Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 11




EPİKTETOS’UN HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFİ GÖRÜŞLERİ

Hayatı:

Milattan sonra 55 yılında Phrygia (Frigya)’da Hierapolis’te (Şimdiki Pamukkale yakınları) doğduğu rivayet edilen bir Yunan filozofudur.

Çocukken Roma’da İmparator Neron’un azatlısı Epaphroditos’a satılmış bir köle idi. Asıl adı bilinmediği için Yunanca “satın alınmış adam-köle uşak” anlamına gelen “Epiktetos” olarak adlandırılmıştır.

Epiktetos, Roma’da felsefe okuma imkânını bulmuş, kölelikten kurtulunca felsefe öğretmenliği yapmış, 90–94 yıllarında Roma imparatoru Domitianus bütün filozofları yurdundan kovunca, Nikopolis’e gitmiş orada Stoik felsefe (stoacılık, stoik felsefe, acılara göğüs germe, metin olma) ilkelerini öğretmeğe başlamıştır. Yokopolis’te yokluk içinde yaşamış ve burada ölmüştür.

Eserleri:

Hiçbir yazılı eser bırakmamış, fakat büyük bir etki yapmıştır. Kendisini seven birçok öğrencileri olmuş, bunlardan İzmitli Finvius Arrianus, Epiktetos’un öğrettiklerini “Düşünceler-Epiktetos Elkitabı” adıyla sonradan kitap halinde toplamış ve böylece felsefesi hakkında bilgi edinmek mümkün olmuştur.[1] Gerçekte Epiktetos’un eseri sekiz kitaptan oluşmasına karşın günümüze kadar ancak dört kitabı ulaşmıştır. Epiktetos’un, bu eseri daha çok ahlaki öğütlere ayrılmış bir söyleşi türündedir. Cynic (Kinik) Okulu[2] mensuplarının uyguladığı türde kurmaca bir muhatapla diyaloglar biçiminde, kendisini tutkuların kölesi olmaktan kurtarıp doğaya uygun biçimde yaşamakla yetinerek bilgece esenliğe ulaşmak için öğrencilere yöneltilen konuşma metodunu kullanmıştır.

Felsefi Görüşleri:

Epiktetos’un felsefesinin ana hatları kısaca şöyledir: Tanrı’ya güvenmek, vicdanın sesini dinlemek ve insanların kardeşçe yaşamaları esasına dayanmaktadır. Kendisine, bilge kişi olarak Sokrates ile Diogenes’i örnek alan Epiktetos, temelde ahlak ile ilgilenmiş ve gerçek eğitimin, tümüyle bireye ait olan tek şeyin bireyin iradesi ya da amacı olduğunu kavramaktan başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Ona göre insan, iradeden bağımsız olan iyi ya da kötü hiçbir şey bulunmadığını öğrenmeli ve olayları öngörmeye veya yönlendirmeye kalkışmayıp sadece onları anlama çabası göstermelidir. Epiktetos’a göre insana kendisinden başka birisi zarar vermez. Epiktetos’un mesajı yönetici sınıfa değil daha çok orta sınıfadır. O, insanı, Tanrı’dan başka insanları da içeren büyük bir sistemin üyesi olarak görmüştür. Ona göre insanlar akıllı yanlarıyla Tanrı’nın çocuklarıdırlar ve kendilerinde tanrısal öğeler taşırlar. Epiktetos’un ahlak felsefesinin temelinde genel olarak şu iki kural dikkat çekmektedir:

a-İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir.

b-Olayları öngörüp yönlendirmeye çalışmak yerine, onları sadece bilgelikle kabul etmeliyiz. [3]

Önemli Not

Hazırlanan kitap rahmetli Burhan Toprak Hocamızın milletimize kazandırdığı tercümeden hazırlanmıştır.[4] Düzenlemede daha faydalı olur düşüncesiyle dağınık fikirler, eş-benzer metinler olarak peşpeşe konularak konu başlıkları altında toplanılmıştır.  Bu şekilde olunca asıl tercüme ile bağlantı sadece paragraf şeklinde kalmıştır.

Ayrıca kitaptaki İslâmî literatüre uygunluk sağlanmıştır. Çünkü Epiktetos’un eseri hakikat ve hikmet üzere tertip edildiği halde içinde çok az miktarda olsa da Roma döneminin baskıcı tutumu yüzünden olan tahrifat ve daha sonraki dönemlerde Hristiyanlar tarafından yapılan itikadi sapmalar kararınca düzeltilmiştir. Bu şekilde okuyucunun hikmetlere karşı inanç ve sevgisi sağlanması düşünülmüştür.

Epiktetos’u rahmet ve iyilikle anıyoruz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

ELBİSEDEKİ GÜÇ-MODA

“Hayat zikirle başlar ve biter.” “Kainattaki her nesne Allah Teâlâ’yı zikreder..” Ancak her zâkir aynı seviyede zikirde bulunamadığı gibi zikrin en geçerli faydalı sebebi az da olsa devamlı olanıdır. Bu esmâların sonunda zikredilen “Es Sabur” ismine işaret eder.

Değişim, sürekli ve kaçınılmazdır. Ancak değişim dışarıdan verilen tazyikle olursa âlemde olumlu sonuçlar doğurmaz. Allah Teâlâ bile “tedricilik” üzere âleme müdahale eder. Eğer bir sıra sapması olmuşsa bu azabından başkası da değildir. Dinde “Tebliğ” vardır. “Zorlama” yoktur. “Anlatma ve örnek olma” vardır, “aldatma-aldanma” yoktur.

İşte bu minval üzere insanların her hali ve özel durumu muhakkak abesle iştigal olmayıp bir gereksinim ve netice ile vardır. Diyebiliriz ki; giydiğimiz bir elbisenin dahi psiko-sosyal yönü vardır. Nasıl? Düşünüce çok yorum yapacağınız kesindir. Fakat bizim burada bahsetmek istediğimiz bu bilginin ve sebebin bazı art niyetli ve çıkar amaçlı üretim-tüketim çizgisinde olan hakîm güçler tarafından istismar edilmesidir. Yüzyılımızda insanların “kişilik gelişimleri” ni bozmak ve “stres hastalığı” gibi uydurmalar ve hastalıkların çıkışını sağlamak için “moda” yı bir araç kullanmalarıdır. Emperyalist ve sömürücü kitle tarafından “Moda” gurabeliği burada çıkmaktadır. Moda ile kişilik gelişimlerinde sürekli değişime uğrayan nesiller “doyumsuzluk”, “hafakanlar” ve “cinnetler” ile “pasif intiharlara” doğru sürüklenmektedir.

“Pasif intiharlar” huzursuzluk ve hayattan zevk alamamaktır.

Son yirmi ve otuz yıl içerisinde bu moda sektörüne giren dindar ve ilahiyatçı kesiminde “benzeme” üzerindeki negatif yorumları ile daha da perişan olan toplum inancı hakkında müspet oluşumların kaybolması ile her geçen gün hayat daha zorlaşmaktadır.

Mesela “satanist” akım temsilcilerinin oluşturdukları giyim tarzları ile gençlik “kitle psikolojisi” kavramının içinde can çekiştirilmesi.

Burada sözü “geçmişe özlem” e getireceğiz. Bu durum ülkemizde fazla olmasa da diğer ülke insanların da fazlaca bulunmaktadır. Zengin batılının dünyayı gezme sevdası içerisinde binlerce yıl önceki hayat tarzlarına yönelme arzularının altında yatan şey “yapay tarz, fikir ve ideolojiler” in ruhî açlığa kifayetsizliğidir. Onların seyahatleri ve gittikleri yerlerde bulduğu “ruhî özleme hitap eden” giyim kuşam, mistik ve tasavvuf ekollerini incelemesi ve davranışlarının tesiri altında kalmasında sebeplerin yattığını söyleyebiliriz. Yine dernek yapılanmalarındaki protokollerde bulunan “arma, giyim ve hareket sembolleri” gereksiz türetilmediğini hatırlatalım.

“Bir üstad, dolayısıyla de büyük bir psikolog olarak, insan ruhuna çok çabuk bir şekilde nü­fuz eden giysilerin, arınma ve ihsanı bozma açı­sından son derece etkili olduğunu biliyordu. İşte bu yüzden Budizm’de olduğu gibi Hristiyanlık ’ta da bir çok mezhebin veya tarikatın, ruhî bir oto­rite tarafından giyecek olanın yaşantısına uygun bir şekilde düzenlenen bir giysiye yüzyıllar bo­yunca bağlı kalmaları boşuna değildir” Üstelik, bu örnekleri bir kenara bırakıp genel olarak ko­nuşursak, modern uygarlık hariç bütün dinî uy­garlıklarda, giysi insanın Tanrı’nın yeryüzünde- ki halifesi olduğu yolundaki inanca uygun ola­rak şekillendirilmiştir ve bu en çok İslâm mede­niyeti için doğrudur. Özellikle Kuzey - Batı Afri­ka Arap giysilerinden sarık, bornoz ve cellab,[5] yüzlerce yıl hiç değişmeden bugüne kadar gel­mişlerdir; asalet, itidal ve basitliğin eşsiz bir bi­leşimidirler. Bütün bu özellikler Arap halıların­da da gözlenebilir.”[6]

“Zikir telkininden sonra şeyh, ya o gün ya da bazen hayli uzun bir müddet sonra özel bir merasim­le müridin başına bir taç koyar veya sarık sarar yahut arkasına bir hırka giydirir. Bu merasimden kastedilen şudur:

Şeyh müri­din arkasından giysisini ve başından şapkasını alırsa bundaki niyeti onun kötü ahlâkını kaldırıp gidermektir. Müridin arkasına ya bir hırka veya başka bir elbise giydirmekten ve başına bir taç koymaktan ve sarık sarmaktan maksat da ona bütün güzel ah­lâkları giydirmektir.

“Büyük müctehid İmâm Mâlik Hazretleri, kendisinden dinî bir mesele sorulduğu zaman veya bir âyet okuyacağı yahut bir hadis ri­vayet edeceğinde abdestli olmasının yanında bu maksat için hazırladığı özel kıyafetlerini giyinir, tam bir edeb tavrı içinde vazifesini yaparmış. (Istılâhat-ı Fıkhiyye Kâmûsu cild: I, İmam Mâlik’in Ha­yatı) Camide sarık - cübbe giymeden vazetmek ve hutbe okumaktan da sakınmak lâzım. Bunun cemaat üzerinde pek menfi tesiri oluyor. Ayrıca cenaze merasimlerinde bazı hoca efendiler sarık - cübbe giy­meyi ihmal ediyorlar ki, bu da yanlıştır, bindiğimiz dalı kesmek de­mektir. Bir imam efendi, kılık-kıyafeti ve bütün yönleri ile bir bü­tün arz eder, bunu hiç unutmamalıdır. Bu münasebetle bazılarımız­da görülen bir yanlış anlayıştan da bahsetmek isterim.” [7]

Yıllarca bırakılması düşünülmeyen giyim modelleri tarzları hakkında ilâhî bir yönün olduğunu fark ettiğimize göre hiç olmazsa elbiselerimizin sık sık değişime uğramasına engel olmamız gerekir.

“Her elbise bir karakterle paylaşımdır. Ya kendimizle ya da başkasıyla”

Her paylaşımın çift etkili yönü de olduğuna göre hayat ırmağımızda çok çağlayan oluşmasına engel olalım. Emniyetli sakin ve kararlı tarzlar insanları birçok engele karşı kuvvetli olmamızı sağlayacağı çok açıktır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


SUBLİMİNAL MESAJLAR ETKİLİ Mİ?

NASIL KORUNACAĞIZ?

Bahsedilen gizli mesajlar karşısında insanı koruyacak bir faktör vardır. O da inancı gereği oluşan ibadetler zinciridir. İbadetler, taabbudi [8] olması ile direk bilinçaltını uyarıcı olmaktadır. İnsanın algılama düzeyindeki “Bilinç öncesi”, “Bilinç” ve “Bilinçaltı” sıralamasında en korunaksız kısım olan “Bilinçaltı” ancak aklın sınırında olmayan taabbudî ibadetle korunabilmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına kendisine hiçbir faydası dokunmayan ibadet emrini verirken, bahsedilen etkinin en az seviyeye inmesini ve yok olmasını murat etmiştir. Sürekli çalışan veya müzik dinleyen bir kişinin algısında etki yapacak subliminal mesaj sayısı ve zamanı bir namaz vakti ile kesildiğinde, beynin temizleme işlemi için ezberden okuyacağı bir ayet bilgisayara atılan format etkisi gibi beyine etki eder. Bunu fark etmek isteyen kişiler bunu şu şekilde deneyebilirler. Namaz için kalkıldığında alınan abdest ve namazın fiili hareketleri ile değişik bir ortama dâhil olup dönüldüğünde kalınan yerden başlamak yerine sıfırdan başladığı bir nokta içerisinde olduğunu görür. Ayrıca namaz ibadetinde gözün açık tutulması sebeplerinden biride algılanmış görüntülerin silinme hareketlerinden başka bir şey değildir. Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifa et!

Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” (Ankebut, 45)

Buna göre namaz etkilenen insanı etki alanından çıkarır demektir. Bu sonuçla ibadet etmeyeninde bir etki içerisinde olduğunu söylemeden de geçemeyiz. Namaz ve kulluk dışındaki koruyucu formların etkileri az denecek kadar azdır. Bu sitedeki telkinlerde, asliyet itibarıyla hakikatinde şeytanî olan usulleri mihenk almaktadır.

İnanç ve ibadet ikilisi ile insan bu tür mesajları muhakkak yenecektir. Bu mesajlar demirin ateşe girişi ve kızgınlaşması ile oluşacak geçici sonuçları içerir. Yani, gölgenin asla kudreti ne kadar olursa  etkisi de odur, demektir.

Hatırlatmak gerekirse, tasavvufun, halvet, zikir gibi unsurları ise ileri seviyede bilinçaltına müdahale eden unsurlar olduğundan herkese tavsiye edilen bir husus değildir.

(Allah Teâlâ’m senin gerçekten ilâh olduğuna bir daha iman ettim.)

İhramcızâde  İsmail Hakkı


İSLÂM’I ALLAH KORUR

Son yüzyılda başımızı ağrıtan en büyük mesele kimin nerede olduğunu bilmek ve duruşunu fark edebilmektir. Ne var ki, artık hassasiyetini yitirmiş “bilgi kirlenmesi ve haysiyetsizlikle bulaşık” ahval düşünce dünyamızı dahi hastalandırmıştır.

Yüzyıl önce başlayan “mezhepleri birleştirme veya kaldırma” ile başlayan kurtuluş reçetesi olarak sunulan ilmi faaliyetler, günümüzde “dinler arası diyalog” şekline dönüşümün alt yapısını oluşturmuştur.

Dünyayı saran globalleşmede sorun olabilecek unsurlardan biri olan “din”de en çok tehlike arz edecek olan İslâm için ne yapılmalıdır?

Bu düşünceyle emperyalist güçler çalışmalar yaptılar. Öncelikle Müslümanlara “karşılıksız yardım(?)” adıyla ödenekler oluşturdular. Yardımları Allah Teâlâ’dan değil de “filan ülkeden” bekleme içerisinde yoğunlaşmış “tepkisiz toplum” dönüş oldu. Sonra oralardan her ne gelirse kabul edilebilirden daha ileriye doğru “fikir köleliği” ile mezhepsizlik akımı başladı. Bu maya tutmaya başlayınca “dinsizliğin maskeli biçimi” olan “diyalog” adı altında “tek din” aşamasına gelindi. Yani “yenidünya düzeni” emellerine uygun robatlaşmış kurgu toplumlar ile “dünya hâkimiyetine “uyuşmuş toplum modeli” kurgulanmıştı.

Öyle görülüyor ki, son yirmi yıl içerisinde büyük aşama kaydeden hilekâr komite sonuca ulaşmada sevinçli durumda değiller. “Beklenilen İsa”, “beklenen Mehdi” “beklenilen yurd” bir türlü vücuda gelmemekte nerede hata yapıldı zannı galip olmaya başlamış ve yüzyıllık çalışma bir türlü beklenen sonucu niye vermediği üzerinde kuşkular artmıştır.

Diyalog adı altında sonuca yaklaşmış zannedilen komplike çalışmanın patlama noktasına gelmiş balona dönüşmüş olması endişeleri artırdığından, art niyetli komitenin akıl hocaları son zamanlarda düşünceleri artmıştır. Misal verecek olursak, hadis inkârcılığı üzerine yetiştirilen ilahiyatçılar başlarına bela olmuştur. Bu ilahiyatçıların “sorumsuz ve sorunsuz düşünce yapıları” nı kontrol etmek mümkün olmamaya başlamıştır. Kendi emellerine hizmet etsin diye yıllarca para ve emek verdikleri ilahiyatçılar gizli komitenin emrinden çıkmışlardır. İleriki zamanlarda bu durumun farkı bariz olarak görülecektir. Bu unutkan insanoğluna sahipsiz sanılan dünyanın bir sahibi olduğunu hatırlatan Allah Teâlâ’nın bir tuzağıdır.

Allah Teâlâ’nın tuzağının nerden ve nasıl geleceğini bir kul olarak takdir etmek mümkün değildir. Görülen odur ki, bir çark gibi işleyen dünya sisteminde oluşacak bir mania herşeyi birden altüst edecektir. Bu mania hakkında söylenecek çok şeyler bulabiliriz.

Dünya hayatının temeli insandır. Hayatı santranç oyunu olarak düşünürsek, bir piyonun yanlış zamanda ölmesi herşeyi altüst edecektir. İşte Allah Teâlâ’nın kader olarak mahlûkata tayin kıldığı doğum ve ölüm her şeyi karıştırmakta ve tayin etmektedir.

Her şeyin sahibi yalnızca Allah Teâlâ’dır. Vakitsiz gelen vakialar herşeyi nasıl altüst etmektedir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


ANKÂ-İ MUĞRİB İBN’ÜL ÂRABİ VE MECMU'A-İ KELİMAT-I KUDSİYYE-İ HAZRET-İ MISRÎ

 

İbn’ül Arabî Kaddesellâhü sırrahu’l azîzin Ankâ-i Muğrib’i ve Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin hatıratı  ile ilgili birkaç tane tespit ettiğimiz bilgileri araştırmacılara yardım etmek için hatırlatmak uygun oldu.

 

a-             Niyâzî-i Mısrî’nin sürgün hatıralarını ihtiva eden günlüğe "Mecmu'a-i Kelimat-ı Kudsiyye-i Hazret-i Mısrî k.s.1223 Cemâdel-ûlâ" ismi sonradan konulmuştur.

b-            Satır sayısı muhtelif, bazı sayfalar karmakarışık, hesap ve yazılarla kaplıdır.

c-            Yazılan her güne ait hatırata bir numara verilmiştir. Bazı günler atlandığında numaralar büyüyerek gitmektedir. Ancak, numaraların kesin olarak neye göre konduğu, kullanıldığı, düzensizliğinden dolayı tespit edilemese de, sürgün günleri ile muvafık olduğu anlaşılmaktadır.

d-            Niyâzî-i Mısrî’nin hatıratında İbn’ül Arabî’nin Ankâ-i Muğrib Kitabına değer verdiği ve ondan istihraçlarda bulunduğu ve birçok alıntılar sayfalar içerisinde görülmektedir.  Konu üzerinde araştırma yaparken Süleymaniye Kütüphânesinde bulunan Ankâ-i Muğrib nüshası [9] Limni’de kendi elinde bulundurduğu anlaşılmaktadır. Hatırattaki yazı ile Ankâ-i Muğrib kenarlarında Niyâzî-i Mısrî el yazıları kitabın  sonuna kadar devam etmektedir.

e-            Süleymaniye Kütüphânesinde bulunan Ankâ-i Muğrib nüshasında görüleceği üzere kapağın ilk sayfasında Muhammed Mısrî El-Malatî, El-Halvetî, El-Uşşâkî (H: 1071- M: 1660) kayıt düşülmüştür. 

f-              İç sayfalarda hemen hemen hepsinde sırrı açılmış ayetlerin, günlerin vukua gelen olayların kitabın gösterdiği işaretler ile uygunluğu ile kenar notları ile belirtilmiştir.

Mesela: 12a da “Yusuf’un hapse girişi 1087”

               16a da “1086 da hapisten çıktığım gün” Bu türlü birçok kayıt bulunmaktadır.

g-            Halil ÇEÇEN Beyefendinin hazırladığı “Hatıralar” kitabı ve tezi ile Ankâ-i Muğrib tekraren birlikte incelendiğinde uyuşma ve benzerlik ve daha başka bilgiler ulaşılacağı görülecektir.

h-            Niyâzî-i Mısrî’nin bu hatıratında eksiklikler olduğu verilen numaralardaki düzensizliğin ciltleme hatasına bağlı olduğunu hesap ederek tekrar gözden geçirilmesi gerektiği önemli husustur.

i-              Hatıratta geçen psikolojik sıkıntılı dönemlerin Karabaşı Velî (Şeyh Ali Alâeddin Atvel) kaddesellâhü sırrahu’l-aziz (h.y.t. 1097/1686)’nin Limni’ye sürgün döneminde daha fazla artış göstermesi, devletin Niyâzî-i Mısrî hakkında bir baskı oluşturma niyeti ve “iki veli”yi de bertaraf etme planına uygun düşmektedir. Çünkü Karabaş Veli kaddesellâhü sırrahu’l azizde sürgünden kısa bir dönem sonra Hakk’a yürümüştür.[10]

j-              Hatırattaki argo ifadeler, çekilen sıkıntılardaki vehametin aşırıya ulaştığını devlet idaresi tarafından yapılan zulmün aşırılığını göstermek ve “meczup” bir görüntü ile şiddetin azaltılmasını sağlamak için olduğu görülmektedir. Bu tespitimize misal olarak Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bir zaman oğlu Ali Çelebi hakkında cami kürsüsünden söylediği sözlerdir.

[Rakım Efendi, Şeyhi Muhammed Mevlevi Efendi'den dinlediği hadiseyi şöyle anlatıyor? “Hazret-i şeyh Mısrî Efendi, daha önce oğlu Ali Efendi hakkında herhangi bir olumsuz şey söylemediği halde bir gün hankahda kürside va'z ederken birden

“Bu ana dek benim akvâlimi hilafa hami etmeyüp tasdik ve tahkik eyliyen dostlarım ve dervişlerim bi rayb u riya ve bi-şek ü murâ malumunuz olsun ki bu vakte dek benim oğlum i'tikad eylediğiniz Ali benim oğlum değildir. Benden değildir. Her kimse ki beni ister ve sever böylece bilsin bu güne dek ayan u beyan itmemiş idim lakin vaki'ul hal bu idüginde iştibah itmeyesiz” anlamında sözler söylemişler. Bu konuşmayı duyanlar acaba bu da önceleri gelen cezbeli konuşmalardan birini 'Havadis-i rüzgârdan bir kaziyyeye mebni midir' şeklinde düşünürler. Daha sonra Mehmed dede Mısrî ile yalnız kaldığında bu konuşmanın anlamını sorduğunda Mısrî'nin verdiği cevap çok farklıdır.

“Benim oğlum Şeyh Ali şer'ü 'akl ve nefsü'lemr hükmü üzre sahih-ü salim kurretül-aynım sulbi oğlumdur. Lakin senin dahi malumundur, taraf-ı hilafımızda çok eyyamdır ki zorba zevi hile vü keydilerine ittika vü 'avna ve mürdelerine i'tina idüp her zaman teşmiri said husumet ve sahte zeyl-i 'advet ü buğz ve kin ü kasd-ı intikâm-ı şeytanî iden mungaşıbân-ı müdebbirân bi-keremillah-i teala biz labis-i libâs hayat oldukça ne bana ne evlad u 'ıyalimize zarar-ı beyyin ve keder zahirasına kadir olur değillerdir lakin... Fakat benim vefatımdan sonra onlara zarar vermelerinden korktuğum için böyle bir şey yapıp onlara gelebilecek tehlikeyi önlemek istedim” diye ifade ediyor.][11]

k-            Hatıratın eksik kısımları olduğu ve birileri tarafından bu kısımların tahrip edildiği ve saklanıldığını düşünmekteyiz. Bu noksan kısımlar ile hatırat birçok önemli bilgiye ulaşmamıza yardım edecektir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


MİLLETİN BESLENMESİNE UZANAN ELLER …..

 

Tuz, tuz,…

Şeker, şeker…..

Ekmek, ekmek…

….

Her şey bittiğinde beslenme konusu her zaman milletin  önüne revize edilir. Uzmanlık alanımız değil ama, yemek insanın günlük en az üç defa yaptığı iştir. Biraz da bizde konuşma hakkımızı kullanalım, dedik.

Her şeyde işin görünen ve görünmeyen bir tarafı vardır. Günümüz spekülasyonlarından biri “beyazlar” meselesidir. Yemeği içmeyi seven milletizdir.  Ancak huzursuz edilmekte baş ağrımızdır. Şimdilerde yine iyi niyetli insanlar bile bu işlere alet oluyor. 

Önce ekmeği ele alalım.

“Dünyada 1 yılda 220 milyar dolarlık ekmek tüketimi yapılır. Türkiye'de ise 1 yılda 12 milyar dolarlık ekmek tüketimi yapılıyor. Türkiye'nin dünya nüfusunun yüzde 1'ini oluştururken yine dünya nüfusunun 5 katı ekmek tüketiyor demektir.”

Bu bilgiyi veren altına şunu eklemiyor. “Avrupanın en genç nesli Türkiye’de” Beslenmesi yetersiz bir millet nasıl bu kadar üredi. Tabi ki ekmek sayesinde. Ancak yenidünya düzencileri prezervatiflerle başaramadığı işi “ekmek”le deniyor. Ekmek meselesi “gizli nüfus planlamasından” başka bir şey değildir. Hepimiz köylü çocuğuyuz, gariban annelerimizin terleri damlaya damlaya yaptıkları ekmekler çok mu hijyendi, şimdi bayat ekmeği yemeğe zorlanan insana daha az yesin diye plastik içinde haftalık ekmeği yedirmek planı yapılıyor. Öyle ki gariban insanımız bazen evde kalmış son küflü ekmeğini katık ederek yerdi, hastalanmazdı. 

Bu millet yalnız ekmek yiyerek “Kurtuluş Savaşını” verdi.

Şimdilerde saflık mı desem, ne desem, bir ekmek furyası aldı gidiyor. Besini yediren lezzettir. Lezzeti olmayan gıdayı yemek zor işlerdendir. Ekmekteki lezzet üzerinde oyunlar oynanmaya başladı. Unutmayın ki Avrupa ekmek yemediği için nesli kurudu. Şimdi sıra bizde mi ne?

Beyaz un, kepekli un,… bunlar fasa fiso sözler. Allah Teâlâ insanlara bu topraktan zararlı bir nesne yaratmadı. Ancak sahtekarlar ekmeği beyazlatmak için kimyasal kullanıyorsa ve buna engel olunmuyorsa suçlu un mu, yoksa hain eller mi? Sanki kepeklide hile yapmıyorlarda…

Demek ki, millete zarar veren ekmek değil kimyasallar. Kimyasallarla uğraşmak kolay mı, ucu dışarıda.  Onlara önlem alınması zor ve tehlikeli ve tröstlerin elinde. İşin ucu devlere, develere varıyor.

Ekmeği az yiyen çabuk hastalanır. Bilmezsiniz, belki Ekşi hamur mayasındaki çeperden bağışıklık sistemini kuvvetlendirecek ilaçlar üretilir. (internetten araştırın) biraz ipucu vereyim.

 

β-Glukanlar (beta-glukanlar) β-glikozidik bağlarla birbirine bağlanmış D-glukoz monomerlerinden oluşan polisakkaritlerdir. β-Glukanlar, moleküler kütleleri, çözünürlükleri, viskoziteleri ve üç boyutlu şekilleri bakımından büyük çeşitlilik gösterirler. En yaygın olarak bitkilerde selüloz, tahıl tohumlarında kepek, ekmek mayası'nın hücre duvarı, bazı fungus, mantar ve bakterilerde bulunur. Bazı beta-glukan türleri insan beslenmesi için faydalıdır, suda çözünür lif katkısı olarak ve kıvamlandırıcı olarak kullanılırlar. Ancak biracılıkta beta-glukanlar bir sorun sayılır.

Beta-glukan, yulaf veya ekmek mayasından elde edilen bir liftir.

 

Yulaf beta-glukanı, suda çözünür bir liftir, yulaf hücrelerin iç kısmındakı duvarlarından elde edilir. LDL kolesterolünü düşürerek koroner kalp yetmezliği riskini ayrıca şeker atağını ve yüksek tansiyonu azaltır. Hücrelerde bağışıklığı olumlu yönde tetikler.

 

Ekmek mayasından elde edilen beta-glukan ise bağışıklık sistemini güçlendirdiğini işaret eden birçok araştırmalar mevcuttur.

Tahıl temelli beta-glukanlar suda çözülme özelliklerinden dolayı insan beslenmesinde çözünür lif desteği olarak önemli rol oynarlar. Tahıllar arasında en yoğun miktarada beta-glukanı yulaf içermektedir. Yulaf beta-glukanının, insan sağlığına üç ayrı olumlu etkisi bulunmaktadır: kolesterolü düşürme, kan şekerini dengeleme ve mide ve bağırsak çalışmasını düzenlemeye yardımcı olur.

 

Suda çözünmeyen, ekmek mayası veya mantardan elde edilen beta-glukanların molekül yapıları suda çözünenlerden farklıdır. Bu nedenle suda çözülen ve çözülmeyen beta-glukanların kullanım alanları, etki mekanizmaları ve genel biyolojik aktiviteleri arasında büyük farklılık vardır. Suda çözünmeyen beta-glukanların bağışıklık sistemi üzerindeki etkisinden faydalanılırken, suda çözünenler, sindirim sisteminde oluşturdukları bal kıvamındaki jel yapısından dolayı kolesterol ve kan şekerini olumlu yönde etkileyerek kalp damar hastalıkları riskini azaltırlar.

 

Yulaf beta-glukanının kolesterol ve glisemik indeks düşürücü etkisi ile sindirim sistemi üzerindeki olumlu etkileri yüzün üzerinde yayınlanmış bilimsel çalışmada gösterilmiştir.

Beta-glukan'ın sağlık üzerindeki olumlu etkileri ABD'de FDA (Food Drug Administration) ve Avrupa'da EFSA (European Food Safety Administration) gibi gıda denetim kuruluşları tarafından onay almıştır.

[kaynak http://tr.wikipedia.org/wiki/Beta-glukan

 

Ey milletim ekmeğinize dikkat edin, diyenler, “kabartıcı kullanılmayan ekşi mayalı ekmek yiyin” deselerdi, milletin açlığı da giderdi. Sağlığı da tehlikeye düşmezdi.  Ekmeği az yiyenlere bir uyarı olarak şunu ekleyeyim. “Bir sene sonra kışları çok hasta olacaksınız, zamanla eşinizle az birleşeceksiniz, kısırlaşacaksınız.”

 

Daha neler neler.

Tuz’a gelince sözü uzatmadan diyebiliriz ki;

Sağlık bakanlığı “İYOTLANDIRILARAK SATILAN VE ‘DOĞAL GÖL TUZU’ İFADESİYLE ETİKETLENEN, KİMYASAL YAPISI BOZULMUŞ TUZLARI yasaklamalı, kaya tuzunun insana zararının bahsedildiği kadar çok olmadığı hakkında gerçek bilgileri vermelidir.

 

Şekere gelince;

İşin kolayına kaçılıyor. “Yapay tatlandırıcıların yurda girişini engellemek” yerine “şekerden uzak durun” deniliyor.

Hiç soruyor musunuz şeker diye yediğiniz tatlılarda “gerçek şeker var mı” veya  “şeker mi”?

Eskiden bir mahallede bir tatlıcı bulursan şanslısın demekti. Şimdi her köşe başında bir tatlıcı ve ucuzdan ucuz mamuller. Bunlar “Nasıl üredi”, “neden çok türedi” diyen yok. Acaba hangi tatlandırıcı hangi devenin cebini dolduruyor, soran yok.

Acı bir gerçek özelleştirme kıskacı içinde olan şeker fabrikalarının, göz açıklar tarafından nasıl tezgaha getirildiğini, yapay tatlandırıcıların ithalat rakamlardan anlayabilirsiniz.

Kimyasal Tatlandırıcıların Net İthalat Rakamları (2000-2008 yılları arası)

 

2000 162 ton

2001: 155 ton

2002: 352 ton

2003: 771 ton

2004: 1518 ton

2005: 1551 ton

2006: 1196 ton

2007: 1792 ton

2008:* 2190 ton

 

*Ocak-Temmuz ayları arasında gerçekleşen ithalata ait değerlerdir.

Kaynak: Türk Şeker Kurumu 2008

Şeker hasta etmez. Sahte şeker hasta eder.

İnsanların yediği tatlı hileli ise az yese çok yese ne kârı olacaktır. Bir tepsi baklavaya 2 buçuk kilogram şeker gerekirken sadece 50 kuruşluk aspartam ile halledersen, iki üç çuval şekerin yerine bir kilo yapay tatlandırıcı koyarsan, bir kamyon şekere denk gelen bir bavul aspartamı gümrükten gözler önünden geçirenler hakkında hiçbir işlem yapılmayıp, millete “şekeri az tüketin” demenin ne kadar samimi bir yaklaşım olduğunu sorguladığımda, uyuz oluyorum.

Eskiden şekeri az tüketen milletimizde uyuz çok olurdu. Araştırmak lazım, uyuz vakaları belki yine artmıştır.

Hülasa işin hakikati, “yapılması gerekeni” yapmaktır. Her şeyde özgürlükten dem vuranlar yemekte esareti istiyorsa bir yanlışın apaçık göstergesidir.

Benim tavsiyem

“Ekmeğide, şekeri de çok yiyin ve tuzuda çok kullanın. Fakatı var. Hanımlarınız ekmeği evde kendileri annelerinin yaptığı gibi yaparsa, şekeri de ithal olmayandan yerli üretimden alırsanız, tuzuda memleketin çıkardığı tuz satan Anadolu’dan alırsanız hiçbir şey olmaz.

Ancak ekmeği marketten, baklavayı pastacıdan yerseniz, tuzu kimyası bozulmuş piyasa üretiminden alırsanız istediğiniz kadar az yiyin hasta olursunuz.

Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.

İhramcızâde İsmail Hakkı 


“İYİLİK YOLUNDA” ALDANMAK

İnsanlar hep ulaşılmazın peşindedir. Ulaştığına da kahırla bakar.

Kötü olmak kimsenin yanında yer bulmazken, yaptığı iyilik kötülüğe düşerse  adına da yine iyilik koyar.

Her düşünce sahibinin seviyesi amelinin üstüne çıkmamıştır.

Kötülükten uzak durmak insanın iç dünyasında vardır. Ancak savunulan değerlerin kötü tarafa düşüşündeki durum, ulaşamadığı benlik duvarının yıkımı ile bazen açığa çıkar. Çok defa iyilik yapan insanlar görürüz. Ancak fiilinin merkezinde kendi egosunu oturtmuştur. Onun iyilik yapıyor olduğunu başkaları da tasdik eder amma, gerçekte ise o iyilik değil kötülüğün ta kendisidir.

Çok zaman zorunlu acziyetin verdiği baskıcı tazyikler karşısında insanın, belirgin karakter göstermesini bekleyemeyiz. Yine kendi hırsının zayıflıklarını da görmekten kaçınan insan hakkında, fiilini kötü olarak görmesini de, beklememekte hatalıdır.

Şeytan, kötülük yolunda bariz şekilde göründüğünü bildiği için,  bütün planlarını gizil kapılar arkasında, ışıklar altında saklı, karanlık odaklarda faaliyete geçirmektedir. Hayatta  iyilik adına yapılan kötülüğe düşmüş işlerin karşısında da “bırak yapsın, ne yapalım, bu kadar oluyor, Allah biliyor, ….” diyerek üstüne çok ağır kapılar kapatmayı  düşünmede,şeytanın  payını da unutmamak gerekir.

Kim neyin peşinde ve nelerin içindedir, bilebiliyor muyuz?

Düşünmek ve görmek...

Düşünmek gerekli mi, değil mi, bilinmeyenlerdendir.  Bir zamanların  “Takva” diye çevrilen bir filminde iyiliğin ne olduğu eleştirisi yapan kişinin nevrozlarında, tek sorun, çözümde yalnız kalışıdır.

Yalnız kalmak...

Filmde o kişinin yalnız kalışına, iyilik adına nasıl kılıf uyduruluşunu görmenizi isterim.

İkilem-paradoks- sonuçsuz çözüm

Neticede zayiat ferdi planda olduğu için kimse rahatsız olmadı, olamazdı da.

Dairesi dar olanın genişe hükmü olabilir mi?

Çok doğrular eğrilerin kını olduğunda ve  "köleleşme yolun"da aklın fazla bir değeri yoktur. Din ise sadece istismar edilecek bir alet olmaktan öteye geçemeyecektir.

Son sözümüz "İyi ki Allah'ım sen varsın" demekten başka çaremiz kalmadığı hayatı yaşamak çok güç geliyor, insana.

Allah'a güveniyoruz. O ne güzel vekildir. Hesabını en iyi görendir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


AGARTA- ŞAMBALA

“AGARTA”

"Dünyanın Kalbi", "Yüce Ülke", "Bilgeler Ülkesi" gibi çeşitli adlarla belirtilen Agarta, teozofik ve ezoterik kaynaklara göre, önceki devrenin sonlarına doğru Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim-rahipleri tarafından kurulmuş bir organizasyondur.

Önceleri beşeriyetle açık temas halinde olan bu organizasyon, bu devrenin koşullarından ötürü gizlenme gereği görmüş ve ikâmet yeri olarak birbirlerine tünellerle bağlanan, dağlar içindeki yeraltı kentlerini tercih etmiştir.

Agarta, dünya insanlığının tekâmülünde sorumluluk sahibidir. İlahi Hiyerarşi’ye hizmet eder. Dünyanın Efendisi ve "Kutup" olarak ifade edilen ve "Brahatma" veya "Brahitma" adıyla belirtilen Agarta’nın lideri, Dünya’yı sevk ve idare eden İlahi Hiyerarşi’nin fizik âlemdeki temsilcisidir.

1912’de Müslüman olduktan sonra Abdülvahid Yahya adını alan; ezoterik, okült ve mistik konularda çok sayıda yapıtı bulunan Fransız asıllı Mısırlı düşünür ve yazar Rene Guenon’a göre tradisyonlarda "Kutsal Dağ", "Dünyanın Merkezi" olarak ifade edilen yer, O’nun mekânıdır. Kimilerine göre, dünyanın tüm geçmişi, yitik kıtalara indirilmiş dinler ve kozmik öğretiler, Agarta arşivlerinde kayıtlıdır.

Agarta’nın yeryüzüne açılan 7 (kimi kaynaklara göre 4) ana çıkış noktası bulunmakla birlikte, mağaralarda inzivaya çekilen bilgelerin ve mağaralarda etkinliklerini sürdüren bazı inisiyatik toplulukların Agartalılar ile ilişki içinde oldukları ileri sürülür.

Rene Guenon’a göre bu durum, en çok, Türklerin yaşadığı Orta Asya’da görülmektedir. Kimi yazarlara göre, Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, "ataların kutsal mağaraları" ve bir mağaradan geçilerek ulaşılan "gizli ülke" inanışında Agarta’nın sembolizmi bulunmaktadır. Tibet tradisyonlarına göre, Agartalılar şimdiki devrenin sonunda dışarı çıkacak ve Agarta’nın lideri yeryüzündeki menfiliği yenecektir.

Agarta’nın ne olduğuna ilişkin en yaygın, internet ve ansiklopedik kaynaklarda kullanılan tanım, “Tibet ve Orta-Asya tradisyonlarında sözü edilen, Asya’daki sıradağların içinde bulunduğu ileri sürülen efsanevi bir yer altı organizasyonu”dur.

Günümüze değin “Agarta”nın ne olduğunu inceleyen birçok yayın ve yazar bulunuyor. Bunlar içinde en ünlüleri ve kaynak olarak en itibar edilenleri üç tane. Bunları meraklıları için öncelikli olarak-konunun daha başında-yazalım.

 Saint-Yves d’Alveydre, Ferdinand Ossendowsky ve René Guénon.

Agartha kelimesi; “Agharta” ve “Agarthi” olarak da kullanılabiliyor. Agarta veya Agarti sözcükleri Sanskritçe de “ele geçirilemeyen, ulaşılamayan, her şeyden korunmuş, şiddetin yakalayamayacağı, anarşinin erişemeyeceği” anlamlarına gelmekte.

 “ŞAMBALA” (SHAMBALAH)

Kimi kaynak ve kişilere göre Şambala, Agarta’ya karşıt olarak kurulmuş, gizli bir menfi merkez. Ancak genel ve yaygın kanı, Şambala’nın Agarta’nın bir diğer adı olduğudur.

Bu tezin bir devamı var. Coğrafi bir tanım verip, siyasi bir bilgiyi de içeriyor. Yukarıda “Agarta ve Şambala” ilişkisine değinmiştik. “Ayrı-rakip” olduklarına ilişkin bilgi burada bulunuyor.

Bu göçten sonra, iki gruba ayrılıyorlar ve "sağ elin yolu” diye anılan grup Agarta’ya, yani dünya hayatından uzak “murakabe ve mükaşefe”de bulunma ülkesine, "sol elin yolu" diye anılan diğer grup ise “Şambala”ya yani kaba güç ülkesine yerleşiyor.

Agartalılar nerede?

Bu konu üzerinde asla mutabakat yok. Hemen her kaynak kendine göre bir adres gösteriyor. Böyle olmakla beraber, “geniş coğrafi” tanım açısından bir harita çıkarmak mümkün.

Guenon’a göre, çok eski bir tufan bugünkü Gobi bölgesinde çok gelişmiş bir uygarlık yok olmuştur. Burada yaşamakta olan “spiritüel mürşitler” Himalayaların altında yer almakta olan büyük bir mağara şebekesine sığınmışlar.

AGARTA HİKÂYESİ NASIL BAŞLADI

Burada önce Aytunç ALTINDAL Beyefendinin 04.10.2010 / Takvim Gazetesi - Arda Uskan’la  olan bir röportajını hatırlayalım.

AGARTA EFSANESİNİN KAYNAĞI SİRK CANBAZI HELENA
Şu meşhur 'Agarta' konusuna girelim mi? Hani seni Ergenekon zanlısı durumuna sokan meşhur efsane.
  

Dünyada Agarta diye bilinen olay, özellikle Ergenekon operasyonundan sonra Türkiye'de gündeme geldi. Bir gazete (Taraf) beni Ergenekon'un kurucusu ilan etmişti. Mikdat Alpay diye bir MİT müsteşar yardımcısı vardı. 'Esas Ergenekon kurucusu bunlar' diye benim de olduğum bazı kişileri rapor etmiş.

 Sonra ne oldu?

Hiç canım ne olacak. Saçma sapan bir iddiaydı zaten.

Agarta tam olarak nedir peki, Ergenekon'a nasıl bağlamışlar?

19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında yaşayan Helena Blavatski isimli bir Rus kadın var... Bir sirk cambazı ve çok da güzel. 1895'de bir sirkle İstanbul'a geliyor. Bazı Türklere tanışıyor. Rufai tarikatından. Üsküdar'da ve Kasımpaşa'da esoterik bilgiler veriyorlar kadına. Bunları öğrenip, daha sonra Hindistan ve Tibet'e gidiyor kadın. İlk hippy yani. Tibet'te, Tantra ve Tantrik öğretileriyle tanışıyor.

 Bizimkilerden aldığı ne tür bilgiler?

Mesela kabala, gemetria, bizim ebced hesapları filan... Ardından, merkezi New-York'ta olan çok büyük bir akımı başlatıyor: TEOSOFİ AKIMI. Yani felsefe ile teolojinin bir arada olması. Ama bu dinlere karşı, aykırı bir akım. Kadın ciltlerle kitap yazıyor. 'İsis Unveiled' (Peçesiz İsis) mesela. İsis tanrıça. Bütün olay bu kitapla başlıyor. İşte bu kitapta 'Agarta diye bir yer var' diyor. Kelime de oradan çıkıyor.

Hikayeye göre; bilinen bütün uygarlıklardan çok evvel, 15 bin yıl önce Mu ve Atlantis medeniyetleri var ve bunlar aralarındaki savaşta ölüyor. Mu'nun 200 rahibi kendilerini kurtarıp, dünyanın bazı bölgelerine dağılıyorlar. Mezopotamya, Anadolu, Harran Bölgesi, Mısır ve Yunanistan'a.
Medeniyeti yeniden kurmaya gelmişler bir anlamda. "Bu rahipler hala Tibet'te bir yer altı şehrinde yaşıyorlar, beni o şehre götürdüler' diyor kitapta.

Senin mutlaka bir yorumun vardır.

Ne diyeceğim! Bunlar kadının iddiaları. 'Ben o kişilerle tanıştım, onlar Şamandı' diyor. Tabii burada şamanizmi de anlatmak gerekiyor. Şamanizm şarlatanlık filan değil. Çok önemli bir olay. Latin Amerika'nın, eski dünyada bilinmediği dönemlerde var olan şaman toplulukları bugün hala yaşıyorlar. Mesela biz o dönemlerden sadece Aztek'leri, Maya'ları, İnka'ları biliyoruz.

Ama bunların gerisinde Mitsek diye bir grup var ki ben onlarla tanıştım.

Nerede yaşıyorlar?

Meksika'da ve UNESCO'nun koruması altındalar.

Bunlar Aztek ve İnka'ların ilk hali. Bu insanlar Meksika'nın Vahaka diye bir bölümüne yerleşmişler ve orada bir dağları var. O dağ, 'ölüler dağı' diye geçiyor. İşte şamanlar bunlar. Şu anda oradalar. Şamanlığın bir özelliği var. Konuştuk ya, dünyanın etrafında dönen radyo dalgalarını...

 Konuştuk ama örnek vermedik!

Araştırmacılar şununla karşılaşmış; Dünyanın bazı yerlerinde insanların düşünce sistemleri çok yavaş çalışıyor. Veya ağız yapıları, diş, damak, çene yani insanın ses aygıtları birbiriyle uyumlu değil. Bazı kimseler kaç nesil geçerse geçsin belirli harf ve sesleri çıkartamaz.

Dolayısıyla çok basit seslerle kendilerini ifade edebilir. İletişim, sese yüklediğin anlamlarla olur. Bu nedenle doğru dürüst iletişim kuramıyorlar.

Şamanlarla ne ilgisi var?

Şamanların bir özelliği var, ellerine bir tane tef alıyorlar. Şaman belli bir transa geçiyor ve kendini gökyüzüne yansıtıyor. Tefe bir kere vuruyor ve dünya etrafındaki radyo dalgalarıyla kendisinin o anda bütünleştiğine inanıyor.

Şamanların gökyüzündeki dalgalarla, radyo dalgaları ile bütünleşebilme yeteneği, on üzerinden sekiz buçuğa kadar çıkıyor. Zihinsel kapasitesi de o kadar açılıyor ve genişleyebiliyor.

Vay be, bizim radyoyu çalıştıran dalgalar bak ne işler yapıyormuş?

Bizim radyo dalgaları ile karıştırma.

Uzaydaki radyo dalgaları sözünü ettiğim. Radyo kelimesi de oradan geliyor zaten. Bir örnekle anlatacağım aklın duracak.

Şimdi NASA filan uzayı dinliyor ya... Oradan gelen frekansları, dalgaları kaydediyorlar. Kaydedilen normal frekanslar arasında 1995'te inanılmaz bir olay oluyor. Uzaydan aldıkları bir sinyalde, Hitler'in 1939'da yaptığı bir konuşmayı kaydediyor cihazlar. Bu titreşimler uzayın bir köşesinde kalmış. Uzayda hiçbir şey yok olmuyor ya. Onu kaydediyorlar tesadüfen. Şaman işte bu dalgalarla, bu sinyallerle bütünleşebiliyor.

Başka hangi toplumlarda var bu algılama yüksekliği? Türklerde ne düzeyde diye sormaya dilim varmıyor?

Biraz geriye gidersek, Afrika kıtasındakiler çok yavaş fikir üretebiliyor, yani zihinsel gelişim düşük. Anadolu en yüksek dereceye çıkabiliyor. Yakutistan var mesela Rusya'nın sınırlarındaki Kafkasya'da. Onlar çok yüksek zihinsel gelişim gösteriyorlar. Hindistan'da yüksek. Japonya'da çok düşük. Avrupa'da ise bütünleşebilme şansı çok az.

 Agarta'ya dönersek!

Kısaca orası Helena Blavatski'nin var olduğunu iddia ettiği ve Mu şamanlarının yönettiği bir hayali toplum.

Salaklığıma ver, bütün bu iş bizim Ergenekon'a kadar nasıl ulaşıyor?

Estağfurullah. İşte gizli ve derin devlet deniyor ya, Agartha'ya kadar uzandığı iddia ediliyor.

 Ergenekon'da adının geçmesinin nedeni bunları araştırdığın için mi?

Olabilir. İlk Ergenekon tutuklaması yapıldığında Sevgi Erenerol, Türk Ortodoks Kilisesi'nin halkla ilişkiler sorumlusuydu.

Onun notları arasında, ona anlattığım şimdi de sana anlatmakta olduğum Agartha, Blavatski ve bazı şeyleri buluyorlar. Sonra bana sordular. Ben de dedim ki böyle işlerle uğraşmayın, öyle bir şey yok. Ama ilk tutuklamalar başladığı zaman, bunlar 'üç bin yıllık bir örgüt' filan diye her şeyi bir birbirine karıştırmışlar.

İttihat Terakki'ye kadar geldiler ve bıraktılar işi. 'Agartha'nın bunlarla ilgisi yok rezil etmeyin kendinizi' diye anlattım ama iş işten geçmişti.

Mesela Hitler'in de oktült, yani gizli bilimlere tutkusu olduğu biliniyor. O da Agarta'yı araştırmış.
Bütün bu işlerin Atatürk'e kadar uzanan bir öyküsü var yanılmıyorsam. Mu medeniyetiyle Atatürk de ilgilenmiş.

Hitler, Mu medeniyetine meraklı.

Agartha var mı yok mu, efsane mi diye Tibet'e adamlarını yolluyor. Hitler'inki bambaşka bir tutku. 1945 yılının 1 Mayıs günü Ruslar ve Amerikalılar Berlin'e girince, bir kışlada Nazi üniforması giydirilmiş bin adet Budist rahibin cesedini buluyorlar. Hepsi enselerinden vurulmuş. Hitler'in Tibet felsefesine, Budizm'e ve Mu'ya müthiş düşkünlüğü biliniyor.

Neden bu kadar ciddiye alınıyor?

İnanılan şu; Dünyanın bu yok oluşundan sonra kurtulan pek az insan bazı bölgelere yerleşiyorlar ve yeni bir medeniyet için kolları sıvıyorlar. Bunlardan birinin Sümerler olduğu söylenir. İnsanlığın tarihini ister 2 milyon yıl, ister 2 milyar yıl kabul edelim, Sümerler'de olduğu kadar gelişme kaydedilmemiş!

Sümerler'e gelince büyük sıçrama oluyor ve son 8 bin senede medeniyet aniden ilerlemeye başlıyor. Sümerler'e kadar insanlar buğdayı bilmiyor. Bu dünyada üretilen bir madde değil. Ama birden bire bunlarda buğday ekimi oluyor. Buğdayla aldığı karbonhidrat insanda zekayı geliştiriyor. Düşün, yüz binlerce yıl medeniyet adına hiçbir şey yok 8 bin senede Mars'a gidiyorsun...

 Atatürk'ün bu işe merak sarması nasıl oluyor?

1930'lardan itibaren çok yaygın bir görüş bu aslında...

Örneğin, 19 Mayıs'larda stadyumlarda yaptırılan İsveç jimnastiğinin, Mu'ların güneşe tapınma şekli olduğu iddia edilir.

Atatürk de bir ara 'Türklerin ataları Mu'lar mı?' diye araştırma istiyor. O dönemde Almanya kendini dünyanın hakimi görüyor.

Medeniyetin kendileriyle başladığını ispata çalışıyor. Mu soyundan geldiklerini yani... Mustafa Kemal de altında kalır mı? Bir araştırma da o yaptırıyor.

Tahsin Paşa'yı devreye sokunca...

Tahsin Paşa'ya Mayatepek soyadını veriyor ve mayaları araştırmak için Meksika'ya gönderiyor. Ben Meksika'ya gittiğimde, Büyükelçi Nüzhet Kandemir ve eşi, 400'den fazla maya dilinde Türkçe kökenli kelime tespit etmişlerdi.

Peki çalışmanın belgeleri nerede?

Bir dönem Anıtkabir'de duruyordu. Şimdi kaldırmışlar.

Sonraları cılkı çıkmıştı. Kızılderililer'in de Türk olduğu iddiasını hatırla.

Değiller miymiş?

****

“Agarta ve Şambala”yı  aşağıda zikredeceğimiz birkaç kaynakta görüleceği üzere bir “üst tasarım” olarak yıllar önce hazırlanmıştır.  Alt yapısında bir haince plan olduğu zaman geçtikçe görülecektir. Bu bazı şer mihraklar tarafından dünya insanın yeni arayışlarında karşılaşacağı beklenilen inanç sorunlarını gidermede “cazip” ve “kontrolü yapılabilecek bir tasarımları” önceden hazırlanmış olmasıdır. Bu şekilde bir inanç şekline dönüştürülecek ezoterik düşüncelerle insanları korkunç hayallere sürüklemek ve kontrol etmek mümkün olacaktır.

Bu yazıda Agarta ve Şambala’nın hedefi açısından düşündüğümüzde, Ye’cüc ve Me’cüc ile bağlantı kurmamız dünya üzerinde şu anadaki bilgilerimizle tam sonuca ulaşamadığımız varlıklardan olmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de  Kehf Sure’sinde (Mağara Suresi) bu konuya dair bilgi verilmesi Agarta ve Şambala hikayelerin “Mağara Sembolü” ile anılmasıdır. 

Konu üzerinde üç kitap okuyun görürsünüz ki birbirinin bir kopyası ve medyumların hikayeleri ile çorba olmuş durumdadır. Bu konuda en yeterli kaynak konu üzerinde araştırma yapmış ancak daha sonra Müslüman olup inzivaya mecbur kalan Rene GUENON’un “Le Roi Du Monde- ÂLEMİN HÜKÜMDARI” kitabıdır. Kitap detaylı bir inceleme görüntüsü verse de Kabbala terimleri ile yığılmış kalmıştır. Rene GUENON (Abdulvahid Yahya) da araştırmasının bir hayal olduğunu anlayınca iş işten geçmiştir. Şimdilerde piyasada onun hazırladığı kitabı evirip çevirip sunanlara dolup taşmaktadır.

Hint’in etkisinde kalan düşünür sayısı az olmadığını bilmekteyiz. Fakat gerçek bir araştırma sonunda sadece “om” sözcüğünden öteye gidilemeyeceği ve hayal olduğu görülmüştür. 

Tekrar edecek olursak Agarta ve Şambala konusunu işleyen bütün kitapların şer odaklar tarafından pazarlanan “masonik ritüelleri” barındıran bir okült (bilimsel yöntem dışındaki yollar ile "gizli" bilginin araştırılması) ekolden olduğunu anlaşılmaktadır. Tabi ki, şeytâni odaklar üzerlerinde her zaman bir perdeyi çekili tutar.

Yine kitaplarında “Agarta ve Şambala Ekibi”nin bütün dinlere belli bir seviyede uzlaşmacı yaklaşırken Son ve Hak din olan İslâm’a karşı gizli bir amborgo uygulamasını görünce de aleni şer bir örgütsel faaliyet olduğunu göstermektir. (Bir unsurun varlığından bahsetmemek, mücadele etmekten daha kolay ve örgütsel faaliyete en az zarar vericidir.)

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerim’de Zülkarneyn tarafından hapsedildiği belirtilen “Ye’cüc ve Me’cüc” bir vakitte dünyayı istila edecektir.  Ne varki, Ye’cüc ve Me’cüc kendi çabalarıyla esaretlerini bitiremeyeceklerine göre onlara yardım edecek bazı  insanlar olacak demektir. Çünkü kıyametin öne alınması ve geri kalmasına sebep olacak yegâne unsur insanların amelleridir. Öyle ise;

AVENGELİSTLER, HZ. İSÂ ALEYHİSSELÂMI,[12]

İRAN’IN DESTEKLEDİĞİ HÜCCETİYE CEMİYETİ MEHDİ ALEYHİSSELÂMI,[13]

AGARTACILARDA YE’CÜC VE ME’CÜC’Ü BİR AN ÖNCE GETİRMENİN ÇABASINDA OLDUKLARINI SÖYLERSEK HATA ETMEMİŞ OLURUZ.

Günümüz insanına bu bilgiden düşen pay Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlı kalarak kıyamet öne çekmek iptilasından kurtulmalarıdır. Bunun için karada ve denizde fesadın yaygınlaşmasına mani olmak ve olur olmaz heveslerle kaderin çizgilerini zorlamamalıdır.  Eğer dikkatli ve uyanık olmazsak kıyamet saatini öne çekmeye çalışan “Yenidünya Düzencileri” nin emellerine hizmet ediyoruz demektir.

Biliyoruz ki insanlık birbirine muttasıl, medyun, meftun ve mergup olursa umulur ki nesillerimiz dahi bu sıkıntıdan korunabilecektir. Ancak ellerimizle Allah Teâlâ’nın sarsılmasın diye yeryüzüne “sabit koyduğu dağlar” denilen sırları yerlerinden kaldırmaya bu hızla çalışırsak kıyamet kopma sürecin kısalacağını da unutmamalıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı


Y’AMAN AYRILIK

Bazı işler kolaydır, “dalga geçmek” gibi. En cazip gelenide son günlerin modası, Allah Teâlâ ile olanı.

Aciz bir şeyin mükemmele sataşmasında, kudretlinin imkânı , “acele ve intikam” dan imtina etmiştir. Kudretli eğer âcizin seviyesine inseydi, bu onun aşağılanmasına sebep olurdu.

Felsefe yapıyorum diye dalga geçenler; nevrotik paronoyaklardandır. Düşüncesi şizofren olanın hayattan zevki bitince ilk saldıracağı şey, kendi vücududur. O vücut bir zaman sonra karşılamada, kifayetsiz kalınca, bu sefer cemiyetine saldırır. Cemiyetin şizofren düşünceye yaklaşımı genellikle sanal cezayı andırdığından zevksizdir. Bu nedenle sapık düşünceli paronaya etkisi ile “son tangosu”nu “din ve tanrısı” yla yapar. Onun birinci desteği olan “yirmibirinci parmağı” nıda eline ve gönlüne alarak, bağlar üzerine kurulmamış çirkefle bulaşık hayatını, hümanist duygular adı altında hayvanice yaşar durur.

….

Ne diyebiliriz ki?

Köle olmuş, hayatına mahkûm olmuş, hasta.

Onun tek başaracağı eylem, intikam almaktır.

….

Kimden?

Tabi ki “tayin ettiği Tanrı” sın’dan..

Nasıl?

“Hakaret etmek ve dalga geçmek”

….

Zevksizliğin, zevkini almak zor bir şeydir. Kulun (yapay) tanrısından bile cevap alamaması cenabet bile olamamak, demektir.

Aslında ne güzeldir! Taptığı Tanrısı’nın karşılık vermesi.

….

Beklemek..

Cevapsız ve cezasız beklemek.

Hafakanlar basarak beklemek.

…..

Beklemek ancak azgınlığı artırır.

“Azmak.

“Azıtmak.”

“Köpek gibi dilini sarkıtmak.”

….

Şaşkınlık ve gerçek

İnanılmayan ve unutulan gerçek

…..

“Ölüm.”

Bilmediğimiz bir âleme dönüş; yalnızlık içerisinde, gayya çukuruna düşen bir kaya gibi.

Gömdüler, yaktılar veya savurdular….

….

Herkesin tanrısı kendine göre,

Şizofrenin, Tanrısı ne ise!

….

Bilmiyoruz.

Yoksa kendisi mi?

….

Ancak, işte o ….

….

Âlemlerin ve her şeyin rabbi Allah!

Kulun boynunda yaftası olarak “günlük” tutan hesap gününün sahibi.

….

“Mahkemen var” diyen Allah,

….

Ağlar, sızlar, çığırır.

Tanrısını da çağırır.

Bulaşık hayatında kendi yaptığı tanrısına isyan etmişti

O, Allah Teâlâ’yı da tanıyamadan ölüverip gitmişti.

….

Çukurunda bağırıp duruyordu.

O, “Ne büyük hata ettim”. Âlemleri sahipsiz zannettim, çok atıp tuttum ama,

Cennet küçük değildir. Cehennemde beni bekliyordur, belki; diyordu.

….

“Belki”si vardır.

İşte o “belki”ler, umudun sonsuzluğu olan “belki”ler.

….

Acıması bol, şefkati gerçek olan Allah Teâlâ, buyurdu ki;

“Gözüme görünme, kullarımın en azgınıydın, seni affetmeye sebep olacak bir şey yapmadın. Ancak bir gün kendinden nefret ettin. Kendini ve tanrını aşağıladın diye, seni affettim. Ancak seni unutup değersiz bir ayrılıkta bırakacağım.”

Ne zaman? Kendi tanrısından nefret etmişti ki;

İsyan etmek ilkesi olmadığı ve hayatla dalga geçtiği halde; bir an “Tanrısına tapmış, yardım dilenmiş ve eli bomboş kalmıştı”

….

Bir söz duyuldu cihânın etrafında;

“Kul acizliğini itiraf ettiğinde, yardım edeceğine söz veren Allah, isyan eden “kara günlük sahibini” affetti.”

 “Cennet dolmadı, cehennem boşalmadı. Artık değerleri sabit olan bir hayatta, sonsuza dek ayrılığa mahkûm kaldı.

Ey Allah Teâlâ ile uğraşan paranoyak şizofrenler, sonuçta bir şekilde cennette girseniz bile ayrılık sizin için yazılmış bir kaderdir.

“Ayrılık, yaman ayrılık;

dönüşü olmayan ayrılık.”

…..

Meğer kısa ömürde yaptığımız hataların karşılığı cennet ve cehennem değil de âlemlerin rabbinden “y’aman ayrılık”, oluyormuş.

 İhramcızâde İsmail Hakkı

AYRILIK (Fikrimden Geceler) -

Fikrimden geceler yatabilmirem
Bu fikri başımdan atabilmirem
Neyleyim ki sene çatabilmirem

Ayrılık ayrılık aman ayrılık
Her bir dertten ala yaman ayrılık

Uzundur hicrinle kara geceler
Bilmirem men kendim hara geceler
Bir oktur kalbime yara geceler

Ayrılık ayrılık aman ayrılık
Her bir dertten ala yaman ayrılık

                                                      Ali Selimi


PARADISE OR OBLIVION  [Kurtuluş ya da Yokoluş (2012)] BELGESEL

 

Venüs Projesi ile girişilen düşünce çıkış yönüyle olumluluklar içerse de insan fıtratı ile uyuşmayacak bir neticeyi arzuladığı görülmektedir. Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ’birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır.” (Hucurât, 13)

Bu ayet idealin manevi yani ahlak (huy) ve din yönünde olacağını, sosyal gereksinimler yönünden insanların ayrıcalıkları toplumlar oluşturacağını haber vermektedir.

İnsanlara kanunların bile ihtiyaç duyulmayacağı bir ortam verilmesi, sadece maddî çözümlemenin yeterli olacağı gibi bir düşünce tarzı ile geliştirilen Venüs Projesi uygulaması mümkün olmayacaktır.  Ancak ileri düzeyde oluşabilecek sosyal hayatın gelişmişlik seviyesinde bir yerinde olabileceğini söyleyebiliriz.

Yukarıda geçen “Bana bir ulusun parasının kontrolünü verin kanunlarını kimin yazdığı umrumda olmaz.” - MAYER ROTHSCHİLD bu sözlerle hemhâl olmuş para babalarının ancak bu projenin önünü şu şekilde açabilirler. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesindeki fedailerin kavuştuğu nimetlerle bezenmiş Hippi bir toplum.

Bu proje ile gelişmiş şehir sistemlerine kavuşuruz, diyebiliriz. Fakat hiçbir şekilde mutlu olacağımız bir hayat garantisi veremez. Unutulmamalı ki, bütün rasüller ideal hayat tarzını yaşadılar, getirdiler ve tavsiye ettiler. Fakat hepsi de sıkıntı çekseler de mutlu oldular. Onlar güzel ve güzel hayatın bir yerinde olmanın mutluluğunu yaşadılar. Öyleki son rasül Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dışında hiçbiri de başarıya istedikleri başarıya ulaşamadılar. Onlar için başarısızlık sonuç olmadı. Çalışmaları ve gayretleri idi. Dünyayı kurulu sitemiyle insan fıtratı ile bağdaştırmaya çalıştılar.

İnsana çektiği sıkıntılar karşısında sabrı ile kavuştuğu şeyler ancak haz verir. Sorunsuz ve sorumsuz bir hayat insana uygun görünmemekte ve sonunda iflas etmektir.

Unutmamalıyız ki; Allah Teâlâ’nın gönderdiği son din İslâm’ı kabul edip ve yaşamadıkça hiçbir şeyin çözüleceği yok gibidir. Çünkü insan cennet hayatından sıkılıp, yaratıcısına isyan edeceğini bile bile dünya hayatına yönelmekte cesaret bulmuştur.

ŞEYTAN BU İŞTE ETKEN GÖRÜNÜR GİBİ FARZ ETSEKTE FITRATI GEREĞİ İNSAN “İSYAN AHLAKI” ÜZERİNE KURULMUŞ “İDEAL” LERLE YAŞAMAK ÜZERE YARATILMIŞTIR.

İhramcızâde İsmail Hakkı


RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM YÜZYILIMIZDA BULUNSAYDI AY TAKVİMİNİ KULLANIR MIYDI?

Bu sorunun cevabını iki şekilde verebiliriz. Pozitif veya negatif. Ancak görülen şu ki, Hacc’ın ne zaman başlayacağına Suudîler karar veriyor. [Diğer ülke Müslümanları bu tayin etmede bir fonksiyonları yoktur.] Orucu da aynı şekilde yönlendirme yapmaya çalışıyor ve bütün Müslümanlar bize uysun diye istiyorlar, maalesef pek başarılı olamıyorlar.

Müslümanlık evrensel bir din ise bu saçmalık nereden geliyor. Dinden olmadığı kesin.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında teknolojik imkânlar  bu zamandaki gibi olabilseydi, düşünülebilirdi ki; Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem güneş takvimini muhakkak tercih ederdi. Bu ise dini hayat için bir kolaylık olurdu. Çünkü Efendimiz, “dinde zorlamanın/engellemenin” karşısında idi. İslam ibtidia-i ve ilkel hayata dahi uyum gösterebilme özelliği ile vasıflıdır. Fakat dinin reformist damga ile parçalanma/tahrif korkusu yüzünden ferdi mahfillerde konuşulan bilgi ve düşüncelerini açabilecek ve muktedir bilim adamları da olmayınca, ümmetin sıkıntıları sadece kilim altına sürülüyor. İşin kolayına kaçılıyor.

Yıllardır senenin içinde gezinen ramazan ayı ve hac ayları bir nevi güçlünün yapabileceği zayıf mahrum olabileceği şekle devredip duruyor. Eski ümmetlere de yazılmış olan bu ibadetlerin daha yerine oturabilmesi için İslâm hukukçuları tekrar tekrar fikir teatisi yapmaları gerekir.

Mesela; insanlık bir şekilde uzaya gitti ve yerleşim oldu, oradakiler orucu neye göre tutacaklar, dünyadakiler gibi ay’mı görerek? [Kutup bölgelerinin sorunlarını biliyorsunuz]

فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ [Bakara, 185] “sizden kim bu aya ulaşırsa” yı sürekli “Sizden her kim ayı görürse oruç tutsun”a çevirip mi hareket edeceğiz.

Hulasa, Seyyid Ahmed Hüsameddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz [1848-1925] Hazretleri bu konuda bazı görüşleri bulunmaktadır. Oğlu S. Musa Kâzım Öztürk  bu konudaki bazı bilgileri aşağıda aktarmıştır. 

İhramcızâde İsmail Hakkı

****

“Seyyid Ahmed Hüsameddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz [1848-1925] Hazretleri Hayatı” 1986-İzmir  (s: 123-127)

GÜNEŞ YILI

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde önemle durdukları bir konu da ay yılı yerine güneş yılının kullanılması hususu idi.[14]  Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aydır.[15] Bu dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete dayanarak, güneş yılının dünyânın gerçek düzenine uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.

Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya gerek vardır.

Feyyaz-ı Mutlak’ın bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi güneşten gelen feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat arasındaki doğal bağ zaten buna kesin bir işarettir. Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine uygun olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini, hayvanların yavrulamalarını kuşların göçlerini meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı eserinde, Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş şekilde yer vermektedirler.[16]

İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu ticareti genellikle Yahudiler idare ederlerdi. [Zamanımızdaki durumda aynıdır.] Bizans topraklarından, doğudan veya Afrika’dan gelen tüccarlar Mekke ve civarında kurulan panayırlarda buluşurlardı. Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir yerde kurulacak olan panayırın zamanını bildirmek için gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber verirlerdi.

Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay yılı, güneş yılından 10 gün eksiktir ve gerçek düzene yâni güneş takvimine uymadığı için belirli sürelerde bir ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç gösterir.

İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü düşünceli kişiler savaşmanın yasak olduğu haram ayların arasına sokmakla hacc zamanında hacıların yolunu keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi kötü amaçlarına âlet ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin 37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah, inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve ayın kaldırılması için Cenâb-ı Hakk’ın kesin bir emri idi.

Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hicret’in altıncı senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni olduğundan aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc görevi bir sonraki yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe sûresinin 36. âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması konusunda müslümanları bir defa daha uyarmıştır. “Geçen sene Zilkade ayında hacc yaptığınız halde Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de bunu teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir, hürmetler karşılıklıdır...”

Ayların yerlerinin değiştirilmesi, Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı şereflendirdikleri gün, ilk vahyin gelişi, ve vefatı tarihleri kesin olarak bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve Medine’ye göçünün böyle önemli bir konu için seçilmesi son derece üzücü ve aynı zamanda hayret vericidir.

Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması husûsundaki düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra genç cumhuriyetin ilk devrimlerinden biri olarak gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı. Memleketimizde, dinî konularda hâlâ ay yılının kullanılması, haram ayların mevsimlere göre yerlerinin değişmesine sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın 9/37. âyetine ters düşmektedir.

(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip Ay Yılı’nın kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi. Bunun yanı sıra, 1840’dan itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden Mâlî (Rûmî) takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî takvime göre ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla düşen iki ayrı yılı karşılardı. Her 33 yılda bir, bir Hicrî sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak 1926’da Türkiye’de tek resmî takvim olarak Gregoryan esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)

ZEKÂT

Seyyid Hazretleri, zekât konusunda da farklı düşünmekte ve bu konuya değişik bir bakış açısı getirmekteydi. Bu, üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir konudur.

Bilindiği gibi zekât, müslümanlığın beş şartından biri olup her müslümanın bir yıl içinde çalıştırıp kazanç elde ettiği gelirinin kırkta birini yoksullara vermesi zorunluğu olarak tanımlanır. Kur’ân’da namaz ve zekât bir çok âyette birlikte zikredilir. Zira, namaz mânevî, zekât ise maddî bakımdan arınmamızı sağlar.

İslâmiyetin ilk yıllarında yoksullara, gazilere ve şehit ailelerine devlet hâzinesi ve mâliyesi yerine geçen Beyt-ül Mâl’den yardım yapılırdı. Bu yardımın kaynağı ganimetlerle karşılanıyordu. Zekât, Hicret’ten sonra kesin emir hâline gelmiştir. Kur’ân, zekâtın miktarı ve yükümlülüğünü zaman ve şartlara bırakmıştır.

Mekkeli müşriklerle 628 yılının Mart ayında imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri müslümanlar için ağır görünürse de, sonucu bakımından müslümanlar lehine olumlu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Bu suretle müslümanlar siyasî bir topluluk olarak tanınmış ve bir devlet karakteri kazanmışlardır. Devlet için gerekli masrafların karşılanması için zekâtın toplanması Beyt-ül Mal’e görev olarak verilmiş ve zekât toplayan memurlar tayin edilmiştir. Peygamberimizin vefatından sonra Ömer ibni Hattâb radiyallâhü anh, zekâtını vermeyen bir kimseye gönderdiği haber ile zekâtını ödemediği takdirde memurlar vasıtası ile bunu zorla alacağını bildirmiştir.

Seyyid Hazretleri modern devlet çerçevesinde devlet hâzinesi ve Merkez Bankası’nın Beyt-ül Mal yerine geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dolaylı veya dolaysız şekilde devlet hâzinesine giden verginin de zekât hükmünde olduğunu, zirâ devlet hizmetinde çalışan asker, memur, emekli, dul ve yetimlerin geçimleri için gerekli paraların bu hâzineden ödendiğini işaret etmişlerdir. Bu bakımdan vergisini tam ve zamanında ödeyen kimseyi, zekâtını ödemiş gibi, dinî vazifesini yerine getirmiş bir mümin kabul etmek gerekir.

Seyyid Hazretleri yoksullara yapılacak olan yardımlar hakkında şöyle derlerdi: “Fakire para vermekle onu zengin edemezsiniz.” Nitekim Kur’â’ın Beled sûresinin[17] tevilinde yardımların belediyeler veya varlıklı şahısların, muhtaçlara yardım amacı ile kurdukları kuruluşlara yapılmasına işaret etmiştir.

***

“Seyyid Ahmed Hüsameddin, ESRÂR-I  CEBERÛT’İL-A’LÂ (TE’VÎL), İzmir – 1987, sh:59-62

(Metin Türkçesine dokunulmadı. Seyyid Hüsameddin Hazretleri Güneş takvimindeki gerçek ayları beyan edişi]

BÖLÜM

«İzâ» kelimesinin şemsten tasarruf ettiği on iki ahvalden her birinin KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDİYE’ye mahsus olarak bildirilmesi keyfiyeti aşağıda gösterilmiştir. KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDÎYE’nin şems üzerine olan geçici tesirleri on iki nevidir. Bunlar sırası ile:

1        — «İzeşşemsü küvviret» birinci nevi tekvirdir. Tekvir; bütün eşyaya ziyanın aksetmesi ile o şeyi terbiye ve onu cisim, mânâ ve renk bakımlarından ısıtıp büyülterek olgunluğa ulaştırması demektir. Biz buna rebiülevvelde (ilkbahar ki bu, mart ayına rastlamaktadır.) Güneşin Hamel (koç) burcunda tasarrufu keyfiyetinin gözle görülür eserleri diyoruz ki bâzı iklimlerde müşahede olunur.

2        — «Ve izennücûmünkederet» Güneşin Sevir (Boğa) burcunda iken dünyaya olan tesirlerinin keyfiyetidir. Güneş bu tesirlerini saçtığı zaman rebiülâhir (Nisan) ayıdır. Bu ayda yeryüzü bitki tohumlarının yarılıp çatlayarak meydana çıkmasına müsait hâle gelir.

3        — «Ve izelcibâlü süyyiret» Güneş, cemaziyelevvel (Mayıs) ayında Cevza (İkizler) burcunda KÜLLİYE-l MUHAMMEDİYE’den yansıyarak halka intişar eden feyz ile BE harfi (Ubûdiyet-rübûbiyet) yüzler basamağında RI harfine urûc eder, CİBÂL tashif (kelimenin değişik şekil alması)1 ile RÎCÂL olur. Ricalin, yeryüzünde olan vazife ve hizmeti görmek için yürümesi de KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE’den bir feyzin yâni hayatın eseridir.

4        — «Ve izel’ışârü uttüet» Cemâziyelâhir’de (Haziran) güneşin Seretan (Yengeç) burcunda KÜLLİYE-1 MUHAMMEDİYE’den feyz alması ve bâzı gebe hayvanların terk edilerek doğuruncaya kadar onların muattal bırakılması NÜFÜS-U KÜLLİYE (güneş)’nin etkisi gereğidir.

5        — «Ve izelvühûşü huşiret» Recep (Temmuz) ayında güneşin Esed (Arslan) burcunda bulunmasıdır. Etraftan insanı bâzı hayvanlar rahatsız eder. Bu vahşi hayvanlarla yılan ve akrep gibi sürüngenler ve diğer küçük böcekler insanı gördükleri zaman korkarak kaçarlar. Bu da NÜFUS-U KÜLLİYE (Güneş)’in eserlerindendir.

6        — «Ve izelbihârü sücciret» Şaban (Ağustos) ayında güneşin Sünbüle (Başak) burcunda bulunduğu zamandır. Bu ayda denizlerin çoğunda buharlaşma meydana gelerek yeryüzü faydalı yağmurlarla sulanır. İşte, denizin buharı ile ve diğer kürelerin ziyasiyle terbiye olunan havadan dönüşerek yeryüzüne inen sular, insan ve hayvanlara varlıklarının devamını sağlayacak bir vasıtadır.

7        — «Ve izennüfûsü züvvicet» Ramazan (Eylül) ayında güneş Mizan (Terazi) burcunda bulunur. Kevnin, şuûnât-ı vâride ile hâsıl olan temasından eşya izdivaç ederek NÜFÜS-U MÜZDEVİCE-İ MEC’ÜLE husûle gelmesi dahi NÜFÜS-U KÜLLİYE (Güneş)’nin eserleridir.

8        — «Ve izelmev’üdetü süilet. Bieyyi zenbin kutilet» Şevval (Ekim) ayında güneşin Akrep burcunda hükmünü sürdürmesidir ki, telef edilen ve gereksiz yere harcanan tüketim eşyasının kaybı nedeni ile onların karşılık olarak yerine getirilmesini istemek ve yahut sarfettiğini yerine koymanın vücuda ilâve olarak insan hayatına eklenmesidir. İnsan, aldığı gıdanın helâl veya haram olmasından sorumludur. Zira, başkalarının hakkını alıp yemekle meydana getirdiği vücudu kendi hükmü ile kazanmış gibidir.

Durum icabı olarak değişiklik ve âlemin ahvali onu o vücuttan ayırmaya sevk eder. Meselâ, bir hâkimin verdiği hükümle bir şeyde sahiplik iddia eden kimse aslında o şeyin sahibi olmadığı için sonradan asıl sahibinin meydana çıkması ve anlaşılmasıyla kendisinin sahipliği hükümsüz kalır. Çünkü onun sahipliği geçicidir. İşte, haksız yere verilen hükümle sahiplikten hâsıl olan bir vücut değişip dönüşür.

9        — «Ve izessuhufü nüşiret» Zilkade (Kasım) ayında güneşin Kavs (Yay) burcunda bulunduğu vakit insanların belli bir nafakayı sağlaması, gerekli ve zorunlu ihtiyaçlarını hazırlayarak tamamlaması ve kevnin sahifelerinde duyurulan ve yayılan havadislerin hepsi kevnin nüfûs-u külliyesinin yüce eserlerindendir.

10      — «Ve izessemâü küşîtat» Zilhicce (Aralık) ayında güneşin Cedi (Oğlak) burcunda hava ile olan tesirleri gereği insanları ve hayvanları sığınacakları yere çekip yeryüzünün Allah’ın kudret elinde başka bir şekle dönüşmesi NÜFÜS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE’nin tesirat-ı kevniyesindendir.

11      — «Ve izelcahîmü su’ıret» Muharrem (Ocak) ayında günesin Delv (Kova) burcunda bulunmasıdır. FAZL-I TEKVİNİ, HAVÂYİC-İ ZARÜRIYE-I REŞERİYE’ye risaletten aksederek görünüşünde güçlük ve yahut yaradılışa uygun bir nisbette bulunması yine NÜFÛS-U KÜLLİYE (güneş)’nin arz üzerinde neşrettiği hararettendir. İnsanın bir şeye sahip olmakla duyacağı ferahlık gibi.

Aksi halde yâni mahrumiyetle merak ve hüznün onu takip etmesi düşünceden uzak değildir. Zira, Ocak ayında insanın hayatına en mühim gıda hararettir. Hariçten olan hararet hayatî bir gıdadır. Onun ısıtması ister tabiî hararet olsun, ister sun’î hararet olsun aranılan sonuca varmakla müsavidir.

12      — «Ve izelcennetü üzlifet» Sefer (Şubat) aymda güneşin Hut (Balık) burcunda bulunmasıdır. Teshik’deki tekvin-i vücûdun nübüvvete inmesiyle kazanmış olduğu ihtiyaçlar hayata çok yakmdır. Zira, NÜFÛS-U SEB’A’nın FAZL-I MELEKÛTÎ’den teshik’a kolaylıkla yükselmesi ve MEZÂHİR-ÜL VÜCÛD’dan FEYYÂZ-I MUTLAK üzerinde zuhura gelen hissetme minberlerinden görülmesi, nübüvvet nurunun tecellisinin eserlerindendir.

BİR YAZIYA EK OLMUŞ

Söze başlangıç olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin her konuda bizim için ilke olacak şu hadisi şerif-i zikredelim.

“-Vâbisa ibni Ma’bed radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi:

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin  huzuruna varmıştım. Bana:

 “- İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.Ben de:

“-Evet yâ Rasûlallah!” dedim.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bana şunları söyledi:

“- Kalbine danış.İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir” buyurdu.

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimi, Büyû’ 2)

Daha geniş bilgi için bkz: http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d309s050m1

İnsan her yaptığı işten sorumludur. Başlangıçta da zikrettiğimiz gibi sevmek/iknâ olmak/inanç tartışılması yapılması çetin konulardandır. Bu nedenle İslâm dininin temel ilkelerinden biri ve en önemlisi “orta yolu” takip etmenin en emniyetli olanıdır. İfrat ve tefrit insana zarar verir. Eğer bir konuda kesinlik arama yönüne gidiyorsanız burada size ışık yukarıda zikrettiğimiz hadisin işaretiyle şu prensip olabilir.

İnandığınız veya beğendiğiniz bir hususta sorularınız çoğalıyorsa artık kendimizde bir değişim başlamış ve kalbimiz huzur bulmuyor, demektir. Velevki bu inkar veya tasdik konusunda olsun. Bu nedenle hayatımızda marjinal [çizgi dışı, aykırı ] olanları örnek almak yerine daha mütedeyyin kavram ve özelliklere sahip olmayı uygun görmeliyiz.

Unutmayalım ki, kısa hayatımızda farklılık yaratmak ve özelliklerine sahip olmak arzusu bizi kaplayabilir. Ancak bu tür vasıflarda aranacak en önemli olan idealize olmuş yönlerde yükselebilmek peşinde olmak görüyor.  Hepimiz biricik, birtaneyiz. Bir benzerimiz daha gelmeyecektir.  Fakat iyi/kötü her yaptığımızdan bir gün sorguya çekileceğimizi düşününce;  Özgür dünyanın köle insanı olmak, üst insanı olmak, sürü insanı olmak, yalnız insanı olmak.. vb. ile hangisinden olursak olalım, “bizi en son hatırlayan insan yaşayana kadar yaşayacak ”  olmamızdır. Bu hayat kimileri için binlerce yıl, kimileri için ise yaşadığı dem kadar olabilir. Varlığımızın ilerisi ve gerisinin birbirini tutmasını istiyorsak, yolumuzun emniyetini bizden başka kimse sağlayamaz.

Kararımızın doğrusunu bulmada Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve büyüklerimizin yardımcısı olması niyetiyle

İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] (trc. Burhan Toprak), İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul–1962

[2] Cynic: i. alaycı tip, toplumsal değerleri küçümseyen kimse, kinik, hayatın güzelliklerine karşı çıkan felsefeci, kötümser, (köpekleşme tarzı)

[3] -Epicteto’s Life, His Works and Philosophical İdeas-

Dr. Enver DEMİRPOLAT (Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi-İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı)

 

[4] Epiktetos- Düşünceler ve Sohbetler, İstanbul-1962

[5] Kuzey Afrika’da giyilen geniş bedenli, başlıklı bir giysi

[6] Martin Lings trc: Ufuk UYAN -Bekir ŞAHİN Yirminci Yüzyılda Bir Veli [Kitap]. – İstanbul, s.154

[7] (ÇOŞKUN, Ahmet, Sohbetler, Hatıralar, İst, 1982, s. 34)

[8] Taabbüdî : "İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

[9] Ankau Muğrib fi Ma'rifeti Hatmi'l-Evliya ve Şemsi'l-Mağrib / Muhyiddin Muhammed b. Ali et-Tai el-Endelüsi İbn Arabi 297.7Süleymaniye - Pertev Paşa (Selimiye) - 000314

[10] Karabaş-ı Velî’nin dört yıl kadar süren Limni’deki sürgün hayatı l683’de sona erer. Şeyh yeniden Üsküdar’a döner. 1685 yılında deniz yoluyla hacca gider. Karabaş-ı Velî, hac görevinden sonra Medine‘de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ravza-i pâkini ziyaret etmiş, onun huzurunda son halifesi Edirne’de metfun Mustafa Efendi’ye hilâfet vermiş, Mısır kafilesiyle Mısır’a dönmüştür.

Karabaş-ı Velî, Mısır’a üç konak mesafede kırk bin hacının konakladıkları yerde hava gayet açık olduğu hâlde bir sel geleceğini keşfederek durumu hacı­lara bildirmiş ve selden kurtarmıştır. Bu olaydan kısa süre sonra hicrî tarihe gö­re yetmiş yedi yaşındayken, 8 Safer 1097/5 Ocak 1686 cuma günü saat sekizde Hakk’a yürümüştür.

[11] Kerim KARA, Vâkıât-ı Niyâzî-i Mısrî, Ankara, 1997, Yüksek Lisans Tezi, s.XXV

[12] Yahudi sempatizanı armagedoncu Hristiyanlara verilen isim aslı yunanca "iyi, sevindirici haber" anlamına gelen "evangelo" kelimesinin kişisel anlam verecek şekilde devşirilmiş halidir ki "evangelist" kelimesinden önceki devşirme basamağında da, "evangelo"dan daha yaygın bir kullanım alanına sahip "evangelion" gelir. televizyonlarda iyi kalite kıyafetleri ve kabarık saçlarıyla [tasvir richard dawkins'a aittir, belirtmek gerek] sürekli "müjde"den bahseden bu tipler, nazarımda Hristiyanlığın şu dönemdeki en korkunç yüzüdür .

[13] Hüccetiye Cemiyeti, Humeyni’nin yakın arkadaşlarından Mahmut Halebi tarafından 1950’de kuruldu.

Hüccetiye, “Kayıp İmam Mehdi’nin geri gelişini hızlandırmak amacıyla iyiliği askıya alıp kötülükleri çoğaltacak adımlar atma” şeklinde özetlenebilecek kaos teorisine inanır.

Hüccetiye’nin kaos teorisi, Şia’da var olan “Mehdi’nin gelişini beklemenin ibadetlerin en büyüğü olduğu” inancı üzerine inşa edilmiştir. Hüccetiye, Yahudiliğin doktrininden aynen alınmıştır. Hıristiyan Neo-conların ve Yahudilerin, dünyanın kaosa saplandığı bir dönemde Mesih’in yeryüzüne ineceği ve kendilerine Krallığın tacını geri vereceği şeklindeki bir inanışları, neredeyse aynı kurguyla Şii Hüccetiye Cemiyeti’ne adapte edilmiştir. Hüccetiye Cemiyeti, kargaşa, savaş, açlık ve kaosun dünyayı sardığı kıyamete yakın dönemde, Kayıp İmam’ın ortaya çıkıp dünyaya adalet dağıtacağına inanır. Dahası inanmakla yetinmez; kayıp 12. İmam’ın gelmesi için gerekli olduklarına inandıkları karanlık ortamı ve günahların yaşanmasını sağlamaya çalışır.

[14]         Daha geniş bilgi için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil” ve aynı yazarın “İslâmda Kutsal Günler ve Geceler”adlı eserine baş vurulabilinir.

[15]         Hürmetli (Harâm) aylar Kamerî yılın birbirini takip eden Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile İslâm öncesi Mukat kabilesi tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve Şaban ayları arasında yer alan Recep ayıdır.

[16] M.Kâzım Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322

[17] M.Kâzım Öztürk/’Kur’ân’ın 20 Asra Göre Anlamı” Cilt I,s.216

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar