Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 10

Bunlarada Bakarsınız





CİNLERLE İNSANLARIN EVLİLİĞİ: BÜYÜ (SİHİR-MAJİ)

Gerek insan bilimi, gerekse kültürel olarak toplumların inanç ve düşünce yapılarına baktığımızda bunların temelle­rinde ya din veya sihir olgusuna rastlamak mümkündür ki, bu umumiyetle tabiat güçlerini elinde bulundurup idare eden insanüstü ilahi güçlerin varlığına inanma olgusudur yahut da insanların kimileri tarafından öğretilmek suretiyle de kazanılabilen yetenekler vasıtasıyla toplumun ihtiyaçlarına göre yönlendirilebilen insanüstü güçlerin ve bedensiz varlıkların mevcudiyetine inanma olgusudur.

Birincisini din, ikincisini ise sihir tabirleri ile ifade ettiğimiz bu iki olgu kimi toplumlarda birbirlerinin içine gir­mişler, kimilerinde din kaybolmuş sihir bir din gibi algılanmış, kimilerinde ise sihir kutsallaştırılarak ancak özel kişilerin anlayıp uygulayabildikleri olgular olarak kabul edilmiştir. Olağanüstülükler oluşturma yönünden sihre, çoğun­lukla uygulayıcılarına tabiatüstü ilâhilik yakıştırmaları yapılmak suretiyle, dinî bir kisve büründürme çabasına giril­miştir. Nitekim pek çok dinde bunun örneklerine rastlanılabilir. İnsanlardaki bu saplantılar yani dinî ve ilâhî kis­veye büründürme çabası, hak rasüllerin bu gibi ameliyelerin benzeri ya da daha üstün hallerini sihrî bir sisteme başvurmadan, doğrudan ilahî güçlerle uygulama girişimlerini zorunlu hale getirmiştir ki biz, bunlara mucize gösterme diyoruz. Böylece rasüllerin gönderilme sebeplerinden birisi de sihir ile dinin arasını ayırarak, sihirbazlarla vasıta görevi yapan bedensiz varlıkların (cinlerin) ilâhîleştirilmelerinin önlenmesidir. Nitekim bu tavır yasak­lanarak bir inanç bozukluğunun önü alınmaya çalışılmıştır. Buna en bariz misallerden birisi eski Yunan mitolojisi ve dinidir. Din ile sihir Grek kültüründe baş­langıçta mevcut idi; hatta Aristo ve Platon'da ifade bulan tevhid inancı hâkimdi. Ancak sihirde kullanılan üstün be­densiz varlıklar ilahileştirilerek tanrılara dönüştürüldü; böylece tevhid dini yozlaşmış oldu, küfür ve şirk hâkim oldu. Çok tanrılı dinlerin meydana gelişinde sihir önemli roller oy­namıştır.

Sihir İslamiyet’in başlarında Arab yarımadasında ya­şamış olan toplumların birçoğunda pratik olarak uygulanan bir hâdise olarak karşımızda durmaktadır. Şöyle ki putpe­rest Araplar, Kabala ya da Yahudi sihrini uygulayan Muse­viler sihrin çeşitli örneklerini ve astrolojik bazı işlemleri uy­gulamakta idiler. Bu, onlara geçmiş toplumlardan miras ola­rak geçmiş idi.

Cahiliye dönemi Arab toplumunda sihir yapılarak etki altına alınanlara meshûr deniliyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de nübüvvetinin ilk yıllarında ilâhi davetine icabet ederek pek çok kişinin putperestlikten sıyrılıp tevhid inancına sahip ol­malarına vesile olduğu için insanların düşüncelerini sihirle etki altına aldığı suçlamaları ile karşı karşıya kalmış; bazen kendisi cinlenmiş, bazen de sihirbaz tabirleri ile suçlan­mıştır. O, bu davetlerinde umumiyetle sadece Kur'ân'dan pa­sajlar okuyup dinlettiği için bazen Kur'ân için de bu yakış­tırmalar yapılmıştır.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gösterdiği pek çok çeşit mucizeler ile hem insanların inançlarını etki­leyerek sarsmış, hem de uygulanmakta olan sihri hak ettiği seviyeye indirgemiş ve dini üst plana çıkarmıştır. Buna karşılık sihrin insana yararlı olan sahalarında uygulama­lara izin vermiş, ancak kendisi bizzat bu gibi hâdiselerde sihri uygulamamış, bütünüyle mucizesi ile tabiatüstü müdahaleler icra etmiştir. Mesela olağanüstü tıbbî müda­haleleri müşahede edilmiştir. Akrep ve yılan sokmaları ile göz değmelerine karşı putperest Arabların şirk içermeyen sihri formülasyonlarını bazı ufak tefek değişikliklerle onay­lamış ve insana "yararlı" olması şartıyla uygulamalarına izin vermiştir. Bununla birlikte bazı ruhsal ve fizyolojik has­talıklarda Kur'ân'dan âyetleri bizzat kendisi okumak veya ashabına öğretmek suretiyle de İslâmî Nebevi temellerini atmıştır. Böylece İslâmî özge gerçek rukye (dua), aslını Nebevi buyruk ve bilgilerden temel almıştır.

İslâm duada ile dinî inançların arasında kesin bir çizgi vardır. Uygulamalarda ilâhi sözler kullanılır. İslâm inancında rukye duanın bir türüdür. Bazen vasıta ola­rak bedensiz varlıklar (melekler-cinler) kullanılır. Ancak hiçbir zaman bu varlıklar ilahlaştırılmazlar.

Tarihsel olarak baktığımızda rukye uygulama­da Kur'ân esaslı olmayan yabancı orijinli uygulamaları da görebilmekteyiz. Mesela Batıda "sihirli dörtgenler" diye de tabir olunan vefk uygulamaları ve harflerin "bast ve teksiri" gibi ameliyeler başka sihir ekollerden, İslâmîleştirilmek suretiyle sonradan sokulmuş şekiller olarak dikkatimizi çekmektedir. Bu uygulamanın sebebi, ev­velki sihir ekolleri kendi bünyesi işine alıp eritme yani İslâmîleştirme gayesine matuftur. İşte bu husus, aslında tahrif olunmuş dinlerin orijinlerinin tevhid inancı olduğunu vurgular gibi, sihir ekollerin çoğunluğunun da orijinlerinin bir olduğunu vurgulamaktadır.

Pek çok kültürlerde olduğu gibi İslâm toplumunda da dindar bir müslüman din karşısında sihrin seviyesini ve inanç karşısında olumlu ya da olumsuz taşıdığı değeri bilmemektedir. Hatta bu bilgi noksanlığı topluma öğretme ve on­ları bilgilendirme konumunda olan imamlar ve bilginlerde bile mevcuttur. Onlar sihri yeterli olarak tanımadıkların­dan topluma da hatalı telkinlerde bulunabilmektedirler. Bu telkinler özellikle Hanefî Mezhebi toplumlarda (şehirli) sihri inkâra yönelik bir merada seyretmiştir. Başlangıçta toplumun sihirle çok fazla ilgili bulunmayışı, ona yönelik itikadî ve şerî bakış açısını da etkilemiştir. Kûfe ve çevresi kültürel olarak sihir ile fazla içli dışlı olmadığı için Hanefilerin sihir olgularına bakışı inkâra yöneliktir. Buna karşılık tarihsel ve kül­türel bir olgu olarak Kuzey Afrika, sihir ile oldukça içli-dışlı olduğu için Mâlikî Mezhebi, sihri oldukça yapıcı yaklaşımlarda bulunarak tevile yönelmişlerdir. Belki de Mâlikîlerin bu tu­tumu "İslâmî Rukye" bu yörede kökleşip, bir sistem olarak ortaya çıkmasında önemli bir etken olmuştur.

Sihrin İslâm toplumlarında bazı yörelerde diğerlerine nisbetle daha az ya da çok mevcut olmasının bir diğer önemli nedeni de ekonomik etkenlerdir. Yoksul yörelerde sihrî çözümlere daha çok başvurulmaktadır. Buna karşılık fakir­liğin az görüldüğü, zenginlik ve refahın olduğu şehirlerde sihir uygulamaları azalmaktadır. Bu husus sadece İslâmî kültürlere has bir olgu değildir. (sh:11-15)

SİHRİN UYGULAMA ALANLARI

Sihrin, daha geniş bir ifâde ile ele alırsak sihirnin icra edilip, tatbik edildiği sahalar, insanın yaşadığı ve tâbi olduğu tüm alan ve kurumlar içine girmiştir. Bu sahaları konu başlıkları ve örnek operasyonlarla ele alalım:

Sosyal sihir: Evlilik (kısmet kapama ve açma, kalp tes­hiri, problemli evliler arasında sevgi oluşturma, geçimsiz ev­lileri ayırma), komşuluk (kötü komşuları yerinden etme), düşman (zâlimin zulmünden korunma, hakkını alma, zâlim­den intikam, kötü kişilerin arasına kin îkâ etme), teshir (muhabbet, atıf, ülfet ve celb ameliyeleri).

Tıbbî sihir: Hastalık teşhisi, genel sağlık, hijyen, genel şifa operasyonları, ağrıların giderilmesi, yılan, akrep ve haşerat sokmalarına karşı efsunlar, çocuk hastalıkları, psişik ve manik hastalıklar, obsesyon vak'alanmn tedavileri, uyku problemleri...

Büyü bağlama ve açma ameliyeleri, idrar, dil, cinsel bağlar, kısmet açma ve bağlama...

Ceza sihri: Hastalatma ve hastalık gönderme ameli­yeleri, sar'alatma, irsâl-i hatif (cin gönderme), düşman ve şer evlerinin taşlanması ve tahribi, düşmanın helaki.

Kriminal sihir: Hırsızın tesbiti ve cezalandırılması, kayıp insan ve malın bulunması ve kaybolduğu yere celbi, kayıp hakkında haber alınması.

Adlî sihir: Hâkim veya savcıyı sakinleştirmek, mahke­meyi kazanmak, mahpusu hapisten kurtarmak.

Hıfz sihri: Kaza, belâ ve musibetlere karşı genel ko­runma, yolcuyu çeşitli tehlikelerden koruma, dükkan, tarla ve depodaki mal ve tahılları zararlılardan koruma.

8.   Arkeolojik sihir: Define aramakla ilgili konular.

9.   Veteriner sihri: Koyun, sığır süt ve yağlarının arttırılması, at ve koyun hastalıklarının tedavisi, hayvanların kurt gibi yırtıcılara karşı korunması...

10. Parasal sihir: Kağıt taksîsleri, mal ve kazançta bereketin artırılması, kağıt tasrifleri, deri ve yaprak gibi maddelerin kıymetli kağıt ve metallere dönüştürülmesi, cinlerden
para celbi, müşteri celbi...

11. Şeytânla ilişki için sihir: Cin davetleri ve tasrifler.

12.  Haber alma sihri: Su vasıtasıyla haber alma (mendel), istihare, rüyada haber alma, cinlerden direkt bilgi edinme.

Ziraî sihir: Ot, tahıl ve meyve ağaçlarının kolay ve bol ürün vermesini temin eden operasyonlar, meyve düşüren ağaçların tedavisi.

Haşeratlarla mücadele: Pire toplama operasyonları, fare, akrep ve benzeri haşeratın kovulması.

Medyumsal sihir: İstintak(sorgulanacak hale getirme), hipnoz hâline sokarak konuşturma ve soruşturma.

Bu listedeki örneklerden de görülebileceği gibi insanın ih­tiyaç duyduğu hemen her hususta ve özellikle alışılmış metodların yetersiz kaldığı hallerde sihre başvurulmaktadır. Tabii ki bu başvuru, toplumun refah seviyesinin yükselmesi ile ters orantılıdır. Sihrinin uygulamaları yoksul toplumlarda Batı toplumlarına göre çok daha ileridir ve kültürlere göre sihir ekollerinde din her ne kadar değişiklikler arzediyor olsa da, listede zikredilen konuların pek çoğunda uygulama saha­ları mevcuttur.

Aşağıda sihrin insan yaşamının çeşitli safha ve kurumlarını ne denli etkileyebileceğini gözler önüne serecek işaretler verilecektir:

İbnu'l-HâccŞumûsu'l-envâr'ın 1329 H. baskısının 75. sayfasında 5. mesele başlığı altında sihirlerin 30 grubunu saymıştır.

Bir süre önce hizmetinde bulunduğum Dehmûşu'l-ifrît’i elde etmiştim. Bana sayısız meselelerde hizmet veren bu meleğe (cinne) bir gün sihir yapılmış kişinin alâmetlerinden sor­dum. Bana:

"Sihir 30 grupta kendini gösterir" dedi. Ben de:

"Bana bunları, Allah'a ve Süleyman peygamberin ahitlerine yemin ederek yalan söylemeyeceğini söyledikten sonra say" dedim. O da şöyle karşılık verdi:

"Kendisine sihir yapılan ki­şi kapısı kapalı bir eve benzer ki, içine bu kapısından başka hiçbir giriş imkânı yoktur. Bir anahtar olmazsa eve girmek kabil olabilir mi?". Ben de:

"Hayır" dedim. Şöyle devam etti:

"Bir insanın vücuduna bir diken veya ok saplansa, bunları çıkarmadan ağrısının dinmesi mümkün değildir, değil mi?". Ben de

"Evet" dedim. Sonra da sihrin uygulama yerlerini an­latmaya başladı:

Kocaya öyle hükmeder ki, karısından nefret eder. Sihir yapılmadan önce karısını ne kadar çok seviyorsa, o derece tiksinir hâle gelir.

Kadına hükmeder, kocasından nefret ettirir. Ondan o derece tiksinir ki gözüne sanki kocası değil de, bir domuz veya bir düşman görünür.

Kız veya kadınların evlenmelerine engel olur. Böyle si­hir yapılmış kişileri istemeye gelenler bu isteklerinden vaz­geçerek geri dönerler. (Dolayısıyla kısmetleri bağlanmış olur.)

Bakirelere yapılır. Öyle ki, bu kadınlar sokağa çıkmaz­lar. Kimse de bunların oturdukları mahalle uğramaz. Sihir yapılanın evine gelen kişi (sanki ölümden kaçar gibi) uzak­laşır (Bunların da kısmetleri bağlandığı için isteyenleri de çıkmaz).

Erkek aile reisine yapılır. Çoluk çocuğuna, ailesine söver ve döver.

Koyunlara yapılır, karınlarındaki döllerini öldürür. "Bu, nasıl olur?" dedim. Dehmûş şöyle cevap verdi:

"Göğü di­reksiz ayakta tutan Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki, sihir yapılıp da koyun sürüsü üzerine tatbik edildiği zaman, şeytanlar bu sürünün hayvanlarına havale edilirler. Bunlar da, koyun­ların rahimlerinde döl hasıl olmasına mâni olurlar."

Evcil hayvanlara musallat olup, eklemlerinde hastalık yaparlar.

(Yapıldığı zaman müvekkel kılınan şeytanlar) koyunun rahmine darbe vurup, dölünü düşürürler.

İneğe yapılır, süt vermez, verse de yağsız olur. Bundan sonra Dehmûş dedi ki: Şeytanlar, katır, eşek ve ata sihrin hükmünü icra ettiremezler. Bunlarda ortaya çıkan hastalık belirtileri "kötü göz"dendir. Bu ise, Allah korusun, döl vere­cek kısraklara doğum anlarında ârız olur.

İnsan çocuğunun ölümü için yapılır. Sihir yapılan kadının çok az çocuğu hayatta kalabilir. Sihrin tesir ettiği kadının üzerine şeytanlar hücum ederek, kasıklarına, makadına ve karnına türlü çeşit sihirlerle vurarak dölünü düşü­rürler.

Kimi zaman da küçük çocukların ölümleri için yapılır. Bu hâlde, şeytanların müvekkel kılındığı çocuklar, bunların çeşitli darbelerine maruz kalırlar. Daha kötüsü: şeytanlar, Bahr-ı azrak (mavi deniz) denen malum yerdeki bir kaynak­tan getirdikleri suyu içirirler ki, bu sudan içen çocuk aniden hastalanarak ölür. Bu sudan yetişkinlere içirildiği takdirde, bunların karınları şişer ve su toplar.

Salı veya Cuma günü Başak burcunun tâli' olduğu bir zamanda bir kadın resmi çizilip de istenilen herhangi bir ka­dın üzerine tatbik edilirse, o kadının her doğuracağı çocuk kız çocuğu olur. Bunun üzerine:

"Ey Dehmûş, nasıl olur da erkek çocuk doğurabilecek bir kadın (sihir yapıldıktan sonra) yalnızca kız çocuk doğurur hâle gelir?" dedim. Buna şöyle ce­vap verdi:

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi âlemlere peygamber ve resul olarak gönderene yemin olsun ki, doğru­dan başka bir şey bildirmedim ve gerçekten gayri bir şey ko­nuşmadım. Mağrib (Kuzey Afrika)'nın denize yakın ücra bir yerinde malum bir bitki yetişir. Türlü türlü sihirlere müvek­kel (vekil olan) olan şeytanlar, işte bu bitkiyi alıp sihir yapılan kadına yedirirler. Bunun üzerine kız çocuktan başka çocuk doğur­maz olur. Zaten bu bitkiden hangi kadın yerse yalnızca kız çocuk doğurur (Yani sihir yapılmasa bile aynı etkiyi gös­terir).

Öyle sihir yaparlar ki, koca karısına cinsel yakla­şımda bulunamaz.

Geline isabet eder, damattan nefret eder.

Kadına isabet eder, kocası ile münasebetten tiksinti duyar ve ona ilişkiden hoşlanmadığım söyler.

Adama yapılır ve eklemlerinde hastalık yapar.

Kadına yapılır, bununla başına ve karnına su birikir.

Kadınlara isabet edip, suratlarım değiştirir (Yani me­sela ağzı ve yüzü çarpılır)

Kadına yapılır, çocuk doğuramaz olur. Gören de kısır zanneder. Bilindiği gibi çocuk doğurabilecek kadın hayız gö­rür. Böyle sihir yapılmış kadın, hayız gördüğü halde çocuk doğuramaz (Çünkü şeytanlar rahmin faaliyetine mâni olur­lar).

Yapıldığı zaman mal, eşya ve hayvanlar telef olur.

Karı kocanın arasını açmak için yapılır.

Yapıldığında, bir aile veya grup içinde anlaşmazlık ve kin doğmasına neden olur.

Erkek olsun, kadın olsun, insanların gözünde hor ve hakir yapar (Hiç kimse böyle kişilere değer vermez).

Adama yapılır, çalıştığı işinden veya görevinden uzak­laştırılır.

Yapıldığı kişinin elinde mal ve para cinsinden ne var­sa alıp gider (İflas eder veya fakirleşir).

Kadına yapılır, ne evlendiği koca ona sabreder, ne de kadın evlendiği kocasına dayanabilir. Her iki şekilde de ge­nellikle boşanma vâki olur (Yani kadının evlilik hayatı ka­rarsız olur).

Sihrin yapıldığı kişi vatanında kalamaz. Sihir tesirini gösterdiği sürece türlü nedenlerle gurbette kalıp vatanına dönemez.

Güzel bir kadına yapıldığı zaman, onu kocasının ve insanların gözünde çirkin gösterir.

30. Erkek veya kadın olsun yapıldığı zaman, rengi değişir, sararır ve aklını yitirir. (sh:48-53)

 

Obsesyon(bir bedensiz ruhun bir bedenliyi (insanı) hükmedecek derecede etkisi altına alması), şeytanın fırsat buldukça uygulamaya çalıştığı bir zarar biçimidir. Meselâ bir nebi olarak Hz. Eyyüb aleyhisselâmın bile malı, çocukları ve her şeyden önce bedenine taar­ruz ederek hasta etmiştir. Bunun delili Sâd sûresinin 41. ayetidir. Meâlen Allah Teâla şöyle buyurmuştur:

"(Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyub'u da zikret. O, Rabbine nida ede­rek: "Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve azap verdi" diye seslenmişti."

Cinnin, insan bedenine tasallut etmesinin sebeplerini İbn Teymiyye şöyle sıralamıştır:

1. Cinnin, insana âşık ol­ması,

2. Cinnin seksüel ilişki kurma isteği (şehvet),

3. Cin­nin insana karşı nefret beslemesi,

4. Şu hallerde insanın on­lara eziyette bulunması: üzerlerine işemek ve su dökmek, bi­lerek ya da bilmeyerek onlardan birisini öldürmek. Cinlerde zulüm ve cehalet insana göre daha yoğun olduğu için, inşam hakettiğinden fazlası ile cezalandırmaktan çekinmezler.

Obsesyonu kolaylaştıran haller:

Kadında aybaşı ve lohusalık hâlleri gibi onu cismanî ve ruhanî yönlerden zayıflatacak patolojik (hastalık) durumlar;

Tüm üzüntü ve depresyon halleri; beyne zarar veren darbeler ve patolojik durumlar; cenabet hâlinin sürekliliği ve cünüpken yapılması yasak olan amellerin ya­pılması; cin davetleri gibi formülasyonlarla cinlerin zorlan­ması.

Obsesyonun tedavisinde bu durumların düzeltilmesi­ne çalışılır. Aslolan tedbiri elden bırakmayarak taharet üze­re bulunup, ruhsal uyanıklığım muhafaza etmek gereklidir. (sh:186)

YORUM:

Yukarıdaki bilgiler ışığında söylenen durumların hepsinde cin unsurunun muhakkak uzaktan ve yakından bir ilgisi vardır. Başlıkta kullandığımız “CİNLERLE İNSANLARIN EVLİLİĞİ: BÜYÜ” cümlesi bir gerçeğin habercisidir. İnsanlar evlilik denilince mana yönünü daraltırlar. Aslında evlilik, iradeli ayrılığı olmayan birleşme demektir. İstekli birleşmeler diyebileceğimiz evliliklerdeki ayrılmalar genellikle istenmeyen olaylar neticesinde gerçekleşir. Bu nedenle büyü işi ile uğraşanlar eninde sonunda yaptığı tılsımla, muskayla, cin daveti ile cinlerle evlenirler. Birçok insanda bunun ya farkına ya da varamaz. Bu evlilik zıt şeylerin birleşmesine benzer ve karma karışık olur. Bilindiği üzere zıt şeyleri ayırmak benzer unsurlarınkine benzemez. Sonuçta tehlikeli durumlar oluşur. Bu nedenle sihir demek cinlerle ilişkiye girmek denilmesinin ne anlama geldiği açıklanmış oldu. Hiçbir şekilde dinimiz dua ve çocuklara yapılan rukyenin dışında bu şeyleri tavsiye etmemiştir. Ancak sihir yapılmış kişinin sihirden kurtarılması için bu ilmi bilmenin gereği olduğu için bazı telif edilmiş eserler bulunur. Bunlar ise şeytânî düşünceli kişiler tarafından istismar edilmektedir.

Ayrıca, medyum, bu işle uğraşan hoca denilen kişilerin genellikle hayatları incelenirse cinler ile bir ilişkisinin muhakkak olduğu görülecektir. Bazen bu ilişkiler o seviye varır ki bu kişiler cinlerin isteklerini yapmaya başlarlar.

Hulasa büyü yapan ve isteyen kişi, cinni hayatî alanında kendisiyle ilişkilendirmiş demektir. Birde bu işlerde para alma verme mevzusu varsa o kimselere acımaktan başka bir şey diyemiyoruz. Alanın kötü olduğunu herkes bilir. Unutulan verenin kendi zayıflığını ortaya çıkarmasıdır.

Allah Teâlâ’ya sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Kaynakça:

ÖZBEK Yusuf, İslam Açısından Sihir -Maji [Kitap]. - İstanbul: İz, 1994.

 


YAHUDİLERE MÜHLET VERİLMESİNDEKİ SIR

Antisemitizm [1] dünya gerçeklerindendir. Yahudilerin bu kadar zamandır sevilmeyip düşmanları çok olduğu halde yok edilemeyip, tarih sahnesinde bulunmalarının bir nedeni var mıdır? Diye düşünebilirsiniz. Bunun için çeşitli sebepler ileri sürülebilir. Bu sebeplerin arasına bahsedeceğimiz mevzuyu da katmanın uygun olabileceğini varsayıyoruz. Şöyle ki;

“(Dünyadan göçtüğünde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden kalan, ancak bindiği ak bir katır ile Allah yolunda vakfetmiş olduğu bir arazi parçasından[2], bir de kullandığı silahından ibaretti.[3] Hatta, vefatı sırasında zırh gömleği bir Yahudi’de otuz sa’ (1 sa'=3120 gram ağırlık) arpa karşılığında rehin edilmiş bulunuyordu.”[4]

Hz. Ali kerramallâhü veche de, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonra:

"Resûlullah Aleyhisselamın kime bir va'di veya borcu varsa bana gelsin!"

diyerek nida ettirdi. Sağ oldukça her yıl adam gönderip kurban kesme günü Mina'da, Akabe yanında böylece nida ettirmeye devam etti. Allah Teâlâ'nın kullarından gelip haklı haksız her isteyenin isteğini verdi. Hz. Ali'den sonra, vefat edinceye kadar Hz. Hasan, ondan sonra da şehadetine kadar Hz. Hüseyin böyle yaptı.[5]

İnsanı üzen, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin dünyayı terk edeceği zamana yakın bir anda, eski zamanlara göre refah seviyesi artmış Medine hayatı içerisinde, bir Yahudi’ye zırhını terhin edecek kadar sıkıntıya düşmesidir.  O gün itibariyle ihtiyacını etrafındaki zengin sahabe efendilerimizin fark etmemesi (!) ve zırhının Yahudi’ye rehin verilmesidir. Acaba bu ne olabilir, yoksa bir "İslam'ın garipleşmesi" hakikati mi zuhur etti.

İşte, Allah Teâlâ, bir menfaat karşılığı bile yardım eden Yahudi’ye, sevgili rasülünün kıyamette mahzun olmaması için bir millete şamil olacak lutûf ve ihsan buyurmuştur. Meseleye vakıf olanların bu türlü yorumu aşırı görebilirler. Bilindiği üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme zerre kadar bir iyiliğe karşılık Allah Teâlâ’nın ihsanı böylesine çoktur. Allah Teâlâ dünyada Rahman sıfatı gereği gazaba uğramış olan Yahudilere bile ihsanını sevgilisi hatırına esirgememiştir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyasını değiştirdiğinde otuz sa' (93 kg ağırlık) arpa karşılığı olarak rehin verilen zırha karşılık çıkarılacak bir tevilde şu olabilir.

“Yahudiler, Müslümanlardan otuz defa iyilik göreceklerdir” (Soy kırımlardan kurtulmalarına yardımcı olmaları) demektir.

Gerçekten de bu şekilde olmuştur. Bir örnek olarak şunu verebiliriz.

“İspanya Yahudileri başka ülkelere kaçtılar. Fakat 1492’deki kapsamlı bir göçtü. 13 Temmuz’dan başlayarak, 250.000’e yakın İspanyol Yahudi’si, (büyük çoğunlukla Sefaradlar) Portekiz’e, Navarra’ya, Akdeniz kıyılarına ve özellikle, Osmanlı İmparatorluğu’na yöneldiler...”

Bu konuda, Cecil Roth’dan bir diğer alıntı: “1492’ deki Yahudi göçü sırasında, kovulanların büyük çoğunluğu, en kolay, yani en kısa yolu seçtiler. Hemen yanı başlarındaki Portekiz’e vardılar. Bir bedel karşılığında, o ülkede yerleşmelerine izin verildi. Ne var ki, aradan birkaç yıl geçmeden Portekiz Kralı, politikasını değiştirip komşusu İspanya’yı örnek almaya karar verdi. 1496’da, sığınmacı Yahudilere iki seçenek sunan fermanı çıkardı: Katolik dinini kabul etmek ya da ülkeyi terk etmek...”[6]

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme menfaat karşılığı küçük bir iyilik, bir milletin ömürlerinin uzamasına sebep oluşu, diğer taraftan yapılacak bir kötülüğe karşıda cezanın büyüklüğünü gösterir. Bu meseleden ivazla unutulmamalıdır ki, Ümmet-i Merhume’ye yapılan kötülüğün cezasıda elbette büyük olacaktır.

O müşrikler kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar. Daha öncekilere de böyle fırsat verilmişti. Ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye gelirler ve toplumları da peygamberlerinin kendilerini aldattığı zannına kapılırlar, işte o zaman onlara yardımımız ulaşır, inkârcılar helâk olur, dilediğimiz kimseler kurtulur. Çünkü (uzun vâdede) cezamız, suçlu toplumlardan hiçbir surette geri çevirilmez." (Yasin, 36/110)

"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat Ben, o kâfirlere akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış, gördüler." (Ra’d, 13/32)

Sözlerin daha iyi anlaşılması için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ile Hz. Osman arasındaki geçen vakıalar ile konuyu dahada açıklığa kavuşturalım.

Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri (Meâlim üt-tenzîl) kitâbında, sûre-i Bakaranın sonunda meâl-i şerîfi (Mallarını Allah yolunda infâk edenler, dağıtanlar..) olan 262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Kelebîden nakl buyurmuşlar ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osman bin Affân ve hazret-i Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anhümâ” hakkında - nâzil olmuşdur.

Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna dört bin dirhem getirdi, koydu. Dedi ki, yanımda sekizbin dirhem var idi. Dörtbin dirhemi kendime ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime ödünç verdim. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdu ki, (Evinde bırakdığına ve borç verdiğine, Allahü teâlâ bereket versin!) Fakat Hz. Osman “radıyallahü teâlâ anh” Müslümanları Tebûk gazâsında techîz etdi. Ticâret develerini, hevedleri ve çulları ile berâber verdi. O iki serverin hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Ceyş-i Usretde hazret-i Osman, bin dinâr ile geldi. Ceyş-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kucağına altınları dökdü. Ben gördüm. Resûlullah mübârek elini altınlar arasına dâhil kılıp, karıştırdı. Buyurdu ki,

“Osmana bundan sonra yaptıkları zarar vermez.”

Allah Teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (Allah yolunda mallarını sarf eden kimseler, dağıtdıkları şeyler ile karşısındakileri ezâda ve minnette bırakmazlar. Onların ecrini onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü yokdur.) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Minnet, ihsânda ve ikrâmda bulunduğu kimsenin, ben sana şunları verdim, bu kadar şey verdim, diye verdiği ni’meti onun başına kakmak, onu üzmektir. Ezâ, ni’met verdiği, ihsânda bulunduğu kimseyi mahcûb etmek, utandırmaktır. Veyâ ikrâmda bulunduğu kimseyi, hiç bilmesi îcâb etmeyen birisi yanında ikrâm ettiğini söyleyerek utandırmaktır.[7]

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîneye geldi. Medîne-i Münevverede Rûme kuyusundan başka tatlı su yoktu. Buyurdular ki,

"Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile müslimânların kovasını bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından Cennetteki kovası hayırlı olur."

Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o kuyunun suyunu içmekten beni men’ edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi tuzlu su içerim. Hepsi dediler ki: (Evet öyledir). Rûme, bir kuyunun adıdır. Medîne-i Münevverenin altı mil miktarı uzağında bir kuyudur. O kuyu küçük vâdi’dedir. Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi’ vardır. Büyük vâdi’de olan Azîze kuyusudur.

Şârîh Gürânî “rahimehullah” İbni Abdülberden nakl etmişdir ki: Medîne-i Münevverede bir Yahudi’nin ağzı örülü bir kuyusu var idi. Suyu gâyet tatlı idi. Suyunu satardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile beraber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı olur.) Hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” varıp, kuyuyu Yahudi ile pazarlık etti. Yahudi kuyunun temâmını satmakdan imtinâ etti. Hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” da, yarısını aldı. Nöbet yolu ile bir gün Osmanın “radıyallahü anh” olacak, bir gün Yahudi’nin olacaktı. Hazret-i Osman nöbetini sebîl ve sadaka etti. Yahudi ücret ile satardı. Müslümanlar da Hazret-i Osman’ın nöbeti geldikçe, iki günlük su alırlardı. Yahudi’nin nöbetinde asla uğramazlar idi. Yahudi’nin pazarı kesata uğrayınca, diğer yarısını da satmak istedi. Diğer yarısını da Osman “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ondan satın aldı. Evvelki yarısını Yahudi’den oniki bin dirheme almıştı. Diğer yarısını da sekiz bin dirheme aldı. Tamamını sebil etti. [8]

Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” hücresinde [evinde] otururdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” dört deve yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediye ettiler. Hizmetcileri geri gelip dediler ki, yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler. Hazret-i Osmân dört deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu da Resûl-i Ekrem hazretleri Ensâra dağıttılar. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dört deve yükü buğdayı dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da ailesi arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Getiren hizmetçilere sordular ki, seyyidinize kaç deve yükü buğday getirmişlerdi. Hizmetçiler dediler, oniki yük. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. “Tamamını bize gönderdi. Kendi için bir miktar alıkoymadı.”

Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu:

“Yâ Rab! Ben Osmânın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etdi, Ben ona mükâfatını verdim. Ammâ Osmânın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna karşılığını ver.”

Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu,

“Yâ Muhammed! Cebbâr-i âlem sana selâm eder. Buyurdu ki, Osmân'a benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı olduk. Onu Cennetde Muhammed'e refîk etdik. Arasat hesâbını ondan ref’ etdik. Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan âciz değiliz.” [9]

İhramcızâde İsmail Hakkı


[1] Antisemitizm:Antisemitizm (Yahudi karşıtlığı, Yahudi düşmanlığı), Yahudilik dinine, ırkına, kültürüne veya milletine karşı duyulan düşmanlık.

Antisemitizmin tohumları ilk çağlarda Yahudilerin yaşadıkları putperest toplumlarla çelişkiye düşmeleri sonucu atıldı. Yahudilerin putperestliğe karşı çıkmalarının nedeni ülkelerine bağlı olmamaları biçiminde algılandı. Kısacası başlangıçta anti-semitizmin temelini din farklılıkları oluşturdu.

Hristiyanlığın ortaya çıkmasından sonra antisemitist hareketler Hıristiyanlık inancını Yahudi sızmasından korumak ve İsa'nın çarmıha gerilişinin intikamını almak karakterine büründü. Roma İmparatorluğu zamanında İskenderiye'de yapılan Yahudi katliamı buna bir örnektir. Ortaçağda zaman zaman Yahudiler aleyhinde asılsız söylentiler (mesela Hristiyan çocuklarının Yahudi ayinlerinde kurban edildiği) ortaya çıkıyor ve bu söylentilerden etkilenen halk Yahudilere karşı kanlı eylemler yapıyordu. Aynı dönemde Müslüman ülkelerde anti-semitizm ehli kitap sayılan Yahudiler'in zımmilik statüsüne tabi tutulması sonucu bir sorun oluşturmadı. Müslüman İspanya'da (Endülüs), Bağdat, Şam ve Kudüs'te Yahudiler sanat, ticaret ve bilim dallarında özgürce çalıştılar ve büyük katkılarda bulundular.

[2] Ahmed, c. 4, s. 279, Buhârî, c. 3, s. 220, c. 5, s. 144.

[3] Buhârî, c. 4, s. 220, c. 5, s. 1 44.

[4] İbn Sa'd, c. 2, s. 313, Ahmed, c. 1, s. 300-3001, Buhârî, c. 3, s. 231. Bkz:M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/348-349.

[5] İbn Sa'd, c. 2, s. 318-319. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/348-349.

[6] Luis Suarez Fernandez’in ‘Les Juifs Espagnols au Moyen Age’ (Orta Çağ’da İspanyol Yahudileri) Bu eserin orijinali ‘Judios Espanoles En La Edad Medıa’

[7] Seyyid Eyyûb bin Sıddîk Menâkıb-I Çihâr Yâr-İ Güzîn (Dört Halîfenin Üstünlükleri) İkinci Menâkıb, Altıncı Baskı Hakîkat Ltd.Şti. Yayınları No: 13, s.201-203

[8] Age., Yirmibeşinci Menâkıb, s.220

[9] Age., s. 249


KADIN NEDEN MUTLU OLAMAZ?

Yıllardır kadın hakkında yorumlar yapılır. Her şekilde sonuçlar kadın için bir şekilde olumsuzdur. Özgürlük-eşitlik adına birçok hüküm üretilir.

Sonuç boştur.

Feminist akımlar ile kadın desteklenir.

Sonuç yine boştur.

Çalışan ve kudretli kadın talep edilir.

Sonuç yine boştur.

Hikmeti nedir?

Hangi sebep kadını mağdur eder, diye düşündünüz mü?

Çok şeyler söyleyebilirsiniz. Ancak bir sebep var o da kadın ve kadınların kendisidir.

Görülen odur ki;

Kadının Anne tarafı baskın gelir, fedakârlıkta hiçbir erkek ona yetişemez.

Acıma duygusu kuvvetlidir, kendisi acınacak duruma düşer.

Affeder, istismara maruz kalır.

Cömerttir, vücudunu dahi paylaşmaktan kaçınmaz, adı kötüye çıkar.

Çalışkandır, bir yerine on işin hakkından gelmeye çalışır, hastalık başını bırakmaz.

Sevgisi coşkundur, sınır tanımaz, ilkeleri ve töreleri yıkar gider.

Çok hırslıdır, üstün olmak için gayret gösterir, emperyalist emellere kurban gider.

Yaratılışı güzeldir, hep rahatsız edilir.

Çocuk sahibi olmak ister, acılarını ve sıkıntıları peşinen kabul eder.

Bir erkekle hayatını birleştirir, çok zaman erkeğin egosu altında ezilmeye mahkumdur. İtiraz edince yine üzülen hep o olur.

………

Bu sözleri artırabiliriz.

Kadını yıkan asıl neden nedir, diye soracak olursanız burada  kadınların ancak başka bir kadın tarafından yıkıldığını ve erkeğin olmadığını görmek durumun acayip bir tarafıdır.

Kadınlar cehennemde çok olacak diye duyduğumuz sözler onların dünya hayatını daha çok ilgilendirir. Onlar bu dünyada cehennemdedirler. İstedikleri kadar özgür olsunlar, cehennemdedirler. Bunun cevabını bulmak mümkün olsa da; değildir, denilebilir.

Aşağıda geçen hadiste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hakikatin bir cephesini beyan etmiştir. 

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram namazında kadınlar tarafına geçerek):

“Ey kadınlar cemaati! (Allah yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm” buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli bir kadın:

“Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?” diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:

“Ağzınızdan kötü söz çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden başkasını görmedim!” dedi. O kadın tekrar:

“Ey Allah’ın Resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?” diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem açıkladı:

“Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tabiri de onların (hayız dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını ifade eder.” (Kütüb-ü-Sitte No: 5361)

Hadis, ilk nazarda, kadınlara karşı her zaman ve her yerde görülen hafife alıyor bir tavır taşıyor gibi gelebilir. Fakat aslında, bunu söylemek hadisteki inceliği kavramamak olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kadınlarda tabii olarak mevcut, fakat farkında olamadıkları zaaflarını göstererek, şuurlu olarak o zaaflarının üzerine gidilmediği takdirde karşılaşacakları zararın büyüklüğüne dikkat çekmiştir.

Fıtrat, bir kanundur, değişmesi dağların yer değişmesi gibi mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Dağların yer değiştireceğine inanın da insanın huy değiştireceğine inanmayın” bu gerçeğe ışık tutar.

Öyleyse kadın ne yapacak?

Elbette herkese düşen bir söz bulunur. Unutulmamalıdır ki, kadın yukarıdaki hadisin ışığında kendini koruma altına alması ve hemcinsine karşı kendini korumasıdır. Bilinmelidir ki, hadisin de işaret ettiği üzere tarih boyunca “Kadını erkek değil, yine kadın yıkmıştır.”

Büyükler derler ki, “bir kız çocuğu doğunca dört duvar ağlar”

Bu şu demektir. Dört unsur kadının varlığına üzülecektir.

Ateş, su, hava ve toprak

Yani; kadın hakkında bir konuda birleşme mümkün olmayacak demektir.

Söz uzar gider, her zaman olduğu gibi sonuçsuz kalır. Kadın içten ve dıştan sebepler ile çile çekmekten de kurtulamaz. Bu onun dünyevî kaderidir.

Feminist bir yazar olan Rosalind Coward’ın kadınlar hakkındaki kitabında indî zorlamalar ile yer yer “suçortağı” kabul ettiği kadını savunmaya çalışırken “Şu Hain Kalplerimiz- Kadınlar Erkeklere Neden Teslim Olurlar?” [1] da kendileri için kullandığı “hain” kelimesi garip olsa gerektir.

Giriş bölümü şu şekildedir.

GİRİŞ/ KAHRAMANLAR YA DA İŞBİRLİKÇİLER:

ÇAĞDAŞ TOPLUMDA KADINLARIN YERİ

1990'lar büyük bir siyasal altüst oluş dönemi olacak gibi görünüyor. Eski kesinlikler kayboldu. Berlin Duvarı yıkıldı. Komünist rejimler kargaşa içinde. Ortaya beklenmedik "düşman"lar ve çatışma noktaları çıktı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve bu süreç akışkan, istikrarsız ve oturmamış durumda. Ama her şeyin yeni biçimler aldığı söylenemez. Bazı şeyler, özellikle toplumsal ve eviçi idealler tam tersine, karşı konulmaz bir biçimde eskiden neyseler ona dönüşüyorlar.  Medyaya bakılırsa feminizmin yol açtığı kaos ve kargaşa sona erdi. O kaos -cinsel rollerin değişmesine ve öfkeli kadınların uzlaşmazlığına dayanan kaos- farklı bir çağa aitti. Savaş yapıldı ve kazanıldı. Kadınlar, gürültücü kız kardeşlerinin baskısı olmadan, nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar veriyorlar artık.

Büyük çoğunluğu aslında geleneksel şeyler istiyor: çocuk, aile, erkekler tarafından çekici bulunmanın verdiği güven. Çalışmak isteyebilirler; erkeklerle "eşit" ilişkiler kurmayı umabilirler; ama cinsler arasındaki geleneksel ilişkiyi bozmadığı sürece.

Bugün birçok kişi cinsler arasındaki savaşın bittiğini düşünüyor. 70'lerin feminizmi, erkeklerin çabucak teslim alındığı kanlı ve sevimsiz bir hesaplaşma olarak görülüyor. Kadınların olanaklarındaki hızlı değişimler, meselenin erkeklere yanlışlarının gösterilmesi gerektiğinden ibaret olduğunun kanıtı gibi kullanılıyor. Bununla beraber kadınların oy kullanamadıkları ya da evlendiklerinde belli işlerden istifa etmek zorunda oldukları günler çok geride kalmış sayılmaz -her ne kadar 1980'ler İngiltere'sinde bir kadının başbakan olmasına izin verilmişse de. Margaret Thatcher -seçimlerde yenilmez, siyasal hayatta korkunç bir hasım ve otoritenin cisimleşmiş hali-, kadınlar için her şeyin geri dönülmez biçimde değiştiğinin kanıtı gibi görülüyor. Bundan sonra kimse kadınların erkeklerden farklı olduğunu ve iki cinsin eşit olmadıklarını söylemeye cesaret edemeyecek.

Thatcher'ın kişisel başarıları, feminizmin fazlalık gibi göründüğü on yıllık bir dönemde ortaya çıktı. Mesleki, ekonomik ve toplumsal eşitlik, kadınların nihai kazanımları olarak belirdi bu dönemde. 70'lerde feministler kadınların pek çok mesleğe giremediğinden, diğer mesleklerde ise yükselmelerinin engellendiğinden yakınırlardı. Ama daha istatistikler bu yakınmayı desteklemeye kalkmadan başarılı işkadını imajı yalnızca ekranlarımıza değil, bilinçlerimize de yerleşmeye başladı. TV programları ve filmler kadınları borsada, bir şirketi idare ederken ya da bir televizyon kuruluşunun başında gösteriyorlardı. Dergiler de bize başarılı kariyerler, pırıl pırıl evler ve tatlı çocuklar göstererek onların gerçek yaşamdaki muadillerini sergiliyorlardı. "Sıradan" anneler, hayatları kendilerininkine hiç benzemeyen bu süper annelerden şikâyetçiydiler. Ama onların sesleri basına ulaşmıyordu. Tersine, gazeteler bu ışıltılı, aşırı dişi, işkadını anneleri "post feminist" çağa geçildiğinin bir kanıtı olarak değerlendiriyorlardı.

Medya, izleyicilerine feminizme artık ne kadar soğuk bakıldığını hatırlatmaktan zevk alıyordu. Kadınlar bu "erkek düşmanları"na sırt çevirip evlerinde aileleriyle mutlu olmayı beceriyorlardı.

Bize, genç kadınların feminizmin hayatlarında gereksiz bir şey olduğuna karar verdikleri söyleniyordu. Daha radikal olanlar, feminizmin son kamusal kalıntısı olarak gördükleri şeyden -iş kadınlarının savaşından- kopmuşlardı. Siyasal cephede evsizlik, çevre ve ırkçılık gibi sorunlar, kadınların ilerlemesinden daha büyük bir öncelik kazanmıştı. Kadın meselesiyle uğraşmaya devam edenler, gücenik bir kuşağın komik kalıntıları olarak damgalanmışlardı. Bize çelişkinin tamamen sona erdiği söyleniyordu -artık ilerleme zamanıydı.

Fakat işin aslı öyle miydi?

Kadınların talihi çoğunun temelli değişikliklere ihtiyaç duymayacağı kadar dönmüş müydü gerçekten?

Kadınlar kurbanlar olarak değil eşit bireyler olarak geleneksel aile yapılarını benimseyip benimsememekte gerçekten özgür müydüler?

Yoksa gerçekliği birbirlerine tarif etmekte özgür olmaktan çok, o eski mitin, kadınların aileye ilişkin olarak neler hissettiklerini ve neler hissetmeleri gerektiğini söyleyen mitin yeni bir versiyonunun tuzağına mı düşmüşlerdi?

Kadınların durumlarının feminizme ihtiyaç duymayacakları kadar iyileşmiş olduğu fikri ilk bakışta doğru gibi görünüyor. Feminist hareketin yükselmesine sebep olan pek çok kısıtlama artık ortadan kalktı. Kadınların önünde, yirmi yıl önce hayal bile edilemeyen olanaklar var. Tüm meslekler kadınlara açık. Ayrımcılığa engel olan yasalar çıkarıldı. Pek çok kadın en tepeye yükseldi. Feminizmden önce mizah anlayışında ve kültürde yerleşik bir yeri olan ve kadınları işçiler, anneler ve ev kadınları olarak küçümseyen ve marjinalize eden dışlayıcı "cinsiyetçilik" de büyük ölçüde kayboldu.

İstatistikçiler, kadınların hayatının istihdam kalıpları ve nüfus açısından toptan bir dönüşüm geçirdiği konusunda hemfikirler. 1980'ler boyunca iş piyasasında daha fazla kadın işçiye ihtiyaç duyuldu, artık her sınıftan çok sayıda kadının -annelerin bile- çalışması bekleniyor. Çocuklarından ayrı kalma zorunluluğu suçluluk duygusu yaratmaya devam etse de, çalışan anneler artık eskisi gibi damgalanmıyor. Aile yapıları da değişiyor. Boşanmalar, özellikle kadının talebiyle gerçekleşen boşanmalar artıyor. Tek ebeveyn sayısı çok fazla ve bunların neredeyse tamamı kadınlar.

Evlenmeden birlikte yaşayan çiftler ve "gayri meşru" çocuklar çoğalıyor.

Bu değişimler her seferinde, kadınların durumlarındaki aşama aşama kendini gösteren, geri dönüşü olmayan gelişmenin kanıtı olarak yorumlanıyor. Kadınlar artık yalnız başlarına bir hayat tasarlamaya eskisinden daha hazırlar. İlişkilerden beklentileri daha yüksek, bu beklentiler karşılanmadığında kesin tavır koymaya da daha yatkınlar. Kadınların evlilik geleneklerini reddettikleri, evliliğin sahiplenme, boyun eğme ve itaat etme çağrışımlarının onları rahatsız ettiği yolunda genel bir görüş var. Tüm bu etkenler -kadınların kamusal başarıları ve aile yapılarında gözlenen büyük akışkanlık- erkek egemenliğinin kalesi olan ailenin yavaş yavaş dağılmasıyla birlikte kadınların kaderlerinde büyük bir iyileşme olduğu düşüncesini destekliyor gibi görünüyor.

PEKİ AMA, KADINLAR BU İYİLEŞMEYE NEDEN ŞEVKLE SARILMIYORLAR?

Neden herhangi bir kadınla yapılan herhangi bir konuşmada, Betty Friedan'ın 1950'lerde "adı olmayan sorun" olarak tanımladığı kadınlık durumunun 1990'larda da sürdüğü ortaya çıkıyor? Bu kitap için yaptığım görüşmelerde neden sürekli olarak kadınların sıkıntılarını, imkânsız seçimlerini, yaşadıkları baskı ve zorlamaları dinledim?

Bu kaygılar ve yakınmalar, kadınların hayatlarının feminizmin sesini ilk kez yükselttiği 1970'li yıllardakinden -daha kötü değilse- farklı olmadığının tanığı.

Kadınların işgücüne katılımlarının artması ve meslek başarıları bile tartışma gerektiren bir konu. Para kazanma baskısını, kadınların kendileri kadar ekonomik zorunluluklar da yaratır ve pazar ekonomisinin dayattığı çoğu değişiklikte olduğu gibi, bazı kadınlar bundan daha çok yararlanır: Ailenin on yıldan fazla süredir uğradığı değişimleri araştıran Malcolm Wicks şunları söylüyor:

"Son yıllarda, giderek daha çok sayıda kadın işçiye ihtiyaç duyulmaktadır. Ekonomideki inişler hesaba katılmazsa, bu değişim geri çevrilemez gibi görünüyor. Bu yüzden şirketler esnek piyasalardan ya da çocuk bakımından söz etmeye hazır. Onlar için diğer yan ödemelerle birlikte çocuk bakımı senetleri vermek kolay. Ama bu, Samuel Smiles ahlâkıdır. Aslında çalışan ana babalar ya da çocukları için düşünülen hayatın niteliğini kimse tartışmıyor. Yine kimse işin sınıf boyutunu tartışmıyor. Bu değişimler düşük ücret sorununu halletmez ve yetersiz iş koşullarında çalışan kadınların durumlarının iyileşmesine yardım etmez. Bu değişimler kadınların çoğunluğunun değil, çok küçük bir bölümünün yararınadır." (Kent Üniversitesi, aile konusunda bir konferans, Mayıs 1991).

Wicks'in dediğine göre, kadınların toplumsal durumu erkeklerinkinden daha kötüye gidiyor. Daha önce söylediğimiz gibi hızla artan tek ebeveynlik bu zorlukların en güvenilir göstergesi ve tek ebeveynlerin %90'ı kadınlar; bu da çok sayıda kadının yoksulluk içinde yaşadığına işaret ediyor. Aynı zamanda, düşük ücretli ev işlerinde çalışanların -dadıların, yardımcıların, temizlikçilerin- sayısında da hızlı bir artış var.

Tüm bunlar, çok sayıda "başarılı" kadının sorunlarını kısmen başka kadınlara devrederek çözdüklerini gösteriyor. Meslek sahibi olmayan kadınlar için küçük beklentiler ve düşük ücret hâlâ kural durumunda.

Ne yüksek gelirleri ne de hizmetlileri olan kadınlar için eski sorunlar değişmeden kalıyor. Kadınların genellikle tercih ettikleri büro eğitim ve sağlık işleri, göreli olarak düşük ücretli olmaya devam ediyor.

Çalışan anneler için koşullar büsbütün kötü. İngiltere'de annelerin %75'i çalışıyor, bu Avrupa'daki en yüksek oran; ama yine de İngiltere Avrupa'daki en berbat anaokulu sistemine sahip. Yetersiz toplumsal imkânların bir sonucu olarak çoğu kadın çocuklarını yetiştirebilmek için ya kariyerini bırakıyor, ya da daha düşük ücretli, daha düşük statülü, yarım günlük işlerde çalışıyor.

Geçtiğimiz on yıl kadınların ve ailelerin yaşam düzeylerinde bir kötüye gidiş dönemi olarak da görülebilir, buna kuşku yok. Sağlık ve özel ihtiyaçlar için yapılan kamu harcamaları azaldı. Kadınlar ailenin esas sorumluluğunu taşımaya devam ettikleri için, çalışıyor bile olsalar, yaşlıların ve hastaların bakımını da üstlendiler. Pek çok kadın çevre kirliliğini, çevresel tehlikeleri doğrudan ailelerine yönelmiş tehditler olarak gördü: Yiyeceklerden korkulmalıydı, giderek kötüleşen trafik çocuk ölümlerini artırıyordu. Çocuk yetiştirmenin başka zorlukları da vardı. Çocukların zihinsel gelişimini teşvik etmede annenin rolünün vurgulanması anneleri kendi davranışlarının etkileri konusunda gerilime sokuyordu.

Bu kitap için görüştüğüm tüm kadınların, kaderlerini "baskılı", "zor" ya da "imkansız" diye tanımlamalarına yol açan, bu tür güçlüklerdi işte.

Kadınlar üzerinde oluşan bu yeni baskıların bireysel olarak bilincine varılınca, feminist başkaldırının yeniden dirilmesini beklemek mümkündü. Ama böyle bir şey yoktu: Kadınların kadın olarak siyasal görünürlüğü sıfırdı. Kadınların çoğunluğunu hiçbir zaman saflarına katamamış olan örgütlü feminizm çözülmüştü. Kadınlar hakkındaki kamusal tartışma, kadın ve iş alanına çocuk bakımında iyileştirme gibi konulara hapsedildi. Düşük ücretle çalışan kadınların sorunları ve kadınlara mahsus sıkıntılar ve çabalar, hiçbir kamusal platformda dile gelmedi. "Kadın meselesi"ne duydukları inatçı ilgiyle medyanın alay konusu olmayı göze alan birkaç kişi dışında herkes bu sorunların geçmişten kalıntılar olduğu konusunda birleşti.

Bu siyasal ve toplumsal tartışma yetersizliğine ek olarak, hayli şaşırtıcı bir gelişme daha vardı. Aile yeniden revaçtaydı. Tek ebeveyn sayısındaki dramatik artışı gösteren istatistikler ailenin güçten düştüğü kanısını uyandırabilirdi. Ama geleneksel aile toplumsal olarak yine idealize ediliyordu, özellikle de seslerini kamusal alanda etkili biçimde duyurabilen kadınlar -Muhafazakâr Partililer ya da eskiden muhalif olup şimdi geniş Tuscan ailesine övgüler düzen Germaine Greer gibi eleştirmenler- tarafından.

Pratik düzeyde bu, çalışan kadınların çoğunun, kendilerini evden işe koşturur ve 1950'ler ve 60'lardaki kadar katı bir annelik idealine varmaya çabalarken bulmaları anlamına geliyordu. Geleneksel ailenin getirdiği onca soruna rağmen, kadınların bunu değiştirmek istediklerine dair çok az işaret vardı. Kadınların, baskıların, tatminsizliklerin, çözümsüzlüklerin farkında olmadıkları söylenemezdi, ama eskisi gibi savaş çığlıkları atmak yerine bu duygularla yaşamayı yeğliyorlardı.

Konuştuğum kadınlardan hiçbiri, hayatını zor ve yıpratıcı olarak tanımlarken başka bir şey istediğinden söz etmedi.

Biraz daha yakından bakılınca, aile hayatında belirgin değişiklikler olduğunu gösteren istatistikler bile geleneksel aile idealinin hâlâ yerinde durduğunun kanıtı olarak da yorumlanabilir.

Boşananlar çabucak yeniden evleniyorlar. Yalnız ebeveynlerin yarısı, beş yıl içinde yeni ailelere giriyorlar. Çoğu kadın evlenmeden önce bir partnerle yaşamalarına rağmen, hayatının bir noktasında evlenen kadınların sayısındaki düşüş son derece küçük-1970'lerde on kadından sekizi evleniyordu, 90'larda yedisi.

Aile içindeki roller de pek değişmedi. Boşanmaların, tek ebeveynliğin ve çalışan annelerin sayısının artışı, aile rollerindeki geleneksel paylaşımı ve beklentileri etkilemedi. Çalışan kadınların büyük bölümü erkeklerin ev sorumluluğunu paylaşmalarına izin vermiyorlar. Tersine, araştırmalar ev işlerinin %80-90'ının hâlâ kadınlar tarafından yapıldığını gösteriyor. Birlikte yaşamanın yaygınlaşması da ev işlerinde yeni bir eşitlik kurulmasına yol açmadı.

Erkeklerin bakış açılarının, önceliklerinin ve eve katkılarının pek değişmemiş olduğu aşikâr. Temel fark, erkeklerin şimdi eski kuşaklardan daha fazla şey yaptıklarının düşünülmesi. Ama çoğu ailede, erkeklerin işi her şeyden önce geliyor hâlâ. Bu gerçekle yüz yüze olan kadınların pek fazla seçenekleri kalmıyor. Ya çift vardiyalı olarak çalışıyor ya da kendi işini kocasının işinin saatleri ve gereklerine göre ayarlıyor. Kadınların kendilerinin de kariyer sahibi oldukları ailelerde bile, çocuk bakımı ve ev işlerinin ayarlanmasından hâlâ onlar sorumlular.

Tek tek kadınların kamusal alandaki başarıları, cinsler arasındaki ilişkinin değişmediğinin görülmesini engelliyor. Feminizmin medyada ve yerleşik düzende saldırılara hedef olmasından yarar sağlayan kadınlar feminist idealleri reddettiler. Feministlerin kadınların gerçek gücünü -çocuk doğurma ve yetiştirme gücünü- kavramaktan aciz olduklarını söylediler. Kadının gerçek tatmini modern, "çalışan anne" biçiminde de olsa, kadınlık kaderini, yaşamakta bulduğunu iddia ettiler. Kimi çalışan anneler, başarılarının bireysel yeteneklerinden ve evde "iyi bir kadın" çalıştırmalarının sağladığı destekten kaynaklandığını öne sürdüler-Margaret Thatcher'a bakılırsa onun için tek "hazine" çocuk bakımı imiş. Kamusal alanda başarılı olmuş bu kadınların arasında, feminizmin onlar için yaptıklarının farkında olan hemen hemen yoktu; başka kadınlar için neler yapabileceğini düşünen ise daha da azdı.

Daha önce erkeklere ait alanlarda başarılı olan kadınlar, erkeklere erkek düşmanı olmadıklarını kanıtlamak zorunda hissettiler kendilerini. Erkeklere iş hayatında doğrudan meydan okuyan kadınların çoğu, endişeli, aşırı kadınsı bir tarzı benimsedi. Bunun belirtisi de 1980'lerin başındaki sert iş kadını görüntüsünün yerini daha bilinçli bir şekilde kurulmuş kadınsı görüntüye bırakmasıydı; açıkça, erkeklere gerçekten meydan okunduğunu yadsımak amacıyla dişilik öne çıkarıldı.

Fakat cinsel olarak erkeklere cazip görünmek artık yeterli değildi. Kamusal kimliği olan çoğu kadın, ailelerini, özellikle de küçük çocuklarını öne çıkardı. Bunlar, kişisel başarıları ne olursa olsun, geleneksel kadınsı ihtiyaçları ve önceliklerinin derinlerde aynı kaldığının kanıtlarıydı. Erkeklere cinsler arasında her şeyin yolunda gittiğine dair güvence verme konusundaki sessiz gündem sürdü, erkeklerden değişmeleri istenmedi.

Bu çatışma yokluğu şaşırtıcıdır, çünkü aralarındaki görüş ayrılıkları ne olursa olsun, feministlerin üzerinde anlaştığı bir nokta vardı: erkeklerin kendileri değişmedikçe kadınların hayatında bir iyileşme olması mümkün değildir. Devlet kreşleri ve daha iyi ücretler kadınların hayatını kolaylaştırır ama feministler kadınların ve çocukların hayatlarında gerçek bir nitelik değişiminin, ancak erkeklerde köklü değişimler olmasıyla mümkün olduğunu biliyorlardı. Ama erkeklere yönelik bu meydan okuma hiçbir zaman güçlendirilemedi. Örgütlü feminizm, kadınların ne kadarının "düşmanla işbirliği" yaptıkları gibi konulardaki sert tartışmalarla parçalara ayrıldı. Feminizme sempati duyanlar da dahil olmak üzere öteki kadınlar ise, özel hayatlarındaki bu rahatsız edici konu kapandığında rahat bir nefes aldılar.

Kadınlar -benim gibi bir dönem aktif feminist olanlar da- son derece bariz bir şekilde, belli erkeklere gerçek imtiyazlar veren değerler sistemiyle mücadeleden vazgeçtiler. Bu sisteme uyarlandılar ve kararlarını kendi gözlerinde meşrulaştırmanın yollarını buldular. Köklü değişiklik ihtiyaçları için erkeklerle mücadele etmek yerine hayatlarının hoş olmayan yönlerini diğer kadınlara anlatmakla yetindiler. Kamusal hayatta yüksek mevkilere ulaşan kadınlardan pek çoğu, bunu erkeklerle uzlaşarak, hattâ, Margaret Thatcher'ın yaptığı gibi, öteki kadınları reddederek gerçekleştirdiler. Cinsel ilişkilerdeki geleneksel kurallara karşı çıkmadıkları gibi, erkeklerin çalışma biçimlerine de erkek ve kadınların kamusal ve özel alanlardaki beklentileri arasındaki farklılıklara da meydan okumadılar.

Bu kitap için yaptığım görüşmeler, kadınların erkeklerle temelli bir hesaplaşmaya girişmekten korktukları izlenimini doğruladı. Erkeklerden değişmelerini isterlerse onların sevgi ve desteğini yitireceklerinden korkuyorlardı. Çoğu kadın eşlerine kariyer seçimleriyle ya da ev işleriyle ilgili olarak karşı çıkmayı bırakmışlardı. Bazı çarpıcı istisnalarla da karşılaştım velayet için savaşan ve çocuklarının bakımını üstlenen babalar ya da kadının tam gün çalışabilmesi için aralarında rol değişimi yapan erkek ve kadınlar. Kadınların çoğunun "babaerkil" kibir gösterilerine ya da patronluk taslamanın uç örneklerine artık tahammül edemediği de görülüyor. Ama, aileyle ilgili geleneksel beklentiler ve kadınların rolleri büyük ölçüde aynı kalmış.

Muhafazakâr hükümetin eğitim, sağlık ve çocuk bakımına kaynak tahsis etme konusunda takındığı düşmanca tutuma karşı politik bir mücadele yürütülemedi; oysa böyle bir tahsis, tüm kadın ve çocukların hayat şartlarının iyileşmesini sağlayabilirdi. Hattâ, dünyada komünizmin itibar kaybetmesiyle bağlantılı olarak, çoğu kişi bu düşmanlığı, çok korkulan devlet sosyalizmine karşı gerekli bir panzehir olarak kabul ediyordu. Tek tek ailelere yüklenen ve giderek artan bu sorumlulukların esas kurbanları büyük oranda kadınlar olmasına karşılık, tutarlı bir politik alternatif sunulmadığına bakılırsa, bu sürece pek az kadının karşı çıktığı anlaşılıyor. Tersine, kadınlar yeni bireyci felsefenin uygulanmasında merkezi yere sahiplerdi. Kadınlar, çatlakları bir araya getiren çimento rolünü kendileri üstlendiler ve kendi ailelerinin önceliği fikrine giderek daha fazla çekildiler; aslında çocuklarının iyi yetişmesini umursamayan toplumun üzücü yetersizlikleri karşısında bireysel çözümler bulup ceplerinden para ödediler.

Özellikle de daha yoksul kadınlar açısından ve ailenin bu yüksek beklentileri ile toplumsal değişimler arasındaki boşluğu dolduracak geniş aile artık var olmadığı için, bu bireysel çözümler, ulaşılması güç çözümlerdir. Fakat bu zorluklar, kadınların aileleri için işleri kolaylaştırma azmini kırmadı.

Çoğu kadın, birçok kişi başarısız olduğu halde kendi ilişkileri ve fedakârlıklarının başarıya ulaşacağını hayal ederek kendilerini kandırdıklarını içten içe biliyorlar. Polly Toynbee, hâlâ her şeyini geleneksel beklentilere bağlayan kadınların varacağı muhtemel sonuçlara ilişkin karanlık bir tablo çiziyor:

"Kadınlar, sanki sürekli bir başka şey için prova yaparmışçasına, sanki sonuçta bir ödül varmışçasına aileleri için çalışırlar. Ölümden sonra hayatın varlığına inanıldığı günlerde bu kolaydı-ama şimdi?

Kırk beşinde boş bir yuva, işsizlik ya da emekliliğe kadar son on yılda birtakım süfli işlerde çalışmak gibi alternatifler için buna değer mi?

Ya da kocalar çekip gider ve evlilik dağılır. Pazarlığın bir parçası da yaşlılıkta yalnız kalmaktan kurtulmak olsa bile, garantisi yoktur. Terk edilmiş kadının kendini ayakta tutma koşulları Viktorya çağındakinden daha iyi değildir. Tek fark, refah devletinin darülacezenin yerine geçmiş ve boşanmış ya da bekâr annelerin sosyal güvenlik yardımlarıyla yaşıyor olmasıdır.” (Times Review, 14 Eylül 1991)

Buna rağmen, kadınlar için aile ve kadının ailedeki rolü merkezî, ve birincil yerini hiç de yitirmiş gibi görünmüyor.

KADINLAR MESLEKLERİNDE BAŞARILI OLSALAR DA OLMASALAR DA, HÂLÂ BİR ERKEK BULUP EVLENMEYİ VE CİNSLER ARASINDAKİ GELENEKSEL AYRIMI SÜRDÜRMEYİ DÜŞÜNÜYORLAR.

İLİŞKİLER TERS GİDERSE, BİR DAHA BİR DAHA DENİYORLAR.

Toplumsal yapıyı bir arada tutan, kadınlardır; bunu gönüllü olarak yaparlar, en azından fazla yakınmazlar. Kısacası, kadınlar, yeni bir kisve altında da olsa kadınlığın eski biçimlerinin sürmesinde suçortaklığı yapıyorlar.

Bu suçortaklığı alanı -kadınların geleneksel aile yapıları ve beklentileri konusundaki köklü, temel suçortaklıkları, erkeklerle aralarındaki kişisel ilişkiler de erkeklerin idealize edilmesi ve sürekli onlardan onay ama isteği konusundaki suçortaklıkları- bu kitabın ana konusu. Bu, erkeklere derinden bağımlılığın sürdürülmesini ve bütün kadınların talihini döndürebilecek değişikliklerin neler olabileceğini tasarlamaktaki isteksizliği içeren bir suçortaklığıdır. Kadınların suçortaklığı pek çok şeye rıza gösterir. Kimi zaman şiddet, tecavüz, cinsel sömürü gibi, kötü muamelenin en uç biçimlerine bile. Ama daha yaygın olarak bu suçortaklığı örtülüdür, kişisel hayatlarımızı erkekleri koruyarak ve onların davranış alışkanlıklarını besleyecek şekilde yaşama tarzımızdır.

Kadınlar neden en kritik noktada heyecanlarını kaybedip ve feminizmin onlara verdiği derslerin çoğunu almamış olmayı seçtiler?

Feminizm yanlış mı yapmıştı?

Yoksa kadınlar feminizmin, sonucu belirsiz ve acı veren bir mücadele olmasından mı korktular?

Kadınlar neden erkeklere her şeyin yolunda olduğunu garanti etme konusunda bu kadar endişeliydiler?

Kadınlar erkeklerin her zamanki gibi davranmalarına -ofiste uzun saatler geçirmelerine, çocuklara çok az ilgi göstermelerine, siyasal ve toplumsal çevreyi belirlemelerine, kadınların ve çocukların hayatlarını iyileştirme çabasından uzaklaşıp toplumsal ve siyasal öncelikler üzerinde yoğunlaşmalarına- neden izin verdiler?

SONUNDA PEK ÇOK KADIN NEDEN KADINLARIN ÇOĞU İÇİN DAHA İYİ BİR HAYAT VAADEDEN TOPLUMSAL VE KİŞİSEL DEĞİŞİMLERİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN MÜCADELE ETMEK YERİNE ERKEKLERLE UZLAŞMAYI TERCİH ETTİ?

Bu sorular, kendi hayatımın da bu toplu geri çekilmeden payını aldığını fark etmemden doğdu -yirmili yaşlarımdaki atılgan, ütopik feminizmden geleneksel aile yapısına döndüğüm ve herhangi bir örgütlü feminist politikaya katılmadığım otuzlu yaşlarıma. İlk çocuğuma hamileyken işi bırakınca seve seve bırakmak şöyle dursun, bunu hayal bile etmemiştim. Ama bana şevk vermeyen günlük iş koşuşturmasıyla evde bebeğe bakmak arasında bir tercih yapmam gerektiğinde, karar vermek kolay oldu. Üniversitedeki işimi bıraktım ve evde yazmayı sürdürdüm, böylelikle ikimizin de asla düşünemeyeceğimiz şekilde, partnerimi ve kendimi geleneksel iş bölümüne zorlamış oldum. Bu karar bir kez verildikten sonra, gördüğüm hemen her kadın, aşağı yukarı aynı hikayeyi yaşadığını anlatıyor.

Kadınların kendilerinin geleneksel yapıların yerinde tutulmasına ne ölçüde ortak olduğu sorusuyla hesaplaşmaktan artık kaçınamazdım.

Bu soruları sormama şiddetle muhalefet edecekler tabii ki olacaktır. Onlara bakılırsa, kadınların suçortaklığından söz etmek, erkek iktidarının yaygınlığını görmezden gelmek anlamına gelir. Durumun tamamen eşitsiz güç ilişkileri açısından görülmesi gerektiğinde ısrar ederler. Erkekler - iktisadî, toplumsal ve siyasal-iktidara sahiptir, kadınların yapabildiklerinin en iyisini yapmaktan başka pek bir seçenekleri yoktur. Kadınların incinebilirliklerini ye eski davranış ve duygu biçimlerine sadakatlerini "bağımlılık döngüsü"yle açıklarlar.

Erkeklere bu iktisadî bağımlılık, boşanıp yeniden evlenenlerden fiziksel ve cinsel şiddetin en uç hallerine kadar pek çok şeyi açıklamakta kullanılır. Bu çeşit analizlere, "kadınların kötü muameleye maruz kalması(nın), kadınların toplum içindeki konumlarından ve toplumdaki eşitsiz güç yapılarından kaynaklan(dığını)" açıklayan BİRLEŞMİŞ MİLLETLER RAPORLARINDA BİLE RASTLANIR. Bu, kadınların konumuyla ilgili olarak son yirmi yıldır sürekli tekrarlanan klasik solcu ve feminist analizdir. Bu analiz, kadınlarla erkekler arasında, ancak kadınların tam ekonomik eşitlik ve bağımsızlığa ulaşmalarıyla çözümlenebilecek bir yapısal ekonomik eşitsizlik olduğunu varsayar. Çoğu feminist, geleneksel aile kalıplarının kadınların ekonomik eşitsizliğinden kaynaklandığına ve bu eşitsizlik tarafından yeniden üretildiğine inanıyordu. SONUÇ OLARAK, kadınlar erkeklerle suçortaklığı yapmıyor, onlar tarafından eziliyordu. Herhangi bir kitlesel ayaklanma olmayınca, kadınlar kendileri için en tatmin edici uzlaşmayı seçerler: kendi ailelerinde buldukları sevgiyi. Çoğu kadının meseleyi görüş açısı budur ve tabii ki bu analizin kimi boyutlarına katılmamak aptalca olur. Kadınların bağımlılığının nedeni kısmen ekonomik eşitsizliklerdir ama tüm kadınların, tercihlerinin ne olduğu hesaba katılmaksızın tam gün çalışmaları da çözüm değildir.

Kadınların erkekler tarafından ezildikleri için onlarla suçortaklığı yaptıkları fikri hâlâ çok radikal biçimlerde ifade edilebilir. Örneğin Susan Faludi çok satan kitabı Backlash'te bu fikre yeni ve çok önemli bir yorum getiriyor. Hem post-feminist bir eşitlik durumuna geçildiği hem de yüksek yönetim kademelerindeki kadınların evlerine döndükleri inancının Amerikan hayat tarzının her alanında -siyasetten sinemaya hattâ çağdaş psikolojiye kadar- feminizme karşı bütünsel bir saldırı olduğunu öne sürüyor. Medyanın feminist eşitlik mücadelesinin kazanıldığı ama eşitliğin kadınları mutlu etmediği yolundaki iddiasının temelinde kadınlardan duyulan korku olduğunu söylüyor. Feminizmin en basit iddiaları böyle isterik bir saldırıya neden oluyorsa daha fazlası kim bilir neler yapar diye soruyor.

Faludi'nin iddiası, kadınların bu tercihleri yapıp bu tavırları takınmalarının nedeninin her şeyin onlara karşı olması olduğunu varsayar.

Tüm toplumsal yapılar onların aleyhine işlerken, özellikle de her türlü değişiklik girişimine isterik bir tepki verilirken kadınlar değişemezler. Aile güzellemesini, dişi kadın ve cinsel mazoşist (acı çekmekten zevk alan) [2] tiplerini pazarlayanın medya olduğunu söyler Faludi. Kadınlar kendileri ise devamlı olarak feminizme olan borçlarını itiraf eder ve önlerinde hâlâ uzun bir yol olduğunu bilirler.

Faludi'nin görüşü, İngiltere'deki durumla da ilgili. Feminizme karşı saldırı, başarıya ulaşmak için alışılmış okul, üniversite ve ilişki ağlarından geçen ve yayın yönetmenlerinin -kadın konulu haberciliği "kadın değil insan olarak görülmek isteyen modern kadını aşağıladığı" gerekçesiyle dışlayan The Times'ın yayın yönetmeni Simon Jenkins gibi- demeçlerini desteklemekte açık çıkarları olan genç erkeklerin bulunduğu gazete ve televizyonda başladı. Kadın gazeteciler ve yazarlar (ancak), feminizm gibi tüm örgütlü düşünce sistemleriyle aralarına mesafe koyarak sadece süslü ve esprili yazılar yazdıkları oranda popüler oluyorlardı.

AMA MESELE SALT FEMİNİZMİN MEDYA TARAFINDAN DİZGİNLENMESİ DEĞİL. BU İDEOLOJİNİN ÇIĞIRTKANLARI SADECE ERKEKLER DEĞİL, KADINLARIN KENDİLERİ DE. Son on yılda kadınlar evde çifte sorumluluk alma konusunda yalnız istekli değil, son derece hevesli de göründüler; kendi başarıları kocalarının ya da sevgililerininkinden üstün olduğunda kendilerini rahatsız hissettiler, erkeklerin cinsel onayını elde etmek için neredeyse deli oldular. Bütün bunları yaparken, feminizmin herhangi bir yaygın çözüm öneremese de bu tür stratejilerin tuzaklarını yirmi yıl önce gösterdiğini biliyorlardı.

Feminizmin iddiaları kadınların çoğunluğuna hiçbir zaman ulaşmadı. Feminizm dışarıdan olduğu kadar içeriden de göçertildi. Feminizm basının kötülüğü yüzünden değil, iç ayrışmalar, görüş birliğinin olmaması, suçluluk krizleri ve hareket içindeki siyasal ümitsizlikten dolayı yıkıldı. Medya tarafından aldatıldıklarını söyleyerek, milyonlarca kadının umut ve isteklerinin neden medyanın çizdiği yeni imajlara, tam anlamıyla uyumlu denemese bile, paralel hale geldiğini de açıklamış olamayız. Medya pırıltılı, başarılı ama erkeklerce yönetilen kadının uç örneklerini pazarlıyor olabilir ama verdiği temel mesajın genelde geleneksel değerlere bir dönüş olduğu gerçeğini yansıttığını gösteren çok sayıda kanıt vardır.

Bu kitabı yazmamın nedeni, bu psikolojik geri dönüşün nedenlerini bulup çıkarmaktı. Bu dönüşün dinamiği neydi?

Kadınlar iş, erkekler, çocuklar ve aile hakkında gerçekte ne hissediyorlardı?

Görüştüğüm kadınların büyük çoğunluğu ne erkeklerin iktidar arzusunun masum kurbanlarıydılar ne de medya tarafından aldatıldıkları söylenebilirdi. Toplumda genel olarak kadınlar büyük değişiklikleri talep edecek yeterli imkâna, tecrübeye ve hattâ güce sahipler. Ama bunu yapmıyorlar. Bu edilgenlik cehaletle açıklanamaz. Her yeni kuşaktan kızlara kadınlık ve geleneksel beklentileri esas olarak kadınların kendileri öğretiyorlar. Bu edilgenliğin nedenleri daha derinde, kadın ve erkek psişesinde ve kadınlarla erkeklerin ilişki kurma biçimlerinde yatıyor.

Beni ilgilendiren, aile dinamiğinin bu iç ilişkileri ve kadın ve erkek psişesinin derindeki yapıları. Kadınların sorunları, karşılaştıkları engeller ve dışsal faktörler üzerine çok şey yazıldı. Ama öznel boyutla ilgili, özellikle de pek çok yönden kendini feminist projeye yakın hisseden biri tarafından yazılmış neredeyse hiçbir şey yok. Kadınların tercihlerini belirleyen hoşnutluk, korku ve endişelerle ilgili pek az metin var. Kadın ve erkeklerin aileye getirdiği eski tarihe pek ilgi gösterilmedi. Birbirlerine olan ihtiyaçları neden toplumsal sorun ve endişelerin yükünü kadınların taşıması biçiminde ifade buluyor?

Neden toplumun yarısı kendini gergin bir şekilde yeni kuşakları toplumun çözülmemiş problemlerinden korumaya çalışırken buldu?

Bu kitap kadınların kişisel anlatımlarına dayanıyor. Yeterince temsili olacağı umuduyla aşağı yukarı 150 kadınla konuştum; bunların yarıdan biraz fazlası meslek sahibi kadınlardı. Korkarım kadınların küçük bir bölümünden aldığım verileri genelleştirdiğim yolunda suçlamalar alacağım ve daha çok orta sınıftan kadınlarla görüşmüş olmakla eleştirileceğim. Ama söylediğim şeylerin belli bir yankı uyandıracağını da düşünüyorum.

Kadınların aile içinde yaşadıkları kimi korkular, zevkler, endişeler ve patolojiler ırk, sınıf ve bölge farklarını aşıyor gibi görünüyor. Bu duyguların dillendirilmesi çağdaş yaşamın kadınlar için nasıl bir şey olduğu konusunda daha dürüst bir yaklaşım geliştirmenin ilk adımı olabilir. Ve ancak kadınlar daha dürüst olduklarında, erkeklerle işbirliği yaptıkları suçortaklığının temelinde yatan "dişilik" ve "kadınlık" mitlerinden kurtulabilirler. (s.10-21)

Kitap kadını anlatıyor, derdine çare arıyor, olabilir. Fakat hayatî bir gerçek gözden kaçırılıyor. Kadın haklarındaki sınırı kim çizecek?

(Allah Teâlâ-Erkek-Kadın)

  Bu üçleme arasında sınırları belirleyen ne olacak denildiğinde, her kesimin cevabı farklı olunca da, kadın sorunu bitmeyecek gibi görünmektedir.

Bitmezde. Allah Teâlâ’dan insanı anlamayı ve güzel ahlak üzere olmayı bizlere nasip kılması için dua edelim.

İhramcızâde İsmail Hakkı


DİNDÂRIN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME İNANMADAKİ ZAFİYETİ

Bütün hak ve batıl dinlerde genelde ilah inancında fazla sorun bulunmamaktadır. Ancak zaman içerisindeki mütalaa ve münakaşalar ile insanın nefisten ruha doğru olan seyrinde görülür ki, “rasül” “elçi” “peygamber” üzerinde birçok ihtilaf zuhur etmiştir. Bu bazen şirkin cephesinden hak yüzüyle görünürse de, kalbî ve itaat yönünden isyanla karışmıştır. İlmî içerikte zamanla zenginleşen inanç sahibinin “rasül”e karşı olağan ve sorgulayan bir itimatsızlığı, boşalan mevkie başkalarını koymak ihtiyacını hissetmiştir. Bu cihetten Allah Teâlâ’ya olan inanç kuvvetli kalırken, Rasûle olan inanç “üstad-şeyh -fikir-düşünce vb” yerine bırakmıştır.

Kitaba olan inançta umum olarak Hakk’a nispet edilirken, tafsilatta cüz’i olarak ele rasüle karşı cepheyi oluşturan sisteme veya ekoller dönüşmüştür.

Dikkat edilirse münakaşaların temeli genelde “rasül” konumu üzerinde toplanır. Aslında rasül, ahkâmın ve inancın belirleyicisidir. İlâh ise, inancın temelindeki esas olurken, rasüle karşı alınan tavır ise ifrat ve tefrid olarak rengini gösterir.

Unutmayalım ki, şeytan Allah Teâlâ’ya her halükarda iman ederken, inançta yaşadığı sorun kendinin ilâhi rahmetten tard olunması ile “nübüvvete benzeyen imametinden liderliğinden” uzaklaştırılmasıdır. Bu nedenle şeytan inananlara karşı olan kinini perdeler arkasından zerk etmekten büyük zevk almaktadır. Mesela,  gündem olan “diyalog” “geniş perspektifte inanç birliği” gibi şeyler şeytanın gizli desteklediği ve kendi liderliğinin kabul ettirmedeki kaygan zemindir. Bu nedenle nerede bir “uzlaşma teorisi” görürseniz, ittifakla orada şeytanın parmağını ve o işi gıdıkladığına yemin edebilirsiniz. (Kur’ân-ı Kerim’de inanç sınıflandırılmıştır. Kafir-Mümin-Münafık)

Bu konuyla ilgili şu hususu da unutmayalım. Rasül aşkını da kendine rehber edenleri çok iyi tanımak içinde “eleştirel kuramlardaki şüpheleri” “iki mihverli” olarak tutmalıdır. Yani “öz benliklerindeki kabullendikleri inancın tarifini”,  “kullukları” ile ölçmelidir. İnançtan kulluğa, kulluktan inanca; sebep sonuç ilişkisi içinde.

Ayniyeti olmayanın muhakkak gayriyeti vardır.

Aşağıda Martin Lings’in talebesinden bir kişinin bir itirafını alıntıladık. Ancak göze ilk bakışta görünmesi zor hataları koymamakla beraber, bir daha Müslümanın ne kadar ayık olması gerektiğini bir daha müşahede eyledik.

Unutmayalım ki, güneş ne kadar berrak olursa olsun, illaki gölgeleyen bulutlar peşini bırakmaz. Martin Lings’inde çokta iyi anlaşılamadığını bir kere daha anlamış olduk.

 

[MEYVE VEREN ULU AĞAÇ

Martin Lings aramızda yaşayan paha biçilmez bir hazineydi, bir İngiliz gibi değildi. Martin Lings benim için İngiltere'ydi. Gökyüzüydü, buluttu; yeşil tarlalar, ağaçlar, yağmurdu. O, sevenleri için -ki sayılan hiç de az değildir, "ilkbahar, yaz; hududu, nihayeti olmayan feyiz’di.[3]

1990 yılının ocağında,  annem,  kızkardeşim, müstakbel ka­yınbiraderim ve bir arkadaşımla beraber Mısır'a gitmiştim. Oxford Üniversitesinde sürdürdüğüm Arap Dili çalışmaları vesilesiyle Kahire'ye daha önce de gitmiş, burada bir yılı aşkın bir zaman geçir­miştim. Bu sebeple seyahat arkadaşlarımdan daha tecrübeliydim. Bu ikinci gezimin büyük kısmını eski dostları görmekle geçirdim. Ziyare­tinde bulunduğum arkadaşlardan biri de Oxford'daki lisans yıllarında ihtida edip, Abdurrahman ismini alan Julian Johansen ve eşi Alison’du. Zaman zaman İslâm hakkında sohbet ederdik. Ona bir gün Kelime-i Tevhîd'in ilk kısmını (Lâ İlahe İllallah) mutmain bir kalple söyleme­me rağmen, ikinci kısımda (Muhammedun Rasûlullah) kalbime düşen şüpheden bahsetmiştim.

Johansen çiftinin, bir tarikata mensup, fakat bir takım itikadı so­runlardan mustarip Abdülaziz isminde İngiliz asıllı bir komşusu vardı. Abdurrahman, bu komşusunun Martin Lings’ten istifade edebileceğim düşünmüş olmalı ki, Lings'in Kahire'de bulunduğu bir gün ona bir görüşme ayarladı. Onları görüşmeye ben götürdüm.

….

Otel Odasının kapısı açıldığında ilk gördüğüm, seyrek sakal ve düz saçlarının çerçevelediği zarif, asil çehresi oldu. İlerleyen yaşına rağmen oldukça çevikti. Ruhuma en çok tesir edense bizi kucaklayan sıcak sesiydi.

Davetsiz misafir olduğumdan çekingen davranıp içeri girmek istemedim önce. Fakat Lings ısrarla içeri alıp bir süre benimle konuştu. Kahire’deki meşguliyetimi sorunca, önceki durağımın Luxor olduğunu söyledim. Konu bu şekilde Mimar Hasan Fethi tarafından, geleneksel mimari usluplar kullanılarak inşa edilmiş Gurna Gedida kasabasına yaptığım geziye geldi. Yüzünü hafifçe yukarı kaldırıp, Hasan Fethi’yı tanıdığını, hatta hac arkadaşı olduklarını söyledi. Sohbetimiz bittiğinde, odanın diğer köşesine çekilip, pencereden Nil Nehri izlemeye koyuldum. Bir yandan Abdülaziz'e kulak kesilmiş, onun Lings'e soracaklarını bekliyordum. Huzurlu, hoş bir sessizlikti bu. Sessizliği ilk bozan Lings oldu: 

 

-Bana sormak istediğin bir şey var mı?

 

Üzerinden onbeş yıl geçti geçti, fakat sesini hâlâ ruhumun derinliklerinde duyuyorum. Zahirde Abdülaziz'e hitaben sarf edilmiş gibi gözüken kelimeler beni, içinde bulunduğum asude bahar ülkesinden çekip, fırtınanın ortasına attı; uyuduğum gaflet uykusundan uyandırdı. Sesi, varlığımı, güçlü bir dalganın suyu sarstığı gibi sarstı. O dalga içimde dolaşarak kalbimi yakaladı. Onu dinlerken bana öyle garip bir hal oldu ki, bir daha böyle bir şey yaşayacağımı sanmıyorum. Eğer o an ayakta olsam kesin bulunduğum yere yığılırdım. Etrafa kalbimin deli gibi sesini benden başka duyan var mı diye baktığımı hatırlıyorum.

O anki hislerimi kelimelere dökmem güç. O birkaç dakikada ne oldu neler söylendi, onun bile net bir resmi yok zihnimde. Zincirleme olarak aklıma gelen düşünceleri olduğu gibi aktarayım:

 

"Allah Teâlâ'nın varlığına çoktandır inanıyorsun. Kendi varlığın bunun büyük delili. Eşya yaratılmadan önce var olan boşluk bile bir mahlûk, dolayısıyla bir yaratılış mucizesi ve Allah Teâlâ dediğimiz kud­retin tezahürüdür. Her zaman, dinlerin iyi niyetli fakat insan ürü­nü sistemler olduğunu düşündün. Ancak unuttuğun bir şey vardı: mevcudat Allah Teâlâ’nın tekliğinin aşikâr bir delili ise, mevcudatın bir parçası olan varlığın, delâletin de bir parçasıdır. Seni yaratan Yaratıcı şimdi kalbine vahyedip, seni, kendini bilmeye davet ediyor. Sana fıtratının bir parçası olan vicdanı veren Rabbin şimdi senden, o vicdanın hakkını vermeni istiyor. Vecd ile vazifeli olan vicdan daha azına razı olmaz. Dünyanın neresinde, sahibi kim olursa olsun vicdan böyledir. Madem vecd ve İlâhî aşk hali şimdilik senden uzak, çevrende ona en yakın şeyi bulmalısın. (Daha sonra Lings'ten, ilk nazil olan âyetlerin tekvini âyetler olduğunu, fakat artık ilk âyetleri okuyamadığımızı öğrendim. Fakat burada kastettiğim bu değil.)

Benim bilmediğim, daha önce hiç tecrübe etmediğim ilâhi aşk kimilerinin hakikati olmalı. Bu kimseler peygamber, aşk ise dinin ta kendisi olmalı. Evet, işte bu! Bu kadar basit! Tüm dinler Tanrı kaynaklı olup, insanların tüm ihtiyaçlarına; cevâp verecek kadar kapsamlı bir mesaja sahip. Çok sayıda din olmalı. Gelmiş geçmiş tüm halklara bir din gönderildiğine göre...

Yanımda konuşan bu adam İslâm'ı temsil ediyor. İslâm ise bu dinlerden sadece biri. Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun elçisidir. Lings Budist olsaydı, ben de Budist olurdum. Tek bildiğim, duyduğum bu ses varlığıma, Özüme öyle derinden nüfuz etti ki, ruhumu öyle yakaladı ki İslâm benim için yegâne yol oldu. "

 

Ben tüm bunları düşünürken meğer içimde bir ozmos gerçekleşmiş, iki akışkan birbirine karışıp bir olmuştu. Ben, Martin Lings'in temel öğretisi olan, Tanrı kaynaklı tüm dinlerin Tanrı katında eşit olduğuna bir anda inanıvermişim. Bu evrensellik âmentüsü, Kur'ân'da farklı âyetlerde tezahür eder:

 

“Rasül kendine Rabbinden indirilene inandı, mü'minler de (buna inandılar). Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. "Biz O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız." Yine: "Duyduk ve itaat ettik. Senin bağışlamanı diliyoruz, ey Rabbimiz; dönüş de sanadır" dediler. (Bakara, 285)

 

Kur'ân'da ayrıca her kavme bir peygamber gönderildiğine, hiçbir topluluğun İlâhî mesajın dışında kalmadığına dair âyetler de var. (bkz. Yûnus, 47) Mâide Sûresi 69. âyet ile onunla çok benzer mana taşıyan Bakara Sûresi 62. ve 38. âyet de bu bağlamda dikkate değer.

 

“Biz onlara şöyle dedik: "Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayet yoluma girerse onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 38)

Bunlar Allah'ı ve iman etmiş olanları aldatmaya çalışıyorlar. Oysa gerçekte yalnız kendilerini aldatıyorlar ama bunun bilincinde değillerdir. (Bakara, 9)

 

Hristiyanlığın veya Musevîliğin hakikatini sorgulayan bir Müslümanın Kur'ân'daki bazı âyetlerin nesh edildiğine, sonra nazil olan bazı âyetlerce hükümsüz kılındığına da kaçınılmaz olarak inanıyor olması lâzımdır. Kaynakça: Martin LİNGS trc: Zeynep KOT [Kitap]. - Öze Dönüş, İstanbul, 2012, s.157-161]

 

Yukarıdaki alıntılarda başlangıcı ile bağdaşmayan görüşün görünmeyen bir el ile yönlendirişi var. Bu el Martin Lings’i anlatırken, şeytanın istediği din olan “diyalog-telfik” çağrısını ilan ediyor.

Biz bu konuda düşünüyor diyebilirsiniz. Ancak hakikat tekdir. Allah Teâlâ katında kabul edilen din yalnızca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin beyan ettiği İslâm Dini’dir. Bunun dışındakileri ne kadar hakikat diye ilan edersek edelim, safsatadan ibarettir.

Allah Teâlâ’m bilmediğimizden ve yanlış bilgimizden sana sığınırız.

 

İhramcızâde İsmail Hakkı


AİLE VE TOPLUM DÜŞMANIMIZ TV DİZİLERİ

Artık birilerinin bu topluma acıma zamanı gelmedi mi?

Dışarıda geçim sıkıntısı, evde televizyon baskısı. Dizilerde cabası.

Milli ve dinî ahlakımızı bozacak ne varsa saat 20.00 den sonra vizyonda. (Gündüz olan programları takip edemediğim için onlar hakkında yorum yapamıyorum.)

Dil zaten katledildi. Yarım yarım kelimeler, bozuk bozuk cümleler. Gençlerin anladığı dozajda kaliteli yeni düzmece küfürler. Şebekçe Türkçe nasıl konuşursunun örneklemeside yapılıyor.

Kocasını aldatan kadınlar, tecavüz eden erkekler, hemcinslerine tepkilerini ille de tokatla ifade eden kişiler.

TV kanalları kıtlığından mı nedir, aile ve toplumu kaosa götürecek saçmalıklar yumağı olan senaryoları haftalarca ve günlerce kazançlar uğruna sürdürdükleri üçer saatlik diziler ile başımıza bela oldular.

Bunlara kim dur diyecek?

Cevabı yok…

Son on yıldır bu durum perişan vaziyette gidiyor. Akademisyenler, isimlerine yenisini eklemek için masalarından başlarını kaldırıp bu konularda hiç fikir üretmeyecekler mi?

Çocuklarımızı çalıyorlar, geleceğimizi birleri birilerine feda mı ediyor?

Kültür yok, şahsiyet yok, fikir hiç de yok.

Varsa yoksa narsis emellerine ulaşmaya çalışan aşağılık kompleksi içerisindeki insanlar.

Eskiden dünyayı kurtarmak için anarşist, dünyayı fethetmek için faşist olmaya çalışan insanlar vardı. Şimdi ise egosunu tatmin etmek için hedefi olan insanlar bile kalmadı.

Amacı amaçsızlık olan bir nesil, nereye doğru gidiyor?

Sormak lazım. Toplum mühendislerimiz nerede ve ne yapıyorlar?

Siyasetçilerimiz seçim dışında halkın derdine ne kadar nüfuz ediyorlar?

Hayatımız Hindistan’da çalışan trenlere döndü. 

Düzen yok, düzelme yok.

Bu durumun derdini çeken kanaat önderi de yok.

Birileri kafası kafama uygun, bu olur, derken ötekisi hayır içinde; uzlaşma yok. Sadece “gizli amaç” var.

Yürekleri fetheden, canları sevindiren, birbirini seven insanlar beş on sene sonra kaybolacak, görüyor.

Sitelerinde emniyet içinde karınlarının gurultusunu duyacak kadar yalnız kalacak bu insanlara ancak ağlamak için kendimi zorluyorum. Gözümden yaş çıkmıyor. Öyle hale gelmişiz ki “kalpler hasta, ruhlar mahkum”

Yoksa Avrupalılar gibi uyuşturucuya mahkûm olmak için ne gerekiyorsa yapalım-dan

çıkma zamanı gelmedi mi?

Aşağıda   “KEVİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ” (We Need to Talk About Kevin) adlı filmi seyretmenizi tavsiye ederim. Bu film çaresiz kalmış toplumda ilişkilerin bittiği yerde yardım etmeyen devleti anlatıyor. Aile içinde, çözüm yok. Bu çözümsüzlüğü çözecek okul da eğitim de yok.

Bu filmde tek suçlu var o da devlet ve milletin kendisi. Aile yetersiz kalınca, devletin yapacağı psiklojik terapiyi nasıl yapabilir ki?

İtiraf etmeliyim ki, gençlerde arkadaş çevresinden ve eğitmenlerinden aldığı tavsiye daha etkili olurken, gelecekte dünyayı kurtaran narsist [4] diktatörlere aday olmakta ebeveyn denetimini artık istememektedirler.

Konu üzerinde idealleri sadece dünya olan görüşten biraz uzaklaşıp “orta yolu” bulan fikir, yönetim ve hedefleri olan bir millet olmak için gayret göstermeli değil miyiz?

Pek umutlu görünmese de, geç kalmamak için “çok şeyler yapmak lazım” diyebilirim.

İlk yapılacak şey öteki ile diğeri arasındaki uzlaşma sağlanmalıdır. Vakıflar, cemaatler, dernekler en ince detaylarına kadar devlet tarafından incelenmeli ve art niyetli kişilerin önüne geçilmelidir.

Okullarda kitap okuma alakalı yeni düzenlemeler getirilmeli, çocukları dershanelerden kurtararak üniversite giriş sınavları için kaybedecekleri zamanları telafi etmelerini sağlamalı ve giriş sınavlarında kültür seviyesi üzerinden derecelendirilmeye gidilmelidir. 

Okumayan nesiller yönetilmesi kolay olanlardır. Kimliği olgunlaşmamış milletler emperyalist ülkelerin oyuncağı olur.

Allah Teâlâ milletimizi ve bütün insanlığı art niyetli olan şeylerden muhafaza buyursun.

Amin

 

KEVİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ (We Need to Talk About Kevin)

Vizyon tarihi  3 Şubat 2012 (1s 50dk) 

Yönetmen: Lynne Ramsay

Oyuncular: Tilda Swinton, John C. Reilly, Ezra Miller devamı...

Tür:  Dram, Gerilim

Ülke: ABD, İngiltere

 

Özet

Film, İspanya'da yapıldığını bildiğimiz bir domates savaşı olayı ile başlıyor, Eva (Tilda Swinton) büyük bir mutlulukla kıpkırmızı domateslerin arasında adeta kayboluyor, düşüyor, kalkıyor, kayıyor, en sonunda birçok el Eva'yı yukarı kaldırıyor, Eva çok mutlu, kendisini belli ki çok özgür hissediyor, sonra birden uyanıyor Eva, evinde. (Bu domates savaşı belki bir rüyaydı, belki de Eva'nın daha önce yaşadığı özgür hayattan hatırladığı bir andı.) Müstakil bir evde tek başına yaşıyor Eva ve uyandığında camdan dışarı bakıyor, kırmızı boyalar görüyor. Dışarı çıkıyor ve görüyor ki evine kırmızı boyalarla saldırılmış, her yer kıpkırmızı olmuş, arabasına da aynı şekilde. Hiçbir şey yokmuş gibi arabasına biniyor ve aklına daha önce koymuş olduğu belli bir şekilde gidip bir iş başvurusu yapıyor, kabul ediliyor ve kısa süreli de olsa mutlu oluyor Eva. Genelde ise bitkin, mutsuz.

Film belirli aralıklarla zaman geçişleri yapıyor - bu değişik zamanları Eva'nın saç şekliyle de takip edebiliyoruz. Filmi gizemli kılan taraf da filmin kronolojik olarak düzensiz ve kolajsı kurgu yapısı. Çünkü başta tek bildiğimiz Eva'nın tek başına yaşayan, mutsuz, bakımsız bir kadın olduğu ve geçmişinde sıkıntılı bir şeyler yaşadığı. Daha sonra Eva yeni başladığı işinden bir günlük izin alıyor ve hapishanede birini ziyaret ediyor. Bu ziyaretten sonra geçmişle ilgili daha çok zaman sıçramaları yaşıyoruz ve artık Eva'nın hayatındaki sıkıntı tek tek ortaya çıkmaya başlıyor. Eva özgürlüğüne düşkün, kariyer sahibi, ama âşık olmuş ve evlenmiş bir kadın; hamile kaldığında bu durumundan pek mutlu olmadığını hissediyoruz. Bebeği, doğduktan sonra ilk birkaç ay susmaksızın ağlayarak anne Eva'yı daha da perişan ediyor. Eva adeta mutsuz, bitkin ve çaresiz bir hal alıyor her geçen gün. Kocası ise abarttığını düşünüyor çünkü o eve geldiğinde, oğlunu kucakladığında hiçbir sorun yok. Bebeğin tüm garezi annesine sanki.

Oğulları Kevin altı yaşına geldiğinde hala anneye garezi sürmekte, tek kelime konuşmamakta, annesinin "hadi bana geri yolla" diyerek bacaklarına doğru ittiği topa karşılık vermemekte. Annesi çocuğun otistik olduğundan şüphelenerek doktora götürüyor ama doktor da oğlunun gayet "normal" olduğunu söylüyor. Eva adeta mutsuz bu cevaptan çünkü, biliyor ki oğlunda bir sorun var. Sanki sadece onun görebildiği bir sorun.

Ergenlik çağında Kevin artık isyankâr bir genç. Fakat genellikle alıp veremediği hep annesinin üzerine. Eva belki bir şeyler değişir umuduyla yeniden hamile kalıyor ve bu kez Kevin'in tam tersi kişilikte bir kızları oluyor. Kevin elbette bunu da kendisine bir tehdit olarak görüyor ve kız kardeşine zarar verme potansiyeli taşıyor.

Eva, Kevin'in böyle sorunlu bir çocuk olmasında hiçbir şey söylemese de kendini suçlamaktadır şüphesiz. Zaten filmin anlatmak istediği, kafamızda soru işareti bırakarak günlerce düşünmemizi istediği şey de budur: Her şeyin bir sebebi var mıdır? Kevin'in çocukluktan beri süregelen uyumsuz kişiliği ve sonunda da bir canavara dönüşmesinin sebebi çocukluğunda yaşadıkları, annesinden aldığı olumsuz tepkiler, hatta belki daha anne karnındayken sevilmediğini, istenmediğini hissetmesi midir yoksa kendisinin de filmde cevapladığı gibi bütün bunların bilinebilecek hiçbir anlamı ve hiçbir sebebi yok mudur... Bu durumda sevilmediğini düşünen her çocuk potansiyel bir canavar mı olacaktır? Büyük sevgiyle yetişmiş, çok normal ailelerin içinden çıkan nice katiller, sapıklar yok mudur?

Filmin en korkunç gerçeği aslında doğumundan beri bir türlü iyi geçinemeyen, günleri birbirlerine zindan eden anne oğulun arasında aslında tam da bu sebepten dolayı oluşmuş muhteşem güçlü bağ bana kalırsa. Birbirlerini en iyi anlayan ve tanıyan anne-oğul'dur aslında ve bu birbirlerinin en şeytani yönleri yoluyla da olsa aralarında bir bağ sağlamaktadır. Oğlunun gerçek karakterini görebilen tek kişi annesidir, ne babası ne de kardeşi, bu yüzden aslında Kevin için en önemli kişi annesidir. Ne acı bir tutku ve bağ...

Filmin feminist bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Film bize tüm bunlarla birlikte aile denen kavramda birilerinin mutlaka bazı kirleri örtmesi, bazı lekeleri silmesi gerektiğini ve bunun da genelde "anne"ler olduğunu hatırlatıyor. Eva, evinin duvarlarına dökülmüş olan kırmızı boyaları jiletle kazırken yönetmen uzun uzun bunu izletiyor bize, biz rahatsız olana kadar, yani diyor ki bu harap olmuş durum bir şekilde düzeltilmeli, birinin ortalığı toparlaması gerekiyor ve bunu yapan da genelde kadınlar, anneler oluyor, toplum tarafından da onlardan bu bekleniyor.

(Melis Z. Pirlanti- blossomel@gmail.com-twitter:blossomel)

Yorum:

Gerçekten Kevin’i ailesi kurtaramazdı. Birileri kurtarırdı. O kurtarıcı  belki okulunda verilen eğitim olacaktı. Ancak okul hayatı o çocuğa yardım etmedi. Sadece gurura odaklanmayı öğretmişti.

Kevin okul katliamına giderken beslendiği fikri kapının üzerinde yazıyordu. “Sadece benlik” kokan narsist fikirlerle dopdolu dizeler.

PRIDE[5] FOCUS

A feeling which makes you want to do your best all the time in everything you do

Concentration of the mind such that nothing distracst[6] you from your task

 

GURURA ODAKLAN

Eğer her şeyde her zaman en iyi yapmak istiyorsan bir duygun olsun.

Zihnin böyle bir konsantrasyon sağlarsa görev seni dağıtamaz.

--

Annesi hapishanede Kevin’e soruyor.

Annesi-Tabii ki, bugün olayın yıldönümü.

Kevin -İki yıl.

Annesi-Düşünmek için oldukça yeterli bir zaman.

Annesi-Bana bunu neden yaptığını söylemeni istiyorum.

Kevin-Bildiğimi sanıyordum ama şimdi o kadar emin değilim.

---

Başka bir zaman annesi Kevin’e yanlış hareketini sorgularken sordu.

 

Annesi- Neden böyle bir şey yaptın?

Kevin - Sadece kolleksiyon yaptım.

Annesi-Kolleksiyon yapmak için biraz tuhaf şeyler değiller mi?

Kevin -Etiketlemeyi sevmem.

Annesi-Peki amaç ne?

Kevin -Herhangi bir amacı yok. Amaç bu.

--

İşte hedefi olmayan bir nesil, sür istediğin yere sür, sürülmek hakkı vardır.

İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] Şu Hain Kalplerimiz-Kadınlar Erkeklere Neden Teslim Olurlar? Rosalind Coward

İngilizceden çeviren: Aksu Bora - Asuman Emre Kitabın özgün adı: Our Treacherous Hearts Why Women Let Men Get Their Way Faber and Faber/1992 basımından çevrilmiştir.

[2] Mazoşist, acı çekmekten zevk alan kişidir. Benzer terim olan sadist ise acı çektirmekten hoşlanan anlamına gelmektedir.

[3] Martin Lings: Seçki’ Sophia Dergisi, 5.cilt, 2. sayı (Doğum günü münasebetiyle yayınlanan Martin Lings özel sayısı).

[4] Narsisizm: Narsisizm veya “benseverlik”, kişinin kendisine duyduğu cinsi arzu, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması benliğini putlaştırması olarak tanımlanan bir terimdir. Farklı tanımları ve kullanımları mevcuttur.

[5] Pride: i. Gurur, kibirlilik, ağalık, azamet, övünç, iftihar, haysiyet, kıvanç, övünç kaynağı, izzetinefis, onur, şeref, kibir, kendini beğenmişlik, tafra, gösteriş, ihtişam, en parlak zaman, aslan sürüsü

[6] Distract: f. DAĞIT: aklını başından al, dağıt, avutmak; dikkatini dağıtmak, aklını karıştırmak; başka tarafa çekmek; şaşırtmak, rahatsız etmek, delirtmek (Argo)

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar