TEŞKİLÂT-I MAHSÛSA
Teşkilat-ı Mahsusa’nın ajanları gizlice Mısır’dan
Trablusgarp’a geçerken, İngilizler de ajanları avlamak için peşlerine
düşmüşlerdi. İtalyanlara karşı yapılacak söz konusu savaşı engellemek için
teşkilat elemanlarının bölgeye gidişini durdurmaya olağanüstü bir çaba
göstermiş ancak geçişlerini önleyememişlerdi. Geçişler çoktan
gerçekleştirilmişti.
Enver Bey ve beraberindeki bir avuç kahraman
Mısır’dan gizlice Berka’ya geçmişlerdir. Yapılan istihbarat çalışmalarıyla
Osmanlı komutanlarının geldiğinin duyurulması üzerine Tunus, Cezayir ve
Sudan’dan gönüllüler akmaya başlamıştı. Cezayirli Emîr Abdülkadir’in oğlu Emîr
Ali Paşa ile Tunuslu Şeyh Salih Şerif El-Tunusi de Eşref Bey’in davetine
icabet ederek Trablusgarp’a adamlarıyla gelmişti. Her ne kadar sayıları az da
olsa, direniş hareketinin ilk evresinde Trablusgarp ve Bingazi’ye giden Osmanlı
neferlerinin içinde önemli bir oranı oluşturmuştu. 107 subay, 300 ilâ 400
arasındaki yardımcı kuvvet Trablusgarp’ta İtalyanlara saldıracaktı. Toplanan
yerel bedevi kuvvet de 14.000 kişiyi bulmuştu. Enver Bey’in komutasındaki
ajanlar gerilla saldırısını örgütlemeye çalışıyordu.
….
Enver Bey karargâhını Ayn el-Mansur’da kurmuştu.
Burada bir fişek imalathanesi, bir gazete, bir askerî eğitim merkezi ve çeşitli
şeyhlerin oğulları için bir de okul yaptırmıştı. Gönüllü mücahitlerin bir kısmı
İtalyanlardan ele geçirilen silahlarla güçlenmişti. Osmanlı kuvvetlerinin
hiçbirinde ağır silah ve uçak yoktu belki ama çok sayıda makineli tüfek vardı.
Teşkilat-ı
Mahsusa’nın gözü kara ajanlarından Enver Bey, Süleyman Askeri Bey, Eşref
Kuşçubaşı, Mustafa Kemal, Nuri Bey, Halil Bey, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim
Sami, Sadık Bey, Fuat Bulca, Yakup Cemil, Nuri Conker, Rauf Orbay, Nazmi Bey ve
ünlü seyyah Abdurreşit İbrahim gibi daha birçok mücahit canları pahasına aynı
anda İtalyanlara saldırıya geçmişlerdi. Düşman her koldan ateş çemberi içine alınmıştı. Enver Bey’in kardeşi
Nuri Bey, Libya’da keskin nişancılığı ile ün salmıştı. Pusuya yatan Nuri Bey’in
tek başına 100’den fazla İtalyan askerini öldürdüğü dilden dile dolaştı.
İtalyanlar sahil bölgesinde birliklerinin içine kapanmışlar, can derdine
düşmüşlerdi. Ani baskınla cepheler cehenneme dönmüş, top atışlarından ortalığı
toz bulutları kaplamıştı. Tayyarelerinden propaganda kâğıtları atarak halkı
işgale razı olmaya çağıran İtalyanlar toplarını, makineli tüfeklerini ve
cephanelerini bırakıp sahile doğru kaçarlarken çok büyük kayıplar vermişlerdi.
Yaralı mücahitlerimiz duvar yıkıntılarına sığınmak
için sürünerek ilerlemeye çalışırken, yaralı atların acı kişnemeleri insanların
yüreğini parçalıyordu. Toz bulutu, görüş mesafesini birkaç metreye indirmişti.
İtalyanlar bu baskınla sahile sıkışmışlardı. Baskında 1500 tüfek, 20 makineli
tüfek, 2 top, sayısız mermi ve 20 tane katır Türklerin eline geçmişti. 600’ün
üzerinde İtalyan askeri teslim olmuştu. Osmanlı birlikleri bu zaferin
arkasından yaralı askerlerini sargı merkezlerine taşıyor, şehitlerini toprağa
veriyordu. Büyük bir saldırı arkasından yeni mevzilerine çekilen Teşkilat-ı
Mahsusa’nın gözü kara komutanlarına İstanbul’dan getirilen Hacı Bekir lokumu
dağıtılmıştı.
Eşref Bey gönüllüler
arasında iri cüsseli bir zencinin olduğu fark etmişti. Gözlerine inanamıyordu.
Hayatı boyunca bu kadar iri bir insan görmemişti. Ona bakarak:
“Hoş geldiniz…”
“Şükran ya Bek!”
“İsminiz nedir?”
“Musa.”
Musa, uzun boylu ve
görkemliydi.
“Nereden geliyorsunuz?”
“Sudan’dan ya Bek, buradaki
Müslümanların direnişini duydum.”
Zenci Musa ilk defa
Sudan’dan yardıma gelmişti.
“Hoş geldin Musa Ağa, benin
adım Eşref.”
“Adınızı biliyorum ya
Şeyh-it-Tüyûr!”
Eşref’in tebessüm eden yüzüne, Musa da tebessümle
karşılık verdi. Eşref, adama anlam veremediği bir yakınlık hissetmişti.
“Musa, bundan böyle emir
erim olarak görev yapacaksın, benden ayrı olmayacaksın.”
“Memnun oldum ya Bek.”
Trablusgarp direnişi Enver Bey’in önderliğinde
başarıyla yapılıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa, Libya’da silah, cephane ve
profesyonel asker kıtlığına rağmen, mükemmel bir gerilla harbi yaparak, 110.000
kişilik İtalyan askerini sahil şeridine hapsetmişti.
…..
Bedevi gönüllüler çarpışmada çok başarılı olmuş,
8000’den fazla bedevi Derne’yi kuşatma altında tutmuştu. O sırada Bingazi ve
Trablusgarp’ta bulunan 50.000 kişilik İtalyan kuvvetleri, değişken hedefleri
uzaktan bombardımana tutmakla yetiniyorlardı. Hava akınlarında ise iç
kesimlerdeki Osmanlı-Arap kamplarına kötü hazırlanmış propaganda broşürleri
atmaya devam ediyorlardı. Tayyare ile atılan ilk bildiri şöyleydi:
“Bizimle gelmek için ne bekliyorsunuz? Ailelerinizle
sakin yaşamak istemiyor musunuz? Bizim de kitabımız var, biz de namuslu ve
dindarız. Özgürlüğünüze kavuşacaksınız. İtalya babanızdır.”
….
İtalyanların 6000 ölü, 8000 yaralı, 20.000 üzerinde
kayıp ve hasta verdiği askerî kuvveti saf dışı olmuş; 2 savaş uçağı da
düşürülmüştü. İtalyanlar verdikleri bu kayıplar dolayısıyla iyice içlerine
kapanarak savunma hatlarına çekilmişler, hiç beklemedikleri ateş çemberinin
içinde şaşkına dönmüşlerdi. Teşkilat-ı Mahsusa ajanları dört bir koldan saldırarak
destan yazıyordu. Kayıpları olsa da örgütlemiş oldukları asker ve sivil
kuvvetlerle büyük başarı elde etmişlerdi.
….
Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının topladığı Libyalı
direnişçiler binbir güçlükle çarpışırken, zor durumda kalan işgalci İtalyanlara
bütün Avrupa destek vermeye başlamıştı. Onlar bolluk içinde işgale devam
ederken bir avuç Osmanlı neferi yokluklar içinde vatan savunması için
çarpışıyorlardı.
Eşref Kuşçubaşı, tarihçi Cemal Kutay’a el notlarıyla
verdiği anılarında şöyle diyordu:
“Hiçbir harpte, Trablusgarp’ta olduğu kadar
yalnızlığımızı hissetmemiştik. Çöl sıcaklarında yaralarımızı saracak pamuğumuz,
merhemimiz yoktu. İçinde amonyak vardır diye yaralarımızın üzerine idrar
döküyorduk.”
Trablusgarp Savaşı’nda halkın cömert şekilde yardıma
katıldığı görülmüştür. Fas, Tunus, Cezayir, hatta Yemen’den bile kafile hâlinde
gelen kabileler vardı. Bu mücahitler Hıristiyanlara karşı bölgesel çatışmalar
yapmış, Osmanlı’nın kara günlerinde, işgal edilen toprakların kurtarılması uğruna
kanlarını akıtmış ve birçoğu da şehit olmuştu.
Bu sıralarda Enver Bey’e Balkanların durumunu
anlatmak üzere gelen bir telgrafa göre, düşman Çatalca’ya kadar ilerlemişti.
…
Can derdine düşmüş kafilede çocuğunu kaybeden bir
ana baba, ölümle yüzleşme korkusuyla kızlarını aramaya bile cesaret
edemiyorlardı. Yine de baba duramamış, ölümün soğuk gölgesini ensesinde
hissetse de kafileden geri kalıp küçük kızını aramaya koyulmuştu.
…
Suriye, Irak, Lübnan ve İran otelleri daha önce hiç
görmedikleri ziyaretçilerin akınına uğramıştı. İngiltere, Fransa, Almanya ve
Macaristan üniversitelerinden gelen arkeologlar, doktorlar, eczacılar, petrol
mühendisleri, maden mühendisleri, kimyagerler, Viyana ve Prag laboratuvarlarından
görevli böcek uzmanları, Londra, Berlin ve Paris’ten gönderilen serçe
gözlemcileri görülüyordu. Kimisinin başında fes, kimisinin başında şapka,
kimisinde peştamal üzerinde iki halka vardı. Kimisi toplu tabancasını ve
tüfeğini sırtlayıp gelmiş, bazıları ise fotoğraf makinelerini getirmişti. Hatta
elinde posta güvercini taşıyanlar bile vardı. Bunlar şehir, köy ve sahralarda
otomobilleriyle görülüyordu. Trenle gelen casus misyonerler de çoktu. Dünyanın
en zengin petrol yataklarının bulunduğu bölge ajan ve misyoner kaynıyordu.
Zayıf bir zamanda saldırıya geçerek kaleyi içeriden fethetmek mi istiyorlardı?
Özel eğitimle yetiştirilmiş İngiliz, Fransız, Rus,
İtalya, Alman casusları bu bölgede Arapçayı her lehçesiyle konuşuyorlardı.
Bazıları Müslüman kılığına bürünerek, hatta bürünmekle de kalmayıp Müslüman
gibi ibadet ederek bölge insanlarını Sünni, Şii, Dürzi, diğer yandan Katolik,
Maroni, Rum, Ortodoks gibi gruplara ayırıyorlar ve Türklere karşı da isyanı
tetikliyorlardı. Hasta adam denilen Osmanlı İmparatorluğu’nun petrol
yataklarını ele geçirme hesapları çoktan başlamıştı.
Eczacı Nejat Bey görev aşkıyla bölgede bulunan bu
insanların nasıl çalıştıklarını takip ediyordu. Bazılarıyla yakınlık kurup
dostluklarını kazanmak için uğraşıyor, her şeyden evvel gerçek kimliği ile
tanınmamaya özen gösteriyordu. Gözlemlediği kadarıyla İngiliz, Fransız, Rus,
Alman ajanlarından birçoğunun meslekleriyle alakası yoktu. Herkesin elinde bir
fotoğraf makinesi, buldukları taş parçalarını seyyar laboratuvarlarında tahlil
etmekle meşgul görünüyorlardı. Arkeolojik, antropolojik, toplumsal ve kültürel,
eski ve yeni, her türlü bilgiyi topluyorlardı. Bazıları ordunun seyyar ve sabit
durumunu, silahları, tren yollarını, araziyi, insan taşıma araçlarını, emir
komuta durumunu, büyük komutanların şahsiyetlerini ve halk ve hükümet
nazarındaki itimatlarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Para ile satın aldıkları
tercümanlar aracılığı ile bölge insanlarına bol bol hediyeler dağıtarak
kandırıyorlardı. Görünürde arkeolog rolündeydiler ama bu hususta hiçbir
gayretleri yoktu. Kısa zaman içinde yapılan takiplerde maksatları
anlaşılacaktı. Kesin olarak kendi ülkeleri adına tam bir ajandılar. Devletin
memurlarından seçtiği arkadaşlarından destek alarak takiplerini sıklaştıran
Eczacı Nejat Bey, karşılaştığı davranışlar karşısında hayretler içinde kalmış,
bazılarının da peşlerine düşmüştür.
Avrupalı bu ajanları sanki birer taklit hastalığı
sarmıştı. Hiçbirinde yaratıcılık yoktu. Şaşkınlıkları, sahtelikleri dikkat
çekiyordu. Eczacı Nejat Bey’i aralarında ehemmiyetsiz bir insan olarak
görüyorlardı. Bu durum Nejat Bey’in de işine geliyordu. Nejat Bey sözde tarihî
bir araştırmacıydı. Yabancıların bu topraklarda neden bulundukları çok açıktı.
Osmanlı hükümetine karşı hakiki maksatlarını gizlemeyi benimseseler de, kendi
ülkelerine karşı görevlerini hakkıyla yapmanın gururunu taşıyarak bir hataya
düşmek istemiyorlardı.
…
Eczacı Nejat, özellikle Lawrence’ın bulunduğu
ortamlara girmeye çalışırken, Lawrence da Nejat’ın görevine inanmış,
istihbaratçı olduğunu fark edememişti. Hatta Nejat Bey’in kendisine gösterdiği
alakadan memnun kalmıştı.
Lawrence, Bâlebek bölgesinde Nejat’ın yanına gelerek
yakın dostluk kurmaya çalışıyordu. Hatta öyle ileri gitmişti ki, İstanbul’da
Nejat Bey’le birlikte çalışma teklifini yapma cüretini bile göstermişti. Saf
saf Nejat Bey’e şunları anlatıyordu: “Ben burada vatanım İngiltere için çok
faydalı oluyorum. Siz de olsanız böyle imkânları kaçırmazsınız. Size açık bir
teklifte bulunacağım. Bana yardım ederseniz ben de sizlere çok büyük imkânlar
sunarım. Yakında dünyada büyük olaylar çıkacaktır. Benim yardımımla
İngiltere’de yüksek mevkide olan zevatlarla tanışır, memleketinize faydalı
olursunuz; sadece sizden beklediğim dostluğumuzun hatrına istediğim bilgileri
bana temin etmenizdir” diyordu.
Lawrence, Türkler hakkındaki kötü düşüncelerini her
yerde anlatmaya devam edecekti. Peki yirmi dört yaşlarında hangi düşüncelerle
ilk defa İstanbul, İzmir ve Suriye üzerinden bu topraklara gelmişti?
Lawrence, sürekli Osmanlı ajanlarının takibindeydi.
Devleti ahtapot gibi sarmış casuslar Osmanlı topraklarında cirit atıyorlardı.
Osmanlı kontrolünü kaybetmişti. Uzak bölgeler şöyle dursun, İstanbul’un surları
dibindeki ecnebiler bile artık kontrol edilemiyordu.
…
Nejat Bey, resmî hafriyat vesikası ile görevli
görünüp Bâlebek harabelerinin çevresindeki çadırında kalırken Lawrence’dan bir
mektup almıştı. Lawrence hâlâ saf saf kendisinden detaylı bilgi istiyordu.
Mısır’da Nil Vadisi’nin kenarında büyük bir arkeolojik hafriyat yaptığından
bahsetmekteydi. Nejat Bey’e Mısır’a gelmesini ve kendisine bu bölgeleri
gezdireceğini uzun uzun yazmıştı.
Nejat Bey bu davete balıklama atlamış, kimseye haber
vermeden aniden yola çıkmıştı. İstanbul’dan telgrafla gelen bir emir üzerine
Kuşçubaşı da en güvendiği cesur üç ajanını Nejat Bey’in peşine takmıştı. Adım
adım Nejat Bey’in takip edilmesini istemiş, fakat izi kaybedilmişti. Sonraki
yıllarda Mısır’daki bir İngiliz hastanesinde mesleği olan eczacılık yapmaya
zorlanarak kendisine esir muamelesi yapıldığı duyulmuştu.
…
İngilizlerin Ortadoğu’daki petrol yatakları
üzerindeki hâkimiyetinin artması diğer devletleri rahatsız ediyordu. Amerikan
sefiri, Bab-ı Âli’ye petrol araştırmaları için geniş ve uzun bir imtiyaz
mukabilinde cazip bir anlaşma teklif etmişti. Osmanlı Devleti oyun içinde oyun
kurmaya çalışıyordu. Irak petrolleri üzerindeki Sultan Hamid’e ait hisseler
devlete intikal ettirilmiş, aynı müessese altında toplanıp Amerika ile
antlaşması yapılmıştı. İngiltere, Amerika’nın petrol yataklarına girmesine
tepki göstermiyor, fakat büyük oynamaya çalışıyordu. İngilizler bölgeden
Osmanlı’nın alakasını tamamen kesme planları yapıyorlardı. Mısır’da Lord
Kitchener ile Lawrence’ın planları bu yöndeydi.
Lawrence’ın İngiliz istihbarat ekibiyle Ortadoğu’da
gücü ve nüfuzu etkiliyken bir de cepheden kaçan Osmanlı üst düzey kişiler
Lawrence’a sığınmakta ve onunla birlik olmaktaydılar. Cemal Paşa’nın mahkûm
ettirdiği “Arap Ayrılık Hareketi” lideri Hakkı Bey Divan-ı Harp’te gıyaben idam
cezasına çarptırılmıştı. Bu şahıs Lawrence’ın en büyük dostu olmuştu.
Lawrence’ın vaat ve altınlarla kandırdığı bir diğer kişiler de El-Azm
kardeşlerdi. Kaçak Osmanlılara çok vaatler veren Lawrence’ın Araplara vaatleri
daha da korkunçtu. Hilâfet-i Arabiyye meselesini ortaya atarak halifelik
makamını Haşimoğullarına vaat etmişti. Mısır Hidivi’ni bu maksada hizmet için
Mekke’ye göndermişti. Bedevileri de para yardımları yaparak Osmanlı’ya karşı
örgütlüyordu.
….
Dünyanın dört bir yanına gönderilen Teşkilat-ı
Mahsusa ajanları, vazifeleri için her türlü zorluğa, çileye, çatışmaya, ölüme
bile severek gidiyorlardı. Görevlerini vatan sevdası ve İslam âleminin
kurtuluşu için yapıyorlardı. Osmanlı Hariciye Nezareti’nin klasik metotlarla
yaptığı çalışmaların yanında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları yetersiz imkânlarla
destanlar yazıyorlardı. Gelen haberler hiç de iç açıcı değildi: Cihan Harbi’nin
ayak sesleri işitiliyordu. Harbin gün geçtikçe biraz daha yaklaştığı ve
dünyanın esrarengiz bir şekilde iki zıt kutba ayrıldığı görülüyordu.
…
Enver Paşa da Birinci Cihan Harbi’nin yaklaştığını
hissediyor ve tedirgin oluyordu. Bu sebeple Teşkilat-ı Mahsusa’nın başında
bulunan iki önemli lider Süleyman Askeri Bey ve Eşref Sencer Kuşçubaşı’yı
makamına davet ederek; “Ne yapılması gerekiyorsa çabuk yapmalıyız. Kırtasiye ve
yazışmalarla vakit kaybetmeye vaktimiz yok” diyecekti. Enver Paşa’nın zaten
böyle bir prensibi vardı; ne yapacaksa hemen karar verir, beklemeye tahammül
edemezdi. Enver Paşa harbiye nazırı olduğu zaman devletin askerî gücü çökmüş
vaziyetteydi. Onu dertlendiren, ordunun güçlendirilmesine zaman bulamadan
harbin gelişiydi. Böyle büyük bir faciadan nasıl çıkılabilirdi? Toplantı üzerine
toplantılar yapıyordu.
Birinci Cihan Harbi’nde oluşan bloklar arasında güç
dengesi net değildi. 67 milyon nüfuslu Almanya seferberlik ilanı ile 2.398.000
kişiyi silahaltına almıştı. 52 milyon nüfuslu Avusturya-Macaristan’ın toplam
asker sayısı 1.422.000 kişiyi bulmuştu. Fransa koloni askerleriyle birlikte
3.422.000 kişiyi silahaltında tutmaktaydı. 173 milyonluk Rusya seferberlik
ilanı ile 3.450.000 kişiyi askere almıştı. 45 milyonluk İngiltere, Hint ve
diğer sömürge askerleriyle birlikte 1.280.000 kişiyi dünyanın en kritik
bölgelerine taşımıştı. Amerika ise 1 milyon askerini harekete geçirmişti.
…
Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının İstanbul ve
Anadolu’daki camilerde cuma hutbelerinde halka işgale karşı direnmesi için
verdiği İngiliz aleyhtarı vaazlardan İngiliz büyükelçisi rahatsız olmuştu.
Vaazlar İngiliz ve Fransız işgali altındaki bölgelerde daha da etkili
yapılıyordu. Nitekim millî şair Mehmet Âkif Ersoy, Beyazıt, Fatih, Selimiye
camilerindeki büyük vaazlarını bitirdikten sonra aynı amaçla Anadolu’ya
geçecektir.
…
İngiltere, Rusya ve Amerika’nın, Cihan Harbi’nin
ortasına doğru açmış oldukları istihbarat okullarında ajanlarını
yetiştirdikleri düstur şu şekildeydi:
Ey istihbaratçı; seni izleyen ve dinleyen düşman
kulaklarını ve gözlerini unutma! Her işittiğine inanma, düşman propagandaları
seni zehirleyebilir! Karşına çıkacak para ve aşka kapılma, bu tesadüf değil
casus eliyle kurulmuş bir tuzaktır!
…
Kuyruklu bir İngiliz yalanı: Cemal Paşa darbe
yaparak kendisini padişah ilan edecekti. İşte İngiliz casusların bir oyunu daha
başlamıştı ama bu da tutmayacaktı. İstanbul’da İngiliz elçiliği’nde bulunan
bazı ajanlar Enver, Cemal ve Talat paşaların aralarını açmaya çalışıyorlardı.
Bunda da kısmen başarılı olmuşlardı. Çünkü Teşkilat-ı Mahsusa içinde de her
paşanın kendi kontrolünde adamları olduğu, birbirlerine güvenmedikleri
seziliyordu.
Bu üç lider arasında sık sık anlaşmazlıklar
çıkmasına rağmen, çalışmaları engelleyecek kadar ciddi bir husumet ortada
gözükmüyordu. Her birisi yabancı diplomatlarla politik konuşmalar yaparken
tavırlarına özen gösteriyor, İngiliz oyunlarına gelmiyorlardı.
Süleyman Askeri Bey’in komutanlığında Suriye’den
ilave askerî güç ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın en keskin ajanlarının bölgeye
gitmesi istenmişti. Enver Paşa, İstanbul’dan Alman askerî yardımlarının bir
kısmını bu bölgeye göndermişti.
Süleyman Askeri Bey’in aktif dönemi ve ünlü kişiliği
1914-1915’te Teşkilat-ı Mahsusa’nın Irak’ta yaptığı faaliyetlerle ortaya
çıkmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olarak Irak’ta İngiliz kuvvetlerine
karşı bir tarih yazdığı ortadadır. Cemal Paşa onun başarılarından övgüyle
bahseder. Süleyman Askeri Bey, Bağdat’a girerken yol boyunca halkın ve
askerlerin tezahüratı ile karşılanmış, bu bölgede yaptığı askerî manevraları
ile gönüllere taht kurmuştu.
General Townshend kuvvetleri, Süleyman Askeri Bey’in
birliklerince çembere alınınca, İngiliz General Lace’in 5000 kişilik askerî
desteğiyle Türk kuvvetlerinden kurtulmuşlardır. Bunun üzerine 12 bin kişilik
Halil Paşa da Kutü’l-Amare’de General Townshend kuvvetlerini çevirme harekâtı
ile çembere almıştır. İngiliz General Townshend, Halil Paşa’ya yalvararak
askerlerinin serbest bırakılması karşılığında yüklü miktarda para ve silah
vermeyi teklif etmesine rağmen kabul edilmemiş, İngiliz komutan General
Townshend askerleriyle birlikte esir alınmıştır.
Irak Cephesi’ndeki Kutü’l-Amare’de kuşatma altındaki
İngiliz birlikleri ellerindeki topları imha ettikten sonra 476’sı subay olmak
üzere 33.390 kişilik mevcuduyla kayıtsız şartsız Türk kuvvetlerine teslim
olmuşlardır. İngiliz askerlerinin büyük bir kısmı Dicle kıyısındaki
bataklıklarda öldürülmüşlerdir. Halil Paşa’nın saldırısı karşısında İngiliz
komutan, çarpışmayı bırakıp kaçarak canını kurtarmak zorunda kalmıştı. Çember
içinde aylardır esir tutulan İngiliz kuvvetlerine İngiliz uçakları havadan
erzak atıyordu. Türk avcı birliklerinin İngiliz uçaklarını düşürmesi üzerine
uçaklar da görünmez olmuştu. Nihayetinde Kutü’l-Amare geri alınmıştı.
İngilizlerin ağır yenilgisinden sonra İngiliz Savaş Bakanlığı istihbaratında da
büyük değişiklikler yaşandı.
İngiltere, istihbaratını Ortadoğu’ya göre yeniden
yapılandırarak şubelere ayırmış; Siyasi Stratejiler ve Askerî Operasyonlar
dairesi, Hindistan ve Asya dairesi, karşı istihbarat ve özel görevler dairesi
gibi istihbarat şubeleri oluşturmuştur. İngilizlerin Askerî İstihbarat Osmanlı
masası bölümüne de Tümgeneral Coldwell getirilir.
İngiliz esirlerle ilgili İstanbul ile yapılan
yazışmalar neticesinde bir kısmı Bağdat demiryolunun henüz tamamlanmamış olan
bölümlerinin yapımında çalıştırılmak üzere bölgeye gönderilmiştir.
İngilizler, Hindistan ve Mısır bölgesinden gemilerle
getirmiş oldukları yeni kuvvetlerle askerî güçlerini artırıp stratejik geçiş
yeri olan Basra’ya yeniden hücum ederek ele geçirmişlerdi. Basra’nın düşmesi
İstanbul’da büyük kaygı yaratmıştı. Enver Bey’in telgrafıyla görevlendirilen
Teşkilat-ı Mahsusa liderleri bölgedeki aşiretleri dolaşarak altınlar, hediyeler
dağıtmış ve Müslümanlar arasında kardeşlik temasını da kullanarak çok sayıda
İslam mücahidini silahaltına almaya çalışmışlardır. İngiliz kâfirlerinin silah
üstünlüğüne iman kuvvetiyle karşı koyulması planlanmıştı. Teşkilat-ı
Mahsusa’nın korkusuz savaşçıları eğitim, tecrübe ve donanım yönünden
eksiklerini şehitlik mertebesinin aşkıyla kapayacaklardı.
Süleyman Askeri Bey, çeşitli zorluklar içinde
silahaltına aldığı askerlere eğitim veriyordu. Fakat ordusunun dörtte üçünden
fazlası disiplinden uzak aşiret mensuplarıydı. Bunlara çok fazla güvenilemezdi.
Osmanlı Devleti’nin uğradığı yenilgiler sonunda Enver Paşa, kilit önem taşıyan
aşiret reislerinin sadakatlerini sağlamak için daha sert tedbirler almaya
mecbur olmuştu. Birtakım şeyhlerin oğulları, yatılı okulda eğitim görecekleri
bahanesiyle rehine olarak İstanbul’a gönderilmişti.
Ocak 1915’te Enver Paşa’nın emri üzerine hazırlıklar
tamamlanmıştı. 12 Nisan 1915’te Nasıriye’deki yerli aşiretlerin yardımıyla
Süleyman Askeri Bey, Dicle-Fırat deltasında Şuayyibe kenti civarında İngilizlere
karşı saldırıya geçer. Basra’nın yaklaşık 50 mil kuzeydoğusunda bir kasaba olan
Kurna’ya doğru ilerlemeye başlanılır. Yaklaşık 15.000 Arap ve Kürt mücahit ve
birkaç bin kişilik düzenli ordusu ile çarpışmalara başlamıştır. Şiddetli
saldırılar yapılıyor, ordunun yenilmemesi için kendisi de ön saflarda
çarpışıyordu. İngiliz ordusu sayıca fazla, askerî malzeme ve silah bakımından
üstündü.
Süleyman Askeri Bey, Kurna yakınlarında ordusunun
başında çarpışırken bir mermi iki bacağını da ağır yaralamış ama komutayı
elinden bırakmamıştı. Yaptırdığı sedye üstünden askerlerin ellerinde ordusuna
taktikler veriyordu. Nasıriye, Şuayyibe, Ahvaz ve Kurna civarında manevralar
yapılıyor, çarpışmalar bütün şiddeti ile sürüyordu. Bu taarruz, Süleyman
Askeri’nin Basra üzerine yapacağı esas taarruzuna bir başlangıç oluşturuyordu.
3 Mart 1915’te Süleyman Askeri’nin kuvvetleri tarafından Ahvaz yakınlarındaki
İngilizlerin petrol çıkarmakta olduğu Abadan petrol rafinerisine ait
kilometrelerce boru hattı tahrip edilmiştir. İki ordunun en büyük çatışması, üç
günlük bir muharebeyle Şuayyibe Ormanı yakınlarında gerçekleşmişti. Düzensiz
birlikleri oluşturan Arap ve Kürt askerler silahlarını bırakarak kaçmış ve
büyük taarruz zayıflatılmıştı. İngilizlerin yoğun saldırıları karşısında çok
şehit verilmişti. 14 Nisan gecesi Süleyman Askeri Bey sağ kalan mücahitlerini
kuzeye doğru Kutü’l-Amare’ye geri çekmek zorunda kalacaktı.
Süleyman Askeri Bey, dayanılmaz bir arzu ile karşı
koymaya çalışırken kahraman askerlerinin gözünün önünde birer birer yere
düşmesine çok üzülüyordu.
Savaş çılgınlığı yaşanıyordu. Yere düşüp şehit
olanların yüzlerinde bir gülümseme vardı. Düşman mitralyözünün sesleri
kulaklarda uğultular yapıyordu. Kurşun sesleri, bomba uğultuları ile savaş
devam ediyordu. Üzerinde yeni elbiseleri, ellerinde eski tüfeklerini sımsıkı
kavramış askerler yüz üstü yatıyordu. Vücutlarından aldıkları yaralardan akan
kanlar elbiselerini kıpkırmızı boyuyordu. Arazi üzerindeki manzara korkunçtu.
Mağlubiyeti ve askerlerinin gözünün önünde bir bir
can vermesini hazmedememiş Süleyman Askeri Bey, sedye üzerinde yatarken
belinden çıkardığı tabancasıyla kendini vurarak intihar etmiştir. Bu yiğit
Osmanlı komutanının hayatına son vermesi, askerlik tarihinin en trajik
olaylarından biri olmuştur (14 Nisan 1915). Süleyman Askeri kuşkusuz cesur ve
yiğit bir vatanseverdi.
Kuvvetlerinden 4.000 kişi şehit olmuş, 900 kişi de
esir düşmüştü. İngilizlerin verdiği kayıp 60 subay ve 3.000 er civarındaydı.
Daha sonra Süleyman Askeri’nin yerine geçen Komutan Miralay Nurettin de
Basra’yı geri alamamıştır.
Birliklerini terk ederek kaçan Arap aşiret
mensupları için vatanın işgal olması hiç önemli değildi. Nasılsa onlar kimde
harcayacak çok para varsa, kimden para kazanma şansı yüksekse o tarafa
geçiyorlardı. Şimdiye kadar en çok hangi devletten yardım ve altınlar geliyorsa
onların yanında yer almışlardı. İngiliz altınlarının karşısında âdeta diz
çöküyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa ve cihat propagandası, güçlü ordunun ve
cömertçe dağıtılan İngiliz altınlarının yerini tutmuyordu. Bu yüzden yapılan
cihat çağrısı Arap şeyhleri tarafından pek dikkate alınmadı. Yalnız İbni Reşid
gibi bazı şeyhler Osmanlı’ya bağlılığından hiçbir zaman ödün vermemişti. Enver
Paşa ise Arapların yaptığı bu hainliği kabul etmekte zorlanarak sabahlara kadar
uyku uyuyamamıştı.
…
Memleketin kanayan yaralarının sarılması için göreve
gidilmesi gerekirdi. Eşref Kuşçubaşı Teşkilat-ı Mahsusa merkezinde birkaç gün
hazırlık yaptıktan sonra kıyafetini değiştirir, kendisine sahte bir hüviyet
hazırlar, tahta bavuluna para ve silahını da alarak birkaç arkadaşı ile
birlikte Haydarpaşa tren garından yola çıkar. Trablusgarp ve Balkanların acısı
ile gözyaşı döken Osmanlı sevdalısı yollara düşmüştür.
Uzun bir yolculuktan sonra Şam’da 4. Ordu’nun
merkezine gelir. Şam her milletin toplandığı karışık bir yer olmuştur.
Kuşçubaşı ve ekibi Şam’da hazırlıklarını sürdürürken, İngilizler, Fransızlar,
Ruslar ve Şerif Hüseyin gibi uşaklardan oluşmuş güçlerin Osmanlı’ya karşı
birleştiğini öğrenir.
…
İlhan Bahar, “Teşkilat-ı Mahsusa ve Mit” isimli
kitabında Teşkilat-ı Mahsusa lideri Eşref Bey şöyle anlatmaktadır:
“Fransızların oyunlarını bozabilmek için uzun süredir ardında koştuğumuz gizli
belgelerin Suriye’deki Fransız Konsolosluğu’nda olduğunu tespit etmiştik. Aslen
Mısırlı olan ve daha sonra İngilizlerin idama mahkûm ettikleri Hüseyin El Riyad
adlı vatansever gencimizin cesur bir şekilde sızması sonucunda konsolosluğun
gece bekçilerinden birini elde etmiştik. Fransız elçisinin davetlisi olarak
Konsolos George Burje’nin İstanbul’a hareket ettiğinde gece konsolosluğa giren
üç fedaimizin eliyle bütün belgeleri almıştık. O gece Şam’da ender görülen
fırtınalı hava işimize yaramıştı.”
Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının yaptığı baskında ele
geçirilen belgelerde Fransız hükümeti; içinde İngiliz ve İtalyan müttefiklerin
aleyhinde bilgiler olduğu için bu olayın üstüne gidememiştir. Belgelerde,
Araplar arasında varolan derin görüş ayrılıklarının düzeltilerek Osmanlı’ya
karşı cephe almalarının sağlanmasından bahsediliyordu.
Bazı ajanların çift taraflı
çalıştığı, Fransızlara ümit bağlamış ajanların aynı zamanda Beyrut’taki
Amerikan Koleji’nden de aylık aldığı ortaya çıkıyordu. Yine Osmanlı yanlısı kabile şeyhlerinin de çift taraflı
hareket ettikleri öğrenildi. Hiç beklenmedik bir olayda parayla satılmış kişilerin bilgi toplayarak
aleyhte kurulmuş örgüt ve kabile topluluklarıyla çalıştığı öğrenildi. En acı
tarafı da Osmanlı Millet Meclisi’ndeki bazı milletvekillerin devletin aleyhine
çalışmalarının deşifre olmasıydı.
…
İngilizler, Osmanlı askerî güçlerinin her hareketini
ve çalışmalarını takip ediyordu. Böyle bir ortamda kim ajan, kim değil, kim
kime çalışıyor bilinmiyordu; ortalıkta kum fırtınasında olduğu gibi göz gözü
görmüyordu. Osmanlı’nın yapmış olduğu her türlü çalışma İngiliz ajanları
tarafından çok gizli bir şekilde İngiliz diplomatlara iletiliyordu. Diplomatlar
da aldıkları bu raporları hükümetlerine bildirme telaşı içindeydiler.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları, Eşref Kuşçubaşı
başkanlığında 1915 yılında Süveyş Kanalı’na yönelik Osmanlı saldırısına destek
olmak ve İngilizlere karşı bir isyanın temelini oluşturmak için gizli
çalışmalar içine girmişlerdi. Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın kanal ile ilgili bir
sitemi vardı: “Gücüm yetse çimento yüklü bir
gemiyi Süveyş Kanalı’ndan geçerken batırıp kanalı kapatmak isterim” diyordu.
Süveyş Kanalı yaklaşık olarak 162 km. uzunluğunda, 12 metre derinliğinde, 120
metre genişliğinde yapılmış Ortadoğu’nun can damarıydı.
…
Ortadoğu topraklarının parçalanmasının en önemli
sebeplerinden biri Yahudi devletinin oluşturulması projesiydi. II. Abdülhamid’e
isteklerini kabul ettiremeyen Yahudiler bu sefer de İngiltere’ye umut
bağlamışlardı. İngiltere nezdinde sıkı faaliyete girişen Siyonizm teşkilatı,
kendi davalarına destek bulmayı başarmışlardı. İngiltere, Balfour
bildirisiyle Yahudilere Filistin’i “millî yurt” yapma kararı almıştı. Fakat
kurulacak bir Yahudi devletinin karşısında parçalanmış birçok Arap devleti
oluşturulmalıydı. Dünyanın süper gücü
durumundaki İngiltere’nin petrol hâkimiyetinden sonra kurduğu en büyük tuzak
Filistinlileri hedef almıştı. Filistin topraklarına sürekli göçmenler
gönderiliyordu.
Gazze ile Beyrut arasındaki sahil bölgelerinden
Şam’daki 4. Ordu’ya bağlı 8. Kolordu sorumluydu. Kolordu içinden bazı subaylar
Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görevlendirilmişlerdi. Bunlardan birisi de
üsteğmen Cevat Rıfat Bey idi. Cevat Rıfat Bey üç kişilik ekibiyle birlikte
Gazze bölgesinde Arap kıyafetiyle keşif çalışmalarına çıkmıştı. Bir gün Gazze
bölgesinde gezerken iki haini sahilde gizlenerek ellerindeki fenerlerle düşman
gemilerine birtakım işaretler yaparken yakalamışlardı. Kısa sorgularından sonra
onların Yahudi oldukları anlaşılmıştı. İstihbaratçıların soruları karşısında
cüretkâr bir tavır ile konuşmuyorlardı. Ajanlar tarafından silah zoru ile
kelepçelenerek tutuklanmışlardı. Onlara göre İngilizler zaferi kazanacaklar,
kendileri de kısa zamanda kurtulacaklardı. Tüm ısrarlara rağmen bir türlü
konuşturulamayan bu iki Yahudi kolorduya götürülerek zindana atılmıştır.
Yahudi casusların ortaya çıkması üzerine Şam’da
bulunan 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya bilgi verilmişti. O da İstanbul’a
telgraf çekerek Enver Paşa’yı bu konuda bilgilendirmişti. Enver Paşa’nın duruma
tepkisi sert oldu. Teşkilat-ı Mahsusa’dan derhâl yeni ekipler oluşturarak
konunun derinliğine araştırılmasını istedi. Cemal Paşa da Şam’da üst düzey
Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görev yapan Kaymakam Fahri Bey’i görevlendirmişti.
Şam’da Teşkilat-ı Mahsusa’nın hücre elemanları
çalışmalara katılmış; Gazze Savaşı’na katılan Üsteğmen Cevat Rıfat Bey’in
öncülüğünde Yasin, Şerif ve Seyfeddin beyler bölgede olabilecek diğer Yahudi
casusların peşlerine düşmüşlerdir. Gazze, Nablus ve Halilirrahman bölgesindeki
Yahudi köy ve çiftliklerinde devletin yüksek himayesinde yurt sahibi olarak
mesut ve rahat yaşayan bu ihanet şebekelerinin ortaya çıkarılması gerekiyordu.
Yahudilerin ihanetlerinin duyulması Türk askerinin moralini bozmaktaydı.
İngiliz ajanlarına yataklık ve yaltaklık içinde sürekli bilgi akışı içinde
oldukları öğrenilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları bazı bölgelere trenle,
bazı bölgelere develerle giderek Lübnan ve Filistin’de gizli istihbarat
çalışmalarına başlamışlardı. Sivil halktan bazı ileri gelenlerle güç birliği
yapılmış; buradaki Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin yöneticisi olan Sadık Bey,
gizli Arap örgütlerinden El Ahid ve Kahtaniyyecilerle mücadeleye girişmişti.
…
Üsteğmen Şerif tarafından, Zimmarin kasabası
sahilinde Samuel Anna ve Abraham Talut adında iki casus daha yakalanmıştı.
Düşman gemilerine bilgi verdiklerini kabul etmişler, ancak; bu bilgilerin
askerî bölgeyle ilgisinin olmadığını söylemişlerdir. Her geçen gün geniş bir
Yahudi istihbaratı ile karşı karşıya kalındığı ispatlanıyordu. Bu adamlar
Osmanlı askerî gücü ve mıntıkası hakkında edindikleri bilgileri ağzı kapalı
şişelere koydukları kâğıtlarla denize atmakta ve bu şişeler düşman gemisinden
sahilin boş bir noktasına indirilen bir sandalla alınmaktaydı. Samuel Anna, ilk
önce salıverileceği vaadiyle Üsteğmen Şerif’e itiraflarda bulunduysa da, heyet
huzurunda inkâr yoluna sapmıştır! Teşkilat-ı Mahsusa ajanları ve Sahil
Komutanlığı çalışmayı genişlettikçe yeni bilgiler ve oyunlar ortaya
çıkarılıyordu. Çalışmaların derinleştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan
kaçınılmıyordu.
Kolordu Komutanlığı, bu iki Yahudi casusunun,
kimseyle görüştürülmeden ve kaçmalarına müsaade edilmeden süratle Şam’a
gönderilmesini emretti. Gizli bir şekilde Şam’a getirilen bu Yahudiler,
Kaymakam Fahri Bey’in başkanlığında istihbarat elemanları tarafından derhâl
sorguya çekildi. Fakat bir türlü konuşturulamıyordu. Divan-ı Harp’e verilmek
üzere ayrıca hususi bir sorguya daha alınmışlardı.
Şam’daki ikinci sorgularında önce Samuel Anna
içeriye alınmış, ortada bir sandalyeye oturtulmuştu. Ordu başhekimi Nedim Bey
de çağrılarak çapraz sorguya başlanmıştı.
Samuel Anna, ürkek bakışlarıyla gözlerini
kaçırmaktaydı. Sorguya ilk olarak Nedim Bey başladı:
“Adın nedir?”
“Samuel Anna…”
“Nerede oturuyorsun?”
“Zummarin’de.”
“Oraya nereden geldin?”
“Polonya’dan.”
“Niçin memleketinden buraya göç ettiniz?”
“Muhaciriz.”
“Neden muhacir oldun?”
“…”
“Ne ile geçiniyorsun?”
“Evim, tarlam, ailem var.”
“Hayatından memnun musun?”
“Hayatımdan çok memnunum.”
“Size bu iyi hayatını temin eden devletten de memnun
musun?”
“Evet.”
“Kalleş! Öyleyse niçin hainlik yapıyorsun?”
“Hayır! Ben hain değilim!”
“O hâlde, seni suçüstü yakalayan subay mı yalan
söylüyor?”
“…”
Birden donakalmış, cevap verememişti.
“Bu kalleş Yahudilere
anlayacakları dilden konuşmak lâzımdı. Şimdi sizi zindana gönderiyoruz. Yarına
kadar süreniz var. Canını kurtarmak istiyorsan, hakikati olduğu gibi söylersin.
Yine de inkâr etmen ve harp mıntıkasında yaptıklarını gizlemen kurşuna
dizilmeye kâfidir.”
Bu son söz,
Samuel Anna’nın kaslarını gevşetmişti, eli ayağı titremeye başladı. Yüzü de
sapsarı olmuştu. Hemen dışarı atıldı.
Abraham Talut adlı ikinci Yahudi de sorgu odasına
alındı ama söz birliği etmişçesine ondan da bir bilgi alınamadı. Aynı şekilde o
da ayrı bir zindana atılarak kendisine itiraf etmesi için süre tanındı.
Ertesi gün Samuel Anna konuşacağına, her şeyi
anlatacağına razı olmuştu. Konuşmazsa öldürüleceğine inandığı için, nöbetçi
askerler tarafından sorguya tekrar getirildiğinde ilk sözü şu oldu:
“Komutana söyleyin, beni affederse size her şeyi
anlatacağım.”
Samuel’in bu dileği komutana bildirildi. Her şeyi
tamamen anlattığı takdirde öldürülmeyeceği vaadini aldıktan sonra Teşkilat-ı
Mahsusa elemanları tarafından zindanda sorgusuna başlandı.
“Anlat bakalım.”
“Bana inanınız, merhamet ediniz! Ne biliyorsam
söyleyeceğim, bizi yaktılar Allah da onları yaksın!”
“Kim onlar?”
“Biz köylerimizde sakin sakin yaşarken, bizi kukla
gibi oynatan şeytanlar var. Allah belalarını versin! Bizi köle gibi
kullanıyorlar. Eğer biz verdikleri emirleri yapmazsak bizi yaşatmayacaklarını
söylüyor.”
“Demek o insanlar hükümetten kuvvetli, öyle mi?”
“Değil efendim.”
“Değil de ne?”
“…”
Cevap verecek yerde birden paçalarına sarılarak
ağlamaya başlamıştı.
“Be adam, uzun etme kes ağlamayı da anlat… Anlat şu
sizi yakanları… Bak paşadan senin için vakit de aldık!”
Samuel Anna bir anda sakinleşti. Gözlerini açtı,
ağlamaklı bir şekilde, sanki şuurunu kaybetmiş gibi haykırdı:
“Düşman gemisine şişeler içinde
rapor yollatan iki şefimiz var: Jozef Tobin ve Naman Belkend. Her şeyi onlar
planlamışlardı. Elebaşlarımız onlar, ne isterseniz onlardan öğrenin, bizi onlar
kullandı.”
…
Jozef Tobin daha önce yakalanıp zindana atılmıştı.
Orta boylu, ela gözlü, kibar tavırlı bir Yahudi’ydi. Silahlı askerler
tarafından zindana bırakılan Samuel’in ardından Jozef Tobin sorguya alındı.
Elebaşı olduğu söylenen bu Yahudi casus, sorgu
odasına sakin bir şekilde girmişti. Sanki casus değil de vatansever bir kişi
gibiydi. Ortadaki iskemleye oturtuldu.
“Adınız nedir?”
“Jozef Tobin.”
“Hangi ülkeden geldiniz?”
“Muhacir olarak Rusya’dan geldim.”
“Burada size bir yurt verildi mi?”
“Evet.”
“Servet sahibi olduğunuz doğru mu?”
“Padişahım çok yaşa!”
“Peki, siz de bu suale cevap verin: Ömür dilediğiniz
padişaha ve onun emri altındaki ordusuna niçin hıyanet ettiniz?”
“Bizim bir suçumuz yok ki…”
“Hiç mi?”
“…”
“Bu fotoğraf makineleri, bu malzemeler ne işe
yarar?”
“Harpten evvel Avusturyalı bir Yahudi tüccar emanet
olarak bırakmıştı.”
“Kim bu tüccar, şimdi nerededir?”
“Adı Patak’tır fakat nerede olduğunu bilmiyorum.”
Yalan söylüyorlardı. Yahudi köyünde teknik altyapı
hazırlanmış, Türk askerinin her hareketi ve komutanların gidiş gelişleri
fotoğraflanarak Yahudi istihbarat merkezine ulaştırılıyordu.
“Ey Jozef Tobin, suçunuz çok büyüktür. Boşuna
gizlemeye uğraşmayınız, hakikati anlatınız.”
“Hakikaten bir suçum yok efendim, ne anlatayım?”
“O hâlde size lâyık olan cezanın verilmesine razı
mısınız?”
“Adalet! Adalet!”
Sabırlar tükenmişti, kendilerine her türlü refahı
sağlayan bu devlete ihanet ediyorlardı. Devlete ve onun fedakâr ordusuna
tuzaklar kuruluyordu. Bile bile ihanet eden bu Yahudi casusun adaletten
bahsetmesi ne garip bir dilekti! Kendi yaşadığı vatanın askerini savaş meydanında
düşmana arkadan vurdurtan alçaklara layık oldukları cezayı çektirmek tam bir
adalet olsa gerek.
“Adalet isteriz!” demekten ileri gitmeyen bu casusu
söyletmek için baskı ve zulüm yapılmamıştı. Adil sorgulama da işe yaramamıştı.
Doktor Nedim Bey bunları Suggestion ve Hypnotisme yoluyla konuşturmaya
çalışılmasını tavsiye etti.
….
Gün ağarmadan Zimmarin kasabasındaki evinden
alınarak, bir eli Yüzbaşı Necmeddin Bey’in bileğine kelepçeli, diğer tarafında
Teğmen Muzaffer Bey ile yola koyulmuşlardı. Fazla uzak olmayan tren istasyonuna
yaya gelinmişti. İstasyondaki askerî gazinoda beklenirken Şam’a giden tren
geldi. Madam Sara, Yüzbaşı Necmeddin ve Teğmen Muzaffer beylerin arasında
müstakil kompartımana bindirilmişti.
Baş casus Madam Sara akıbetini biliyordu. Daha önce
Şam’a gönderilen Yahudilerin dönmediklerini duymuştu. Birçok Yahudi’nin Divan-ı
Harp’e verilip halkın gözü önünde idam edildiklerini bilmemesi mümkün değildi.
Tren hızla çöl düzlüklerini geçip Şahap Vadisi’nden geçerken tuvalete
gideceğini söyleyerek yalnız kalmak istemişti. Bayan olması sebebiyle subaylar
bir iki dakika için yandaki kompartımana geçivermişlerdi. İşte tam bu
fırsattan istifade Madam Sara trenin kapısını açarak kendisini yalçın Şahap
Vadisi’ne atarak intihar etmişti. Bir kapı çarpmasıyla kompartımana dönen
subaylar uçurumdan aşağı sivri kayalar üzerine düşen Madam Sara’nın cesedinin
paramparça olduğunu gördüler. İntihar edeceği uçurumlu güzergâhı önceden camdan
seçtiği belliydi. Fakat taşıdığı bütün sırlar da kendisiyle birlikte gitmişti.
Tren durdurulmamış, yoluna devam etmişti. Madam Sara ekmeğini yediği, suyunu
içtiği, havasını kokladığı vatanına ihanetinin cezasını kendisi vermişti.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları tarafından Hayfa’dan
getirilen Benjamin ve Rotenberg adında iki, Canna köyünden Alber, İzak ve Jül
adında üç casus daha yakalanarak Şam’a getirilmişti. Bunların arkası çorap
söküğü gibi gelmeye başladı. Şam hapishaneleri hıncahınç dolmuştu. Hatta bazı
küçük mescitler bile hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştı.
Suriye hapishanelerindeki izdihamdan ve her gün
Şam’a gönderilen casusların muhafazasından Şam şehri kaynıyordu. Yakalanan
Yahudi casuslarını kurtarmak için çeşitli oyunlar, entrikalar ve her türlü
faaliyet yapılmaktaydı. Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının yoğun çalışmaları gün
geçtikçe artıyordu. Uykusuz geceler geçiren vatan sevdalısı mücahitlerin yorgun
düşüp garnizonlarda oturdukları iskemlelerinde uyudukları görülüyordu.
…
Yahudiler içeriden kaleyi fethetmeye çalışıyorlardı.
Filistin toprakları hayaliyle gelerek İngilizlerle iş birliği içinde Osmanlı’ya
tuzak kuruyorlardı. Yakalanan birçok Yahudi casus vardı. Şam’dan 15, Beyrut’tan
9, Sayda’dan 3, Akâ’dan 4, Hayfa’dan 37 kişi yakalanmıştı. Bunlar vatan haini
idi. Divan-ı Harp azalarının, Şam’a sevk edilmekte olan yüzlerce alçağın
sorgularını yaptıkları için sinirleri gerilmiş, yorgun düşmüşlerdi.
Sıkıştırdıkça yeni bir isim ve her ismin altından yeni bir hıyanet ortaya
çıkıyordu. Her yakalanan “Bana
kıymayın, tüm bildiklerimi söyleyeceğim” diyordu. Birbirlerini ele veriyorlardı. Konuştukça daha çok
batıyorlar, ihanetleri ağızlarından dökülüyordu.
İngiliz casusu Gertrude’un buluştuğu sayısız insanın
içinde İngilizler tarafından atanan bir kişi öne çıkıyordu. O da Kudüs Müftüsü
Kamil el Hüseyni idi. Hüseyni, dinî ve politik yönüyle etkili bir kişiydi.
Bölgede Fransızlara karşı bir duruş sergiliyordu. Kamil el Hüseyni’nin
Yahudilere sıcak bir yaklaşımı vardı. Avrupa ve Rusya’dan gelen Yahudi
muhacirlere destek veriyordu. Bir de Faysal’ın krallığını savunuyordu. Onun
zamanında Kudüs civarına hızlı bir muhacir akışı başlamıştı.
Filistin’deki bölünmeyi Gertrude ailesine yazdığı
bir mektupta şöyle özetlemişti: “Kudüs’te şu anda tek sorun Siyonizm… Bu duruma
bütün Müslümanları alıştırarak korkmalarına gerek olmadığını sürekli
anlatıyorum. Bizse görebildiğimiz kadarıyla din dışı bir huzursuzluğun
tohumlarını ekmekteyiz. Yeni çarşılar, genişletilmiş sokaklar yaparak
hizmetlerin yanında kabile şeyhlerine parasal yardımlar ile kuşkuları
gideriyoruz.”
Allenby
komutasındaki İngiliz ordusuna karşı Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7. ve 8.
ordular başarılı olamamıştı. Nablus ve Akdeniz kıyısındaki Hayfa Limanı
İngilizlerin eline geçmişti. Türk birlikleri ise kuzeydeki Şam’a doğru çok zor
şartlar altında çekilmeye başlamışlardı. Türk ordusu, Şam istikametine
çekilirken Tafas köyü civarında bulunan Lawrence, yanındaki Arap birliklerine; “Savaşçılar! Düşmanı esir almayacaksınız. Teslim olmak
isteyeni de öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” diye
bağırıyordu. Lawrence, Şam yönüne çekilen Türk askerlerini takip ederken
hâlsizlikten yere düşüp “Su! Su!”
diye inleyen bir Türk askerinin başına ateş ederek öldürmüştü. Yol boyunca gücü
tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları insafsızca katletmişlerdi. Türk ordusu geri
çekilirken Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez hâldeydi. Yine
Lawrence’ın kışkırtmasıyla Dera’da terk edilmiş bulunan bir hasta trenindeki
bütün yaralı ve hasta askerler merhametsizce şehit edilmişlerdi.
…
Telgraflar durmadan işliyordu. Kara gün gelmiş,
Osmanlı Devleti’nin idam fermanı olan Mondros Mütarekesi imzalatılmıştı.
Devletin karargâhı olan İstanbul’a Haçlı orduları girmişti. Bütün Osmanlı
ordularına, başkumandanlıktan aynı gün aynı saatte Sadrazam Ahmet İzzet Paşa
imzasıyla çekilen telgrafla uğursuz Mondros Antlaşması duyurulmuştu. Suriye,
Kafkasya, Hicaz, Yemen cephelerinin antlaşma emrince teslim olması isteniyordu.
Antlaşma bazı cephelere birkaç gün gecikmeyle ulaşmıştı. Başkumandanlıktan
gelen bu emre inanamayıp doğruluğunu tartışan komutanlar dahi vardı. Kötü haber
tez duyulmuştu. Antlaşmanın bir maddesi vardı ki içler acısıydı: “Hicaz, Asir,
Yemen, Suriye, Irak, Trablus ve Bingazi’de bulunan muhafız kıtalar en yakın
İtilaf kumandanına teslim olacaktır.” Telgrafı alan garnizonlarda komutanından
erine kadar herkes ağlıyordu. Uğruna nice şehitlerin verildiği vatan topraklarını
terk ederek Haçlılara teslim olmanın acısı yüreklerine kor gibi oturmuştu.
Osmanlı Devleti’nin idam fermanı Limni Adası’nın
Mondros kentinde İngiliz Amiral Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Bahriye
Nazırı Rauf Bey (Orbay) arasında Agamemnon zırhlısında yazdırılmıştı (30 Ekim
1918). Üç kıtayı altı asırdır nurlandıran Devlet-i Aliyye güneşi batmış,
Anadolu toprakları da işgal ve ilhakın arifesine gelmişti.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Cihan Harbi’nde
550.000’in üzerinde şehit vermiş; 890.000’i sakat, 103.000’i kayıp, 2.150.000’i
yaralı, 600.000’i de esir olmuştu. Savaşın etkisiyle ortaya çıkan açlık,
hastalık ve göçler yüzünden kaybedilen halkın sayısı buna dâhil değildi.
…
Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Süleyman Askeri Bey,
Cihan Harbi’ne girişimizin ilk günlerinde 14 kod numaralı Şuayb oğlu Ali
Mürteza ile 15 kod numaralı Muhyiddin Bottay’ı Kafkasya’ya propaganda yapmak
üzere göndermişti.
İkinci Kafkasya kafilesi olarak da Hacı Hüseyin oğlu
Nur Mehmet Bey ile Adapazarılı Cemal Efendi yola çıkmıştı. Bu Türk casuslarının
tamamı önceden Umur-ı Şarkiye Müdürlüğü yapmış olan Tahran Sefareti Ömer Fevzi
Bey’e çalışmalarıyla ilgili raporlarını sunacaklardı. Tahran Sefareti aracılığı
ile de İstanbul’a Kafkaslar hakkında bilgiler ulaşıyordu.
İlk kafilede giden Ali Mürteza ve Muhyiddin Bottay,
Çüngütay köyünde 15 kişilik bir komite teşkil etmişlerdi. Yukarı Argun, Dilim
ve İyhali köylerinde de çeteler oluşturulmuştu. Yanına aldığı arkadaşları ile
birlikte Dağıstan’daki köprüleri tetkik ederek, önemli dört köprüden Rusların
kullandığı demiryolu üzerinde bulunanı havaya uçurmaya karar verdiler.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın vaat etmiş olduğu para, silah ve cephane aradan uzun
zaman geçmiş olmasına rağmen gelmeyince, deri ve kösele tüccarı imiş gibi
şifreli telgraflar çekerek isteklerini yeniden merkeze ulaştırmaya çalıştılar.
Ancak 7-8 ay geçmesine rağmen bir cevap alınamayınca Ali Mürteza Efendi burada
bir şey yapamayacağını anladığından Bakü’ye geçmeye karar verdi. Bakü’de
istihbarat ajanı Şerif Bey ile buluştu. Bakü’deki Rusların işlettiği petrol
kuyularını yakma kararı aldılarsa da yeterince patlayıcı madde temin
edilemediği için teşebbüse geçilemedi. Bunun üzerine Ali Mürteza Efendi İran’a
dönerek yeniden talimat almak ihtiyacını duydu.
Cihan Harbi’nin yoğun olduğu tarihlerde Rusların
tehdidi Kafkaslar ve Boğazlar bölgesinde devam ediyordu. Çarlık iktidarının
yıkılması için istihbarat çalışmalarının ara verilmeden devam etmesi
gerekiyordu. İngilizlerin desteği bölgeden eksik olmuyordu. Kafkaslar
bölgesinde yoğun nüfusu olan Müslüman Türk topluluklarının harekete geçirilmesi
gerekiyordu.
İran Sefareti’ne gelen Ali Mürteza, Muhyiddin
Bottay, Hacı Hüseyin oğlu Nur Mehmet Bey ile Adapazarılı Cemal Efendi tekrar
Bakü’den Dağıstan taraflarına silah geçirebilmek ve gerekli olan çalışmaları
yapmak üzere gitmişlerdi. Rusların kullandığı askerî ve stratejik öneme sahip
köprüleri havaya uçurmak, erzak depolarını yakmak ve bu sayede askerî güçlerini
zayıflatmak istiyorlardı.
Bölgeye ulaşan Ali Mürteza ve Nur Mehmet efendiler
yine Dağıstan’da nüfuzlu kişilerden olan Taceddin Efendi ile birlikte Grozni ve
Çiryort bölgesindeki demiryolu köprülerini dinamitlemeye karar verdiler.
Müsavat Cemiyeti’nin Almanya’dan getirtmiş olduğu dört adet bombadan iki
tanesini bu köprülerin uçurulmasında kullanmak istiyorlardı. Çiryort Köprüsü’nü
bombalama planları yapılmaya başlandı. Bombalardan bir tanesi köprü civarına
getirildi. Ancak diğer bombanın getirilme hazırlıkları devam ederken Müsavat Cemiyeti’nin
aldığı haber üzerine bombalamadan vazgeçildi. Çünkü Doğu Cephesi’nde ordu
Ruslara mağlup olunca bu bombalamanın faydasız olacağı düşünülmüştü.
Tahran sefiri Ömer Fevzi Bey, Abdurrahman Efendi’yi
1916 yılı Aralık ayında Afganistan ve Türkistan içlerinde beyannameler dağıtmak
ve propaganda yapmakla görevlendirilmişti. 5 Şubat 1917 günü Horasan’a gelen
Abdurrahman Efendi yol boyunca cihat ile ilgili beyannameleri halka dağıttı.
Halkı cihada davet için bir adamını Necara’ya gönderdi. İki defa gizlice Meşhed
sokaklarına beyannameler astırdı. Pazari, Akazade ve Ahond Molla Kâzım Horasani
kendisine yardımcı oldular. Burada yakalanarak tutuklandı ise de birkaç günlük
hapis hayatından sonra delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Daha sonra iki
Afgan arkadaşı ile birlikte güç şartlarda Afganistan’a geçmeyi başaran
Abdurrahman Efendi, Herat valisi, askerî kumandanı ve bazı önemli şahsiyetlerle
birkaç defa görüşme imkânı buldu.
Osmanlı’ya karşı savaş hâlinde olan Çarlık yönetimi
sallanmaktaydı. Teşkilat-ı Mahsusa, Orta Asya’daki Türk grupların Bolşevikleri
desteklemesini ve Osmanlı’ya karşı savaş hâlinde olan Çarlık yönetiminin
devrilmesini amaçlıyordu. O dönemde Türk grupları Çarlık Rusya’sının yıkılması
için öylesine örgütlendi ki, Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul’u terk
edip Orta Asya’ya kaçan Enver Paşa da o gruplarla temas hâlinde oldu. Türklerin
de desteği ile Bolşevik İhtilali başarıya ulaşınca, Rusya Osmanlı Devleti’ne
karşı yaptığı savaşına son verdi.
Kafkaslarda bulunan Teşkilat-ı Mahsusa elemanları
Tahran Sefareti ile irtibata geçerek Rusya’dan firar eden esirlerin İran’a ve
oradan da Türkiye’ye geçişlerinde önemli rol oynamışlardı. Bu durum Rus esir
kamplarından kaçan Türklerin İran yolunu kullanarak Anadolu’ya uzanan kurtuluş
yolu olmuştu.
İçlerinde Almanların da bulunduğu bir grup
Teşkilat-ı Mahsusa ajanı Afganistan’a gitmek üzere yola çıkarılmıştı. Halil
Paşa’nın İngiliz birliklerini Kutü’l-Amare’de yenilgiye uğratıp askerleriyle
birlikte İngiliz komutan General Townshend’in esir alması, istihbarat
elemanlarını çok sevindirmiş, çalışmalarına güç katmıştı. Nuri Paşa ve Rauf Bey
yönetiminde Teşkilat-ı Mahsusa, İran ve Afganistan’a girerek burada yerli
kuvvetlerin de katılımıyla İngilizleri arkadan vurmayı denemişler, her ne kadar
İngilizlere kayıplar verdirdilerse de başarılı olamamışlardır.
…
Türkistan toprakları Siriderya, Yedisu, Semerkant,
Buhara, Maverâ-yı Bahr-i Hazar’ı içine alan geniş bir ülkedir. Yüzölçümü
1.842.000 km2’dir. Bu topraklarda 15.000.000 nüfus yaşamaktadır.
Türkistan yarım
asrı aşkın bir süredir Rus çizmesi altında çiğneniyordu. Türkistan Müslümanları çok felaket
günler geçirdiler. Irz ve namusları çiğnendi. En zengin topraklar
Müslümanlardan zorla alınarak Rus göçmenlere verildi. Türkistan halkının millî
okullar ve medreseler açmak için vakıflara bağışladıkları milyonlarca Türk
parası gasp edildi.
Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcından beri
Türkistanlılara reva görülen zulüm ve işkenceler bir vahşeti andırıyordu.
Savaşın başında Rus hükümeti tarafından Kırgızların yüz binlerce hayvanı ve
mevcut erzakları Çar hükümeti tarafından gasp edilerek zavallı halk aç ve
çıplak bırakıldı. Yüz binden fazla Kırgız Türk’ünü türlü işkencelerle
öldürdüler. İki yüz bin Kırgız da hayatlarını kurtarmak için Çin’e doğru kaçtı.
Fakat Çin hükümeti, Rus hükümetinin baskısıyla onlara sığınma hakkı tanımadı.
…
Enver Paşa, yurt dışından sürekli çok sevdiği eşine
mektuplar yazardı. Sultan Abdülmecit’in torunu Naciye Sultan’ın aşkı ile
vatanına duyduğu aşkı arasında büyük bir dram yaşıyordu.
24 Temmuz 1922:
Karaağaç’a ismini çakımla yazdım, Naciyeciğim,
sevgili sultanım, cici efendiciğim!
Ruslar, Kafirnihan suyunu geçtiler. Duşanbe Ruslar
eline geçti. Bu gün pek sıkıntılı bir hava var. Tuhaf bir sis ile güneş
görünmüyor. Düşmanda hareket yok. Henüz sabah hastalarımı geri gönderdim. Afgan
emîrine, askerinin ve muavenetinin çekilmesinin iyi olmadığını ve Bolşeviklere
emniyet caiz bulunmadığını bildirdim. Hiç olmazsa eczayı tıbbiye ve diğer
malzemenin iadesini istedim. Bakalım ne olacak? Afganistan şimdi, Hacı Sami ve
diğer arkadaşların da bu tarafa geçmesine müsaade etmiyor. Bu müsaadeyi de rica
ettim. İşte efendiciğim, şu son satırlarımı yazarak mektubumu kapıyorum. İçine
buranın yabani çiçeklerinden kopardığım ufak bir dalı da gönderiyorum. Aşk ve
iştiyakımla sarılarak, seni Huda’nın birliğine yavrularımla beraber emanet
ederim, ruhum efendiciğim…
Ali
(Enver Paşa’nın kod adı)
3 Ağustos günü Enver Paşa, Berlin’de muhacir hayatı
yaşayan ailesinden bir mektup almıştır. Sevinç ve mutluluktan dolan gözleriyle
mektubu okurken Sevgili eşini, ciğerparesi kızları Mahpeyker ile Türkan’ı ve
özellikle doğduğundan beri yüzünü göremediği oğlu Ali’yi çok özlemişti. Mahzun
ve üzgün hâli bütün vücudunu kaplamıştı. Aileme ve çocuklarıma dünyada
kavuşamam diye mırıldandı. Mektuba çocuklarının kokuları sinmiştir hayaliyle
burnuna yaklaştırarak derin derin kokluyordu.
Enver Paşa’nın içli ifadelerle eşi Naciye Sultan’a
son mektubunu bitirir ama gözlerinden akan yaşları dindiremez. Arife gecesi
hayatının sonuna geldiğini sanki ilâhî bir tecelliyle hissetmiş gibiydi.
Paşa’nın elâ gözleri dalgın yüzü solgunlaşmaya başlamıştı. Enver Paşa, 1922
milâdı senesinin mübarek Kurban Bayramı gecesi vasiyetini yazmaya başlamıştı.
Gözyaşları içinde vasiyetini yazdığında daha 41 yaşındaydı.
“Devletmend Beg, 7-8 km. uzağında bulunan
Havalin’deki karargâhından Enver Paşa’ya Bayram namazını birlikte kılmayı
teklif etmiş, bunun üzerine Paşa yakın arkadaşlarıyla 4 Ağustos’un Cuma günü
şafak sökmeden Abıderya’dan Havalin’e doğru yola çıkmışlardır. Enver Paşa ile
Bayram namazını birlikte kılacakları haberini alan halk sevinç içindeydi.
Devletmend Beg’in mücahitleriyle Abıderya yolunu kontrol altına alıp, heyecan
içinde bekliyorlardı. Nihayet, Paşa’nın gelmekte olduğu haberiyle halk, coşkulu
bir havaya kapılmıştı. Olağanüstü bir hürmetle karşılanan Enver Paşa ve
maiyetini, ulu ağaçların gölgesinde yerlere serilen Türkmen kilimleri üzerine
buyur ettiler. Toplu bayram namazı kılındı. Geleneğe uygun olarak, önce birkaç
bardak çay içildi ve oradakilerle bayramlaştılar. Devletmend Beg, Enver Paşa’ya
orada bir mahallî palto, altın ve gümüş işlemeli bir çapan hediye etti. Paşa,
memnuniyetini bildirerek teşekkür ettikten sonra, halkla bayramlaştılar. Yemek
ikramlarından sonra Paşa, geri Abıderya’ya döndü. Paşa’nın itiraz etmesine
rağmen, halk onu yarı yola kadar uğurlamıştı.
Enver Paşa, saat 11’e doğru karargâhına gelerek,
askerlerini içtimaya çağırdı, herkesin tek tek bayramını tebrik etmişti. Üzüntü
ile subaylarını bağrına basarak kucaklıyor, bu arada gözyaşları damla damla
yanaklarına dökülüyordu. Zaten subaylara da verecek bir şeyi olmadığını
biliyorlardı. Enver Paşa mahcup bir ifadeyle subay arkadaşlarına bayram hediyesi
olarak kendi mühür ve imzasıyla rütbeler vererek ödüllendirmişti. Silah
arkadaşlarına samimi duygularla rütbelerini belirten birkaç satırlık yazıya
buğulu gözlerle mührünü basıyordu. Hüzünlü bir bayram yaşanıyordu.
Sohbetlerinde “Gelecek bayram namazını, inşallah Buhara-yı Şerif’te kılarız,”
demişti.
Ertesi gün saat 10 sularıydı. Hüzünlü bayramın
ikinci gününde düşman etraflarını sarmıştı. Çegen tepesi doğrultusundan sesler
geliyordu. Nöbetçiler dikkat kesilmişlerdi. Silah sesleri tam olarak Satılmış
köyü yönünden gelmekteydi. Rus birlikleri Çegen tepesine mevzilenmişti. Baskına
uğradıklarını anlayan Enver Paşa alelacele atına atlarken, sayıları az olan
mücahitlerine çarpışmaya hazır olmaları emrini verdi. Yanında bulunan yirmiye
yakın muhafızıyla silah seslerinin gelmekte olduğu yöne doğru hareket etti.
Postane tarafından gelen yoğun silah seslerinden çarpışmaların şiddetlendiği
anlaşılıyor, yüksek yerlerde Rus askerlerinin gittikçe çoğalmakta oldukları
görülüyordu.
Vaziyetin ciddi olduğunu fark eden Ferruh Bey,
Daniyal Bey ve Börü Bataş emirlerindeki askerlerle çarpışmaya katılmışlardı.
Enver Paşa da Nef’i Bey’i İslâm Kulu Hüseyin Bey’i ve Eşmurad Bey’i yanına
alarak yıldırım hızıyla Ruslara karşı hücuma geçmişti. Ordusunun hem sol hem de
sağ kanadını yönetmek zorunda kalan Enver Paşa, sol kanadı yönetirken sağ
kanatın düşman tarafından yarılmasına engel olamamıştı. Şiddetli muharebenin
devam ettiği ovanın eteklerine vardıklarında Enver Paşa kılıcını çekmiş, göğüs
göğüse çarpışarak düşman askerlerini dağıtıp ilk çemberi yararak çıkmıştır. Bu
sert ve ani hücum ile tereddüde düşen Rus Kalikov komutasındaki birliklerin
anlık bir panik içinde ellerini havaya kaldırarak teslim oldukları görülmüştü.
Muharebe meydanını muhasara altına alan ve siperde bekleyen Rus komutan, bu
durumu görür görmez, Enver Paşa üzerine doğru ateş emrini verir. Enver Paşa,
mitralyöz kurşunlarına hedef olurken alnından vurularak atından yere düşer. İki
dizinin üstünde direnmek için kalkmaya çalışsa da ağır yara aldığı için
devrilerek orada şehadet şerbetini içer. Avcı ceketi, ayağında çizmesi ve
başındaki kalpağı ile yerde uzandığında kıratı büyük mücahidin başucundan
ayrılmıyordu. Allah’ın (c.c.)
Ennur ismi âzamının karşılığı olan Enver, Kurban Bayramı’nda kurban olmuş;
şehitlik mertebesine ulaşmıştı.
Yoğun Rus ateşine maruz kalan mücahitler, paşanın
yanına uzun süre varamazlar. Savaşın hızının azalmasıyla Rus askerleri
şehitlerin cesetlerini arayarak bütün eşyalarına el koyarlar. Enver Paşa’nın da
cesedini soyarlar fakat kanlı parkası ve çamaşırlarını üzerinde bırakarak
muharebe alanından çekilirler.
Fakat kara haber bir anda mücahitlerin arasında
yayılır. Cephenin sağ kanadında Ruslara oldukça ağır zayiat verdiren Devletmend
Beg, haberi duyar duymaz âdeta çılgına dönerek “Ne! Enver Paşa mı? Öldü mü?”
diye sorarken, duyduklarına asla inanamaz ve bir ölüm çığlığıyla “İntikam!
İntikam! Yiğitler ileri! Hücum!” diye haykırarak Rus saflarına doğru hücuma
geçer. Bu gerçekten de bir ölüm çığlığıdır. Nitekim aradan geçen on dakikalık
bir süre sonra, Devletmend Beg’in de şehadet haberi gelir.
Paşa’nın cesedi iki gün Çegen topraklarında kalır.
İki gün sonra dağlardan inen bir imam Enver Paşa’nın cesedini tanır, koşarak
Abıderya’dakilere haber verir. Bunun üzerine Enver Paşa’nın naaşı çok kalabalık
bir toplulukla ve cenaze namazı kılınarak gömülür. Parkasından karısı Naciye
Sultan’a yazılmış iki mektubu çıkmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kutup yıldızı kaymış,
kâinatın sonsuzluğu içinden geçerek cennet makamına yükselmiştir.
Türkistan ve Afganistan bölgesinde Enver Paşa’nın
şehit olması üzerine birçok mersiyeler yazılmıştır. Zeki Velidi Togan’ın
hatıralarında Osman Hoca tarafından yazılan mersiye özetle şöyledir:
Türk balası oruslardan köb
sıkıldı.
Er kırıldı, kız ezildi, yurt
yıkıldı.
Hamiyetlik Enver Paşa onu
surab
Kelib azad etmek için şehit
boldu.
İntikam… Al intikam! Al
intikam!
Türkistan’dan oruslarını
haydab kovub
Sahibkıran Timur Bek’ini
şadeteler
Balelerge mektep açıp, talim
berip
Uluğbek’nin tarihini yâd
eteler.
İntikam… Al intikam!
İntikam… Al intikam!
Enver Paşa’nın cenazesi 3 Ağustos 1996’da askerî bir
uçakla İstanbul’a getirilerek, 4 Ağustos günü kılınan cenaze namazını müteakip
Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi’nde toprağa verilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar