Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 1




RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME SALÂVAT GETİRMEDE ERİNGEÇ MÜSLÜMANLAR İÇİN UYARI MAHİYETİNDE

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ismi veya O’nun hakkında müstear bir ifade geçtiğinde kısaltma yapılmasının hatalı olduğunu hatırlatmak için bu yazılar tekrar edildi.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, namazların teşehhüdünde ve başka yerlerde salât getirmek meşrudur. Bu durum, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adı, bir kitaba, mektuba, makale vb. şeye yazılırken de gerçekleşir. Meşru olan, Allah Teâlâ’nın bize emrettiğini gerçekleştirmek için salât’ın tam yazılmasıdır. Okuyucu, görünce onu hatırlamalıdır. Salâtın (s.)—(s.a.s.)—(a.s.) gibi kısaltılarak yazılması uygun değil ve hatalıdır. Bunda yüce Allah Teâlâ’nın “Ona salât getirin ve samimi bir şekilde selâm edin” emrine aykırı davranıştır.
Mesela, Osmanlıcada besmele için  به   yazılmıştır. Bu Arapçada “O’nun ismiyle” diye bir mana ifade eder.
“İbnu’s-Salâh “Mukadimetu ibni’s-Salâh” diye bilinen “Ulûmu’l-hadis”te şöyle der:
“Anıldığında, “Allah Teâlâ’nın Rasulü’ne salât ve selâm olsun” diye yazmaya dikkat etmesi ve tekrar tekrar yazmaktan usanmaması. Çünkü bu, hadis öğrencilerinin peşinen elde ettikleri kazançların en büyüklerindendir. Bunu ihmal eden, büyük bir kısmetten mahrum olur.
Bununla ilgili bazı salih rüyalar da vardır.
İbnu’s-Salah şöyle der: Yazarken şu husustan sakınmalıdır. “Ve sellem= selâm etsin”i yazmamak suretiyle, onu eksik olarak yazması, Hamza el-Kınanî şunu anlattı: Hadisi yazıyordum. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adı geçtiğinde kısaltmak için “ve sellem”i yazmıyordum. Rüyamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gördüm. Bana:
“Niçin bana salâtı tamamlamıyorsun?” dedi. Ondan sonra “Ve sellem”siz hadis yazmadım.
İbnu’s-Salâh şunu ilave etti: “Aleyhi’s-Selâm” yazılması mekruhtur. Allâme es-Sehâvî, Fethu’l-muğhis Şerhu Elfiyyeti’l-hadîs li’l-Irâkî adlı kitabında şöyle der:
Ey yazıcı! “Allah Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ve selâm olsun”u yazarken kısaltma yoluna gitmekten sakın.”
Es-Suyûtî de Tedribur-râvî fî şerhi Takrîbi’n-Nevâvî adlı kitabında şöyle der: “Salât ve selâmı yazarken kısaltma yapmak mekruhtur. Tam yazılmalıdır.” Her erkek ve kadın müminin görevi, her zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve selâm getirmeye devam etmek, en iyiyi, ecir ve sevabı artıranı istemek, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti üzerindeki en önemli haklarından olan bu gibi şeylerde, şeytanı ve onun aldatma ve küçümsemesini bırakmaktır.” (Yahyâ B. Mûsâ Ez-Zehrânî, Peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellemin Ümmeti Üzerindeki Hakkı, s. 22)
Yazmak konusunda bu derece bir incelik olduğuna göre kelâmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin adını anmakta  çok daha dikkatli olunmasının gereği açığa çıkar.
Necip Fazıl KISAKÜREK rahmetullâhi aleyh “O ve BEN” isimli eserinde bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedir.

HAS İSİM

Varlığın Tâcına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:
                    Yâ (M.... !)
Noktalı yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes isme, nida siygasıyla hitap ediyordum.
«— Onu çıkar oradan, buyurdular; Allah’ın Resûlüne, hâs ismiyle ve nida siygasıyla hitap olunmaz.
                    Niçin efendim?
«— Hayâ meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgi­lisine, hâs ismiyle nida ederek hitap etmedi.»
Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği sır...
                     Kur'ânın hiç bir yerinde böyle bir hitap yok mu?
Kısa ve sert:
«— Hiç bir yerinde!..»
Gerçekten «de ki» mânasına «gûl» kelimesiyle başlayan birçok âyette, bu hitaptan sonra isim gelmediği, gözümün önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsircinin «de ki yâ M     diye kullandıkları klişelerdeki ka­balık içimi burkuttu.[1]
Yine bazı kimselerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme adını anmadan “aleyhissalâtü vesselam” olarak söyledikleri saygı ifadesinin (?) Allah Teâlâ’nın emir buyurduğu salavât cihetinden bir manası olmadığı ve içeriği çok dolu olmayan bir terkip olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir.
Salavât konusunda son söz Araplar ve Arapça diline vakıf olanlardır. Geçmiş zaman ve yeni literatürde araştırma yapıldığında bu durumun açık olarak görüleceğini beyan ederiz.
Ümmeti olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şanlı ve yüce zatından özür diliyoruz.
Yâ Rasûlullâh!
Cahilliğimizi bağışla ki, Allah Teâlâ’da bizlerden razı olsun.
Âmin.
İhramcızâde İsmail Hakkı

BİZ O’NU ÖYLE SEVERİZ Kİ, SADECE İLAH DEMEYİZ


1-Necip Fazıl KISAKÜREK (rahmetullah aleyh) dedi ki;
“Biz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi öyle sever ve meth ederiz ki, bir Allah demeyiz.”

2-Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz buyurdu ki;

Muhammed bütün yaratılmışların en hayırlısıdır,
Susuz gelenlere kanacakları kadar ikram eder,
Sapmalarından sonra insanlara doğru yolu gösterendir,
Şaşırdıklarında onların yardımcısı ve kurtarıcısıdır,
Eğer öldükten sonra övülecek bir şey bırakmak dilersen,
Vazgeç Hıristiyanların nebilerine dair söylediklerinden
Başka, hakkında dilediğin kadar medhü sena et. [2]

 3- “Bir seferinde imam Ca’fer es-Sâdık aleyhisselâm ve Ebû Hanîfe beraber yemek yiyorlardı. İmam Ca'fer sofradan çekilirken Allah Teâlâ'ya harad ederek,
“Allah Teâlâ’m bu nimet Sen'den ve Senin Resûlündendir” dedi, Ebû Hanîfe,
"Allah Teâlâ'ya ortak mı koşuyorsun!?" deyince, İmam Ca'fer aleyhisselâm,
"Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de " Sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdi….” demiyor mu?"[3] dedi.
Daha sonra Ebû Hanîfe (rahmetullah aleyh), "Sanki ben bu ayeti hiç okumamış ancak İmam Ca'fer orada söylediği zaman işitmiş gibiydim” derdi. [4]

4- Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) hanedanını bilmek, cehennemden kurtulmaktır. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) hanedanını sevmek, sırat köprüsünden geçmeye vesiledir. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) hanedanına yardım etmek ise azaptan emin olmaktır.”
Ey Allah´ım, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehli beytini de severiz. Şu sözüne iman etmişizdir. “Gerçekten Fatıma (radiyallahü anha) kamil olarak iffetini korudu ve bu yüzden Allah Teâlâ onu ve evlatlarını, cennete dahil etti.”
“Rabb´im; ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve Benim rasüllüğümü kabul edene azap etmeyeceğini, vaat etti”       

Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i beytinden ve sülalesinden cehenneme kimse girmeyecektir. Çünkü her yönden Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem korunmuştur. Leke olacak bir şeyin meydana gelmesi O´nun hakkında düşünülemez. Soyun temiz ve imanlı olması gerekli bir hakikattir.
Ahiret günü cehennemin hizmetkârları
“Âlemlere rahmet ve nur olarak gönderilen Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in ümmetinden, şer sahibi olarak hiç birinin ateşe girmediğini görmekteyiz” diyecekler.
Allah Teâlâ O´nun ehlini ve ümmetini dünya ve ahirette temiz kılmıştır. Ahirette O´nun ümmetinden hiç kimse cehennemde kalmayacaktır.
Ehl-i beyt adı, O´na tabi olan ve iman eden bütün ümmetine de verilmiştir.
Ayrıca Âdem aleyhisselâmdan insanlığın son ferdine kadar tüm âlem Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in ümmeti olmuştur. İnsanlığın hepsi Ehl-i beytin bereketine ve şefaatine nail olmuştur.
 Çünkü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi) kendi nefsi için “Ben ümmetimin Efendisiyim” dememiş, “Ben bütün insanların Efendisiyim” buyurmuşlardır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “İnsan bir şeyi severse daima onu yâd eder” “Allah Teâlâ herkesi sevdiği taife ile haşreder” buyurdular.
Nesep ve sebep bakımından, yani kan ve nikâh bakımından olan akrabalığın kıyamette faydası yoktur. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem akrabası bundan müstesnadır. Biliyoruz ki bütün insanlık O´nun Ehl-i Beyti´dir.
Üzerimizde bulduğumuz bütün nimetleri O’nunla bulduğumuzu bilir ve iman ederiz. Ne kadar günahkâr olsak dahi O’nunla sevinir ve O’nunla üzülür ve bu iman ile haşredileceğimizi biliriz. Bu halimiz taklit içermeyen bir hakikattir.
Ey Allah Teâlâ’m, bizi onların sırlarının hakikatine eriştirmeni, marifet basamaklarında yükselerek hakikatleri anlama imkânını lütfeylemeni niyaz ediyoruz.
  İhramcızâde İsmail Hakkı


RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ, MÜSLÜMANLAR  NİYE KISKANIYOR?

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bir şekilde tenkit etmek, O’nu şirk babında Allah Teâlâ’ya rakip görmek günümüzde moda oldu.
 O’nun yüce şahsiyetini görmemek.
Görmemek ne kelime,  O’nu müsteşrik edasıyla dinden silip atmak bir vazife addediliyor?
Ne oldu bu Müslümanlara!
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı olmak yoksa dinden dönmenin başka bir şekli mi?
Gün geçtikçe adı Müslüman, kendi de  Müslüman (!), fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme düşman kişiler artıyor ve eksilmiyor.
Neden?
Diyebilirsiniz, hayır öyle bir şey yoktur.
Var Efendim var!
Onların işine bak; kulluğuna bak; cemaatine bak, liderine bak; hocasına bak; şeyhine bak ; dergisine bak, …
Baktıkça bakın …hiçbirinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme dair  az da olsa “minnet babından” duyulan bir söz ve halleri  var mı ?
Yoktur.
Bazılarında da, Kur’ân-ı Kerim dillerine dolanmış duruyor.
Ne oldu?
 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nerede?
Niçin peygambere karşı hased edici  oldu bu Müslümanlar?
Tabi ki sebebi var.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “kulluğun” simgesi.
Tanrı olmak varken kul olmak kimin neyine..
Uçmak varken, kaçmak varken, gökler varken, sefahat varken; yerlerde durup, kulluk etmek, malını mülkünü paylaşmak,  namaz kılmak, insanların çilelerine talip olmak;
Kimin neyine.
Onlara ulaşmak için, Fenâ’ya çıkarsın, bekâya varırsın, o da yetmez, nasıl olsa peygamber gelmeyecek ya;
Yeri gelir Mehdi, yeri gelir İsâ olduklarını kabul etmeye mecbur olursun.
İşin garibi günümüzde “şeytan tatile çıktı diyorlar”dı da inanmazdım.  Meğer doğru imiş.
Şeytan bu günlerde istirahat ediyor.
İşin latifesi bir yana biz nerede hata yapıyoruz?
Cevabı yukarıda söylediğimiz gibi kimse “KUL” olmaya yanaşmıyor.
Kulluk zor iştir. 
Melek olsan bile kulluk zor iştir.
Cebrail aleyhisselâm meleklerin peygamberi iken Azâzil’in düştüğü durumlardan her zaman rahatsız olmuş ve sıkıntısını içinde hissetmiştir. Öyleki Kur’ân-ı Kerim’i indirdiği güne kadar kendini emniyette hissetmeyip, âlemlere rahmet olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile ancak huzura kavuşabilmiştir.
Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail'e:
"Yüce Allah, 'seni âlemlere rahmet için gönderdim' (Enbiya 107) buyuruyor. Bu rahmetten sen de istifade ettin mi?" demiş. O da:
"Evet, akıbetimden korkuyordum. Allah, bana: 'O elçi güçlü­dür, Arş'ın Sahibi katında yücedir. Orada (kendisine) itaat edilen ve güveni­lendir' (Tekvîr 81/20-21) şeklinde övgüde bulunduğu için sana iman ettim, demiş."[5]
İsmail Hakkı Bursevî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer vermiştir:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine alan, cami', gaybî, ilmî, aynî, vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm kayıtları kuşatan, ruhlar ve cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili âlemleri de içine alan bir rah­mettir...
Ey akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce Allah Teâlâ bize şunu haber vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleminin nuru, Allah'ın ilk önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı nurunun bir bölümünden Arş'tan toprağa kadar yarat­mıştır...” [6]
Yine tahrif edilen Yuhanna İncil'inde Hz. İsâ aleyhisselâm için söyleniyor denilse de "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" müjdesine kavuşmuş Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta yarar görmekteyiz:
"...Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz ol­madı..."[7]
"...O, hep dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu (gerçeğiyle) tanımadı..."[8]
Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık ve hased duygusu insanın fıtratından doğmaktadır. Bu duyguların imanî çerçevedeki durumu terbiye ile alakalıdır. Bu nedenle Müslüman olması kişiyi bu huylardan uzak tutmaz. Yine Allah Teâlâ buyurdu ki;
 "Onlar mı Rabb'inin rahmetini taksim ediyorlar?"[9]
Ebu’l Leys Semerkandî, buradaki ifadeyi açıklarken "risâlet ve nübüvvetin anahtarları onların ellerinde mi ki onları diledikleri yere koyuyorlar? Risâlete, kulları­mızdan dilediğimizi ancak biz seçeriz" demiştir.[10]
Fahreddin Râzî, buradaki rahmet kelimesini izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette müşriklerin "Kur'ân, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"[11] şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak indirildiğini, dolayısıyla onların peygamber olarak bekledikleri kişilerin de Mekke'den Velîd b. Muğîre Tâif’ten de 'Urve b. Mes'ûd es-Sakafî olduğu ancak bu kişilerin Allah Teâlâ için bir mana ifade etmediğidir..[12]
Allah Teâlâ Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu seçimde hata arayanlar dikkat etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün Hallac-ı Mansur’un akıbetine uğrayacağını bilmelidirler. (Aman Ya Rabbî!)
Aşağıdaki alıntılar ile  Müslümanların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında dikkatli olmaları edep ve tazimde durumlarının ne olması gerektiğini anlamalıdırlar.
Mevlana Cami kaddesellâhü sırrahu’l azîz Nefehat'ında " Hallac ne için i'dam edilmişdi?”  konusunda bir rivayeti şu şekilde aktarıyor.
'Bir gün Hallâc'ın kalbinden şöyle bir hâtıra geçti ki, Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, mi'râc esnasında “niçin yalnız mü'minlerin affını diledi de bütün insanların affını dilemedi?”
O anda rûh-ı Nebî mütecessid (zahiren bedene bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve
"Bizim kalplerimiz Allah Teâlâ'nın ilham mahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle hareket ede­riz. Eğer bütün insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı öyle is­tirham ederdim" buyurdu. Bunun üzerine Hallaç, hata etmiş olduğunu an­ladı ve özür dilemek üzere başından sarığını çıkarıp tezellül (aşağılanma- özür) tavrı aldı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;
"Sarığını çıkarmak kâfî değil, benim rızâmı kazanmak için başını da vermelisin" buyurdu. Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi. Onun için dâr üzerinde bulunduğu sırada,
"bu işin sebebini ve kimin muradı olduğunu biliyorum, fakat itâ'at ediyorum" demişti.[13]
Durumun inceliğini fark etmek gerektiğini daha iyi anlamış bulunmaktayız.
Fatih’in Hocası Hz. Akşemseddin, evliyaullahdan bu duruma düşmüşler  hakkında buyurdu ki:
Evliyadan bazıları zahir güzelliğe nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü Evliyaullahın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez.
Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır.
Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.
Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî'i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât'ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye'ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler.
(Böyle hallerde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar. [14]
Hulasa; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin  hakkında ileri geri konuşanlar ve O’ndan başkasının peşine gidenlerin akibetlerinin perişan olma ihtimali içinde olabileceğini hatırlatmak gerekir.Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi incitmekten Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı



HZ. ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE’NİN İLK HALİFE OLAMAMA SIRRI


Allah Teâlâ’nın işlerindeki hikmeti anlayabilmek çok zaman almaktadır. Öyle ki olaylar zincirine bakılınca “neden” ve “nasıl” sorusunu haiz çok cümleler bulunursa da ilim ve irfan arttıkça bu sorular azalır gider. Mesela; Müslümanların “ilk halife seçimi” konusunda polemikler çoktur ve farklı mezhep ve meşreplerin oluşmasına tevlid etmiştir. Bu nedenle hayatımız içinde siyasî meselelerin çözümleri hakkında ekstern uçların bir tarafında olmaktan hiç kimse hâli olmadığı veçhile manzarayı umumide Allah Teâlâ’nın adalet sıfatını nasıl tecelli ettirdiğini görmekte çok zor olmaktadır.
Muhyiddin İbn’ül Arâbi kaddesellâhü sırrahu’l azîz dört halifenin arasındaki meseleyi kaderî ömür bazında çözmüştür. Halifelerin hayatlarındaki uzunluğun etkisinden bahsetmiştir. İmam Gazzâli rahmetullahi aleyhin çözümü ise aklî ve naklî çözümde bir harikadır. Çünkü aklın bir meselede ki gücü zannî ve keşfî tevillerden daha fazla müstaid ve muvafık olmaktadır. “Sırr’ül Âlemin” isimli eserinde buyurdu ki;
[“EĞER ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE HALİFELERİN İLKİ OLSAYDI UMULAN SEMEREYİ VERMEZ­Dİ. SONRA ONUN DÖRDÜNCÜ OLMASI ŞEREFİNE BİR HALELLİK GE­TİRMEZ. ÇÜNKÜ RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMDE PEYGAMBERLERİN SONUNCUSUDUR.”] (s.24) [15]
Hilmi Oflaz, bir mesele hakkında genellikle şunu derdi; “Ne oldu ise iyi oldu”; demek ki Müslümanların ilk düştükleri siyasî meselede zuhur eden olaylar, hayra müstenit olmuştur. Nübüvvetin nihayetinde başlayan “halifelik kurumu” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleminde işaretiyle 30 yıl içinde neticelenmiş, sonra mülk ve saltanat İslâm Devletinin yönetim şekli olmuştur. Daha sonraki dönemlerde geçen “halifelik ünvânı” resmiyet ve politik içerikli mansıp olmadan kendini kurtaramadığını zaman göstermiştir.
[“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası Hz. Abbas’a söylediği şu mucizesi de akıllara durgunluk vermektedir:
«Ey kırk kralın babası!» bakınız (Mulûk) demiştir de (Halife) dememiştir.. (Bununda derin ve gayet ince bir anlamı olsa gerek.)] (s.28) [16]
Diğer halifeleri de bu söze kıyas edebiliriz.
Günümüz için bu konudan çıkarılacak sonuçta, halifeliğin seçimindeki evveliyet ve ahiriyyet üzerine yapılan yorumlarda haddi aşmanın verdiği sıkıntıdan nasıl kurtulmak gerektiğidir. Eğer halifelik meselesi bilinen üzere değil de tersi minvalde olsaydı, muhakkak ki İslâm’ın kaderinde bir Hristiyanlaşma içeriğinin galip olacağını ve bazı önemli meselelerin nasıl hal olacağı bilemeyeceğimizi düşünmekteyiz. Mesela İmamı Âzam rahmetullahi aleyh diyor ki,
“Eğer müminlerin emiri Hz. Ali kerremallâhü vechenin izlediği tavır olmasaydı Muaviye, Amr b. As, Ebu Mûsa el-Eşarî gibi kebîre (büyük günah) sahiplerinin durumlarını bilemezdik.” (bk. Kadı Abdülcebbâr; Şerhul-Hamse, Kahire, 1965, s. 138)
Yine bir misal olarak Şiilerin düştüğü gibi Ehl-i Beyt’ten aktarılan bazı gizli bilgilerin olduğu varsayımları (Cifr) ve olmazsa olmazları olan Mehdi beklentisi ile karışık durağanlaşan skolastik [17] bir düşünce içine çekilme olması kaçınılmaz olacaktı. Teolojide önderlerin ve sabıkların etkisi ister istemez olduğundan Allah Teâlâ bu konuda “Muhammed Ümmeti”ne açık kapılar bırakmak istediğini aşikâr olarak görmekteyiz. Tarihte hak etmediği halde acılar çekilmiş olsa da, İslâm Milleti ileriye dönük hep bir rahmetin içine gark oldu ki dünyaya hükmeden imparatorluklar ve devletler kurdular.
Mesela, “Sırr’ül Âlemin” isimli eserde Gazzâli buyurdu ki;
[Ebû Haizm’in rivayet ettiği bir hadiste sabit olmuş­tur:
« Ahirette görülecek dâvaların ilki, Hz. Ali (kerremallâhü veche) ile Muaviye dâvasıdır: Allah Teâlâ, Hz. Ali’nin doğruluğuna hükmedecek, di­ğerleri ise Allah Teâlâ’nın dileğine kalacaktır..»
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Ammar bin Yasir’e demiştir ki:
«Seni, azgın bir cemaat öldürecek, İmam’ın (İslâm Liderinin) azgın ve zalim olması katiyen doğru olamaz.»
İmamet, iki kişi arasında paylaşılamaz, tıpkı Rubûbiyet gibidir..]  (s.26)] [18]
Geçmiş meseleler hakkında kaderî bakışı “beşerî” yönden değil “hakikat” penceresinden bakarsak, şunu görürüz ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ehl-i beytinin fedakârlıkları ve acıları ile biz Müslümanlar dinî ver içtimaî yönden muhafazaya alındığımızdır. Burada bize düşen eski olayların değiştirilme imkânımızın olmadığını bilmek yanında, herkesin de hak açısından aynı sevgiyi beslemeye mecbur olmadığını söylemek gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ve ehl-i beyt sevgisini diğer sevgilerden üstün tutmak üzerimize borçtur. Fakat bu sevgide diğer insanlara karşı zafiyet gösterenlere karşı düşmanlık oluşturacak bir duruma girmekte vebale sebep olmak gibi bir şeydir. Hz. Ali kerremallâhü veçheyi sevdiğimiz gibi, Muaviye’yi aynı derecede sevmeye kimse mecbur değildir. Muaviye’nin dünyalık saltanat için gösterdiği gayretleri de “sahabe statüsü” içerinde takdir etmeninde bir gereği de yoktur.[19] Ancak bu mevzuların temcid pilavı gibi sürekli gün yüzüne çıkarıp “Ciğerdelen” olmakta fesat ve fitneye sebep olmaktan öteye gitmemektedir. TV gibi kime hitap ettiği meçhul olan umûmî kanalizasyonlarda bu konuları halka anlatanların samimiyetinden şüphe ettiğimizi söylemek mecburiyetindeyiz. İslâm devam ediyor ve edecektir. Muhakkak Allah Teâlâ kişilerin hak ettiğini hem bu dünyada ve hem de ahirette ödeyecektir. Bu gerçek bir hakikattir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürüyüşünde Hz. Ebû Bekir radiyallâhü anh mescide geldi;
"Ey insanlar! Kim Muhammed'e (sallallâhü aleyhi ve sellem) tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah, Bâkî'dir, ölmez." dedi. Sonra o, şu âyetleri okudu:
"Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce nice resuller gelip geçmiştir. O ölür yahut katlolunursa sizler geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse O'na (Allah'a) bir zarar vermez. Allah ise, İslâm hizmetine şükrü yerine getirenlere mükâfat verecektir." (Âl-i İmrân, 144)
Hulasâ günümüzde İslâm’ı protestanlaştırmaya çalışan reformistlere, diyalogculara, kalvanistlere, panteist tasavvufculara, Bahailere, sahte mehdilere vb. karşı mücadele dinin takviyesi gerekirken, mezhep meseleleri haline gelmiş bu tür konuları müsteşrik ağızlı gibi konuşmalardan bir fayda hâsıl olmamaktadır. Neticede “Ne oldu ise iyi oldu” diyerek geleceğe yönelip İslâm’ın intişarı için gayret göstererek maddî ve mânevî fedakârlıklar üzerine olmak gerekmektedir.
İhramcızâde İsmail Hakkı


HZ. ALİ Kerremallâhü Veche İLK HALİFE  NEDEN  OLMADI!

Bu konuda Allah Teâlâ’nın kaderi hikmetlerinden en başta gelen husus şu olabilir ki:
Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimiz ilk halife olsaydı, onun vasfı , kahramanlıkları ve İslâm’a olan hizmetleri nedeniyle,  güneş nasıl parlayıp “benim ashabım yıldızlar gibidir” hükmünde olan bütün sahabe-i kirâm efendilerimizi söndürüp, tarih içinde kaybolmalarına, adlarının dahi unutulmasına sebep olabilirdi. Dikkat ederseniz bütün meşhur sahabelerin ismi, olumlu veya olumsuz hep Ehl-i Beyt ile anılıyordur. İlişkide olmayanların adı pek hatırlanmaz bile.
Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ehl-i Beyt için vefasızlık olmadığından, kaderî planda fedâkârene davranmayı tercih buyurdular..
Allah Teâlâ, ahirette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ve Ehl-i Beyte “kıyamet günü bütün nesepler ve hısımlıklar kesilecektir ama benim nesebim ve hısımlığım hariç”  hükmünü yazmıştır. Bu nimet Ehl-i Beyt’in İslâm’a kurban olmalarına ve kendilerini feda etmelerine neden olmuştur. Çektikleri bütün sıkıntılar karşısında zerre kadar sarsılmadılar. Bunun yanında Allah Teâlâ’ya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ve İslâm’a hizmet edenlerin taltife/mükafata ulaşmalarına engel olmadılar.
Allah Teâlâ’nın yanında en değerli kul oldukları gibi kurban da oldular.
Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ehl-i Beyt’in şefaatine ve muhabbetine cümlemizi dahil eylesin.
Kişi sevdiğiyle beraberdir.
İhramcızâde İsmail Hakkı

HELAKE SEBEP OLAN MUTLU AZINLIK

Mutlu azınlık, hayata yansıttığı ilişkileriyle, yanlış örnekleri dayatırken hedefleri de özel olarak fert ve sonucuyla cemiyettir.
Mutlu azınlık, insani değerleri içi boş efsa­neler olarak topluma dayatır; insanı, insanlıktan uzaklaştır­mak; insanın, insan dünyasındaki "İnsan efsanesini" yıka­rak, "hayvan insanı" "mutlu etmek" çabasına girerler ki, bu, oluş ge­reği imkânsız bir durumdur.
Yozlaşmış ahlaklarıyla ortaya koydukları yaşama biçiminin, medeniyet görüşü olması için sürekli reklamını yapmaktadırlar. Her yeni ve çarpık ilişki, mutlu azınlığın populitesini artırmada önemli etken oluşu sürekli gündeme getirilmesi de gayretleri arasındadır. Aslında mutlu azınlığın değerleri yok sayan bir anlayışı sonunda geçici hazların dayanılmaz anaforunda yok olmaya doğru gitmektedir. Saygınlığını kaybetmiş hayat tarzları, sürekli tekrarlarla toplumun en aktif kesimi olan gençleri etkilemekte ve kendi dünyalarının hizmetçileri olma gayretini esirgemezler.
Mutlu azınlık insanın ve toplumun bozulmasını istemekte­dir. Çünkü kendileri bozuktur. Korkak ve ahlak fukarası olan bu azınlık, ancak bireyleri bo­zulmuş, dolayısıyla birey olmaktan çıkıp sürü olmuş toplumda hu­zur içinde olabileceklerini sonucuna ulaşmıştırlar. Bu nesillerle geleceğini mutluluklarını garantiye almaya çalışırlar. Ülkenin bağımsızlığını, uluslararası meyhaneler, beş yıldızlı kumar­haneler, dev eğlence merkezleri, yaygın fuhuş ve uyuşturucuyla betimlemek isterler.
Mutlu azınlık amaçlarına ulaşmak için güçlerini medyayı kullanmaktan çekinmezler. Bunun en başında geleni televizyondur.
Televizyon; sosyal alışkanlıkları, kültürel yapıyı, ha­yat tarzlarını, eşya ve hadiseleri algılayış tarzlarını, duygu ve düşün­ce biçimlerini, davranış kalıplarını, tavırları, tutumları, anlayışları, kararları, zevkleri, ahlaki değerleri, ihtiyaçlarımızı, örf ve adetleri, aile içi ilişkileri ve daha sayısız alanı biçimlendirmeğe tam teşebbüs etmiş bir suç aletine dönüştürmüşlerdir. Bu sayede ahlaksız fiilleri halka yayıldıkça ve elit tabakalarda bir hayat tarzı, serbestiyetini daha da artırmaktadır.
Mutlu azınlığın bilinçli sanayisi ve kültür endüstrisi kapitalist anlayışıyla dünyayı bir pa­zar olarak görür.. Mutlu azınlığın kontrolünde olan kitle iletişim araçları onların sanayileridir... Ürettikleri ve yaydıkları bilgi ve haberler bir birer art niyet ürünü olma yanında bir ekonomik hedefe yöneliktir. Bu sayede kurdukları tüketim malzemelerini satarlar. Bu sayede ikinci bir sömürmenin payı elde ederler. Ahlaklarını çökerttiği toplumun cebindeki küçücük sermayelerine göz dikmekten zevk dahi alırlar. Bu sayede toplumda iletişim araçlarının etkisiyle gereksiz ve aşırı tüketme isteği, gelecek korkusu, bireycilik, hayatın anlam­sızlaşması ve yabancılaşma gibi bir takım sorunlar ortaya çıkmasına sebep olurlar.
Mutlu azınlığın kontrolünde tuttuğu değerlerin sürekli de­ğişimi, aşınması ve işlevlerini kaybetme­si, belirgindir. Onlar sömürgecidir ve sömürüsünün deva­mını, halkın kültürünü tamamen değişikliğe uğratmakta olduğunu gör­mektedir. İstekleri “bilinmeyen” ya da “kayıp nesil (generation X)”lardan oluşan toplum istemektedirler.

“Kayıp Nesil”
“Hiçbir değer yargısına sahip olmayan,
Hiçbir kuruma, kişiye, kavrama, ideye karşı sorumluluk duymayan,
Her şeye sahip olma hakkını kendinde gören,
Hiçbir şeye gerçekte sahip olmadığı için her şeyi bir anda kaybetmeye hazır olan,
Ne istediğini, ne istemediğini, neden isteyip istemediğini bilmeyen, güdüleriyle ve dürtüleriyle yaşayan,
Uyuşturucuya ve bağımlılığa yatkın olan,
Sınırsız bir tüketici ve kullanıcı özelliği sergileyen,
Birlikte yaşadıklarını kendine 'mecbur' sayan, kendini kimseye 'mecbur' saymayan,
Hayatı intihar ve intikam çizgisinde yaşayan, günlük ve anlık yaşayan,
Ahlaka karşı duyarsız, sorumsuz, kendine karşı asla gü­veni olmayan" lardır.

İnsanların özgürce düşündüğü duyguları, iletişimle kavuştuğu duyumlarla kontrol edilmediği takdir­de, dumura uğrayıp olmayan yöne çekilir. Çünkü edimlenen bir davranış veya eğilimin kitle tarafından benimsendiği söyleniyorsa, bu davranışın veya eğilimin sağduyuya en uygun seçe­nek olduğu iddia edilmesi kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu değişimin birdenbire olması düşünülmez.
Değişmenin merhaleleri vardır.
İmam Gazali rahmetüllâh-i aleyh bu zihniyet değişmesinin aşama­larını şöyle sıralar:
“Yemleme,
Avlama,
Alıştırma,
Şüpheye Düşür­me,
Boşlukta Bırakma,
Bağlama,
Hile Yapma,
Kafasını Karıştırma,
Ayırma,
Soyma.

Yoksulluğun arttığı bir toplumda, mutlu bir azınlık varsa, bu onların egemenliğinin olduğunu açığa çıkarır. Eğer zenginlik büyük bir kısmın paylaşamadığı ve bir azınlık elinde tutuluyorsa, bu bir yanlışın habercisidir. Mutlu azınlık hayatı kendi kendini ye­tiştirmiş kimseler olarak değil, kendini düzenine  uydurmuş kimse­ler olarak guruplaşıp, kuşaktan kuşağa sürdürülmesi gereken bir mi­ras gibi algılar. Bu mirası da, kendi aralarında ve belli ailelerce devam edecektir. Bu arada ezilen sınıflar daha fakirleşerek köleleşme ve düşüncesiz toplum durumuna düşürülmesi onlar için bir mana ifade etmeyecektir. Bu şekilde ayrışan toplumda ezilenler, sömürenler sınıfları oluşacaktır. İşin kötü tarafı ise ezilenler kendilerini ayağa kaldıracak gücü bulma yetisine ancak kaosla ele geçirmeye sonucuna ulaşmalarıdır.  Bu ise yıkımını erkene almış sosyal toplumdan çıkmış  “farklılaşan toplum”dur.
Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı

YA RABBİ MUTLU AZINLIK YÜZÜNDEN BİZİ HELAK Mİ EDECEK MİSİN?


Din temelini insanları koruyan bir ilâhî merhametten ilham almaktadır. Bu, topluma sosyal adalet esaslarına göre yeni bir nizam vermek yanında ziyade, kudret elinde olanların yardıma davet edildiği bir şekildedir.
İslâmiyet’te, sosyal dengenin korunması için uyarıları ve tavsiyeleri şu şeklindedir.
Şımarmamak,
Azmamak,
Zekât Vermek,
Sadaka Vermek,
Yoksulları ve öksüzleri korumak. 

İstenilen bu fillerin temelinde insan vardır. Bu tavsiyelerin yanında tehditlerinde olduğunu unutmamız gerekir. Bahsedilen içtimâi ahlak kaideleri ihlal edildiğinde acıklı bir durumu da Allah Teâlâ haber verirken ilişkilerde oluşan dengesizliğin dünyada karşılıksız kalmayacağı ve sosyal hayatımızın başıboş şekilde olmayacağını hatırlatılmıştır.

“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının şiddetli olduğunu bilin.” (Enfal, 25)
Ayetin açıklamasını Elmalılı Hamdi Yazır rahmetüllâh-i aleyh şu şekilde açıklar.
“Yalnız işleri yerinden oynatıp bozanlara mahsus bir musibet olmakla kalmaz, belki umumîleşir, size de kapsamına alır. Bazı günahlar vardır ki zararı umumi olur. Sebeb olacağı fitne ve ihtilâl, celb edeceği mihnet ve musibet yalnız o günahı yapan, işi yerinden oynatan ve bu suretle kendine ve başkasına zulmetmiş olan zalimlere mahsus kalmaz da kurunun yanında yaşı da yakar.
Meselâ kötü şeyleri aleni işlemek, Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları ile alay etmek, akideyi bozmak, kelimeleri manasından ayırmak, cihadda gevşeklik bu türdendir. Bir şahsın hatası bir orduyu batırabilir.
Hadisi şerifte geldiği üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
"Allah'ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
"Yâhu ne yapıyorsunuz?" diye sorunca alttakiler:
"Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler."

Fakat dikkat edilmek lâzım gelir ki gemiyi delmeğe kalkanı menedelim derken karmaşa ile dengeyi bozup geminin devrilmesine de sebebiyet vermemelidir. Evvelâ farzı kıfayenin ifasını deruhde ederek farzı ayn gibi icra edecek kaptan ve maiyyeti gibi Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını anlatan biri olarak bulunmak, saniyen herkes kendi nefsini muhasebe etmek, cereyan eden umumî işlerden gaflet etmeyerek umumi mürakabeyle dikkat ve intizam ve güzel ahlâk ile devam ederek bu suretle umumî cezadan korunmak lâzımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde Allah ve Resulü için itaat ve icâbeti bağlanarak ve fitne vakı olmaması için kendine ve cemaatine dikkat ile gafletten kaçınmasına bağlıdır.
Bundan anlaşılır ki umumî ceza yalnız asıl günah işleyen zalimlerin cezası değil aynı zamanda korunmayıp onu uyarmayan gafillerin gafletlerinin de cezasıdır. Son nefese kadar çalışıp da muvaffak olamayanlara gelince özürleri ile Allah Teâlâ katında sorumlu olmazlar. Bununla beraber o zalim veya gafillerin içinde bulunup onlara yakınlık ettiklerinden dolayı Dünyada o umûmî musibetin çevrelediği daireden hariç kalmamaları da ihtimal olarak bulunuyor. Ahirette karşılığını görseler de Dünyada mihnet çekerler ve bunların çektikleri, sebep olanların kötü ve şiddetli olmalarını neden olur. Bunun için fitne, bela ve mihnet zalimlerden başkasına isabet etmez zannetmeyip öyle bir fitneden korununuz. Çünkü Allah Teâlâ’nın azabı şiddetlidir. Azabının şiddeti ki yalnız zalimlere mahsus kalmaz da onların etraflarını ve her şeylerini istîlâ eder. Onun için Allah Teâlâ’nın “korkun-sakının” emrini tebliğ eden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ne kadar hayatımızı koruyan bir davette bulunduğunu anlamış oluruz.[20]

DUA

Hayatımızı kontrollerine geçirdikleri yetmediği gibi çocuklarımızı da elde ettiler. Sosyal yaşantımıza ve haklarımıza tecavüz ettikleri gibi az şeyle de yetinmemizi istediler. Bu da yetmez gibi televizyonda, sinemada, gazetede hayatlarını bilmemem gerekiyormuş gibi bilgi bombardımanına tuttular. Gecemiz gündüzümüz onların eline geçti. Büyük dediğimiz kimselerde kudretleri arttıkça onlarla beraber olup bizi korumaktan kaçındılar. Hayatımız onların oldu. Onlar, “mutlu azınlıklar”
Ya Rabbî Kur'ân-ı Kerim'de buyurduğun bu mutlu azınlıkla bizi bir mi tutacaksın, biz onlardan değiliz ki.
"Kitabı sol elim verilen kimse ise, keşke kitabım elime verilmeseydi, hesabımın ne olacağını keşke bilmeseydim, keşke ölünce her işim olup bitseydi. Mallarım bana fayda vermedi, kudretim zeval bulup gitti. (Böylesine denecek ki) onu tutun, zincire atın, daha sonra onu yetmiş arşın zincire sarın. Çünkü Yüce Allah'a iman etmez, yoksul beslemeye (kimseyi) teşvik etmez, onun için burada onun candan dostu yoktur, onun yiyeceği ancak zıkkımdır, ki onu ancak suçlular yer." (Hakka, 25-34)
"Fakat o sarp yokuşu çıkamadı. Sarp yokuş nedir, bilir misin? Bir köle azad etmek yahut açlık gününde hısımlardan bir öksüzü yahut yerde sürünen bir yoksulu beslemek." (Beled, 11-16)
"Dini yalan sayan kimseyi gördün mü sen? İşte odur öksüzü itip kakan. Ve odur yoksulu doyurmak için önayak olmayan. Vay hâline o namaz kılanların ki, gösteriş yaparlar onlar. Ve en sakınılmayacak yardımları esirgerler." (Maun Süresi)
Ya Rabbî! Kur'ân-ı Kerim'de onlara özenip sesimizi dahi çıkartmaz isek bizi helak edeceğin haberleri de senelerdir üzerimizde dururken, şikâyetimizi zâtından başka ileteceğimiz yerimiz ve yurdumuz var mı?
Ne olacak?
Kim neyi bulacak?
Ya Rabbî! Sesimizi duyacak birileri olmayınca, azabın ile bizi tehdit ediyorsun, ama bize kim acıyacak. İtiraf etmeliyiz ki, bunu biz hak ettik. Emirlerini dinlemedik. Ancak acı çekmek istemiyoruz. Çocuklarımızda acı çekmesin. Lanetli kavimler arasında anılmaktan bizi kurtarmanı diliyoruz. Dualarımızı kabul eyle Ya Rabbî
İhramcızâde İsmail Hakkı 


HAKİKAT

Ey doğrular, dürüst olanlar, kıyamet günü için sevap işlemenize gerek kalmadı mı, ne?
Çünkü hep alacaklı olduğunuz bir hayat yaşıyorsunuz.
Sizi taklit etmek dahi mümkün olmadı ve olamazda.
Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendim!
Zâtının hakikate vukufiyet ve tahammülü  çok olduğu için insanlardan çok üstün oldun.
Hakikati aslıyla ümmetine incitmeden ve kırmadan bildirdin.
Bunu ancak zâtın başardığı için Allah Teâlâ da, başka rasül göndermeye gerek duymadı.
Hakikati görmek kolaydır. Ancak aslıyla söylemek ise ne kadar zordur. Eğer her hakikat gerçeği ile söylenilip yazılsa idi, kör, sağır ve dilsiz olanlardan daha şanslı kimse bulunmazdı.
[Nuh Nebi (Salavâtu'l-lâhi alâ nebiyyinâ ve aleyhi ve alâ sâir'il-enbiyâ-i ecmâin) iblise rast gelir, iblis (aleyhimâ yestahik=azabı hak eden) der ki:
-Ya Nuh, sen bana bir iyilik etmişsindir ki, ne bileyim, nice vasf edeyim, hiç böyle iyilik olmaz, deyince, buyurdular:
-Ne söylersin, nasıl iyilik ettim ben sana?
Der ki:
-Bunca kavmini beddua ile helak ettin. Ancak yetmiş kişi (artık eksik demişler) bunca yüzyılda imana gelebilmiş, ben onların her birine nice yıllar çalıştım, imansız göndermeye nice mekru keyd (hile tuzak) ederdim, sen ise bir kere beddua ettin beni kurtardın. Hiç bana bundan artık iyilik mi olur, dedi.
Hz. Nuh aleyhisselâmağladı.
Öyle, mü'min olan kişi a'dâ-yı adüvv (düşmanlar) sözüne uymaya.][21]
Allah Teâlâ az da olsa yaptığımız iyiliklere karşı bizi bağışlasın.
İsmail Hakkı

KARI KOCA İLİŞKİLERDEKİ SIRLAR

Aşkınız yalnız ideal olanı değil, hakikatiniz olan bütünlüğü de birlikte getirir. Eşinizi daha yakından tanırken ve daha sonra sevip âşık olurken kendinizi de iyice tanımaya başlarsınız. Aslında insan adını verdiğimiz varlık bir bütünden başka bir şey değildir.
İnsan gizemli, beklenmeden, aranmadan aşk denen olayın içine düşüvermesiyle eşiyle (parçasıyla) yoğun bir ilişkiye girmiş olmakla kalmaz, tüm dünya ile olan ilişkilerinde de büyük bir değişime uğrar. Yani bu değişimle dünyayı da bambaşka görmeye başlar. Hakikatte varlığı olan nefs ve ruhuyla bir parçası olan eşine tutkuyla bağlanarak hayatının geriye kalan bölümünü aşkıyla bütünlüğü (birliği) bulana kadar arayış içindedir.
Karı koca deyince bir başlarına var olan şeyler olarak düşünülmemeli, bedenî ve ruhî bütünleşmede Siyamlı yapışık ikizler kadar gözle görülür, elle tutulur bir bağlantıyı kuşkusuz görmelidir. Yine karı ve kocanın arasındaki ilişkiyi yalnız bedenler arasındaki ilişki olarak değil, ondan daha da önde, özleri arasında bir ilişki olarak görmemiz gerekmektedir. İzdivaç, eşlerin maddî ve manevî birleşmesi insan yaşamının etkinliği olarak, kendi dışındaki her şeyi de içine katarak “bu benim bedenimdir-parçamdır” diyebilecek duruma gelmektir.
Kadın ve erkeğin, bir bedende bütün olduğunu kavramaktaki başarısızlık yalnız maddecilere özgü bir yanılgı değildir. Bu yanılgıdan birçok ilahiyatçılarda kendilerini kurtaramamışlardır. Duyularla algılanabilecek zevklerin peşinde koşanlar, zevklerin tadını çıkarmayı kendilerine amaç edinmiş olanlar, kendilerini bu bölünmüşlük duygusuna kaptırmadan edemezler. Şehvet sonucu olan aşk ve zevkler her zaman için bütünden koparılmış küçük parçacıklardan başka bir şey olmayıp ve gönül kırıklığını da yanlarında birlikte getirmektedir. Bunun böyle oluşuna bir tepki olarak ilahiyatçılar bu türlü zevklerin peşine koşmaktan tümüyle vazgeçiyorlar ama temelde sorun olacak “bölünmüşlük” ü tetikleyip, maneviyatı da maddiyat karşısında, somuta karşı soyutun yanını tutarak ayrılığı daha da artırarak, asıl zevk ve aşk peşinde koşmaya sebep olan beşeri duyguyu ve birleşmeyi yok etmeye çalışmaktadırlar. Aslında manevî hikmetler, nefis hastalıklarını tedaviden başka bir şey değildir. Bu durumda beşeri yönün zevk ve aşk düşkünlüğü tarafını göründükleri kadar birbirlerine karşıt unsurlar gibi göstererek bilinçsiz bir savaşa girmektedirler. Bu şekilde kendilerini dünyadan yalıtılmış bir birey olarak özdeşleştirenler, kendi yetersizliklerinin eksik oluşlarıyla derinlemesine noksanlık içinde yaşamlarını sürdürmeye ve bu eksiliği başka manevi zevk ve aşk arayışıyla gidermeye çalışmaktadırlar. Bununla da hakikate kavuşmak mümkün olmamıştır. Öyle ki birçok maneviyat ehli beşeri birleşmelerini terk ederek nefislerine zarar vererek bütünden vazgeçmeyi bir erdem sayıyor ve ilişkilerden yoksun bir hayat yaşamaya çalışıyorlar. Aslında gerçeği göremeyen maddiyat ve maneviyat ehlinin her ikisi de sevgi ve aşkla, ilâhî zevk ve hazzın peşinde koşmaktadırlar..
Sevgi ve aşk insanla hakikati arasındaki ilişkiden kaynaklanır. Tutkuyla peşinde koşmadan kendiliğinden gelen sevgi ve aşkı aşağılayıp kötülemek için haklı bir gerekçe bulmak oldukça güçtür. Eşinden zevk duymak sevmek bir kutsî bir durumdur. Özellikle karı koca arasındaki sevgi ve birleşme olayı için bu söylediklerimiz bir hakikattir.
İşte bu nedenledir ki özden gelen sevgiyle elde edilen birleşik hayatlar, sevişmeler, gizemli ve ruhsal bir faktör olan sevginin, içten elde edilmeyip te zorlanarak kazanıldığı zamanlarda, insanları aşağılamakta ve gönül kırıklığına yol açmaktadır. Bu nedenle karı kocanın kendilerini bütünden kopuk ayrı bir varlık olarak hissettikleri hayatlarında pek çok sorun oluşmakta ve ayrılmalar gözlemlenmektedir.
Kaç kişi aşk, zevk ve sevgi konusundaki beklentilere yeterli bir karşılık verebiliyor, eşiyle arasında tam anlamıyla doyurucu bir ilişkiyi gerçekleştirebiliyor. Ancak tek yapabildikleri şey daha da büyük bir coşkuyla, daha da amansız bir istekle bir kez daha, bir kez daha peşinden koşturacak kadar, geçici şehvetleri (mal-mülk) istemektedirler. Onun için sevgi ve aşk insanın  “gerçek dini” olmalı denilmiştir.
İyice anlaşılıyor ki ilişkilerde sorunları salt sevgi düzeyinde çözümlemek imkânsızdır. Sevgi yaşantının tüm görkemi ile bize genel olarak dünyaya yepyeni bir ilgi ve dikkatle bakma imkânını kazandırmalıdır.
Sevgi insandan ayrı bir kısım olmayıp, yaşamın içinde var olan ve genellikle içtenlikli bir karşılıklı ilişki kurmaktan başka bir şey değildir. Sevgi insan yaşamının gerekli kıldığı her türlü ilişki üzerine ışığını da saçacaktır. Bu nedenle eşini sevmekle başlayan sıcak duygunuz yatağınızdan, iş yaşamınıza, tüm konuşmalarınıza kadar yansımalıdır. Bu ışık elbette bazı noktalarda hususi bir yoğunluk gösterebilir. Bu durum insanın ilişkilerinde ki özel bir tutum ya da düzeye bağlıdır.
 Sonuç olarak aşk'ın anlamı birleşme bütünleşme olup özümüzde, Allah Teâlâ’yı bulmanın bilincine ulaşmak demektir. Eşlerin birbirlerini ilahî hikmetin ete kemiğe bürünmüş, bedenleşmiş hali olarak algılamaları ve birbirlerine taparmışçasına manevî bir saygı ve sevgi duymalarıyla  hikmete ulaşacaklarını söyleyebiliriz.
İhramcızâde İsmail Hakkı


YA RABBÎ, ARTIK YETMEZ Mİ?

Kullarını en çok seven ve acıyan Allah Teâlâ’dır. Bütün dertlerin ilacı ancak ondadır. Ancak bizim gibi günahkârların duaları katına ulaşamadığında sevdikleri ile katına yüz sürmeyi de bilenlerdeniz. Vesile aramak sünnettir. Diyarbakır’da orman yangınında şehit olan erlerimizin üzüntüsü yürekleri dağlamaktadır. Milletimiz için duadan başka bir şey yapamayan bizim gibi acizlerin müracaatını Allah Teâlâ sevdikleri yüzüne kabul buyursun inşaallah.
Bu nedenle sizler ile bir kıssa paylaşmak istedim.

[“İstanbul’u kasıp kavuran bir veba salgını olmuştu. Öyle ki günde birkaç yüz kişinin ölümü ile bütün evlere yayılıp mateme boğan bu âfet karşısında ahali toplanıp müşavere ederek Hazretî Pir Aziz Mahmud Hüdayî efendimize müracaat ederler. Hazreti Gavs :
"— Bu gibi ahvale karışmak neşemizle muvafık değildir.” cevabını verirler. Ahali ise :    
"— Böyle bir çaresizlik karşısında ümitle kapınıza geldik. Mahv u perişan olarak gitmekliğimiz şannı ulviyete yaraşırsa dönelim." diye tekrar yalvarırlar. Bunun üzerine Hazreti Pîr efendimiz:
"— Karaca Ahmed mezarlığına gidiniz. —Orada bir yeri tayin buyurarak— filân mevkideki selvi ağacının altında ancak bir hasıra malik üryan bir kimse yatar ve adına Hâsırpûş[22] Dede derler. Ona başvurunuz. Şayet müracaatınız geri çevrilirse tarafımızdan selâm ediniz.”
Hazreti Azizin tarifi üzere oraya giden ahali gerçekten bir şahsın hasıra bürünmüş yatmakta olduğunu görüp meramlarını anlatırlar. O ise hiddet ve şiddet ile gelenleri başından defedip yatmağa devam eder. Kendisi ikaz olunarak Hazreti Pîrin selâmları tebliğ edilmesi üzerine derhal yerinden fırlıyarak selâmı ayakta aldıktan sonra
"— Bugün bir kişinin cenaze namazı da kılınsın da hastalık kesilsin" cevabını verir. Hazreti Pîr efendimizin başkaca emirleri olup olmadığını da sorar. Yok, cevabını veren halk sevinçle evlerine dönerler. O gün sadece bir kişinin ölümünden sonra hastalık birden kesiliverir.][23]
“Ey Allah Teâlâ’m yurdumuz ve milletimiz artık mağdur durumdadır. Hasan ile Hüseyin artık birbiri ile geçinemiyor. Düşmanlar aç kurtlar gibi zayıfladığımız günü beklemektedirler. Onun için hangi veli kulunun gönlü zâtına muhîb ise O’nunla sana yöneliyoruz. Fitnenin bitmesi için lütuf ve ihsanını bizden esirgememeni diliyoruz.” Amin.
İhramcızâde İsmail Hakkı


[1] Not: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir iki yerde geçen ismi ise üçüncü şahıs olarak gelmiştir.
[2] Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîzin Bûsîrî'nin el-Kevâkibu'd-Durriyye fi Mehdi Hayri'l-Beriyye adlı Kasîde-i Bürde (Bür'e) adıyla meşhur olmuş kasidesi üzerine Arapça olarak nazm ettiği tesbî (44. Tesbî)
[3]  يَحْلِفُونَ بِاللهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَالَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوا اِلاَّ اَنْ اَغْنَيهُمُ اللهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهِ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللهُ عَذَابًا اَلِيمًا فِى الدُّنْيَا وَالاَخِرَةِ وَمَالَهُمْ فِى اْلاَرْضِ مِنْ وَلِىٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
“(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.” (Tevbe, 74)
[4]Ahmed, 52; el-Cündî, el-İmâm Ca’fer es- Sadık, 259; Yunus Emre GÖRDÜK, İmâm Ca'fer Es-Sâdık ve Ona İsnâd Edilen İşârî Tefsir İnsan yayınları | 552, birinci baskı, 2011, İstanbul
[5] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 527. Tabresî de benzer ifadeler kullanarak bu konuşmayı nakletmiş, sonunda Cebrail'in:  "Allah, bana 'O elçi güçlüdür, Arş'ın Sahibi katında yücedir' kavliyle övgüde bulununca ben de sana iman ettim" dediğini belirtmiştir" (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan et-Tabresî, Mecme'u'l-Beyân Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1994, VII, 106).
[6] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 528
[7] Yuhanna, Yeni Ahit, Yeni Yaşam Yayınlan, İstanbul 2000, 1: 3.
[8] Yuhanna 1:6-10.
[9] Zuhruf 43/32.
[10] Semerkandî, Bahr’ul Ulum, III, 256.
[11] Zuhruf43/31.
[12] Râzî, Mefatihul Gayb, XXVII, 209.
[13] Bkz:Tahirü'l-Mevlevi'nin"Hallac-ı Mansur'a Dair" Risalesi
[14] Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab
[15] İmam Gazzâli-trc: Naim ERDOĞAN Âlemlerin Sırrı [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1972, 4. Makale
[16] İmam Gazzâli-a.g.e., 4. Makale
[17] Skolastik: Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
[18] İmam Gazzâli-a.g.e., 4. Makale
[19] Muaviye dedi ki;
“ Yüce işleri elde etmek için himmet gösterin! Şüphe yok ki, ben hilâfet ehli değildim. İstedim, çalıştım ve elde ettim..” (İmam Gazzâli-a.g.e., s.154)

[20] Bkz: Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri (bazı kelimeler günümüz Türkçesine çevrilerek verildi.)
[21] Aziz Mahmud HÜDAYİ, Sohbetler, hzl: Sami ARPAGUŞ, 1995, İnsan Yay., İstanbul, 1. Sohbet
[22] Hasıra sarılıp yatan
[23] Kaynak:
Mehmet Gülsen, Küllîyât-ı Hazret-i Hüdâyî, s, 12-13
Kutb-uI Arifîn  Seyyid AZİZ MAHMUD HÜDAYÎ (K.S.), hzl: Kemalettin ŞENOCAK, İstanbul, 1970, s.21-22


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar