
de bu yüzden elde ettiği iyilik ve nimetin kadrini bilmiş, .yani şükreden
kullardan olmuştur. Şâyet emre muhâlefet eder de ondan doğacak nimetleri elde
edemez ise, onun bu muhalefeti, düpedüz saygısızlık, ahmaklık ve nankörlük
olur.
Allah Teâlâ'nın yanında, Celâline ve her yerde müstağni olmasına nispetle,
kâfirlerin küfürleri veya imana gelmeleri eşittir. Lâkin O kullarının kâfir
olmalarını hoş görmez. Çünkü kâfirlik kullarına yaraşmaz. Onları ıslah etmez.
Mutlaka kötü insan yapar. Şakavete sevk eder. Nitekim doktor dahi hastasının
ölümünü arzu etmez de, onu bundan kurtaracak ilâçlar verir. Sultan da böyle..
Hiç bir suretle muhtaç olmadığı, şahsına veya mülküne bir fayda sağlamasını
ummadığı bir kulunun, tebeâsından birinin, kendi şahsına zararlı bir harekette
bulunmasından, emirlerine, fermanlarına riâyet etmeyerek başını belâlara
sokmasından zindanlara girmesinden, kendisinden uzaklaşmasından memnun olmaz.
Bilâkis tebeâsınm iyiliği ve rahatı için verilmiş olan emir ve fermanlara,
kanun ve nizâmlara riâyet ederek, kendisine yakınlaşmak suretiyle saâdetini
arzu eder. Hâlbuki sultan, o kimsenin ne kendine yakınlığına ve ne de kendinden
uzak kalmasına muhtaç değildir. İşte Allah’ın teklifini de bunun gibi anlamak
doğru olur. Evet, Çünkü taâtlar iyilikler, yararlı işler; Allah'ın emrettiği
her şey, maddî ve mânevi hastalıklara birer devâ ve dermandır. Ma’siyet- ler,
Allah’ın yasakladığı şeyler de, beden ve ruh sağlıklarını bozan birer
zehirdirler. Bu zehir kalplere tesir eder. Bundan ancak selim kalp, günah
kirinden paklanmış bir ruh ile Allah’a gelenler, Onun huzuruna çıkanlar
kurtulur. Mutedil bir mizâca sahip, bütün azaları hastalıktan salim olanların
sağlık içinde yaşamak, saâdetine sahip oldukları gibi.
Doktorun hastasına: “İşte sana fayda ve zarar verecek şeyleri
bildirdim. Eğer beni ve tavsiyelerimi dinler isen menfaati kendine; şayet
dinlemez de aksini yaparsan doğacak zarar da yine kendine aittir”, demesinin
gayet doğru ve tabîi oluşu gibi Hakk Teâlâ Hazretleri de Kur'an’ında:
“Artık kim doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş ise onun faydasi kendine; kim
de sapıtmış, doğru yoldan çıkmış ise onun da zararı kendinedir.” (Yunus,108) Diğer bir yerde de :
“Kim bir iyilik yaparsa kendi faydasına, kim de bir kötülük işler ise o da
kendi zararınadır” (Casiye, 15) buyurması da daha doğru ve tabiîdir.
Sağlığın, hayatın ve soyun devam ve bekâsı için kurulmuş olan ilâhî
nizâmların, tabii kanunların gerektirdiği, bir işi bırakanın ve menettiğini
yapanın gördüğü ceza ve çektiği minnet ve uğradığı kötü âkibete gelince: bu ona
Allah tarafından bir gazab ve intikam olarak verilen bir cezâ değildir.
Meselâ: kadını ile cinsi münasebeti bırakan bir kimseye, evlatsız
bırakmakla, azab etmesi, çocuğunu emzirmeyeni, çocuğunun ölümü ile,
cezalandırması; yiyip içmeyi bırakanı, açlık ve susuzluk ile, kıvrandırması;
ilâcı kullanmayanı, hastalığın ıstırabı ile, çırpındırması gibi...
Allah Teâlâ'nın kullarına gazabı ise: iylâm, incitmek ve acıtmak istemesinden
bambaşkadır. Sebep ve neticeleri malûm hayat ve tabîat kanunlarına muhalefet
etmenin gerektirdiği cezaların gayrısı olan ve sebebi birden apaçık bilinmiyen
amellere âit cezâ ve musibetlerdir. Hayât nizâmlarına muhalefet etmenin
cezasında istisnâ ve gecikme yoktur. Bu cezalar hemen verilir ve sebepleri de
bellidir. Sebep ve netice esasına bağlıdır. Nitekim sebepler ve bunların
eserleri yani sebepler ve neticeleri şu dünya hayatında biri birini çeker,
olaylar meydana getirir. Bunlar da; sebepleri sebep kılan Hakk Teâlâ’nın takdir
ve tertibi iledir. Bakarsın bazı sebepler; elemler, kederler hâsıl eder. Bazı
sebepler de; lezzetler, zevkler verir. Bu dünyadaki geçici (elem ve zevklerin
âkibetlerini ahirette ne kazandıracakların ancak Peygamberler bilir. .
Tâatların, ma'siyetlerin, iyiliklerin, kötülüklerin öbür dünyanın
elemlerine ve zevklerine nisbeti aynen bunun gibidir.
Ma’siyetlere neden cezâ verilmiştir?
Kötülük neden elem verir? diye sormak:
Hayvan zehirden neden ölür?
Zehir neden ölüme sebep olur?
İnsan bedeni niçin zehirden müteessir olacak halde yaratılmıştır?
Zehir bedene tesir eder de beden niçin zehire müessir olmaz? diye bir şeyler sormaya benzer.
Allah Teâlâ Hazretleri insanın ruhunu, niçin faziletler yükseltecek, sâadet
verecek; reziletler de onu alçaltacak, perişan edecek kabiliyette yaratmıştır?
demek de buna benzer.
Allah Teâlâ yarattığı canlı varlıkları, yedirip içirmeden, doyurmaktan,
beslemekten; ilâç aldırmadan derdine derman vermekten; cinsî münasebette
bulundurmadan da çocuk yaptırmaktan ve emzirmeksizin büyütmekten katiyen âciz
değildir. Fakat O, canlı, cansız bütün varlık âleminde vukua getireceği oluşlar
için sebep ve neticeler tertip eylemiştir. HER VÂKIAYI BİR SEBEBE
BAĞLAMIŞTIR. DİĞER DEYİMLE: HER SEBEP BİR NETİCEYİ MEYDANA GETİRİR. HER VÂKIANM
MUTLAKA BİR SEBEBİ VARDIR. SEBEPLER ZİNCİRİNİN HER HALKASI KENDİNDEN SONRASINA
BİR SEBEP VE KENDİNDEN ÖNCESİNE BİR NETİCEDİR. Her vâkıanın sebep ve
netice olarak vücut bulmasında, Cenab-ı Hakk’ın vâkıaları sebeplere
bağlamasında nice sır ve hikmetler vardır ki, onları yalnız kendisi ve bir
kaçını da, ilimde râsih olanlar bilir. Bunu bilmek şaşılacak bir şey değildir.
Asıl şaşılacak olan, insana hayret veren kâinattaki esaslı ve hiç aksamayan,
sabit ve değişmez kanunlardır ki; beşerî bilgiler, fen, teknik, hayât,
medeniyet, hep bu illet ve malûl (sebep ve neticenin), diğer ifâde ile:
akılları durduran İlâhî plânın değişmez, şaşmaz tatbikidir.
Hayatıma yemin ederim ki, âlemdeki bu hayrete şayan hikmet ve nizâmın
sırrını ve sebeplerini idrak edemeyenlerin mutlaka akıl ve basîretinde, gerçeği
görebilmekte, hakka hidâyetinde bir eksiklik vardır. Böyle olmasaydı yani
kâinatın nizamı İlâhî ve mükemmel bir plâna bağlı olmasaydı; bitki ve koyun,
davar, keklik, tavuk gibi itidale en yakın olan ve yapı itibariyle en latif
hayvanların rızık ve nasipleri zâyi olurdu.
Bir bitkinin, kemâli, kendinden, bir derece üstün olan hayvana gıda (besin)
olmaktır. Evet bir hayvan bitkiden ayrılan şeylerle bitkiye varlık veren
maddelerin kendi bedenine geçmesi ile) hayatını devam ettiriyor. Bir bakıma
hayvan, bitkinin parçalarını kendinde toplamış olmak itibariyle âdeta bitki
oluyor. Hayvanın kemâli de budur. Kesilmiş, bir hayvanın insana nisbeti de
bunun gibidir. (İnsan da hayvan? besinlerle yaşar) insanın da ADN cennetindeki
meleklere nisbeti böyledir. Nitekim Hakk Teâlâ :
“Melekler onların üzerine her kapıdan girerler.” (Râd, 24) buyurmuştur.
Bazı müdafaasız hayvanların bir kısım yırtıcı hayvana besin olmasına
gelince: yırtıcı ve zararlı hayvanlarda siyasî ve tıbbî o kadar çok faideler
vardır ki bunları siyâset er- bâbı ve doktorlar bilir. Bir misâlle açıklıyalım:
Azîz ve Hakîm olan Allah'ın takdirine, bu küllî ve şaşmaz nizâmın bütün
eşya ve varlıklarda hüküm sürmesine taaccüp eden kimsenin misâli, âdeta bir
a’mâ gibidir. Kör adam bir saraya girmiş, sarayın salonuna konulmuş olan süs
eşyalarına, sırça ve cam takımlarına toslayınca bunları mutfak eşyası sanarak,
konak sahibine:
— Aklınızdan zorunuz
mu var, niye bu eşya ve takımları yerlerine koymadınız?!. Yahut: (onları yersiz ve plânsız
sanarak),
— Niçin yol üstüne, ayakaltına bıraktınız? demiştir. Onlar da cevap olarak:
— Yok
canım; eşyanın her biri yerli yerinde bulunmaktadır. Bozukluk, onlarda değil,
onları görecek gözün olmamasından ileri geliyor, demişlerdir.
Bir de: (burnundaki “kokuları bozan” hastalık sebebiyle)
koku almıyan bir ahşem de, önüne, güzel kokulu ud ağacı, çiçek saksıları ve
kokulu meyvaları koyanı, bunların burada yer kaplamaktan başka ne faydası var
da koyuyorsun! diye kınar. Ona cevap olarak meselâ: şu ud ağacının odunluktan
başka faydası de vardır. Çok güzel bir koku yayar. Odalar, meclisler bunun ile
kokulanır. Şimdi senin bu kokuyu almana burnundaki koku bozan hastalığı
yani haşm manidir, denilir.
Burada başka bahisler ve sorular da vardır. Bunlardan biri şudur: Gerçekten
Hakk Teâlâ Hazretleri bir şeyi emrettiği halde nasıl olur da ondan bahsetmeyi
menediyor? Halbuki, basîret ancak bir şeyden bahsetmekle hâsıl olur, diyen
bulunur. Buna cevap şöyledir:
Bu yersiz bir hayret ediştir. Çünkü bir işin vukûu, sağlam ve kat’î bir
inancı, yahut hakîki bir bilgiyi gerektirir. Kesin inanç ise tasdik ve îmân
yolunda mücerret bir taklîd ile bilinir meydana gelir.
Bilgi ve marifet de burhân ile burhanı elde etmek de o işten bahsetmek ile
hâsıl olur. Bu itibarla insanların topu birden, bahsetmekten menedilmemiştir.
Ancak, bahsin inceliklerine ve burhânın hakîkatlarına ermeyen âciz ve idrâki
zayıflar menedilmiştir.
Bunun misâli şudur: Doktor hastaya bir ilâç içmesini 'emreder. Fakat bu
hastalığa dermân olmasının sebebini araştırmaktan meneder. Çünkü hastanın idrâk
seviyesi onu kavramaktan âcizdir. Araştırmak onu yoracak, anlamaktan âciz
kalacaktır. Bu yüzden de hastalığı artacak, netice itibariyle zararlı
çıkacaktır.
Gerçi pek nâdir hastalar vardır, zekîdir. Tıp yoluna girmiştir.
Hastalıkların sebepleri hakkında bilgi edinmiştir. Bunları araştırma ve
eşelemekten alıkonulmaz. Hatta bunlara kendi hastalığı için verilen ilâçların
halinden, münâsebetlerinden bahsedilmesi de menedilmez. Bilakis, onun kuru ve
kısa bir söze inanmayacağı, körükörüne bir taklidçi olamayacağı anlaşılır ise
gereken izâhat da verilir. Çünkü zekâsı müsâittir. Hastalığın sebeplerini
anlayabilecektir. Hastalığını ve ona münâsip ilâcın verildiğini bilince de ilâç
ile meşgul olacaktır. Önem verecek ve tavsiyeleri tamamıyla yerine getirmeye
çalışacaktır.
Şayet durumu ve tedâvi yolunu anlamaz ise ilâç ve tavsiyelere riâyet
etmekten de yüz çevirecek olursa ona hastalığını ilâç ve tavsiyelerin
uygunluğunu anlatmak lâzımdır Bilgi ve idrâk kabiliyeti yeterli olan da sorgu
ve sualden, düşünme ve araştırmadan menedilmemelidir. Ancak hastalar içinde
böyleleri pek azdır. Çokları akıl ve idrâk bakımından zayıftırlar.
İşte dinî ve şer'î meseleler de sebep ve hikmetleri bilmek ve onlardan
bahsetmek de bu kâbildendir.
İnsanların, hayvanları kendilerine itâat ettirmesine gelince; meselâ:
tenezzüh yerlerine parklara ve güzel şeylere bakmak için gezen, yaya giden,
ayaklarını çalıştıran bir kimseye:
-Bakın şu adama! Ayaklarını gözlerine hizmetçi yapıyor ve onları onun
hizmetinde yoruyor. Halbuki ayak da onun, gözleri gibi bir organıdır. Buna ne
oluyor da birini diğerinin rahatı için yoruyor, birini diğerine hizmetçi
yapıyor? denilir. İşte bu, düşünce ve sorular hep eşyalardaki kadirleri ve
mertebeleri bilmemektendir. Fakat akıllı olan şu hakikati iyi bilir:
“Kâmil olan dâima nâkıs olanla beslenir. Noksan, zayıf ve aciz, olan da
kâmil olanın hayatı için musahhar kılınır. Onun fayda ve hizmetinde tutulur.” Bu da hikmetin ta kendisidir, bunda
zulüm ve haksızlık yoktur. Çünkü zulüm: “Başkasının mülkünde tasarruf
etmektir.” Halbuki Hakk Teâlâ, kendi mülkü içinde bir başkasının
mülküne tesadüf etmez ki onda tasarrufu zulüm olsun! Bu gerçeğe göre Allah'tan
zulüm vâki olması tasavvur olunamaz. Doğrusu kendi mülkünde dilediği gibi
tasarruf etmek, istediğini yapmak hakkına mâliktir. Bu itibarla Onun bütün
yaptıkları zulüm değil, adalet olur.
Yine akıllı olan bilir ki İlâhi vahiy, gerçek şeriat, hak din, “aklın
almıyacağı hiç bir şeyi getirmez, ileri sürmez” sözü ile mümkün
görmediği ve muhâl olarak kabul etmiş olduğu bir şeyi, meselâ: Allah Teâlâ’nın
kendisi gibi bir Allah yaratmasının yahut da biri birinin zıddı, aksi olan iki
şeyin bir yerde, bir noktada birleşmesinin mümkün olmadığına aklî burhânın
delâlet ettiğini söylemek isterse; din ve şerîat bunu reddetmez, kabul
eder.-Eğer o: “aklın alamayacağı ve aklî burhân sözü ile aklın idrâk
edemediği bir şeyin künhü ve hakikati idrâk ve ihâta olunmaz, demek,
isterse, işte bu hüküm her yerde, bâhusûs fizik, kimya ve tababet ilminde doğru
değildir. Meselâ: mıknatısın demiri kendine çekmesi ve hâmile bir kadının bir
tür yılanın üzerinde yürümesiyle çocuğunu düşürmesi gibi. Ve bundan başka
birçok eşyada kendilerine mahsus hassalar, özellikler vardır. .
İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu hassaIardan her birinin
hakîkatı üzerinde durmaz ve kendi başına bunların sırrına vâkıf olamaz. Hem de
onun muhâl olduğuna hüküm vermekten geri dönmez. Halbuki: Aklın almadığı her
şey haddi zâtında muhâl değildir. Meselâ; biz ateş ağacını ve ateş çıkarmasını
görmeseydik ve birisi de bize: “Ban hakikaten bir odun parçasını odun
parçasına sürttüm de ikisi arasından mercimek büyüklüğünde kırmızı bir şey
çıktı. Bu kızıl madde şu şehri ve içinde bulunan her şeyi yedi, bitirdi. Canlı,
cansız o' kadar çok çeşitli şeylerden hiç birisi onun içine girmedi, onun
cisminde ve hacminde bir ziyâdelik yapmadı. Üstelik o kendi kendini de yedi.
Neticede ne kendi kaldı ne de bu şehir ve eşyası...” diye çok garip
bir haber vermiş olaydı biz ona: “böyle şey olmaz, bunu akıl kabul
etmez.” der idik. Halbuki bu: “ateş ve onun hassasıdır” his
bunu tasdik eder, göz ateşi ve yaptığını görür, beş duyumuz bu olguyu doğrular.
Fakat akıl bundaki sebeplerin sırrını, hakîkatını kendi burhânı ve delilleri
ile keşfedemez. Edemeyince de: “mümkün değildir, muhaldir.” der.
Hâlbuki muhâl değildir. Madde ve hadise meydandadır.
İşte şerîat, dini emir ve yasaklarda aslında, muhâl olmayan iç yüzü
hakkiyle bilinmeyen bunun gibi acayip şeyleri ihtivâ eder ki, hakîkaten onlar
aklın sahasından uzaktır. Uzak ile ınuhâl arasında fark vardır: Akıldan uzak
olan şey; işitilmemiş, görülmemiş şeydir. Muhâl ise; olması tasavvur edilemeyen
şeydir.
Gelelim Allah Teâlâ’nın:
“O Allah yaptığından, yapacağından sorulmaz. Onlar ise sorumludurlar.” (Enbiyâ, 23) kelâmına, bir de
: “Yarabbi bu kıyamet gününde beni niçin a’mâ olarak hasrettin; halbuki
ben dünyâda görürdüm. (Tâhâ, 124-125) âyetine,
— Soru,
bir şey sormak, bazan mutlak olur. Ve bununla ilzâm kasdolunur. Meselâ: filân
filân ile munâzara yaptı, ona bir sual yöneltti, denir. Fakat bazan da suâl
mutlak olur ve onunla bir haber ve bir mesele sorulur. Talebenin hocasına bir
şey sorması gibi, Hakk Teâlâ Hazretlerine ilzâm için aslâ soru tevcîh edilmez,
Ona yaptığından yapacağından sorulmaz, cümlesi bu manâdadır. Çünkü ona ilzâm
manâsında kullanılan “niçin, neden? denilemez. Fakat bir haber
ve bir mesele sormak ve anlamak istemek meselesi böyle değildir.
“Yarabbi beni kör haşrettin, hâlbuki ben hakîkaten görüyordum” kelâmından da maksat budur. Bu
sorulara cevap, bunlardaki maksadı izah, husûsunda bu kadar söylememiz kâfidir.
Biraz zekâ ve dirâyet ile taklid seviyesinden yükselip istidlâle, tahkik ve
istidlâl mertebesine, erişemeyenler, helâk olanlara katılır. Fayda vermeyen
kiyâsetten (zekâdan) Allah’a sığınırız. Çünkü cehalet (bilmemek) kurtuluşa,
halâsa faydasız kiyâsetten daha yakındır. Şiir :
İnsanların ayıpları, kusurları içinde,
Kâmil olabileceklerin eksik kalması gibisini görmedim.
Kaynakça:
İmam Gazzâli trc: Dr.Sabit ÜNAL İki Madnun [Kitap]. - İzmir : İlahiyyat
Yay., 1988. s.24-35
KADDAFİ GERÇEKTEN NE İDİ?
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin öldürülmesi ile yeni döneme giren
Libyalı’lar neye kavuşacaklar. Oh olsun denilen Libya lideri Kaddafi'nin ölümünün
ardından medya bu başlıkları attı.
"Dünya bir diktatörden kurtuldu",
“Tiran’ın sonu”,
“Diktatörün ölümü” ,
“Kaddafi, son”,
"Ateş etmeyin diye yalvardı",
"Bir diktatörün sonu"...
Peki Kaddafi nasıl bir diktatördü?...
Gazetelerde kanlı fotoğrafları boy boy gösterilen, sunucuların ölüm
haberini sevinçle verdikleri Kaddafi ülkesine 42 yıl boyunca “zulmetti”. “Diktatörün” 42
yıllık “zulüm” tablosunu, NATO’nun iktidar yaptığı UGK’nın
Libya’sı ile karşılaştırmak için bakalım:
Libya'da evlerde kullanılan elektrik bedava.
Su ve doğalgaz zorunlu ihtiyaç kapsamında olduğu için bedava.
Libya'da eğitim ve sağlık hizmetleri bedava.
Libya devleti, tüm hastalara ilacı hiçbir ücret talep etmeden veriyor.
Benzinin litresi 0.08 Avro, yani bir Libyalının bir litre benzine ödediği
para Türk Lirası'yla yaklaşık 20 kuruş.
Libya ulusal bankaları faiz almıyor.
Libya vatandaşları hiçbir şekilde vergi ödemiyor.
Libya hem Afrika'da hem de tüm dünyada en borçsuz ülke.
Libya'da arabalar fabrika çıkış fiyatına satılıyor, nakliye bedellerini ise
devlet karşılıyor.
Yurtdışında burslu okuyan öğrencilere Libya devleti iadesiz olarak aylık
1650 Avro burs veriyor.
Libya'da tüm üniversite mezunları bir iş bulana kadar maaşa bağlanıyor.
Libya'da evlenmek isteyen tüm çiftlere devlet 150 metrekarelik daire
veriyor.
Libya'da istisnasız olarak her aile aylık 300 Avro, yaklaşık 760 Türk
Lirası yardım alıyor.
Petrol gelirlerinin yüzde 90'ı Libya halkına gidiyor.”
Ne mi oluyor, ne mi olacak?
Gelecekteki Libya’yı merak ediyor musunuz? İşte;
Araplar, Yunanlılar, İspanyollar, Portekizliler bunlar günde 4
saat öğle paydosu yapan tembel milletler.
Ya da tam tersi elindeki ile yetinen fazla derdi tasası olsun istemeyen
halklar olarak da görebiliriz.
Bu yaşananlar Avrupa’daki kriz de dahil medeniyet/yaşam tarzı üzerine,
Kuzey Avrupa’nın güney Avrupa’ya veya Araplara yaşam tarzını değiştirmeye
zorlamasıdır.
Bize de aynısını yaptılar. Birçok güney Avrupa ülkesinde bizde
olduğu gibi kredi kartı sokaklarda dağıtılmaya başladı taksitli alışveriş
bizdeki gibi orada da yaygınlaştı. Adamlara deli gibi para harcayın yaşam
standartlarınızı değiştirin/iyileştirin demeye başladılar. Sonra bu adamlar
deli gibi borçlandı ve bizim gibi çalışmadıkları için ödeyemiyorlar. Ödemek
için gereken çalışma/eforu sergilemek istemiyorlar.
Sonuçta Kuzey Avrupalılar diyor ki borcunuzu ödeyeceksiniz daha az tatil
daha çok iş. Aynı şekilde Araplara da bunları yapacaklar. Onlardan petrolü alıp
ellerine son model cep telefonları verecekler. Son moda LCD TVler satacaklar.
Onlar da başta oohh ohh zenginleşiyoruz sanacaklar ama borç batağına batacaklar
sonra Avrupa bilgisini/tekonolojisini dünya paralar satarken adamların öz
kaynaklarını ucuza ele geçirecek.
Kuzey Avrupa diye yazarken akla “Yeni Dünya Düzencileri”ni
getirsek pek zararı olmaz, zannediyorum.
İsteyen neyi, niçin ve neden istiyor, belli değil. Bilinen bir gerçek var
her yemeğin arkasında bir ahçı sürekli çorbayı karıştırıyor.
Ah insanlık
Ah insanlık
Daha çok çekeceğin şeyler var gibi.
YILMAZ ÖZTUNA HAKK’A YÜRÜDÜ (9 Şubat 2012)
Türkiye Gazetesi başyazarı da olan Öztuna, 4 gün önce
solunum yollarında meydana gelen bir rahatsızlık nedeniyle kaldırıldığı Ankara
Güven Hastanesinde hayatını kaybetti.
Öztuna, bugün Fatih Camisi’nde öğle vakti kılınacak
cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda sırlanacaktır.
HAYATI
20 Eylül 1930
İstanbul doğumludur. İstanbul'da lise tahsilinin yanında İstanbul
Konservatuarı'na devam etti. 1950 eylülünden 1957 temmuzuna kadar Paris'de
kaldı. Paris'in büyük kütüphanelerinde çalıştı. Paris Üniversitesi Siyasi
İlimler Enstitüsü'nde Sorbonne'da Fransız Medeniyeti kısmında, Alliance
Française'nin yüksek kısmında okudu ve Paris Konservatuarı'na devam etti. 13
yaşında ilk makalesi ve 15 yaşında ilk kitabı basıldı. 1969'da Adalet
Partisi'nden Konya Milletvekili seçilerek Ankara'ya yerleşti. Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu'nda denetleme kurulu üyesi, repertuvar kurulu üyesi, eğitim
kurulu üyesi (Ocak 1966- Kasım 1981), Kültür Bakanlığı'nda bakan başmüşaviri
(1974-77), İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda
kurucu yönetim kurulu üyesi ve Türk Musıkisi Korosu'nda kurucu yönetim kurulu
üyesi (1975'den beri) , Yay-kur (Yaygın Yüksek Öğretim) üniversitesinde Osmanlı
siyasi ve medeniyet tarihi öğretim üyesi (1975-78), Milli Eğitim ve Kültür
bakanlıklarında 1969'dan beri pek çok ihtisas kurulunda üye ve başkan oldu.
1974-1980 arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ansiklopedisi olan ve Milli
Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan Türk Ansiklopedisi'nin genel yayın müdürü
olarak K harfinden T harfine kadar olan cildleri yayınladı. 1983 mayısında
Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin kurucuları arasında bulunarak merkez genel
yönetim kuruluna seçildi, sonra istifa etti. 1985'de Faisal Finans Kurumu
müşaviri oldu.
Pek çok radyo ve
televizyon programı yaptı, bunlarda konuştu. Bazı konuşmaları A. B. D. ,
Fransa, Avusturya gibi ülkelerin televizyonlarında yayınlandı. Bazı kitap ve
yazıları çeşitli dillere tercüme edildi. Dünyada ilk defa olarak Türk Musikisi
Tarihi kürsüsünü kurdu. "Büyük Türkiye", "Osmanlı Cihan
Devleti", "Büyük Türk Hakanlığı" gibi son yıllarda çok
kullanılan tarihi ve siyasi tabirler, Yılmaz Öztuna'nındır. Ayasofya Hunkar
Mahfili'nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Saadet Dairesi'nde
Kur'an okunması, 1000 Temel Eser, Ankara Devlet Konser Salonu ve İstanbul
Atatürk Kültür Merkezi'nin Türk Musikisi'ne açılması gibi fikirler ve
realizasyonlar Yılmaz Öztuna'nındır ve siyasi iktidara onun tarafından telkin
ve kabul ettirilmiştir. Türk Kara Kuvvetleri'nin ve Deniz Kuvvetleri'nin
evvelce yanlış olarak kutlanan yıldönümlerini bugünkü doğru başlangıç tarihleri
ile kutlanmasıın sağlayan da Yılmaz Öztuna'dır. Birçok konferans verdi. 6
kıtada pek çok ülkeyi gezdi, devlet adamları ve halkla görüşerek incelemeler
yaptı. Milletlerarası birçok kuruluşa üye seçildi.
Türkiye'de Osmanlı
tarihinin çatışmasız bir anlayışla algılanmasında katkısı vardır. Türk
Parlamenterler Birliği, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Aydınlar Ocağı,
Anadolu Klübü, Yahya Kemal'i Sevenler Cemiyeti, İstanbul Şehrini Güzelleştirme
Derneği, Müsteşrikler Cemiyeti, WACL, APACL, NATO Parlamenterler Birliği,
Parlamentolararası Türk - Japon ve Türk - Kore, Türk - Suudi Dostluk
cemiyetleri, Avrupa Konseyi cemiyeti, Yılmaz Öztuna'nın üye, kurucu olduğu veya
bulunduğu milli veya milletlerarası kuruluşlar arasındadır.
Uzun yıllar Türkiye
Gazetesi başyazarlığı yaptı. 9 Şubat 2012 tarihinde Ankara'da vefat etti.
Güzel Yazılarından Birisi
İMPARATORLARIN İSTANBUL TARİFİ: KÂİNAT'IN MERKEZİ
18. asır başlarında Çar Büyük Petro,
ünlü vasiyetnamesinin 9. bendine şöyle başlar: İstanbula hükmeden, bütün cihâna
hükümrân olur.
Üstâdım Yahyâ Kemâl, Türk İstanbul’un
oluşmasını şöyle anlatır. (Hâtırât, N.S. Banarlı neşri, s.51): “İstanbul
sadece padişahlar ve İstanbullular tarafından bina edilmiş değildir. Vatanın
dört bucağından, Konya’dan, Bursa’dan, Edirne’den, Sivas ve Tokat’tan,
Erzurum’dan, Üsküb’den, Macaristan’dan, Hicaz’dan, Bağdad’dan, Tunus, Cezâyir,
Trablus gibi Mağrib topraklarından; buralara gidip gelen, yahut buralardan gelip
İstanbul’da kalan, burada yerleşen nice Müslüman Türkler; kadınları, çocukları,
ihtiyarlarıyla; el sanatları, musikileri, halk ve divan şairleri ile; şehir,
sokak, ev ve oda mimarileri ile; cami, hamam, kubbe anlayışları ile, hâsılı
vatanın ve tarihin her bucağı ile, her asırdan getirdikleri hünerler ve
hâtırlalarla bu şehri, hep birden bina etmişlerdir... O kadar ki, İstanbul,
bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, hülasası, tecellisi
olmuştur... Bu idrâk, beni gün geçtikçe sarmaya ve İstanbul’a bağlamaya
başladı... Anladım ki, hakiki vatan ve insanı mes’ûd edecek tek yer bütün
vatanın ruhunu teşkil eden bu şehirdir.”
PETRO VE NAPOLYON
18. asır başlarında Çar Büyük Petro,
ünlü vasiyetnamesinin 9. bendine şöyle başlar: “İstanbul’a hükmeden, bütün
cihâna hükümrân olur. Bu bir kazıyye-i müsellemedir (kanıtlanmış teorem). Onun
için, mümkün olduğu kadar İstanbul’a yaklaşmak gerekir” (Cevdet Paşa,
I, 37, 356).
18. asır sonlarında İmparator Napolyon şöyle der:
“İstanbul’a sahip olan dünyaya hükmeder.
Arz tek bir devlet olsa idi, taht şehrinin İstanbul olması gerekirdi.” (René Pinon L’Europe et la Joune
Turquie, Paris 1911, s.476-7).
Hammer tarihini Almanca’dan Fransızca’ya
çeviren Joseph Heller, 19. asır başlarında şöyle yazar:
“İstanbul dünyanın gerçek başkentidir
(capitale du monde). Coğrafya konumu bakımından yeryüzünde rakibi yoktur.
Herkes bu hususta aynı fikirdedir.” (Atlas de L’empire Ottoman, 53b, 55b).
İKİNCİ FİLİP VE LAMARTİN
Kaanûnî Sultan Süleyman döneminde
İstanbul’da yıllarca kaldıktan sonra kralı İkinci Felipe’ye etraflı bir rapor
sunan İspanyol gezgini Pedro (s.178, 182):
“Yeryüzünde İstanbul kadar uygun bir
yere kurulmuş şehir yoktur” diye yazar.
1785’te Baron de Tott (I, 3) aynı
fikirdedir:
“Dünyanın başkenti olarak tercih edilecek
en müsait şehir İstanbul’dur, âdetâ kâinâtın merkezidir, çok önemli deniz
ticaret limanıdır.”
Geçmişin politikacıları gibi
san’atkârları da aynı şeyleri söyler. Büyük şair Alphonse de Lamartine, Voyage
en Orient adlı gezi kitabında şunları yazar:
“İstanbul biricik ve kıyas kabûl etmez
şehirdir (la ville unique et incomperable). Manzarasının güzelliğini hiçbir
fırça ve kalem lâyıkıyle tasvir edemez.”
1804’te büyük Ermeni coğrafyacısı
İnciciyan, eserine şu hükümlerle girer (s.3):
“Eski ve yeni bütün yazarlar,
İstanbul’un dünyanın en seçkin yerinde bulunduğunu bildirmişlerdir.”
Kaanûnî devrinde şehrimizi gören P.
Gyllius:
“Dünyanın her şehri ortadan kalkabilir,
coğrafya konumu bakımından İstanbul ise insanlar var oldukça devam edecektir” der. Ünlü İspanyol generali
Miranda’nın 1786’da İstanbul’a gemiyle girerken dili tutulur (s.26, 45-6, 53,
60):
“Manzarasının olağanüstülüğü hakkında
bir fikir vermem bile mümkün değil” diye yazar.
“Tabiatla iç içe girmiş çok uyumlu bir
mimari, gözlerimi kamaştırdı”.
MOLTKE VE LAYARD
Alman feldmareşali von Moltke
1835’te “çevremizi saran büyüyü nasıl anlatsam” diyerek aczini
belirtir,
“göklere tırmanan minareler, sayısız
kurşun kubbeler, hayran olunacak bir zevkle tabiatın içine yerleştirilmiş” diye devam eder.
Avusturya-Macaristan’ın İstanbul
büyükelçisi Baron Anton von Prokesh-Osten’in hükmü kesindir:
“İstanbul yeryüzünün en güzel şehridir” (Konstantinopel ist die sehönste
stadt der Welt) (Aus dem Orient, Stuttgart 1836, II, 498).
İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Sir
Henry Layard 13 Eylül 1839’da şehri ilk gördüğü zaman duygularını şöyle
belirtir:
“İnsan muhayyilesi, hayalinde ancak
İstanbul kadar güzel bir şehir tahayyül edebilir” (Gordon Waterfield, Layard of
Nineveh, Londra 1963, s.29).
HANIMEFENDİLER NE DİYOR?
Fransız baronesi D. de Fontmagne 1856’da
şöyle yazar (s.33-4, 50):
“Dünyada hiçbir şehir İstanbul kadar
güzel olamaz. Yalılar, köşkler, konaklar, bahçeler, minareler, kubbeler,
saraylar şehri ki Asya ile Avrupa’nın uyumlu estetiğini, güzelliği karşısında
insanın dili tutulacak derecede ahenkle yansıtıyor.”
1893’te milletvekili eşi ile İstanbul’a
gelen İngiliz Mrs. Max Müller şöyle der:
“Doğu ile Batı’yı çok iyi birleştirmiş
insana hayat ve yaşama sevinci, neş’e ve canlı bir güzellik duygusu veren
emsalsiz bir şehir...”.
26 yıl (1881-1907) İstanbul’da kalan
diğer bir İngiliz hanımı, Lady Dorina Neave 1933’te Londra’da basılan
hâtıralarında aynı duyguları terennüm eder:
“Daha muhteşem bir manzara yeryüzünde
mevcut değildir. Haşmetlü kubbeleri, birbirinden güzel sayfiyeleri ile
İstanbul, dünya şehirlerinin kraliçesidir.”
Bu yazımı, Yüksek Ekselansları Fransa
Cumhurbaşkanı Mösyö Nicolas Sarkozy’ye ithâf ediyorum.
Kaynak:
Yılmaz Öztuna, Tarihçi Gözüyle, 2010, İstanbul,
s.164-166
(12 Ekim 2010) Türkiye
İSLAM’IN DEVLET VE HALİFELİK İMTİHANI
“Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümü, genç İslâm cemaatini
idarî bir krizin içine girmişti. Peygamber, halefinin tayini hususunda bir
karar vermemiş, ayrıca kritik bir geçici devrede otoriteyi sağlayacak kabile
meclisi şeklinde bir meclis de kurmamıştı. Sadece Allah'ın buyruğunu izah
etmekle yükümlü olan Hz. Muhammed, sağlığında nasıl bir arkadaşını bu işe tayin
eder yahut bir halef gösterebilirdi. Şîî ananesi daha sonraları,
Peygamber'in, amcası oğlu ve kızı Fatıma'nın kocası Ali'yi halef tayin ettiğini
iddia eder ki, bu asla doğru değildir.
MEŞRU HALEF TAYİN ETME FİKRİ BU DEVİRDE ARAPLAR'A YABANCI İDİ. Eğer Hz. Muhammed'in bir oğlu
dahi olsaydı olayların gelişmesi bundan farklı olmayacaktı. Hz. Musa misâli de
bu hususu desteklemektedir. Şeyhin aynı aileden seçilmiş olması
mecburiyetinin de pek az tesiri olmuş gibi görünmektedir. Birden fazla kadınla
evlenmenin mevcut olduğu böyle bir cemiyette damat Ali'nin veya kayınpeder Ebû
Bekr'in hak iddialarının da pek az ağırlığı olabilirdi. Araplar sadece
kendilerine yol gösterecek yeni kabile şefinin seçimi âdetine sahiptiler. Medineliler
Hazrec kabilesinden birisini seçmek isteyerek İslâmiyeti tam manasıyla
hazmedemediklerini gösterdiler.
Buhran Ebû Bekr, Ömer ve Ebû Ubeyde'nin kararlı tutum ve hareketleriyle
atlatıldı. Bu üçü bir çeşit hükümet darbesi ile Ebû Bekr'i Peygamber'in tek
halefi olarak İslâm cemaatine kabul ettirdiler. Ertesi gün Mekkeliler ve Ensar
bir emri vaki karşısında kaldıklarını görerek istemeye istemeye durumu olduğu
gibi kabul ettiler. Ebû Bekr «halife» yahut «Peygamber'in vekili» unvanını
aldı. Onun halife seçilmesi büyük tarihî müessese olan halifeliği
başlattı. Seçmenler bu müessesenin daha sonraki fonksiyonu ve geçireceği
değişmeler hakkında bir fikir sahibi değildi. Onun seçilmesinde yegâne şart,
Peygamberin mirasını dokunulmadan korumak idi.
Başlangıçtan itibaren Ebû Bekr otoritesini birçok önemli konuda Arap kabile
şeflerinden farklı olarak kullandı. Yalnız cemaatin değil, bütün bir bölgenin
yürütme yetkisini ve bir orduyu elinde bulunduruyordu. Hilâfete geçtikten sonra
ortaya çıkan durum siyasî ve askerî bir hareketi gerektirdiğinden Ebû Bekr
zamanla halifelik müessesesinin önemli bir rüknü olan siyasî ve askerî
otoriteyi benimsedi, iki yıl sonra ansızın vefatında, her hususta zaten büyük
yardımcısı olan Ömer, ciddî bir muhalefetle karşılaşmaksızın onun yerine geçti.
Yeni rejim her şeyden önce kabileler arasında ortaya çıkan ve Ridde adıyla
bilinen hareketi önlemek zorunda kaldı. Bu tabir dinden dönmeyi ifâde ediyor ve
tarihçilerin, dinî önemi sebebiyle mübalâğalı bir şekilde anlattıkları
olayların başka bir şekilde ortaya çıkışını gösteriyor. Kabilelerin Ebû
Bekr'in halifeliğini kabul etmek istememeleri onların putperestliğe dönüşü
değil, fakat anlaşma yapmış taraflardan birinin ölümü ile daha önce yapılmış
siyasî bir anlaşmanın otomatik olarak yürürlükten kalkması idi. Medine'ye
çok yakın olan kabileler müslümanlığı kabul etmişlerdi; onların ümmet ile öyle
ortak menfaatleri vardı ki, ayrı tarihleri yazılmamıştı. Hz. Muhammed'in ölümü,
uzaktaki kabileleri Medine'ye bağlayan bağları kopardı; hareket hürriyetlerini
tekrar elde ettiler ve katılmadıkları Ebû Bekr'in halife seçilmesiyle
kendilerini bağlı hissetmeyerek Medine ile olan anlaşmayı feshederek vergiyi
ödemekten vazgeçtiler. Medine'nin hâkimiyetini yeniden kurmak için Ebû
Bekr yeni anlaşmalar yapmak zorunda kaldı. Komşu kabileler bu anlaşmaları kabul
ettikleri halde uzaktakiler buna yanaşmadılar. Ebû Bekr Medine'den ayrılmış
kabileleri tekrar hâkimiyeti altına almak için kuvvete başvurmak zorunda kaldı.
Ridde harpleri, yeniden İslâm'a döndürme şeklinde başladı ve Arabistan'ın
sınırlarını aşan bir fetih hareketi halini aldı. Arabistan'ın itaat altına
alınmasıyla Irak, Suriye ve Mısır'a komşu bölgelerdeki fetihler hemen hemen
aynı zamana rastlar. Eğer kuzeydeki fetihler yarımadanın ekonomik meselelerine
çekici bir hal tarzı getirmemiş olsaydı, Arap kabileleri asla itaat altına
alınamazlardı. Kuzeye yapılan ilk akınlar fetihten daha çok maddî menfaatlere
dayanıyordu; fetihler ancak düşmanın zayıf olduğu anlaşılınca başladı.
Başlangıçta Medine'nin hâkimiyeti zayıftı ve umumî bir idarî sistemle
sınırlanıyordu. Bölgeler arasındaki ulaşım ve haberleşmenin güçlüğü Medine'yi,
vali ve askerî şefleri kendi bölgelerinde serbest bırakmaya mecbur ediyordu.
Bu fetihlerde birinci plânda rol oynayanlardan birisi olan Ebû Bekr'in
başkumandanı Hâlid b. Velîd, Hz. Muhammed'in ölümündeki durumu yeniden kurmak
için harekete geçti; bundan sonra da fetih hareketi başladı. İslâm fetihlerinin
gerçek başlangıcı 633 yılında Doğu Necid'de yapılan Akraba savaşıdır. Bu
savaşta müslümanların zaferi, Araplar'a Medine hükümetinin kudretli olduğunu ve
onun hâkimiyetini tanımanın yerinde olacağını isbat ediyordu. Bundan sonra bir
seri askerî seferler bütün istikametlere yayıldı.
Medine ile Suriye arasında yerleşmiş ve hıristiyanlaşmış bazı Arap
kabileleri çölden gelecek bir saldırıya karşı savunma hattı meydana
getiriyorlardı. Heraklios'un,
Bizans imparatorluğunun bu kabilelere yaptığı yardımı kesmesi muhtemelen
onların müstevlilerle birleşmelerine zemin hazırlamıştır. 633 yılında Ebû Bekr,
Suriye seferi için gönüllülerin gelmesini ilân etti; Suriye ve Filistin'e
birkaç müstakil birlik gönderdi. Ertesi yıl Araplar küçük bir Bizans birliğini
yendiler ve güney Filistin'de bazı önemsiz akınlar yaptılar. Heraklios'un yeni
bir orduyu harekete geçirdiği sırada Medine'den yardımcı kuvvetlerin
gönderilmesi için çöle çekildiler. Irak'tan hareket eden Hâlid b. Velîd Fırat
boyunu takip ederek Palmir'den geçerek ansızın çıkageldi. 634 Nisan'ında
Dımaşk'a girdi. Şehri yağmaladıktan sonra güneyde bulunan diğer birliklerle
buluşmak için geri çekildi. Bu sırada Bizanslılar Kudüs'e yaklaşıyorlardı,
fakat Ecnâdîn'de toplanmış olan müslüman kuvvetleri tarafından mağlûp
edildiler. Bizans'ın kesin mağlûbiyetinden ve altı aylık bir kuşatmadan sonra
Araplar Dımaşk'ı zaptettiler. Hâlid kuzeye doğru ilerlerken diğer kuvvetler
Filistin'e yayıldılar. Heraklios bu sırada çoğunluğunu Ermeniler ve hâkimiyeti
altındaki Araplar'dan toplanmış bir süvari birliğinin teşkil ettiği kuvvetli
bir orduyla harekete geçti. Bu üstün kuvvet karşısında Araplar Dımaşk'tan geri
çekilerek Yermuk nehri sahilinde toplandılar. Yermuk'ta Temmuz 636 tarihinde
Bizans'ı hezimete uğrattılar ve iki önemli müstahkem mevki olan Cesarea ile
Kudüs dışında bütün Suriye ve Filistin'i fethettiler. Suriye fethedilir edilmez
Hâlid başkumandanlıktan alınarak yerine Ebû Ubeyde getirildi. 637 yılında
Halife Ömer Suriye'yi ziyaret ederek kurulmasını istediği İslâmî idarenin
anahatlarını tesbit etti.
Irak'a akın yapma teklifi sınır bölgelerinde oturan Arap kabile şeflerinden
gelmiştir. Güneyde müslümanlar ve kuzeyde iranlılar arasında sıkışık bir
durumda kalmış olan sınırdaki Arap kabileleri bu durumdan kurtulma yolunu
müslümanlığı kabul etmek ve Sasanî topraklarına karşı taarruzda bu yeni güçle
birleşmekte buluyorlardı. Hâlid 633 yılında küçük ve o bölge halkından
toplanmış bir kuvvet ile Hîre üzerine yürüdü. Bu kesin başarı Araplar'ı yeni
teşebbüslere şevketti; 634'te Köprü savaşında kesin bir hezimete uğramalariyle
durakladılar. Sasanî hükümdarı III. Yezdecird kumandası altındaki Sasanî
kuvvetleri Araplar'a karşı bir taarruz için kısa zamanda teşkilatlandılar. 637
yılı yazında 20.000 Iran askeri sayıca kendilerinden az bir kuvvete Kadisîye'de
yenildiler. Muzaffer müslümanlar iran'ın başşehri olan Medâ'in'i (Ctesiphon) ve
arkasından bütün Irak'ı zaptettiler. Alelacele toplanan Iran ordusu Câlûla'da
tekrar mağlup edildi. Arap orduları Suriye ve Irak'tan geçerek Elcezîre ile
birleşmek ve Münbit Hilâl'in fethini tamamlamak için kuzeye yöneldiler.
Arap geleneğine göre Mısır seferi, halifenin muhalefetine rağmen,
Suriye'deki görevinden alınan Amr b. elÂs'ın şiddetli arzusu neticesinde
gerçekleşmiştir. Suriye ve Irak'ta olduğu gibi Mısır'da da durum müsaitti.
Bizans idaresinden memnun olmayan Koptlar, istilâcılara yardıma hazırdılar.
Yemenli süvarilerden meydana gelen 3000 kişilik bir ordunun başında Amr 12
Aralık 639 tarihinde Mısır'ın hudut şehri olan el-Arîş'e vardı ve hiç zorluk
çekmeden burasını elegeçirdi. Pelusium'u (bugünkü Faramâ) zaptettikten sonra
Amr, bugünkü Kahire yakınlarında bulunan Bizans kalesi Babylon üzerine
yürüdü. Medine'den 5000 kişilik yardımcı kuvvetin gelmesiyle Amr, 640
Temmuz'unda Bizanslılar'a karşı kolay bir zafer kazandı ve ertesi yıl Babylon
kalesi teslim oldu; Bizans'ın elinde yalnız İskenderiye kalmıştı. Bir
yıl kadar devam eden kuşatmadan sonra Amr ve İskenderiye patriği, şehirdeki
Bizans garnizonunun şehri terketmesi şartıyla anlaştılar. 645 yılında
İskenderiye'yi geri almak için deniz yoluyla yapılan Bizans teşebbüsü geçici
bir başarı kazandı; ancak ertesi yıl Bizanslılar geri çekilmeğe mecbur oldular.
Birçok eserde nakledilen bir hikâyeye göre Halife Ömer, İskenderiye
kütüphanesini, eğer bu kütüphanede bulunan kitapların verdiği bilgi Kur’ân-ı
Kerim’de varsa bunlara lüzum olmadığı, Kur'ân'&a. yoksa dine aykırı olacağı
düşüncesiyle tahribini emretmiştir. Modern araştırmalar bu haberin tamamen
asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Eski tarihçiler, hırıstiyanlar da dâhil bu
masal hakkında bir imada bile bulunmazlar; ilk defa XIII. yüzyılda bu olaydan
bahsedilmiştir. Zaten büyük Serapeum Kütüphanesi, müslümanlar Mısır'a gelmeden
önce iç karışıklıklar sırasında tahrip edilmişti.
Münbit Hilâl'in kuzey ve doğusundaki Arap bulunmayan dağlık bölgelerde
müslümanların ilerlemeleri yavaş ve güç oldu. İran yaylasındaki mukavemet
yıllarca devam etti. Horasan'ın tamamı ancak Halife Muaviye zamanında (661-680)
fethedilebildi. Anadolu'daki zorluklar başa çıkılır durumda değildi ve Toroslar
müslümanların en kuzey sınırını teşkil ediyordu.
Büyük fetihler sırasında Araplar'ın stratejisi, çölün avantajını kullanma
esasına dayanıyordu. Modern imparatorlukların denizi kullanmaları ile bu Arap
stratejisi arasında bir benzerlik görülmektedir. Araplar, düşmanlarının asla
nüfuz edemedikleri çölü iyi tanıyorlardı. Onlar takviye/ kuvvetleri ve mühimmat
için çölü bir haberleşme vasıtası ve tehlike anında da bir sığınak olarak
kullanıyorlardı. Onların fethedilen bölgelerde ordugâhlarını çöl hududunda,
fakat ekilebilir arazide kurmaları bir tesadüf değildir. Fethedilen bölgelerde
Araplar esas unsuru meydana getiriyorlardı. Mevcut olan şehirleri, meselâ
Dımaşk gibi kullanıyorlar ve uygun buldukları takdirde yerleşiyorlardı. Aksi
halde Irak'ta Küfe ve Basra, Mısır'da Fustat, Tunus'ta Kayrevân gibi yeni
şehirler tesis ettiler. Araplar buralarda askerî ordugâhlar kurdular ve
Emevîler devrinde bu şehirleri idarelerinin başlıca merkezleri haline
getirdiler. İslâm tarihinde Emsâr (Büyük şehirler, beldeler, memleketler,
kasabalar) adı altında bilinen bu ordugâh şehirleri fethedilen ülkelerde Arap
tesirinin yayılmasında ve yerleşmesinde hayatî bir rol oynamıştır. Eyaletlerde
azınlıkta olan Araplar Emsâr'da çoğunlukta idiler. Buralarda çoğunlukla arapça
konuşuluyordu. Emsâr, civar bölgelerin ziraî mahsûllerinin aktığı bir pazar
yeri rolünü oynuyordu, diğer taraftan Araplar, komşu ülkelere buralardan
yayılıyorlardı. Kısa zaman sonra bu ordugâh şehirlerinin çevresinde, hâkim Arap
idareci sınıfın ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkarlar, tüccarlar, memurlar ve
işçilerin kurdukları mahalleler meydana gelecektir. Köylü halkın Emsâr'a akını,
müslüman olmayanlara yüklenen vergilerin artması ve tarım ürünlerinin fiatının
düşmesi neticesinde hızlandı. Tarım ürünlerinin fiatlarının düşmesine, gelirin
geniş ölçüde askerler arasında dağıtılması sebep olabilir.
Büyük fetihler başlangıçta İslâm'ın değil, Arabistan'da nüfusun fazlalığı
sebebiyle komşu memleketlerde buna bir çözüm aramaya itilen Arap milletinin
yayılması idi. Bir dizi göçler Sâmîler'i Mümbit Hilâl'e ve bunun daha
ötesindeki çeşitli fethedilmiş bölgelere doğru şevketti. Araplar'ın yayılması,
ilk bakışta görüldüğü gibi ansızın olmuş değildir. Araplar'ı yarımadalarında
tutan ve onların kitleler halinde dışarıya gitmelerine engel olan manianın
kuvvetli olduğu zamanlarda bile nüfusun fazlası komşu ülkelere muntazaman
gidebiliyordu. Bu durum bilhassa VI. ve VII. yüzyıllarda Fırat havzasında,
Filistin'de ve güneydoğu Suriye'de açıkça görülür. Meselâ iki Bizans şehri olan
Bosra ve Gazza'da, hattâ fetihten önce bile mühim miktarda Arap nüfusu
bulunuyordu. Hiç şüphesiz fâtihler kendilerine yakın memleketlerde çok sayıda
yerleşmiş ırkdaşlarını buldular.
İlk tarihçilerin, fetihlerde dinin rolünün daha kuvvetli olduğunu
belirtmelerine rağmen modern araştırıcılar buna daha az yer verirler. Dinin
önemi, disipline alışmamış ve heyecanlı, ikna edilmeğe hazır fakat kumanda
edilmeğe asla razı olmayan bir kavimde meydana getirdiği geçici psikolojik
değişmede kendini gösterir. Din onları kendine güvenebilir ve kontrol edebilir
bir hale getirdi. Fetihler boyunca başarısından dolayı din, Arap
birliğinin sembolü oldu. Fetihlerin itici gücü dinî olmaktan ziyade dünyevî
idi. Sayıları oldukça az olan buna karşılık büyük bir heyecanla mücadeleye
atılan gerçek müminlerin, Arap imparatorluğunun meydana çıkmasında büyük
rolleri olmamıştır.
Muahhar Arap tarihçileri Halife Ömer'in yeni devlette kurduğu idarî sistem
hakkında geniş bilgi vermektedirler. Bununla beraber modern tenkit ve bilhassa
İslâm'ın ilk devrinden bize intikal etmiş birçok idarî vesika bu bilgilerin çok
geç bir devrin şartları içinde sonradan verilmiş umumî bilgiler olduğunu
göstermektedir. Bununla beraber (ilk halifeler bu konuda pratik düşüncelerle
hareket ettiler. Onlar ne vazife ve kavramları belirtmek ne de prensipler
ortaya koymak ihtiyacını duymuyorlardı. Aldıkları tedbirlerin araştırılması,
basit olaylar üzerine dayandırılmalıdır. Onların sistemi fethedilmiş ülkelerin
halklarının değil, fetihler sonunda ortaya çıkmış olan Müslüman-Arap
aristokrasisinin menfaatleri ekseni etrafında kurulmuştu. Bu sistem geniş
ölçüde askerî şeflerin ve idarecilerin davranışları ile teşekkül etmiştir.
Araplar başlangıçta Iran ve Bizans'ın idarî teşkilâtını memurları ve hattâ
paraları ile devam ettirmişlerdir. Kısa süre sonra 640'ta yeni tedbirlerin
alınması lüzumunu hisseden Ömer, yeni bir sistem benimsedi ki, bunun sayesinde
bütün imparatorluk müslüman cemaatinin ve bizzat halifenin idaresi altına
geçti. Fethedilmiş bölgelerin çok farklı kanunları ve örfleri vardı. Araplar bu
bölgelerdeki sistemi kabul ettiklerinde imparatorluk dâhilinde tek bir sistem
yoktu. Suriye ve Mısır'ın şartlı teslim olması Halife Ömer'i mahallî âdetlere
hürmet etmeğe zorlamıştır. Kılıç kuvveti ve şartsız zaptedilmiş olan Irak'ta
buna karşılık çok geniş bir hareket hürriyeti vardı.
Müslümanlar, ancak devletin arazisini ve rejimin düşmanlarının topraklarını
müsadere ediyorlar, yeni rejimi tanıyan mülk sahiplerine muayyen vergiler
karşılığında mülklerini ömür boyunca ve serbest olarak kullanma ve muhafaza
etme hakkını tanıyorlardı. Müsadere edilen topraklar devlet tarafından sicile
geçiriliyor ve idare ediliyordu. Araplar Arabistan'ın dışında toprak satın
alabiliyorlardı. Devlet mallarının çoğu Katı'a (çoğulu Katâ'i) adı verilen bir
nevi kiralama şekliyle alınmıştı. Hükümet tarafından verilen bu araziler
işlenmiş yahut «ölü» denilen topraklardı ve son durumda kiralama vergiden
muaftı. Bu gibi imtiyazların pek azı Ömer, çoğu ise daha sonraki halifeler tarafından
verilmişti. Arabistan'dan çıkmış olan müslüman arazi sahipleri arazi vergisi
ödemeğe mecbur değillerdi, fakat bazı ihtilâflardan sonra öşr adı verilen daha
az vergi veriyorlardı. Müslümanlara tarhedilen küçük dinî vergi bir tarafa
bırakılırsa, bütün vergiler Cizye ve Haraç dahil imparatorluğun tebası olan
gayrı müslim halka yüklenmişti. Daha sonra bu tabirler müslüman olmayanlar
tarafından ödenen baş ve arazi vergisi olarak ayrı alanlarda kullanıldılar. İlk
halifeler devrinde Cizye bir nevi arazi vergisi anlamını ifade ederken Haraç
herhangi bir vergi, bilhassa Araplar'm her bölgeden alabildikleri toptan ve
kollektif vergi manasına geliyordu. Bizanslı memurlar ve diğerleri eski sisteme
göre parayı toplamak için yerlerinde bırakıldılar.
Fâtihler, fethettikleri bölgelerin sâkinlerinin dinî ve içişlerine
karışmıyorlardı. Bunlar, müsamaha edilen dinlerin sâlikleri manasına gelen
Zımmî statüsünde idiler. İdarenin Bizans'tan Arab'a geçmesi, bölge halkları
tarafından genellikle sevinçle karşılanmıştır. Fethedilmiş bölgelerin halkı
yeni idareyi, vergiler ve diğer hususlar bakımından eskisinden daha insaflı
buluyordu. Suriye ve Mısır'ın hırıstiyan halkı bile ortodoks Bizans'a karşı
İslâm hâkimiyetini arzu ediyordu. İslâm'ın ilk devrine âit anlaşılması
güç bir Yahudi vesikasında bir melek bir münzevîye şöyle seslenmekteydi: «Korkma,
Ben Yohây; Yaratıcı, ona şükürler olsun, sırf seni bu kötülüklerden (yâni
Bizans'tan) kurtarmak için İsmail kırallığını gönderdi. Allah, ona şükürler
olsun, onların yeniden yerleşebilecekleri bir toprak fethetmek için kendi
iradesine göre bir peygamber gönderecek». Bu sözler daha sonraki
devirde yaşamış Suriyeli bir hırıstiyan tarihçinin sözleri ile mukayese
edilebilir : «Bunun için Allah bizi Romalılar'ın elinden Araplar
vasıtasıyla kurtardı. Romalılar'ın intikam ve zulmünden kurtulmakla oldukça
rahata kavuştuk». Fethedilmiş ülkelerin halkı yeni rejimi kabul
etmekle kalmadı, aynı zamanda bazı durumlarda onun yerleşmesine yardımcı bile
oldu. Filistin'de Samaritenler müslümanlara o kadar çok yardım ettiler ki,
Araplar onları belli bir zaman için vergiden muaf tuttular; tarihler sık sık
Yahudi ve hırıstiyan yardımından bahsederler.
İslâm'ın Arap milliyetçiliği ile aynîleştirilmesi bizzat Araplar'ın yeni
müminlere karşı davranışlarında açıkça görülür. Arap olmayanların müslüman
olmaları fikri o kadar beklenmeyen bir şeydi ki, mühtediler, Arap
kabilelerinden birinin mevlâsı olmakla ancak mümin olmuş kabul ediliyorlardı.
Nazariyatta Mevâli Araplar ile eşit haklara sahipti ve bazı vergilerden muaftı,
fakat tatbikatta Araplar onlara karşı üstün ve küçümser bir tavır takınıyorlar
ve onları uzun müddet İslâm'ın maddî menfaatlerinden uzak tutuyorlardı.
Bunlardan en önemlisi, Arap savaşçıları arasında savaş ganimeti olarak
dağıtılmak üzere Halife Ömer tarafından kurulan Dîvân'dan alman ücret ve
bağışlardı. Bu sistemin dayandığı fikir, Arap ve müslüman arasındaki aynîlik ve
halifeye otoritesini kullanma selâhiyeti veren dinî itibarını korumak idi. Bu
iddiaların geçerliliği kaybolduğu zaman onun düşüşü kaçınılmaz oldu.
Halife Ömer 4 Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle tarafından şehit edildi.
İslâm'ın bir iç harp tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu farkeden halife,
ölürken kendisine halef olabilecek adaylardan meydana gelen Şura yahut seçim
komitesi tayin etti. Şura'nın kararları ile ilgili raporlar birbirini tutmaz.
Neticede Osman b. Affân halife seçildi. Seçim şaşkınlık yarattı, zîra Osman,
Araplar gözünde korkunç bir kusur olan iktidarsızlığı ve korkaklığı ile
tanınıyordu. Osman'ın halife olması, yeni dinin menfaatlerini süratle kabul
etmiş olan Mekke'nin eski oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görülür. Bu
sınıf, Medine'de o zamana kadar hâkim olan kabilelerden nefret ediyordu. Ebû
Bekr ve Ömer'in yüksek mevkileri vermek suretiyle (meselâ Ömer'in Muaviye'yi
Suriye valisi tayin etmesi) Mekkeliler'i kazanma gayretlerine rağmen onlar
memnun olmuyorlar ve hakkın kendilerine geçeceğini ümidederek üstünlüğü yeniden
sağlamaya çalışıyorlardı. Muaviye gibi Osman da Mekke'nin ilerigelen
ailelerinden Ümeyye ailesine mensuptu. Gerçekten Osman Hz. Muhammed'in ilk
sahabeleri arasında bu asillerden tek kişi idi ve aday olabilecek itibara
sahipti. Osman'ın seçilmesi Emevîler'in zaferi ve onlar için bir fırsat oldu;
bu fırsat değerlendirildi. Osman kısa süre sonra imparatorluğun yüksek
mevkilerini elde etmeğe çalışan ailesinin ileri gelenlerinin tesiri altına
girdi ve birbiri arkasından devletin yüksek memuriyetleri bu aile mensuplarına
verildi.
Osman'ın idarî zaafı ve akrabalarını kayırması sınırlardaki askerler arasında
bir müddetten beri devam eden huzursuzluğu ortaya çıkardı. İslâmî gelenek,
halifeliği sırasında ortaya çıkan huzursuzlukları Osman'ın şahsî kusurlarına
bağlar. Aslında sebepler çok çeşitli ve derindir. Osman'ın hatası bu sebepleri
bilmemesi ve zamanında tedbir almaması idi. Fetihler Hz. Ömer'in
vefatından sonra durakladı. Arapların göçleri hemen hemen tamamlanmıştı; bunlar
fethedilen eyaletlere yerleşmişler ve nüfus fazlalığının verdiği kuvvet bir
anda tükenmiş oluyordu. Araplar bir defa daha yeni engellerle karşılaştılar:
Doğuda İran'ın düşman halkı ve yüksek yaylası, kuzeyde Anadolu ve batıda deniz;
bunların neticesinde güçleşen fetihler. Fetihlerin durması, kabilelere şimdiye
kadar meşgul olamadıkları meselelerini derin derin düşünme imkânı vermiştir. Bedevîliğin
merkezî idareye karşı olan tutumu idarenin zayıflamasına ve umumî bir patlamaya
sebebiyet verdi. Muhalif unsurlar, Ömer'in halifeliği sırasında varlığını
hissettirmeğe başlamış ve muhtemelen onun ölümüne zemin hazırlamıştır. Osman'ın
zayıf idaresinde muhalefet açıkça kendini gösterdi. İsyan ne dinî, ne de şahsî
olup asıl sebep bedevîliğin merkezî idareye karşı çıkması idi. Bu Ömer'in
devletine değil, sadece devletin otoritesine karşı gelmekti. Onların
bedevîlikten gelen anlayışlarına göre itaat bir şahsa kendi arzularıyla boyun
eğmekti. Osman bu duyguyu veremediğinden Bedeviler daha önce kendi istekleriyle
itaat arz ettikleri halde şimdi bundan vazgeçmekte kendilerini serbest
hissediyorlardı.
Her ne kadar Osman'a karşı silâhlı hücum Mısır'dan geldi ise de muhalefetin
asıl merkezi Medine'de bulunuyordu. Osman'ın hayatına karşı gizliden gizliye
faaliyette bulunan elebaşılar arasında iki gayrı memnun Mekkeli, Talha ve
Zubeyr, Osman tarafından Mısır valiliğinden alındığı için kızgın olan Amr ve Hz.
Muhammed'in dul eşi Ayşe bulunuyordu. Bunlar muhalefetin çekirdeğini teşkil
ediyorlardı. Belki de Hz. Osman'ın şahadetine yol açan olaylar içinde bulunmuş
olabilirler. Her ne olursa olsun Amr ve Ayşe bu olaya katılmadıklarını isbat
ettiler.
Bu kritik zamanda Amr B'irü's-seb'a'ya, Ayşe ise Mekke'ye gitmişlerdi. Bu
hâdisede Ali'nin bir şeye karışıp karışmadığı açık değil. Daha önce üç defa
ayağı kaydırılan halife namzedi Ali'nin bu cinayetle doğrudan doğruya bir
alakası olduğu düşünülemez, fakat onun Osman'ın şehadetine mâni olamayışı ve bu
hâdisede ağırlığını hissettirememesi, daha sonra düşmanlarının eline tesirli
bir silah vermiştir.
17 Haziran 656 tarihinde memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Medine'ye
gelmiş olan Mısır ordusunun serkeşleri, halifenin evine girdiler ve onu ağır
bir şekilde yaraladılar. Bu öldürme olayı İslâm tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Âsi müslümanlar tarafından halifenin katli önce üzüntü yarattı ve İslâm'da
birliğin, garantisi olan halifeliğin dinî itibarını zayıflattı. Bundan sonra
hükümet ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyâsî ve iktisadî olup her
ikisi de fazla fayda sağlamamıştır.
Ali'nin halifeliği Medine'de hemen hemen derhal kabul edildi. Fakat
Osman'ın düşmanlarından bazıları, doğrudan doğruya suçlu olmamakla beraber
hilâfete geçmesini, bir halifenin katline borçlu olan birisinin halifeliğini
tanımak hususunda titiz davranıyorlardı. Osman'ı sevmeyen diğerleri yeni
halifeyi tanımak istemiyorlardı. Suçluların cezalandırılmasını isteyen Osman
taraftarı bir parti teşekkül etti. Bu çaresizlikler karşısında Ali birçok yeni
düşman kazandı; bilhassa selefinin tayin ettiği adamları vazifelerinden
azletmek, gelişmeleri daha da aleyhine çevirdi. Muhalefet, Mekke'ye çekilen ve
orada Osman'ın katlinin intikamının alınmasını istiyen, aynı zamanda önceki
olaylarda kendi tutumlarını unutan Ayşe, Talha ve Zubeyr etrafında
toplanıyordu. Bunlar Ali'ye karşı birlikler topladılar ve sonunda mahallî
destek bulmayı ümit ettikleri Basra'ya celaldiler.
Hz. Ali Ekim 656 tarihinde ordusunun başında Medine'den hareket etti. Bu
hâdise iki bakımdan önemlidir:
Birincisi, İslâm imparatorluğunun merkezi olarak Medine'nin sonunu işaret
etmesi (zira hiçbir halife artık orada oturmayacaktır), ikincisi ise ilk defa
bir halifenin, müslüman bir orduyu yine müslüman bir orduya karşı sevketmesi
idi.
Ali ve ordusu Küfe'ye vardı ve orada şehrin tarafsız valisi Ebû Musa ile
görüşmelerden sonra halkın tezahüratı arasında şehre girdi. Buradan Basra
üzerine yürüyerek Cemel savaşında Ayşe, Talha ve Zubeyr'in ordusunu bozguna
uğrattı. Bu savaşa «Cemel» adının verilmesi, çarpışmaların, müminlerin annesi
Ayşe'nin bindiği devenin etrafında cereyan etmesinden ileri gelmektedir. Talha
ve Zubeyr savaşta öldüler, Hz. Ayşe ise Mekke'ye geri gönderildi.
Basra'nın kısa süren işgalinden sonra bu şehrin halkının sevgisini
kazanmaya muvaffak olamayan Ali Kûfe'ye döndü ve orasını kendisine merkez
yaptı. Suriye hariç bütün İslâm imparatorluğunun hâkimi olmasına rağmen
taraftarlarının arasında devam eden serkeşlik ve kabilevî anlaşmazlıklar
sebebiyle durumu hiç de iyi değildi. Dindarlar ile din adamları arasındaki
anlaşmazlıklar onun kudretini tehlikeye atıyordu. Muaviye, Suriye'de çok
kuvvetli bir vaziyette idi. Merkezî bir idarenin başında, itaatkâr ve birlik
içinde bulunan bir eyalette hüküm sürüyordu. Bizans'a karşı yapılan gazalar
esnasında askerî sanatı ve disiplini benimsemiş mükemmel bir orduya sahipti.
Moral bakımından da Muaviye'nin durumu çok sağlamdı. Hak ve selahiyetleri de
fazlaydı, zîra bu vazifeye Hz. Ömer tarafından tayin edilmiş ve herkesin kabul
ettiği son halife Osman da onu yerinde tutmuştu. Amcası Osman'ın intikamını
almayı isteyerek Kur’ân'da bile teyid edilen Arap geleneğine göre hareket etti.
Ali ve rakipleri arasındaki mücadelede tarafsız bir tutum takip etmiştir.
Şimdilik halifelik makamı için hak iddia etmiyor, fakat adalet istiyordu ve
halifenin katli meselesinde Ali'yi itham ederek kurnazca onun hak ve
selahiyetlerine şüphe düşürüyordu. Muaviye bu hususta yalnız Amr b. El-Âs'a
değil aynı zamanda Suriye'nin düzenli birliklerine de güveniyordu.
Muaviye, Ali'nin kendi yerine gönderdiği valiyi kabul etmemekle açıkça ona
karşı şıktı. Harekete geçmek zorunda kalan Ali bir orduyla beraber Suriye
üzerine yürüdü ve Mayıs 657'de Sıffîn yakınlarında Suriye birlikleriyle karşılaştı.
Her zaman olduğu gibi bir netice elde edilemeyen görüşmeleri ki, bu
görüşmelerde Muaviye Osman'ın katillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılmasını
ve muhtemelen de onun halifelikten çekilerek yeni halifeyi seçmek için bir şura
teşkilini istemişti, savaş takip etti. 26 Temmuz'da Ali'nin birlikleri zafer
kazandılar. Mağlup olan Suriyeliler tam zamanında Kurbân sayfalarını
mızraklarının uçlarına takarak «bu hususta Allah karar versin» diye bağırarak
yeni bir çareye başvurdular. Kur,ân}ın hakem olması hususunda yapılan çağrı,
sadece Osman'ın katli meselesinde geçerli olabilirdi. Çünkü Kur'ân'da,
halifelik meselesinden doğan bir ihtilâfa çözüm yolu bulabileceklerini ümit
etmiş olamazlardı. Ali, bunda bir hile olduğunu açıkça gördü, fakat onun
taraftarları arasındaki dindar şurup Ali'yi ateşkesi kabule zorladı. Her iki
taraf da hakem seçme hususunda anlaştılar ve kumandanlar, varılacak kararı
kabul edeceklerini ilân ettiler. Muaviye kendisini temsile kurnaz görüşmeci ve
davaya sadık Amr'ı tayin etti. Ali'nin taraftarları hakemin vazifelerini farklı
bir şekilde yorumladıklarından halifeyi tarafsız olan Ebû Musa'yı hakem olarak
kabule mecbur ettiler. Muaviye daha başlangıçta üstünlüğü ele geçirmişti, zîra
Ali böylelikle bir halife değil, hilâfet makamında iddia sahibi bir kimse
durumuna düşüyordu. Hakeme başvurma keyfiyeti Ali'nin önüne kısa zaman
sonra yeni güçlükler çıkardı. Taraftarlarından büyük bir gurup bu hareketten
memnun olmayarak isyan ettiler ve zor kullanılarak isyanları kanlı bir şekilde
bastırıldı. Havâric (Haricîler) adı altında bilinen bu grup mensupları İslâm
tarihinde sık sık isyan edeceklerdir.
Hakemler Ocak 659 tarihinde Ezruh'ta buluştular. İslâm kaynaklarının bu
hususta verdikleri bilgiler açık değildir, fakat şu husus kesindir: Onların verdikleri
karar Ali'nin aleyhine idi ve onun da halifelikten çekilmesine yol açabilecek
bir hüküm taşıyordu. Ali bu kararı kabul etmedi; böylelikle Haricîler meselesi
ortaya çıktığı gibi diğer hususlarda Sıffîn harbinden öncekinden farklı
değildi; üstelik taraftarlarının yılgınlık göstermesi onu zayıflatıyordu. Daha
sonraki aylarda diğer bir başarısızlığa daha uğradı: Muaviye Mısır eyaletini
ele geçirmeğe muvaffak olmuş ve Ali büyük bir zenginlik ve gelir kaynağını
kaybetmişti. Meydan muharebesinden çekinen Muaviye, Irak'a karşı akınlar
yapıyordu.
Ali'nin son yılındaki olaylar hakkında bilgimiz azdır. Muaviye ile ateşkes
anlaşması imzalamış olabileceği gibi yeni bir sefer hazırlığına girişmiş olması
da muhtemeldir. Ocak 661 tarihinde İbn Mülcem adında bir haricî tarafından şehit
edildi. Oğlu Hasan mücadeleyi terk etti ve bütün haklarını, önce Suriye'de ve
kısa süre sonra da bütün İslâm imparatorluğunda halifeliği tanınan Muaviye'ye
devretti.
Kaynak:Bernard LEWİS, Tarihte Araplar, trc: Hakkı Dursun YILDIZ, 1979, İstanbul,
İst.Edebiyat Fakültesi Yay. 2601, s.56-74
Not: Alıntılanan metine dokunulmamıştır.
İNSAN VE EMANETİ
“İnsan yeryüzünde Allah'ı temsil etmekle görevlendirilmiştir ve bu görev
insanın ilahî iradeyi gerçekleştirmesi için bir vasıtadır. İnsan böylece
ilerleme ve tekâmülün âmili olmak dolayısıyla yaratma eylemine de büyük ölçüde
katılmış oluyor. Kur'ân'ın bildirdiğine göre, Allah'ın bütün isimlerinin
bilinmesi, O'nun yeryüzündeki temsilcisi olarak insanın aldığı görevin bir
gereğidir. Bu bilgi Allah'ın sırrına ermemize yol veren bir
anahtardır..." (Erol GÜNGÖR)
Bu sırrın içinde bir sır daha vardır ki, o da EMANET olarak bilinir.
Emanet ne demektir?
Emanet, sözlüklerde emniyet, itimad, mecburiyet ve mahrem SIR olarak
verilir. Bu tanımlamadan giderek, şöyle diyebiliriz: Emanet öyle kıymetli bir
eşya, mal veya VARLIKTIR ki, HERHANGİ bir kişiye değil; sadece
"EHLİNE" teslim edilir. Ehil kişi, bu emaneti güvenle muhafaza eder
ve bunu bir GÖREV olarak kabul eder. Ne zamana kadar?
Geri istenilinceye kadar. Kur'an'da bu emanet üzerinde anlamlı bir üslûpla
durulur.
Anlamlı ve biraz da kinayeli.. Emanet göklere, yerlere ve dağlara teklif
edilmiştir. Onlar, bu kadar ağır bir yükü kaldıramamış ve bu görev insan'a
tevdî ve teslim edilmiştir. İnsan bu yükü kaldıracak güçte ve yapıdadır..
Ancak, insan ne kadar da çok zalim ve nankördür. Yani insanın bu emanete
"hıyanet" etmeye ne kadar da çok eğilimi vardır.
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar emaneti
yüklenmekten çekindiler; ona hıyanet etmekten endişe ettiler. İnsan bu emaneti
aldı. İnsan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzab/ 72)
Bu emanetin insana teslim edilmesi, onun (her ne kadar bazıları zalim ve
cahil oluyorsa da) bu dünyadaki şerefli yerinin tartışılmaz olmasındandır.
Çünkü insan, şerefli, mümtaz ve seçkin bir mevkie sahiptir.
"Biz gerçekten insanı şereflendirdik." (İsra/70)
İnsanın şereflendirilmesi, küçümsenecek bir olay değil; aksine üzerinde
ısrarla durulması gereken bir gerçeğin odak noktasıdır. Zira yerler ve gökler
şereflendirilmiştir denilmiyor, insan şereflendirilmiştir deniliyor.
İnsanın şerefli yeri, hiç kuşkusuz kendisine verilmiş (tahsis edilmiş) bir
yüksek rütbenin ve makamın değerinden ileri gelir. Bu seçkin mertebeye ulaşmış
olan insanın öz varlığındaki ve benliğindeki erişilmez yetenek ve potansiyel
gücünün bilincinde olması lazımdır. Bu bilinçten habersiz; bu şerefli makamın
yetki ve sorumluluğunu hiçe sayarak, hay huyla vakit geçirmek, insanın kendi
değerini bilmemesi demektir. Bu değer bilmezlik, paha biçilmez derecede
kıymetli bir kılıcı pastırma kesmek için kullanmağa benzer. Ya da "yarış
atını sütçü beygiri olarak arabaya koşmak" demekle eş anlamlıdır.
Mevlânâ, ünlü eseri Fîhi Mâfîh'de bu örneği çok daha nefis anlatımlarla
dile getirir ve insanı bu bilinçsizliğinden ötürü sanki şiddetle uyarır ([1]):
"Sen eğer, "Elimden şu kadar iş geliyor, ama o işi yapamıyorum"
dersen, bunun hiç bir değeri yoktur. Bu tıpkı şuna benzer: Altından yapılmış
bir tencere ile şalgam suyunu ısıtırmısın ? Ya da süslü bir bıçağı, kırık bir
kabağı duvara asmak için çivi yerine kullanır mısın? Sonra da "Ben bu
bıçağı işe yaramaz halde tutmuyorum, kabak asıyorum" dersen, yazık olmaz
mı? Hâlbuki kabağın işi bir paralık demir çivi ile görülür. Yüz dinarlık
değerli bir bıçağı böyle bir iş için kullanmak akıl kârı mıdır? Ulu Allah sana
pek büyük bir değer vermiştir.
Sen değerinle ve düşüncenle iki âleme de bedelsin. Ama ne yapayım ki, kendi
değerini bilmiyorsun. Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir. Eğer
kendini cehennem karşılığında satarsan kendine kötülük etmiş olursun, tıpkı o
adamın yüz dinarlık bıçağı duvara çakıp, ona bir kabak astığı gibi..."
EMANET'e hıyanetin çok kötü olduğunu ihtar eden Mevlânâ'dan sonra,
tasavvufun yine büyük isimlerinden Fahreddin Irakî'nin "Parıltılar"
isimli eserinde emanet kavramına çarpıcı bir yorum getiriliyor ([2]):
"Allah'ın EMRİ olan RUH'un melekût (melekler) ve ervah (ruhlar)
âleminin mertebe ve derecelerinden geçerek yukarıdan aşağı tenezzülât
(tenezzül: iniş) ile nihayet babaların sulb-lerinden (meni), anaların rahminde
istikrarını (kararlılığını) ve sonradan bu EMANETİN tekrar geldiği gibi geri
dönmesiyle başlangıçtaki mukaddes mertebeye doğru mi'râcını göstermektedir.
"
"Ruh, Allah'ın EMRİ'dir" hükmü, önemli bir hareket noktası kabul
edilmiş ve üzerinde yüzyıllardır ısrarla durulmuştur. Ruh, insan, nefis, hayat,
ölüm ... vb. gibi kavramlar alabildiğince genişlemiş ve bazan da eksik
yorumlarla "kavram kargaşası" haline getirilmiştir. Hele, "ruh
çağırma" ve "ruhlarla temas kurma" gibi aldatıcı
avuntular, inanç sömürüsü ve falcılık malzemesi olarak hep gündemde tutulmak
istenmiştir. İslâm verilerine göre, fincanla ya da kim olduğu bilinmeyen
birtakım medyumlarla ruh çağırılamaz. Ruhlarla temas ve ilişki kurulamaz.
Çünkü ruh, doğuş olarak bu âleme ve bu evrene ait bir varlık değildir. Bu
dünyaya ait olmayan bir varlığın, bu dünyaya bir "beden elbisesi"
giyerek görünmesi, "insan" olmanın en karakteristik özelliğidir. Bu
özellik, onun bu evrene gelmeden önce de var olduğunun en belirgin bir
göstergesi sayılır. Buraya kısa bir ziyaret için gelen bir varlığın, buradaki
görevini bitirdikten sonra tekrar eski yerine, ana yurduna dönmesi,
"ölümsüzlüğün" bir başka adıdır. Tıpkı doğumsuzluk gibi...
Bu dünyada doğmayan bir varlığın, bu dünyada ölmesi düşünülemeyeceğine
göre, ruhun ölümsüzlüğü -yani hep var ve mevcut oluşu- gerçek ve çarpıcı bir
sonuç olarak karşımıza çıkar.
Bu sonuca göre, Irakî'nin "Parıltılarında da
belirttiği gibi ruh, bu evrene, ruhlar ve melekler âleminden derece derece
inerek gelmiştir. Yola çıktığı yer, sanal ve soyut kavramların bulunduğu;
BİR'liklerle karakterize edilen gece gibi renksiz bir mânâ âlemidir. Geldiği
yer ise; ÇOK'luğun egemen olduğu, gündüz gibi renkli ve aydınlık bir cismânî
âlemdir. Aydınlığın olması için karanlığın olması şarttır. Çünkü karanlık,
mümkünlerin imkânıdır. Çünkü her şey zıddı ile kaimdir. Çünkü her şey çift
çifttir.
Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevî'de şöyle sesleniyor: (1. cilt, shf: 198, MEB
Yayınları, Çev.: Veled İzbudak, 3. baskı)
"Varlığı EMRİYLE yaratan Allah'ın çevganları önünde mekân âleminde de
koşup duruyoruz, Lâmekân (mekânsızlık) âleminde de.
Renksizlik âlemi (mânâ âlemi) renge (vücud âlemi) esir olunca, bir Musa
öbür Musa (Firavun) ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan, Musa ile Fıravun'un karıştığı âleme
erişirsin."
Tıpkı renksiz bir güneş ışığının prizmadan geçince renklere ayrıldığı gibi,
Mevlânâ bu mısraları ile vahdetten (bir'likten, tek renkten) kesrete
(çoğulculuğa, çok renkliliğe) geçişten sonra Musa (mümin) ile Fi-ravun'un
(münkir, inkarcı) savaşa başladıklarını belirtiyor. Mevlânâ ilave ediyor:
Denksizlik âleminde hepsi birbirine karışmışlar, hepsi birden tek sesle KAALU
BELÂ (EVET) demişlerdir.. Mevlânâ, Fîhi Mâfîh'de de şunları anlatıyor (Shf:
10):
"Her şey zıddı ile belli olur. Zıddı olmayan şeyi tartışmak
imkânsızdır. Yüce Allah, zıddı olmadığından mutlaktır. Bu mutlak NUR'un belli
olması için KARANLIK olarak bir âlem yarattı. Âlemin yaratılması İSTEĞİNİ
Allah, önce RUHLARA vermiştir. Şüphesiz ÂLEM bu yüzden yaratılmıştır."
Mevlânâ aynı eserde devam ediyor (Shf: 123): "Öbür âlem bir
deniz gibidir. Bu dünya ise köpüğe benzer. Gerçekten bu âlem çer-çöple dolu bir
köpüktür. Fakat bu köpük, dalgaların oynamasından, çalkalanmasından,
kaynamasından bir temizlik, saflık ve güzellik bulur. Ancak bu güzellik onda
iğreti bulunuyor. Güzellikler altınla sıvanmış gibidir. İnsanlar, yük yük
altınlarla gümüşler gibi gösterişli şeylere hırslıdırlar.
Mevlânâ, coşku ile anlatıyor:
"Bir insanın türlü türlü yüzlerce arzusu vardır. "Börek isterim,
helva isterim, et isterim, meyva isterim" der. Bu söylediği ve saydığı
şeylerin aslı bir'dir ve o da açlıktır. Açlık bir tek şeydir. İnsan birinden
doyunca, "Bunların hiçbirini istemem" der. O halde anlaşılmış oluyor
ki, 10 ve 100 sayıları yoktur, sadece BİR vardır.
Binaenaleyh eğer, maksada bakacak olursak, ikilik kalmaz. İkilik
teferruattır, esas birdir.
İki canlı kuşu birbirine bağlarsan, aynı cinsten olmalarına rağmen
kanatları dört tane olduğu halde için uçamazlar. Çünkü ikilik mevcuttur.
Hâlbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira ikilik kalmamıştır. "Ölmeden önce ölünüz" sözü
bu gerçeği açıklar.
Zira onun yanına iki BEN sığmaz. Sen "Ben" diyorsan, O da
"BEN" diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki, bu ikilik kalksın. Fakat O'nun
ölmesi imkânsızdır. Madem ki O'nun ölümü imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok
olması için, O'nun sana tecelli etmesi için sen öl! (her nefis ölümü
tadacaktır)" (Fîhi Mâfîh, Shf: 32).
Bütün bu çıplak gerçeklerden sonra, karşımıza çok anlamlı bir kudsî hadis
çıkar:
"Ben insanın SIRRIYIM, insan da benim SIRRIMDIR."
Sır, ancak sınırlı sayıda kişiler tarafından bilinen ve açıklanmaması
gereken bir emaneti temsil eder. Bu hükme göre, Yüce Yaratıcı, "Ben
insanın sırrıyım" derken; "Ben kim olduğumu insana
anlatmadım" demektedir. Aynı zamanda, "İnsan da
benim sırrımdır" derken, "İnsan'a da kim olduğunu
söylemedim", "Anlayan anlasın ama, emanete de hıyanet
etmesin" demiştir.
Eyvah... Galiba SIR'lar açıklandı!!..[3]
SOMALİ'YE YARDIM ABD'NİN OYUNU MU?
ALINTI-
19Ağustos 2011-ANKARA
Somali'ye birden yardım çağrısı yapılıyor. Kampanya sürdürülüyor. Peki ama
neden?
Somali'de 1991'den bu yana hükümet kurulamıyor. Batıca tanınan Federal
Geçiş Hükümeti, ülkenin küçük bir parçasını yönetiyor
ABD işte sınırlı bölgeye hakim bu hükümete destek için Türkiye'yi açlık
görüntüsü altında devreye soktu. Aynen Libyalı-Suriyeli muhalifleri İstanbul'da
toplayıp destek verdirmesi gibi.
Somali'ye açlık nedeniyle yardım, ABD'nin işgal planının parçasıdır.
Uzun kıyı şeridi olan Somali'de deniz ton balığı kaynıyor ama açlıktan
çocuklar ölüyor. Bazı mezheplerde balık yemek günahl Midye, karides gibi deniz
ürünlerine ellerini sürmüyorlar.
1839'larda sömürgeleşmeye başlayan Somali, 19601ı yıllarda İngiliz,
Fransız, İtalyan işgalinden kurtulduğunu sanırken asıl çırpınışa o yıllarda
başlar.
Ocak 1991 de; Somali'de, iç savaş çıkar.
İç savaş ve aynı döneme denk gelen kuraklık: ülkede büyük bir açlık facia
doğurur. Kasım 1991 de; ABD, Somali'ye 30 bin asker gönderme kararı alır. 4
Aralık 1992 de; BM Güvenlik Konseyince UNOSOM I adlı görev kuvveti oluşturulur.
Operasyona Umut Operasyonu ismi verilir.
8 Aralık 1992 de; Türkiye, BM kararı gereği, Somali'ye 320 kişilik birlik
gönderir.
Operasyonun amacının: ABD'nin askeri Us kurmak ve petrol olduğu ortaya
çıkar.
24 Ocak 1993 de, ABD askerleri, Somali'de, silah toplamaya başlarlar.
Direnenler, Amerikan saldırıları sonucu öldürülür. Ancak, yerli güçler,
birleşir, ABD'ye karşı savaşırlar.
Somali BM. Barış Gücü Komutanlığı görevine, 19 Şubat 1993 de, Korg. Çevik
Bir atanır.
3 Ekim 1993 de ise, 2 Black Havvk helikopteri düşürülür. Sonraki yıllarda
Kara Şahin Düştü ismiyle Helikopterlerin düşürülmesinin, filmi yapılır.
ABD, 31 Mayıs 1995 de Somali'den geri çekilir. ABD Delta Focus adlı özel
harekat timi, 1 yıl da 10.000 den fazla Somaliliyi katleder.
Askeri güçler ülkeden çıktıktan sonra, iç savaş yeniden başlar.
ABD ve BM, İMB'ni El Kaide destekli olmakla suçlar, Etiyopya'yı Somali'ye
saldırtır. 2006 daki Etiyopya işgaliyle İslam Mahkemeleri Birliği devrilir.
ABD; donanma Somali açıklarına konuşlandırır. Türkiye; 2010'da gemi
gönderir.
ABD; Somali'deki Müslümanların üzerine bomba yağdırırken, Türkiye'den ses
çıkarmaz.
Somali'de modern parçalama yöntemleri uygulanmaktadır. Yani; işgal için çok
yönlü, küresel çete planlamalarını yapmıştır.
Somali; bir petrol denizi olmanın yanında stratejik bölgedir yeraltı
kaynaklarına sahiptir.
Somali ve Yemen, Kızıldeniz'in Hint Okyanusu'na açılan kapısı konumundaki
ülkelerdir.
Somali; Arap yarımadasını, Afrika kıtasına bağlayan bu bölgeler, petrol
yüklü tankerler ve savaş gemilerinin geçiş güzergâhları olması ve Rusya'yı
engellemesi açısından önemlidir.
BM; Somali'nin kıtlık bölgesi olarak iki bölge Bakool ve Aşağı Shabele'yi
ilan eder.
Türkiye'nin daha önce girişimi yokken, birden bire bu fikir neden ortaya
çıktı?
BOP eşbaşkanı görevi gereği bölgeye gidiyor. Yardımları yerinde göreceğini
açıklıyor.
İslam dünyası, sefaletini unutup bilim ve teknolojideki geriliğini
sömürülüşünü unutup gaflet içinde iken, kıtlık bahanesiyle Somali'ye giden yardımlardan
yüzde kaçı derneklerin, yereldekilerin, ABD'nin kontrolünde olacak? Anlayan,
yorumlayan, açıklayan var mı?
Bütün Ilımlı, uyumlu İslam dünyası, eş başkanlara teslim olana kadar, tüm
Müslümanlar dinlerarası diyalog şemsiyesi altında İbrahim-i dinin üç ana
unsurundan biri oluncaya kadar yani Yahudileşip-Hıristiyanlaşana kadar, yola
devam edilecek.
Günün Sözü:
Okumayan, düşünmeyen anlayamaz. Anlamayan insanın istismarı kolaydır.
NURULLAH AYDIN
Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Stratejist
http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1313887585&archive=&start_from=&ucat=13&
ZEKÂ, BİLİNÇALTI, GENETİK PROGRAM BOZULUYOR
16 Mayıs 2011-ANKARA
ALINTI-
İnsan beyninin ürettiği dalgaları tespit etmek suretiyle düşünceler
okunabileceğine ve kaydedilebileceğine ilişkin çalışmalar sürüyor.
Böyle bir icat gerçekleştirilmiş olsa ve bu aletten yeteri kadar Üretilse,
o zaman insanlar arası ilişkiler nasıl olacaktır? İletişim nasıl kurulacak,
Devlet işleyişi nasıl olacaktır?
Bir düşünelim, hükümetlerde, istihbarat servislerinde, poliste, özel
yetkili savcıların elinin altında böyle aletler olsa ne yaparlardı?
Herhalde o zaman kitapları henüz yayınlamadan tutuklamak ve
bilgisayarlardan silmek yerine, daha insan beynindeyken suç saydıkları
düşünceleri tutuklar veya insan beyninden silerlerdi.
Öyle ya insan düşüncesini okuyabilmek mümkün olursa, insan hafızasını
silmek ve yerine birkaç dakika içinde yeni bir hafıza yerleştirmek de ardından
gelirdi.
Böylece, bu bilimsel kapasiteyi eline geçiren güç, bütün insanları robot
gibi kullanabilirdi.
Aslında insanları robot olarak kullanabilmek için düşüncelerini okumaya
veya bilgisayardaki gibi hafızalarını silip yerine başka bilgiler doldurma
yeteneğine sahip makinelere gerek de yok. Çünkü günümüzde de tarih bilincini,
kimlik bilincini, beynindeki inanç haritasını değiştirdikleri insanları robot
olarak kullanabiliyorlar.
Meselâ, bir dinler arası diyalog sloganıyla, Müslüman gençlerin
Hıristiyanlığa hizmet etmesini sağlayabiliyorlar!
Hasan Sabah, bu yöntemi herkesten önce keşfetmiş, uyuşturucu verdiği
gençleri sahte cennetine sokup, robotlastırmıştı. Yeniden o cennete girmek
isteyen gençler, öl deyince ölüyor, kendisini uçurumdan aşağı atıyor, öldür
deyince de öldürüyordu. Çünkü ölümsüz olduklarına inandırılmalardı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu, işte bu operasyonla sarsıldı. Nizamülmülk
öldürüldü, Alparslan'a suikast yapıldı ve o da bir süre sonra öldü. Hülagu Han,
gelip de kökünü kazı mas aydı, Haşhaşinler insanları robotlaştırmaya devam
edecekti I
İşte bugün ise operasyonunu, insanların algılamasını değiştirmekle görevli,
bilim adamları, yazarlar, gazeteciler ve televizyoncular yapıyor. Kısacası,
devletlere, milletlere hâkim olmak isteyenler, bunu insanları ikna etmek
suretiyle ve medya vasıtasıyla başarıyor!
Esasen, insanları medya manyağı, müzik manyağı, spor manyağı haline
getirmek, CIA, KGB gibi servislerin kullandığı yöntemlerdir.
İnsan; bilinçaltı, gürültü, ritim ve saldırgan sesleri, renk bakımından
zenginleştirilmiş hipno-renk etkilerini, herhangi bir sanatla karşılaştırma
yapılamayacak kadar büyük ve inanılmaz bir hızla benimser. Bu tahriklerle
manevi zekA körelir, bilinçaltı ve tanımayı sağlayan genetik program bozulur.
Arif Nihat Asya'nın Sansür adlı rubaisi
Sessizce düşünsek, duyacaklar bir gün;
Olmazları olmuş sayacaklar, bir gün...
Onlar, bu vehimle, ellerinden gelse,
Rüyalara sansür koyacaklar, bir gün.
Sahi rüyalarımızı da sansürleyebilirler mi?
Hafızamızı değiştirebildiklerine göre rüyalarımız zaten sansürlüdür. Çünkü
rüyalarımız, hafızamızla sınırlıdır.
Toplumu bu KABUSTAN uyandırmak mı? Kim, nasıl uyandıracak?
Önce hafızaları tazelemek gerekiyor. Yoksa, ilkokul hafızasını bile
kaybetmiş insan, insan olmak erdemliliğini anlayabilir mi ki?
Toplumu bu KABUSTAN uyandırmak mı? Kim, nasıl uyandıracak?
Önce hafızaları tazelemek gerekiyor. Yoksa, ilkokul hafızasını bile
kaybetmiş insan, insan olmak erdemliliğini anlayabilir mi ki?
Günün Sözü:
Gerçekleri göremeyen göz, algılamayan beyin, hissetmeyen kalp, insanı insan
olmaktan çıkarır.
NURULLAH AYDIN
Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Stratejist
http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1305678082&archive=&start_from=&ucat=13&
TÜRKİYE NİN ETNİK YAPISI
Türkiye; tarih boyunca birçok ırkın yaşadığı, farklı ırkların gelip
geçtiği ülkedir. Yerli ırklar yanında, Moğol ve Timur işgallerinde Asyalıların,
haçlı savaşlarıyla Avrupalıların, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arapların ve
Afrikalıların gelip yerleştikleri yerdir. Yüzyıllar boyunca ve şimdi de
Türkiye’de; hoşgörü ve sevgi ortamında her dinden her ırktan her
mezhepten insan bir arada yaşıyor.
8 yıl önce üç ayrı üniversiteye yaptırılan ve sonuçları hiç
açıklanmayan ‘Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu’,
Malatya’daki kitabevi cinayeti davası dosyasına konuldu.
Raporda Kürtler’den Gürcüler’e, Pomaklar’dan Lazlar’a, Boşnaklar’dan
Arnavutlar’a kadar bir sınıflandırma yapıldı. Sonuçları kamuoyuna açıklanmayan
rapor, 2000 yılında Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki
öğretim görevlilerine MGK tarafından hazırlattırıldı. Prof. Şaban Kuzgun
başkanlığında yürütülen proje kapsamında Türkiye’deki 68 il, ilçe, köy, mahalle
ve sokaklar tek tek dolaşıldı. Yapılan çalışmada insanların hangi kökenden,
mezhepten ya da tarikattan olduklarının profili çıkarıldı.
Proje yarım kaldı.
Projenin başkanlığını yürüten Prof. Dr. Şaban Kuzgun, 14
Mayıs 2000′de trafik kazasında hayatını kaybetti. Araştırmada görev alan diğer
öğretim görevlileri de Kuzgun’un şüpheli ölümü üzerine aniden projeden ayrılma
kararı aldılar. İnanç haritası diye adlandırılan bu çalışma “Fişleme
yapılıyor” gerekçesiyle bir hayli de tartışılmıştı.
İşte o rapora göre Türkiye’deki etnik grupların nüfuslarının
dağılımı:
Türkler: 55 milyon.
Kürtler: 3 milyon civarında olan bu gruba Zazalar da dâhil edildiğinde 9.5
milyon.
Gürcüler: Ağırlıklı olarak Ordu, Artvin, Samsun ve Marmara bölgesinde 1
milyon.
Boşnaklar: Adapazarı, İzmir ve Manisa’da yaşayan Boşnaklar’ın nüfusu da 2
milyon.
Çerkezler: Değişik şehirlerde yaşayan Çerkezler de 2.5 milyon.
Araplar: Güney illeri ve İstanbul’da yaşıyorlar. 870 bin olarak
gösteriliyor.
Arnavutlar: Türkiye’deki nüfusları 1 milyon 300 bini aşmış durumda.
Lazlar: Rize ve Artvin’in birkaç köyünde ve birkaç Marmara şehrinde
yaşıyorlar. 80 bin.
Hemşinliler: Lazlar gibi Rize ve Artvin’in bazı ilçelerinde yaşıyorlar ve
sayıları 13 bin.
Pomaklar: Bazılarına göre Türk, bazılarına göre Slav ırkından olan Pomaklar
da 600 bin.
Çingeneler; 700 bin
Ermeniler; 60 bin
Yahudiler; 20 bin
Rumlar; 15 bin
Süryaniler; çok az sayıda.
TC. Nüfus sayımları 1927-1965 Arasında ana dil sorulmuştu.
Nüfusun ana dil’e göre dağılımını gösteren DİE’nin 1965 nüfus sayımına
göre, halkın
% 90.11′i ana dilini Türkçe
% 7,07′si anadilini Kürtçe,
% 1.16′sı Arapça,
% 0.48′i Zazaca,
% 0.18′i Çerkezce,
% 0.09′u Gürcüce,
% 0.08′i Lazca,
% 0.07′si Pomakça,
% 0.06′sı Boşnakça,
% 0.04′ü Arnavutça
% 0.66′sı diğer diller.
ABD’de bulunan Ethnologue data from: Languages of World kuruluşunun P.A.
Andrews – 2001 yılına göre; Türkiye’deki etnik kökenler:
Türk % 86.21
Kürt % 8.36
Çerkez % 2.14
Arap % 1.63
Zaza % 0.53
Laz % 0.02
Diğer % 1
Konda’nın 2007 araştırması
% 84.5 Türk
% 9.02 Kürt-Zaza
% 4.45 T.C vatandaşı
% 0.75 Arap
% 0.28 Laz
% 0.27 Çerkez
Günün Sözü: İnsanı; Irk, dil, din değil, insan olma bilinci, insan yapar.
Prof. Dr. Nurullah AYDIN
Son 30 yıldır ülkemizin gündeminde daima birinci sırayı meşgul eden; gerek
iç ve gerekse dış güçlerce sürekli eşelenen Tükiye'nin etnik yapısı ile ilgili
olarak gazetemize bir e-posta geldi. Yazıyı kaleme alan kişi ise
80'li yıllarda Boyabat'ta Tapulama Hakimliği yapan ve görev yaptığı
yerlerde "Jet Hakim" olarak anılan Prof. Dr.
Nurullah Aydın.
Prof. Dr. Nurullah Aydın halen Ankara Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi'nde "İletişim Hukuku" dersleri veriyor. Aydın'ın çeşitli
konularda yazdığı çok sayıda kitap var:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Diyor ki,
Küresel Güç Doktrini, Küresel Terör ve Terörizm,
Türkiye'nin Milli Güvenlik Stratejisi, Türkiye'nin Yol Haritası,
İşte İstihbarat,
Osmanlı İmparatorluğunda İstihbarat,
Türklerin Küresel Güç Doktrini,
Kırmızı Kitap (Milli Güvenlik Politikası),
Türk Suç ve Ceza Hukuku gibi eserler bunlardan bazıları.
Kaynak.
http://www.boyabathaber.com/?subaction=showfull&id=1305064354&archive=&start_from=&ucat=13&
[1] Fîhi Mâfîh, 2. baskı, İstanbul
Maarif Basımevi, Çev: Meliha Ülker Tarıkahya, Shf: 20.
[2] Parıltılar, MEB Yayınları, Çev:
Saffet Yetkin, İstanbul, 1992, Shf: 9
[3] Taşkın TUNA, Sonsuz Uzaylar [Kitap].
- İstanbul : [s.n.], 1995. Sh:168-170
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar