Print Friendly and PDF

TEŞKİLÂT-I MAHSÛSA




Teşkilat-ı Mahsusa’nın ajanları gizlice Mısır’dan Trablusgarp’a geçerken, İngilizler de ajanları avlamak için peşlerine düşmüşlerdi. İtalyanlara karşı yapılacak söz konusu savaşı engellemek için teşkilat elemanlarının bölgeye gidişini durdurmaya olağanüstü bir çaba göstermiş ancak geçişlerini önleyememişlerdi. Geçişler çoktan gerçekleştirilmişti.
Enver Bey ve beraberindeki bir avuç kahraman Mısır’dan gizlice Berka’ya geçmişlerdir. Yapılan istihbarat çalışmalarıyla Osmanlı komutanlarının geldiğinin duyurulması üzerine Tunus, Cezayir ve Sudan’dan gönüllüler akmaya başlamıştı. Cezayirli Emîr Abdülkadir’in oğlu Emîr Ali Paşa ile Tunuslu Şeyh Salih Şerif El-Tunusi de Eşref Bey’in davetine icabet ederek Trablusgarp’a adamlarıyla gelmişti. Her ne kadar sayıları az da olsa, direniş hareketinin ilk evresinde Trablusgarp ve Bingazi’ye giden Osmanlı neferlerinin içinde önemli bir oranı oluşturmuştu. 107 subay, 300 ilâ 400 arasındaki yardımcı kuvvet Trablusgarp’ta İtalyanlara saldıracaktı. Toplanan yerel bedevi kuvvet de 14.000 kişiyi bulmuştu. Enver Bey’in komutasındaki ajanlar gerilla saldırısını örgütlemeye çalışıyordu.
….
Enver Bey karargâhını Ayn el-Mansur’da kurmuştu. Burada bir fişek imalathanesi, bir gazete, bir askerî eğitim merkezi ve çeşitli şeyhlerin oğulları için bir de okul yaptırmıştı. Gönüllü mücahitlerin bir kısmı İtalyanlardan ele geçirilen silahlarla güçlenmişti. Osmanlı kuvvetlerinin hiçbirinde ağır silah ve uçak yoktu belki ama çok sayıda makineli tüfek vardı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözü kara ajanlarından Enver Bey, Süleyman Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Mustafa Kemal, Nuri Bey, Halil Bey, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, Sadık Bey, Fuat Bulca, Yakup Cemil, Nuri Conker, Rauf Orbay, Nazmi Bey ve ünlü seyyah Abdurreşit İbrahim gibi daha birçok mücahit canları pahasına aynı anda İtalyanlara saldırıya geçmişlerdi. Düşman her koldan ateş çemberi içine alınmıştı. Enver Bey’in kardeşi Nuri Bey, Libya’da keskin nişancılığı ile ün salmıştı. Pusuya yatan Nuri Bey’in tek başına 100’den fazla İtalyan askerini öldürdüğü dilden dile dolaştı. İtalyanlar sahil bölgesinde birliklerinin içine kapanmışlar, can derdine düşmüşlerdi. Ani baskınla cepheler cehenneme dönmüş, top atışlarından ortalığı toz bulutları kaplamıştı. Tayyarelerinden propaganda kâğıtları atarak halkı işgale razı olmaya çağıran İtalyanlar toplarını, makineli tüfeklerini ve cephanelerini bırakıp sahile doğru kaçarlarken çok büyük kayıplar vermişlerdi.
Yaralı mücahitlerimiz duvar yıkıntılarına sığınmak için sürünerek ilerlemeye çalışırken, yaralı atların acı kişnemeleri insanların yüreğini parçalıyordu. Toz bulutu, görüş mesafesini birkaç metreye indirmişti. İtalyanlar bu baskınla sahile sıkışmışlardı. Baskında 1500 tüfek, 20 makineli tüfek, 2 top, sayısız mermi ve 20 tane katır Türklerin eline geçmişti. 600’ün üzerinde İtalyan askeri teslim olmuştu. Osmanlı birlikleri bu zaferin arkasından yaralı askerlerini sargı merkezlerine taşıyor, şehitlerini toprağa veriyordu. Büyük bir saldırı arkasından yeni mevzilerine çekilen Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözü kara komutanlarına İstanbul’dan getirilen Hacı Bekir lokumu dağıtılmıştı.
Eşref Bey gönüllüler arasında iri cüsseli bir zencinin olduğu fark etmişti. Gözlerine inanamıyordu. Hayatı boyunca bu kadar iri bir insan görmemişti. Ona bakarak:
“Hoş geldiniz…”
“Şükran ya Bek!”
“İsminiz nedir?”
“Musa.”
Musa, uzun boylu ve görkemliydi.
“Nereden geliyorsunuz?”
“Sudan’dan ya Bek, buradaki Müslümanların direnişini duydum.”
Zenci Musa ilk defa Sudan’dan yardıma gelmişti.
“Hoş geldin Musa Ağa, benin adım Eşref.”
“Adınızı biliyorum ya Şeyh-it-Tüyûr!”
Eşref’in tebessüm eden yüzüne, Musa da tebessümle karşılık verdi. Eşref, adama anlam veremediği bir yakınlık hissetmişti.
“Musa, bundan böyle emir erim olarak görev yapacaksın, benden ayrı olmayacaksın.”
“Memnun oldum ya Bek.”
Trablusgarp direnişi Enver Bey’in önderliğinde başarıyla yapılıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa, Libya’da silah, cephane ve profesyonel asker kıtlığına rağmen, mükemmel bir gerilla harbi yaparak, 110.000 kişilik İtalyan askerini sahil şeridine hapsetmişti.
…..
Bedevi gönüllüler çarpışmada çok başarılı olmuş, 8000’den fazla bedevi Derne’yi kuşatma altında tutmuştu. O sırada Bingazi ve Trablusgarp’ta bulunan 50.000 kişilik İtalyan kuvvetleri, değişken hedefleri uzaktan bombardımana tutmakla yetiniyorlardı. Hava akınlarında ise iç kesimlerdeki Osmanlı-Arap kamplarına kötü hazırlanmış propaganda broşürleri atmaya devam ediyorlardı. Tayyare ile atılan ilk bildiri şöyleydi:
“Bizimle gelmek için ne bekliyorsunuz? Ailelerinizle sakin yaşamak istemiyor musunuz? Bizim de kitabımız var, biz de namuslu ve dindarız. Özgürlüğünüze kavuşacaksınız. İtalya babanızdır.”
….
İtalyanların 6000 ölü, 8000 yaralı, 20.000 üzerinde kayıp ve hasta verdiği askerî kuvveti saf dışı olmuş; 2 savaş uçağı da düşürülmüştü. İtalyanlar verdikleri bu kayıplar dolayısıyla iyice içlerine kapanarak savunma hatlarına çekilmişler, hiç beklemedikleri ateş çemberinin içinde şaşkına dönmüşlerdi. Teşkilat-ı Mahsusa ajanları dört bir koldan saldırarak destan yazıyordu. Kayıpları olsa da örgütlemiş oldukları asker ve sivil kuvvetlerle büyük başarı elde etmişlerdi.
….

Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının topladığı Libyalı direnişçiler binbir güçlükle çarpışırken, zor durumda kalan işgalci İtalyanlara bütün Avrupa destek vermeye başlamıştı. Onlar bolluk içinde işgale devam ederken bir avuç Osmanlı neferi yokluklar içinde vatan savunması için çarpışıyorlardı.
Eşref Kuşçubaşı, tarihçi Cemal Kutay’a el notlarıyla verdiği anılarında şöyle diyordu:
 “Hiçbir harpte, Trablusgarp’ta olduğu kadar yalnızlığımızı hissetmemiştik. Çöl sıcaklarında yaralarımızı saracak pamuğumuz, merhemimiz yoktu. İçinde amonyak vardır diye yaralarımızın üzerine idrar döküyorduk.”
Trablusgarp Savaşı’nda halkın cömert şekilde yardıma katıldığı görülmüştür. Fas, Tunus, Cezayir, hatta Yemen’den bile kafile hâlinde gelen kabileler vardı. Bu mücahitler Hıristiyanlara karşı bölgesel çatışmalar yapmış, Osmanlı’nın kara günlerinde, işgal edilen toprakların kurtarılması uğruna kanlarını akıtmış ve birçoğu da şehit olmuştu.
Bu sıralarda Enver Bey’e Balkanların durumunu anlatmak üzere gelen bir telgrafa göre, düşman Çatalca’ya kadar ilerlemişti.

Can derdine düşmüş kafilede çocuğunu kaybeden bir ana baba, ölümle yüzleşme korkusuyla kızlarını aramaya bile cesaret edemiyorlardı. Yine de baba duramamış, ölümün soğuk gölgesini ensesinde hissetse de kafileden geri kalıp küçük kızını aramaya koyulmuştu.

Suriye, Irak, Lübnan ve İran otelleri daha önce hiç görmedikleri ziyaretçilerin akınına uğramıştı. İngiltere, Fransa, Almanya ve Macaristan üniversitelerinden gelen arkeologlar, doktorlar, eczacılar, petrol mühendisleri, maden mühendisleri, kimyagerler, Viyana ve Prag laboratuvarlarından görevli böcek uzmanları, Londra, Berlin ve Paris’ten gönderilen serçe gözlemcileri görülüyordu. Kimisinin başında fes, kimisinin başında şapka, kimisinde peştamal üzerinde iki halka vardı. Kimisi toplu tabancasını ve tüfeğini sırtlayıp gelmiş, bazıları ise fotoğraf makinelerini getirmişti. Hatta elinde posta güvercini taşıyanlar bile vardı. Bunlar şehir, köy ve sahralarda otomobilleriyle görülüyordu. Trenle gelen casus misyonerler de çoktu. Dünyanın en zengin petrol yataklarının bulunduğu bölge ajan ve misyoner kaynıyordu. Zayıf bir zamanda saldırıya geçerek kaleyi içeriden fethetmek mi istiyorlardı?
Özel eğitimle yetiştirilmiş İngiliz, Fransız, Rus, İtalya, Alman casusları bu bölgede Arapçayı her lehçesiyle konuşuyorlardı. Bazıları Müslüman kılığına bürünerek, hatta bürünmekle de kalmayıp Müslüman gibi ibadet ederek bölge insanlarını Sünni, Şii, Dürzi, diğer yandan Katolik, Maroni, Rum, Ortodoks gibi gruplara ayırıyorlar ve Türklere karşı da isyanı tetikliyorlardı. Hasta adam denilen Osmanlı İmparatorluğu’nun petrol yataklarını ele geçirme hesapları çoktan başlamıştı.
Eczacı Nejat Bey görev aşkıyla bölgede bulunan bu insanların nasıl çalıştıklarını takip ediyordu. Bazılarıyla yakınlık kurup dostluklarını kazanmak için uğraşıyor, her şeyden evvel gerçek kimliği ile tanınmamaya özen gösteriyordu. Gözlemlediği kadarıyla İngiliz, Fransız, Rus, Alman ajanlarından birçoğunun meslekleriyle alakası yoktu. Herkesin elinde bir fotoğraf makinesi, buldukları taş parçalarını seyyar laboratuvarlarında tahlil etmekle meşgul görünüyorlardı. Arkeolojik, antropolojik, toplumsal ve kültürel, eski ve yeni, her türlü bilgiyi topluyorlardı. Bazıları ordunun seyyar ve sabit durumunu, silahları, tren yollarını, araziyi, insan taşıma araçlarını, emir komuta durumunu, büyük komutanların şahsiyetlerini ve halk ve hükümet nazarındaki itimatlarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Para ile satın aldıkları tercümanlar aracılığı ile bölge insanlarına bol bol hediyeler dağıtarak kandırıyorlardı. Görünürde arkeolog rolündeydiler ama bu hususta hiçbir gayretleri yoktu. Kısa zaman içinde yapılan takiplerde maksatları anlaşılacaktı. Kesin olarak kendi ülkeleri adına tam bir ajandılar. Devletin memurlarından seçtiği arkadaşlarından destek alarak takiplerini sıklaştıran Eczacı Nejat Bey, karşılaştığı davranışlar karşısında hayretler içinde kalmış, bazılarının da peşlerine düşmüştür.
Avrupalı bu ajanları sanki birer taklit hastalığı sarmıştı. Hiçbirinde yaratıcılık yoktu. Şaşkınlıkları, sahtelikleri dikkat çekiyordu. Eczacı Nejat Bey’i aralarında ehemmiyetsiz bir insan olarak görüyorlardı. Bu durum Nejat Bey’in de işine geliyordu. Nejat Bey sözde tarihî bir araştırmacıydı. Yabancıların bu topraklarda neden bulundukları çok açıktı. Osmanlı hükümetine karşı hakiki maksatlarını gizlemeyi benimseseler de, kendi ülkelerine karşı görevlerini hakkıyla yapmanın gururunu taşıyarak bir hataya düşmek istemiyorlardı.
Eczacı Nejat, özellikle Lawrence’ın bulunduğu ortamlara girmeye çalışırken, Lawrence da Nejat’ın görevine inanmış, istihbaratçı olduğunu fark edememişti. Hatta Nejat Bey’in kendisine gösterdiği alakadan memnun kalmıştı.
Lawrence, Bâlebek bölgesinde Nejat’ın yanına gelerek yakın dostluk kurmaya çalışıyordu. Hatta öyle ileri gitmişti ki, İstanbul’da Nejat Bey’le birlikte çalışma teklifini yapma cüretini bile göstermişti. Saf saf Nejat Bey’e şunları anlatıyordu: “Ben burada vatanım İngiltere için çok faydalı oluyorum. Siz de olsanız böyle imkânları kaçırmazsınız. Size açık bir teklifte bulunacağım. Bana yardım ederseniz ben de sizlere çok büyük imkânlar sunarım. Yakında dünyada büyük olaylar çıkacaktır. Benim yardımımla İngiltere’de yüksek mevkide olan zevatlarla tanışır, memleketinize faydalı olursunuz; sadece sizden beklediğim dostluğumuzun hatrına istediğim bilgileri bana temin etmenizdir” diyordu.
Lawrence, Türkler hakkındaki kötü düşüncelerini her yerde anlatmaya devam edecekti. Peki yirmi dört yaşlarında hangi düşüncelerle ilk defa İstanbul, İzmir ve Suriye üzerinden bu topraklara gelmişti?
Lawrence, sürekli Osmanlı ajanlarının takibindeydi. Devleti ahtapot gibi sarmış casuslar Osmanlı topraklarında cirit atıyorlardı. Osmanlı kontrolünü kaybetmişti. Uzak bölgeler şöyle dursun, İstanbul’un surları dibindeki ecnebiler bile artık kontrol edilemiyordu.

Nejat Bey, resmî hafriyat vesikası ile görevli görünüp Bâlebek harabelerinin çevresindeki çadırında kalırken Lawrence’dan bir mektup almıştı. Lawrence hâlâ saf saf kendisinden detaylı bilgi istiyordu. Mısır’da Nil Vadisi’nin kenarında büyük bir arkeolojik hafriyat yaptığından bahsetmekteydi. Nejat Bey’e Mısır’a gelmesini ve kendisine bu bölgeleri gezdireceğini uzun uzun yazmıştı.
Nejat Bey bu davete balıklama atlamış, kimseye haber vermeden aniden yola çıkmıştı. İstanbul’dan telgrafla gelen bir emir üzerine Kuşçubaşı da en güvendiği cesur üç ajanını Nejat Bey’in peşine takmıştı. Adım adım Nejat Bey’in takip edilmesini istemiş, fakat izi kaybedilmişti. Sonraki yıllarda Mısır’daki bir İngiliz hastanesinde mesleği olan eczacılık yapmaya zorlanarak kendisine esir muamelesi yapıldığı duyulmuştu.

İngilizlerin Ortadoğu’daki petrol yatakları üzerindeki hâkimiyetinin artması diğer devletleri rahatsız ediyordu. Amerikan sefiri, Bab-ı Âli’ye petrol araştırmaları için geniş ve uzun bir imtiyaz mukabilinde cazip bir anlaşma teklif etmişti. Osmanlı Devleti oyun içinde oyun kurmaya çalışıyordu. Irak petrolleri üzerindeki Sultan Hamid’e ait hisseler devlete intikal ettirilmiş, aynı müessese altında toplanıp Amerika ile antlaşması yapılmıştı. İngiltere, Amerika’nın petrol yataklarına girmesine tepki göstermiyor, fakat büyük oynamaya çalışıyordu. İngilizler bölgeden Osmanlı’nın alakasını tamamen kesme planları yapıyorlardı. Mısır’da Lord Kitchener ile Lawrence’ın planları bu yöndeydi.
Lawrence’ın İngiliz istihbarat ekibiyle Ortadoğu’da gücü ve nüfuzu etkiliyken bir de cepheden kaçan Osmanlı üst düzey kişiler Lawrence’a sığınmakta ve onunla birlik olmaktaydılar. Cemal Paşa’nın mahkûm ettirdiği “Arap Ayrılık Hareketi” lideri Hakkı Bey Divan-ı Harp’te gıyaben idam cezasına çarptırılmıştı. Bu şahıs Lawrence’ın en büyük dostu olmuştu. Lawrence’ın vaat ve altınlarla kandırdığı bir diğer kişiler de El-Azm kardeşlerdi. Kaçak Osmanlılara çok vaatler veren Lawrence’ın Araplara vaatleri daha da korkunçtu. Hilâfet-i Arabiyye meselesini ortaya atarak halifelik makamını Haşimoğullarına vaat etmişti. Mısır Hidivi’ni bu maksada hizmet için Mekke’ye göndermişti. Bedevileri de para yardımları yaparak Osmanlı’ya karşı örgütlüyordu.
….

Dünyanın dört bir yanına gönderilen Teşkilat-ı Mahsusa ajanları, vazifeleri için her türlü zorluğa, çileye, çatışmaya, ölüme bile severek gidiyorlardı. Görevlerini vatan sevdası ve İslam âleminin kurtuluşu için yapıyorlardı. Osmanlı Hariciye Nezareti’nin klasik metotlarla yaptığı çalışmaların yanında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları yetersiz imkânlarla destanlar yazıyorlardı. Gelen haberler hiç de iç açıcı değildi: Cihan Harbi’nin ayak sesleri işitiliyordu. Harbin gün geçtikçe biraz daha yaklaştığı ve dünyanın esrarengiz bir şekilde iki zıt kutba ayrıldığı görülüyordu.

Enver Paşa da Birinci Cihan Harbi’nin yaklaştığını hissediyor ve tedirgin oluyordu. Bu sebeple Teşkilat-ı Mahsusa’nın başında bulunan iki önemli lider Süleyman Askeri Bey ve Eşref Sencer Kuşçubaşı’yı makamına davet ederek; “Ne yapılması gerekiyorsa çabuk yapmalıyız. Kırtasiye ve yazışmalarla vakit kaybetmeye vaktimiz yok” diyecekti. Enver Paşa’nın zaten böyle bir prensibi vardı; ne yapacaksa hemen karar verir, beklemeye tahammül edemezdi. Enver Paşa harbiye nazırı olduğu zaman devletin askerî gücü çökmüş vaziyetteydi. Onu dertlendiren, ordunun güçlendirilmesine zaman bulamadan harbin gelişiydi. Böyle büyük bir faciadan nasıl çıkılabilirdi? Toplantı üzerine toplantılar yapıyordu.
Birinci Cihan Harbi’nde oluşan bloklar arasında güç dengesi net değildi. 67 milyon nüfuslu Almanya seferberlik ilanı ile 2.398.000 kişiyi silahaltına almıştı. 52 milyon nüfuslu Avusturya-Macaristan’ın toplam asker sayısı 1.422.000 kişiyi bulmuştu. Fransa koloni askerleriyle birlikte 3.422.000 kişiyi silahaltında tutmaktaydı. 173 milyonluk Rusya seferberlik ilanı ile 3.450.000 kişiyi askere almıştı. 45 milyonluk İngiltere, Hint ve diğer sömürge askerleriyle birlikte 1.280.000 kişiyi dünyanın en kritik bölgelerine taşımıştı. Amerika ise 1 milyon askerini harekete geçirmişti.

Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının İstanbul ve Anadolu’daki camilerde cuma hutbelerinde halka işgale karşı direnmesi için verdiği İngiliz aleyhtarı vaazlardan İngiliz büyükelçisi rahatsız olmuştu. Vaazlar İngiliz ve Fransız işgali altındaki bölgelerde daha da etkili yapılıyordu. Nitekim millî şair Mehmet Âkif Ersoy, Beyazıt, Fatih, Selimiye camilerindeki büyük vaazlarını bitirdikten sonra aynı amaçla Anadolu’ya geçecektir.

İngiltere, Rusya ve Amerika’nın, Cihan Harbi’nin ortasına doğru açmış oldukları istihbarat okullarında ajanlarını yetiştirdikleri düstur şu şekildeydi:

Ey istihbaratçı; seni izleyen ve dinleyen düşman kulaklarını ve gözlerini unutma! Her işittiğine inanma, düşman propagandaları seni zehirleyebilir! Karşına çıkacak para ve aşka kapılma, bu tesadüf değil casus eliyle kurulmuş bir tuzaktır!

Kuyruklu bir İngiliz yalanı: Cemal Paşa darbe yaparak kendisini padişah ilan edecekti. İşte İngiliz casusların bir oyunu daha başlamıştı ama bu da tutmayacaktı. İstanbul’da İngiliz elçiliği’nde bulunan bazı ajanlar Enver, Cemal ve Talat paşaların aralarını açmaya çalışıyorlardı. Bunda da kısmen başarılı olmuşlardı. Çünkü Teşkilat-ı Mahsusa içinde de her paşanın kendi kontrolünde adamları olduğu, birbirlerine güvenmedikleri seziliyordu.
Bu üç lider arasında sık sık anlaşmazlıklar çıkmasına rağmen, çalışmaları engelleyecek kadar ciddi bir husumet ortada gözükmüyordu. Her birisi yabancı diplomatlarla politik konuşmalar yaparken tavırlarına özen gösteriyor, İngiliz oyunlarına gelmiyorlardı.
Süleyman Askeri Bey’in komutanlığında Suriye’den ilave askerî güç ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın en keskin ajanlarının bölgeye gitmesi istenmişti. Enver Paşa, İstanbul’dan Alman askerî yardımlarının bir kısmını bu bölgeye göndermişti.
Süleyman Askeri Bey’in aktif dönemi ve ünlü kişiliği 1914-1915’te Teşkilat-ı Mahsusa’nın Irak’ta yaptığı faaliyetlerle ortaya çıkmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olarak Irak’ta İngiliz kuvvetlerine karşı bir tarih yazdığı ortadadır. Cemal Paşa onun başarılarından övgüyle bahseder. Süleyman Askeri Bey, Bağdat’a girerken yol boyunca halkın ve askerlerin tezahüratı ile karşılanmış, bu bölgede yaptığı askerî manevraları ile gönüllere taht kurmuştu.
General Townshend kuvvetleri, Süleyman Askeri Bey’in birliklerince çembere alınınca, İngiliz General Lace’in 5000 kişilik askerî desteğiyle Türk kuvvetlerinden kurtulmuşlardır. Bunun üzerine 12 bin kişilik Halil Paşa da Kutü’l-Amare’de General Townshend kuvvetlerini çevirme harekâtı ile çembere almıştır. İngiliz General Townshend, Halil Paşa’ya yalvararak askerlerinin serbest bırakılması karşılığında yüklü miktarda para ve silah vermeyi teklif etmesine rağmen kabul edilmemiş, İngiliz komutan General Townshend askerleriyle birlikte esir alınmıştır.
Irak Cephesi’ndeki Kutü’l-Amare’de kuşatma altındaki İngiliz birlikleri ellerindeki topları imha ettikten sonra 476’sı subay olmak üzere 33.390 kişilik mevcuduyla kayıtsız şartsız Türk kuvvetlerine teslim olmuşlardır. İngiliz askerlerinin büyük bir kısmı Dicle kıyısındaki bataklıklarda öldürülmüşlerdir. Halil Paşa’nın saldırısı karşısında İngiliz komutan, çarpışmayı bırakıp kaçarak canını kurtarmak zorunda kalmıştı. Çember içinde aylardır esir tutulan İngiliz kuvvetlerine İngiliz uçakları havadan erzak atıyordu. Türk avcı birliklerinin İngiliz uçaklarını düşürmesi üzerine uçaklar da görünmez olmuştu. Nihayetinde Kutü’l-Amare geri alınmıştı. İngilizlerin ağır yenilgisinden sonra İngiliz Savaş Bakanlığı istihbaratında da büyük değişiklikler yaşandı.
İngiltere, istihbaratını Ortadoğu’ya göre yeniden yapılandırarak şubelere ayırmış; Siyasi Stratejiler ve Askerî Operasyonlar dairesi, Hindistan ve Asya dairesi, karşı istihbarat ve özel görevler dairesi gibi istihbarat şubeleri oluşturmuştur. İngilizlerin Askerî İstihbarat Osmanlı masası bölümüne de Tümgeneral Coldwell getirilir.
İngiliz esirlerle ilgili İstanbul ile yapılan yazışmalar neticesinde bir kısmı Bağdat demiryolunun henüz tamamlanmamış olan bölümlerinin yapımında çalıştırılmak üzere bölgeye gönderilmiştir.
İngilizler, Hindistan ve Mısır bölgesinden gemilerle getirmiş oldukları yeni kuvvetlerle askerî güçlerini artırıp stratejik geçiş yeri olan Basra’ya yeniden hücum ederek ele geçirmişlerdi. Basra’nın düşmesi İstanbul’da büyük kaygı yaratmıştı. Enver Bey’in telgrafıyla görevlendirilen Teşkilat-ı Mahsusa liderleri bölgedeki aşiretleri dolaşarak altınlar, hediyeler dağıtmış ve Müslümanlar arasında kardeşlik temasını da kullanarak çok sayıda İslam mücahidini silahaltına almaya çalışmışlardır. İngiliz kâfirlerinin silah üstünlüğüne iman kuvvetiyle karşı koyulması planlanmıştı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın korkusuz savaşçıları eğitim, tecrübe ve donanım yönünden eksiklerini şehitlik mertebesinin aşkıyla kapayacaklardı.
Süleyman Askeri Bey, çeşitli zorluklar içinde silahaltına aldığı askerlere eğitim veriyordu. Fakat ordusunun dörtte üçünden fazlası disiplinden uzak aşiret mensuplarıydı. Bunlara çok fazla güvenilemezdi. Osmanlı Devleti’nin uğradığı yenilgiler sonunda Enver Paşa, kilit önem taşıyan aşiret reislerinin sadakatlerini sağlamak için daha sert tedbirler almaya mecbur olmuştu. Birtakım şeyhlerin oğulları, yatılı okulda eğitim görecekleri bahanesiyle rehine olarak İstanbul’a gönderilmişti.
Ocak 1915’te Enver Paşa’nın emri üzerine hazırlıklar tamamlanmıştı. 12 Nisan 1915’te Nasıriye’deki yerli aşiretlerin yardımıyla Süleyman Askeri Bey, Dicle-Fırat deltasında Şuayyibe kenti civarında İngilizlere karşı saldırıya geçer. Basra’nın yaklaşık 50 mil kuzeydoğusunda bir kasaba olan Kurna’ya doğru ilerlemeye başlanılır. Yaklaşık 15.000 Arap ve Kürt mücahit ve birkaç bin kişilik düzenli ordusu ile çarpışmalara başlamıştır. Şiddetli saldırılar yapılıyor, ordunun yenilmemesi için kendisi de ön saflarda çarpışıyordu. İngiliz ordusu sayıca fazla, askerî malzeme ve silah bakımından üstündü.
Süleyman Askeri Bey, Kurna yakınlarında ordusunun başında çarpışırken bir mermi iki bacağını da ağır yaralamış ama komutayı elinden bırakmamıştı. Yaptırdığı sedye üstünden askerlerin ellerinde ordusuna taktikler veriyordu. Nasıriye, Şuayyibe, Ahvaz ve Kurna civarında manevralar yapılıyor, çarpışmalar bütün şiddeti ile sürüyordu. Bu taarruz, Süleyman Askeri’nin Basra üzerine yapacağı esas taarruzuna bir başlangıç oluşturuyordu. 3 Mart 1915’te Süleyman Askeri’nin kuvvetleri tarafından Ahvaz yakınlarındaki İngilizlerin petrol çıkarmakta olduğu Abadan petrol rafinerisine ait kilometrelerce boru hattı tahrip edilmiştir. İki ordunun en büyük çatışması, üç günlük bir muharebeyle Şuayyibe Ormanı yakınlarında gerçekleşmişti. Düzensiz birlikleri oluşturan Arap ve Kürt askerler silahlarını bırakarak kaçmış ve büyük taarruz zayıflatılmıştı. İngilizlerin yoğun saldırıları karşısında çok şehit verilmişti. 14 Nisan gecesi Süleyman Askeri Bey sağ kalan mücahitlerini kuzeye doğru Kutü’l-Amare’ye geri çekmek zorunda kalacaktı.
Süleyman Askeri Bey, dayanılmaz bir arzu ile karşı koymaya çalışırken kahraman askerlerinin gözünün önünde birer birer yere düşmesine çok üzülüyordu.
Savaş çılgınlığı yaşanıyordu. Yere düşüp şehit olanların yüzlerinde bir gülümseme vardı. Düşman mitralyözünün sesleri kulaklarda uğultular yapıyordu. Kurşun sesleri, bomba uğultuları ile savaş devam ediyordu. Üzerinde yeni elbiseleri, ellerinde eski tüfeklerini sımsıkı kavramış askerler yüz üstü yatıyordu. Vücutlarından aldıkları yaralardan akan kanlar elbiselerini kıpkırmızı boyuyordu. Arazi üzerindeki manzara korkunçtu.
Mağlubiyeti ve askerlerinin gözünün önünde bir bir can vermesini hazmedememiş Süleyman Askeri Bey, sedye üzerinde yatarken belinden çıkardığı tabancasıyla kendini vurarak intihar etmiştir. Bu yiğit Osmanlı komutanının hayatına son vermesi, askerlik tarihinin en trajik olaylarından biri olmuştur (14 Nisan 1915). Süleyman Askeri kuşkusuz cesur ve yiğit bir vatanseverdi.
Kuvvetlerinden 4.000 kişi şehit olmuş, 900 kişi de esir düşmüştü. İngilizlerin verdiği kayıp 60 subay ve 3.000 er civarındaydı. Daha sonra Süleyman Askeri’nin yerine geçen Komutan Miralay Nurettin de Basra’yı geri alamamıştır.
Birliklerini terk ederek kaçan Arap aşiret mensupları için vatanın işgal olması hiç önemli değildi. Nasılsa onlar kimde harcayacak çok para varsa, kimden para kazanma şansı yüksekse o tarafa geçiyorlardı. Şimdiye kadar en çok hangi devletten yardım ve altınlar geliyorsa onların yanında yer almışlardı. İngiliz altınlarının karşısında âdeta diz çöküyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa ve cihat propagandası, güçlü ordunun ve cömertçe dağıtılan İngiliz altınlarının yerini tutmuyordu. Bu yüzden yapılan cihat çağrısı Arap şeyhleri tarafından pek dikkate alınmadı. Yalnız İbni Reşid gibi bazı şeyhler Osmanlı’ya bağlılığından hiçbir zaman ödün vermemişti. Enver Paşa ise Arapların yaptığı bu hainliği kabul etmekte zorlanarak sabahlara kadar uyku uyuyamamıştı.

Memleketin kanayan yaralarının sarılması için göreve gidilmesi gerekirdi. Eşref Kuşçubaşı Teşkilat-ı Mahsusa merkezinde birkaç gün hazırlık yaptıktan sonra kıyafetini değiştirir, kendisine sahte bir hüviyet hazırlar, tahta bavuluna para ve silahını da alarak birkaç arkadaşı ile birlikte Haydarpaşa tren garından yola çıkar. Trablusgarp ve Balkanların acısı ile gözyaşı döken Osmanlı sevdalısı yollara düşmüştür.
Uzun bir yolculuktan sonra Şam’da 4. Ordu’nun merkezine gelir. Şam her milletin toplandığı karışık bir yer olmuştur. Kuşçubaşı ve ekibi Şam’da hazırlıklarını sürdürürken, İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve Şerif Hüseyin gibi uşaklardan oluşmuş güçlerin Osmanlı’ya karşı birleştiğini öğrenir.

İlhan Bahar, “Teşkilat-ı Mahsusa ve Mit” isimli kitabında Teşkilat-ı Mahsusa lideri Eşref Bey şöyle anlatmaktadır: “Fransızların oyunlarını bozabilmek için uzun süredir ardında koştuğumuz gizli belgelerin Suriye’deki Fransız Konsolosluğu’nda olduğunu tespit etmiştik. Aslen Mısırlı olan ve daha sonra İngilizlerin idama mahkûm ettikleri Hüseyin El Riyad adlı vatansever gencimizin cesur bir şekilde sızması sonucunda konsolosluğun gece bekçilerinden birini elde etmiştik. Fransız elçisinin davetlisi olarak Konsolos George Burje’nin İstanbul’a hareket ettiğinde gece konsolosluğa giren üç fedaimizin eliyle bütün belgeleri almıştık. O gece Şam’da ender görülen fırtınalı hava işimize yaramıştı.”
Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının yaptığı baskında ele geçirilen belgelerde Fransız hükümeti; içinde İngiliz ve İtalyan müttefiklerin aleyhinde bilgiler olduğu için bu olayın üstüne gidememiştir. Belgelerde, Araplar arasında varolan derin görüş ayrılıklarının düzeltilerek Osmanlı’ya karşı cephe almalarının sağlanmasından bahsediliyordu.
Bazı ajanların çift taraflı çalıştığı, Fransızlara ümit bağlamış ajanların aynı zamanda Beyrut’taki Amerikan Koleji’nden de aylık aldığı ortaya çıkıyordu. Yine Osmanlı yanlısı kabile şeyhlerinin de çift taraflı hareket ettikleri öğrenildi. Hiç beklenmedik bir olayda parayla satılmış kişilerin bilgi toplayarak aleyhte kurulmuş örgüt ve kabile topluluklarıyla çalıştığı öğrenildi. En acı tarafı da Osmanlı Millet Meclisi’ndeki bazı milletvekillerin devletin aleyhine çalışmalarının deşifre olmasıydı.

İngilizler, Osmanlı askerî güçlerinin her hareketini ve çalışmalarını takip ediyordu. Böyle bir ortamda kim ajan, kim değil, kim kime çalışıyor bilinmiyordu; ortalıkta kum fırtınasında olduğu gibi göz gözü görmüyordu. Osmanlı’nın yapmış olduğu her türlü çalışma İngiliz ajanları tarafından çok gizli bir şekilde İngiliz diplomatlara iletiliyordu. Diplomatlar da aldıkları bu raporları hükümetlerine bildirme telaşı içindeydiler.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları, Eşref Kuşçubaşı başkanlığında 1915 yılında Süveyş Kanalı’na yönelik Osmanlı saldırısına destek olmak ve İngilizlere karşı bir isyanın temelini oluşturmak için gizli çalışmalar içine girmişlerdi. Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın kanal ile ilgili bir sitemi vardı: “Gücüm yetse çimento yüklü bir gemiyi Süveyş Kanalı’ndan geçerken batırıp kanalı kapatmak isterim” diyordu. Süveyş Kanalı yaklaşık olarak 162 km. uzunluğunda, 12 metre derinliğinde, 120 metre genişliğinde yapılmış Ortadoğu’nun can damarıydı.

Ortadoğu topraklarının parçalanmasının en önemli sebeplerinden biri Yahudi devletinin oluşturulması projesiydi. II. Abdülhamid’e isteklerini kabul ettiremeyen Yahudiler bu sefer de İngiltere’ye umut bağlamışlardı. İngiltere nezdinde sıkı faaliyete girişen Siyonizm teşkilatı, kendi davalarına destek bulmayı başarmışlardı. İngiltere, Balfour bildirisiyle Yahudilere Filistin’i “millî yurt” yapma kararı almıştı. Fakat kurulacak bir Yahudi devletinin karşısında parçalanmış birçok Arap devleti oluşturulmalıydı. Dünyanın süper gücü durumundaki İngiltere’nin petrol hâkimiyetinden sonra kurduğu en büyük tuzak Filistinlileri hedef almıştı. Filistin topraklarına sürekli göçmenler gönderiliyordu.
Gazze ile Beyrut arasındaki sahil bölgelerinden Şam’daki 4. Ordu’ya bağlı 8. Kolordu sorumluydu. Kolordu içinden bazı subaylar Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görevlendirilmişlerdi. Bunlardan birisi de üsteğmen Cevat Rıfat Bey idi. Cevat Rıfat Bey üç kişilik ekibiyle birlikte Gazze bölgesinde Arap kıyafetiyle keşif çalışmalarına çıkmıştı. Bir gün Gazze bölgesinde gezerken iki haini sahilde gizlenerek ellerindeki fenerlerle düşman gemilerine birtakım işaretler yaparken yakalamışlardı. Kısa sorgularından sonra onların Yahudi oldukları anlaşılmıştı. İstihbaratçıların soruları karşısında cüretkâr bir tavır ile konuşmuyorlardı. Ajanlar tarafından silah zoru ile kelepçelenerek tutuklanmışlardı. Onlara göre İngilizler zaferi kazanacaklar, kendileri de kısa zamanda kurtulacaklardı. Tüm ısrarlara rağmen bir türlü konuşturulamayan bu iki Yahudi kolorduya götürülerek zindana atılmıştır.
Yahudi casusların ortaya çıkması üzerine Şam’da bulunan 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya bilgi verilmişti. O da İstanbul’a telgraf çekerek Enver Paşa’yı bu konuda bilgilendirmişti. Enver Paşa’nın duruma tepkisi sert oldu. Teşkilat-ı Mahsusa’dan derhâl yeni ekipler oluşturarak konunun derinliğine araştırılmasını istedi. Cemal Paşa da Şam’da üst düzey Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görev yapan Kaymakam Fahri Bey’i görevlendirmişti.
Şam’da Teşkilat-ı Mahsusa’nın hücre elemanları çalışmalara katılmış; Gazze Savaşı’na katılan Üsteğmen Cevat Rıfat Bey’in öncülüğünde Yasin, Şerif ve Seyfeddin beyler bölgede olabilecek diğer Yahudi casusların peşlerine düşmüşlerdir. Gazze, Nablus ve Halilirrahman bölgesindeki Yahudi köy ve çiftliklerinde devletin yüksek himayesinde yurt sahibi olarak mesut ve rahat yaşayan bu ihanet şebekelerinin ortaya çıkarılması gerekiyordu. Yahudilerin ihanetlerinin duyulması Türk askerinin moralini bozmaktaydı. İngiliz ajanlarına yataklık ve yaltaklık içinde sürekli bilgi akışı içinde oldukları öğrenilmişti.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları bazı bölgelere trenle, bazı bölgelere develerle giderek Lübnan ve Filistin’de gizli istihbarat çalışmalarına başlamışlardı. Sivil halktan bazı ileri gelenlerle güç birliği yapılmış; buradaki Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin yöneticisi olan Sadık Bey, gizli Arap örgütlerinden El Ahid ve Kahtaniyyecilerle mücadeleye girişmişti.

Üsteğmen Şerif tarafından, Zimmarin kasabası sahilinde Samuel Anna ve Abraham Talut adında iki casus daha yakalanmıştı. Düşman gemilerine bilgi verdiklerini kabul etmişler, ancak; bu bilgilerin askerî bölgeyle ilgisinin olmadığını söylemişlerdir. Her geçen gün geniş bir Yahudi istihbaratı ile karşı karşıya kalındığı ispatlanıyordu. Bu adamlar Osmanlı askerî gücü ve mıntıkası hakkında edindikleri bilgileri ağzı kapalı şişelere koydukları kâğıtlarla denize atmakta ve bu şişeler düşman gemisinden sahilin boş bir noktasına indirilen bir sandalla alınmaktaydı. Samuel Anna, ilk önce salıverileceği vaadiyle Üsteğmen Şerif’e itiraflarda bulunduysa da, heyet huzurunda inkâr yoluna sapmıştır! Teşkilat-ı Mahsusa ajanları ve Sahil Komutanlığı çalışmayı genişlettikçe yeni bilgiler ve oyunlar ortaya çıkarılıyordu. Çalışmaların derinleştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyordu.
Kolordu Komutanlığı, bu iki Yahudi casusunun, kimseyle görüştürülmeden ve kaçmalarına müsaade edilmeden süratle Şam’a gönderilmesini emretti. Gizli bir şekilde Şam’a getirilen bu Yahudiler, Kaymakam Fahri Bey’in başkanlığında istihbarat elemanları tarafından derhâl sorguya çekildi. Fakat bir türlü konuşturulamıyordu. Divan-ı Harp’e verilmek üzere ayrıca hususi bir sorguya daha alınmışlardı.
Şam’daki ikinci sorgularında önce Samuel Anna içeriye alınmış, ortada bir sandalyeye oturtulmuştu. Ordu başhekimi Nedim Bey de çağrılarak çapraz sorguya başlanmıştı.
Samuel Anna, ürkek bakışlarıyla gözlerini kaçırmaktaydı. Sorguya ilk olarak Nedim Bey başladı:
“Adın nedir?”
“Samuel Anna…”
“Nerede oturuyorsun?”
“Zummarin’de.”
“Oraya nereden geldin?”
“Polonya’dan.”
“Niçin memleketinden buraya göç ettiniz?”
“Muhaciriz.”
“Neden muhacir oldun?”
“…”
“Ne ile geçiniyorsun?”
“Evim, tarlam, ailem var.”
“Hayatından memnun musun?”
“Hayatımdan çok memnunum.”
“Size bu iyi hayatını temin eden devletten de memnun musun?”
“Evet.”
“Kalleş! Öyleyse niçin hainlik yapıyorsun?”
“Hayır! Ben hain değilim!”
“O hâlde, seni suçüstü yakalayan subay mı yalan söylüyor?”
“…”
Birden donakalmış, cevap verememişti.
“Bu kalleş Yahudilere anlayacakları dilden konuşmak lâzımdı. Şimdi sizi zindana gönderiyoruz. Yarına kadar süreniz var. Canını kurtarmak istiyorsan, hakikati olduğu gibi söylersin. Yine de inkâr etmen ve harp mıntıkasında yaptıklarını gizlemen kurşuna dizilmeye kâfidir.”
Bu son söz, Samuel Anna’nın kaslarını gevşetmişti, eli ayağı titremeye başladı. Yüzü de sapsarı olmuştu. Hemen dışarı atıldı.
Abraham Talut adlı ikinci Yahudi de sorgu odasına alındı ama söz birliği etmişçesine ondan da bir bilgi alınamadı. Aynı şekilde o da ayrı bir zindana atılarak kendisine itiraf etmesi için süre tanındı.
Ertesi gün Samuel Anna konuşacağına, her şeyi anlatacağına razı olmuştu. Konuşmazsa öldürüleceğine inandığı için, nöbetçi askerler tarafından sorguya tekrar getirildiğinde ilk sözü şu oldu:
“Komutana söyleyin, beni affederse size her şeyi anlatacağım.”
Samuel’in bu dileği komutana bildirildi. Her şeyi tamamen anlattığı takdirde öldürülmeyeceği vaadini aldıktan sonra Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından zindanda sorgusuna başlandı.
“Anlat bakalım.”
“Bana inanınız, merhamet ediniz! Ne biliyorsam söyleyeceğim, bizi yaktılar Allah da onları yaksın!”
“Kim onlar?”
“Biz köylerimizde sakin sakin yaşarken, bizi kukla gibi oynatan şeytanlar var. Allah belalarını versin! Bizi köle gibi kullanıyorlar. Eğer biz verdikleri emirleri yapmazsak bizi yaşatmayacaklarını söylüyor.”
“Demek o insanlar hükümetten kuvvetli, öyle mi?”
“Değil efendim.”
“Değil de ne?”
“…”
Cevap verecek yerde birden paçalarına sarılarak ağlamaya başlamıştı.
“Be adam, uzun etme kes ağlamayı da anlat… Anlat şu sizi yakanları… Bak paşadan senin için vakit de aldık!”
Samuel Anna bir anda sakinleşti. Gözlerini açtı, ağlamaklı bir şekilde, sanki şuurunu kaybetmiş gibi haykırdı:
“Düşman gemisine şişeler içinde rapor yollatan iki şefimiz var: Jozef Tobin ve Naman Belkend. Her şeyi onlar planlamışlardı. Elebaşlarımız onlar, ne isterseniz onlardan öğrenin, bizi onlar kullandı.”

Jozef Tobin daha önce yakalanıp zindana atılmıştı. Orta boylu, ela gözlü, kibar tavırlı bir Yahudi’ydi. Silahlı askerler tarafından zindana bırakılan Samuel’in ardından Jozef Tobin sorguya alındı.
Elebaşı olduğu söylenen bu Yahudi casus, sorgu odasına sakin bir şekilde girmişti. Sanki casus değil de vatansever bir kişi gibiydi. Ortadaki iskemleye oturtuldu.
“Adınız nedir?”
“Jozef Tobin.”
“Hangi ülkeden geldiniz?”
“Muhacir olarak Rusya’dan geldim.”
“Burada size bir yurt verildi mi?”
“Evet.”
“Servet sahibi olduğunuz doğru mu?”
“Padişahım çok yaşa!”
“Peki, siz de bu suale cevap verin: Ömür dilediğiniz padişaha ve onun emri altındaki ordusuna niçin hıyanet ettiniz?”
“Bizim bir suçumuz yok ki…”
“Hiç mi?”
“…”
“Bu fotoğraf makineleri, bu malzemeler ne işe yarar?”
“Harpten evvel Avusturyalı bir Yahudi tüccar emanet olarak bırakmıştı.”
“Kim bu tüccar, şimdi nerededir?”
“Adı Patak’tır fakat nerede olduğunu bilmiyorum.”
Yalan söylüyorlardı. Yahudi köyünde teknik altyapı hazırlanmış, Türk askerinin her hareketi ve komutanların gidiş gelişleri fotoğraflanarak Yahudi istihbarat merkezine ulaştırılıyordu.
“Ey Jozef Tobin, suçunuz çok büyüktür. Boşuna gizlemeye uğraşmayınız, hakikati anlatınız.”
“Hakikaten bir suçum yok efendim, ne anlatayım?”
“O hâlde size lâyık olan cezanın verilmesine razı mısınız?”
“Adalet! Adalet!”
Sabırlar tükenmişti, kendilerine her türlü refahı sağlayan bu devlete ihanet ediyorlardı. Devlete ve onun fedakâr ordusuna tuzaklar kuruluyordu. Bile bile ihanet eden bu Yahudi casusun adaletten bahsetmesi ne garip bir dilekti! Kendi yaşadığı vatanın askerini savaş meydanında düşmana arkadan vurdurtan alçaklara layık oldukları cezayı çektirmek tam bir adalet olsa gerek.
“Adalet isteriz!” demekten ileri gitmeyen bu casusu söyletmek için baskı ve zulüm yapılmamıştı. Adil sorgulama da işe yaramamıştı. Doktor Nedim Bey bunları Suggestion ve Hypnotisme yoluyla konuşturmaya çalışılmasını tavsiye etti.
….

Gün ağarmadan Zimmarin kasabasındaki evinden alınarak, bir eli Yüzbaşı Necmeddin Bey’in bileğine kelepçeli, diğer tarafında Teğmen Muzaffer Bey ile yola koyulmuşlardı. Fazla uzak olmayan tren istasyonuna yaya gelinmişti. İstasyondaki askerî gazinoda beklenirken Şam’a giden tren geldi. Madam Sara, Yüzbaşı Necmeddin ve Teğmen Muzaffer beylerin arasında müstakil kompartımana bindirilmişti.
Baş casus Madam Sara akıbetini biliyordu. Daha önce Şam’a gönderilen Yahudilerin dönmediklerini duymuştu. Birçok Yahudi’nin Divan-ı Harp’e verilip halkın gözü önünde idam edildiklerini bilmemesi mümkün değildi. Tren hızla çöl düzlüklerini geçip Şahap Vadisi’nden geçerken tuvalete gideceğini söyleyerek yalnız kalmak istemişti. Bayan olması sebebiyle subaylar bir iki dakika için yandaki kompartımana geçivermişlerdi. İşte tam bu fırsattan istifade Madam Sara trenin kapısını açarak kendisini yalçın Şahap Vadisi’ne atarak intihar etmişti. Bir kapı çarpmasıyla kompartımana dönen subaylar uçurumdan aşağı sivri kayalar üzerine düşen Madam Sara’nın cesedinin paramparça olduğunu gördüler. İntihar edeceği uçurumlu güzergâhı önceden camdan seçtiği belliydi. Fakat taşıdığı bütün sırlar da kendisiyle birlikte gitmişti. Tren durdurulmamış, yoluna devam etmişti. Madam Sara ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını kokladığı vatanına ihanetinin cezasını kendisi vermişti.
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları tarafından Hayfa’dan getirilen Benjamin ve Rotenberg adında iki, Canna köyünden Alber, İzak ve Jül adında üç casus daha yakalanarak Şam’a getirilmişti. Bunların arkası çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Şam hapishaneleri hıncahınç dolmuştu. Hatta bazı küçük mescitler bile hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştı.
Suriye hapishanelerindeki izdihamdan ve her gün Şam’a gönderilen casusların muhafazasından Şam şehri kaynıyordu. Yakalanan Yahudi casuslarını kurtarmak için çeşitli oyunlar, entrikalar ve her türlü faaliyet yapılmaktaydı. Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının yoğun çalışmaları gün geçtikçe artıyordu. Uykusuz geceler geçiren vatan sevdalısı mücahitlerin yorgun düşüp garnizonlarda oturdukları iskemlelerinde uyudukları görülüyordu.

Yahudiler içeriden kaleyi fethetmeye çalışıyorlardı. Filistin toprakları hayaliyle gelerek İngilizlerle iş birliği içinde Osmanlı’ya tuzak kuruyorlardı. Yakalanan birçok Yahudi casus vardı. Şam’dan 15, Beyrut’tan 9, Sayda’dan 3, Akâ’dan 4, Hayfa’dan 37 kişi yakalanmıştı. Bunlar vatan haini idi. Divan-ı Harp azalarının, Şam’a sevk edilmekte olan yüzlerce alçağın sorgularını yaptıkları için sinirleri gerilmiş, yorgun düşmüşlerdi. Sıkıştırdıkça yeni bir isim ve her ismin altından yeni bir hıyanet ortaya çıkıyordu. Her yakalanan “Bana kıymayın, tüm bildiklerimi söyleyeceğim” diyordu. Birbirlerini ele veriyorlardı. Konuştukça daha çok batıyorlar, ihanetleri ağızlarından dökülüyordu.

İngiliz casusu Gertrude’un buluştuğu sayısız insanın içinde İngilizler tarafından atanan bir kişi öne çıkıyordu. O da Kudüs Müftüsü Kamil el Hüseyni idi. Hüseyni, dinî ve politik yönüyle etkili bir kişiydi. Bölgede Fransızlara karşı bir duruş sergiliyordu. Kamil el Hüseyni’nin Yahudilere sıcak bir yaklaşımı vardı. Avrupa ve Rusya’dan gelen Yahudi muhacirlere destek veriyordu. Bir de Faysal’ın krallığını savunuyordu. Onun zamanında Kudüs civarına hızlı bir muhacir akışı başlamıştı.
Filistin’deki bölünmeyi Gertrude ailesine yazdığı bir mektupta şöyle özetlemişti: “Kudüs’te şu anda tek sorun Siyonizm… Bu duruma bütün Müslümanları alıştırarak korkmalarına gerek olmadığını sürekli anlatıyorum. Bizse görebildiğimiz kadarıyla din dışı bir huzursuzluğun tohumlarını ekmekteyiz. Yeni çarşılar, genişletilmiş sokaklar yaparak hizmetlerin yanında kabile şeyhlerine parasal yardımlar ile kuşkuları gideriyoruz.”
Allenby komutasındaki İngiliz ordusuna karşı Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7. ve 8. ordular başarılı olamamıştı. Nablus ve Akdeniz kıyısındaki Hayfa Limanı İngilizlerin eline geçmişti. Türk birlikleri ise kuzeydeki Şam’a doğru çok zor şartlar altında çekilmeye başlamışlardı. Türk ordusu, Şam istikametine çekilirken Tafas köyü civarında bulunan Lawrence, yanındaki Arap birliklerine; “Savaşçılar! Düşmanı esir almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni de öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” diye bağırıyordu. Lawrence, Şam yönüne çekilen Türk askerlerini takip ederken hâlsizlikten yere düşüp “Su! Su!” diye inleyen bir Türk askerinin başına ateş ederek öldürmüştü. Yol boyunca gücü tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları insafsızca katletmişlerdi. Türk ordusu geri çekilirken Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez hâldeydi. Yine Lawrence’ın kışkırtmasıyla Dera’da terk edilmiş bulunan bir hasta trenindeki bütün yaralı ve hasta askerler merhametsizce şehit edilmişlerdi.

Telgraflar durmadan işliyordu. Kara gün gelmiş, Osmanlı Devleti’nin idam fermanı olan Mondros Mütarekesi imzalatılmıştı. Devletin karargâhı olan İstanbul’a Haçlı orduları girmişti. Bütün Osmanlı ordularına, başkumandanlıktan aynı gün aynı saatte Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzasıyla çekilen telgrafla uğursuz Mondros Antlaşması duyurulmuştu. Suriye, Kafkasya, Hicaz, Yemen cephelerinin antlaşma emrince teslim olması isteniyordu. Antlaşma bazı cephelere birkaç gün gecikmeyle ulaşmıştı. Başkumandanlıktan gelen bu emre inanamayıp doğruluğunu tartışan komutanlar dahi vardı. Kötü haber tez duyulmuştu. Antlaşmanın bir maddesi vardı ki içler acısıydı: “Hicaz, Asir, Yemen, Suriye, Irak, Trablus ve Bingazi’de bulunan muhafız kıtalar en yakın İtilaf kumandanına teslim olacaktır.” Telgrafı alan garnizonlarda komutanından erine kadar herkes ağlıyordu. Uğruna nice şehitlerin verildiği vatan topraklarını terk ederek Haçlılara teslim olmanın acısı yüreklerine kor gibi oturmuştu.
Osmanlı Devleti’nin idam fermanı Limni Adası’nın Mondros kentinde İngiliz Amiral Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay) arasında Agamemnon zırhlısında yazdırılmıştı (30 Ekim 1918). Üç kıtayı altı asırdır nurlandıran Devlet-i Aliyye güneşi batmış, Anadolu toprakları da işgal ve ilhakın arifesine gelmişti.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Cihan Harbi’nde 550.000’in üzerinde şehit vermiş; 890.000’i sakat, 103.000’i kayıp, 2.150.000’i yaralı, 600.000’i de esir olmuştu. Savaşın etkisiyle ortaya çıkan açlık, hastalık ve göçler yüzünden kaybedilen halkın sayısı buna dâhil değildi.

Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Süleyman Askeri Bey, Cihan Harbi’ne girişimizin ilk günlerinde 14 kod numaralı Şuayb oğlu Ali Mürteza ile 15 kod numaralı Muhyiddin Bottay’ı Kafkasya’ya propaganda yapmak üzere göndermişti.
İkinci Kafkasya kafilesi olarak da Hacı Hüseyin oğlu Nur Mehmet Bey ile Adapazarılı Cemal Efendi yola çıkmıştı. Bu Türk casuslarının tamamı önceden Umur-ı Şarkiye Müdürlüğü yapmış olan Tahran Sefareti Ömer Fevzi Bey’e çalışmalarıyla ilgili raporlarını sunacaklardı. Tahran Sefareti aracılığı ile de İstanbul’a Kafkaslar hakkında bilgiler ulaşıyordu.
İlk kafilede giden Ali Mürteza ve Muhyiddin Bottay, Çüngütay köyünde 15 kişilik bir komite teşkil etmişlerdi. Yukarı Argun, Dilim ve İyhali köylerinde de çeteler oluşturulmuştu. Yanına aldığı arkadaşları ile birlikte Dağıstan’daki köprüleri tetkik ederek, önemli dört köprüden Rusların kullandığı demiryolu üzerinde bulunanı havaya uçurmaya karar verdiler. Teşkilat-ı Mahsusa’nın vaat etmiş olduğu para, silah ve cephane aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen gelmeyince, deri ve kösele tüccarı imiş gibi şifreli telgraflar çekerek isteklerini yeniden merkeze ulaştırmaya çalıştılar. Ancak 7-8 ay geçmesine rağmen bir cevap alınamayınca Ali Mürteza Efendi burada bir şey yapamayacağını anladığından Bakü’ye geçmeye karar verdi. Bakü’de istihbarat ajanı Şerif Bey ile buluştu. Bakü’deki Rusların işlettiği petrol kuyularını yakma kararı aldılarsa da yeterince patlayıcı madde temin edilemediği için teşebbüse geçilemedi. Bunun üzerine Ali Mürteza Efendi İran’a dönerek yeniden talimat almak ihtiyacını duydu.
Cihan Harbi’nin yoğun olduğu tarihlerde Rusların tehdidi Kafkaslar ve Boğazlar bölgesinde devam ediyordu. Çarlık iktidarının yıkılması için istihbarat çalışmalarının ara verilmeden devam etmesi gerekiyordu. İngilizlerin desteği bölgeden eksik olmuyordu. Kafkaslar bölgesinde yoğun nüfusu olan Müslüman Türk topluluklarının harekete geçirilmesi gerekiyordu.
İran Sefareti’ne gelen Ali Mürteza, Muhyiddin Bottay, Hacı Hüseyin oğlu Nur Mehmet Bey ile Adapazarılı Cemal Efendi tekrar Bakü’den Dağıstan taraflarına silah geçirebilmek ve gerekli olan çalışmaları yapmak üzere gitmişlerdi. Rusların kullandığı askerî ve stratejik öneme sahip köprüleri havaya uçurmak, erzak depolarını yakmak ve bu sayede askerî güçlerini zayıflatmak istiyorlardı.
Bölgeye ulaşan Ali Mürteza ve Nur Mehmet efendiler yine Dağıstan’da nüfuzlu kişilerden olan Taceddin Efendi ile birlikte Grozni ve Çiryort bölgesindeki demiryolu köprülerini dinamitlemeye karar verdiler. Müsavat Cemiyeti’nin Almanya’dan getirtmiş olduğu dört adet bombadan iki tanesini bu köprülerin uçurulmasında kullanmak istiyorlardı. Çiryort Köprüsü’nü bombalama planları yapılmaya başlandı. Bombalardan bir tanesi köprü civarına getirildi. Ancak diğer bombanın getirilme hazırlıkları devam ederken Müsavat Cemiyeti’nin aldığı haber üzerine bombalamadan vazgeçildi. Çünkü Doğu Cephesi’nde ordu Ruslara mağlup olunca bu bombalamanın faydasız olacağı düşünülmüştü.
Tahran sefiri Ömer Fevzi Bey, Abdurrahman Efendi’yi 1916 yılı Aralık ayında Afganistan ve Türkistan içlerinde beyannameler dağıtmak ve propaganda yapmakla görevlendirilmişti. 5 Şubat 1917 günü Horasan’a gelen Abdurrahman Efendi yol boyunca cihat ile ilgili beyannameleri halka dağıttı. Halkı cihada davet için bir adamını Necara’ya gönderdi. İki defa gizlice Meşhed sokaklarına beyannameler astırdı. Pazari, Akazade ve Ahond Molla Kâzım Horasani kendisine yardımcı oldular. Burada yakalanarak tutuklandı ise de birkaç günlük hapis hayatından sonra delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Daha sonra iki Afgan arkadaşı ile birlikte güç şartlarda Afganistan’a geçmeyi başaran Abdurrahman Efendi, Herat valisi, askerî kumandanı ve bazı önemli şahsiyetlerle birkaç defa görüşme imkânı buldu.
Osmanlı’ya karşı savaş hâlinde olan Çarlık yönetimi sallanmaktaydı. Teşkilat-ı Mahsusa, Orta Asya’daki Türk grupların Bolşevikleri desteklemesini ve Osmanlı’ya karşı savaş hâlinde olan Çarlık yönetiminin devrilmesini amaçlıyordu. O dönemde Türk grupları Çarlık Rusya’sının yıkılması için öylesine örgütlendi ki, Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul’u terk edip Orta Asya’ya kaçan Enver Paşa da o gruplarla temas hâlinde oldu. Türklerin de desteği ile Bolşevik İhtilali başarıya ulaşınca, Rusya Osmanlı Devleti’ne karşı yaptığı savaşına son verdi.
Kafkaslarda bulunan Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Tahran Sefareti ile irtibata geçerek Rusya’dan firar eden esirlerin İran’a ve oradan da Türkiye’ye geçişlerinde önemli rol oynamışlardı. Bu durum Rus esir kamplarından kaçan Türklerin İran yolunu kullanarak Anadolu’ya uzanan kurtuluş yolu olmuştu.
İçlerinde Almanların da bulunduğu bir grup Teşkilat-ı Mahsusa ajanı Afganistan’a gitmek üzere yola çıkarılmıştı. Halil Paşa’nın İngiliz birliklerini Kutü’l-Amare’de yenilgiye uğratıp askerleriyle birlikte İngiliz komutan General Townshend’in esir alması, istihbarat elemanlarını çok sevindirmiş, çalışmalarına güç katmıştı. Nuri Paşa ve Rauf Bey yönetiminde Teşkilat-ı Mahsusa, İran ve Afganistan’a girerek burada yerli kuvvetlerin de katılımıyla İngilizleri arkadan vurmayı denemişler, her ne kadar İngilizlere kayıplar verdirdilerse de başarılı olamamışlardır.
Türkistan toprakları Siriderya, Yedisu, Semerkant, Buhara, Maverâ-yı Bahr-i Hazar’ı içine alan geniş bir ülkedir. Yüzölçümü 1.842.000 km2’dir. Bu topraklarda 15.000.000 nüfus yaşamaktadır.
Türkistan yarım asrı aşkın bir süredir Rus çizmesi altında çiğneniyordu. Türkistan Müslümanları çok felaket günler geçirdiler. Irz ve namusları çiğnendi. En zengin topraklar Müslümanlardan zorla alınarak Rus göçmenlere verildi. Türkistan halkının millî okullar ve medreseler açmak için vakıflara bağışladıkları milyonlarca Türk parası gasp edildi.
Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcından beri Türkistanlılara reva görülen zulüm ve işkenceler bir vahşeti andırıyordu. Savaşın başında Rus hükümeti tarafından Kırgızların yüz binlerce hayvanı ve mevcut erzakları Çar hükümeti tarafından gasp edilerek zavallı halk aç ve çıplak bırakıldı. Yüz binden fazla Kırgız Türk’ünü türlü işkencelerle öldürdüler. İki yüz bin Kırgız da hayatlarını kurtarmak için Çin’e doğru kaçtı. Fakat Çin hükümeti, Rus hükümetinin baskısıyla onlara sığınma hakkı tanımadı.

Enver Paşa, yurt dışından sürekli çok sevdiği eşine mektuplar yazardı. Sultan Abdülmecit’in torunu Naciye Sultan’ın aşkı ile vatanına duyduğu aşkı arasında büyük bir dram yaşıyordu.

24 Temmuz 1922:
Karaağaç’a ismini çakımla yazdım, Naciyeciğim, sevgili sultanım, cici efendiciğim!
Ruslar, Kafirnihan suyunu geçtiler. Duşanbe Ruslar eline geçti. Bu gün pek sıkıntılı bir hava var. Tuhaf bir sis ile güneş görünmüyor. Düşmanda hareket yok. Henüz sabah hastalarımı geri gönderdim. Afgan emîrine, askerinin ve muavenetinin çekilmesinin iyi olmadığını ve Bolşeviklere emniyet caiz bulunmadığını bildirdim. Hiç olmazsa eczayı tıbbiye ve diğer malzemenin iadesini istedim. Bakalım ne olacak? Afganistan şimdi, Hacı Sami ve diğer arkadaşların da bu tarafa geçmesine müsaade etmiyor. Bu müsaadeyi de rica ettim. İşte efendiciğim, şu son satırlarımı yazarak mektubumu kapıyorum. İçine buranın yabani çiçeklerinden kopardığım ufak bir dalı da gönderiyorum. Aşk ve iştiyakımla sarılarak, seni Huda’nın birliğine yavrularımla beraber emanet ederim, ruhum efendiciğim…
               Ali
(Enver Paşa’nın kod adı)
3 Ağustos günü Enver Paşa, Berlin’de muhacir hayatı yaşayan ailesinden bir mektup almıştır. Sevinç ve mutluluktan dolan gözleriyle mektubu okurken Sevgili eşini, ciğerparesi kızları Mahpeyker ile Türkan’ı ve özellikle doğduğundan beri yüzünü göremediği oğlu Ali’yi çok özlemişti. Mahzun ve üzgün hâli bütün vücudunu kaplamıştı. Aileme ve çocuklarıma dünyada kavuşamam diye mırıldandı. Mektuba çocuklarının kokuları sinmiştir hayaliyle burnuna yaklaştırarak derin derin kokluyordu.
Enver Paşa’nın içli ifadelerle eşi Naciye Sultan’a son mektubunu bitirir ama gözlerinden akan yaşları dindiremez. Arife gecesi hayatının sonuna geldiğini sanki ilâhî bir tecelliyle hissetmiş gibiydi. Paşa’nın elâ gözleri dalgın yüzü solgunlaşmaya başlamıştı. Enver Paşa, 1922 milâdı senesinin mübarek Kurban Bayramı gecesi vasiyetini yazmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde vasiyetini yazdığında daha 41 yaşındaydı.
“Devletmend Beg, 7-8 km. uzağında bulunan Havalin’deki karargâhından Enver Paşa’ya Bayram namazını birlikte kılmayı teklif etmiş, bunun üzerine Paşa yakın arkadaşlarıyla 4 Ağustos’un Cuma günü şafak sökmeden Abıderya’dan Havalin’e doğru yola çıkmışlardır. Enver Paşa ile Bayram namazını birlikte kılacakları haberini alan halk sevinç içindeydi. Devletmend Beg’in mücahitleriyle Abıderya yolunu kontrol altına alıp, heyecan içinde bekliyorlardı. Nihayet, Paşa’nın gelmekte olduğu haberiyle halk, coşkulu bir havaya kapılmıştı. Olağanüstü bir hürmetle karşılanan Enver Paşa ve maiyetini, ulu ağaçların gölgesinde yerlere serilen Türkmen kilimleri üzerine buyur ettiler. Toplu bayram namazı kılındı. Geleneğe uygun olarak, önce birkaç bardak çay içildi ve oradakilerle bayramlaştılar. Devletmend Beg, Enver Paşa’ya orada bir mahallî palto, altın ve gümüş işlemeli bir çapan hediye etti. Paşa, memnuniyetini bildirerek teşekkür ettikten sonra, halkla bayramlaştılar. Yemek ikramlarından sonra Paşa, geri Abıderya’ya döndü. Paşa’nın itiraz etmesine rağmen, halk onu yarı yola kadar uğurlamıştı.
Enver Paşa, saat 11’e doğru karargâhına gelerek, askerlerini içtimaya çağırdı, herkesin tek tek bayramını tebrik etmişti. Üzüntü ile subaylarını bağrına basarak kucaklıyor, bu arada gözyaşları damla damla yanaklarına dökülüyordu. Zaten subaylara da verecek bir şeyi olmadığını biliyorlardı. Enver Paşa mahcup bir ifadeyle subay arkadaşlarına bayram hediyesi olarak kendi mühür ve imzasıyla rütbeler vererek ödüllendirmişti. Silah arkadaşlarına samimi duygularla rütbelerini belirten birkaç satırlık yazıya buğulu gözlerle mührünü basıyordu. Hüzünlü bir bayram yaşanıyordu. Sohbetlerinde “Gelecek bayram namazını, inşallah Buhara-yı Şerif’te kılarız,” demişti.
Ertesi gün saat 10 sularıydı. Hüzünlü bayramın ikinci gününde düşman etraflarını sarmıştı. Çegen tepesi doğrultusundan sesler geliyordu. Nöbetçiler dikkat kesilmişlerdi. Silah sesleri tam olarak Satılmış köyü yönünden gelmekteydi. Rus birlikleri Çegen tepesine mevzilenmişti. Baskına uğradıklarını anlayan Enver Paşa alelacele atına atlarken, sayıları az olan mücahitlerine çarpışmaya hazır olmaları emrini verdi. Yanında bulunan yirmiye yakın muhafızıyla silah seslerinin gelmekte olduğu yöne doğru hareket etti. Postane tarafından gelen yoğun silah seslerinden çarpışmaların şiddetlendiği anlaşılıyor, yüksek yerlerde Rus askerlerinin gittikçe çoğalmakta oldukları görülüyordu.
Vaziyetin ciddi olduğunu fark eden Ferruh Bey, Daniyal Bey ve Börü Bataş emirlerindeki askerlerle çarpışmaya katılmışlardı. Enver Paşa da Nef’i Bey’i İslâm Kulu Hüseyin Bey’i ve Eşmurad Bey’i yanına alarak yıldırım hızıyla Ruslara karşı hücuma geçmişti. Ordusunun hem sol hem de sağ kanadını yönetmek zorunda kalan Enver Paşa, sol kanadı yönetirken sağ kanatın düşman tarafından yarılmasına engel olamamıştı. Şiddetli muharebenin devam ettiği ovanın eteklerine vardıklarında Enver Paşa kılıcını çekmiş, göğüs göğüse çarpışarak düşman askerlerini dağıtıp ilk çemberi yararak çıkmıştır. Bu sert ve ani hücum ile tereddüde düşen Rus Kalikov komutasındaki birliklerin anlık bir panik içinde ellerini havaya kaldırarak teslim oldukları görülmüştü. Muharebe meydanını muhasara altına alan ve siperde bekleyen Rus komutan, bu durumu görür görmez, Enver Paşa üzerine doğru ateş emrini verir. Enver Paşa, mitralyöz kurşunlarına hedef olurken alnından vurularak atından yere düşer. İki dizinin üstünde direnmek için kalkmaya çalışsa da ağır yara aldığı için devrilerek orada şehadet şerbetini içer. Avcı ceketi, ayağında çizmesi ve başındaki kalpağı ile yerde uzandığında kıratı büyük mücahidin başucundan ayrılmıyordu. Allah’ın (c.c.) Ennur ismi âzamının karşılığı olan Enver, Kurban Bayramı’nda kurban olmuş; şehitlik mertebesine ulaşmıştı.
Yoğun Rus ateşine maruz kalan mücahitler, paşanın yanına uzun süre varamazlar. Savaşın hızının azalmasıyla Rus askerleri şehitlerin cesetlerini arayarak bütün eşyalarına el koyarlar. Enver Paşa’nın da cesedini soyarlar fakat kanlı parkası ve çamaşırlarını üzerinde bırakarak muharebe alanından çekilirler.
Fakat kara haber bir anda mücahitlerin arasında yayılır. Cephenin sağ kanadında Ruslara oldukça ağır zayiat verdiren Devletmend Beg, haberi duyar duymaz âdeta çılgına dönerek “Ne! Enver Paşa mı? Öldü mü?” diye sorarken, duyduklarına asla inanamaz ve bir ölüm çığlığıyla “İntikam! İntikam! Yiğitler ileri! Hücum!” diye haykırarak Rus saflarına doğru hücuma geçer. Bu gerçekten de bir ölüm çığlığıdır. Nitekim aradan geçen on dakikalık bir süre sonra, Devletmend Beg’in de şehadet haberi gelir.
Paşa’nın cesedi iki gün Çegen topraklarında kalır. İki gün sonra dağlardan inen bir imam Enver Paşa’nın cesedini tanır, koşarak Abıderya’dakilere haber verir. Bunun üzerine Enver Paşa’nın naaşı çok kalabalık bir toplulukla ve cenaze namazı kılınarak gömülür. Parkasından karısı Naciye Sultan’a yazılmış iki mektubu çıkmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kutup yıldızı kaymış, kâinatın sonsuzluğu içinden geçerek cennet makamına yükselmiştir.
Türkistan ve Afganistan bölgesinde Enver Paşa’nın şehit olması üzerine birçok mersiyeler yazılmıştır. Zeki Velidi Togan’ın hatıralarında Osman Hoca tarafından yazılan mersiye özetle şöyledir:

Türk balası oruslardan köb sıkıldı.
Er kırıldı, kız ezildi, yurt yıkıldı.
Hamiyetlik Enver Paşa onu surab
Kelib azad etmek için şehit boldu.
İntikam… Al intikam! Al intikam!

Türkistan’dan oruslarını haydab kovub
Sahibkıran Timur Bek’ini şadeteler
Balelerge mektep açıp, talim berip
Uluğbek’nin tarihini yâd eteler.
İntikam… Al intikam! İntikam… Al intikam!
Enver Paşa’nın cenazesi 3 Ağustos 1996’da askerî bir uçakla İstanbul’a getirilerek, 4 Ağustos günü kılınan cenaze namazını müteakip Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi’nde toprağa verilmiştir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar