Yazılmışlar 13
“DOĞRU”NUN YANLIŞ “ÂN”I
Baktığımız konum bizi haklı çıkarabilir. Bir konuda haklı olmak bizim doğru
yerde olduğumuzu gösterir mi/ göstermez mi?
Unutmayalım ki, kararlarımızı “ân”a göre verebiliyoruz. Ancak
“ânlar” zaman ve mekanla değişime uğrayınca kararlar ve yargılar da değişiyor.
Örnek: Gençken hoş görülenin yaşlılıkta hor oluşu gibi. Bu nedenle
yargılarımızda dikkatli olmalıyız.
Hayatımızın uzun ince yolunda ki çizgimiz ve noktamız şu olabilir!
“İki yargıdan U dönüşü olabileceği tercih etmek.”
“Hata yapmamaktan kurtulamayız, ancak açık kapıları olan yapıda ve
düşüncede bulunmak bir şekilde can simiti olabilir.”
Aşağıdaki yazıda feminist görüş sistemi içerisinde haklılığını savunabilir
ve doğruda olabilir. Tabii ki kürtaj kadının hakkını savunmak doğrudur. Ancak
hiçbir suçu ve iradesi olmayan doğacak çocuğun hakkı ile kadın arasındaki
adalet çizgisinde durulacak nokta ne olabilir?
Kadınlar birçok alanda kendilerini savunabildiler. “Cenin”in hakkını
savunmak “kim”e düşecektir?
Hayvanların hakkını savunan feminist kurum ve kuruluşlar kadınlar
tarafından kurulurken savunmasız bir canlının hakkına kim sahip çıkmakta niçin
yavaş/yavan kalıyorlar?
Bu nedenle düşüncelerimiz “Benden bize” “Bizden bene” de orta yolu bulmanın
güçlüğünü aşmak için “rahmet” tarafında durmak hatalı ve eksikleri de
olsa tercih edilmelidir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
KÜRTAJ: CİNAYET DEĞİL
HAK
“Kürtaj hakkı kadınların kendi yaşamlarını belirleme haklarına ve kazanmış
oldukları özgürlük haklarına saygıdır.” Alice DELRE
Kürtaj lafı geçti mi şöyle bir irkilir insan. Sandalyesine iyice yerleşir,
yutkunur. Etrafı iyice bir süzer acaba bir duyan var mıdır diye. Sözlerinin
yanlış anlaşılmasından da korkar. Kürtaj kelimesi hani çok “utanılacak,
tiksinilecek, kimsenin ağzına bile getirmek istemediği” bir kelime ya
kimsenin olmadığı ortamlarda konuşulması gerekiyor belki de...
Kürtaj kadının kendi bedeni üzerinde tek söz sahibi olduğunu kanıtlayan
insanlık hakkıdır. Kürtaj Yasası 1984’ten beri bu ülkede uygulanan bir yasa.
Ama sadece kürtajın yasal olması onun utanılacak sakınılacak bir iş olmasının
önüne geçemiyor bizim ülkemizde. Televizyonlarda yayınlanan dizilerde bile eğer
bir kadın kürtaj olmuşsa ve özellikle bu kadın evli değilse binlerce şikâyet
gelebiliyor dizinin Türk aile yapısına aykırı olduğu gerekçesiyle.
Kürtaj yasası hâlâ birçok ülkede yasak. Kürtajın “cinayet olması” sebebiyle
kürtaj devletler tarafından yapılmıyor. Buralarda kürtaj olmak İsteyen kadınlar
ya başka ülkelere gidiyorlar ya da sağlıksız koşullarda gizli kürtaj yaptırmak
zorunda kalıyorlar. Türkiye’de 10 haftaya kadar kürtaj hakkı serbest. Ancak
annenin hayatını tehlikeye soktuğu ya da çocuğun sakatlığı söz konusu olduğunda
bu süre 24 haftaya kadar çıkabiliyor. Ancak her ne kadar kürtaj hakkı yasal
olmasa da uygulamada bu hak engellenebiliyor.
Şöyle ki bazı devlet hastanelerine kürtaj yaptırmak için gittiğinizde
sizden mutlaka evli olduğunuza dair bir belge ve eşinizin kürtajı onayladığına
dair imza isteniyor. Eğer eşiniz bu kürtajı istemiyorsa kürtaj hakkınız
elinizden alınıyor. Çünkü eğer kadın evliyse ve gebeliğini eşinden izinsiz
sonlandırmışsa eşi hukuki olarak şikâyetçi olduğunda yasa hekimi
cezalandırıyor. Dolayısıyla hekimler imajlarının sarsılmaması adına kürtajı
devlet hastanelerinde yapmaya girişmiyorlar. Ancak aynı hekimlerin
muayenelerinde dehşet paralara kürtajınızı rahatlıkla olabiliyorsunuz. Tabii
paranız varsa.
18 yaşını tamamlamamış iseniz ailenizin onayı gerekiyor. Eğer 18 yaşınızı
doldurmuş ve evli değilseniz yasada kürtaj yaptırabilirle hakkınız var
deniliyor ama yine kadınların önüne birçok engel geliyor.
Mesela devlet hastanesine gittiniz ve ücretsiz kürtaj yaptırmak
istiyorsunuz. Öncelikle sizi sorgulayan bakışlardan kurtulduktan sonra bebeğin
babasının kim olduğu sorusu gündeme geliyor. Çünkü yine bu kişinin onayını
almak istiyorlar. “Babasını bilmiyorum” dediğinizde ise size
yönelik bakışların şeklinin nasıl olacağını tahmin edebilirsiniz bu ülkede.
Ya da tecavüze uğradınız ve hamile kaldınız. Peki, şimdi ne olacak? Tabii
ki bizim “çok saygıdeğer devletimiz" buna da bir çözüm bulmuş. Tecavüz
vakalarında 20 haftaya kadar kürtaj hakkı serbest. Ancak yine burada kocaman
bir “AMA” karşılıyor sizi. Tecavüze uğradığınızı kanıtladığınız ve tecavüzcüden
onay imzası aldığınız takdirde kürtaj yaptırabiliyorsunuz. Hala birçok ülkede
tecavüz sonucu hamile kalmış kadınlara kürtaj yaptırmak yasak. Mesela İran.
İran Parlamentosu kadınların hamileliklerinin dördüncü ayma kadar kürtaj
yaptırabilmelerini kabul etti. Ancak yasa sadece annenin ya da fetüsün hayatı
tehlikedeyse kürtaja izin veriyor. Tecavüz sonucu hamileliklerde kürtaj izni
yok. Yine aynı şekilde bazı ülkelerde, örneğin Brezilya’da, kürtaj hukuken
yasak. Hatta kürtaj yaptırmak tecavüz etmekten daha “ahlaksızca”. Tecavüz
edenler beraat ediyor ama kürtaj yaptıran kadınlar cezalandırılıyor. Bununla da
yetinmeyip dinden çıkartıyorlar.
Özellikle İslam çevreler, kürtajın yasalarla desteklenmesine rağmen
kürtajın yapılmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü onlara göre “Allah’ın verdiği canı
Allah alır” safsatasıyla kürtaj yaptırmanın dine aykırı olduğunu dayatarak
kürtajı engellemeye çalışıyorlar. Çoğu İslamcı hekime kürtaj için gittiğinizde
sizi ikna etmenin yollarını arıyor hatta sizin duygusal ikilemde kalmanızı sağlayarak
ceninin kalp atışlarını dinletmeye çalışıyor. Ve hatta bebeğin sakat doğması
riski olmasını durumunda bile kürtajın yapılmasının da dine aykırı olduğunu
söylemektedirler. 2003’te AKP “Yaşama hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı
temelinde özürlü doğma ihtimali gerekçesiyle kürtaja izin verilemez” maddesini
yasa tasarısı şeklinde sundu. Devletin özürlülere yönelik hizmetinin yetersiz
hatta olmadığının farkına varırsak bu özürlü doğacak çocukların bakımını kimin
üstleneceği ise aşikar. Çünkü özürlü çocuklar için yapılan rehabilitasyon
merkezlerinde bu çocukların tedavi görebilmeleri için bu ailelerin hatırı
sayılır cinsten paraları olması gerekiyor.
Kadının gebeliğini sürdürüp sürdürmemesi embriyoya danışarak alacağı bir
karar değil. Embriyo kadının bir uzantısıdır. Karar hakkı kadınındır.
1970’lerde feministlerin “İstediğimiz çocuklara, şayet istersek ve ne
zaman istersek sahip olacağız.” sloganı bu talebe tanıklık etmektedir.
Dolayısı ile ne kürtaj cinayettir, ne de kürtaj yaptırmak isteyenlerin karşılaştığı
zorluklar kabul edilebilirdir. Kürtaj hakkı yukarıda da belirttiğim üzere,
kadının kendi bedeninin tek hâkimi olduğu gerçeğinin en doğal sonucudur.
Cansu Eralan
Alıntı Kaynak: PROVOKATÖR- Mayıs 2010, Sayı 4
KADIN CAZİBESİNİN ÖRTÜLMESİ
Kadın ve cazibe….
Cazibe kudret eliyle kadına ihsan edilmiş olsa da, ona sahiplenmek ve
yanında iftihar etmek duygusu, kadında aşırı bir refleks halindedir. Kadın,
yaptığı bu ifşâ hareketinden mağdur olduğunu da hiçbir şekilde gizleyemez.
Ne olacak şimdi? denilen bu durumda, ezilen ve pörsülenen olmaya itiraz
eden yine kadın olur. Çözüm üretenler, kadın tarafından bakınca başka, erkek
tarafından bakınca başka hükümlere varırlar. Bu duruma ilâhî
hakikatler bazında bakmaya kalkışmak ise kimsenin hoşuna
gitmez. Çünkü ilâhi hakikat denilen Allah Teâlâ’nın emirleri her iki
cinsin üstüne karabasan gibi gelir.
Unutmayın ki kanunlardaki hadler uygulamada fakirler/zayıflar içindir.
Kuvvetli/zengin olan için kanun yoktur. (Onlar bir yolunu bulur işin içinden
çıkarlar) İlâhî emirler dahi uygulamalar fakir/zayıf üzerinde
dolaşıp durur. Zayıflar her zaman ilâhî öncelik durumlarını öne sürerek
kuvvetliyi tehdit edemese bile, haykırmak zorunda olduğu ilâhî haklarının
dayanağını ileri sürerek ferahlamaya çalışırlar. [Bu dünyada olmazsa öbür
dünyada alırız.]
Zayıf ve kuvvetlinin mücadelesinde kadın kendini savunmak için, ister
istemez kendi pozisyonundan hareketle haklarını arar. Ancak unuttuğu
bir şey vardır. Ben kuvvetliye karşı hangi etmeni kullanmalıyım? Beşeri
yaratılış durumunu mu, haklar durumunu mu, ilâhi hakikatler durumunu mu?...
Seçtiği unsurlardan en zayıf olabileni olan beşerî durumunu kullanmaya
çalışsa, haklarının olduğunu iddia etse de erkekler karşısında yenilir durur.
İlâhi hakikatler cephesine kadında erkekte pek yanaşmaz /yanaşmak istemezler.
Erkek güçlüdür. Bunu inkâr edebilecek hiçbir kurum ve antropolojik veri
yoktur. [Bazı istisnalar olabilir.] Genelde kadın güçsüzdür.
Ne olacak şimdi?
Kadında erkekte olmayan cazibe/güzellik/narinlik etkisi vardır. Bunu
sıyırıp atamaz ki; saklamak içinde kendinde beşeri bir kuvvetti de çok kolay
bulamadığına göre;
Günümüz insanları türedi dinleri çok seviyorlar. İçlerinde kendine ilâhî
bir bağıntı veren bir bilgide buldu mu, dahi alâ kâr olur mu? Bazen düşünmüyor
değiliz, eskiden dünyada ilahlar sayıya girerdi, şimdi herkes yaratıcı
konumunda tapacak birini bulamasa da kendine kendisi tapıyor.
İşte bu meyânda kadınlarda tapılma/tanrıça olmak
istiyorlar. Ancak unutulan durum, tapmasını istedikleri erkeklerin
onlara tapmakla kalmayıp, onları yemeye çalışacaklarını unutuyorlar.
Mıknatısa sorsanız cazibenin karşısında demir seni bu kadar istekle istedi
ki; sen ve o çok farklısınız. Cevabında en münasip olan
fıtrat olabilir.
Demirle mıknatısın cazibesindeki birleşmeden hâsıl olan tutunmanın iktizası
ile oluşan darbiyet hali bir sebeple inkitaya uğrayınca tekrar sorulsa;
Neden birleştiniz, neden ayrıldınız?
Cevap çeşitli değil, “mesafeyi koruyamadık”.
Mesafeli alan teorisinden çıkarak denilirse, mesafeyi nasıl korumalı?
Bunu en iyi bilen yaratıcımız olan Allah Teâlâ’dan başkası olabilir mi?
Ancak insanlar Allah Teâlâ’yı kapsama alanlarında hep gözetleyici olarak
görmekten hoşlanmıyorlar. Onu şu şekilde tasavvur ediyorlar, Allah Teâlâ varsa
o içimde olsun, “verdiğim karar O’nun kararı olsun” haleti ruhiyesinde olup
bende huzursuz olmayayım. Huzursuz olmanın/stres ile hayatı zehir
etmeye gerek yok. İnsan olarak ilâha inanacaksam, inanıyorum, o da
benimle beraber olduktan sonra sorun kalmadı/kalmazda.
Ayrılma; cazibeye etki eden erkek unsuru ilave kudretiyle başını alıp
gidince kadın yapayalnız dünyasında korkunç bir yalnızlığa düşer. Bu bir
yıkımdır.
Çözüm ne?
Kadın, kadın olarak, Allah Teâlâ’yı içinde, erkekten çok daha yakinen
bilir. Bu bilgisini dinin emirlerini bilerek / uygulayarak ancak erkeğe karşı
güçlü olabilir. Erkeğin gücünü kontrol etmek isteyen birisi varsa o da dinin
emirlerini bilmek/uygulamak ile olur. Mesela Allah Teâlâ hür kadınların
örtünmesini istemiştir. Kadının meta olma faktörü örtüsü ile
birlikte gelir. Çünkü bir dönem cariyeler açık gezebilirdi ve meta durumunda
satılıp alınıyordu. Hür kadın ise bu şekilde değil. Allah Teâlâ hür
kadının korunma sınırının ne olduğunu beyan ederken “örtünün” buyurması kadının
satın alınan bir meta olmaktan çıkması / korunması içindi. [Şimdi böyle değil,
artık açık olabilir diyenler çıkabilir. Bu zamanda sömürülme etkisi var ki,
alınıp satılmaktan daha kötü bir durum. Çünkü hukukî hiçbir yaptırım yok.]
Diyorsanız ki, açık kadınlar kendini pazarlıyorlar mı?
Bunun cevabında en mutedil olan, alışverişte olan teşhir esasına uygun
gelebilecek ortamın benzerini kendilerine hazırlıyorlar olması demektir.
Örtülmek ile her şey çözülecek mi?
Örtü çözüm sürecinin başlangıcı, devamında eylemsel hareketlerle
desteklenmesidir. Yani konuşma-fiiller-düşüncelerin devamında gelmesi. Eğer bir
erkek kadını bedeni ile değerlendirirse ki bu açık olan için geçerlidir; bu bir
ömür aynı şekilde devam edemez. Ancak bir erkek örtüsünün içince saklanmış
cazibeyi ef’âl/ahlak ile değerlendirmeye kalkarsa bu değişmez durum ölene kadar
devam eder, başlangıçtaki durum genelde aynı kalır.
Kadın ve erkek dünyaya gelirken irade ile tayin ettiği bir durumla
karşılaşmamıştır. Var olmuştur, bulmuştur. Buradaki cinsiyeti de takdir
üzeredir. Bu nedenle bir kadın/erkek yaratılış cinsiyeti ve beşerî güzelliği
ile övünç duyamaz. Bu bir kazanç değildir. Çünkü bahşolunmuştur. Ancak bazen
kendini üçüncü bir cins gibi arada görenler çıkar. Bunun genel çıkış tarafı
ilâhî kattan değildir. Çünkü Allah Teâlâ “erkek ve kadın olarak yaratması” bir
sınırdır. [Çift cinsiyetli organı olanlar nadirattandır.] Ancak bir
kadın kendini erkek veya tersi durum bunların hepsi sonradan ele edilen
kazanımlardan gelişir. Yeni bir teori “sen kendini ne hissediyorsan osun” Bu
yanlış bir teori olduğu başından belli oluyor. İnsan kendini köpek hissedince
köpek mi olacak…
Bütün mesele cazibenin etkisi altında dönüp dolaşıyor.
İnsanlara son dönem verilen derslerden biri kendi kendine yetebilme ve
başarı arzusudur. Başarmak en üstün olmak. Kişisel gelişim kitaplarına bakın
aslında hepsi bir savaşçı polemiği üzerinden kurgulanmıştır. Karşısındakinin ve
kendisinin zayıf yönlerini bilerek hareket eden bir insan tipi vardır. Eskiden
her nasihatta bahsedilen Allah Teâlâ’nın rızası günümüzde rafa kalkmıştır. Ne
varsa yoksa hepsi bu dünyadır.
Hesap vermek.
Bu dünyada ancak hesabı zayıflar verir. Kuvvetlinin verecek bir hesabı
yoktur. Verecekse onun bir çaresi onun için üretilir. Neticede akıllı olanlar
zayıfları sömürür. Doğru olanda budur ile dersler uzayıp gider.
Zayıf olmayacaksın. Evet, zayıf olmayacaksın da bu bir yere kadar,
“olmuyor” “olamaz” diye bir cümle yoktur.
Dünyada bütün meselelerin başında kadın ve erkek cinsiyeti gelir. İster bir
Budist’e gidin, hocaya gidin, şeyhe gidin, moraliste gidin, hepsinin birlik
ettiği husus ilk önce “nefsine/şehvetine hâkim olacaksın” demek olur. Kimse
demez ki, ya bu benim yaratılışım gereği bir husus değil mi?
Sorun demir ve mıknatısın darb meselesine gelir ki, burada kimse çözüm
üretemez ve sadece tavsiye olarak “sabır” verirler. Ne varki bu meselede
insanlara evlenme yolunu kolaylaştırmışlar, boşanmayı zorlaştırmışlar,
boşandıktan sonra evlenmeyi ise sanki yasaklamışlardır. Boşandıktan sonra
evlenme periyodu en düşük seviyede olan evlenmelerdendir. Boşandıktan sonra
kadına/erkeğe kurulan tuzaklar (ahlakî, içtimâî, nafaka) öyle hileli bir tarzda
gelişir ki kadın cazibe merkezi olmaktan/erkekte köle olup meta çıkmazında ucuz
işçiler sınıfına dönüştürülmüştür.
Hiç dikkat ettiniz mi, vakıfsal faaliyetlerde , siyasî partilerin
propogandistleri aktivistlerinde, kısa evlilik dönemi geçirmiş
kadınlar/erkekler kullanılmaktadır. Çünkü bu sınıf üzerinde kurulan
baskı onları bu tür fedakâr olma sınıfına çekmiştir. Bu kişilerin özgürlüğü
toplum içinde değil, kişiselleşmiş özgürlük ile karıştırılarak ezilenler
kategorisinde olmayı getirmiştir.
Bütün bahsettiğimiz sorunların başından beri kadının cazibesidir ki, içinde
güzellik, yaratıcılık, kendi has bir narinlik… ile bir nurdur ki, cam fanus
içinde yaratılmıştır. Fakat erkeksi tabiat onu kıskanır, fanusu kırıp ve
söndürmeye çalışır. Bu durumu bilen Allah Teâlâ kadına, teşhir edici olmayan
örtüsü ile korunacağını bildirmiştir.
Cazibenin muhafazası örtülü olmaktır. Bu örtü ise sadece bir kumaş parçası
ile kalmaz, fiillerde, düşüncede de gereklidir ki, bu da eğitim ile olur. Ancak
bu eğitimde temel ilke hedef kariyer sahibi olmak değil, bir kadın için
bağışlanmış ilâhî vasıf olan yaratıcılığı ön planda tutmaktır. Yani anne olmaktır.
Yarının annelerini yetiştirirken erkekler kadar haklarını aramayı
öğretmeliyiz. Pratikte kadınların biyolojik hata yapma hakları yok
cinsindendir. Erkek ise bu konuda her zaman rahattır. O zaman kadını korumak
için haklarını gasbedenler/tecavüz edenlere karşı cezalar ağırlaştırılmalıdır.
Sonuçta yapılması gereken aile kurumlarını korumak, boşanmış fertlerin
evlilik yapmalarının önünü açacak yaptırımlar getirmek, belirli bir yaş
seviyesine gelmiş bekârların evlenememe nedenleri araştırılarak onların
evliliklerinin önünü açmaktır. [TV de yapılan uyduruk rencide eden programlarla
değil.]
Eğer aile kurumlarının desteklenmesi bırakılırsa sonuçta bekârlar topluluğu
hedefi belli olmayan yollara doğru çekilip gider/gidiyor. Mesela güneydoğuda
dağa çıkmaya başlayan, sonra terörist olan gençlerin kandırılmasında, ne
hususların kullanıldığını biliyorsunuzdur. Fakirlik, evlenememek, ağa zülmü,
kan davası.. Kaybedeceği bir şeyi kalmamış bu gençler özgürlük fedaisi gibi
aldatmalar ile dönülmez yollara çekilmiş bir uçuruma itilmişlerdir. Meşhur bir
gemi halkı hikâyesi vardır, üstekiler alttakiler. Alttakiler, üsttekilerden su
isterler, vermezler. Onlarda suyu bulmak için gemiyi delmeye başlayınca ne
oluyor… diye üsttekiler bağırırlar.. Sonuç geminin batmasıdır.
Kadın konusu ve cazibesi içine girilince dağılan ve sonucuna erişilemeyen
bir mevzi olarak hep kalacaktır. Çünkü kadında ilâhi bir koku her zaman vardır.
Ancak unutmayalım ki Allah Teâlâ onları örtülü halleri ile seviyor. Eğer bu
şekilde olmasaydı kendini perdeler arkasında gizlemezdi. Perdeler, örtüler
çirkinler için değil, güzeller içindir. Eğer güzelim diyen biriyseniz örtüler
arkasında karizmatik olmak ile hayal âlemine hükmedebilir, aranılan birisi
olursunuz. Unutmayalım ki, insan kavuştuğu her şeyden çabucak usanan biridir.
Usanmak insanın öncül duygularındandır.
Doğrusu da budur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“ŞABAN” İSMİNİN GİZLEDİĞİ SIR
Evlat Sahibi Olmak İsteyenler Muhakkak Okusun
Genel bir malumat yazıldıktan sonra Şaban isminin sırrını aşağıda
açıklanmıştır.
ŞABAN: Arabî aylarından sekizinci ayın adıdır. Arabî ayları aya göre
hesaplanıp adlandırıldıktan için «Kamerî» de denilen Arabî ayların ilki
Muharrem, sonuncusu da Zilhiccedir. Araplar arasında eski adı «Azil» di.
[Azil: Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.] [Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ismi değiştirerek kaderini de değiştirmiştir.]
«Kamus» da izahı şeyledir: «Bir mâruf ayın ismidir ki Recep ile Ramamazan
beynindedir. Arap bu ayda su talebi, yahut nehb-ü-garet (soygunculuk ve
yağmacılık) için müteşa'ib ve müteferrik (dağılma, ayrılma) olmalarıyle Şaban
tesmiye eylediler.»
Araplar Şâban’a (Şehrullah-ı muazzem) dedikleri
gibi (Şehr-ül-kerâme) ve (Şehr-ül kasir) de
derler. Böyle demelerinin sebebi bu ayda bostanlara çıkıp beraberlerinde götürdükleri
yemek ve öteberi şeyler pişinciye kadar gezüp eğlenmeyi âdet
edindiklerindendir.
Medine’liler onbeşinci gecesine (Leyle-tül- Helva) «Helva gecesi» derler. O
gece evlerinde hallerine göre tatlılar pişirip yerler ve yedirirler. Bizde de
eskiden hemen her kandil gecesi bir leyle-tül- helva idi. Fakir, zengin böyle
gecelerde helva pişirmek, akrabaya, konuya komşuya dağıtmak âdetti.
Şaban ayı, Muharrem, Recep, Ramazan, Şevval ve Zilhicce aylarında olduğu
gibi bazı mübarek geceler bulunduğu için müslümanlar arasında, geri kalan yedi
aydan faziletli sayılır. Bu faziletlerin birincisi «Şuhur-ı Selâse» denilen «Üç
Aylar» ın İkincisi olmasıdır. Üç Ayların birincisi Recep, Üçüncüsü
de Ramazan’ dır. Müslümanlar bu aylarda ötekilerden fazla ibadet ve taatta
bulunurlar.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz, Şaban ayına da çok değer
verir ve "Ya Rabbî, Receb ve Şabanı bizler için mübarek kıl ve bizi
Ramazana eriştir" diye dua ederdi.
Hz. Âişe radiyallâhü anha validemiz buyuruyor ki:
(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, hiçbir ayda, Şaban ayından daha
çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari]
Şaban ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki:
(Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfil olurlar. Bu ayda
ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçluyken arz
edilmesini isterim.) [Nesai]
Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Ramazandan sonra en faziletli oruç, Şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizi]
(Şaban’da üç gün oruç tutana, Hakk teâlâ Cennette bir yer hazırlar.) [Ey oğul ilmihali]
(Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat
gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asakir]
Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 Şabanın bittiği
günün gecesidir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allah
Teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk
vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin
vereyim” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
«Leyle-i Berat» (Berat Gecesi) denilen mübarek gecenin bu ayın onbeşinci
gecesi olmasıdır. Berat gecesinin mübarek oluşu o gece meleklerin
inmesi, duaların kabulü, kazayanın faslı, nimetlerin, duaların geri
çevrilmediği beş geceden biri olması o geceye ve bu aya ayrı bir kıymet
verdirmiştir.
«Fezail-i şuhur» adlı eserde (müellifi Eyüp Bin Abdullah, Mısır’da Bulak
Matbaası, 1300, s. 19) Şaban’ın fazileti hakkında şunlar yazılıdır.
«Şaban’da oruç tutun. Ramazan için kendinizi alıştırın. Herkim Şaban’da üç
gün oruç tutsa ve iftar vaktinde üç kerre selâvat getirse günahı affolur.
Şaban’ın onbeşine rastlayan Berat gecesinde dua müstecaptır (Kabul olunur).
Rahmet kapıları açılır. Bu geceyi kıyamla (namazla) ve gününü siyamla
(Oruçla) ihya edin ve çok istiğfar edin tâ ki mağfirete nail olasınız.
Zira o gece Hakk Teâlâ gün batandan fecre (sabaha) kadar ibadet edenlere
rahmet nazariyle tecelli buyurur.»
Şaban; aynı zamanda bazı mühim İslâmî hadiselerin vuku bulduğu aydır. Mekkede bulunduğu sırada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin önceleri Ka’be’ye, sonra da Beyt’ül Makdis’e yani
Kudüse doğru namaz kılması emredilmişti.
Peygamberimizin Medineye hicretinden önce Ensarında namazlarını iki yıl
kadar Beyt’ül Makdis’e yönelerek kıldıkları rivayet edilir.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’de bulunduğu sırada namaz
kılarken Beyt’ül Makdise doğru yönelir, Ka’be de kendisinin önünde bulunurdu.
Hâlbuki kendileri Ka’be tarafına yönelerek namaz kılmayı arzular dururdu.
Peygamberimizin Medine’ye hicretinin on sekizinci (18.) ayına rastlayan
Şaban ayının ortasındaki bir Pazartesi günü zaman zaman; gittikleri “Ben-i
Selime” mescidinde kıldıkları bir öğle namazının ikinci rek’atinde;
(Bakara Suresi 2/144 ayeti) fevelli vecheke şatrel mescidil haram
artık/hemen/haydi evele/çevir senin vechini/yüzünü mescidil haram şatre/ bir
şeyin yarısı, taraf, yönüne “Yüzünüzü Mescid-il Haram tarafına dondur” Ayet-
i kerimesi nazil olunca hep birlikte yüzlerini Kudüs’ten Mekke’ye döndürmüşler,
namazlarım böylece tamamlamışlardır.
Bu mescidin ismi de “Kıbleteyn” “iki kıbleli mescid” olmuştur. Ziyaret edenler
bilirler.
Başka bir âyetle de Ramazan Orucu farz
kılınmıştır.
Osmanlı döneminde « Sürre » nın bu ayda yola çıkarılması ve bunun için alay
yapılması da Şaban ayı için bir fazilet teşkil ederdi.
İkinci Abdulhamit Han’nın doğumu Şaban’ın onyedısine rastladığı için onun
saltanatı zamanında cülusu olan Ağustos’un ondokuzu günü gibi bu gece de tes’it
edilirdi.
Şaban ayı vesikalarda (Ş- ش) rümuziyle gösterilir, 12 Şaban
958 yerine 12 ش 958
yazılırdı.
Şaban (Ede.) Şaban, Divan edebiyatında âşık mânasına kullanılırdı.
Sana ben Türkçesi Şabanım ey dost
Lâ
ŞABANÎYYE-I HALVETİYYE: Halvetîyye tarikatı aslî şubelerinden birinin
adıdır. Kurucususu Şeyh Şaban-ı Veli kaddesellâhü sırrahu’l azîze nisbetle bu
âdı almıştır. Şan ve irfanı hakkında:
Sarıl gel, damen-i ihsanına sen Şeyh
Şâbanın
Harabiden geçüp ma'mur-n âbâd olmak istersen
gibi sözler söylenmiş, büyüklüğü irfan alemince de tebcil edilmiş olan
Şabann-ı Veli Kastamonu’ya bağlı kaza merkezi Taşköprü kalabasında doğmuştur.
Kendisinin kurduğu şubenin kolları bulunduğu iyin «Hazet-i Pîr» unvaniyle
anılan Şeyh Şaban-( Veli memleketinde, bir müddet de Kastamonu'da okuduktan
sonra İstanbul’a gelmiş, medrese tahsilini tamamlamaya koyulmuştur. O sırada
cezbeye tutularak hücreye kapandı. Kimse ile görüşmez oldu. Nihayet memleketine
dönmek iyin mânevi bir emir telâkki etti. Bolu’ya varınca orada halkı iryat ile
uğrayan Halvetiyye tarikatının Cemaliyye Şubesi halifelerinden (Hayreddin-i
Tokadî kaddesellâhü sırrahu’l azîz) e giderek halini bildirdi. Ondan el aldı.
Zikr, mücabede, fikir ve murakabe ile orada oniki sene kaldi. Sihhatinin
iyileştiğini, maneviyatının yükseldiğini gören Şeyhi kendisini irşada memur
etti. (Kastamonu) ya gitmesine izin verdi. Hüsam Halife mescidinde bir müddet
oturdu. Mücabede ve murakabe ile iştigal eyledi. Lisanı zikirle, kalbi fikirle
meşguldü Mânevi fakır gibi sâri fakır da kendisinde galipti. Nihayet (Yahya-yı
Şirvanî) hulefasından Hisar arkasındaki Halvetiyye Şeyhlerinden Seyyid Sünneti
Efendi’nin yaptırdığı dergâha giderek orada erbain yıkardı. (Tekke’nin Şeyhliği
münhal olunca o vazifeyi üzerine aldı. Burada tarikatını neşrederek bir yok
urefa ve hulefa yetiştirmiştir. Ölümü: Hicrî 976, Milâdî 1568-1569 da, Mezarı
da o dergâhtadır.
Tarikatı silsilesi şöyledir: Şeyh Hayrettin-i Tokadî, Çelebi Halife Mehmet
Celâleddin, Pir Mehmet Erzincan!, Seyyid Yahya-yı Şirvâni Bu silsileye göre
Nakşibendiyye ve Halvetiyye tarikatlarını cemetmişti.
Tarikatı halifelerinin büyükleri ve hassaten (Mustafa-ul-Bekri) vasıtasıyla
(Fas) a ve Hicaz'a kadar yayılmıştır.
Halifesinin halifesi Ömer Fuadî tarafından toplanıp yazılan menakıpnâmesi
Mehmet Sait Efendi tarafından 1293 (1876) senesinde Kastamonu Matbaasında
basılmıştır.
Şubeleri şunlardır: Karebaşiyye, Nasuhiyye, Çerkeşiyye, Bekriyye.
ŞABAN İSMİNİN SIRRI
Asıl konumuza gelmeden önce Şaban ile alakalı hususlar, işaretler ve
bilgilerle, beyan kıldık. Yani “Şaban” beşeri hadiselerin ve insanın dönüm
noktasının başında veya sonunda bulunmaktadır.
Bizim ise beyânımız büyüklerin işareti ile dercolan bilgiyi ehli aşikâr
kılmaktır.
Eğer bir kişi
[eşi ve kendisi kısır olmadığı halde çocuk sahibi olamıyor;
hanımı gebe kalıyor, fakat düşük yapıyor;
tıbbî destek aldığı halde çocuk sahibi olamıyor;
rızık darlığı yaşıyor, bir türlü çözüme kavuşmuyor;
iş kurmuş işleri bozuk gidiyor; evlenemiyor]
ise, yani sosyal hayatında bir darlık içinde kıvranıyorsa Allah Teâlâ’ya
Berat gecesine ulaşana kadar dua eder. Ve bu gece de “Allah Teâlâ’ya şu vaatte
bulunur; Adağı ise
“Ey Allah Teâlâ muradımın husulü için yardım dileniyorum. Eğer ki muradım
olmadan/olduktan sonra bir çocuğumun/neslimden gelecek evlatlardan birinin
ismini Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ayı olan “Şaban-ı Şerif”in ismi
ile uygun olarak ŞABAN vereceğime ahd ederim.”
Eğer bu kişi bu ismi koyacağına kalbiyle ruhuyla söz verirse, sosyal
durumuyla alakalı bütün ahvali Anadolu’nun evtâdı erbaasından olan (Dört Kutup)
Şeyh Şaban-ı Veli Efendimizinde himmetini zahiren ve batınen
hissedârı olacaktır.
Binaenaleyh “Şaban” isminin kıymetten düşürüldüğü günümüzde bu himmet
kapısı açılmıştır. Bu kıymetli zamanların değeri bilip “vakti rehin olan
himmete mazhar olmak gerekir”. Gün itibarıyla 2016 /1437 yılının Şabanı dokuz
küsür ay kalmıştır. Bu zaman zarfında kalbinizi yoklayıp Allah Teâlâ’ya verilen
sözlerin adakların içerisinde evladına “Şaban” ismini
vereceğine niyetlenenlerden ümit edilir ki, muratlarına kavuşacaktır.
Bu söylenenler hakkında şahsî tecrübe edilen hususlar olmuştur. Bizim en
değerli bulduğumuz ve isabet eden hususun “Şaban İsm-i Şerifine” duyulan
hürmetin karşılığının acilen ve tevafuken zuhur etmesidir.
Ehlinden ehline emanet olunmuş sırdır.
Bizim delilimiz Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemdir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
(Not: Siz niyetinize sadık kalırsınız,
ancak doğacak çocuk bu isme ne kadar bağlı ve ve baskıyı kaldırır… Orayı
düşününce insan doğruyu yaşamanın zorluğunu içinde hissedecektir.)
GÜNÜMÜZDEKİ GÜZELLİK VE AŞK DİNİNİN ARKA YÜZÜ
“Ahir zaman alâmeti, bizden sonra her köşede bir şeyh çıkacak”
“Onların gittiği yola şeytan dahi gitmeyecek”
Gavsü’l ’â’zam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi
Yeni tip dinler.
“Allah her şeyde”
“Allah Teâlâ’yı sevmede neyi seversen
sev ”de karar edenler.
“Kul olmada”
“Elçisini sevme neyi seversen sev”
diyenler.
Yanında
“Sev, seviş,”
“Aşık oldun mu”
“Aşk var mı”
…
Kendini de sevebilirsin;
Tanrı gibi.
Bu hepsinden kolay,
Tapan tapılan bir.
Hesap alan, hesap veren..
Bir.
…
Hayvan sevmek mi?
Bu daha güzel.
Hayvan sevgisi….
Tanrılığı yaşamak gibi,
İçinde hissedersin.
İnanmıyorsan
Hayvanseverlere sor..
Kendilerini tanrı gibi hissederler.
….
Dinsizde olabilirsin
Özgürlüğün tam kendisi.
özgürlüğüne
sınır bile koymazsın.
Dinin kurucusu/koruyucusu
Kendisi
…
Günah …
Üzülmene gerek kalmadı.
Bir hastalık tipi uydur.
Yetişir sana hemen psikoloji..
Freud’un çömezleri senin için bir kuram
bulurlar,
günahın yoktur, olağan durum vardır.
…
İşi biraz daha ilerlet
Eline-diline aşk’ı ve türevlerini al.
İçine sığmaz, dışarıda bir kavramın da
kalmaz.
Tanrı bile içinde eriyip gider.
…
Çıktığın yol “Yeni Din”
Uçuşan ziyalar
seni artık bulmaya başladılar
Birde arkadaşın nurlu zatın olur.
Ah o nurlu zâtlar.
Çarparlar,
Onlar seni sıfırla çarparlar.
Yeni dinin kurucusu nurlu ziyalı zatlar.
Çirkinlerden kaçıp durdun,
Seni avlayan ise nurlu zatlar
Yıllardır çirkin tanırdın
Onlar aslında İblisânlar.
Şimdi kendine sorup duruyorsun.
Biz bu şeytanı çirkin bilirdik
Bunlar çok güzel …
İblis diyorsun.
O neme nem bir şey
Yok yok, güzellik ile ne ilgisi olabilir.
…
Dermiş ki, İblis
Ben yıllardır kendimi çirkinliğin
arkasında
Sakladım, şimdi de
Öyle bilsinler.
Onlar güzel olduğumu bilselerdi
Tuzaklarıma nasıl kanarlardı.
İnsan bu, çirkini sevemez.
Güzelin meftunu.
…
Ben niçin çirkinliği kendime yakın tutayım
ki,
Tanrım bile çirkinliği kabul etmiyor.
Ben çirkin değilim
Nurlu bir ziyayım,
Nicelerini bu ziyamda erittim.
Yoksa benimle arkadaş olurlar mıydı?
Evet, bana taptılar.
Her yeni dinin kurucusuyum,
Güzeller vurgunuyum
Güzeller varken çirkini ne yapayım.
Hiç duydunuz mu çirkine ağıt yakan,
Ama güzelin için ağlayanı çok olur.
…
İnsanlar “Güzel” diyorlar…
Ama hangi güzele.
Sanırsınız ki, “güzelim güzelim”,
diyenlere
içiniz yanar
Ağlayanlarla ağlarsınız,
üzülürsünüz.
Ağladığınız güzellerin nüktesinde
İblis için dökülen ağıtlar dolu
unuttunuz..
…
Doğru bu da olsa
duyduğunuzda artık içiniz burkulmaz.
İnanamazsınız.
Çünkü İblisi hep çirkinliğin arkasında
Düşündünüz durdunuz…
Fakat o güzelliğin kendisi
çirkin de değil.
….
Yine unuturuz.
İblis Allah Teâlâ’ya olan aşkından
vazgeçmemiş...
İblis nasıl çirkin olabilir ki, yıllarca
meleklere reislik etmiş.
Melekler çirkin değiller ki.
Bir çirkinin arkasında yıllarını
verebilirler miydi?
…
İblis’i günahları çirkinleştirdi
Şeytan oldu dediler.
Günahlar insanı çirkinleştirmiyor,
Neden iblisi çirkinleştirsin ki.
…
Güzel meftunuyum
Diyenlerin güzeli ne idi?
Dünya karanlık
Karanlığın içinde çirkin yok ki, güzelllik
olsun.
Hepsi nurlu ziyanın aksine bağlı olan
görüntüler.
O zaman çirkinlik ve güzellik
bir mi?
…
Bunların içinden çıkış nedir?
…
Kulluk.
İblisin şeytan olması
güzellik yüzünden değil
kulluk kısmından gelmiştir.
Secde et denildi,
Kazancın yaptığın ettiğin ile bilinir,
Kulluğun isteniyor.
“Olmaz benim aşkım var
çok yüce bir aşk”
“Çıkmaza düşen aşk
güzellikle idi”
Güzellik balçığa kulluk
edebilir mi?
….
Nurlu ziya aşk’ıyla isyan etti.
Kara balçık ekşi ekşi kokarken
Nurlu ziya secde edebilir mi?
Nurları kıvılcımlar ata ata alâimi semâ
oldu.
…
Aşkın belâlı yolu ziyalı nur la
Çirkinlikle değil, şeytanî
…
Nasihat eden dedi ki,
aldatan değil, aldanmanla hatalısın.
Çirkini görünce için burkulur kaçınırdın.
Neden güzele aşık oldun.
Güzeli içine çeken tuzak olduğunu neden
unuttun.
…
Sonradan anlasan da
ya boğulmuş ya da kovulmuştun.
….
Kaos,
Çirkinliği emniyetli bul.
Güzelle çirkin yanyana duramaz ki.
çirkinliğin içindeki
güzelliği bul..
Çok zor.
olur.
….
“ Allah güzeldir güzeli sever”
Ne demek?
Bu güzellik, bizim anladığımız gibi mi?
-Tanrısaldır
bunu bilmekte gerekli değil…
Bu güzellik yaratıcın yaratış güzelliğidir
ki çok farklı bir şey.
Ayrıca güzel olmak başka tatlı olmak
başka.
…
Güzelin tehlikesi çok;
çirkinin ise hiç yok.
Çirkinin güzelliğinde ..
bulursan o güzelliği
güzelliğin aslıda yolunu bulacak..
O zaman
Güzellik nefsin hoşuna giden mi
Kör kuyunun içinde mi?
Bileceksin
…
Ey Güzel ve aşk diniyle çarpılanlar…
Güzelliğe denecek bir sözümüz yoksa da.
Fakat peygamberiniz İblis
…
Ağır oldu.
…
Kulluk
Benim peygamberimin dini
Geceleri sabaha kadar kulluk ederdi.
…
Ey aşk ehli
eskilerin dediği ışk ehli olsanız da,
Nurlu ziyânın peşinden ayrılma zamanınız
gelmedi mi?
Not: Günümüzde Allah Teâlâ katında tek geçerli zikir “Lâ ilâhe illa’llâh
Muhammedü’r rasülüllâh” kaldı. Bunun dışındakiler, içindekiler için değildir.
Her ne kadar içindeyiz deseler de.
İhramcızâde İsmail Hakkı
PSİKOTERAPİDE BOŞ ZAMANLARINI DEĞERLENDİRMEK KONUSU "TAKI"
Psikoterapilerde kullanılan yöntemlerden birisi olarak, boş vakitleri nasıl
değerlendirmek gerektiğini öğretmek ile başlar. Biliyoruz ki, boş zaman bütün
ruhî arazların başlangıç sebeplerinde bulunuyor.
Eğer insan el faaliyetlerini kullanmaya başlarsa, beyinsel aktivitesinde
bir düzenlenmenin sağlandığı tespit edilmiştir. Eli/bedeni/ çalışan
insanın nefsi ve duyguları sakinleşir, bu şekilde huzur duymaya başlar.
Bu meyanda, yalnızlık veya boş vakit sendromu çeken kişilerin küçük bir
masa başında, bir tepsi kadar alan içerisinde küçük aletlerle başarabileceği
takı süslemeciliği, iç dünyasına huzur verebileceği gibi parasal yönden de
getirisi olacak kadar güzel bir uğraşı olabilmektedir.
Bir müzik eşliğinde kendi iç dünyanızı dışa aksettireceğiniz örnekler
çıkara çıkara bu işi ileri seviyelere ulaşabilmeniz için r aşağıda örnekle
sunulmuştur.
Bu yazı neden yazıldı; Bazıları diyorlar ki içimde konuşmalar duyuyorum,
“Deliriyor muyum?”
Cevabı nefsiniz veya ruhunuz monotonluktan bıkmış kendini aşmak
istiyor. Siz ise ona yardımcı olmuyorsunuz demektir.
Küçük yardımlar büyük isyanları önler.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TÜRK MİLLETİNE YETİŞİR MİSİN "YÂ FAKİH AHMED!"
İstanbul’un Fethinde yardım ettiğin gibi Türk Milletine Yine
Yetişir misin!
Fitnenin kabardığı zamanımızda bizi parçalamak isteyenlere
karşı yardımlarını bekliyoruz.
İnanıyoruz ki yardımın gelecek ve bu darlıktan ve sıkıntıdan
kurtulacağız.
İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan
Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru
hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine
Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr
âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan
Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler,
İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir gâye kabûl
edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan
Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk
ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını
kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan
hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya
başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamlarını
ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun
Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara
karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü
vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini
şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine
kalpten inanıyordu.
Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren
gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu.
Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha
gelen bâzı devlet adamları;
"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün
hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi
kalmadı." dediler.
Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı
Akşemseddîn'e göndererek;
"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var
mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine
doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."
Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar
Akşemseddîn'e gönderip;
"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını
eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;
"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde,
inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin
içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi.
Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir.
Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte
kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.
Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni
müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha
tavsiyelerde bulunuyordu.
Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan
Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ
istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;
"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak
Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn
hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice
kapattırdı.
Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler,
erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı.
Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber
gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı
iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı.
Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik
açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde
secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi
parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak
içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allah
Teâlâ’ya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han,
hocası Akşemseddîn'in Allah Teâlâ’ya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek
hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm
askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu
gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un
fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.
Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile
ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun
hareket edilmesini bildirdi.
İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise
şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem
bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden
ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih
geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri
gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev,
Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu.
Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için,
herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı.
Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;
"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;
Sultan Mehmed de;
"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır.
Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç
gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra,
Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O
zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi
denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı
câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir
anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir
zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere
bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;
"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman
Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir."
buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf
etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet
ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına
iki çatal ablak sorguç takıp;
"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî
sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.
Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl
bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;
"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini
çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara
girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine
çıkmış oturur hâlde gördüm."
Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun
başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet
taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;
"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim?
Allah Teâlâ’yı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek,
sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;
"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allah Teâlâ’nın
yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet
ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği
kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek
böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.
· Eflâkî'nin "Menâkıbü'l- ârifîn" adlı eserinde ve Hacı Bektaş
Velî Menâkıb-nâmelerinde (Fakıyh Ahmed) O'nun isminden övgüyle bahsedilmiştir.
· Ahmed Fakîh'in isminin zikredildiği diğer önemli eserler arasında:
* Seyyîd-i Hârun-ı Velî'nin Menâkıb-nâmesi
* Kirdeci Ali'nin "Kesikbaş Destânı" adlı eseri ve bir de
* Şeyh Evhâüddin Kirmânî'nin Menâkıb-nâmesi'ni saymak mümkündür.
Ali İhsan Yurt Hocamızın hazırladığı kapsamlı AKŞEMSEDDIN isimli eserinde
bu konuya birçok kere değinmiştir. Mesela:
Fâtih Mehmed Hana şeyhi Akşemseddîn'in bu uyanlarım han o an kabul ile
itirâz etmediği hâlde kale açıldıktan sonra belki de fethin kendisine müyesser
olmasında büyük himmeti olan kişinin Âkşemseddîn'den başka kim olabileceğini
öğrenmek için “kal'a fetih olundukdan sonra sultân Mehemmed
şeyhe suâl eyledi ki
“ fakîh Ahmed kimdür ki tazarru' ve niyâz eyledim Allâhu ta'âlâya tazarru'
itmiş olsam evlâ degülmiydi” didi şeyh cevâb virdi ki
“ol hînde fakîh Ahmed kutub sâhib-i tasarruf idi didi” dediğini ve
şeyhin de ona görüldüğü gibi cevâp verdiğini ENÎSÎ'den öğrenmekteyiz. Bu
Fâtih'in öğrenmek hususundaki çabasını göstermektedir. Akşemseddîn'in de utanca
ve övünce düşmemek için takındığı pek bilgecene tavrı göstermektedir.
Sh: 97- Ali İhsan YURT, AKŞEMSEDDIN [ 1 3 9 0 - 1 4 5 9 ]- Hayatı –
Eserleri, Düzeltme ve eklemelerle yayma sunan Dr. Mustafa S. KAÇALİN, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994, İstanbul
İlm-i ledün ihtiva eden eserlerde, genelde içinden çıkılmaz meselelerde
meczubîn kutupların tasarruflarının çok kuvvetli olması bahs olunur. Bu nedenle
“Fakîh Ahmed”in, Akşemseddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinden başkası
olması daha doğrudur. Yorum yapanların kaçırdığı nokta zamanın kutbunu tanımak
o seviyeye yakınlığa işarettir. Mesela; Emir Sultan kaddesellâhü sırrahu’l
azizin, zamanın kutbu Somuncubaba hazretlerini tanıması gibi. Halkın içinde
bulunan ehl-i kemal fazla icraatte bulunması mümkün değildir. Çünkü beşeren bir
yakınlığı vardır. Tasarruf ehli genellikle gizli ricâlde bulunur. Bunun yine en
güzel misali Hızır ve Musa aleyhisselâm arasındaki durum gibi. Çünkü Hızır
aleyhisselâmın öldürdüğü çocuğu Musa aleyhisselâm hiçbir şekilde işleyemezdi.
Velevki makam olarak Hızır’dan üstün olsa da.
Fakih Ahmed’in Hızır aleyhisselâm gibi ruhâniyundan olup beşeriyete
temessül eden velide olabilir. Bu velilerin tasarrufları Hakk katında beşeri
sorumluluklarıda bulunmaz. Çünkü bizatihi Allah Teâlâ’dan emir alan
ricallerdendir.
Aşağıda Ahmed Fakih ile benzeşen diğer bilgiler içeren pdf ler bırakacağız.
Bu meyanda Fakih Ahmed’in insanların kabullenmediği/bilmediği vasıflara haiz
kişi bir veli oluşuna işaret sayılabilir. Şeyh Şerafeddin Bingöl kaddesellâhü
sırrahu’l azîz hazretlerinin Kurtuluş savaşında Gazi Mustafa Kemal’e yardım
edişi. Yine bu meyanda Göynük ve Güneyköy gibi yerler kendine ait sırları olan
yerler oluşu da bir işarettir. Misalleri artırabiliriz.
Bu yorumdan sonra yine hakikati Akşemseddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz
bilir deriz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
SAHTE ŞEYHLERİN KURBANLARI OLAN İNSANLAR
“Bir yer bozuksa/kaynıyorsa, oranın şeyhi şeytan ile arkadaşlık eder” derler. Bu yazı aldatılıp yanlış
yöne yönelmiş/yönlendirilmiş garip/saf/biçare insanların hakkını bir gün Allah
Teâlâ soracaktır, beyanı üzere hazırlanmıştır.
Şemseddin Muhammed Tebrizî kaddesellâhü sırrahu’l azîz efendimiz buyurdu ki
“Bu şeyhlerin birçoğu Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) dininin yol
kesicileridir.
Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar.
Ama Allah’ın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri
temizlemeye kâdirdirler.” [i]
“Gerçek bir âşığın eski pabuçlarının tozunu, bu zamane şeyhlerinin ve
âşıklarının başına değişmem.
Gölge oyuncuları gibi perde arkasında hayaller gösterenler, o
sahtecilerden daha iyidir.
Çünkü onların hepsi hokkabazlık yaptıklarını söylerler; oyunlarının bir
yalan olduğunu gizlemezler.
Bu işi ekmeklerini kazanmak için yaptıklarını açıkça söylerler.
Bu yönden bu hokkabazlar, o şeyhlerden üstündürler.” [ii]
Hz. Mevlânâ Celâleddin Rumî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimiz ise bu
konuda buyurdu ki;
“Etrafta insan suratlı birçok İblis var. O hâlde her ele el vermek ve
bağlanmak doğru değildir.”
(Mesnevî, I, b. 316)
“Kendine gel, ceylan, aslandan nasıl
kaçarsa böyle kişilerden öyle kaç!
Ey bilgili yiğit, sakın onun yanına
gitme!”
(Mesnevî, III, b. 2569)
“Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, ‘Kardeş, gel, yol istiyorsan işte
buracıkta’ diye davet ederler.
‘Sana yol göstereyim, senin mülayim yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana
kılavuzum’ der.
Fakat o ne kılavuzdur, ne de yol bilir.
Ey Yusuf, o kurt huylunun yanına az git!”
(Mesnevî, III, b. 216-8)
Gavs-ül âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Kaddesellâhü Sırrahu’l
Azîz Efendim de buyurdu ki;
“Gardaşlarım!
Bakıyoruz, bazı kimseler kendiliğinden şeyhlik ediyorlar. Tevbekâr olmadan
ölen, fahişe kadınlar ellerinde bıçaklar ile kendilerini doğrayacaklar.
Kendiliğinden şeyhlik edenlerin hali, mahşer yerinde onlardan beter
olacak. “
Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa
uğradır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asan imiş
Niyazi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz
Kutbü’l-aktâb Hâce Ahmed Yesevî ve
Tabakât Meşâyıhı (tabakâtu’s-sûfiyye adlı eserdeki ilk dönem sûfîleri)
kaddesellâhü sırrahumul azîzân şöyle demişlerdir.
“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek
ki; şeytan aleyhi’l-lâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini
yapacaklar.
Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar.
Müridlerine yol gösterip onları maksada
ulaştıramayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi
olacaklar ve içleri (bâtınları) harâb olacak.
Küfür ile îmânı farklı görmeyecekler, âlimleri
sevmeyecek ve onlara iltifât etmeyecekler.
Ehl-i sünnet ve cemâati düşman görüp ehl-i bid’at ve
dalâleti sevecekler.
Kötülüklerini öne çıkarıp hak teâlâ’dan iyilik umacak
ve şeyhlik iddiâsında bulunacaklar.
Ama şeyhlik işini de kötü yapıp müridlerin kapısında
(veya istekleri doğrultusunda) yürüyecekler.
Bu haldeki kişi, müride şeyhlik yapmamalı ve ondan
bir şey almamalıdır. (ama) mürid bir şey vermezse, o zorla alacak.
Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan kişiye ve yoksula
vermeyip kendine ve âilesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi olur.
Eğer o taraftan alıp yese ve kıyâfet giyse, o giysi
üzerinde (omuzunda) olduğu sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah teâlâ
dergâhında makbul olmaz ve yediği her lokma için cehennem’de üç bin yıl azap
görür.”[iii]
Doğrusu da budur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
SÜLEYMAN MÜLKÜNÜ NE ZAMAN KAYBEDER/KAYBETTİ?
İmâm-ül Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b.
Ârab-î, et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin Kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz SIRR-I MEKTÛM-U MAHTÛM (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar) isimli
eserinde buyurdu ki ;
Allah Teâlâ’m bizi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve âli ashabı ile
beraber haşr eyle.
Bu âlemle telfik Refik-i Âladan ayrılmaksızın çekildiğimde, yolda dünyevî
olayların hepsi bana ulaştı. Bu sebeple Hakk’ın vücuduna delil olan ayrılık ve
aynîlik olaylarından gördüklerimi tanıdığım gibi kâinatın ulvî ve süflîsine
dair bulduklarımı tamamen bildim. Ben şu dakika zamanımızdan ölüm zamanına
âlem-i şehadete dönüşümde mülkü cismaniyetten ayrılışım karışıklığına kadar
birlik sıfatındaydım.
İşte bu akide-i safiyeden Süleyman aleyhisselâmın Hüdhûd-u emin kuşu
doğrulukla haberi getirmiş ve bu haberi üç nurla ve sırlar perdesi ile zıddiyet
meydana getirmiştir. İşte bu zıddiyet oluşturan bu sırlar perdesi ufkundan bana
ilk selamı veren ve bazı yaratılışları gösteren kevkeb bir kuldur ki, ayın
hidayet ışığının halesinden doğmuştur. Buna üç nurdan her biri hakikatini
vermiş yol usulünü öğretmiştir.
Bundan sonra bunlara karanlık kaplamış kalbi nurlandıran ve siyah noktaları
yok eden arkasından büyük güneş doğmuştur. Bu misal tecellisi ve uzayan bir
nurdur. Sonra bana selam vermiş eceli müsemmada kaybolmuştur. Eceli müsemmaya
yaklaşıp gelince hidayet nuruyla batıdan doğmuştur. İşte bu güneşin batışıyla
parlayış kaybolur. Akide parlayış, kaybolmak ve avlanmaktan kurtulur. Hileli
düzenler kalkar. Fakat erbab-ı basirete göre bu güneşin batışı iki kısımdır.
Eğer bu bu batışı kalbi yapabilirse gayb âleminde hidayet nuru
üzeredir. فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ
“Rabbinden bir nûr üzere bulunmaktadır.” (Zümer, 22) Sırrına
kavuşmuştur. Onun yaratılışı nur üstüne nur olarak gelmiştir.
Kaynak: http://ismailhakkialtuntas.com/2012/05/15/sirr-i-mektum-u-mahtum-uzeri-muhurlenmis-gizli-sirlar/
Atatürk Kütüphanesi-İstanbul/OE_Yz_001826 Tercüme: 03.12 2007
**
Sırlara vakıf olan Hüdhûd’un birçok meseli vardır. Bunlar halk arasında da
meşhur olmuştur. Söylenegelir. Ki bu durumlar tecrübeden başka bir hususta
değildir.
Hz. Süleyman aleyhisselâm ve Hüdhûd kuşu arasında geçen şöyle bir ibretli
hadise nakledilir:
Hz. Süleyman aleyhisselâm bir gün, Hüdhûd kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine
Hüdhûd kuşu, Hz. Süleyman’ı tehdit etti:
“–Senin saltanatını ve sarayını mahvederim!” dedi.
Hz. Süleyman aleyhisselâm gülerek:
“–Senin gücün ne ki, benim sarayımı mahvedesin!” dedi.
O küçük Hüdhûd kuşu şöyle cevap verdi:
“Ayak tırnaklarıma vakıf çamurunu alır, getirir ve Hz. Süleyman’ın
sarayının damına koyarım, Hz. Süleyman’ın sarayı YERLE YEKSAN OLUR.”
Binaenaleyh vakıf malı en büyük kul haklarının başında gelir…. bu meyanda
aşağıda acı bir gerçeği dile getirmek üzerimize borçtur. Bazıları derler ki
“Allah Teâlâ’dan istedim de vermedi.”
Bu kişilere cevap ise şudur:
“İstemeyi de yapmayı da bilmedin bâri yalan
söyleme”
İhramcızâde İsmail Hakkı
PLAYBOY ÇAĞINI BİTİRENLER; ŞİMDİ HANGİ ÇAĞI BAŞLATTILAR
Yazının oluşumuna neden olan aşağıdaki haber bizce çok
önemli bir hususu dile getiriyor. Yıllar yılı kadını kullanan batılı
entelektüel, kadını değersizleştirmeyi başardığını itiraf eder gibi, yeni bir
projenin içine girdiğini haber veriyor. Onların bir sonraki konuda öncelik
olarak hangi yöne yönelecekleri/ sömürecekleri ve kullanacakları hakkında
birçok fikir üretebilirsiniz. Görünen o ki, aile temelini oluşturan kadının
kutsal dünyası yıkılmış olduğu akabinde erkekliğin de dumura uğratıldığı açığa
çıkarılmıştır. Bunun neticesi eşcinsellik çağına adım atıldığını gösterir ki;
[yazıya bakabilirsiniz: ERKEKLER İNSANLIKTAN ÇIKINCA, KADINLAR DA HIZLA KADINLIKTAN
ÇIKTI ] yalnızlaştırılan cinsellik idolü [putu] insanoğlunu;
ferdiyetçi-mastürbasyon ahlakına yöneldiğini göstermektedir. Doğal seleksiyon
ile kontrol altına alınamayan insan nesli robotlaşma ve mankurtlaşma yolunda
hızla ilerlemektedir. Zaman itibarıyla ellili yıllarda kadının az bir işvesi,
erkekte şehvet fırtınaları koparırken şimdi ise dekoltesi artmış tayt türü
yapışık kıyafetiyle kadın cazibe merkezi olmaktan düşmüştür/düşürülmüştür.
[ucuz meta] Bu durum, içtimâi ahlaksızlığın/ahlaklı olmanın derecesini gösteren
bir husus olmayıp, kısırlaşmış döngüye giren gelecek neslin
yalnızlık/eşcincinselik/kendi kendime yetmeden/satanistleşmeden [şeytanın
karısı yoktur, çocuklarını kendini dölleyerek ederek çoğaltır] öteye
geçmeyecektir.
Orta yolu bulamayanlar, her zaman uçurum tehlikesi ile karşı
karşıyadır.
[i] Makâlât-ı
Şems-i Tebrizî: Konuşmalar (çev. M. Nuri Gencosman), İstanbul: Hürriyet
Yayınları, 1974.
s. 325. Yine benzer bir eleştirisinde döneminin şeyhlerini din vurguncuları
diye niteler. Bkz. Makâlât, s. 206.
[ii] Makâlât,
s. 57.
[iii] “Yeseviliğin İlk
Dönemine Ait Bir Risale:, Mir’âtü’l-Kulûb”, İlâm, C 2, s. 2, Temmuz-Aralık
1997, İst. 1998, s.41-85. Eserin orijinal metni bu makale içinde yer almaktadır
(s. 49-68).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar