Yazılmışlar 1
RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME SALÂVAT GETİRMEDE ERİNGEÇ MÜSLÜMANLAR İÇİN UYARI MAHİYETİNDE
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ismi veya O’nun hakkında müstear bir ifade
geçtiğinde kısaltma yapılmasının hatalı olduğunu hatırlatmak için bu yazılar
tekrar edildi.
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme, namazların teşehhüdünde ve başka yerlerde salât
getirmek meşrudur. Bu durum, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adı, bir
kitaba, mektuba, makale vb. şeye yazılırken de gerçekleşir. Meşru olan,
Allah Teâlâ’nın bize emrettiğini gerçekleştirmek için salât’ın tam
yazılmasıdır. Okuyucu, görünce onu hatırlamalıdır. Salâtın (s.)—(s.a.s.)—(a.s.)
gibi kısaltılarak yazılması uygun değil ve hatalıdır. Bunda yüce Allah
Teâlâ’nın “Ona salât getirin ve samimi bir şekilde selâm edin”
emrine aykırı davranıştır.
Mesela,
Osmanlıcada besmele için به yazılmıştır. Bu Arapçada “O’nun ismiyle”
diye bir mana ifade eder.
“İbnu’s-Salâh
“Mukadimetu ibni’s-Salâh” diye bilinen “Ulûmu’l-hadis”te şöyle der:
“Anıldığında,
“Allah Teâlâ’nın Rasulü’ne salât ve selâm olsun” diye yazmaya
dikkat etmesi ve tekrar tekrar yazmaktan usanmaması. Çünkü bu, hadis
öğrencilerinin peşinen elde ettikleri kazançların en büyüklerindendir. Bunu
ihmal eden, büyük bir kısmetten mahrum olur.
Bununla
ilgili bazı salih rüyalar da vardır.
İbnu’s-Salah
şöyle der: Yazarken şu husustan sakınmalıdır. “Ve sellem= selâm etsin”i
yazmamak suretiyle, onu eksik olarak yazması, Hamza el-Kınanî şunu anlattı:
Hadisi yazıyordum. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adı geçtiğinde
kısaltmak için “ve sellem”i yazmıyordum. Rüyamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi gördüm. Bana:
“Niçin
bana salâtı tamamlamıyorsun?”
dedi. Ondan sonra “Ve sellem”siz hadis yazmadım.
İbnu’s-Salâh
şunu ilave etti: “Aleyhi’s-Selâm” yazılması mekruhtur. Allâme es-Sehâvî,
Fethu’l-muğhis Şerhu Elfiyyeti’l-hadîs li’l-Irâkî adlı kitabında şöyle der:
Ey yazıcı!
“Allah Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ve selâm olsun”u yazarken kısaltma yoluna
gitmekten sakın.”
Es-Suyûtî
de Tedribur-râvî fî şerhi Takrîbi’n-Nevâvî adlı kitabında şöyle der: “Salât
ve selâmı yazarken kısaltma yapmak mekruhtur. Tam yazılmalıdır.” Her
erkek ve kadın müminin görevi, her zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme salât ve selâm getirmeye devam etmek, en iyiyi, ecir ve sevabı artıranı
istemek, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti üzerindeki
en önemli haklarından olan bu gibi şeylerde, şeytanı ve onun aldatma ve
küçümsemesini bırakmaktır.” (Yahyâ B. Mûsâ Ez-Zehrânî, Peygamberimiz
Sallallahu aleyhi ve sellemin Ümmeti Üzerindeki Hakkı, s. 22)
Yazmak konusunda
bu derece bir incelik olduğuna göre kelâmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin adını anmakta çok daha dikkatli
olunmasının gereği açığa çıkar.
Necip
Fazıl KISAKÜREK rahmetullâhi aleyh “O ve BEN” isimli eserinde bu konuyla ilgili
olarak şöyle demektedir.
HAS İSİM
Varlığın Tâcına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:
—
Yâ
(M.... !)
Noktalı yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes
isme, nida siygasıyla hitap ediyordum.
«— Onu çıkar oradan, buyurdular; Allah’ın Resûlüne, hâs ismiyle ve nida
siygasıyla hitap olunmaz.
—
Niçin
efendim?
«— Hayâ meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgilisine, hâs ismiyle
nida ederek hitap etmedi.»
Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği
sır...
—
Kur'ânın
hiç bir yerinde böyle bir hitap yok mu?
Kısa ve sert:
«— Hiç bir yerinde!..»
Gerçekten «de
ki» mânasına «gûl» kelimesiyle başlayan birçok âyette, bu hitaptan
sonra isim gelmediği, gözümün önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok
tefsircinin «de ki yâ M !» diye
kullandıkları klişelerdeki kabalık içimi burkuttu.[1]
Yine bazı
kimselerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme adını anmadan “aleyhissalâtü
vesselam” olarak söyledikleri saygı ifadesinin (?) Allah Teâlâ’nın emir
buyurduğu salavât cihetinden bir manası olmadığı ve içeriği çok dolu olmayan
bir terkip olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir.
Salavât konusunda
son söz Araplar ve Arapça diline vakıf olanlardır. Geçmiş zaman ve yeni
literatürde araştırma yapıldığında bu durumun açık olarak görüleceğini beyan
ederiz.
Ümmeti olarak
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şanlı ve yüce zatından özür
diliyoruz.
Yâ Rasûlullâh!
Cahilliğimizi
bağışla ki, Allah Teâlâ’da bizlerden razı olsun.
Âmin.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
BİZ O’NU ÖYLE SEVERİZ Kİ, SADECE İLAH DEMEYİZ
1-Necip Fazıl KISAKÜREK (rahmetullah aleyh) dedi ki;
“Biz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi öyle sever ve meth ederiz
ki, bir Allah demeyiz.”
2-Niyâzî-i
Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz buyurdu ki;
Muhammed
bütün yaratılmışların en hayırlısıdır,
Susuz
gelenlere kanacakları kadar ikram eder,
Sapmalarından
sonra insanlara doğru yolu gösterendir,
Şaşırdıklarında
onların yardımcısı ve kurtarıcısıdır,
Eğer
öldükten sonra övülecek bir şey bırakmak dilersen,
Vazgeç
Hıristiyanların nebilerine dair söylediklerinden
3- “Bir seferinde imam Ca’fer
es-Sâdık aleyhisselâm ve Ebû Hanîfe beraber yemek yiyorlardı. İmam Ca'fer
sofradan çekilirken Allah Teâlâ'ya harad ederek,
“Allah Teâlâ’m bu nimet Sen'den ve Senin Resûlündendir” dedi, Ebû Hanîfe,
"Allah Teâlâ'ya ortak mı koşuyorsun!?" deyince, İmam Ca'fer aleyhisselâm,
"Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de " Sırf Allah ve Resûlü
kendi lütuflarından onları zenginleştirdi….” demiyor mu?"[3] dedi.
Daha sonra Ebû Hanîfe (rahmetullah aleyh), "Sanki ben bu ayeti
hiç okumamış ancak İmam Ca'fer orada söylediği zaman işitmiş gibiydim”
derdi. [4]
4- Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki;
“Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
hanedanını bilmek, cehennemden kurtulmaktır. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) hanedanını sevmek, sırat köprüsünden geçmeye vesiledir. Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem) hanedanına yardım etmek ise azaptan emin
olmaktır.”
Ey Allah´ım, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehli beytini de severiz. Şu sözüne iman
etmişizdir. “Gerçekten Fatıma (radiyallahü anha) kamil olarak iffetini
korudu ve bu yüzden Allah Teâlâ onu ve evlatlarını, cennete dahil etti.”
“Rabb´im; ehl-i beytimden, sülâlemden
birliğine iman edip ve Benim rasüllüğümü kabul edene azap etmeyeceğini, vaat
etti”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i
beytinden ve sülalesinden cehenneme kimse girmeyecektir. Çünkü her yönden
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem korunmuştur. Leke olacak bir şeyin
meydana gelmesi O´nun hakkında düşünülemez. Soyun temiz ve imanlı olması
gerekli bir hakikattir.
Ahiret günü cehennemin hizmetkârları
“Âlemlere rahmet ve nur olarak gönderilen
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in ümmetinden, şer sahibi olarak hiç
birinin ateşe girmediğini görmekteyiz” diyecekler.
Allah Teâlâ O´nun ehlini ve ümmetini dünya ve
ahirette temiz kılmıştır. Ahirette O´nun ümmetinden hiç kimse cehennemde
kalmayacaktır.
Ehl-i beyt adı, O´na tabi olan ve iman eden
bütün ümmetine de verilmiştir.
Ayrıca Âdem aleyhisselâmdan insanlığın son
ferdine kadar tüm âlem Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in ümmeti olmuştur. İnsanlığın hepsi Ehl-i beytin bereketine ve
şefaatine nail olmuştur.
Çünkü
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi) kendi nefsi için “Ben
ümmetimin Efendisiyim” dememiş, “Ben bütün insanların
Efendisiyim” buyurmuşlardır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “İnsan
bir şeyi severse daima onu yâd eder” “Allah Teâlâ herkesi sevdiği taife ile
haşreder” buyurdular.
Nesep ve sebep bakımından, yani kan ve nikâh
bakımından olan akrabalığın kıyamette faydası yoktur. Ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem akrabası bundan müstesnadır. Biliyoruz ki bütün
insanlık O´nun Ehl-i Beyti´dir.
Üzerimizde bulduğumuz bütün nimetleri O’nunla
bulduğumuzu bilir ve iman ederiz. Ne kadar günahkâr olsak dahi O’nunla sevinir
ve O’nunla üzülür ve bu iman ile haşredileceğimizi biliriz. Bu halimiz taklit
içermeyen bir hakikattir.
Ey Allah Teâlâ’m, bizi onların sırlarının hakikatine
eriştirmeni, marifet basamaklarında yükselerek hakikatleri anlama imkânını
lütfeylemeni niyaz ediyoruz.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ, MÜSLÜMANLAR NİYE KISKANIYOR?
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi bir şekilde tenkit etmek, O’nu şirk babında Allah
Teâlâ’ya rakip görmek günümüzde moda oldu.
O’nun yüce şahsiyetini görmemek.
Görmemek
ne kelime, O’nu müsteşrik edasıyla
dinden silip atmak bir vazife addediliyor?
Ne
oldu bu Müslümanlara!
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme karşı olmak yoksa dinden dönmenin başka bir şekli
mi?
Gün
geçtikçe adı Müslüman, kendi de Müslüman
(!), fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme düşman kişiler artıyor ve
eksilmiyor.
Neden?
Diyebilirsiniz,
hayır öyle bir şey yoktur.
Var
Efendim var!
Onların
işine bak; kulluğuna bak; cemaatine bak, liderine bak; hocasına bak; şeyhine
bak ; dergisine bak, …
Baktıkça
bakın …hiçbirinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme dair az da olsa “minnet babından” duyulan bir söz
ve halleri var mı ?
Yoktur.
Bazılarında
da, Kur’ân-ı Kerim dillerine dolanmış duruyor.
Ne
oldu?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nerede?
Niçin
peygambere karşı hased edici oldu bu
Müslümanlar?
Tabi ki sebebi var.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “kulluğun” simgesi.
Tanrı olmak varken kul olmak kimin neyine..
Uçmak
varken, kaçmak varken, gökler varken, sefahat varken; yerlerde durup, kulluk
etmek, malını mülkünü paylaşmak, namaz
kılmak, insanların çilelerine talip olmak;
Kimin
neyine.
Onlara
ulaşmak için, Fenâ’ya çıkarsın, bekâya varırsın, o da yetmez, nasıl olsa
peygamber gelmeyecek ya;
Yeri
gelir Mehdi, yeri gelir İsâ olduklarını kabul etmeye mecbur olursun.
İşin
garibi günümüzde “şeytan tatile çıktı diyorlar”dı da inanmazdım. Meğer doğru imiş.
Şeytan
bu günlerde istirahat ediyor.
İşin
latifesi bir yana biz nerede hata yapıyoruz?
Cevabı
yukarıda söylediğimiz gibi kimse “KUL” olmaya yanaşmıyor.
Kulluk zor iştir.
Melek olsan bile kulluk zor iştir.
Cebrail aleyhisselâm meleklerin peygamberi iken Azâzil’in düştüğü
durumlardan her zaman rahatsız olmuş ve sıkıntısını içinde hissetmiştir. Öyleki
Kur’ân-ı Kerim’i indirdiği güne kadar kendini emniyette hissetmeyip, âlemlere
rahmet olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile ancak huzura
kavuşabilmiştir.
Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Cebrail'e:
"Yüce Allah, 'seni âlemlere rahmet için
gönderdim' (Enbiya 107) buyuruyor. Bu rahmetten sen de istifade ettin mi?"
demiş. O da:
"Evet, akıbetimden korkuyordum. Allah,
bana: 'O elçi güçlüdür, Arş'ın Sahibi katında yücedir. Orada (kendisine) itaat
edilen ve güvenilendir' (Tekvîr 81/20-21) şeklinde övgüde bulunduğu için sana
iman ettim, demiş."[5]
İsmail Hakkı Bursevî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer vermiştir:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine alan, cami', gaybî, ilmî, aynî,
vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm kayıtları kuşatan, ruhlar ve
cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili âlemleri de içine alan bir rahmettir...
Ey akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce
Allah Teâlâ bize şunu haber vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
selleminin nuru, Allah'ın ilk önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı
nurunun bir bölümünden Arş'tan toprağa kadar yaratmıştır...” [6]
Yine tahrif edilen Yuhanna İncil'inde
Hz. İsâ aleyhisselâm için söyleniyor denilse de "Sen
olmasaydın felekleri yaratmazdım" müjdesine kavuşmuş Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta
yarar görmekteyiz:
"...O, hep dünyadaydı, dünya O'nun
aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu (gerçeğiyle) tanımadı..."[8]
Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık ve
hased duygusu insanın fıtratından doğmaktadır. Bu duyguların imanî çerçevedeki
durumu terbiye ile alakalıdır. Bu nedenle Müslüman olması kişiyi bu huylardan
uzak tutmaz. Yine Allah Teâlâ buyurdu ki;
Ebu’l Leys Semerkandî, buradaki ifadeyi
açıklarken "risâlet ve nübüvvetin anahtarları onların ellerinde mi ki
onları diledikleri yere koyuyorlar? Risâlete, kullarımızdan dilediğimizi ancak
biz seçeriz" demiştir.[10]
Fahreddin Râzî, buradaki rahmet kelimesini
izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette müşriklerin "Kur'ân, iki
şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"[11]
şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak indirildiğini, dolayısıyla onların
peygamber olarak bekledikleri kişilerin de Mekke'den Velîd b. Muğîre Tâif’ten
de 'Urve b. Mes'ûd es-Sakafî olduğu ancak bu kişilerin Allah Teâlâ için
bir mana ifade etmediğidir..[12]
Allah Teâlâ Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu seçimde hata arayanlar dikkat
etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün Hallac-ı Mansur’un akıbetine
uğrayacağını bilmelidirler. (Aman Ya Rabbî!)
Aşağıdaki alıntılar ile Müslümanların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem hakkında dikkatli olmaları edep ve tazimde durumlarının ne olması
gerektiğini anlamalıdırlar.
Mevlana Cami kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Nefehat'ında " Hallac ne için i'dam edilmişdi?” konusunda bir rivayeti şu şekilde aktarıyor.
'Bir gün Hallâc'ın kalbinden şöyle bir hâtıra
geçti ki, Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, mi'râc esnasında “niçin
yalnız mü'minlerin affını diledi de bütün insanların affını dilemedi?”
O anda rûh-ı Nebî mütecessid (zahiren bedene
bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve
"Bizim kalplerimiz Allah Teâlâ'nın ilham
mahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle hareket ederiz. Eğer bütün
insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı öyle istirham ederdim" buyurdu.
Bunun üzerine Hallaç, hata etmiş olduğunu anladı ve özür dilemek üzere
başından sarığını çıkarıp tezellül (aşağılanma- özür) tavrı aldı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz;
"Sarığını çıkarmak kâfî değil, benim
rızâmı kazanmak için başını da vermelisin" buyurdu.
Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi. Onun için dâr üzerinde bulunduğu sırada,
Durumun inceliğini fark etmek gerektiğini daha
iyi anlamış bulunmaktayız.
Fatih’in Hocası Hz. Akşemseddin,
evliyaullahdan bu duruma düşmüşler
hakkında buyurdu ki:
Evliyadan bazıları zahir güzelliğe nazar
etmezler, daima o mübarek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü
Evliyaullahın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları
gerekir ki Hakk’ın inayeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a
âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden müşahede edilmez.
Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de
budur. Baksana, dünya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mecnun gibi
Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların
sultanıdır.
Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün
nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister
başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı
Ruh-ı Muhammedinin nurudur). O, zattan feyizlenir.
Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı
hayran olmak bedî'i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır.
Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o
makamda zât'ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler.
Zira, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesinden kendilerini helak ederler.
Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı
Muhammediye'ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin ruhundan edep etmezler.
(Böyle hallerde) Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şüheda
mertebelerini bulurlar. [14]
Hulasa; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin hakkında ileri geri konuşanlar
ve O’ndan başkasının peşine gidenlerin akibetlerinin perişan olma ihtimali
içinde olabileceğini hatırlatmak gerekir.Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi incitmekten Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
HZ. ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE’NİN İLK HALİFE OLAMAMA SIRRI
Allah Teâlâ’nın işlerindeki hikmeti anlayabilmek çok zaman almaktadır.
Öyle ki olaylar zincirine bakılınca “neden” ve “nasıl” sorusunu
haiz çok cümleler bulunursa da ilim ve irfan arttıkça bu sorular azalır gider.
Mesela; Müslümanların “ilk halife seçimi” konusunda polemikler çoktur ve
farklı mezhep ve meşreplerin oluşmasına tevlid etmiştir. Bu nedenle hayatımız
içinde siyasî meselelerin çözümleri hakkında ekstern uçların bir tarafında
olmaktan hiç kimse hâli olmadığı veçhile manzarayı umumide Allah Teâlâ’nın
adalet sıfatını nasıl tecelli ettirdiğini görmekte çok zor olmaktadır.
Muhyiddin İbn’ül Arâbi kaddesellâhü sırrahu’l azîz dört halifenin
arasındaki meseleyi kaderî ömür bazında çözmüştür. Halifelerin hayatlarındaki
uzunluğun etkisinden bahsetmiştir. İmam Gazzâli rahmetullahi aleyhin çözümü ise
aklî ve naklî çözümde bir harikadır. Çünkü aklın bir meselede ki gücü zannî ve
keşfî tevillerden daha fazla müstaid ve muvafık olmaktadır. “Sırr’ül Âlemin”
isimli eserinde buyurdu ki;
[“EĞER ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE HALİFELERİN İLKİ OLSAYDI UMULAN SEMEREYİ
VERMEZDİ. SONRA ONUN DÖRDÜNCÜ OLMASI ŞEREFİNE BİR HALELLİK GETİRMEZ. ÇÜNKÜ
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMDE PEYGAMBERLERİN SONUNCUSUDUR.”] (s.24) [15]
Hilmi Oflaz, bir mesele hakkında genellikle şunu derdi; “Ne oldu ise
iyi oldu”; demek ki Müslümanların ilk düştükleri siyasî meselede zuhur eden
olaylar, hayra müstenit olmuştur. Nübüvvetin nihayetinde başlayan “halifelik
kurumu” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleminde işaretiyle 30 yıl içinde
neticelenmiş, sonra mülk ve saltanat İslâm Devletinin yönetim şekli olmuştur.
Daha sonraki dönemlerde geçen “halifelik ünvânı” resmiyet ve politik
içerikli mansıp olmadan kendini kurtaramadığını zaman göstermiştir.
[“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası Hz. Abbas’a söylediği şu mucizesi de
akıllara durgunluk vermektedir:
«Ey kırk
kralın babası!» bakınız (Mulûk) demiştir de (Halife) dememiştir.. (Bununda
derin ve gayet ince bir anlamı olsa gerek.)] (s.28)” [16]
Diğer halifeleri de bu söze kıyas edebiliriz.
Günümüz için bu konudan çıkarılacak sonuçta, halifeliğin seçimindeki evveliyet
ve ahiriyyet üzerine yapılan yorumlarda haddi aşmanın verdiği sıkıntıdan
nasıl kurtulmak gerektiğidir. Eğer halifelik meselesi bilinen üzere değil de
tersi minvalde olsaydı, muhakkak ki İslâm’ın kaderinde bir Hristiyanlaşma
içeriğinin galip olacağını ve bazı önemli meselelerin nasıl hal olacağı
bilemeyeceğimizi düşünmekteyiz. Mesela İmamı Âzam rahmetullahi aleyh diyor ki,
“Eğer müminlerin emiri Hz. Ali kerremallâhü vechenin izlediği tavır
olmasaydı Muaviye, Amr b. As, Ebu Mûsa el-Eşarî gibi kebîre (büyük günah)
sahiplerinin durumlarını bilemezdik.” (bk. Kadı Abdülcebbâr; Şerhul-Hamse, Kahire, 1965,
s. 138)
Yine bir misal olarak Şiilerin düştüğü gibi Ehl-i Beyt’ten aktarılan
bazı gizli bilgilerin olduğu varsayımları (Cifr) ve olmazsa olmazları olan
Mehdi beklentisi ile karışık durağanlaşan skolastik [17] bir düşünce içine
çekilme olması kaçınılmaz olacaktı. Teolojide önderlerin ve sabıkların etkisi
ister istemez olduğundan Allah Teâlâ bu konuda “Muhammed Ümmeti”ne açık
kapılar bırakmak istediğini aşikâr olarak görmekteyiz. Tarihte hak etmediği
halde acılar çekilmiş olsa da, İslâm Milleti ileriye dönük hep bir rahmetin
içine gark oldu ki dünyaya hükmeden imparatorluklar ve devletler kurdular.
Mesela, “Sırr’ül Âlemin” isimli eserde Gazzâli buyurdu ki;
[Ebû Haizm’in rivayet ettiği bir hadiste sabit olmuştur:
« Ahirette görülecek dâvaların ilki, Hz. Ali (kerremallâhü veche) ile
Muaviye dâvasıdır: Allah Teâlâ, Hz. Ali’nin doğruluğuna hükmedecek, diğerleri
ise Allah Teâlâ’nın dileğine kalacaktır..»
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Ammar bin Yasir’e demiştir ki:
«Seni, azgın bir cemaat öldürecek, İmam’ın (İslâm Liderinin) azgın ve
zalim olması katiyen doğru olamaz.»
Geçmiş
meseleler hakkında kaderî bakışı “beşerî” yönden değil “hakikat” penceresinden
bakarsak, şunu görürüz ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ehl-i
beytinin fedakârlıkları ve acıları ile biz Müslümanlar dinî ver içtimaî yönden
muhafazaya alındığımızdır. Burada bize düşen eski olayların değiştirilme
imkânımızın olmadığını bilmek yanında, herkesin de hak açısından aynı sevgiyi
beslemeye mecbur olmadığını söylemek gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi ve ehl-i beyt sevgisini diğer sevgilerden üstün tutmak üzerimize
borçtur. Fakat bu sevgide diğer insanlara karşı zafiyet gösterenlere karşı
düşmanlık oluşturacak bir duruma girmekte vebale sebep olmak gibi bir şeydir. Hz.
Ali kerremallâhü veçheyi sevdiğimiz gibi, Muaviye’yi aynı derecede sevmeye
kimse mecbur değildir. Muaviye’nin dünyalık saltanat için gösterdiği
gayretleri de “sahabe statüsü” içerinde takdir etmeninde bir gereği de
yoktur.[19] Ancak bu mevzuların temcid pilavı gibi
sürekli gün yüzüne çıkarıp “Ciğerdelen” olmakta fesat ve fitneye sebep
olmaktan öteye gitmemektedir. TV gibi kime hitap ettiği meçhul olan umûmî
kanalizasyonlarda bu konuları halka anlatanların samimiyetinden şüphe
ettiğimizi söylemek mecburiyetindeyiz. İslâm devam ediyor ve edecektir.
Muhakkak Allah Teâlâ kişilerin hak ettiğini hem bu dünyada ve hem de ahirette
ödeyecektir. Bu gerçek bir hakikattir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
Hakk’a yürüyüşünde Hz. Ebû Bekir radiyallâhü anh mescide geldi;
"Ey insanlar! Kim Muhammed'e (sallallâhü aleyhi ve sellem) tapıyorsa
bilsin ki Muhammed öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah, Bâkî'dir,
ölmez." dedi. Sonra o, şu âyetleri okudu:
"Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce nice resuller gelip
geçmiştir. O ölür yahut katlolunursa sizler geri mi döneceksiniz? Kim geri
dönerse O'na (Allah'a) bir zarar vermez. Allah ise, İslâm hizmetine şükrü
yerine getirenlere mükâfat verecektir." (Âl-i İmrân, 144)
Hulasâ
günümüzde İslâm’ı protestanlaştırmaya çalışan reformistlere, diyalogculara,
kalvanistlere, panteist tasavvufculara, Bahailere, sahte mehdilere vb. karşı
mücadele dinin takviyesi gerekirken, mezhep meseleleri haline gelmiş bu tür
konuları müsteşrik ağızlı gibi konuşmalardan bir fayda hâsıl olmamaktadır.
Neticede “Ne oldu ise iyi oldu” diyerek geleceğe yönelip İslâm’ın intişarı için
gayret göstererek maddî ve mânevî fedakârlıklar üzerine olmak gerekmektedir.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
HZ. ALİ Kerremallâhü Veche İLK HALİFE NEDEN OLMADI!
Bu
konuda Allah Teâlâ’nın kaderi hikmetlerinden en başta gelen husus şu olabilir
ki:
Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimiz ilk
halife olsaydı, onun vasfı , kahramanlıkları ve İslâm’a olan hizmetleri
nedeniyle, güneş nasıl parlayıp “benim ashabım yıldızlar gibidir”
hükmünde olan bütün sahabe-i kirâm efendilerimizi söndürüp, tarih içinde
kaybolmalarına, adlarının dahi unutulmasına sebep olabilirdi. Dikkat ederseniz
bütün meşhur sahabelerin ismi, olumlu veya olumsuz hep Ehl-i Beyt ile
anılıyordur. İlişkide olmayanların adı pek hatırlanmaz bile.
Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ve Ehl-i Beyt için vefasızlık olmadığından, kaderî planda fedâkârene
davranmayı tercih buyurdular..
Allah Teâlâ, ahirette Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme ve Ehl-i Beyte “kıyamet günü bütün nesepler ve hısımlıklar
kesilecektir ama benim nesebim ve hısımlığım hariç” hükmünü
yazmıştır. Bu nimet Ehl-i Beyt’in İslâm’a kurban olmalarına ve kendilerini feda
etmelerine neden olmuştur. Çektikleri bütün sıkıntılar karşısında zerre kadar
sarsılmadılar. Bunun yanında Allah Teâlâ’ya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme ve İslâm’a hizmet edenlerin taltife/mükafata ulaşmalarına engel
olmadılar.
Allah Teâlâ’nın yanında en değerli kul
oldukları gibi kurban da oldular.
Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ve Ehl-i Beyt’in şefaatine ve muhabbetine cümlemizi dahil eylesin.
Kişi sevdiğiyle beraberdir.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
HELAKE SEBEP OLAN MUTLU AZINLIK
Toplumu
ayakta tutan ve korunması gereken, değer ve yargılarıdır. Ancak tarih boyunca sürekli
toplumun içindeki küçük mutlu azınlık, değerleri tahrip ederek oynamaktan
çekinmemişlerdir. Günümüzde ise değer yargılarını değiştirmede
yeni ihtiyaçlar üretilmiş ve hayat tatil, karnavala dönüşen bir tarz halini
başlamıştır. Bozulan hayat tarzının temelini de çıplaklık oluşturmaktadır.
Mutlu azınlığın cinneti o dereceye varmıştır ki, giyinmeyi dahi suç olarak
görmüş ve her şekilde insanlara hedef göstermektedir.
Mutlu
azınlık,
hayata yansıttığı ilişkileriyle, yanlış örnekleri dayatırken hedefleri de özel
olarak fert ve sonucuyla cemiyettir.
Mutlu
azınlık, insani değerleri içi boş efsaneler olarak topluma dayatır; insanı,
insanlıktan uzaklaştırmak; insanın, insan dünyasındaki "İnsan
efsanesini" yıkarak, "hayvan
insanı" "mutlu etmek" çabasına girerler ki, bu, oluş
gereği imkânsız bir durumdur.
Yozlaşmış
ahlaklarıyla ortaya koydukları yaşama biçiminin, medeniyet görüşü olması için
sürekli reklamını yapmaktadırlar. Her yeni ve çarpık ilişki, mutlu azınlığın
populitesini artırmada önemli etken oluşu sürekli gündeme getirilmesi de
gayretleri arasındadır. Aslında mutlu azınlığın değerleri yok sayan bir
anlayışı sonunda geçici hazların dayanılmaz anaforunda yok olmaya doğru
gitmektedir. Saygınlığını kaybetmiş hayat tarzları, sürekli tekrarlarla toplumun
en aktif kesimi olan gençleri etkilemekte ve kendi dünyalarının hizmetçileri
olma gayretini esirgemezler.
Mutlu
azınlık insanın ve toplumun bozulmasını istemektedir. Çünkü kendileri
bozuktur. Korkak ve ahlak fukarası olan bu azınlık, ancak bireyleri bozulmuş,
dolayısıyla birey olmaktan çıkıp sürü olmuş toplumda huzur içinde
olabileceklerini sonucuna ulaşmıştırlar. Bu nesillerle geleceğini
mutluluklarını garantiye almaya çalışırlar. Ülkenin bağımsızlığını,
uluslararası meyhaneler, beş yıldızlı kumarhaneler, dev eğlence merkezleri,
yaygın fuhuş ve uyuşturucuyla betimlemek isterler.
Mutlu
azınlık amaçlarına ulaşmak için güçlerini medyayı kullanmaktan çekinmezler.
Bunun en başında geleni televizyondur.
Televizyon;
sosyal alışkanlıkları, kültürel yapıyı, hayat tarzlarını, eşya ve hadiseleri
algılayış tarzlarını, duygu ve düşünce biçimlerini, davranış kalıplarını,
tavırları, tutumları, anlayışları, kararları, zevkleri, ahlaki değerleri,
ihtiyaçlarımızı, örf ve adetleri, aile içi ilişkileri ve daha sayısız alanı
biçimlendirmeğe tam teşebbüs etmiş bir suç aletine dönüştürmüşlerdir. Bu sayede
ahlaksız fiilleri halka yayıldıkça ve elit tabakalarda bir hayat tarzı,
serbestiyetini daha da artırmaktadır.
Mutlu
azınlığın bilinçli sanayisi ve kültür endüstrisi kapitalist anlayışıyla dünyayı
bir pazar olarak görür.. Mutlu azınlığın kontrolünde olan kitle iletişim
araçları onların sanayileridir... Ürettikleri ve yaydıkları bilgi ve haberler
bir birer art niyet ürünü olma yanında bir ekonomik hedefe yöneliktir. Bu
sayede kurdukları tüketim malzemelerini satarlar. Bu sayede ikinci bir
sömürmenin payı elde ederler. Ahlaklarını çökerttiği toplumun cebindeki küçücük
sermayelerine göz dikmekten zevk dahi alırlar. Bu sayede toplumda iletişim
araçlarının etkisiyle gereksiz ve aşırı tüketme isteği, gelecek korkusu,
bireycilik, hayatın anlamsızlaşması ve yabancılaşma gibi bir takım
sorunlar ortaya çıkmasına sebep olurlar.
Mutlu
azınlığın kontrolünde tuttuğu değerlerin sürekli değişimi, aşınması ve
işlevlerini kaybetmesi, belirgindir. Onlar sömürgecidir ve sömürüsünün devamını,
halkın kültürünü tamamen değişikliğe uğratmakta olduğunu görmektedir.
İstekleri “bilinmeyen” ya da “kayıp
nesil (generation X)”lardan oluşan toplum
istemektedirler.
“Kayıp Nesil”
“Hiçbir değer yargısına sahip olmayan,
Hiçbir kuruma, kişiye, kavrama, ideye karşı sorumluluk duymayan,
Her şeye sahip olma hakkını kendinde gören,
Hiçbir şeye gerçekte sahip olmadığı için her şeyi bir anda kaybetmeye
hazır olan,
Ne istediğini, ne istemediğini, neden isteyip istemediğini bilmeyen,
güdüleriyle ve dürtüleriyle yaşayan,
Uyuşturucuya ve bağımlılığa yatkın olan,
Sınırsız bir tüketici ve kullanıcı özelliği sergileyen,
Birlikte yaşadıklarını kendine 'mecbur' sayan, kendini kimseye 'mecbur'
saymayan,
Hayatı intihar ve intikam çizgisinde yaşayan, günlük ve anlık yaşayan,
Ahlaka
karşı duyarsız, sorumsuz, kendine karşı asla güveni olmayan" lardır.
İnsanların
özgürce düşündüğü duyguları, iletişimle kavuştuğu duyumlarla kontrol edilmediği
takdirde, dumura uğrayıp olmayan yöne çekilir. Çünkü edimlenen bir davranış
veya eğilimin kitle tarafından benimsendiği söyleniyorsa, bu davranışın veya
eğilimin sağduyuya en uygun seçenek olduğu iddia edilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Ancak bu değişimin birdenbire olması düşünülmez.
Değişmenin
merhaleleri vardır.
İmam
Gazali rahmetüllâh-i aleyh bu zihniyet değişmesinin aşamalarını
şöyle sıralar:
“Yemleme,
Avlama,
Alıştırma,
Şüpheye
Düşürme,
Boşlukta
Bırakma,
Bağlama,
Hile
Yapma,
Kafasını
Karıştırma,
Ayırma,
Soyma.”
Yoksulluğun
arttığı bir toplumda, mutlu bir azınlık varsa, bu onların egemenliğinin
olduğunu açığa çıkarır. Eğer zenginlik büyük bir kısmın paylaşamadığı ve bir
azınlık elinde tutuluyorsa, bu bir yanlışın habercisidir. Mutlu azınlık hayatı
kendi kendini yetiştirmiş kimseler olarak değil, kendini düzenine
uydurmuş kimseler olarak guruplaşıp, kuşaktan kuşağa sürdürülmesi gereken bir
miras gibi algılar. Bu mirası da, kendi aralarında ve belli ailelerce devam
edecektir. Bu arada ezilen sınıflar daha fakirleşerek köleleşme ve düşüncesiz
toplum durumuna düşürülmesi onlar için bir mana ifade etmeyecektir. Bu şekilde
ayrışan toplumda ezilenler, sömürenler sınıfları oluşacaktır. İşin kötü tarafı
ise ezilenler kendilerini ayağa kaldıracak gücü bulma yetisine ancak kaosla ele
geçirmeye sonucuna ulaşmalarıdır. Bu ise yıkımını erkene almış sosyal
toplumdan çıkmış “farklılaşan toplum”dur.
Allah
Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
YA RABBİ MUTLU AZINLIK YÜZÜNDEN BİZİ HELAK Mİ EDECEK MİSİN?
Din
temelini insanları koruyan bir ilâhî merhametten ilham almaktadır. Bu, topluma
sosyal adalet esaslarına göre yeni bir nizam vermek yanında ziyade, kudret
elinde olanların yardıma davet edildiği bir şekildedir.
İslâmiyet’te,
sosyal dengenin korunması için uyarıları ve tavsiyeleri şu şeklindedir.
Şımarmamak,
Azmamak,
Zekât
Vermek,
Sadaka
Vermek,
Yoksulları
ve öksüzleri korumak.
İstenilen
bu fillerin temelinde insan vardır. Bu tavsiyelerin yanında tehditlerinde
olduğunu unutmamız gerekir. Bahsedilen içtimâi ahlak kaideleri ihlal
edildiğinde acıklı bir durumu da Allah Teâlâ haber verirken ilişkilerde oluşan
dengesizliğin dünyada karşılıksız kalmayacağı ve sosyal hayatımızın başıboş
şekilde olmayacağını hatırlatılmıştır.
“Aranızdan
yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının
şiddetli olduğunu bilin.” (Enfal, 25)
Ayetin
açıklamasını Elmalılı Hamdi Yazır rahmetüllâh-i aleyh şu şekilde açıklar.
“Yalnız
işleri yerinden oynatıp bozanlara mahsus bir musibet olmakla kalmaz, belki
umumîleşir, size de kapsamına alır. Bazı günahlar vardır ki zararı umumi olur.
Sebeb olacağı fitne ve ihtilâl, celb edeceği mihnet ve musibet yalnız o günahı
yapan, işi yerinden oynatan ve bu suretle kendine ve başkasına zulmetmiş olan
zalimlere mahsus kalmaz da kurunun yanında yaşı da yakar.
Meselâ
kötü şeyleri aleni işlemek, Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları ile alay etmek,
akideyi bozmak, kelimeleri manasından ayırmak, cihadda gevşeklik bu türdendir. Bir
şahsın hatası bir orduyu batırabilir.
Hadisi
şerifte geldiği üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem fenalıklar
karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad,
şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin
varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı
önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
"Allah'ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk
eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile,
yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin
alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar,
su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız
ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin
dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
"Yâhu ne yapıyorsunuz?" diye sorunca alttakiler:
"Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya
muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde
edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem
kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte
serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk
ederler."
Fakat
dikkat edilmek lâzım gelir ki gemiyi delmeğe kalkanı menedelim derken karmaşa
ile dengeyi bozup geminin devrilmesine de sebebiyet vermemelidir. Evvelâ farzı
kıfayenin ifasını deruhde ederek farzı ayn gibi icra edecek kaptan ve maiyyeti
gibi Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını anlatan biri olarak bulunmak, saniyen
herkes kendi nefsini muhasebe etmek, cereyan eden umumî işlerden gaflet
etmeyerek umumi mürakabeyle dikkat ve intizam ve güzel ahlâk ile devam ederek
bu suretle umumî cezadan korunmak lâzımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde
Allah ve Resulü için itaat ve icâbeti bağlanarak ve fitne vakı olmaması için
kendine ve cemaatine dikkat ile gafletten kaçınmasına bağlıdır.
Bundan
anlaşılır ki umumî ceza yalnız asıl günah işleyen zalimlerin cezası değil aynı
zamanda korunmayıp onu uyarmayan gafillerin gafletlerinin de cezasıdır. Son
nefese kadar çalışıp da muvaffak olamayanlara gelince özürleri ile Allah Teâlâ
katında sorumlu olmazlar. Bununla beraber o zalim veya gafillerin içinde
bulunup onlara yakınlık ettiklerinden dolayı Dünyada o umûmî musibetin
çevrelediği daireden hariç kalmamaları da ihtimal olarak bulunuyor. Ahirette
karşılığını görseler de Dünyada mihnet çekerler ve bunların çektikleri, sebep
olanların kötü ve şiddetli olmalarını neden olur. Bunun için fitne, bela ve
mihnet zalimlerden başkasına isabet etmez zannetmeyip öyle bir fitneden
korununuz. Çünkü Allah Teâlâ’nın azabı şiddetlidir. Azabının şiddeti ki
yalnız zalimlere mahsus kalmaz da onların etraflarını ve her şeylerini istîlâ
eder. Onun için Allah Teâlâ’nın “korkun-sakının” emrini tebliğ eden
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ne kadar hayatımızı koruyan bir
davette bulunduğunu anlamış oluruz.[20]
DUA
Hayatımızı
kontrollerine geçirdikleri yetmediği gibi çocuklarımızı da elde ettiler. Sosyal
yaşantımıza ve haklarımıza tecavüz ettikleri gibi az şeyle de yetinmemizi
istediler. Bu da yetmez gibi televizyonda, sinemada, gazetede hayatlarını
bilmemem gerekiyormuş gibi bilgi bombardımanına tuttular. Gecemiz gündüzümüz
onların eline geçti. Büyük dediğimiz kimselerde kudretleri arttıkça onlarla
beraber olup bizi korumaktan kaçındılar. Hayatımız onların oldu. Onlar, “mutlu
azınlıklar”
Ya Rabbî Kur'ân-ı Kerim'de buyurduğun bu mutlu azınlıkla bizi bir mi
tutacaksın, biz onlardan değiliz ki.
"Kitabı sol elim verilen kimse ise, keşke kitabım elime
verilmeseydi, hesabımın ne olacağını keşke bilmeseydim, keşke ölünce her işim
olup bitseydi. Mallarım bana fayda vermedi, kudretim zeval bulup gitti.
(Böylesine denecek ki) onu tutun, zincire atın, daha sonra onu yetmiş arşın
zincire sarın. Çünkü Yüce Allah'a iman etmez, yoksul beslemeye (kimseyi) teşvik
etmez, onun için burada onun candan dostu yoktur, onun yiyeceği ancak
zıkkımdır, ki onu ancak suçlular yer." (Hakka,
25-34)
"Fakat o sarp yokuşu çıkamadı. Sarp yokuş nedir, bilir misin? Bir
köle azad etmek yahut açlık gününde hısımlardan bir öksüzü yahut yerde sürünen
bir yoksulu beslemek." (Beled,
11-16)
"Dini yalan sayan kimseyi gördün mü sen? İşte odur öksüzü itip
kakan. Ve odur yoksulu doyurmak için önayak olmayan. Vay hâline o namaz
kılanların ki, gösteriş yaparlar onlar. Ve en sakınılmayacak yardımları
esirgerler." (Maun Süresi)
Ya Rabbî!
Kur'ân-ı Kerim'de onlara özenip sesimizi dahi çıkartmaz isek bizi helak
edeceğin haberleri de senelerdir üzerimizde dururken, şikâyetimizi zâtından
başka ileteceğimiz yerimiz ve yurdumuz var mı?
Ne olacak?
Kim neyi
bulacak?
Ya Rabbî!
Sesimizi duyacak birileri olmayınca, azabın ile bizi tehdit ediyorsun, ama bize
kim acıyacak. İtiraf etmeliyiz ki, bunu biz hak ettik. Emirlerini dinlemedik.
Ancak acı çekmek istemiyoruz. Çocuklarımızda acı çekmesin. Lanetli kavimler
arasında anılmaktan bizi kurtarmanı diliyoruz. Dualarımızı kabul eyle Ya Rabbî
İhramcızâde
İsmail Hakkı
HAKİKAT
Ey doğrular, dürüst olanlar, kıyamet günü için
sevap işlemenize gerek kalmadı mı, ne?
Çünkü hep alacaklı olduğunuz bir hayat
yaşıyorsunuz.
Sizi taklit etmek dahi mümkün olmadı ve olamazda.
Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendim!
Zâtının hakikate vukufiyet ve tahammülü çok olduğu için insanlardan çok üstün oldun.
Hakikati aslıyla ümmetine incitmeden ve kırmadan
bildirdin.
Bunu ancak zâtın başardığı için Allah Teâlâ da,
başka rasül göndermeye gerek duymadı.
Hakikati görmek kolaydır. Ancak aslıyla söylemek
ise ne kadar zordur. Eğer her hakikat gerçeği ile söylenilip yazılsa idi, kör,
sağır ve dilsiz olanlardan daha şanslı kimse bulunmazdı.
[Nuh Nebi (Salavâtu'l-lâhi alâ nebiyyinâ ve aleyhi
ve alâ sâir'il-enbiyâ-i ecmâin) iblise rast gelir, iblis (aleyhimâ
yestahik=azabı hak eden) der ki:
-Ya Nuh, sen bana bir iyilik etmişsindir ki, ne
bileyim, nice vasf edeyim, hiç böyle iyilik olmaz, deyince, buyurdular:
-Ne söylersin, nasıl iyilik ettim ben sana?
Der ki:
-Bunca kavmini beddua ile helak ettin. Ancak yetmiş
kişi (artık eksik demişler) bunca yüzyılda imana gelebilmiş, ben onların her
birine nice yıllar çalıştım, imansız göndermeye nice mekru keyd (hile tuzak)
ederdim, sen ise bir kere beddua ettin beni kurtardın. Hiç bana bundan artık
iyilik mi olur, dedi.
Hz. Nuh aleyhisselâmağladı.
Öyle, mü'min olan kişi a'dâ-yı adüvv (düşmanlar)
sözüne uymaya.][21]
Allah Teâlâ az da olsa yaptığımız iyiliklere karşı
bizi bağışlasın.
İsmail Hakkı
KARI KOCA İLİŞKİLERDEKİ SIRLAR
Aşkınız yalnız ideal olanı değil, hakikatiniz olan
bütünlüğü de birlikte getirir. Eşinizi daha yakından tanırken ve daha sonra
sevip âşık olurken kendinizi de iyice tanımaya başlarsınız. Aslında insan adını
verdiğimiz varlık bir bütünden başka bir şey değildir.
İnsan gizemli, beklenmeden, aranmadan aşk denen
olayın içine düşüvermesiyle eşiyle (parçasıyla) yoğun bir ilişkiye girmiş
olmakla kalmaz, tüm dünya ile olan ilişkilerinde de büyük bir değişime uğrar.
Yani bu değişimle dünyayı da bambaşka görmeye başlar. Hakikatte varlığı olan
nefs ve ruhuyla bir parçası olan eşine tutkuyla bağlanarak hayatının geriye
kalan bölümünü aşkıyla bütünlüğü (birliği) bulana kadar arayış içindedir.
Karı koca deyince bir başlarına var olan şeyler
olarak düşünülmemeli, bedenî ve ruhî bütünleşmede Siyamlı yapışık ikizler kadar
gözle görülür, elle tutulur bir bağlantıyı kuşkusuz görmelidir. Yine karı ve
kocanın arasındaki ilişkiyi yalnız bedenler arasındaki ilişki olarak değil,
ondan daha da önde, özleri arasında bir ilişki olarak görmemiz gerekmektedir.
İzdivaç, eşlerin maddî ve manevî birleşmesi insan yaşamının etkinliği olarak,
kendi dışındaki her şeyi de içine katarak “bu benim bedenimdir-parçamdır”
diyebilecek duruma gelmektir.
Kadın ve erkeğin, bir bedende bütün olduğunu
kavramaktaki başarısızlık yalnız maddecilere özgü bir yanılgı değildir. Bu
yanılgıdan birçok ilahiyatçılarda kendilerini kurtaramamışlardır. Duyularla
algılanabilecek zevklerin peşinde koşanlar, zevklerin tadını çıkarmayı
kendilerine amaç edinmiş olanlar, kendilerini bu bölünmüşlük duygusuna kaptırmadan
edemezler. Şehvet sonucu olan aşk ve zevkler her zaman için bütünden koparılmış
küçük parçacıklardan başka bir şey olmayıp ve gönül kırıklığını da yanlarında
birlikte getirmektedir. Bunun böyle oluşuna bir tepki olarak ilahiyatçılar bu
türlü zevklerin peşine koşmaktan tümüyle vazgeçiyorlar ama temelde sorun olacak
“bölünmüşlük” ü tetikleyip, maneviyatı da maddiyat karşısında, somuta
karşı soyutun yanını tutarak ayrılığı daha da artırarak, asıl zevk ve aşk
peşinde koşmaya sebep olan beşeri duyguyu ve birleşmeyi yok etmeye
çalışmaktadırlar. Aslında manevî hikmetler, nefis hastalıklarını tedaviden
başka bir şey değildir. Bu durumda beşeri yönün zevk ve aşk düşkünlüğü tarafını
göründükleri kadar birbirlerine karşıt unsurlar gibi göstererek bilinçsiz bir
savaşa girmektedirler. Bu şekilde kendilerini dünyadan yalıtılmış bir birey
olarak özdeşleştirenler, kendi yetersizliklerinin eksik oluşlarıyla
derinlemesine noksanlık içinde yaşamlarını sürdürmeye ve bu eksiliği başka
manevi zevk ve aşk arayışıyla gidermeye çalışmaktadırlar. Bununla da hakikate
kavuşmak mümkün olmamıştır. Öyle ki birçok maneviyat ehli beşeri birleşmelerini
terk ederek nefislerine zarar vererek bütünden vazgeçmeyi bir erdem sayıyor ve
ilişkilerden yoksun bir hayat yaşamaya çalışıyorlar. Aslında gerçeği göremeyen
maddiyat ve maneviyat ehlinin her ikisi de sevgi ve aşkla, ilâhî zevk ve hazzın
peşinde koşmaktadırlar..
Sevgi ve aşk insanla hakikati arasındaki ilişkiden
kaynaklanır. Tutkuyla peşinde koşmadan kendiliğinden gelen sevgi ve aşkı aşağılayıp
kötülemek için haklı bir gerekçe bulmak oldukça güçtür. Eşinden zevk duymak
sevmek bir kutsî bir durumdur. Özellikle karı koca arasındaki sevgi ve birleşme
olayı için bu söylediklerimiz bir hakikattir.
İşte bu nedenledir ki özden gelen sevgiyle elde
edilen birleşik hayatlar, sevişmeler, gizemli ve ruhsal bir faktör olan
sevginin, içten elde edilmeyip te zorlanarak kazanıldığı zamanlarda, insanları
aşağılamakta ve gönül kırıklığına yol açmaktadır. Bu nedenle karı kocanın
kendilerini bütünden kopuk ayrı bir varlık olarak hissettikleri hayatlarında
pek çok sorun oluşmakta ve ayrılmalar gözlemlenmektedir.
Kaç kişi aşk, zevk ve sevgi konusundaki
beklentilere yeterli bir karşılık verebiliyor, eşiyle arasında tam anlamıyla
doyurucu bir ilişkiyi gerçekleştirebiliyor. Ancak tek yapabildikleri şey daha
da büyük bir coşkuyla, daha da amansız bir istekle bir kez daha, bir kez daha
peşinden koşturacak kadar, geçici şehvetleri (mal-mülk) istemektedirler. Onun
için sevgi ve aşk insanın “gerçek
dini” olmalı denilmiştir.
İyice anlaşılıyor ki ilişkilerde sorunları salt
sevgi düzeyinde çözümlemek imkânsızdır. Sevgi yaşantının tüm görkemi ile bize
genel olarak dünyaya yepyeni bir ilgi ve dikkatle bakma imkânını
kazandırmalıdır.
Sevgi insandan ayrı bir kısım olmayıp, yaşamın
içinde var olan ve genellikle içtenlikli bir karşılıklı ilişki kurmaktan başka
bir şey değildir. Sevgi insan yaşamının gerekli kıldığı her türlü ilişki
üzerine ışığını da saçacaktır. Bu nedenle eşini sevmekle başlayan sıcak
duygunuz yatağınızdan, iş yaşamınıza, tüm konuşmalarınıza kadar yansımalıdır.
Bu ışık elbette bazı noktalarda hususi bir yoğunluk gösterebilir. Bu durum
insanın ilişkilerinde ki özel bir tutum ya da düzeye bağlıdır.
Sonuç olarak
aşk'ın anlamı birleşme bütünleşme olup özümüzde, Allah Teâlâ’yı bulmanın
bilincine ulaşmak demektir. Eşlerin birbirlerini ilahî hikmetin ete kemiğe
bürünmüş, bedenleşmiş hali olarak algılamaları ve birbirlerine taparmışçasına
manevî bir saygı ve sevgi duymalarıyla
hikmete ulaşacaklarını söyleyebiliriz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YA RABBÎ, ARTIK YETMEZ Mİ?
Kullarını en çok seven ve acıyan Allah Teâlâ’dır.
Bütün dertlerin ilacı ancak ondadır. Ancak bizim gibi günahkârların duaları
katına ulaşamadığında sevdikleri ile katına yüz sürmeyi de bilenlerdeniz.
Vesile aramak sünnettir. Diyarbakır’da orman yangınında şehit olan erlerimizin
üzüntüsü yürekleri dağlamaktadır. Milletimiz için duadan başka bir şey
yapamayan bizim gibi acizlerin müracaatını Allah Teâlâ sevdikleri yüzüne kabul
buyursun inşaallah.
Bu nedenle sizler ile bir kıssa paylaşmak istedim.
[“İstanbul’u kasıp kavuran bir veba salgını
olmuştu. Öyle ki günde birkaç yüz kişinin ölümü ile bütün evlere yayılıp mateme
boğan bu âfet karşısında ahali toplanıp müşavere ederek Hazretî Pir Aziz Mahmud
Hüdayî efendimize müracaat ederler. Hazreti Gavs :
"— Bu gibi ahvale karışmak neşemizle muvafık
değildir.” cevabını verirler. Ahali ise :
"— Böyle bir çaresizlik karşısında ümitle
kapınıza geldik. Mahv u perişan olarak gitmekliğimiz şannı ulviyete yaraşırsa
dönelim." diye tekrar yalvarırlar. Bunun üzerine Hazreti Pîr
efendimiz:
"— Karaca Ahmed mezarlığına gidiniz. —Orada
bir yeri tayin buyurarak— filân mevkideki selvi ağacının altında ancak bir
hasıra malik üryan bir kimse yatar ve adına Hâsırpûş[22]
Dede derler. Ona başvurunuz. Şayet müracaatınız geri çevrilirse tarafımızdan
selâm ediniz.”
Hazreti Azizin tarifi üzere oraya giden ahali
gerçekten bir şahsın hasıra bürünmüş yatmakta olduğunu görüp meramlarını
anlatırlar. O ise hiddet ve şiddet ile gelenleri başından defedip yatmağa devam
eder. Kendisi ikaz olunarak Hazreti Pîrin selâmları tebliğ edilmesi üzerine
derhal yerinden fırlıyarak selâmı ayakta aldıktan sonra
"— Bugün bir kişinin cenaze namazı da kılınsın
da hastalık kesilsin" cevabını verir.
Hazreti Pîr efendimizin başkaca emirleri olup olmadığını da sorar. Yok,
cevabını veren halk sevinçle evlerine dönerler. O gün sadece bir kişinin
ölümünden sonra hastalık birden kesiliverir.][23]
“Ey Allah Teâlâ’m yurdumuz ve milletimiz artık
mağdur durumdadır. Hasan ile Hüseyin artık birbiri ile geçinemiyor. Düşmanlar
aç kurtlar gibi zayıfladığımız günü beklemektedirler. Onun için hangi veli
kulunun gönlü zâtına muhîb ise O’nunla sana yöneliyoruz. Fitnenin bitmesi için
lütuf ve ihsanını bizden esirgememeni diliyoruz.” Amin.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Not: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
bir iki yerde geçen ismi ise üçüncü şahıs olarak gelmiştir.
[2] Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîzin
Bûsîrî'nin el-Kevâkibu'd-Durriyye fi Mehdi Hayri'l-Beriyye adlı Kasîde-i Bürde
(Bür'e) adıyla meşhur olmuş kasidesi üzerine Arapça olarak nazm ettiği tesbî
(44. Tesbî)
[3] يَحْلِفُونَ
بِاللهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَالَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوا اِلاَّ اَنْ اَغْنَيهُمُ اللهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهِ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللهُ عَذَابًا اَلِيمًا فِى الدُّنْيَا وَالاَخِرَةِ وَمَالَهُمْ فِى اْلاَرْضِ مِنْ وَلِىٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
“(Ey Muhammed! O
sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü
elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları
bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü
kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer
tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları
dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde
onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.” (Tevbe, 74)
[4]Ahmed, 52; el-Cündî, el-İmâm Ca’fer es- Sadık,
259; Yunus Emre GÖRDÜK, İmâm Ca'fer Es-Sâdık ve Ona İsnâd Edilen İşârî
Tefsir İnsan yayınları | 552, birinci baskı, 2011, İstanbul
[5] İsmail Hakkı
Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V,
527. Tabresî de benzer ifadeler kullanarak bu konuşmayı nakletmiş, sonunda
Cebrail'in: "Allah, bana 'O elçi
güçlüdür, Arş'ın Sahibi katında yücedir' kavliyle övgüde bulununca ben de sana
iman ettim" dediğini belirtmiştir" (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan
et-Tabresî, Mecme'u'l-Beyân fı Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1994, VII, 106).
[6] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut
1985, V, 528
[8] Yuhanna 1:6-10.
[9] Zuhruf 43/32.
[11] Zuhruf43/31.
[13] Bkz:Tahirü'l-Mevlevi'nin"Hallac-ı
Mansur'a Dair" Risalesi
[14] Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab
[15] İmam Gazzâli-trc: Naim ERDOĞAN Âlemlerin
Sırrı [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1972, 4. Makale
[16] İmam Gazzâli-a.g.e., 4. Makale
[17] Skolastik: Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı
altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
[18] İmam Gazzâli-a.g.e., 4. Makale
[19] Muaviye
dedi ki;
“
Yüce işleri elde etmek için himmet gösterin! Şüphe yok ki, ben hilâfet ehli
değildim. İstedim, çalıştım ve elde ettim..” (İmam Gazzâli-a.g.e., s.154)
[20] Bkz: Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri (bazı
kelimeler günümüz Türkçesine çevrilerek verildi.)
[21]
Aziz Mahmud HÜDAYİ, Sohbetler, hzl: Sami ARPAGUŞ, 1995, İnsan Yay., İstanbul,
1. Sohbet
[22]
Hasıra sarılıp yatan
[23]
Kaynak:
Mehmet Gülsen, Küllîyât-ı Hazret-i Hüdâyî, s, 12-13
Kutb-uI Arifîn Seyyid AZİZ
MAHMUD HÜDAYÎ (K.S.), hzl: Kemalettin ŞENOCAK, İstanbul, 1970, s.21-22
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar