Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 13

Bunlarada Bakarsınız



 


“DOĞRU”NUN YANLIŞ “ÂN”I

Baktığımız konum bizi haklı çıkarabilir. Bir konuda haklı olmak bizim doğru yerde olduğumuzu gösterir mi/ göstermez mi?

Unutmayalım ki,  kararlarımızı  “ân”a göre verebiliyoruz. Ancak “ânlar” zaman ve mekanla  değişime uğrayınca kararlar ve yargılar da değişiyor. Örnek: Gençken hoş görülenin yaşlılıkta hor oluşu gibi. Bu nedenle yargılarımızda dikkatli olmalıyız.

Hayatımızın uzun ince yolunda ki çizgimiz ve noktamız şu olabilir!

“İki yargıdan U dönüşü olabileceği tercih etmek.”

“Hata yapmamaktan kurtulamayız, ancak açık kapıları olan yapıda ve düşüncede bulunmak bir şekilde can simiti olabilir.”

Aşağıdaki yazıda feminist görüş sistemi içerisinde haklılığını savunabilir ve doğruda olabilir. Tabii ki kürtaj kadının hakkını savunmak doğrudur. Ancak hiçbir suçu ve iradesi olmayan doğacak çocuğun hakkı ile kadın arasındaki adalet çizgisinde durulacak nokta ne olabilir?

Kadınlar birçok alanda kendilerini savunabildiler. “Cenin”in hakkını savunmak “kim”e düşecektir?

Hayvanların hakkını savunan feminist kurum ve kuruluşlar kadınlar tarafından kurulurken savunmasız bir canlının hakkına kim sahip çıkmakta niçin yavaş/yavan kalıyorlar?

Bu nedenle düşüncelerimiz “Benden bize” “Bizden bene” de orta yolu bulmanın güçlüğünü aşmak için “rahmet” tarafında durmak hatalı ve eksikleri de olsa  tercih edilmelidir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


KÜRTAJ: CİNAYET DEĞİL HAK

“Kürtaj hakkı kadınların kendi yaşamlarını belirleme haklarına ve kazanmış oldukları özgürlük haklarına saygıdır.” Alice DELRE

Kürtaj lafı geçti mi şöyle bir irkilir insan. Sandalyesine iyice yerleşir, yutkunur. Etrafı iyice bir süzer acaba bir duyan var mıdır diye. Sözlerinin yanlış anlaşılmasından da korkar. Kürtaj kelimesi hani çok “utanılacak, tiksinilecek, kimsenin ağzına bile getirmek istemediği” bir kelime ya kimsenin olmadığı ortamlarda konuşulması gerekiyor belki de...

Kürtaj kadının kendi bedeni üzerinde tek söz sahibi olduğunu kanıtlayan insanlık hakkıdır. Kürtaj Yasası 1984’ten beri bu ülkede uygulanan bir yasa. Ama sadece kürtajın yasal olması onun utanılacak sakınılacak bir iş olmasının önüne geçemiyor bizim ülkemizde. Televizyonlarda yayınlanan dizilerde bile eğer bir kadın kürtaj olmuşsa ve özellikle bu kadın evli değilse binlerce şikâyet gelebiliyor dizinin Türk aile yapısına aykırı olduğu gerekçesiyle.

Kürtaj yasası hâlâ birçok ülkede yasak. Kürtajın “cinayet olması” sebebiyle kürtaj devletler tarafından yapılmıyor. Buralarda kürtaj olmak İsteyen kadınlar ya başka ülkelere gidiyorlar ya da sağlıksız koşullarda gizli kürtaj yaptırmak zorunda kalıyorlar. Türkiye’de 10 haftaya kadar kürtaj hakkı serbest. Ancak annenin hayatını tehlikeye soktuğu ya da çocuğun sakatlığı söz konusu olduğunda bu süre 24 haftaya kadar çıkabiliyor. Ancak her ne kadar kürtaj hakkı yasal olmasa da uygulamada bu hak engellenebiliyor.

Şöyle ki bazı devlet hastanelerine kürtaj yaptırmak için gittiğinizde sizden mutlaka evli olduğunuza dair bir belge ve eşinizin kürtajı onayladığına dair imza isteniyor. Eğer eşiniz bu kürtajı istemiyorsa kürtaj hakkınız elinizden alınıyor. Çünkü eğer kadın evliyse ve gebeliğini eşinden izinsiz sonlandırmışsa eşi hukuki olarak şikâyetçi olduğunda yasa hekimi cezalandırıyor. Dolayısıyla hekimler imajlarının sarsılmaması adına kürtajı devlet hastanelerinde yapmaya girişmiyorlar. Ancak aynı hekimlerin muayenelerinde dehşet paralara kürtajınızı rahatlıkla olabiliyorsunuz. Tabii paranız varsa.

18 yaşını tamamlamamış iseniz ailenizin onayı gerekiyor. Eğer 18 yaşınızı doldurmuş ve evli değilseniz yasada kürtaj yaptırabilirle hakkınız var deniliyor ama yine kadınların önüne birçok engel geliyor.

Mesela devlet hastanesine gittiniz ve ücretsiz kürtaj yaptırmak istiyorsunuz. Öncelikle sizi sorgulayan bakışlardan kurtulduktan sonra bebeğin babasının kim olduğu sorusu gündeme geliyor. Çünkü yine bu kişinin onayını almak istiyorlar. “Babasını bilmiyorum” dediğinizde ise size yönelik bakışların şeklinin nasıl olacağını tahmin edebilirsiniz bu ülkede.

Ya da tecavüze uğradınız ve hamile kaldınız. Peki, şimdi ne olacak? Tabii ki bizim “çok saygıdeğer devletimiz" buna da bir çözüm bulmuş. Tecavüz vakalarında 20 haftaya kadar kürtaj hakkı serbest. Ancak yine burada kocaman bir “AMA” karşılıyor sizi. Tecavüze uğradığınızı kanıtladığınız ve tecavüzcüden onay imzası aldığınız takdirde kürtaj yaptırabiliyorsunuz. Hala birçok ülkede tecavüz sonucu hamile kalmış kadınlara kürtaj yaptırmak yasak. Mesela İran. İran Parlamentosu kadınların hamileliklerinin dördüncü ayma kadar kürtaj yaptırabilmelerini kabul etti. Ancak yasa sadece annenin ya da fetüsün hayatı tehlikedeyse kürtaja izin veriyor. Tecavüz sonucu hamileliklerde kürtaj izni yok. Yine aynı şekilde bazı ülkelerde, örneğin Brezilya’da, kürtaj hukuken yasak. Hatta kürtaj yaptırmak tecavüz etmekten daha “ahlaksızca”. Tecavüz edenler beraat ediyor ama kürtaj yaptıran kadınlar cezalandırılıyor. Bununla da yetinmeyip dinden çıkartıyorlar.

Özellikle İslam çevreler, kürtajın yasalarla desteklenmesine rağmen kürtajın yapılmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü onlara göre “Allah’ın verdiği canı Allah alır” safsatasıyla kürtaj yaptırmanın dine aykırı olduğunu dayatarak kürtajı engellemeye çalışıyorlar. Çoğu İslamcı hekime kürtaj için gittiğinizde sizi ikna etmenin yollarını arıyor hatta sizin duygusal ikilemde kalmanızı sağlayarak ceninin kalp atışlarını dinletmeye çalışıyor. Ve hatta bebeğin sakat doğması riski olmasını durumunda bile kürtajın yapılmasının da dine aykırı olduğunu söylemektedirler. 2003’te AKP “Yaşama hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı temelinde özürlü doğma ihtimali gerekçesiyle kürtaja izin verilemez” maddesini yasa tasarısı şeklinde sundu. Devletin özürlülere yönelik hizmetinin yetersiz hatta olmadığının farkına varırsak bu özürlü doğacak çocukların bakımını kimin üstleneceği ise aşikar. Çünkü özürlü çocuklar için yapılan rehabilitasyon merkezlerinde bu çocukların tedavi görebilmeleri için bu ailelerin hatırı sayılır cinsten paraları olması gerekiyor.

Kadının gebeliğini sürdürüp sürdürmemesi embriyoya danışarak alacağı bir karar değil. Embriyo kadının bir uzantısıdır. Karar hakkı kadınındır. 1970’lerde feministlerin “İstediğimiz çocuklara, şayet istersek ve ne zaman istersek sahip olacağız.” sloganı bu talebe tanıklık etmektedir. Dolayısı ile ne kürtaj cinayettir, ne de kürtaj yaptırmak isteyenlerin karşılaştığı zorluklar kabul edilebilirdir. Kürtaj hakkı yukarıda da belirttiğim üzere, kadının kendi bedeninin tek hâkimi olduğu gerçeğinin en doğal sonucudur.

Cansu Eralan

Alıntı Kaynak: PROVOKATÖR- Mayıs 2010, Sayı 4


KADIN CAZİBESİNİN ÖRTÜLMESİ

Kadın ve cazibe….

Cazibe kudret eliyle kadına ihsan edilmiş olsa da, ona sahiplenmek ve yanında iftihar etmek duygusu, kadında aşırı bir refleks halindedir. Kadın, yaptığı bu ifşâ hareketinden mağdur olduğunu da hiçbir şekilde gizleyemez.

Ne olacak şimdi? denilen bu durumda, ezilen ve pörsülenen olmaya itiraz eden yine kadın olur. Çözüm üretenler, kadın tarafından bakınca başka, erkek tarafından bakınca başka hükümlere varırlar.  Bu duruma ilâhî hakikatler bazında bakmaya kalkışmak ise kimsenin hoşuna gitmez.  Çünkü ilâhi hakikat denilen Allah Teâlâ’nın emirleri her iki cinsin üstüne karabasan gibi gelir.

Unutmayın ki kanunlardaki hadler uygulamada fakirler/zayıflar içindir. Kuvvetli/zengin olan için kanun yoktur. (Onlar bir yolunu bulur işin içinden çıkarlar) İlâhî emirler dahi uygulamalar  fakir/zayıf üzerinde dolaşıp durur. Zayıflar her zaman ilâhî öncelik durumlarını öne sürerek kuvvetliyi tehdit edemese bile, haykırmak zorunda olduğu ilâhî haklarının dayanağını ileri sürerek ferahlamaya çalışırlar. [Bu dünyada olmazsa öbür dünyada alırız.]

Zayıf ve kuvvetlinin mücadelesinde kadın kendini savunmak için, ister istemez kendi pozisyonundan hareketle haklarını arar.  Ancak unuttuğu bir şey vardır. Ben kuvvetliye karşı hangi etmeni kullanmalıyım? Beşeri yaratılış durumunu mu, haklar durumunu mu, ilâhi hakikatler durumunu mu?...

Seçtiği unsurlardan en zayıf olabileni olan beşerî durumunu kullanmaya çalışsa, haklarının olduğunu iddia etse de erkekler karşısında yenilir durur. İlâhi hakikatler cephesine kadında erkekte pek yanaşmaz /yanaşmak istemezler.

Erkek güçlüdür. Bunu inkâr edebilecek hiçbir kurum ve antropolojik veri yoktur. [Bazı istisnalar olabilir.] Genelde kadın güçsüzdür.

Ne olacak şimdi?

Kadında erkekte olmayan cazibe/güzellik/narinlik etkisi vardır. Bunu sıyırıp atamaz ki; saklamak içinde kendinde beşeri bir kuvvetti de çok kolay bulamadığına göre;

Günümüz insanları türedi dinleri çok seviyorlar. İçlerinde kendine ilâhî bir bağıntı veren bir bilgide buldu mu, dahi alâ kâr olur mu? Bazen düşünmüyor değiliz, eskiden dünyada ilahlar sayıya girerdi, şimdi herkes yaratıcı konumunda tapacak birini bulamasa da kendine kendisi tapıyor. 

İşte bu meyânda kadınlarda tapılma/tanrıça olmak istiyorlar.  Ancak unutulan durum, tapmasını istedikleri erkeklerin onlara tapmakla kalmayıp, onları yemeye çalışacaklarını unutuyorlar.

Mıknatısa sorsanız cazibenin karşısında demir seni bu kadar istekle istedi ki;  sen ve o çok farklısınız.  Cevabında en münasip olan fıtrat olabilir. 

Demirle mıknatısın cazibesindeki birleşmeden hâsıl olan tutunmanın iktizası ile oluşan darbiyet hali bir sebeple inkitaya uğrayınca tekrar sorulsa;

Neden birleştiniz, neden ayrıldınız?

Cevap çeşitli değil, “mesafeyi koruyamadık”.

Mesafeli alan teorisinden çıkarak denilirse, mesafeyi nasıl korumalı?

Bunu en iyi bilen yaratıcımız olan Allah Teâlâ’dan başkası olabilir mi?

Ancak insanlar Allah Teâlâ’yı kapsama alanlarında hep gözetleyici olarak görmekten hoşlanmıyorlar. Onu şu şekilde tasavvur ediyorlar, Allah Teâlâ varsa o içimde olsun, “verdiğim karar O’nun kararı olsun” haleti ruhiyesinde olup bende huzursuz olmayayım.  Huzursuz olmanın/stres ile hayatı zehir etmeye gerek yok. İnsan olarak ilâha inanacaksam, inanıyorum,  o da benimle beraber olduktan sonra sorun kalmadı/kalmazda.

Ayrılma; cazibeye etki eden erkek unsuru ilave kudretiyle başını alıp gidince kadın yapayalnız dünyasında korkunç bir yalnızlığa düşer. Bu bir yıkımdır.

Çözüm ne?

Kadın, kadın olarak, Allah Teâlâ’yı içinde, erkekten çok daha yakinen bilir. Bu bilgisini dinin emirlerini bilerek / uygulayarak ancak erkeğe karşı güçlü olabilir. Erkeğin gücünü kontrol etmek isteyen birisi varsa o da dinin emirlerini bilmek/uygulamak ile olur. Mesela Allah Teâlâ hür kadınların örtünmesini istemiştir.  Kadının meta olma faktörü örtüsü ile birlikte gelir. Çünkü bir dönem cariyeler açık gezebilirdi ve meta durumunda satılıp alınıyordu.  Hür kadın ise bu şekilde değil. Allah Teâlâ hür kadının korunma sınırının ne olduğunu beyan ederken “örtünün” buyurması kadının satın alınan bir meta olmaktan çıkması / korunması içindi. [Şimdi böyle değil, artık açık olabilir diyenler çıkabilir. Bu zamanda sömürülme etkisi var ki, alınıp satılmaktan daha kötü bir durum. Çünkü hukukî hiçbir yaptırım yok.]

Diyorsanız ki, açık kadınlar kendini pazarlıyorlar mı?

Bunun cevabında en mutedil olan, alışverişte olan teşhir esasına uygun gelebilecek ortamın benzerini kendilerine hazırlıyorlar olması demektir.

Örtülmek ile her şey çözülecek mi?

Örtü çözüm sürecinin başlangıcı, devamında eylemsel hareketlerle desteklenmesidir. Yani konuşma-fiiller-düşüncelerin devamında gelmesi. Eğer bir erkek kadını bedeni ile değerlendirirse ki bu açık olan için geçerlidir; bu bir ömür aynı şekilde devam edemez. Ancak bir erkek örtüsünün içince saklanmış cazibeyi ef’âl/ahlak ile değerlendirmeye kalkarsa bu değişmez durum ölene kadar devam eder, başlangıçtaki durum genelde aynı kalır.

Kadın ve erkek dünyaya gelirken irade ile tayin ettiği bir durumla karşılaşmamıştır. Var olmuştur, bulmuştur. Buradaki cinsiyeti de takdir üzeredir. Bu nedenle bir kadın/erkek yaratılış cinsiyeti ve beşerî güzelliği ile övünç duyamaz. Bu bir kazanç değildir. Çünkü bahşolunmuştur. Ancak bazen kendini üçüncü bir cins gibi arada görenler çıkar. Bunun genel çıkış tarafı ilâhî kattan değildir. Çünkü Allah Teâlâ “erkek ve kadın olarak yaratması” bir sınırdır.  [Çift cinsiyetli organı olanlar nadirattandır.] Ancak bir kadın kendini erkek veya tersi durum bunların hepsi sonradan ele edilen kazanımlardan gelişir. Yeni bir teori “sen kendini ne hissediyorsan osun” Bu yanlış bir teori olduğu başından belli oluyor. İnsan kendini köpek hissedince köpek mi olacak…

Bütün mesele cazibenin etkisi altında dönüp dolaşıyor.

İnsanlara son dönem verilen derslerden biri kendi kendine yetebilme ve başarı arzusudur. Başarmak en üstün olmak. Kişisel gelişim kitaplarına bakın aslında hepsi bir savaşçı polemiği üzerinden kurgulanmıştır. Karşısındakinin ve kendisinin zayıf yönlerini bilerek hareket eden bir insan tipi vardır. Eskiden her nasihatta bahsedilen Allah Teâlâ’nın rızası günümüzde rafa kalkmıştır. Ne varsa yoksa hepsi bu dünyadır.

Hesap vermek.

Bu dünyada ancak hesabı zayıflar verir. Kuvvetlinin verecek bir hesabı yoktur. Verecekse onun bir çaresi onun için üretilir. Neticede akıllı olanlar zayıfları sömürür. Doğru olanda budur ile dersler uzayıp gider.

Zayıf olmayacaksın. Evet, zayıf olmayacaksın da bu bir yere kadar, “olmuyor” “olamaz” diye bir cümle yoktur.

Dünyada bütün meselelerin başında kadın ve erkek cinsiyeti gelir. İster bir Budist’e gidin, hocaya gidin, şeyhe gidin, moraliste gidin, hepsinin birlik ettiği husus ilk önce “nefsine/şehvetine hâkim olacaksın” demek olur. Kimse demez ki, ya bu benim yaratılışım gereği bir husus değil mi?

Sorun demir ve mıknatısın darb meselesine gelir ki, burada kimse çözüm üretemez ve sadece tavsiye olarak “sabır” verirler. Ne varki bu meselede insanlara evlenme yolunu kolaylaştırmışlar, boşanmayı zorlaştırmışlar, boşandıktan sonra evlenmeyi ise sanki yasaklamışlardır. Boşandıktan sonra evlenme periyodu en düşük seviyede olan evlenmelerdendir. Boşandıktan sonra kadına/erkeğe kurulan tuzaklar (ahlakî, içtimâî, nafaka) öyle hileli bir tarzda gelişir ki kadın cazibe merkezi olmaktan/erkekte köle olup meta çıkmazında ucuz işçiler sınıfına dönüştürülmüştür.

Hiç dikkat ettiniz mi, vakıfsal faaliyetlerde , siyasî partilerin propogandistleri aktivistlerinde, kısa evlilik dönemi geçirmiş kadınlar/erkekler kullanılmaktadır.  Çünkü bu sınıf üzerinde kurulan baskı onları bu tür fedakâr olma sınıfına çekmiştir. Bu kişilerin özgürlüğü toplum içinde değil, kişiselleşmiş özgürlük ile karıştırılarak ezilenler kategorisinde olmayı getirmiştir.

Bütün bahsettiğimiz sorunların başından beri kadının cazibesidir ki, içinde güzellik, yaratıcılık, kendi has bir narinlik… ile bir nurdur ki, cam fanus içinde yaratılmıştır. Fakat erkeksi tabiat onu kıskanır, fanusu kırıp ve söndürmeye çalışır. Bu durumu bilen Allah Teâlâ kadına, teşhir edici olmayan örtüsü ile korunacağını bildirmiştir.

Cazibenin muhafazası örtülü olmaktır. Bu örtü ise sadece bir kumaş parçası ile kalmaz, fiillerde, düşüncede de gereklidir ki, bu da eğitim ile olur. Ancak bu eğitimde temel ilke hedef kariyer sahibi olmak değil, bir kadın için bağışlanmış ilâhî vasıf olan yaratıcılığı ön planda tutmaktır. Yani anne olmaktır. 

Yarının annelerini yetiştirirken erkekler kadar haklarını aramayı öğretmeliyiz.  Pratikte kadınların biyolojik hata yapma hakları yok cinsindendir. Erkek ise bu konuda her zaman rahattır. O zaman kadını korumak için haklarını gasbedenler/tecavüz edenlere karşı cezalar ağırlaştırılmalıdır.

Sonuçta yapılması gereken aile kurumlarını korumak, boşanmış fertlerin evlilik yapmalarının önünü açacak yaptırımlar getirmek, belirli bir yaş seviyesine gelmiş bekârların evlenememe nedenleri araştırılarak onların evliliklerinin önünü açmaktır. [TV de yapılan uyduruk rencide eden programlarla değil.]

Eğer aile kurumlarının desteklenmesi bırakılırsa sonuçta bekârlar topluluğu hedefi belli olmayan yollara doğru çekilip gider/gidiyor. Mesela güneydoğuda dağa çıkmaya başlayan, sonra terörist olan gençlerin kandırılmasında, ne hususların kullanıldığını biliyorsunuzdur. Fakirlik, evlenememek, ağa zülmü, kan davası.. Kaybedeceği bir şeyi kalmamış bu gençler özgürlük fedaisi gibi aldatmalar ile dönülmez yollara çekilmiş bir uçuruma itilmişlerdir. Meşhur bir gemi halkı hikâyesi vardır, üstekiler alttakiler. Alttakiler, üsttekilerden su isterler, vermezler. Onlarda suyu bulmak için gemiyi delmeye başlayınca ne oluyor… diye üsttekiler bağırırlar.. Sonuç geminin batmasıdır.

Kadın konusu ve cazibesi içine girilince dağılan ve sonucuna erişilemeyen bir mevzi olarak hep kalacaktır. Çünkü kadında ilâhi bir koku her zaman vardır. Ancak unutmayalım ki Allah Teâlâ onları örtülü halleri ile seviyor. Eğer bu şekilde olmasaydı kendini perdeler arkasında gizlemezdi. Perdeler, örtüler çirkinler için değil, güzeller içindir. Eğer güzelim diyen biriyseniz örtüler arkasında karizmatik olmak ile hayal âlemine hükmedebilir, aranılan birisi olursunuz. Unutmayalım ki, insan kavuştuğu her şeyden çabucak usanan biridir. Usanmak insanın öncül duygularındandır.

Doğrusu da budur.

İhramcızâde İsmail Hakkı


“ŞABAN” İSMİNİN GİZLEDİĞİ SIR

Evlat Sahibi Olmak İsteyenler Muhakkak Okusun

Genel bir malumat yazıldıktan sonra Şaban isminin sırrını aşağıda açıklanmıştır.

ŞABAN: Arabî aylarından sekizinci ayın adıdır. Arabî ayları aya göre hesaplanıp adlandırıldıktan için «Kamerî» de denilen Arabî ayların ilki Muharrem, sonuncusu da Zilhiccedir. Araplar arasında eski adı «Azil» di. [Azil: Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.] [Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ismi değiştirerek kaderini de değiştirmiştir.]

«Kamus» da izahı şeyledir: «Bir mâruf ayın ismidir ki Recep ile Ramamazan beynindedir. Arap bu ayda su talebi, yahut nehb-ü-garet (soygunculuk ve yağmacılık) için müteşa'ib ve müteferrik (dağılma, ayrılma) olmalarıyle Şaban tesmiye eylediler.»

Araplar Şâban’a (Şehrullah-ı muazzem) dedikleri gibi (Şehr-ül-kerâme) ve (Şehr-ül kasir) de derler. Böyle demelerinin sebebi bu ayda bostanlara çıkıp beraberlerinde götürdükleri yemek ve öteberi şeyler pişinciye kadar gezüp eğlenmeyi âdet edindiklerindendir.

Medine’liler onbeşinci gecesine (Leyle-tül- Helva) «Helva gecesi» derler. O gece evlerinde hallerine göre tatlılar pişirip yerler ve yedirirler. Bizde de eskiden hemen her kandil gecesi bir leyle-tül- helva idi. Fakir, zengin böyle gecelerde helva pişirmek, akrabaya, konuya komşuya dağıtmak âdetti.

Şaban ayı, Muharrem, Recep, Ramazan, Şevval ve Zilhicce aylarında olduğu gibi bazı mübarek geceler bulunduğu için müslümanlar arasında, geri kalan yedi aydan faziletli sayılır. Bu faziletlerin birincisi «Şuhur-ı Selâse» denilen «Üç Aylar» ın İkincisi olmasıdır. Üç Ayların birincisi Recep, Üçüncüsü de Ramazan’ dır. Müslümanlar bu aylarda ötekilerden fazla ibadet ve taatta bulunurlar.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz, Şaban ayına da çok değer verir ve  "Ya  Rabbî,  Receb  ve  Şabanı  bizler  için  mübarek  kıl  ve  bizi Ramazana eriştir" diye dua ederdi.

Hz. Âişe radiyallâhü anha validemiz buyuruyor ki:

(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, hiçbir ayda, Şaban ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari]

Şaban ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki:

(Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfil olurlar. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçluyken arz edilmesini isterim.) [Nesai]

Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:

(Ramazandan sonra en faziletli oruç, Şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizi]

(Şaban’da üç gün oruç tutana, Hakk teâlâ Cennette bir yer hazırlar.) [Ey oğul ilmihali]

 (Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi,  Cuma  gecesi,  Ramazan  ve  Kurban  bayramı  gecesi.)  [İ. Asakir]

Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 Şabanın bittiği günün gecesidir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allah Teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]

«Leyle-i Berat» (Berat Gecesi) denilen mübarek gecenin bu ayın onbeşinci gecesi olmasıdır. Berat gecesinin mübarek oluşu o gece meleklerin inmesi, duaların kabulü, kazayanın faslı, nimetlerin, duaların geri çevrilmediği beş geceden biri olması o geceye ve bu aya ayrı bir kıymet verdirmiştir.

«Fezail-i şuhur» adlı eserde (müellifi Eyüp Bin Abdullah, Mısır’da Bulak Matbaası, 1300, s. 19) Şaban’ın fazileti hakkında şunlar yazılıdır.

«Şaban’da oruç tutun. Ramazan için kendinizi alıştırın. Herkim Şaban’da üç gün oruç tutsa ve iftar vaktinde üç kerre selâvat getirse günahı affolur.

Şaban’ın onbeşine rastlayan Berat gecesinde dua müstecaptır (Kabul olunur).

Rahmet kapıları açılır. Bu geceyi kıyamla (namazla) ve gününü siyamla (Oruçla) ihya edin ve çok istiğfar edin tâ ki mağfirete nail olasınız.

Zira o gece Hakk Teâlâ gün batandan fecre (sabaha) kadar ibadet edenlere rahmet nazariyle tecelli buyurur.»

Şaban; aynı zamanda bazı mühim İslâmî hadiselerin vuku bulduğu aydır. Mekkede bulunduğu sırada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin önceleri Ka’be’ye, sonra da Beyt’ül Makdis’e yani Kudüse doğru namaz kılması emredilmişti.

Peygamberimizin Medineye hicretinden önce Ensarında namazlarını iki yıl kadar Beyt’ül Makdis’e yönelerek kıldıkları rivayet edilir.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’de bulunduğu sırada namaz kılarken Beyt’ül Makdise doğru yönelir, Ka’be de kendisinin önünde bulunurdu. Hâlbuki kendileri Ka’be tarafına yönelerek namaz kılmayı arzular dururdu.

Peygamberimizin Medine’ye hicretinin on sekizinci (18.) ayına rastlayan Şaban ayının ortasındaki bir Pazartesi günü zaman zaman; gittikleri “Ben-i Selime” mescidinde kıldıkları bir öğle namazının ikinci rek’atinde;

(Bakara Suresi 2/144 ayeti) fevelli vecheke şatrel mescidil haram artık/hemen/haydi evele/çevir senin vechini/yüzünü mescidil haram şatre/ bir şeyin yarısı, taraf, yönüne “Yüzünüzü Mescid-il Haram tarafına dondur” Ayet- i kerimesi nazil olunca hep birlikte yüzlerini Kudüs’ten Mekke’ye döndürmüşler, namazlarım böylece tamamlamışlardır.

Bu mescidin ismi de “Kıbleteyn” “iki kıbleli mescid” olmuştur. Ziyaret edenler bilirler.

Başka bir âyetle de Ramazan Orucu farz kılınmıştır.

Osmanlı döneminde « Sürre » nın bu ayda yola çıkarılması ve bunun için alay yapılması da Şaban ayı için bir fazilet teşkil ederdi.

İkinci Abdulhamit Han’nın doğumu Şaban’ın onyedısine rastladığı için onun saltanatı zamanında cülusu olan Ağustos’un ondokuzu günü gibi bu gece de tes’it edilirdi.

Şaban ayı vesikalarda (Ş- ش) rümuziyle gösterilir, 12 Şaban 958 yerine 12 ش 958 yazılırdı.

Şaban (Ede.) Şaban, Divan edebiyatında âşık mânasına kullanılırdı.

Sana ben Türkçesi Şabanım ey dost

ŞABANÎYYE-I HALVETİYYE: Halvetîyye tarikatı aslî şubelerinden birinin adıdır. Kurucususu Şeyh Şaban-ı Veli kaddesellâhü sırrahu’l azîze nisbetle bu âdı almıştır. Şan ve irfanı hakkında:

Sarıl gel, damen-i ihsanına sen Şeyh Şâbanın
Harabiden geçüp ma'mur-n âbâd olmak istersen

gibi sözler söylenmiş, büyüklüğü irfan alemince de tebcil edilmiş olan Şabann-ı Veli Kastamonu’ya bağlı kaza merkezi Taşköprü kalabasında doğmuştur.

Kendisinin kurduğu şubenin kolları bulunduğu iyin «Hazet-i Pîr» unvaniyle anılan Şeyh Şaban-( Veli memleketinde, bir müddet de Kastamonu'da okuduktan sonra İstanbul’a gelmiş, medrese tahsilini tamamlamaya koyulmuştur. O sırada cezbeye tutularak hücreye kapandı. Kimse ile görüşmez oldu. Nihayet memleketine dönmek iyin mânevi bir emir telâkki etti. Bolu’ya varınca orada halkı iryat ile uğrayan Halvetiyye tarikatının Cemaliyye Şubesi halifelerinden (Hayreddin-i Tokadî kaddesellâhü sırrahu’l azîz) e giderek halini bildirdi. Ondan el aldı. Zikr, mücabede, fikir ve murakabe ile orada oniki sene kaldi. Sihhatinin iyileştiğini, maneviyatının yükseldiğini gören Şeyhi kendisini irşada memur etti. (Kastamonu) ya gitmesine izin verdi. Hüsam Halife mescidinde bir müddet oturdu. Mücabede ve murakabe ile iştigal eyledi. Lisanı zikirle, kalbi fikirle meşguldü Mânevi fakır gibi sâri fakır da kendisinde galipti. Nihayet (Yahya-yı Şirvanî) hulefasından Hisar arkasındaki Halvetiyye Şeyhlerinden Seyyid Sünneti Efendi’nin yaptırdığı dergâha giderek orada erbain yıkardı. (Tekke’nin Şeyhliği münhal olunca o vazifeyi üzerine aldı. Burada tarikatını neşrederek bir yok urefa ve hulefa yetiştirmiştir. Ölümü: Hicrî 976, Milâdî 1568-1569 da, Mezarı da o dergâhtadır.

Tarikatı silsilesi şöyledir: Şeyh Hayrettin-i Tokadî, Çelebi Halife Mehmet Celâleddin, Pir Mehmet Erzincan!, Seyyid Yahya-yı Şirvâni Bu silsileye göre Nakşibendiyye ve Halvetiyye tarikatlarını cemetmişti.

Tarikatı halifelerinin büyükleri ve hassaten (Mustafa-ul-Bekri) vasıtasıyla (Fas) a ve Hicaz'a kadar yayılmıştır.

Halifesinin halifesi Ömer Fuadî tarafından toplanıp yazılan menakıpnâmesi Mehmet Sait Efendi tarafından 1293 (1876) senesinde Kastamonu Matbaasında basılmıştır.

Şubeleri şunlardır: Karebaşiyye, Nasuhiyye, Çerkeşiyye, Bekriyye.

ŞABAN İSMİNİN SIRRI

Asıl konumuza gelmeden önce Şaban ile alakalı hususlar, işaretler ve bilgilerle, beyan kıldık. Yani “Şaban” beşeri hadiselerin ve insanın dönüm noktasının başında veya sonunda bulunmaktadır.

Bizim ise beyânımız büyüklerin işareti ile dercolan bilgiyi ehli aşikâr kılmaktır.

Eğer bir kişi

[eşi ve kendisi kısır olmadığı halde çocuk sahibi olamıyor;

hanımı gebe kalıyor, fakat düşük yapıyor;

tıbbî destek aldığı halde çocuk sahibi olamıyor;

rızık darlığı yaşıyor, bir türlü çözüme kavuşmuyor;

iş kurmuş işleri bozuk gidiyor; evlenemiyor] 

ise, yani sosyal hayatında bir darlık içinde kıvranıyorsa Allah Teâlâ’ya Berat gecesine ulaşana kadar dua eder. Ve bu gece de “Allah Teâlâ’ya şu vaatte bulunur; Adağı ise

“Ey Allah Teâlâ muradımın husulü için yardım dileniyorum. Eğer ki muradım olmadan/olduktan sonra bir çocuğumun/neslimden gelecek evlatlardan birinin ismini Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ayı olan “Şaban-ı Şerif”in ismi ile uygun olarak ŞABAN vereceğime ahd ederim.”

Eğer bu kişi bu ismi koyacağına kalbiyle ruhuyla söz verirse, sosyal durumuyla alakalı bütün ahvali Anadolu’nun evtâdı erbaasından olan (Dört Kutup) Şeyh Şaban-ı Veli Efendimizinde himmetini  zahiren ve batınen hissedârı olacaktır.

Binaenaleyh “Şaban” isminin kıymetten düşürüldüğü günümüzde bu himmet kapısı açılmıştır. Bu kıymetli zamanların değeri bilip “vakti rehin olan himmete mazhar olmak gerekir”. Gün itibarıyla 2016 /1437 yılının Şabanı dokuz küsür ay kalmıştır. Bu zaman zarfında kalbinizi yoklayıp Allah Teâlâ’ya verilen sözlerin adakların içerisinde evladına “Şaban” ismini vereceğine niyetlenenlerden ümit edilir ki, muratlarına kavuşacaktır.

Bu söylenenler hakkında şahsî tecrübe edilen hususlar olmuştur. Bizim en değerli bulduğumuz ve isabet eden hususun “Şaban İsm-i Şerifine” duyulan hürmetin karşılığının acilen ve tevafuken zuhur etmesidir.

Ehlinden ehline emanet olunmuş sırdır.

Bizim delilimiz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemdir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

(Not: Siz niyetinize sadık kalırsınız, ancak doğacak çocuk bu isme ne kadar bağlı ve ve baskıyı kaldırır… Orayı düşününce insan doğruyu yaşamanın zorluğunu içinde hissedecektir.)


GÜNÜMÜZDEKİ GÜZELLİK VE AŞK DİNİNİN ARKA YÜZÜ

“Ahir zaman alâmeti, bizden sonra her köşede bir şeyh çıkacak”
“Onların gittiği yola şeytan dahi gitmeyecek”
Gavsü’l ’â’zam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi

Yeni tip dinler.

“Allah her şeyde”

 “Allah Teâlâ’yı sevmede neyi seversen sev ”de karar edenler.

 “Kul olmada”

“Elçisini sevme neyi seversen sev” diyenler.

Yanında

“Sev, seviş,”

 “Aşık oldun mu”

“Aşk var mı”

Kendini de sevebilirsin;

Tanrı gibi.

Bu hepsinden kolay,

Tapan tapılan bir.

Hesap alan, hesap veren..

Bir.

Hayvan sevmek mi?

Bu daha güzel.

Hayvan sevgisi….

Tanrılığı yaşamak gibi,

İçinde hissedersin.

İnanmıyorsan

Hayvanseverlere sor..

Kendilerini tanrı gibi hissederler.

….

Dinsizde olabilirsin

Özgürlüğün tam kendisi.

özgürlüğüne

sınır bile koymazsın.

Dinin kurucusu/koruyucusu

Kendisi

Günah …

Üzülmene gerek kalmadı.

Bir hastalık tipi uydur.

Yetişir sana hemen psikoloji..

Freud’un çömezleri senin için bir kuram bulurlar,

günahın yoktur, olağan durum vardır.

İşi biraz daha ilerlet

Eline-diline aşk’ı ve türevlerini al.

İçine sığmaz, dışarıda bir kavramın da kalmaz.

Tanrı bile içinde eriyip gider.

Çıktığın yol “Yeni Din”

Uçuşan ziyalar

seni artık bulmaya başladılar

Birde arkadaşın nurlu zatın olur.

 Ah o nurlu zâtlar.

Çarparlar,

Onlar seni sıfırla çarparlar.

Yeni dinin kurucusu nurlu ziyalı zatlar.

Çirkinlerden kaçıp durdun,

Seni avlayan ise nurlu zatlar

Yıllardır çirkin tanırdın

Onlar aslında İblisânlar. 

Şimdi kendine sorup duruyorsun.

Biz bu şeytanı çirkin bilirdik

Bunlar çok güzel …

İblis diyorsun.

O neme nem bir şey

Yok yok, güzellik ile ne ilgisi olabilir.

Dermiş ki, İblis

Ben yıllardır kendimi çirkinliğin arkasında

Sakladım, şimdi de

Öyle bilsinler.

Onlar güzel olduğumu bilselerdi

Tuzaklarıma nasıl kanarlardı.

İnsan bu, çirkini sevemez.

Güzelin meftunu.

Ben niçin çirkinliği kendime yakın tutayım ki,

Tanrım bile çirkinliği kabul etmiyor.

Ben çirkin değilim

Nurlu bir ziyayım,

Nicelerini bu ziyamda erittim.

Yoksa benimle arkadaş olurlar mıydı?

Evet,  bana taptılar.

Her yeni dinin kurucusuyum,

Güzeller vurgunuyum

Güzeller varken çirkini ne yapayım.

Hiç duydunuz mu çirkine ağıt yakan,

Ama güzelin için ağlayanı çok olur.

İnsanlar “Güzel” diyorlar…

Ama hangi güzele.

Sanırsınız ki, “güzelim güzelim”, diyenlere

içiniz yanar

Ağlayanlarla ağlarsınız,

üzülürsünüz.

Ağladığınız güzellerin nüktesinde

İblis için dökülen ağıtlar dolu

unuttunuz..

Doğru bu da olsa

duyduğunuzda artık içiniz burkulmaz.

İnanamazsınız.

Çünkü İblisi hep çirkinliğin arkasında

Düşündünüz durdunuz…

Fakat o güzelliğin kendisi

çirkin de değil.

….

Yine unuturuz.

İblis Allah Teâlâ’ya olan aşkından vazgeçmemiş...

İblis nasıl çirkin olabilir ki, yıllarca meleklere reislik etmiş.

Melekler çirkin değiller ki.

Bir çirkinin arkasında yıllarını verebilirler miydi?

İblis’i günahları çirkinleştirdi

Şeytan oldu dediler.

Günahlar insanı çirkinleştirmiyor, 

Neden iblisi çirkinleştirsin ki.

Güzel meftunuyum

Diyenlerin güzeli ne idi?

Dünya karanlık

Karanlığın içinde çirkin yok ki, güzelllik olsun.

Hepsi nurlu ziyanın aksine bağlı olan görüntüler.

O zaman çirkinlik ve güzellik

bir mi?

Bunların içinden çıkış nedir?

Kulluk.

İblisin şeytan olması

güzellik yüzünden değil

kulluk kısmından gelmiştir.

Secde et denildi,

Kazancın yaptığın ettiğin ile bilinir,

Kulluğun isteniyor.

“Olmaz benim aşkım var

çok yüce bir aşk”

“Çıkmaza düşen aşk

güzellikle idi”

Güzellik  balçığa kulluk edebilir mi?

….

Nurlu ziya  aşk’ıyla isyan etti.

Kara balçık ekşi ekşi kokarken

Nurlu ziya secde edebilir mi?

Nurları kıvılcımlar ata ata alâimi semâ oldu.

Aşkın belâlı yolu ziyalı nur la

Çirkinlikle değil, şeytanî

Nasihat eden dedi ki,

aldatan değil, aldanmanla hatalısın.

Çirkini görünce için burkulur kaçınırdın.

Neden güzele aşık oldun.

Güzeli içine çeken tuzak olduğunu neden unuttun.

Sonradan anlasan da

 ya boğulmuş ya da kovulmuştun.

….

Kaos,

Çirkinliği emniyetli bul.

Güzelle çirkin yanyana duramaz ki.

çirkinliğin içindeki güzelliği  bul..

Çok zor.

olur.

 

….

“ Allah güzeldir güzeli sever”

Ne demek?

Bu güzellik, bizim anladığımız gibi mi?

-Tanrısaldır

bunu bilmekte gerekli değil…

Bu güzellik yaratıcın yaratış güzelliğidir

ki çok farklı bir şey.

Ayrıca güzel olmak başka tatlı olmak başka.

Güzelin tehlikesi çok;

çirkinin ise hiç yok.

Çirkinin güzelliğinde ..

bulursan o güzelliği

güzelliğin aslıda yolunu bulacak..

O  zaman

Güzellik nefsin hoşuna giden mi

Kör kuyunun içinde mi?

Bileceksin

Ey Güzel ve aşk diniyle çarpılanlar…

Güzelliğe denecek bir sözümüz yoksa da.

Fakat peygamberiniz İblis

Ağır oldu.

Kulluk

Benim peygamberimin dini

Geceleri sabaha kadar kulluk ederdi.

Ey aşk ehli

eskilerin dediği ışk ehli olsanız da,

Nurlu ziyânın peşinden ayrılma zamanınız

gelmedi mi?

Not: Günümüzde Allah Teâlâ katında tek geçerli zikir “Lâ ilâhe illa’llâh Muhammedü’r rasülüllâh” kaldı. Bunun dışındakiler, içindekiler için değildir. Her ne kadar içindeyiz deseler de.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


PSİKOTERAPİDE BOŞ ZAMANLARINI DEĞERLENDİRMEK KONUSU "TAKI"

Psikoterapilerde kullanılan yöntemlerden birisi olarak, boş vakitleri nasıl değerlendirmek gerektiğini öğretmek ile başlar. Biliyoruz ki, boş zaman bütün ruhî arazların başlangıç sebeplerinde bulunuyor.

Eğer insan el faaliyetlerini kullanmaya başlarsa, beyinsel aktivitesinde bir düzenlenmenin sağlandığı tespit edilmiştir.  Eli/bedeni/ çalışan insanın nefsi ve duyguları sakinleşir, bu şekilde huzur duymaya başlar.

Bu meyanda, yalnızlık veya boş vakit sendromu çeken kişilerin küçük bir masa başında, bir tepsi kadar alan içerisinde küçük aletlerle başarabileceği takı süslemeciliği, iç dünyasına huzur verebileceği gibi parasal yönden de getirisi olacak kadar güzel bir uğraşı olabilmektedir. 

Bir müzik eşliğinde kendi iç dünyanızı dışa aksettireceğiniz örnekler çıkara çıkara bu işi ileri seviyelere ulaşabilmeniz için r aşağıda örnekle sunulmuştur.

Bu yazı neden yazıldı; Bazıları diyorlar ki içimde konuşmalar duyuyorum, “Deliriyor muyum?”

Cevabı nefsiniz veya ruhunuz monotonluktan bıkmış kendini aşmak istiyor.  Siz ise ona yardımcı olmuyorsunuz demektir.

Küçük yardımlar büyük isyanları önler.

İhramcızâde İsmail Hakkı


TÜRK MİLLETİNE YETİŞİR MİSİN "YÂ FAKİH AHMED!"

"YÂ FAKİH AHMED!"

 İstanbul’un Fethinde yardım ettiğin gibi Türk Milletine Yine Yetişir misin!

Fitnenin kabardığı zamanımızda bizi parçalamak isteyenlere karşı yardımlarını bekliyoruz.

İnanıyoruz ki yardımın gelecek ve bu darlıktan ve sıkıntıdan kurtulacağız.

İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.

Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;

"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;

"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:

"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."

Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;

"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;

"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;

"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.

Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;

"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allah Teâlâ’ya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allah Teâlâ’ya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;

"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;

Sultan Mehmed de;

"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;

"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp;

"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.

Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;

"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;

"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allah Teâlâ’yı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;

"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allah Teâlâ’nın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

Ek Bilgi:

· Eflâkî'nin "Menâkıbü'l- ârifîn" adlı eserinde ve Hacı Bektaş Velî Menâkıb-nâmelerinde (Fakıyh Ahmed) O'nun isminden övgüyle bahsedilmiştir.

· Ahmed Fakîh'in isminin zikredildiği diğer önemli eserler arasında:

* Seyyîd-i Hârun-ı Velî'nin Menâkıb-nâmesi

* Kirdeci Ali'nin "Kesikbaş Destânı" adlı eseri ve bir de

* Şeyh Evhâüddin Kirmânî'nin Menâkıb-nâmesi'ni saymak mümkündür.

Ali İhsan Yurt Hocamızın hazırladığı kapsamlı AKŞEMSEDDIN isimli eserinde bu konuya birçok kere değinmiştir. Mesela:

Fâtih Mehmed Hana şeyhi Akşemseddîn'in bu uyanlarım han o an kabul ile itirâz etmediği hâlde kale açıldıktan sonra belki de fethin kendisine müyesser olmasında büyük himmeti olan kişinin Âkşemseddîn'den başka kim olabileceğini öğrenmek için “kal'a fetih olundukdan sonra  sultân Mehemmed şeyhe suâl eyledi ki

“ fakîh Ahmed kimdür ki tazarru' ve niyâz eyledim Allâhu ta'âlâya tazarru' itmiş olsam evlâ degülmiydi” didi şeyh cevâb virdi ki

“ol hînde fakîh Ahmed kutub sâhib-i tasarruf idi didi” dediğini ve şeyhin de ona görüldüğü gibi cevâp verdiğini ENÎSÎ'den öğrenmekteyiz. Bu Fâtih'in öğrenmek hususundaki çabasını göstermektedir. Akşemseddîn'in de utanca ve övünce düşmemek için takındığı pek bilgecene tavrı göstermektedir.

 

Sh: 97- Ali İhsan YURT, AKŞEMSEDDIN [ 1 3 9 0 - 1 4 5 9 ]- Hayatı – Eserleri, Düzeltme ve eklemelerle yayma sunan Dr. Mustafa S. KAÇALİN, Marmara Üniversitesi  İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994, İstanbul

İlm-i ledün ihtiva eden eserlerde, genelde içinden çıkılmaz meselelerde meczubîn kutupların tasarruflarının çok kuvvetli olması bahs olunur. Bu nedenle “Fakîh Ahmed”in, Akşemseddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinden başkası olması daha doğrudur. Yorum yapanların kaçırdığı nokta zamanın kutbunu tanımak o seviyeye yakınlığa işarettir. Mesela; Emir Sultan kaddesellâhü sırrahu’l azizin, zamanın kutbu Somuncubaba hazretlerini tanıması gibi. Halkın içinde bulunan ehl-i kemal fazla icraatte bulunması mümkün değildir. Çünkü beşeren bir yakınlığı vardır. Tasarruf ehli genellikle gizli ricâlde bulunur. Bunun yine en güzel misali Hızır ve Musa aleyhisselâm arasındaki durum gibi. Çünkü Hızır aleyhisselâmın öldürdüğü çocuğu Musa aleyhisselâm hiçbir şekilde işleyemezdi. Velevki makam olarak Hızır’dan üstün olsa da.

Fakih Ahmed’in Hızır aleyhisselâm gibi ruhâniyundan olup beşeriyete temessül eden velide olabilir. Bu velilerin tasarrufları Hakk katında beşeri sorumluluklarıda bulunmaz. Çünkü bizatihi Allah Teâlâ’dan emir alan ricallerdendir.

Aşağıda Ahmed Fakih ile benzeşen diğer bilgiler içeren pdf ler bırakacağız. Bu meyanda Fakih Ahmed’in insanların kabullenmediği/bilmediği vasıflara haiz kişi bir veli oluşuna işaret sayılabilir. Şeyh Şerafeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz hazretlerinin Kurtuluş savaşında Gazi Mustafa Kemal’e yardım edişi. Yine bu meyanda Göynük ve Güneyköy gibi yerler kendine ait sırları olan yerler oluşu da bir işarettir. Misalleri artırabiliriz.

Bu yorumdan sonra yine hakikati Akşemseddin kaddesellâhü sırrahu’l azîz bilir deriz.

İhramcızâde İsmail Hakkı


SAHTE ŞEYHLERİN KURBANLARI OLAN İNSANLAR

“Bir yer bozuksa/kaynıyorsa, oranın şeyhi şeytan ile arkadaşlık eder” derler. Bu yazı aldatılıp yanlış yöne yönelmiş/yönlendirilmiş garip/saf/biçare insanların hakkını bir gün Allah Teâlâ soracaktır, beyanı üzere hazırlanmıştır.

 

Şemseddin Muhammed Tebrizî kaddesellâhü sırrahu’l azîz efendimiz buyurdu ki

“Bu şeyhlerin birçoğu Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) dininin yol kesicileridir.

Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar.

Ama Allah’ın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri temizlemeye kâdirdirler.” [i]

“Gerçek bir âşığın eski pabuçlarının tozunu, bu zamane şeyhlerinin ve âşıkları­nın başına değişmem.

Gölge oyuncuları gibi perde arkasında hayaller gösteren­ler, o sahtecilerden daha iyidir.

Çünkü onların hepsi hokkabazlık yaptıklarını söylerler; oyunlarının bir yalan olduğunu gizlemezler.

Bu işi ekmeklerini kazan­mak için yaptıklarını açıkça söylerler.

Bu yönden bu hokkabazlar, o şeyhlerden üstündürler.” [ii]

Hz. Mevlânâ Celâleddin Rumî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimiz ise bu konuda buyurdu ki;

 “Etrafta insan suratlı birçok İblis var. O hâlde her ele el vermek ve bağlanmak doğru değildir.”

(Mesnevî, I, b. 316)

“Kendine gel, ceylan, aslandan nasıl kaçarsa böyle kişilerden öyle kaç!

Ey bilgili yiğit, sakın onun yanına gitme!”

(Mesnevî, III, b. 2569)

“Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, ‘Kardeş, gel, yol istiyorsan işte buracıkta’ diye davet ederler.

‘Sana yol göstereyim, senin mülayim yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum’ der.

Fakat o ne kılavuzdur, ne de yol bilir.

Ey Yusuf, o kurt huylunun yanına az git!”

(Mesnevî, III, b. 216-8)

Gavs-ül âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîz Efendim de buyurdu ki;

“Gardaşlarım!

Bakıyoruz, bazı kimseler kendiliğinden şeyhlik ediyorlar. Tevbekâr olmadan ölen, fahişe kadınlar ellerinde bıçaklar ile kendilerini doğrayacaklar. Kendiliğinden şeyhlik edenlerin hali,  mahşer yerinde onlardan beter olacak. “

Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asan imiş

Niyazi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz

Kutbü’l-aktâb Hâce Ahmed Yesevî ve Tabakât Meşâyıhı (tabakâtu’s-sûfiyye adlı eserdeki ilk dönem sûfîleri) kaddesellâhü sırrahumul azîzân şöyle demişlerdir.

“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki; şeytan aleyhi’l-lâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar.

Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar.

Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştıramayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harâb olacak.

Küfür ile îmânı farklı görmeyecekler, âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifât etmeyecekler.

Ehl-i sünnet ve cemâati düşman görüp ehl-i bid’at ve dalâleti sevecekler.

Kötülüklerini öne çıkarıp hak teâlâ’dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiâsında bulunacaklar.

Ama şeyhlik işini de kötü yapıp müridlerin kapısında (veya istekleri doğrultusunda) yürüyecekler.

Bu haldeki kişi, müride şeyhlik yap­mamalı ve ondan bir şey almamalıdır. (ama) mürid bir şey vermezse, o zorla alacak.

Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan kişiye ve yoksula vermeyip kendine ve âilesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi olur.

Eğer o taraftan alıp yese ve kıyâfet giyse, o giysi üzerinde (omuzunda) olduğu sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah teâlâ dergâhında makbul olmaz ve yediği her lokma için cehennem’de üç bin yıl azap görür.”[iii]

Doğrusu da budur.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


SÜLEYMAN MÜLKÜNÜ NE ZAMAN KAYBEDER/KAYBETTİ?

İmâm-ül Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ârab-î, et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin Kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz SIRR-I MEKTÛM-U MAHTÛM (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar) isimli eserinde buyurdu ki ;

Allah Teâlâ’m bizi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve âli ashabı ile beraber haşr eyle.

Bu âlemle telfik Refik-i Âladan ayrılmaksızın çekildiğimde, yolda dünyevî olayların hepsi bana ulaştı. Bu sebeple Hakk’ın vücuduna delil olan ayrılık ve aynîlik olaylarından gördüklerimi tanıdığım gibi kâinatın ulvî ve süflîsine dair bulduklarımı tamamen bildim. Ben şu dakika zamanımızdan ölüm zamanına âlem-i şehadete dönüşümde mülkü cismaniyetten ayrılışım karışıklığına kadar birlik sıfatındaydım.

İşte bu akide-i safiyeden Süleyman aleyhisselâmın Hüdhûd-u emin kuşu doğrulukla haberi getirmiş ve bu haberi üç nurla ve sırlar perdesi ile zıddiyet meydana getirmiştir. İşte bu zıddiyet oluşturan bu sırlar perdesi ufkundan bana ilk selamı veren ve bazı yaratılışları gösteren kevkeb bir kuldur ki, ayın hidayet ışığının halesinden doğmuştur. Buna üç nurdan her biri hakikatini vermiş yol usulünü öğretmiştir.

Bundan sonra bunlara karanlık kaplamış kalbi nurlandıran ve siyah noktaları yok eden arkasından büyük güneş doğmuştur. Bu misal tecellisi ve uzayan bir nurdur. Sonra bana selam vermiş eceli müsemmada kaybolmuştur. Eceli müsemmaya yaklaşıp gelince hidayet nuruyla batıdan doğmuştur. İşte bu güneşin batışıyla parlayış kaybolur. Akide parlayış, kaybolmak ve avlanmaktan kurtulur. Hileli düzenler kalkar. Fakat erbab-ı basirete göre bu güneşin batışı iki kısımdır. Eğer bu bu batışı kalbi yapabilirse gayb âleminde hidayet nuru üzeredir.  فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ   “Rabbinden bir nûr üzere bulunmaktadır.”  (Zümer, 22) Sırrına kavuşmuştur. Onun yaratılışı nur üstüne nur olarak gelmiştir.

Kaynak: http://ismailhakkialtuntas.com/2012/05/15/sirr-i-mektum-u-mahtum-uzeri-muhurlenmis-gizli-sirlar/

Atatürk Kütüphanesi-İstanbul/OE_Yz_001826 Tercüme: 03.12 2007

**

Sırlara vakıf olan Hüdhûd’un birçok meseli vardır. Bunlar halk arasında da meşhur olmuştur. Söylenegelir. Ki bu durumlar tecrübeden başka bir hususta değildir.

Hz. Süleyman aleyhisselâm ve Hüdhûd kuşu arasında geçen şöyle bir ibretli hadise nakledilir:

Hz. Süleyman aleyhisselâm bir gün, Hüdhûd kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine Hüdhûd kuşu, Hz. Süleyman’ı tehdit etti:

“–Senin saltanatını ve sarayını mahvederim!” dedi.

Hz. Süleyman aleyhisselâm gülerek:

“–Senin gücün ne ki, benim sarayımı mahvedesin!” dedi.

O küçük Hüdhûd kuşu şöyle cevap verdi:

“Ayak tırnaklarıma vakıf çamurunu alır, getirir ve Hz. Süleyman’ın sarayının damına koyarım, Hz. Süleyman’ın sarayı YERLE YEKSAN OLUR.”

Binaenaleyh vakıf malı en büyük kul haklarının başında gelir…. bu meyanda aşağıda acı bir gerçeği dile getirmek üzerimize borçtur. Bazıları derler ki

“Allah Teâlâ’dan istedim de vermedi.”

 Bu kişilere cevap ise şudur:

“İstemeyi de yapmayı da bilmedin bâri yalan söyleme”

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


PLAYBOY ÇAĞINI BİTİRENLER; ŞİMDİ HANGİ ÇAĞI BAŞLATTILAR

Yalnız hayatı yaşayanlar
Yalnızca kendinden sorumlu olanlar
Yalnızca kendisi ile tatmin olanlar
aynı cins fanatiği olanlar

Yalnızlar çağı

Yazının oluşumuna neden olan aşağıdaki haber bizce çok önemli bir hususu dile getiriyor. Yıllar yılı kadını kullanan batılı entelektüel, kadını değersizleştirmeyi başardığını itiraf eder gibi, yeni bir projenin içine girdiğini haber veriyor. Onların bir sonraki konuda öncelik olarak hangi yöne yönelecekleri/ sömürecekleri ve kullanacakları hakkında birçok fikir üretebilirsiniz. Görünen o ki, aile temelini oluşturan kadının kutsal dünyası yıkılmış olduğu akabinde erkekliğin de dumura uğratıldığı açığa çıkarılmıştır. Bunun neticesi eşcinsellik çağına adım atıldığını gösterir ki; [yazıya bakabilirsiniz:  ERKEKLER İNSANLIKTAN ÇIKINCA, KADINLAR DA HIZLA KADINLIKTAN ÇIKTI ] yalnızlaştırılan cinsellik idolü [putu] insanoğlunu; ferdiyetçi-mastürbasyon ahlakına yöneldiğini göstermektedir. Doğal seleksiyon ile kontrol altına alınamayan insan nesli robotlaşma ve mankurtlaşma yolunda hızla ilerlemektedir. Zaman itibarıyla ellili yıllarda kadının az bir işvesi, erkekte şehvet fırtınaları koparırken şimdi ise dekoltesi artmış tayt türü yapışık kıyafetiyle kadın cazibe merkezi olmaktan düşmüştür/düşürülmüştür. [ucuz meta] Bu durum, içtimâi ahlaksızlığın/ahlaklı olmanın derecesini gösteren bir husus olmayıp, kısırlaşmış döngüye giren gelecek neslin yalnızlık/eşcincinselik/kendi kendime yetmeden/satanistleşmeden [şeytanın karısı yoktur, çocuklarını kendini dölleyerek ederek çoğaltır] öteye geçmeyecektir.

Hayvanlar âleminde homoseksüellik bulunmaz iken [nadir tek cins üremeliler vardır] insanlar daki salt yalın cins bireyler dünyası hayal eden bilim kurgunun ütopyası olarak yavaş yavaş ilerlemekte ve aşama kat ettiği açıkça görebilmekteyiz. Cinslerin birbirine olan alakasızlığı ahlaklı olmayı çağrıştırır, diye düşünmeyelim. Önemli olan kontrollü/yasal/ahlakî/örfî yaklaşım ile bağların kurulmasıdır. Eğer kadının değerliliği hakkında [orta malı yapıp pazarlayanlar, playboy gibi] fotoshop tekniği ile dahi değersiz/ilgisiz kalındığını görenler, -kadınlara bakılmaktan vazgeçiliyorsa-, bu ahlak ile alakalı olmayıp, cinsellik duygu parametresinin bozuma uğramasıdır. İletişimde kopukluk oluşması başarılmıştır. İleri sonuç insan neslinin devamı sperm bankalarından sipariş ile teminine [Cesur Dünya- Aldous Huxley] kadar varabilecek hale gelmesidir.

 Allah Teâlâ’nın “biz insanı erkek ve dişi olarak yarattık” buyurması bir düzenin işaretidir. Kadında infilak eden bozulma, dolayısıyla erkeğin bünyesinde olmuş demektir.

Zamanında bu istismarların önüne geçilseydi bu durumlar olur muydu, olmazdı; ancak bazıları komplosunu kurmuş hızla ilerlerken bize geriden ancak laf üretme kalabalığı kalıyor. Bu ise çok bir şey yapabilmenin ifadesi değildir.

Orta yolu bulamayanlar, her zaman uçurum tehlikesi ile karşı karşıyadır.

İhramcizâde İsmail Hakkı



[i]    Makâlât-ı Şems-i Tebrizî: Konuşmalar (çev. M. Nuri Gencosman), İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1974.

s. 325. Yine benzer bir eleştirisinde döneminin şeyhlerini din vurguncuları diye nite­ler. Bkz. Makâlât, s. 206.

[ii]   Makâlât, s. 57.

[iii] “Yeseviliğin İlk Dönemine Ait Bir Risale:, Mir’âtü’l-Kulûb”, İlâm, C 2, s. 2, Temmuz-Aralık 1997, İst. 1998, s.41-85. Eserin orijinal metni bu makale içinde yer almaktadır (s. 49-68).

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar