Yazılmışlar 10
CİNLERLE İNSANLARIN EVLİLİĞİ: BÜYÜ (SİHİR-MAJİ)
Gerek insan bilimi, gerekse kültürel olarak
toplumların inanç ve düşünce yapılarına baktığımızda bunların temellerinde ya
din veya sihir olgusuna rastlamak mümkündür ki, bu umumiyetle tabiat güçlerini
elinde bulundurup idare eden insanüstü ilahi güçlerin varlığına inanma
olgusudur yahut da insanların kimileri tarafından öğretilmek suretiyle de
kazanılabilen yetenekler vasıtasıyla toplumun ihtiyaçlarına göre
yönlendirilebilen insanüstü güçlerin ve bedensiz varlıkların mevcudiyetine
inanma olgusudur.
Birincisini din, ikincisini ise sihir tabirleri ile
ifade ettiğimiz bu iki olgu kimi toplumlarda birbirlerinin içine girmişler,
kimilerinde din kaybolmuş sihir bir din gibi algılanmış, kimilerinde ise sihir
kutsallaştırılarak ancak özel kişilerin anlayıp uygulayabildikleri olgular
olarak kabul edilmiştir. Olağanüstülükler oluşturma yönünden sihre, çoğunlukla
uygulayıcılarına tabiatüstü ilâhilik yakıştırmaları yapılmak suretiyle, dinî bir
kisve büründürme çabasına girilmiştir. Nitekim pek çok dinde bunun örneklerine
rastlanılabilir. İnsanlardaki bu saplantılar yani dinî ve ilâhî kisveye
büründürme çabası, hak rasüllerin bu gibi ameliyelerin benzeri ya da daha üstün
hallerini sihrî bir sisteme başvurmadan, doğrudan ilahî güçlerle uygulama
girişimlerini zorunlu hale getirmiştir ki biz, bunlara mucize gösterme diyoruz.
Böylece rasüllerin gönderilme sebeplerinden birisi de sihir ile dinin arasını
ayırarak, sihirbazlarla vasıta görevi yapan bedensiz varlıkların (cinlerin)
ilâhîleştirilmelerinin önlenmesidir. Nitekim bu tavır yasaklanarak bir inanç
bozukluğunun önü alınmaya çalışılmıştır. Buna en bariz misallerden birisi eski
Yunan mitolojisi ve dinidir. Din ile sihir Grek kültüründe başlangıçta mevcut
idi; hatta Aristo ve Platon'da ifade bulan tevhid inancı hâkimdi. Ancak sihirde
kullanılan üstün bedensiz varlıklar ilahileştirilerek tanrılara dönüştürüldü;
böylece tevhid dini yozlaşmış oldu, küfür ve şirk hâkim oldu. Çok tanrılı
dinlerin meydana gelişinde sihir önemli roller oynamıştır.
Sihir İslamiyet’in başlarında Arab yarımadasında yaşamış
olan toplumların birçoğunda pratik olarak uygulanan bir hâdise olarak
karşımızda durmaktadır. Şöyle ki putperest Araplar, Kabala ya da Yahudi sihrini
uygulayan Museviler sihrin çeşitli örneklerini ve astrolojik bazı işlemleri uygulamakta
idiler. Bu, onlara geçmiş toplumlardan miras olarak geçmiş idi.
Cahiliye dönemi Arab toplumunda sihir yapılarak etki
altına alınanlara meshûr deniliyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de
nübüvvetinin ilk yıllarında ilâhi davetine icabet ederek pek çok kişinin
putperestlikten sıyrılıp tevhid inancına sahip olmalarına vesile olduğu için
insanların düşüncelerini sihirle etki altına aldığı suçlamaları ile karşı
karşıya kalmış; bazen kendisi cinlenmiş, bazen de sihirbaz tabirleri ile suçlanmıştır.
O, bu davetlerinde umumiyetle sadece Kur'ân'dan pasajlar okuyup dinlettiği
için bazen Kur'ân için de bu yakıştırmalar yapılmıştır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gösterdiği pek
çok çeşit mucizeler ile hem insanların inançlarını etkileyerek sarsmış, hem de
uygulanmakta olan sihri hak ettiği seviyeye indirgemiş ve dini üst plana
çıkarmıştır. Buna karşılık sihrin insana yararlı olan sahalarında uygulamalara
izin vermiş, ancak kendisi bizzat bu gibi hâdiselerde sihri uygulamamış,
bütünüyle mucizesi ile tabiatüstü müdahaleler icra etmiştir. Mesela olağanüstü
tıbbî müdahaleleri müşahede edilmiştir. Akrep ve yılan sokmaları ile göz
değmelerine karşı putperest Arabların şirk içermeyen sihri formülasyonlarını
bazı ufak tefek değişikliklerle onaylamış ve insana "yararlı" olması
şartıyla uygulamalarına izin vermiştir. Bununla birlikte bazı ruhsal ve
fizyolojik hastalıklarda Kur'ân'dan âyetleri bizzat kendisi okumak veya
ashabına öğretmek suretiyle de İslâmî Nebevi temellerini atmıştır. Böylece
İslâmî özge gerçek rukye (dua), aslını Nebevi buyruk ve bilgilerden temel
almıştır.
İslâm duada ile dinî inançların arasında kesin bir
çizgi vardır. Uygulamalarda ilâhi sözler kullanılır. İslâm inancında rukye
duanın bir türüdür. Bazen vasıta olarak bedensiz varlıklar (melekler-cinler)
kullanılır. Ancak hiçbir zaman bu varlıklar ilahlaştırılmazlar.
Tarihsel olarak baktığımızda rukye uygulamada Kur'ân
esaslı olmayan yabancı orijinli uygulamaları da görebilmekteyiz. Mesela Batıda
"sihirli dörtgenler" diye de tabir olunan vefk uygulamaları ve
harflerin "bast ve teksiri" gibi ameliyeler başka sihir ekollerden,
İslâmîleştirilmek suretiyle sonradan sokulmuş şekiller olarak dikkatimizi
çekmektedir. Bu uygulamanın sebebi, evvelki sihir ekolleri kendi bünyesi işine
alıp eritme yani İslâmîleştirme gayesine matuftur. İşte bu husus, aslında
tahrif olunmuş dinlerin orijinlerinin tevhid inancı olduğunu vurgular gibi,
sihir ekollerin çoğunluğunun da orijinlerinin bir olduğunu vurgulamaktadır.
Pek çok kültürlerde olduğu gibi İslâm toplumunda da
dindar bir müslüman din karşısında sihrin seviyesini ve inanç karşısında olumlu
ya da olumsuz taşıdığı değeri bilmemektedir. Hatta bu bilgi noksanlığı topluma öğretme ve onları
bilgilendirme konumunda olan imamlar ve bilginlerde bile mevcuttur. Onlar sihri
yeterli olarak tanımadıklarından topluma da hatalı telkinlerde
bulunabilmektedirler. Bu telkinler özellikle Hanefî Mezhebi toplumlarda
(şehirli) sihri inkâra yönelik bir merada seyretmiştir. Başlangıçta toplumun
sihirle çok fazla ilgili bulunmayışı, ona yönelik itikadî ve şerî bakış açısını
da etkilemiştir. Kûfe ve çevresi kültürel olarak sihir ile fazla içli dışlı
olmadığı için Hanefilerin sihir olgularına bakışı inkâra yöneliktir. Buna
karşılık tarihsel ve kültürel bir olgu olarak Kuzey Afrika, sihir ile oldukça
içli-dışlı olduğu için Mâlikî Mezhebi, sihri oldukça yapıcı yaklaşımlarda
bulunarak tevile yönelmişlerdir. Belki de Mâlikîlerin bu tutumu "İslâmî
Rukye" bu yörede kökleşip, bir sistem olarak ortaya çıkmasında önemli bir
etken olmuştur.
Sihrin İslâm toplumlarında bazı yörelerde diğerlerine
nisbetle daha az ya da çok mevcut olmasının bir diğer önemli nedeni de ekonomik
etkenlerdir. Yoksul yörelerde sihrî çözümlere daha çok başvurulmaktadır. Buna
karşılık fakirliğin az görüldüğü, zenginlik ve refahın olduğu şehirlerde sihir
uygulamaları azalmaktadır. Bu husus sadece İslâmî kültürlere has bir olgu
değildir. (sh:11-15)
SİHRİN UYGULAMA ALANLARI
Sihrin, daha geniş bir ifâde ile ele alırsak sihirnin
icra edilip, tatbik edildiği sahalar, insanın yaşadığı ve tâbi olduğu tüm alan
ve kurumlar içine girmiştir. Bu sahaları konu başlıkları ve örnek
operasyonlarla ele alalım:
Sosyal sihir: Evlilik (kısmet kapama ve açma, kalp teshiri,
problemli evliler arasında sevgi oluşturma, geçimsiz evlileri ayırma),
komşuluk (kötü komşuları yerinden etme), düşman (zâlimin zulmünden korunma,
hakkını alma, zâlimden intikam, kötü kişilerin arasına kin îkâ etme), teshir (muhabbet,
atıf, ülfet ve celb ameliyeleri).
Tıbbî sihir: Hastalık teşhisi, genel sağlık, hijyen, genel
şifa operasyonları, ağrıların giderilmesi, yılan, akrep ve haşerat sokmalarına
karşı efsunlar, çocuk hastalıkları, psişik ve manik hastalıklar, obsesyon
vak'alanmn tedavileri, uyku problemleri...
Büyü bağlama ve açma ameliyeleri,
idrar, dil, cinsel bağlar, kısmet açma ve bağlama...
Ceza sihri: Hastalatma ve hastalık gönderme ameliyeleri, sar'alatma, irsâl-i hatif
(cin gönderme), düşman ve şer evlerinin taşlanması ve tahribi, düşmanın helaki.
Kriminal sihir: Hırsızın tesbiti ve cezalandırılması, kayıp insan ve
malın bulunması ve kaybolduğu yere celbi, kayıp hakkında haber alınması.
Adlî sihir: Hâkim veya savcıyı sakinleştirmek, mahkemeyi
kazanmak, mahpusu hapisten kurtarmak.
Hıfz sihri: Kaza, belâ ve musibetlere karşı genel korunma,
yolcuyu çeşitli tehlikelerden koruma, dükkan, tarla ve depodaki mal ve
tahılları zararlılardan koruma.
8. Arkeolojik sihir: Define aramakla ilgili
konular.
9. Veteriner sihri: Koyun,
sığır süt ve yağlarının arttırılması, at ve koyun hastalıklarının tedavisi,
hayvanların kurt gibi yırtıcılara karşı korunması...
10. Parasal sihir: Kağıt taksîsleri, mal ve kazançta bereketin
artırılması, kağıt tasrifleri, deri ve yaprak gibi maddelerin kıymetli kağıt ve
metallere dönüştürülmesi, cinlerden
para celbi, müşteri celbi...
11. Şeytânla ilişki için sihir: Cin davetleri ve tasrifler.
12. Haber alma sihri: Su vasıtasıyla haber
alma (mendel), istihare, rüyada haber alma, cinlerden direkt bilgi edinme.
Ziraî sihir: Ot, tahıl ve meyve ağaçlarının kolay ve bol ürün
vermesini temin eden operasyonlar, meyve düşüren ağaçların tedavisi.
Haşeratlarla mücadele: Pire toplama operasyonları, fare,
akrep ve benzeri haşeratın kovulması.
Medyumsal sihir: İstintak(sorgulanacak hale getirme), hipnoz
hâline sokarak konuşturma ve soruşturma.
Bu listedeki örneklerden de görülebileceği gibi
insanın ihtiyaç duyduğu hemen her hususta ve özellikle alışılmış metodların
yetersiz kaldığı hallerde sihre başvurulmaktadır. Tabii ki bu başvuru, toplumun
refah seviyesinin yükselmesi ile ters orantılıdır. Sihrinin
uygulamaları yoksul toplumlarda Batı toplumlarına göre çok daha ileridir ve
kültürlere göre sihir ekollerinde din her ne kadar değişiklikler arzediyor olsa
da, listede zikredilen konuların pek çoğunda uygulama sahaları mevcuttur.
Aşağıda sihrin insan yaşamının çeşitli safha ve
kurumlarını ne denli etkileyebileceğini gözler önüne serecek işaretler verilecektir:
İbnu'l-Hâcc, Şumûsu'l-envâr'ın 1329 H.
baskısının 75. sayfasında 5. mesele başlığı altında sihirlerin 30 grubunu
saymıştır.
Bir süre önce hizmetinde bulunduğum Dehmûşu'l-ifrît’i elde
etmiştim. Bana sayısız meselelerde hizmet veren bu meleğe (cinne) bir gün sihir
yapılmış kişinin alâmetlerinden sordum. Bana:
"Sihir 30 grupta kendini gösterir" dedi. Ben de:
"Bana bunları, Allah'a ve Süleyman peygamberin
ahitlerine yemin ederek yalan söylemeyeceğini söyledikten sonra say" dedim. O da şöyle karşılık verdi:
"Kendisine sihir yapılan kişi kapısı kapalı bir
eve benzer ki, içine bu kapısından başka hiçbir giriş imkânı yoktur. Bir
anahtar olmazsa eve girmek kabil olabilir mi?". Ben de:
"Hayır" dedim. Şöyle devam etti:
"Bir insanın vücuduna bir diken veya ok saplansa,
bunları çıkarmadan ağrısının dinmesi mümkün değildir, değil mi?". Ben de
"Evet" dedim. Sonra da sihrin uygulama yerlerini anlatmaya
başladı:
Kocaya öyle hükmeder ki, karısından nefret eder. Sihir
yapılmadan önce karısını ne kadar çok seviyorsa, o derece tiksinir hâle gelir.
Kadına hükmeder, kocasından nefret ettirir. Ondan o
derece tiksinir ki gözüne sanki kocası değil de, bir domuz veya bir düşman
görünür.
Kız veya kadınların evlenmelerine engel olur. Böyle sihir
yapılmış kişileri istemeye gelenler bu isteklerinden vazgeçerek geri dönerler.
(Dolayısıyla kısmetleri bağlanmış olur.)
Bakirelere yapılır. Öyle ki, bu kadınlar sokağa çıkmazlar.
Kimse de bunların oturdukları mahalle uğramaz. Sihir yapılanın evine gelen kişi
(sanki ölümden kaçar gibi) uzaklaşır (Bunların da kısmetleri bağlandığı için
isteyenleri de çıkmaz).
Erkek aile reisine yapılır. Çoluk çocuğuna, ailesine
söver ve döver.
Koyunlara yapılır, karınlarındaki döllerini öldürür.
"Bu, nasıl olur?" dedim. Dehmûş şöyle cevap verdi:
"Göğü direksiz ayakta tutan Allah Teâlâ'ya yemin
olsun ki, sihir yapılıp da koyun sürüsü üzerine tatbik edildiği zaman,
şeytanlar bu sürünün hayvanlarına havale edilirler. Bunlar da, koyunların
rahimlerinde döl hasıl olmasına mâni olurlar."
Evcil hayvanlara musallat olup, eklemlerinde hastalık
yaparlar.
(Yapıldığı zaman müvekkel kılınan şeytanlar) koyunun
rahmine darbe vurup, dölünü düşürürler.
İneğe yapılır, süt vermez, verse de yağsız olur.
Bundan sonra Dehmûş dedi ki: Şeytanlar, katır, eşek ve ata sihrin hükmünü icra
ettiremezler. Bunlarda ortaya çıkan hastalık belirtileri "kötü
göz"dendir. Bu ise, Allah korusun, döl verecek kısraklara doğum anlarında
ârız olur.
İnsan çocuğunun ölümü için yapılır. Sihir yapılan
kadının çok az çocuğu hayatta kalabilir. Sihrin tesir ettiği kadının üzerine
şeytanlar hücum ederek, kasıklarına, makadına ve karnına türlü çeşit sihirlerle
vurarak dölünü düşürürler.
Kimi zaman da küçük çocukların ölümleri için yapılır.
Bu hâlde, şeytanların müvekkel kılındığı çocuklar, bunların çeşitli darbelerine
maruz kalırlar. Daha kötüsü: şeytanlar, Bahr-ı azrak (mavi deniz) denen malum
yerdeki bir kaynaktan getirdikleri suyu içirirler ki, bu sudan içen çocuk
aniden hastalanarak ölür. Bu sudan yetişkinlere içirildiği takdirde, bunların
karınları şişer ve su toplar.
Salı veya Cuma günü Başak burcunun tâli' olduğu bir
zamanda bir kadın resmi çizilip de istenilen herhangi bir kadın üzerine tatbik
edilirse, o kadının her doğuracağı çocuk kız çocuğu olur. Bunun üzerine:
"Ey Dehmûş, nasıl olur da erkek çocuk
doğurabilecek bir kadın (sihir yapıldıktan sonra) yalnızca kız çocuk doğurur
hâle gelir?" dedim. Buna şöyle cevap verdi:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi âlemlere
peygamber ve resul olarak gönderene yemin olsun ki, doğrudan başka bir şey
bildirmedim ve gerçekten gayri bir şey konuşmadım. Mağrib (Kuzey Afrika)'nın
denize yakın ücra bir yerinde malum bir bitki yetişir. Türlü türlü sihirlere
müvekkel (vekil olan) olan şeytanlar, işte bu bitkiyi alıp sihir yapılan
kadına yedirirler. Bunun üzerine kız çocuktan başka çocuk doğurmaz olur. Zaten
bu bitkiden hangi kadın yerse yalnızca kız çocuk doğurur (Yani sihir yapılmasa
bile aynı etkiyi gösterir).
Öyle sihir yaparlar ki, koca karısına cinsel yaklaşımda
bulunamaz.
Geline isabet eder, damattan nefret eder.
Kadına isabet eder, kocası ile münasebetten tiksinti
duyar ve ona ilişkiden hoşlanmadığım söyler.
Adama yapılır ve eklemlerinde hastalık yapar.
Kadına yapılır, bununla başına ve karnına su birikir.
Kadınlara isabet edip, suratlarım değiştirir (Yani mesela
ağzı ve yüzü çarpılır)
Kadına yapılır, çocuk doğuramaz olur. Gören de kısır
zanneder. Bilindiği gibi çocuk doğurabilecek kadın hayız görür. Böyle sihir
yapılmış kadın, hayız gördüğü halde çocuk doğuramaz (Çünkü şeytanlar rahmin
faaliyetine mâni olurlar).
Yapıldığı zaman mal, eşya ve hayvanlar telef olur.
Karı kocanın arasını açmak için yapılır.
Yapıldığında, bir aile veya grup içinde anlaşmazlık ve
kin doğmasına neden olur.
Erkek olsun, kadın olsun, insanların gözünde hor ve
hakir yapar (Hiç kimse böyle kişilere değer vermez).
Adama yapılır, çalıştığı işinden veya görevinden uzaklaştırılır.
Yapıldığı kişinin elinde mal ve para cinsinden ne varsa
alıp gider (İflas eder veya fakirleşir).
Kadına yapılır, ne evlendiği koca ona sabreder, ne de
kadın evlendiği kocasına dayanabilir. Her iki şekilde de genellikle boşanma
vâki olur (Yani kadının evlilik hayatı kararsız olur).
Sihrin yapıldığı kişi vatanında kalamaz. Sihir
tesirini gösterdiği sürece türlü nedenlerle gurbette kalıp vatanına dönemez.
Güzel bir kadına yapıldığı zaman, onu kocasının ve
insanların gözünde çirkin gösterir.
30. Erkek veya kadın olsun yapıldığı zaman, rengi
değişir, sararır ve aklını yitirir. (sh:48-53)
Obsesyon(bir bedensiz ruhun bir bedenliyi (insanı)
hükmedecek derecede etkisi altına alması), şeytanın fırsat buldukça uygulamaya
çalıştığı bir zarar biçimidir. Meselâ bir nebi olarak Hz. Eyyüb aleyhisselâmın
bile malı, çocukları ve her şeyden önce bedenine taarruz ederek hasta
etmiştir. Bunun delili Sâd sûresinin 41. ayetidir. Meâlen Allah Teâla şöyle
buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyub'u da zikret. O,
Rabbine nida ederek: "Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve azap
verdi" diye seslenmişti."
Cinnin, insan bedenine tasallut etmesinin sebeplerini
İbn Teymiyye şöyle sıralamıştır:
1. Cinnin, insana âşık olması,
2. Cinnin seksüel ilişki kurma isteği (şehvet),
3. Cinnin insana karşı nefret beslemesi,
4. Şu hallerde insanın onlara eziyette bulunması:
üzerlerine işemek ve su dökmek, bilerek ya da bilmeyerek onlardan birisini
öldürmek. Cinlerde zulüm ve cehalet insana göre daha yoğun olduğu için, inşam
hakettiğinden fazlası ile cezalandırmaktan çekinmezler.
Obsesyonu kolaylaştıran haller:
Kadında aybaşı ve lohusalık hâlleri gibi onu cismanî
ve ruhanî yönlerden zayıflatacak patolojik (hastalık) durumlar;
Tüm üzüntü ve depresyon halleri; beyne zarar veren
darbeler ve patolojik durumlar; cenabet hâlinin sürekliliği ve cünüpken
yapılması yasak olan amellerin yapılması; cin davetleri gibi formülasyonlarla
cinlerin zorlanması.
Obsesyonun tedavisinde bu durumların düzeltilmesine
çalışılır. Aslolan tedbiri elden bırakmayarak taharet üzere bulunup, ruhsal
uyanıklığım muhafaza etmek gereklidir. (sh:186)
YORUM:
Yukarıdaki bilgiler ışığında söylenen durumların
hepsinde cin unsurunun muhakkak uzaktan ve yakından bir ilgisi vardır. Başlıkta
kullandığımız “CİNLERLE İNSANLARIN EVLİLİĞİ: BÜYÜ” cümlesi bir
gerçeğin habercisidir. İnsanlar evlilik denilince mana yönünü daraltırlar.
Aslında evlilik, iradeli ayrılığı olmayan birleşme demektir. İstekli
birleşmeler diyebileceğimiz evliliklerdeki ayrılmalar genellikle istenmeyen
olaylar neticesinde gerçekleşir. Bu nedenle büyü işi ile uğraşanlar eninde
sonunda yaptığı tılsımla, muskayla, cin daveti ile cinlerle evlenirler. Birçok
insanda bunun ya farkına ya da varamaz. Bu evlilik zıt şeylerin birleşmesine
benzer ve karma karışık olur. Bilindiği üzere zıt şeyleri ayırmak benzer unsurlarınkine
benzemez. Sonuçta tehlikeli durumlar oluşur. Bu nedenle sihir demek cinlerle
ilişkiye girmek denilmesinin ne anlama geldiği açıklanmış oldu. Hiçbir şekilde
dinimiz dua ve çocuklara yapılan rukyenin dışında bu şeyleri tavsiye
etmemiştir. Ancak sihir yapılmış kişinin sihirden kurtarılması için bu ilmi
bilmenin gereği olduğu için bazı telif edilmiş eserler bulunur. Bunlar ise
şeytânî düşünceli kişiler tarafından istismar edilmektedir.
Ayrıca, medyum, bu işle uğraşan hoca denilen kişilerin
genellikle hayatları incelenirse cinler ile bir ilişkisinin muhakkak olduğu
görülecektir. Bazen bu ilişkiler o seviye varır ki bu kişiler cinlerin
isteklerini yapmaya başlarlar.
Hulasa büyü yapan ve isteyen kişi, cinni hayatî
alanında kendisiyle ilişkilendirmiş demektir. Birde bu işlerde para alma verme
mevzusu varsa o kimselere acımaktan başka bir şey diyemiyoruz. Alanın kötü
olduğunu herkes bilir. Unutulan verenin kendi zayıflığını ortaya çıkarmasıdır.
Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynakça:
ÖZBEK Yusuf, İslam Açısından Sihir -Maji [Kitap]. - İstanbul: İz, 1994.
YAHUDİLERE MÜHLET VERİLMESİNDEKİ SIR
Antisemitizm [1] dünya gerçeklerindendir. Yahudilerin bu
kadar zamandır sevilmeyip düşmanları çok olduğu halde yok edilemeyip, tarih
sahnesinde bulunmalarının bir nedeni var mıdır? Diye düşünebilirsiniz. Bunun
için çeşitli sebepler ileri sürülebilir. Bu sebeplerin arasına bahsedeceğimiz
mevzuyu da katmanın uygun olabileceğini varsayıyoruz. Şöyle ki;
“(Dünyadan göçtüğünde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden kalan,
ancak bindiği ak bir katır ile Allah yolunda vakfetmiş olduğu bir arazi
parçasından[2], bir de kullandığı silahından
ibaretti.[3] Hatta, vefatı sırasında zırh
gömleği bir Yahudi’de otuz sa’ (1 sa'=3120 gram ağırlık) arpa karşılığında
rehin edilmiş bulunuyordu.”[4]
Hz. Ali kerramallâhü veche de, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
vefatından sonra:
"Resûlullah Aleyhisselamın kime bir va'di veya borcu varsa bana
gelsin!"
diyerek nida ettirdi. Sağ oldukça her yıl adam gönderip kurban kesme günü
Mina'da, Akabe yanında böylece nida ettirmeye devam etti. Allah Teâlâ'nın
kullarından gelip haklı haksız her isteyenin isteğini verdi. Hz. Ali'den sonra,
vefat edinceye kadar Hz. Hasan, ondan sonra da şehadetine kadar Hz. Hüseyin
böyle yaptı.[5]
İnsanı üzen, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin dünyayı
terk edeceği zamana yakın bir anda, eski zamanlara göre refah seviyesi artmış
Medine hayatı içerisinde, bir Yahudi’ye zırhını terhin edecek kadar sıkıntıya
düşmesidir. O gün itibariyle ihtiyacını etrafındaki zengin sahabe
efendilerimizin fark etmemesi (!) ve zırhının Yahudi’ye rehin verilmesidir.
Acaba bu ne olabilir, yoksa bir "İslam'ın garipleşmesi" hakikati
mi zuhur etti.
İşte, Allah Teâlâ, bir menfaat karşılığı bile yardım eden Yahudi’ye,
sevgili rasülünün kıyamette mahzun olmaması için bir millete şamil olacak lutûf
ve ihsan buyurmuştur. Meseleye vakıf olanların bu türlü yorumu aşırı
görebilirler. Bilindiği üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme zerre
kadar bir iyiliğe karşılık Allah Teâlâ’nın ihsanı böylesine çoktur. Allah Teâlâ
dünyada Rahman sıfatı gereği gazaba uğramış olan Yahudilere bile ihsanını
sevgilisi hatırına esirgememiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyasını değiştirdiğinde otuz
sa' (93 kg ağırlık) arpa karşılığı olarak rehin verilen zırha
karşılık çıkarılacak bir tevilde şu olabilir.
“Yahudiler, Müslümanlardan otuz defa iyilik göreceklerdir” (Soy kırımlardan kurtulmalarına
yardımcı olmaları) demektir.
Gerçekten de bu şekilde olmuştur. Bir örnek olarak şunu verebiliriz.
“İspanya Yahudileri başka ülkelere kaçtılar. Fakat 1492’deki kapsamlı bir
göçtü. 13 Temmuz’dan başlayarak, 250.000’e yakın İspanyol Yahudi’si, (büyük
çoğunlukla Sefaradlar) Portekiz’e, Navarra’ya, Akdeniz kıyılarına ve özellikle,
Osmanlı İmparatorluğu’na yöneldiler...”
Bu konuda, Cecil Roth’dan bir diğer alıntı: “1492’ deki Yahudi göçü
sırasında, kovulanların büyük çoğunluğu, en kolay, yani en kısa yolu seçtiler.
Hemen yanı başlarındaki Portekiz’e vardılar. Bir bedel karşılığında, o ülkede
yerleşmelerine izin verildi. Ne var ki, aradan birkaç yıl geçmeden Portekiz
Kralı, politikasını değiştirip komşusu İspanya’yı örnek almaya karar verdi.
1496’da, sığınmacı Yahudilere iki seçenek sunan fermanı çıkardı: Katolik dinini
kabul etmek ya da ülkeyi terk etmek...”[6]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme menfaat karşılığı küçük bir iyilik,
bir milletin ömürlerinin uzamasına sebep oluşu, diğer taraftan yapılacak bir
kötülüğe karşıda cezanın büyüklüğünü gösterir. Bu meseleden ivazla
unutulmamalıdır ki, Ümmet-i Merhume’ye yapılan kötülüğün cezasıda elbette büyük
olacaktır.
O müşrikler kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar. Daha öncekilere
de böyle fırsat verilmişti. Ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana
gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye gelirler ve toplumları da
peygamberlerinin kendilerini aldattığı zannına kapılırlar, işte o zaman onlara
yardımımız ulaşır, inkârcılar helâk olur, dilediğimiz kimseler kurtulur. Çünkü
(uzun vâdede) cezamız, suçlu toplumlardan hiçbir surette geri çevirilmez." (Yasin, 36/110)
"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat Ben, o kâfirlere
akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar
akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış,
gördüler." (Ra’d, 13/32)
Sözlerin daha iyi anlaşılması için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz ile Hz. Osman arasındaki geçen vakıalar ile konuyu dahada açıklığa
kavuşturalım.
Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri (Meâlim üt-tenzîl) kitâbında,
sûre-i Bakaranın sonunda meâl-i şerîfi (Mallarını Allah yolunda infâk
edenler, dağıtanlar..) olan 262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde
Kelebîden nakl buyurmuşlar ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osman bin Affân ve
hazret-i Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anhümâ” hakkında - nâzil olmuşdur.
Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûruna dört bin dirhem getirdi, koydu. Dedi ki, yanımda sekizbin dirhem var
idi. Dörtbin dirhemi kendime ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime ödünç
verdim. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdu ki, (Evinde
bırakdığına ve borç verdiğine, Allahü teâlâ bereket versin!) Fakat Hz.
Osman “radıyallahü teâlâ anh” Müslümanları Tebûk gazâsında techîz etdi. Ticâret
develerini, hevedleri ve çulları ile berâber verdi. O iki serverin hakkında bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, Ceyş-i Usretde hazret-i Osman, bin dinâr ile geldi. Ceyş-i Usretden murâd,
Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kucağına altınları dökdü. Ben gördüm. Resûlullah mübârek elini altınlar arasına
dâhil kılıp, karıştırdı. Buyurdu ki,
“Osmana bundan sonra yaptıkları zarar vermez.”
Allah Teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (Allah yolunda mallarını sarf
eden kimseler, dağıtdıkları şeyler ile karşısındakileri ezâda ve minnette
bırakmazlar. Onların ecrini onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü
yokdur.) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Minnet, ihsânda ve ikrâmda
bulunduğu kimsenin, ben sana şunları verdim, bu kadar şey verdim, diye verdiği
ni’meti onun başına kakmak, onu üzmektir. Ezâ, ni’met verdiği, ihsânda
bulunduğu kimseyi mahcûb etmek, utandırmaktır. Veyâ ikrâmda bulunduğu kimseyi,
hiç bilmesi îcâb etmeyen birisi yanında ikrâm ettiğini söyleyerek
utandırmaktır.[7]
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîneye geldi.
Medîne-i Münevverede Rûme kuyusundan başka tatlı su yoktu. Buyurdular ki,
"Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile müslimânların kovasını
bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından Cennetteki kovası hayırlı
olur."
Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o kuyunun suyunu
içmekten beni men’ edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi tuzlu su içerim.
Hepsi dediler ki: (Evet öyledir). Rûme, bir kuyunun adıdır. Medîne-i
Münevverenin altı mil miktarı uzağında bir kuyudur. O kuyu küçük vâdi’dedir.
Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi’ vardır. Büyük vâdi’de olan Azîze
kuyusudur.
Şârîh Gürânî “rahimehullah” İbni Abdülberden nakl etmişdir ki: Medîne-i
Münevverede bir Yahudi’nin ağzı örülü bir kuyusu var idi. Suyu gâyet tatlı
idi. Suyunu satardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile
beraber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı olur.) Hazret-i Osman
“radıyallahü teâlâ anh” varıp, kuyuyu Yahudi ile pazarlık etti. Yahudi kuyunun
temâmını satmakdan imtinâ etti. Hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” da,
yarısını aldı. Nöbet yolu ile bir gün Osmanın “radıyallahü anh” olacak, bir gün
Yahudi’nin olacaktı. Hazret-i Osman nöbetini sebîl ve sadaka etti. Yahudi ücret
ile satardı. Müslümanlar da Hazret-i Osman’ın nöbeti geldikçe, iki günlük su
alırlardı. Yahudi’nin nöbetinde asla uğramazlar idi. Yahudi’nin pazarı
kesata uğrayınca, diğer yarısını da satmak istedi. Diğer yarısını da
Osman “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ondan satın aldı. Evvelki yarısını
Yahudi’den oniki bin dirheme almıştı. Diğer yarısını da sekiz bin dirheme aldı.
Tamamını sebil etti. [8]
Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i
Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” hücresinde [evinde] otururdu. Hazret-i
Osmân “radıyallahü anh” dört deve yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediye ettiler.
Hizmetcileri geri gelip dediler ki, yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn,
muhâcirîne verdiler. Hazret-i Osmân dört deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu
da Resûl-i Ekrem hazretleri Ensâra dağıttılar. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” dört deve yükü buğdayı dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da ailesi
arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Getiren hizmetçilere sordular ki,
seyyidinize kaç deve yükü buğday getirmişlerdi. Hizmetçiler dediler, oniki yük.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. “Tamamını
bize gönderdi. Kendi için bir miktar alıkoymadı.”
Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu:
“Yâ Rab! Ben Osmânın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etdi, Ben
ona mükâfatını verdim. Ammâ Osmânın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna
karşılığını ver.”
Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu,
“Yâ Muhammed! Cebbâr-i âlem sana selâm eder. Buyurdu ki, Osmân'a benden
selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı olduk. Onu Cennetde Muhammed'e refîk
etdik. Arasat hesâbını ondan ref’ etdik. Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz
ona mükâfatdan âciz değiliz.” [9]
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Antisemitizm:Antisemitizm (Yahudi
karşıtlığı, Yahudi düşmanlığı), Yahudilik dinine, ırkına, kültürüne veya
milletine karşı duyulan düşmanlık.
Antisemitizmin tohumları ilk çağlarda Yahudilerin yaşadıkları putperest
toplumlarla çelişkiye düşmeleri sonucu atıldı. Yahudilerin putperestliğe karşı
çıkmalarının nedeni ülkelerine bağlı olmamaları biçiminde algılandı. Kısacası
başlangıçta anti-semitizmin temelini din farklılıkları oluşturdu.
Hristiyanlığın ortaya çıkmasından sonra antisemitist hareketler
Hıristiyanlık inancını Yahudi sızmasından korumak ve İsa'nın çarmıha
gerilişinin intikamını almak karakterine büründü. Roma İmparatorluğu zamanında
İskenderiye'de yapılan Yahudi katliamı buna bir örnektir. Ortaçağda zaman zaman
Yahudiler aleyhinde asılsız söylentiler (mesela Hristiyan çocuklarının Yahudi
ayinlerinde kurban edildiği) ortaya çıkıyor ve bu söylentilerden etkilenen halk
Yahudilere karşı kanlı eylemler yapıyordu. Aynı dönemde Müslüman ülkelerde
anti-semitizm ehli kitap sayılan Yahudiler'in zımmilik statüsüne tabi tutulması
sonucu bir sorun oluşturmadı. Müslüman İspanya'da (Endülüs), Bağdat, Şam ve
Kudüs'te Yahudiler sanat, ticaret ve bilim dallarında özgürce çalıştılar ve
büyük katkılarda bulundular.
[2] Ahmed, c. 4, s. 279, Buhârî, c. 3, s.
220, c. 5, s. 144.
[3] Buhârî, c. 4, s. 220, c. 5, s. 1 44.
[4] İbn Sa'd, c. 2, s. 313, Ahmed, c. 1, s.
300-3001, Buhârî, c. 3, s. 231. Bkz:M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal
Yayıncılık: 8/348-349.
[5] İbn Sa'd, c. 2, s. 318-319. M. Asım
Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/348-349.
[6] Luis Suarez Fernandez’in ‘Les Juifs
Espagnols au Moyen Age’ (Orta Çağ’da İspanyol Yahudileri) Bu eserin orijinali
‘Judios Espanoles En La Edad Medıa’
[7] Seyyid Eyyûb bin Sıddîk Menâkıb-I Çihâr
Yâr-İ Güzîn (Dört Halîfenin Üstünlükleri) İkinci Menâkıb, Altıncı Baskı Hakîkat
Ltd.Şti. Yayınları No: 13, s.201-203
[8] Age., Yirmibeşinci Menâkıb, s.220
[9] Age., s. 249
KADIN NEDEN MUTLU OLAMAZ?
Yıllardır kadın hakkında yorumlar yapılır. Her şekilde
sonuçlar kadın için bir şekilde olumsuzdur. Özgürlük-eşitlik adına
birçok hüküm üretilir.
Sonuç boştur.
Feminist akımlar ile kadın desteklenir.
Sonuç yine boştur.
Çalışan ve kudretli kadın talep edilir.
Sonuç yine boştur.
Hikmeti nedir?
Hangi sebep kadını mağdur eder, diye düşündünüz mü?
Çok şeyler söyleyebilirsiniz. Ancak bir sebep
var o da kadın ve kadınların kendisidir.
Görülen odur ki;
Kadının Anne tarafı baskın gelir, fedakârlıkta hiçbir
erkek ona yetişemez.
Acıma duygusu kuvvetlidir, kendisi acınacak duruma
düşer.
Affeder, istismara maruz kalır.
Cömerttir, vücudunu dahi paylaşmaktan kaçınmaz, adı
kötüye çıkar.
Çalışkandır, bir yerine on işin hakkından gelmeye
çalışır, hastalık başını bırakmaz.
Sevgisi coşkundur, sınır tanımaz, ilkeleri ve töreleri
yıkar gider.
Çok hırslıdır, üstün olmak için gayret gösterir,
emperyalist emellere kurban gider.
Yaratılışı güzeldir, hep rahatsız edilir.
Çocuk sahibi olmak ister, acılarını ve sıkıntıları
peşinen kabul eder.
Bir erkekle hayatını birleştirir, çok zaman erkeğin
egosu altında ezilmeye mahkumdur. İtiraz edince yine üzülen hep o olur.
………
Bu sözleri artırabiliriz.
Kadını yıkan asıl neden nedir, diye soracak olursanız
burada kadınların ancak başka bir kadın tarafından yıkıldığını ve
erkeğin olmadığını görmek durumun acayip bir tarafıdır.
Kadınlar cehennemde çok olacak diye duyduğumuz sözler
onların dünya hayatını daha çok ilgilendirir. Onlar bu dünyada
cehennemdedirler. İstedikleri kadar özgür olsunlar, cehennemdedirler. Bunun
cevabını bulmak mümkün olsa da; değildir, denilebilir.
Aşağıda geçen hadiste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem bu hakikatin bir cephesini beyan etmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram
namazında kadınlar tarafına geçerek):
“Ey kadınlar cemaati! (Allah yolunda) sadakada
bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu
teşkil ettiğini gördüm” buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli bir kadın:
“Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor,
neyimiz var?” diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ağzınızdan kötü söz çıkıyor ve kocalarınıza karşı
nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi
erkeklere galebe çalan sizden başkasını görmedim!” dedi. O kadın tekrar:
“Ey Allah’ın Resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?”
diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem açıkladı:
“Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir
erkeğin şahitliğine denk olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tabiri de
onların (hayız dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç
tutmamalarını ifade eder.” (Kütüb-ü-Sitte No: 5361)
Hadis, ilk nazarda, kadınlara karşı her zaman ve her
yerde görülen hafife alıyor bir tavır taşıyor gibi gelebilir. Fakat aslında,
bunu söylemek hadisteki inceliği kavramamak olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, kadınlarda tabii olarak mevcut, fakat farkında olamadıkları
zaaflarını göstererek, şuurlu olarak o zaaflarının üzerine gidilmediği takdirde
karşılaşacakları zararın büyüklüğüne dikkat çekmiştir.
Fıtrat, bir kanundur, değişmesi dağların yer değişmesi
gibi mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Dağların yer
değiştireceğine inanın da insanın huy değiştireceğine inanmayın” bu gerçeğe
ışık tutar.
Öyleyse kadın ne yapacak?
Elbette herkese düşen bir söz bulunur. Unutulmamalıdır
ki, kadın yukarıdaki hadisin ışığında kendini koruma altına alması ve hemcinsine
karşı kendini korumasıdır. Bilinmelidir ki, hadisin de işaret ettiği üzere
tarih boyunca “Kadını erkek değil, yine kadın yıkmıştır.”
Büyükler derler ki, “bir kız çocuğu doğunca
dört duvar ağlar”
Bu şu demektir. Dört unsur kadının varlığına
üzülecektir.
Ateş, su, hava ve toprak
Yani; kadın hakkında bir konuda birleşme mümkün
olmayacak demektir.
Söz uzar gider, her zaman olduğu gibi sonuçsuz kalır.
Kadın içten ve dıştan sebepler ile çile çekmekten de kurtulamaz. Bu onun
dünyevî kaderidir.
Feminist bir yazar olan Rosalind Coward’ın kadınlar
hakkındaki kitabında indî zorlamalar ile yer yer “suçortağı” kabul ettiği
kadını savunmaya çalışırken “Şu Hain Kalplerimiz- Kadınlar Erkeklere
Neden Teslim Olurlar?” [1] da kendileri
için kullandığı “hain” kelimesi garip olsa gerektir.
Giriş bölümü şu şekildedir.
GİRİŞ/ KAHRAMANLAR YA DA İŞBİRLİKÇİLER:
ÇAĞDAŞ TOPLUMDA KADINLARIN YERİ
1990'lar büyük bir siyasal altüst oluş dönemi olacak
gibi görünüyor. Eski kesinlikler kayboldu. Berlin Duvarı yıkıldı. Komünist
rejimler kargaşa içinde. Ortaya beklenmedik "düşman"lar ve çatışma
noktaları çıktı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve bu süreç akışkan,
istikrarsız ve oturmamış durumda. Ama her şeyin yeni biçimler aldığı
söylenemez. Bazı şeyler, özellikle toplumsal ve eviçi idealler tam tersine,
karşı konulmaz bir biçimde eskiden neyseler ona
dönüşüyorlar. Medyaya bakılırsa feminizmin yol açtığı kaos ve
kargaşa sona erdi. O kaos -cinsel rollerin değişmesine ve öfkeli kadınların
uzlaşmazlığına dayanan kaos- farklı bir çağa aitti. Savaş yapıldı ve kazanıldı.
Kadınlar, gürültücü kız kardeşlerinin baskısı olmadan, nasıl yaşamak
istediklerine kendileri karar veriyorlar artık.
Büyük çoğunluğu aslında geleneksel şeyler istiyor:
çocuk, aile, erkekler tarafından çekici bulunmanın verdiği güven. Çalışmak
isteyebilirler; erkeklerle "eşit" ilişkiler kurmayı umabilirler; ama
cinsler arasındaki geleneksel ilişkiyi bozmadığı sürece.
Bugün birçok kişi cinsler arasındaki savaşın bittiğini
düşünüyor. 70'lerin feminizmi, erkeklerin çabucak teslim alındığı kanlı ve
sevimsiz bir hesaplaşma olarak görülüyor. Kadınların olanaklarındaki hızlı
değişimler, meselenin erkeklere yanlışlarının gösterilmesi gerektiğinden ibaret
olduğunun kanıtı gibi kullanılıyor. Bununla beraber kadınların oy
kullanamadıkları ya da evlendiklerinde belli işlerden istifa etmek zorunda
oldukları günler çok geride kalmış sayılmaz -her ne kadar 1980'ler
İngiltere'sinde bir kadının başbakan olmasına izin verilmişse de. Margaret
Thatcher -seçimlerde yenilmez, siyasal hayatta korkunç bir hasım ve otoritenin
cisimleşmiş hali-, kadınlar için her şeyin geri dönülmez biçimde değiştiğinin
kanıtı gibi görülüyor. Bundan sonra kimse kadınların erkeklerden farklı
olduğunu ve iki cinsin eşit olmadıklarını söylemeye cesaret edemeyecek.
Thatcher'ın kişisel başarıları, feminizmin fazlalık
gibi göründüğü on yıllık bir dönemde ortaya çıktı. Mesleki, ekonomik ve
toplumsal eşitlik, kadınların nihai kazanımları olarak belirdi bu dönemde.
70'lerde feministler kadınların pek çok mesleğe giremediğinden, diğer
mesleklerde ise yükselmelerinin engellendiğinden yakınırlardı. Ama daha
istatistikler bu yakınmayı desteklemeye kalkmadan başarılı işkadını imajı yalnızca
ekranlarımıza değil, bilinçlerimize de yerleşmeye başladı. TV programları ve
filmler kadınları borsada, bir şirketi idare ederken ya da bir televizyon
kuruluşunun başında gösteriyorlardı. Dergiler de bize başarılı kariyerler,
pırıl pırıl evler ve tatlı çocuklar göstererek onların gerçek yaşamdaki
muadillerini sergiliyorlardı. "Sıradan" anneler, hayatları
kendilerininkine hiç benzemeyen bu süper annelerden şikâyetçiydiler. Ama
onların sesleri basına ulaşmıyordu. Tersine, gazeteler bu ışıltılı, aşırı dişi,
işkadını anneleri "post feminist" çağa geçildiğinin bir kanıtı olarak
değerlendiriyorlardı.
Medya, izleyicilerine feminizme artık ne kadar soğuk
bakıldığını hatırlatmaktan zevk alıyordu. Kadınlar bu "erkek
düşmanları"na sırt çevirip evlerinde aileleriyle mutlu olmayı
beceriyorlardı.
Bize, genç kadınların feminizmin hayatlarında gereksiz
bir şey olduğuna karar verdikleri söyleniyordu. Daha radikal olanlar,
feminizmin son kamusal kalıntısı olarak gördükleri şeyden -iş kadınlarının
savaşından- kopmuşlardı. Siyasal cephede evsizlik, çevre ve ırkçılık gibi
sorunlar, kadınların ilerlemesinden daha büyük bir öncelik kazanmıştı. Kadın
meselesiyle uğraşmaya devam edenler, gücenik bir kuşağın komik kalıntıları
olarak damgalanmışlardı. Bize çelişkinin tamamen sona erdiği söyleniyordu
-artık ilerleme zamanıydı.
Fakat işin aslı öyle miydi?
Kadınların talihi çoğunun temelli değişikliklere
ihtiyaç duymayacağı kadar dönmüş müydü gerçekten?
Kadınlar kurbanlar olarak değil eşit bireyler olarak
geleneksel aile yapılarını benimseyip benimsememekte gerçekten özgür müydüler?
Yoksa gerçekliği birbirlerine tarif etmekte özgür
olmaktan çok, o eski mitin, kadınların aileye ilişkin olarak neler
hissettiklerini ve neler hissetmeleri gerektiğini söyleyen mitin yeni bir
versiyonunun tuzağına mı düşmüşlerdi?
Kadınların durumlarının feminizme ihtiyaç
duymayacakları kadar iyileşmiş olduğu fikri ilk bakışta doğru gibi görünüyor.
Feminist hareketin yükselmesine sebep olan pek çok kısıtlama artık ortadan
kalktı. Kadınların önünde, yirmi yıl önce hayal bile edilemeyen olanaklar var.
Tüm meslekler kadınlara açık. Ayrımcılığa engel olan yasalar çıkarıldı. Pek çok
kadın en tepeye yükseldi. Feminizmden önce mizah anlayışında ve kültürde
yerleşik bir yeri olan ve kadınları işçiler, anneler ve ev kadınları olarak
küçümseyen ve marjinalize eden dışlayıcı "cinsiyetçilik" de
büyük ölçüde kayboldu.
İstatistikçiler, kadınların hayatının istihdam
kalıpları ve nüfus açısından toptan bir dönüşüm geçirdiği konusunda
hemfikirler. 1980'ler boyunca iş piyasasında daha fazla kadın işçiye ihtiyaç
duyuldu, artık her sınıftan çok sayıda kadının -annelerin bile- çalışması
bekleniyor. Çocuklarından ayrı kalma zorunluluğu suçluluk duygusu yaratmaya
devam etse de, çalışan anneler artık eskisi gibi damgalanmıyor. Aile yapıları
da değişiyor. Boşanmalar, özellikle kadının talebiyle gerçekleşen boşanmalar
artıyor. Tek ebeveyn sayısı çok fazla ve bunların neredeyse tamamı
kadınlar.
Evlenmeden birlikte yaşayan çiftler ve "gayri
meşru" çocuklar çoğalıyor.
Bu değişimler her seferinde, kadınların durumlarındaki
aşama aşama kendini gösteren, geri dönüşü olmayan gelişmenin kanıtı olarak
yorumlanıyor. Kadınlar artık yalnız başlarına bir hayat tasarlamaya eskisinden
daha hazırlar. İlişkilerden beklentileri daha yüksek, bu beklentiler
karşılanmadığında kesin tavır koymaya da daha yatkınlar. Kadınların
evlilik geleneklerini reddettikleri, evliliğin sahiplenme, boyun eğme ve itaat
etme çağrışımlarının onları rahatsız ettiği yolunda genel bir görüş var. Tüm
bu etkenler -kadınların kamusal başarıları ve aile yapılarında gözlenen büyük
akışkanlık- erkek egemenliğinin kalesi olan ailenin yavaş yavaş dağılmasıyla
birlikte kadınların kaderlerinde büyük bir iyileşme olduğu düşüncesini
destekliyor gibi görünüyor.
PEKİ AMA, KADINLAR BU İYİLEŞMEYE NEDEN ŞEVKLE
SARILMIYORLAR?
Neden herhangi bir kadınla yapılan herhangi bir
konuşmada, Betty Friedan'ın 1950'lerde "adı olmayan
sorun" olarak tanımladığı kadınlık durumunun 1990'larda da
sürdüğü ortaya çıkıyor? Bu kitap için yaptığım görüşmelerde neden sürekli
olarak kadınların sıkıntılarını, imkânsız seçimlerini, yaşadıkları baskı ve
zorlamaları dinledim?
Bu kaygılar ve yakınmalar, kadınların hayatlarının
feminizmin sesini ilk kez yükselttiği 1970'li yıllardakinden -daha kötü
değilse- farklı olmadığının tanığı.
Kadınların işgücüne katılımlarının artması ve meslek
başarıları bile tartışma gerektiren bir konu. Para kazanma baskısını,
kadınların kendileri kadar ekonomik zorunluluklar da yaratır ve pazar
ekonomisinin dayattığı çoğu değişiklikte olduğu gibi, bazı kadınlar bundan daha
çok yararlanır: Ailenin on yıldan fazla süredir uğradığı değişimleri araştıran
Malcolm Wicks şunları söylüyor:
"Son yıllarda, giderek daha çok sayıda kadın
işçiye ihtiyaç duyulmaktadır. Ekonomideki inişler hesaba katılmazsa, bu değişim
geri çevrilemez gibi görünüyor. Bu yüzden şirketler esnek piyasalardan ya da
çocuk bakımından söz etmeye hazır. Onlar için diğer yan ödemelerle birlikte
çocuk bakımı senetleri vermek kolay. Ama bu, Samuel Smiles ahlâkıdır. Aslında
çalışan ana babalar ya da çocukları için düşünülen hayatın niteliğini kimse
tartışmıyor. Yine kimse işin sınıf boyutunu tartışmıyor. Bu değişimler düşük
ücret sorununu halletmez ve yetersiz iş koşullarında çalışan kadınların
durumlarının iyileşmesine yardım etmez. Bu değişimler kadınların çoğunluğunun
değil, çok küçük bir bölümünün yararınadır." (Kent Üniversitesi, aile konusunda
bir konferans, Mayıs 1991).
Wicks'in dediğine göre, kadınların toplumsal durumu
erkeklerinkinden daha kötüye gidiyor. Daha önce söylediğimiz gibi hızla artan
tek ebeveynlik bu zorlukların en güvenilir göstergesi ve tek ebeveynlerin %90'ı
kadınlar; bu da çok sayıda kadının yoksulluk içinde yaşadığına işaret ediyor.
Aynı zamanda, düşük ücretli ev işlerinde çalışanların -dadıların,
yardımcıların, temizlikçilerin- sayısında da hızlı bir artış var.
Tüm bunlar, çok sayıda "başarılı" kadının
sorunlarını kısmen başka kadınlara devrederek çözdüklerini gösteriyor. Meslek
sahibi olmayan kadınlar için küçük beklentiler ve düşük ücret hâlâ kural
durumunda.
Ne yüksek gelirleri ne de hizmetlileri olan kadınlar
için eski sorunlar değişmeden kalıyor. Kadınların genellikle tercih ettikleri
büro eğitim ve sağlık işleri, göreli olarak düşük ücretli olmaya devam ediyor.
Çalışan anneler için koşullar büsbütün kötü.
İngiltere'de annelerin %75'i çalışıyor, bu Avrupa'daki en yüksek oran; ama yine
de İngiltere Avrupa'daki en berbat anaokulu sistemine sahip. Yetersiz
toplumsal imkânların bir sonucu olarak çoğu kadın çocuklarını yetiştirebilmek
için ya kariyerini bırakıyor, ya da daha düşük ücretli, daha düşük statülü,
yarım günlük işlerde çalışıyor.
Geçtiğimiz on yıl kadınların ve ailelerin yaşam
düzeylerinde bir kötüye gidiş dönemi olarak da görülebilir, buna kuşku yok.
Sağlık ve özel ihtiyaçlar için yapılan kamu harcamaları azaldı. Kadınlar
ailenin esas sorumluluğunu taşımaya devam ettikleri için, çalışıyor bile
olsalar, yaşlıların ve hastaların bakımını da üstlendiler. Pek çok kadın çevre
kirliliğini, çevresel tehlikeleri doğrudan ailelerine yönelmiş tehditler olarak
gördü: Yiyeceklerden korkulmalıydı, giderek kötüleşen trafik çocuk ölümlerini
artırıyordu. Çocuk yetiştirmenin başka zorlukları da vardı. Çocukların zihinsel
gelişimini teşvik etmede annenin rolünün vurgulanması anneleri kendi
davranışlarının etkileri konusunda gerilime sokuyordu.
Bu kitap için görüştüğüm tüm kadınların, kaderlerini
"baskılı", "zor" ya da "imkansız" diye
tanımlamalarına yol açan, bu tür güçlüklerdi işte.
Kadınlar üzerinde oluşan bu yeni baskıların bireysel
olarak bilincine varılınca, feminist başkaldırının yeniden dirilmesini beklemek
mümkündü. Ama böyle bir şey yoktu: Kadınların kadın olarak siyasal
görünürlüğü sıfırdı. Kadınların çoğunluğunu hiçbir zaman saflarına katamamış
olan örgütlü feminizm çözülmüştü. Kadınlar
hakkındaki kamusal tartışma, kadın ve iş alanına çocuk bakımında iyileştirme
gibi konulara hapsedildi. Düşük ücretle çalışan kadınların sorunları
ve kadınlara mahsus sıkıntılar ve çabalar, hiçbir kamusal platformda dile
gelmedi. "Kadın meselesi"ne duydukları inatçı ilgiyle
medyanın alay konusu olmayı göze alan birkaç kişi dışında herkes bu sorunların
geçmişten kalıntılar olduğu konusunda birleşti.
Bu siyasal ve toplumsal tartışma yetersizliğine ek
olarak, hayli şaşırtıcı bir gelişme daha vardı. Aile yeniden revaçtaydı. Tek
ebeveyn sayısındaki dramatik artışı gösteren istatistikler ailenin güçten
düştüğü kanısını uyandırabilirdi. Ama geleneksel aile toplumsal olarak yine
idealize ediliyordu, özellikle de seslerini kamusal alanda etkili biçimde
duyurabilen kadınlar -Muhafazakâr Partililer ya da eskiden muhalif olup şimdi
geniş Tuscan ailesine övgüler düzen Germaine Greer gibi eleştirmenler-
tarafından.
Pratik düzeyde bu, çalışan kadınların çoğunun,
kendilerini evden işe koşturur ve 1950'ler ve 60'lardaki kadar katı bir annelik
idealine varmaya çabalarken bulmaları anlamına geliyordu. Geleneksel ailenin
getirdiği onca soruna rağmen, kadınların bunu değiştirmek istediklerine dair
çok az işaret vardı. Kadınların, baskıların, tatminsizliklerin,
çözümsüzlüklerin farkında olmadıkları söylenemezdi, ama eskisi gibi savaş
çığlıkları atmak yerine bu duygularla yaşamayı yeğliyorlardı.
Konuştuğum kadınlardan hiçbiri, hayatını zor ve
yıpratıcı olarak tanımlarken başka bir şey istediğinden söz etmedi.
Biraz daha yakından bakılınca, aile hayatında belirgin
değişiklikler olduğunu gösteren istatistikler bile geleneksel aile idealinin
hâlâ yerinde durduğunun kanıtı olarak da yorumlanabilir.
Boşananlar çabucak yeniden evleniyorlar. Yalnız ebeveynlerin yarısı, beş yıl içinde
yeni ailelere giriyorlar. Çoğu kadın evlenmeden önce bir partnerle yaşamalarına
rağmen, hayatının bir noktasında evlenen kadınların sayısındaki düşüş son
derece küçük-1970'lerde on kadından sekizi evleniyordu, 90'larda yedisi.
Aile içindeki roller de pek değişmedi. Boşanmaların,
tek ebeveynliğin ve çalışan annelerin sayısının artışı, aile rollerindeki
geleneksel paylaşımı ve beklentileri etkilemedi. Çalışan kadınların büyük
bölümü erkeklerin ev sorumluluğunu paylaşmalarına izin vermiyorlar. Tersine,
araştırmalar ev işlerinin %80-90'ının hâlâ kadınlar tarafından yapıldığını
gösteriyor. Birlikte yaşamanın yaygınlaşması da ev işlerinde yeni bir eşitlik
kurulmasına yol açmadı.
Erkeklerin bakış açılarının, önceliklerinin ve eve
katkılarının pek değişmemiş olduğu aşikâr. Temel fark, erkeklerin şimdi eski
kuşaklardan daha fazla şey yaptıklarının düşünülmesi. Ama çoğu ailede,
erkeklerin işi her şeyden önce geliyor hâlâ. Bu gerçekle yüz yüze olan
kadınların pek fazla seçenekleri kalmıyor. Ya çift vardiyalı olarak
çalışıyor ya da kendi işini kocasının işinin saatleri ve gereklerine göre
ayarlıyor. Kadınların kendilerinin de kariyer sahibi oldukları ailelerde bile,
çocuk bakımı ve ev işlerinin ayarlanmasından hâlâ onlar sorumlular.
Tek tek kadınların kamusal alandaki başarıları,
cinsler arasındaki ilişkinin değişmediğinin görülmesini engelliyor. Feminizmin
medyada ve yerleşik düzende saldırılara hedef olmasından yarar sağlayan
kadınlar feminist idealleri reddettiler. Feministlerin kadınların gerçek gücünü
-çocuk doğurma ve yetiştirme gücünü- kavramaktan aciz olduklarını söylediler.
Kadının gerçek tatmini modern, "çalışan anne" biçiminde
de olsa, kadınlık kaderini, yaşamakta bulduğunu iddia ettiler. Kimi çalışan
anneler, başarılarının bireysel yeteneklerinden ve evde "iyi bir
kadın" çalıştırmalarının sağladığı destekten kaynaklandığını öne
sürdüler-Margaret Thatcher'a bakılırsa onun için tek "hazine" çocuk
bakımı imiş. Kamusal alanda başarılı olmuş bu kadınların arasında, feminizmin
onlar için yaptıklarının farkında olan hemen hemen yoktu; başka kadınlar için
neler yapabileceğini düşünen ise daha da azdı.
Daha önce erkeklere ait alanlarda başarılı olan
kadınlar, erkeklere erkek düşmanı olmadıklarını kanıtlamak zorunda hissettiler
kendilerini. Erkeklere iş hayatında doğrudan meydan okuyan kadınların çoğu,
endişeli, aşırı kadınsı bir tarzı benimsedi. Bunun belirtisi de 1980'lerin
başındaki sert iş kadını görüntüsünün yerini daha bilinçli bir şekilde kurulmuş
kadınsı görüntüye bırakmasıydı; açıkça, erkeklere gerçekten meydan okunduğunu
yadsımak amacıyla dişilik öne çıkarıldı.
Fakat cinsel olarak erkeklere cazip görünmek artık
yeterli değildi. Kamusal kimliği olan çoğu kadın, ailelerini, özellikle de
küçük çocuklarını öne çıkardı. Bunlar, kişisel başarıları ne olursa olsun,
geleneksel kadınsı ihtiyaçları ve önceliklerinin derinlerde aynı kaldığının
kanıtlarıydı. Erkeklere cinsler arasında her şeyin yolunda gittiğine dair
güvence verme konusundaki sessiz gündem sürdü, erkeklerden değişmeleri
istenmedi.
Bu çatışma yokluğu şaşırtıcıdır, çünkü aralarındaki
görüş ayrılıkları ne olursa olsun, feministlerin üzerinde anlaştığı bir nokta
vardı: erkeklerin kendileri değişmedikçe kadınların hayatında bir iyileşme
olması mümkün değildir. Devlet kreşleri ve daha iyi ücretler kadınların
hayatını kolaylaştırır ama feministler kadınların ve çocukların hayatlarında
gerçek bir nitelik değişiminin, ancak erkeklerde köklü değişimler olmasıyla
mümkün olduğunu biliyorlardı. Ama erkeklere yönelik bu meydan okuma hiçbir
zaman güçlendirilemedi. Örgütlü feminizm, kadınların ne kadarının
"düşmanla işbirliği" yaptıkları gibi konulardaki sert tartışmalarla
parçalara ayrıldı. Feminizme sempati duyanlar da dahil olmak üzere öteki
kadınlar ise, özel hayatlarındaki bu rahatsız edici konu kapandığında rahat bir
nefes aldılar.
Kadınlar -benim gibi bir dönem aktif feminist
olanlar da- son derece bariz bir şekilde, belli erkeklere gerçek
imtiyazlar veren değerler sistemiyle mücadeleden vazgeçtiler. Bu sisteme uyarlandılar ve kararlarını
kendi gözlerinde meşrulaştırmanın yollarını buldular. Köklü değişiklik
ihtiyaçları için erkeklerle mücadele etmek yerine hayatlarının hoş olmayan
yönlerini diğer kadınlara anlatmakla yetindiler. Kamusal hayatta yüksek
mevkilere ulaşan kadınlardan pek çoğu, bunu erkeklerle uzlaşarak, hattâ,
Margaret Thatcher'ın yaptığı gibi, öteki kadınları reddederek
gerçekleştirdiler. Cinsel ilişkilerdeki geleneksel kurallara karşı çıkmadıkları
gibi, erkeklerin çalışma biçimlerine de erkek ve kadınların kamusal ve özel
alanlardaki beklentileri arasındaki farklılıklara da meydan okumadılar.
Bu kitap için yaptığım görüşmeler, kadınların
erkeklerle temelli bir hesaplaşmaya girişmekten korktukları izlenimini
doğruladı. Erkeklerden değişmelerini isterlerse onların sevgi ve desteğini
yitireceklerinden korkuyorlardı. Çoğu kadın eşlerine kariyer seçimleriyle ya da
ev işleriyle ilgili olarak karşı çıkmayı bırakmışlardı. Bazı çarpıcı
istisnalarla da karşılaştım velayet için savaşan ve çocuklarının bakımını
üstlenen babalar ya da kadının tam gün çalışabilmesi için aralarında rol
değişimi yapan erkek ve kadınlar. Kadınların çoğunun "babaerkil" kibir
gösterilerine ya da patronluk taslamanın uç örneklerine artık tahammül
edemediği de görülüyor. Ama, aileyle ilgili geleneksel beklentiler ve
kadınların rolleri büyük ölçüde aynı kalmış.
Muhafazakâr hükümetin eğitim, sağlık ve çocuk bakımına
kaynak tahsis etme konusunda takındığı düşmanca tutuma karşı politik bir
mücadele yürütülemedi; oysa böyle bir tahsis, tüm kadın ve çocukların hayat
şartlarının iyileşmesini sağlayabilirdi. Hattâ, dünyada komünizmin itibar
kaybetmesiyle bağlantılı olarak, çoğu kişi bu düşmanlığı, çok korkulan devlet
sosyalizmine karşı gerekli bir panzehir olarak kabul ediyordu. Tek tek ailelere
yüklenen ve giderek artan bu sorumlulukların esas kurbanları büyük oranda
kadınlar olmasına karşılık, tutarlı bir politik alternatif sunulmadığına
bakılırsa, bu sürece pek az kadının karşı çıktığı anlaşılıyor. Tersine,
kadınlar yeni bireyci felsefenin uygulanmasında merkezi yere sahiplerdi.
Kadınlar, çatlakları bir araya getiren çimento rolünü kendileri üstlendiler ve
kendi ailelerinin önceliği fikrine giderek daha fazla çekildiler; aslında
çocuklarının iyi yetişmesini umursamayan toplumun üzücü yetersizlikleri
karşısında bireysel çözümler bulup ceplerinden para ödediler.
Özellikle de daha yoksul kadınlar açısından ve ailenin
bu yüksek beklentileri ile toplumsal değişimler arasındaki boşluğu dolduracak
geniş aile artık var olmadığı için, bu bireysel çözümler, ulaşılması güç çözümlerdir.
Fakat bu zorluklar, kadınların aileleri için işleri kolaylaştırma azmini
kırmadı.
Çoğu kadın, birçok kişi başarısız olduğu halde kendi
ilişkileri ve fedakârlıklarının başarıya ulaşacağını hayal ederek kendilerini
kandırdıklarını içten içe biliyorlar. Polly Toynbee, hâlâ her şeyini geleneksel
beklentilere bağlayan kadınların varacağı muhtemel sonuçlara ilişkin karanlık
bir tablo çiziyor:
"Kadınlar, sanki sürekli bir başka şey için prova
yaparmışçasına, sanki sonuçta bir ödül varmışçasına aileleri için çalışırlar.
Ölümden sonra hayatın varlığına inanıldığı günlerde bu kolaydı-ama şimdi?
Kırk beşinde boş bir yuva, işsizlik ya da emekliliğe
kadar son on yılda birtakım süfli işlerde çalışmak gibi alternatifler için buna
değer mi?
Ya da kocalar çekip gider ve evlilik dağılır.
Pazarlığın bir parçası da yaşlılıkta yalnız kalmaktan kurtulmak olsa bile,
garantisi yoktur. Terk edilmiş kadının kendini ayakta tutma koşulları Viktorya
çağındakinden daha iyi değildir. Tek fark, refah devletinin darülacezenin
yerine geçmiş ve boşanmış ya da bekâr annelerin sosyal güvenlik yardımlarıyla
yaşıyor olmasıdır.” (Times Review, 14 Eylül 1991)
Buna rağmen, kadınlar için aile ve kadının ailedeki
rolü merkezî, ve birincil yerini hiç de yitirmiş gibi görünmüyor.
KADINLAR MESLEKLERİNDE BAŞARILI OLSALAR DA OLMASALAR
DA, HÂLÂ BİR ERKEK BULUP EVLENMEYİ VE CİNSLER ARASINDAKİ GELENEKSEL AYRIMI
SÜRDÜRMEYİ DÜŞÜNÜYORLAR.
İLİŞKİLER TERS GİDERSE, BİR DAHA BİR DAHA DENİYORLAR.
Toplumsal yapıyı bir arada tutan, kadınlardır; bunu
gönüllü olarak yaparlar, en azından fazla yakınmazlar. Kısacası, kadınlar, yeni
bir kisve altında da olsa kadınlığın eski biçimlerinin sürmesinde
suçortaklığı yapıyorlar.
Bu suçortaklığı alanı -kadınların geleneksel aile
yapıları ve beklentileri konusundaki köklü, temel suçortaklıkları, erkeklerle
aralarındaki kişisel ilişkiler de erkeklerin idealize edilmesi ve sürekli
onlardan onay ama isteği konusundaki suçortaklıkları- bu kitabın
ana konusu. Bu, erkeklere derinden bağımlılığın sürdürülmesini ve bütün
kadınların talihini döndürebilecek değişikliklerin neler olabileceğini
tasarlamaktaki isteksizliği içeren bir suçortaklığıdır. Kadınların
suçortaklığı pek çok şeye rıza gösterir. Kimi zaman şiddet, tecavüz, cinsel
sömürü gibi, kötü muamelenin en uç biçimlerine bile. Ama daha yaygın olarak bu
suçortaklığı örtülüdür, kişisel hayatlarımızı erkekleri koruyarak ve onların
davranış alışkanlıklarını besleyecek şekilde yaşama tarzımızdır.
Kadınlar neden en kritik noktada heyecanlarını
kaybedip ve feminizmin onlara verdiği derslerin çoğunu almamış olmayı seçtiler?
Feminizm yanlış mı yapmıştı?
Yoksa kadınlar feminizmin, sonucu belirsiz ve acı
veren bir mücadele olmasından mı korktular?
Kadınlar neden erkeklere her şeyin yolunda olduğunu
garanti etme konusunda bu kadar endişeliydiler?
Kadınlar erkeklerin her zamanki gibi davranmalarına
-ofiste uzun saatler geçirmelerine, çocuklara çok az ilgi göstermelerine,
siyasal ve toplumsal çevreyi belirlemelerine, kadınların ve çocukların
hayatlarını iyileştirme çabasından uzaklaşıp toplumsal ve siyasal öncelikler
üzerinde yoğunlaşmalarına- neden izin verdiler?
SONUNDA PEK ÇOK KADIN NEDEN KADINLARIN ÇOĞU İÇİN DAHA
İYİ BİR HAYAT VAADEDEN TOPLUMSAL VE KİŞİSEL DEĞİŞİMLERİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN
MÜCADELE ETMEK YERİNE ERKEKLERLE UZLAŞMAYI TERCİH ETTİ?
Bu sorular, kendi hayatımın da bu toplu geri
çekilmeden payını aldığını fark etmemden doğdu -yirmili yaşlarımdaki atılgan,
ütopik feminizmden geleneksel aile yapısına döndüğüm ve herhangi bir örgütlü
feminist politikaya katılmadığım otuzlu yaşlarıma. İlk çocuğuma hamileyken işi
bırakınca seve seve bırakmak şöyle dursun, bunu hayal bile etmemiştim. Ama bana
şevk vermeyen günlük iş koşuşturmasıyla evde bebeğe bakmak arasında bir tercih
yapmam gerektiğinde, karar vermek kolay oldu. Üniversitedeki işimi bıraktım ve
evde yazmayı sürdürdüm, böylelikle ikimizin de asla düşünemeyeceğimiz şekilde,
partnerimi ve kendimi geleneksel iş bölümüne zorlamış oldum. Bu karar bir kez
verildikten sonra, gördüğüm hemen her kadın, aşağı yukarı aynı hikayeyi
yaşadığını anlatıyor.
Kadınların kendilerinin geleneksel yapıların yerinde
tutulmasına ne ölçüde ortak olduğu sorusuyla hesaplaşmaktan artık kaçınamazdım.
Bu soruları sormama şiddetle muhalefet edecekler tabii
ki olacaktır. Onlara bakılırsa, kadınların suçortaklığından söz etmek, erkek
iktidarının yaygınlığını görmezden gelmek anlamına gelir. Durumun tamamen
eşitsiz güç ilişkileri açısından görülmesi gerektiğinde ısrar ederler. Erkekler
- iktisadî, toplumsal ve siyasal-iktidara sahiptir, kadınların
yapabildiklerinin en iyisini yapmaktan başka pek bir seçenekleri yoktur.
Kadınların incinebilirliklerini ye eski davranış ve duygu biçimlerine
sadakatlerini "bağımlılık döngüsü"yle açıklarlar.
Erkeklere bu iktisadî bağımlılık, boşanıp yeniden
evlenenlerden fiziksel ve cinsel şiddetin en uç hallerine kadar pek çok şeyi
açıklamakta kullanılır. Bu çeşit analizlere, "kadınların kötü muameleye maruz
kalması(nın), kadınların toplum içindeki konumlarından ve toplumdaki eşitsiz
güç yapılarından kaynaklan(dığını)" açıklayan BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
RAPORLARINDA BİLE RASTLANIR. Bu, kadınların konumuyla ilgili olarak son
yirmi yıldır sürekli tekrarlanan klasik solcu ve feminist analizdir. Bu
analiz, kadınlarla erkekler arasında, ancak kadınların tam ekonomik eşitlik ve
bağımsızlığa ulaşmalarıyla çözümlenebilecek bir yapısal ekonomik eşitsizlik
olduğunu varsayar. Çoğu feminist, geleneksel aile kalıplarının kadınların
ekonomik eşitsizliğinden kaynaklandığına ve bu eşitsizlik tarafından yeniden
üretildiğine inanıyordu. SONUÇ OLARAK, kadınlar erkeklerle suçortaklığı
yapmıyor, onlar tarafından eziliyordu. Herhangi bir kitlesel ayaklanma
olmayınca, kadınlar kendileri için en tatmin edici uzlaşmayı seçerler: kendi
ailelerinde buldukları sevgiyi. Çoğu kadının meseleyi görüş açısı budur ve
tabii ki bu analizin kimi boyutlarına katılmamak aptalca olur. Kadınların
bağımlılığının nedeni kısmen ekonomik eşitsizliklerdir ama tüm kadınların,
tercihlerinin ne olduğu hesaba katılmaksızın tam gün çalışmaları da çözüm
değildir.
Kadınların erkekler tarafından ezildikleri için
onlarla suçortaklığı yaptıkları fikri hâlâ çok radikal biçimlerde ifade
edilebilir. Örneğin Susan Faludi çok satan kitabı Backlash'te bu fikre yeni ve
çok önemli bir yorum getiriyor. Hem post-feminist bir eşitlik durumuna
geçildiği hem de yüksek yönetim kademelerindeki kadınların evlerine döndükleri
inancının Amerikan hayat tarzının her alanında -siyasetten sinemaya hattâ
çağdaş psikolojiye kadar- feminizme karşı bütünsel bir saldırı olduğunu öne
sürüyor. Medyanın feminist eşitlik mücadelesinin kazanıldığı ama eşitliğin
kadınları mutlu etmediği yolundaki iddiasının temelinde kadınlardan duyulan
korku olduğunu söylüyor. Feminizmin en basit iddiaları böyle isterik bir
saldırıya neden oluyorsa daha fazlası kim bilir neler yapar diye soruyor.
Faludi'nin iddiası, kadınların bu tercihleri yapıp bu
tavırları takınmalarının nedeninin her şeyin onlara karşı olması olduğunu
varsayar.
Tüm toplumsal yapılar onların aleyhine işlerken,
özellikle de her türlü değişiklik girişimine isterik bir tepki verilirken
kadınlar değişemezler. Aile güzellemesini, dişi kadın ve cinsel
mazoşist (acı çekmekten zevk alan) [2] tiplerini
pazarlayanın medya olduğunu söyler Faludi. Kadınlar kendileri ise
devamlı olarak feminizme olan borçlarını itiraf eder ve önlerinde hâlâ uzun bir
yol olduğunu bilirler.
Faludi'nin görüşü, İngiltere'deki durumla da ilgili.
Feminizme karşı saldırı, başarıya ulaşmak için alışılmış okul, üniversite ve
ilişki ağlarından geçen ve yayın yönetmenlerinin -kadın konulu
haberciliği "kadın değil insan olarak görülmek isteyen modern
kadını aşağıladığı" gerekçesiyle dışlayan The Times'ın yayın
yönetmeni Simon Jenkins gibi- demeçlerini desteklemekte açık çıkarları olan
genç erkeklerin bulunduğu gazete ve televizyonda başladı. Kadın gazeteciler ve
yazarlar (ancak), feminizm gibi tüm örgütlü düşünce sistemleriyle aralarına
mesafe koyarak sadece süslü ve esprili yazılar yazdıkları oranda popüler
oluyorlardı.
AMA MESELE SALT FEMİNİZMİN MEDYA TARAFINDAN
DİZGİNLENMESİ DEĞİL. BU İDEOLOJİNİN ÇIĞIRTKANLARI SADECE ERKEKLER DEĞİL,
KADINLARIN KENDİLERİ DE. Son on yılda kadınlar evde çifte sorumluluk alma konusunda yalnız
istekli değil, son derece hevesli de göründüler; kendi başarıları kocalarının
ya da sevgililerininkinden üstün olduğunda kendilerini rahatsız hissettiler,
erkeklerin cinsel onayını elde etmek için neredeyse deli oldular. Bütün bunları
yaparken, feminizmin herhangi bir yaygın çözüm öneremese de bu tür
stratejilerin tuzaklarını yirmi yıl önce gösterdiğini biliyorlardı.
Feminizmin iddiaları kadınların çoğunluğuna hiçbir
zaman ulaşmadı. Feminizm dışarıdan olduğu kadar içeriden de göçertildi.
Feminizm basının kötülüğü yüzünden değil, iç ayrışmalar, görüş birliğinin
olmaması, suçluluk krizleri ve hareket içindeki siyasal ümitsizlikten dolayı
yıkıldı. Medya tarafından aldatıldıklarını söyleyerek, milyonlarca kadının umut
ve isteklerinin neden medyanın çizdiği yeni imajlara, tam anlamıyla uyumlu
denemese bile, paralel hale geldiğini de açıklamış olamayız. Medya pırıltılı,
başarılı ama erkeklerce yönetilen kadının uç örneklerini pazarlıyor olabilir
ama verdiği temel mesajın genelde geleneksel değerlere bir dönüş olduğu
gerçeğini yansıttığını gösteren çok sayıda kanıt vardır.
Bu kitabı yazmamın nedeni, bu psikolojik geri dönüşün
nedenlerini bulup çıkarmaktı. Bu dönüşün dinamiği neydi?
Kadınlar iş, erkekler, çocuklar ve aile hakkında
gerçekte ne hissediyorlardı?
Görüştüğüm kadınların büyük çoğunluğu ne erkeklerin
iktidar arzusunun masum kurbanlarıydılar ne de medya tarafından aldatıldıkları
söylenebilirdi. Toplumda genel olarak kadınlar büyük değişiklikleri talep
edecek yeterli imkâna, tecrübeye ve hattâ güce sahipler. Ama bunu yapmıyorlar.
Bu edilgenlik cehaletle açıklanamaz. Her yeni kuşaktan kızlara kadınlık ve
geleneksel beklentileri esas olarak kadınların kendileri öğretiyorlar. Bu
edilgenliğin nedenleri daha derinde, kadın ve erkek psişesinde ve kadınlarla
erkeklerin ilişki kurma biçimlerinde yatıyor.
Beni ilgilendiren, aile dinamiğinin bu iç ilişkileri
ve kadın ve erkek psişesinin derindeki yapıları. Kadınların sorunları,
karşılaştıkları engeller ve dışsal faktörler üzerine çok şey yazıldı. Ama öznel
boyutla ilgili, özellikle de pek çok yönden kendini feminist projeye yakın
hisseden biri tarafından yazılmış neredeyse hiçbir şey yok. Kadınların
tercihlerini belirleyen hoşnutluk, korku ve endişelerle ilgili pek az metin
var. Kadın ve erkeklerin aileye getirdiği eski tarihe pek ilgi gösterilmedi.
Birbirlerine olan ihtiyaçları neden toplumsal sorun ve endişelerin yükünü
kadınların taşıması biçiminde ifade buluyor?
Neden toplumun yarısı kendini gergin bir şekilde yeni
kuşakları toplumun çözülmemiş problemlerinden korumaya çalışırken buldu?
Bu kitap kadınların kişisel anlatımlarına dayanıyor.
Yeterince temsili olacağı umuduyla aşağı yukarı 150 kadınla konuştum; bunların
yarıdan biraz fazlası meslek sahibi kadınlardı. Korkarım kadınların küçük bir
bölümünden aldığım verileri genelleştirdiğim yolunda suçlamalar alacağım ve
daha çok orta sınıftan kadınlarla görüşmüş olmakla eleştirileceğim. Ama
söylediğim şeylerin belli bir yankı uyandıracağını da düşünüyorum.
Kadınların aile içinde yaşadıkları kimi korkular,
zevkler, endişeler ve patolojiler ırk, sınıf ve bölge farklarını aşıyor gibi
görünüyor. Bu duyguların dillendirilmesi çağdaş yaşamın kadınlar için nasıl bir
şey olduğu konusunda daha dürüst bir yaklaşım geliştirmenin ilk adımı olabilir.
Ve ancak kadınlar daha dürüst olduklarında, erkeklerle işbirliği yaptıkları
suçortaklığının temelinde yatan "dişilik" ve "kadınlık"
mitlerinden kurtulabilirler. (s.10-21)
Kitap kadını anlatıyor, derdine çare arıyor, olabilir.
Fakat hayatî bir gerçek gözden kaçırılıyor. Kadın haklarındaki sınırı kim
çizecek?
(Allah Teâlâ-Erkek-Kadın)
Bu üçleme arasında sınırları belirleyen ne
olacak denildiğinde, her kesimin cevabı farklı olunca da, kadın sorunu
bitmeyecek gibi görünmektedir.
Bitmezde. Allah Teâlâ’dan insanı anlamayı ve güzel
ahlak üzere olmayı bizlere nasip kılması için dua edelim.
İhramcızâde İsmail Hakkı
DİNDÂRIN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME İNANMADAKİ ZAFİYETİ
Bütün hak ve batıl dinlerde genelde ilah inancında fazla sorun
bulunmamaktadır. Ancak zaman içerisindeki mütalaa ve münakaşalar ile insanın
nefisten ruha doğru olan seyrinde görülür ki, “rasül” “elçi”
“peygamber” üzerinde birçok ihtilaf zuhur etmiştir. Bu bazen şirkin
cephesinden hak yüzüyle görünürse de, kalbî ve itaat yönünden isyanla karışmıştır.
İlmî içerikte zamanla zenginleşen inanç sahibinin “rasül”e karşı
olağan ve sorgulayan bir itimatsızlığı, boşalan mevkie başkalarını koymak
ihtiyacını hissetmiştir. Bu cihetten Allah Teâlâ’ya olan inanç kuvvetli
kalırken, Rasûle olan inanç “üstad-şeyh -fikir-düşünce vb” yerine
bırakmıştır.
Kitaba olan inançta umum olarak Hakk’a nispet edilirken, tafsilatta cüz’i
olarak ele rasüle karşı cepheyi oluşturan sisteme veya ekoller dönüşmüştür.
Dikkat edilirse münakaşaların temeli genelde “rasül” konumu üzerinde
toplanır. Aslında rasül, ahkâmın ve inancın belirleyicisidir. İlâh ise, inancın
temelindeki esas olurken, rasüle karşı alınan tavır ise ifrat ve tefrid olarak
rengini gösterir.
Unutmayalım ki, şeytan Allah Teâlâ’ya her halükarda iman ederken, inançta
yaşadığı sorun kendinin ilâhi rahmetten tard olunması ile “nübüvvete benzeyen
imametinden liderliğinden” uzaklaştırılmasıdır. Bu nedenle şeytan inananlara
karşı olan kinini perdeler arkasından zerk etmekten büyük zevk almaktadır.
Mesela, gündem olan “diyalog” “geniş perspektifte inanç
birliği” gibi şeyler şeytanın gizli desteklediği ve kendi liderliğinin
kabul ettirmedeki kaygan zemindir. Bu nedenle nerede bir “uzlaşma
teorisi” görürseniz, ittifakla orada şeytanın parmağını ve o işi
gıdıkladığına yemin edebilirsiniz. (Kur’ân-ı Kerim’de inanç
sınıflandırılmıştır. Kafir-Mümin-Münafık)
Bu konuyla ilgili şu hususu da unutmayalım. Rasül aşkını da kendine rehber
edenleri çok iyi tanımak içinde “eleştirel kuramlardaki şüpheleri” “iki
mihverli” olarak tutmalıdır. Yani “öz benliklerindeki
kabullendikleri inancın tarifini”, “kullukları” ile
ölçmelidir. İnançtan kulluğa, kulluktan inanca; sebep sonuç ilişkisi içinde.
Ayniyeti olmayanın muhakkak gayriyeti vardır.
Aşağıda Martin Lings’in talebesinden bir kişinin bir itirafını alıntıladık.
Ancak göze ilk bakışta görünmesi zor hataları koymamakla beraber, bir daha
Müslümanın ne kadar ayık olması gerektiğini bir daha müşahede eyledik.
Unutmayalım ki, güneş ne kadar berrak olursa olsun, illaki gölgeleyen
bulutlar peşini bırakmaz. Martin Lings’inde çokta iyi anlaşılamadığını bir kere
daha anlamış olduk.
[MEYVE VEREN ULU AĞAÇ
Martin Lings aramızda yaşayan paha biçilmez bir hazineydi, bir İngiliz gibi
değildi. Martin Lings benim için İngiltere'ydi. Gökyüzüydü, buluttu; yeşil
tarlalar, ağaçlar, yağmurdu. O, sevenleri için -ki sayılan hiç de az değildir,
"ilkbahar, yaz; hududu, nihayeti olmayan feyiz’di.[3]
1990 yılının ocağında, annem, kızkardeşim, müstakbel
kayınbiraderim ve bir arkadaşımla beraber Mısır'a gitmiştim. Oxford
Üniversitesinde sürdürdüğüm Arap Dili çalışmaları vesilesiyle Kahire'ye daha
önce de gitmiş, burada bir yılı aşkın bir zaman geçirmiştim. Bu sebeple
seyahat arkadaşlarımdan daha tecrübeliydim. Bu ikinci gezimin büyük kısmını
eski dostları görmekle geçirdim. Ziyaretinde bulunduğum arkadaşlardan biri de
Oxford'daki lisans yıllarında ihtida edip, Abdurrahman ismini
alan Julian Johansen ve eşi Alison’du. Zaman zaman
İslâm hakkında sohbet ederdik. Ona bir gün Kelime-i Tevhîd'in ilk kısmını (Lâ
İlahe İllallah) mutmain bir kalple söylememe rağmen, ikinci
kısımda (Muhammedun Rasûlullah) kalbime düşen şüpheden
bahsetmiştim.
Johansen çiftinin, bir tarikata mensup, fakat bir takım itikadı sorunlardan
mustarip Abdülaziz isminde İngiliz asıllı bir komşusu vardı. Abdurrahman, bu
komşusunun Martin Lings’ten istifade edebileceğim düşünmüş olmalı ki, Lings'in
Kahire'de bulunduğu bir gün ona bir görüşme ayarladı. Onları görüşmeye ben
götürdüm.
….
Otel Odasının kapısı açıldığında ilk gördüğüm, seyrek sakal ve düz
saçlarının çerçevelediği zarif, asil çehresi oldu. İlerleyen yaşına rağmen
oldukça çevikti. Ruhuma en çok tesir edense bizi kucaklayan sıcak sesiydi.
Davetsiz misafir olduğumdan çekingen davranıp içeri girmek istemedim önce.
Fakat Lings ısrarla içeri alıp bir süre benimle konuştu. Kahire’deki
meşguliyetimi sorunca, önceki durağımın Luxor olduğunu söyledim. Konu bu
şekilde Mimar Hasan Fethi tarafından, geleneksel mimari usluplar kullanılarak
inşa edilmiş Gurna Gedida kasabasına yaptığım geziye geldi.
Yüzünü hafifçe yukarı kaldırıp, Hasan Fethi’yı tanıdığını, hatta hac arkadaşı
olduklarını söyledi. Sohbetimiz bittiğinde, odanın diğer köşesine çekilip,
pencereden Nil Nehri izlemeye koyuldum. Bir yandan Abdülaziz'e kulak kesilmiş,
onun Lings'e soracaklarını bekliyordum. Huzurlu, hoş bir sessizlikti bu.
Sessizliği ilk bozan Lings oldu:
-Bana sormak istediğin bir şey var mı?
Üzerinden onbeş yıl geçti geçti, fakat sesini hâlâ ruhumun derinliklerinde
duyuyorum. Zahirde Abdülaziz'e hitaben sarf edilmiş gibi gözüken kelimeler
beni, içinde bulunduğum asude bahar ülkesinden çekip, fırtınanın ortasına attı;
uyuduğum gaflet uykusundan uyandırdı. Sesi, varlığımı, güçlü bir dalganın suyu
sarstığı gibi sarstı. O dalga içimde dolaşarak kalbimi yakaladı. Onu dinlerken
bana öyle garip bir hal oldu ki, bir daha böyle bir şey yaşayacağımı
sanmıyorum. Eğer o an ayakta olsam kesin bulunduğum yere yığılırdım. Etrafa
kalbimin deli gibi sesini benden başka duyan var mı diye baktığımı
hatırlıyorum.
O anki hislerimi kelimelere dökmem güç. O birkaç dakikada ne oldu neler
söylendi, onun bile net bir resmi yok zihnimde. Zincirleme olarak aklıma gelen
düşünceleri olduğu gibi aktarayım:
"Allah Teâlâ'nın varlığına çoktandır inanıyorsun. Kendi varlığın bunun
büyük delili. Eşya yaratılmadan önce var olan boşluk bile bir mahlûk,
dolayısıyla bir yaratılış mucizesi ve Allah Teâlâ dediğimiz kudretin
tezahürüdür. Her zaman, dinlerin iyi niyetli fakat insan ürünü sistemler
olduğunu düşündün. Ancak unuttuğun bir şey vardı: mevcudat Allah Teâlâ’nın
tekliğinin aşikâr bir delili ise, mevcudatın bir parçası olan varlığın,
delâletin de bir parçasıdır. Seni yaratan Yaratıcı şimdi kalbine vahyedip,
seni, kendini bilmeye davet ediyor. Sana fıtratının bir parçası olan vicdanı
veren Rabbin şimdi senden, o vicdanın hakkını vermeni istiyor. Vecd ile
vazifeli olan vicdan daha azına razı olmaz. Dünyanın neresinde, sahibi kim
olursa olsun vicdan böyledir. Madem vecd ve İlâhî aşk hali şimdilik senden
uzak, çevrende ona en yakın şeyi bulmalısın. (Daha sonra Lings'ten,
ilk nazil olan âyetlerin tekvini âyetler olduğunu, fakat artık ilk âyetleri
okuyamadığımızı öğrendim. Fakat burada kastettiğim bu değil.)
Benim bilmediğim, daha önce hiç tecrübe etmediğim ilâhi aşk kimilerinin
hakikati olmalı. Bu kimseler peygamber, aşk ise dinin ta kendisi olmalı. Evet, işte bu! Bu kadar basit! Tüm
dinler Tanrı kaynaklı olup, insanların tüm ihtiyaçlarına; cevâp verecek kadar
kapsamlı bir mesaja sahip. Çok sayıda din olmalı. Gelmiş geçmiş tüm halklara
bir din gönderildiğine göre...
Yanımda konuşan bu adam İslâm'ı temsil ediyor. İslâm ise bu dinlerden
sadece biri. Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed
onun elçisidir. Lings Budist olsaydı, ben de Budist olurdum. Tek
bildiğim, duyduğum bu ses varlığıma, Özüme öyle derinden nüfuz etti ki, ruhumu
öyle yakaladı ki İslâm benim için yegâne yol oldu. "
Ben tüm bunları düşünürken meğer içimde bir ozmos gerçekleşmiş, iki akışkan
birbirine karışıp bir olmuştu. Ben, Martin Lings'in temel öğretisi olan, Tanrı
kaynaklı tüm dinlerin Tanrı katında eşit olduğuna bir anda inanıvermişim. Bu
evrensellik âmentüsü, Kur'ân'da farklı âyetlerde tezahür eder:
“Rasül kendine Rabbinden indirilene inandı, mü'minler de (buna inandılar).
Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.
"Biz O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız." Yine:
"Duyduk ve itaat ettik. Senin bağışlamanı diliyoruz, ey Rabbimiz; dönüş de
sanadır" dediler. (Bakara, 285)
Kur'ân'da ayrıca her kavme bir peygamber gönderildiğine, hiçbir topluluğun
İlâhî mesajın dışında kalmadığına dair âyetler de var. (bkz. Yûnus, 47) Mâide
Sûresi 69. âyet ile onunla çok benzer mana taşıyan Bakara Sûresi 62. ve
38. âyet de bu bağlamda dikkate değer.
“Biz onlara şöyle dedik: "Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet
geldiğinde, kim benim hidayet yoluma girerse onlar için korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 38)
Bunlar Allah'ı ve iman etmiş olanları aldatmaya çalışıyorlar. Oysa gerçekte
yalnız kendilerini aldatıyorlar ama bunun bilincinde değillerdir. (Bakara, 9)
Hristiyanlığın veya Musevîliğin hakikatini sorgulayan bir Müslümanın
Kur'ân'daki bazı âyetlerin nesh edildiğine, sonra nazil olan bazı âyetlerce
hükümsüz kılındığına da kaçınılmaz olarak inanıyor olması lâzımdır. Kaynakça:
Martin LİNGS trc: Zeynep KOT [Kitap]. - Öze Dönüş, İstanbul, 2012, s.157-161]
Yukarıdaki alıntılarda başlangıcı ile bağdaşmayan görüşün görünmeyen bir el
ile yönlendirişi var. Bu el Martin Lings’i anlatırken, şeytanın istediği din
olan “diyalog-telfik” çağrısını ilan ediyor.
Biz bu konuda düşünüyor diyebilirsiniz. Ancak hakikat tekdir. Allah Teâlâ
katında kabul edilen din yalnızca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
beyan ettiği İslâm Dini’dir. Bunun dışındakileri ne kadar hakikat diye ilan
edersek edelim, safsatadan ibarettir.
Allah Teâlâ’m bilmediğimizden ve yanlış bilgimizden sana sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
AİLE VE TOPLUM DÜŞMANIMIZ TV DİZİLERİ
Artık birilerinin bu topluma acıma zamanı gelmedi mi?
Dışarıda geçim sıkıntısı, evde televizyon baskısı. Dizilerde cabası.
Milli ve dinî ahlakımızı bozacak ne varsa saat 20.00 den sonra vizyonda.
(Gündüz olan programları takip edemediğim için onlar hakkında yorum yapamıyorum.)
Dil zaten katledildi. Yarım yarım kelimeler, bozuk bozuk cümleler.
Gençlerin anladığı dozajda kaliteli yeni düzmece küfürler. Şebekçe Türkçe nasıl
konuşursunun örneklemeside yapılıyor.
Kocasını aldatan kadınlar, tecavüz eden erkekler, hemcinslerine tepkilerini
ille de tokatla ifade eden kişiler.
TV kanalları kıtlığından mı nedir, aile ve toplumu kaosa götürecek
saçmalıklar yumağı olan senaryoları haftalarca ve günlerce kazançlar uğruna
sürdürdükleri üçer saatlik diziler ile başımıza bela oldular.
Bunlara kim dur diyecek?
Cevabı yok…
Son on yıldır bu durum perişan vaziyette gidiyor. Akademisyenler,
isimlerine yenisini eklemek için masalarından başlarını kaldırıp bu konularda
hiç fikir üretmeyecekler mi?
Çocuklarımızı çalıyorlar, geleceğimizi birleri birilerine feda mı ediyor?
Kültür yok, şahsiyet yok, fikir hiç de yok.
Varsa yoksa narsis emellerine ulaşmaya çalışan aşağılık kompleksi
içerisindeki insanlar.
Eskiden dünyayı kurtarmak için anarşist, dünyayı fethetmek için
faşist olmaya çalışan insanlar vardı. Şimdi ise egosunu tatmin etmek
için hedefi olan insanlar bile kalmadı.
Amacı amaçsızlık olan bir nesil, nereye doğru gidiyor?
Sormak lazım. Toplum mühendislerimiz nerede ve ne yapıyorlar?
Siyasetçilerimiz seçim dışında halkın derdine ne kadar nüfuz ediyorlar?
Hayatımız Hindistan’da çalışan trenlere döndü.
Düzen yok, düzelme yok.
Bu durumun derdini çeken kanaat önderi de yok.
Birileri kafası kafama uygun, bu olur, derken ötekisi hayır içinde; uzlaşma
yok. Sadece “gizli amaç” var.
Yürekleri fetheden, canları sevindiren, birbirini seven insanlar beş on
sene sonra kaybolacak, görüyor.
Sitelerinde emniyet içinde karınlarının gurultusunu duyacak kadar yalnız
kalacak bu insanlara ancak ağlamak için kendimi zorluyorum. Gözümden yaş çıkmıyor.
Öyle hale gelmişiz ki “kalpler hasta, ruhlar mahkum”
Yoksa Avrupalılar gibi uyuşturucuya mahkûm olmak için ne gerekiyorsa
yapalım-dan
çıkma zamanı gelmedi mi?
Aşağıda “KEVİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ” (We Need to Talk
About Kevin) adlı filmi seyretmenizi tavsiye ederim. Bu film çaresiz kalmış
toplumda ilişkilerin bittiği yerde yardım etmeyen devleti anlatıyor. Aile
içinde, çözüm yok. Bu çözümsüzlüğü çözecek okul da eğitim de yok.
Bu filmde tek suçlu var o da devlet ve milletin kendisi. Aile yetersiz
kalınca, devletin yapacağı psiklojik terapiyi nasıl yapabilir ki?
İtiraf etmeliyim ki, gençlerde arkadaş çevresinden ve eğitmenlerinden
aldığı tavsiye daha etkili olurken, gelecekte dünyayı kurtaran narsist [4] diktatörlere
aday olmakta ebeveyn denetimini artık istememektedirler.
Konu üzerinde idealleri sadece dünya olan görüşten biraz uzaklaşıp “orta
yolu” bulan fikir, yönetim ve hedefleri olan bir millet olmak için gayret
göstermeli değil miyiz?
Pek umutlu görünmese de, geç kalmamak için “çok şeyler yapmak lazım”
diyebilirim.
İlk yapılacak şey öteki ile diğeri arasındaki uzlaşma sağlanmalıdır.
Vakıflar, cemaatler, dernekler en ince detaylarına kadar devlet tarafından
incelenmeli ve art niyetli kişilerin önüne geçilmelidir.
Okullarda kitap okuma alakalı yeni düzenlemeler getirilmeli, çocukları
dershanelerden kurtararak üniversite giriş sınavları için kaybedecekleri
zamanları telafi etmelerini sağlamalı ve giriş sınavlarında kültür seviyesi
üzerinden derecelendirilmeye gidilmelidir.
Okumayan nesiller yönetilmesi kolay olanlardır. Kimliği olgunlaşmamış
milletler emperyalist ülkelerin oyuncağı olur.
Allah Teâlâ milletimizi ve bütün insanlığı art niyetli olan şeylerden
muhafaza buyursun.
Amin
KEVİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ (We Need to Talk About Kevin)
Vizyon tarihi 3 Şubat 2012 (1s 50dk)
Yönetmen: Lynne Ramsay
Oyuncular: Tilda Swinton, John C. Reilly, Ezra
Miller devamı...
Tür: Dram, Gerilim
Ülke: ABD, İngiltere
Özet
Film, İspanya'da yapıldığını bildiğimiz bir domates savaşı olayı ile
başlıyor, Eva (Tilda Swinton) büyük bir mutlulukla kıpkırmızı domateslerin
arasında adeta kayboluyor, düşüyor, kalkıyor, kayıyor, en sonunda birçok el
Eva'yı yukarı kaldırıyor, Eva çok mutlu, kendisini belli ki çok özgür
hissediyor, sonra birden uyanıyor Eva, evinde. (Bu domates savaşı belki bir
rüyaydı, belki de Eva'nın daha önce yaşadığı özgür hayattan hatırladığı bir
andı.) Müstakil bir evde tek başına yaşıyor Eva ve uyandığında camdan dışarı
bakıyor, kırmızı boyalar görüyor. Dışarı çıkıyor ve görüyor ki evine kırmızı
boyalarla saldırılmış, her yer kıpkırmızı olmuş, arabasına da aynı şekilde.
Hiçbir şey yokmuş gibi arabasına biniyor ve aklına daha önce koymuş olduğu
belli bir şekilde gidip bir iş başvurusu yapıyor, kabul ediliyor ve kısa süreli
de olsa mutlu oluyor Eva. Genelde ise bitkin, mutsuz.
Film belirli aralıklarla zaman geçişleri yapıyor - bu değişik zamanları
Eva'nın saç şekliyle de takip edebiliyoruz. Filmi gizemli kılan taraf da filmin
kronolojik olarak düzensiz ve kolajsı kurgu yapısı. Çünkü başta tek bildiğimiz
Eva'nın tek başına yaşayan, mutsuz, bakımsız bir kadın olduğu ve geçmişinde
sıkıntılı bir şeyler yaşadığı. Daha sonra Eva yeni başladığı işinden bir günlük
izin alıyor ve hapishanede birini ziyaret ediyor. Bu ziyaretten sonra geçmişle
ilgili daha çok zaman sıçramaları yaşıyoruz ve artık Eva'nın hayatındaki
sıkıntı tek tek ortaya çıkmaya başlıyor. Eva özgürlüğüne düşkün, kariyer
sahibi, ama âşık olmuş ve evlenmiş bir kadın; hamile kaldığında bu durumundan
pek mutlu olmadığını hissediyoruz. Bebeği, doğduktan sonra ilk birkaç ay susmaksızın
ağlayarak anne Eva'yı daha da perişan ediyor. Eva adeta mutsuz, bitkin ve
çaresiz bir hal alıyor her geçen gün. Kocası ise abarttığını düşünüyor çünkü o
eve geldiğinde, oğlunu kucakladığında hiçbir sorun yok. Bebeğin tüm garezi
annesine sanki.
Oğulları Kevin altı yaşına geldiğinde hala anneye garezi sürmekte, tek
kelime konuşmamakta, annesinin "hadi bana geri yolla" diyerek
bacaklarına doğru ittiği topa karşılık vermemekte. Annesi çocuğun otistik
olduğundan şüphelenerek doktora götürüyor ama doktor da oğlunun gayet
"normal" olduğunu söylüyor. Eva adeta mutsuz bu cevaptan çünkü,
biliyor ki oğlunda bir sorun var. Sanki sadece onun görebildiği bir sorun.
Ergenlik çağında Kevin artık isyankâr bir genç. Fakat genellikle alıp
veremediği hep annesinin üzerine. Eva belki bir şeyler değişir umuduyla yeniden
hamile kalıyor ve bu kez Kevin'in tam tersi kişilikte bir kızları oluyor. Kevin
elbette bunu da kendisine bir tehdit olarak görüyor ve kız kardeşine zarar
verme potansiyeli taşıyor.
Eva, Kevin'in böyle sorunlu bir çocuk olmasında hiçbir şey söylemese de
kendini suçlamaktadır şüphesiz. Zaten filmin anlatmak istediği, kafamızda soru
işareti bırakarak günlerce düşünmemizi istediği şey de budur: Her şeyin bir
sebebi var mıdır? Kevin'in çocukluktan beri süregelen uyumsuz kişiliği ve
sonunda da bir canavara dönüşmesinin sebebi çocukluğunda yaşadıkları,
annesinden aldığı olumsuz tepkiler, hatta belki daha anne karnındayken
sevilmediğini, istenmediğini hissetmesi midir yoksa kendisinin de filmde
cevapladığı gibi bütün bunların bilinebilecek hiçbir anlamı ve hiçbir sebebi
yok mudur... Bu durumda sevilmediğini düşünen her çocuk potansiyel bir canavar
mı olacaktır? Büyük sevgiyle yetişmiş, çok normal ailelerin içinden çıkan nice
katiller, sapıklar yok mudur?
Filmin en korkunç gerçeği aslında doğumundan beri bir türlü iyi
geçinemeyen, günleri birbirlerine zindan eden anne oğulun arasında aslında tam
da bu sebepten dolayı oluşmuş muhteşem güçlü bağ bana kalırsa. Birbirlerini en iyi anlayan ve
tanıyan anne-oğul'dur aslında ve bu birbirlerinin en şeytani yönleri yoluyla da
olsa aralarında bir bağ sağlamaktadır. Oğlunun gerçek karakterini görebilen tek
kişi annesidir, ne babası ne de kardeşi, bu yüzden aslında Kevin için en önemli
kişi annesidir. Ne acı bir tutku ve bağ...
Filmin feminist bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Film bize tüm bunlarla
birlikte aile denen kavramda birilerinin mutlaka bazı kirleri örtmesi, bazı
lekeleri silmesi gerektiğini ve bunun da genelde "anne"ler olduğunu
hatırlatıyor. Eva, evinin duvarlarına dökülmüş olan kırmızı boyaları jiletle
kazırken yönetmen uzun uzun bunu izletiyor bize, biz rahatsız olana kadar, yani
diyor ki bu harap olmuş durum bir şekilde düzeltilmeli, birinin ortalığı
toparlaması gerekiyor ve bunu yapan da genelde kadınlar, anneler oluyor, toplum
tarafından da onlardan bu bekleniyor.
(Melis Z. Pirlanti- blossomel@gmail.com-twitter:blossomel)
Yorum:
Gerçekten Kevin’i ailesi kurtaramazdı. Birileri kurtarırdı. O
kurtarıcı belki okulunda verilen eğitim olacaktı. Ancak okul hayatı
o çocuğa yardım etmedi. Sadece gurura odaklanmayı öğretmişti.
Kevin okul katliamına giderken beslendiği fikri kapının üzerinde yazıyordu.
“Sadece benlik” kokan narsist fikirlerle dopdolu dizeler.
PRIDE[5] FOCUS
A feeling which makes you want to do your best all the time in everything
you do
Concentration of the mind such that nothing distracst[6] you from your
task
GURURA ODAKLAN
Eğer her şeyde her zaman en iyi yapmak istiyorsan bir duygun olsun.
Zihnin böyle bir konsantrasyon sağlarsa görev seni dağıtamaz.
--
Annesi hapishanede Kevin’e soruyor.
Annesi-Tabii ki, bugün olayın yıldönümü.
Kevin -İki yıl.
Annesi-Düşünmek için oldukça yeterli bir zaman.
Annesi-Bana bunu neden yaptığını söylemeni istiyorum.
Kevin-Bildiğimi sanıyordum ama şimdi o kadar emin değilim.
---
Başka bir zaman annesi Kevin’e yanlış hareketini sorgularken sordu.
Annesi- Neden böyle bir şey yaptın?
Kevin - Sadece kolleksiyon yaptım.
Annesi-Kolleksiyon yapmak için biraz tuhaf şeyler değiller mi?
Kevin -Etiketlemeyi sevmem.
Annesi-Peki amaç ne?
Kevin -Herhangi bir amacı yok. Amaç bu.
--
İşte hedefi olmayan bir nesil, sür istediğin yere sür, sürülmek hakkı
vardır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Şu Hain
Kalplerimiz-Kadınlar Erkeklere Neden Teslim Olurlar? Rosalind Coward
İngilizceden çeviren: Aksu Bora - Asuman Emre Kitabın özgün adı: Our
Treacherous Hearts Why Women Let Men Get Their Way Faber and Faber/1992
basımından çevrilmiştir.
[2] Mazoşist, acı çekmekten
zevk alan kişidir. Benzer terim olan sadist ise acı çektirmekten hoşlanan
anlamına gelmektedir.
[3] Martin Lings: Seçki’
Sophia Dergisi, 5.cilt, 2. sayı (Doğum günü münasebetiyle yayınlanan Martin
Lings özel sayısı).
[4] Narsisizm: Narsisizm veya
“benseverlik”, kişinin kendisine duyduğu cinsi arzu, kabaca tabirle kişinin
kendisine aşık olması benliğini putlaştırması olarak tanımlanan bir terimdir.
Farklı tanımları ve kullanımları mevcuttur.
[5] Pride: i.
Gurur, kibirlilik, ağalık, azamet, övünç, iftihar, haysiyet, kıvanç, övünç
kaynağı, izzetinefis, onur, şeref, kibir, kendini beğenmişlik, tafra, gösteriş,
ihtişam, en parlak zaman, aslan sürüsü
[6] Distract: f.
DAĞIT: aklını başından al, dağıt, avutmak; dikkatini dağıtmak, aklını
karıştırmak; başka tarafa çekmek; şaşırtmak, rahatsız etmek, delirtmek (Argo)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar