Yazılmışlar 14
KADININA ZULMEDEN MİLLETİN KADERİ YOKTUR
Mazlum beddua eder,
tecellisi geç zuhur etsede,
Allah Teâlâ kabul eder/etmiştir.
Kadına zulmedip, onların bedduâsını alan bir millet; ise
zelil olmaya mahkûm olduğu kadar;
Kaderî hüküm olarak o millete iktidar/devlet imkânı verilmemiştir.
Bedduâsı baki olan yerlerde yeşil otlar;
Zulüm ekilen geçmişin geleceğinde de kudret biter mi?
Kırk kapıdan himmet dilenseler de
Murat
verilmez/verilmeyecektir.
Merhametsizlik sinesine yapışmışların
dilekleri/umutları/hayalleri kör kuyularda balçığa karışınca,
Acımayanlardan, zillet hiç kalkar mı?
İnsana yapılan züllümler
hep baki kalmaz mı?
Unutulamaz,
Yıllar karalarını silemez.
Sonra iyi olalım deseler de
Duaları dahi kabul olunamaz.
Ruhlar bilir
Şeytanda bilir
Tövbesi yok bunun
isteselerde
mahşere kalmıştır
hesabı-azabı
bir türlü bitemez
İhramcizâde İsmail Hakkı
“Mazlum kadınlar yüzünden kaybettiniz.
Çünkü üzerinizde bedduâ var”
YAHUDİLERDE MÜSLÜMAN OLACAKTIR
Hz. Musa buyurdu ki: "Ey Yahudiler! Sizin İslam olacağınız günler yaklaştı.
Biliyoruz ki gaybı Allah Teâlâ ve bildirdikleri dışında kimseler bilmez.
Gaybın bir sınırlayıcılığı ile Allah Teâlâ kendi özgürlüğünü de sınırlamaktan
münezzehtir. Onun kendine yeten hali ile aldığı kararda mahlukatın “daha önce
bu şekilde olmasını takdir ettin, şimdi neden değiştiriyorsun” demesi muhaldir.
Velevki söyleyenler arasında nebiler ve rasüllerde olabilir. Zamanımız ve daha
önceki bin yıl içerisinde geçmişin getirdiği kültür ve terminolojinin alt
yapısı ile kıyamet beklentisi çok olduğu gibi, söylenen birçok şey ve haberler
birer birer havada kalmıştır. İnsanoğlu da bütür iddialarının boşa çıktığını
görünce yorumlar ile “şöyle böyle…”lerle mağlubiyetlerini de kapatmaya
çalışmaktadır. Biz Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed salla’llâhu
aleyhi ve sellem bizim için ne kadar düşkünse, Yahudilerin peygamberi Hz. Musa
aleyhisselâm da o kadar İsrailoğullarına düşkündür. Yahudilerin millet olarak
yola gelmeleri hususunda zorlu bir millet oluşu tarih açısından belirgindir.
Ancak dinlerine düşkünlüklerini yüzyıllarca gördükleri aşağılanma, sürgün vb.
yüzünden terk etmedikleri malumdur. Bu milletin ihya ve ihtidası ve Allah
Teâlâ’ya olan tevhid ve İslam akidesini kabul etmelerindeki tek çıkar yol yine
kendilerinden olacak bir hidayet verici bilgi ve emare ile olacağı kesin
görünmektedir.
Bildiğimiz üzere her ağacın arkasında onların olacağı, her işin geri
planında Yahudi parmağı olacağı bilgisi/komplosu aslında onların dünya ile olan
bağlantılarındaki sıkı kopmaz alakaya işaret eder. Bu durumda olan bir
milletinde teknolojik yükseklik ile kavuşacağı mertebe onları her an bir adım
daha İslâma yönelteceğini görmemek yanlış olur.
Tefekkür/hayal deyin, bu bir vakıadır Şimdi dinleyin.
Hz. Musa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm konuşuyorlardı.
Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:
Ey Hızır Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem ümmeti, benim
millletimin İslam olmayacağına ve yok edileceğini sürekli tekrar ediyorlar.
Onların bu şekilde söylemelerini tasvip etmediğimi bilirsin. Çünkü Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellem alimlerini beni İsrail peygamberleri olarak tarif
buyururdu. Şartlar itibarıyla benim ümmetimden çok âlim Onun peygamberliğini
kabul etse, dönse de, Onun ümmeti onları kabule yanaşmıyor, dönme deyip engel
koyyuyorlar. Sonra Allah Teâlâ’nın Yahudileri azmış ve dalalete düşmüş olarak
bahsettiğini, bu etki nedeniyle, her insan topluluğu da nesilden nesile sürekli
karakterleri aktarılıyorsa, o zaman benim bu gayretlerin neticesi ne olacak ve
nasıl çözüm bulacağız diye düşünüyorum
Hz. Hızır aleyhisselâm dedi ki;
Allah Teâlâ nın O’na, Sana ve ümmetlere sınırlayıcı bir hükmü yoktur. Fakat
senin ümmetinin bakiyesi olan bu insanların çok inatçı olmaları, kendi
içlerindeki hukuku dışarıya karşı uygulamamaları ve dünyayı aşırı sevmeleri
yüzünden çok tepki alıyorlar. Bu da her hilenin arkasında onların görünmesinin
vehmini yaratıyor. Ben kıyamet günü Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem
diriltildiğinde senin mi Onun mu önce diriltildiğini tam kestiremediğini
söylediğini işittim. Bu işin evvelide sonunda olacak her şey Allah Teâlâ’nın
emirleri ile alakalıdır. Onun ümmetimden olan kişilerin ahiret kaygıları dünya
ilgisini zayıflatırken senin milletinden gelenler sürekli ilerliyorlar.
Müslümanlar bu şekilde onların eline mahkûm kalıyorlar. Mesela geçenlerde bir
bilgi ellerine geçti. Onu biliyorlar. Bildikleri şey senin Tur dağında
yaşadığın halleri Harun kardeşine anlatıyordun. Bu konuşmada Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemi anlatıyordun. Beni de apaçık tarif ediyordun,
Onun ismini zikrediyordun. Senin çocukların bunu gizliyorlar. Aslında
gizlemiyorlar. Bildikleri şeyleri açıklayınca dünyadaki düzenleri bozulacak,
ondan korkuyorlar. Geçenlerde biri açıklamaya niyetlendi diye ona
yapmadıkları kötülük kalmadı.
Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:
O zaman bu mesele nasıl çözüme kavuşabilir. Ben bir Tur dağına gidip gelene
kadar kavmimin ahlakı değişip duruyordu. Haklısın Harun kardeşimle
çok tartışmam olmuştu. Bunların bu halini değiştirmek mümkün olmuyor. Ne yapmak
gerekiyor.
Hz. Hızır aleyhisselâm ki:
Yahudiler, dini millet dini tuttukları müddetçe ve evlilikleri kendi
içlerinden dışarıya açılmadıkça durum düzelmeyeceği gibi gelecekte onları
genetik bir hastalık bekliyor gibi. Ne olduğunu biliyor musun, kadınlar artık
gebe kalamayacaklar. Yumurtaları oluşmayacak kısırlaşacaklar. Belki çözüm
buluruz diye şimdiden depo yapıyorlar, fakat bu sakladıkları yer ne kadar
emniyetli olabilir ki. Düşün bir deprem olur her şey altüst. Birde daha önce
seninle düzellttiğimiz duvarın altındaki sandıktaki bilgileri onlar bulunca bu
sorun çözülür. Fakat bu duvarı biz Küdüste düzeltmedik ki, Şimdi
Yahudiler altını üstüne getiriyorlar, zorla kan döküyorlar. O Orada değil ki.
Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:
Evet o duvar orada değil. Seninle biz deniz yolculuğuna çıktığımızdan sonra
gittiğimiz yer. Yemen taraflarında bir yer. Biliyorsun Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellem hikmet için orayı işaret
etti. Müslüman âlimler bunu başka anladılar. Birde bizim yolcuğu üç
güne sığdırır gibi anlatıyorlar. Aslında çok uzun sürmüştü. Beni biraz saf
gösteriyorlar. Ben o kadar söylenilecek bir emri hemen unuturmuş gibi.
Ey Hızır, bu işlerin çözümü için neyi tavsiye edelim.
Hz. Hızır dedi ki:
Ya Musa dünya sevgisi Yahudilerin içinde olduğu müddetçe bu sorun
çözülmeyecek. Onlar isterlerse, insanlık huzur bulur; yüzyıl önce uygulamaya
koydukları dünyayı parçalama planından vazgeçmeleri gerekir. Buna da ilk önce
Anadolu’dan başlaması lazım geliyor. Nasıl olur deme. Yapılması gereken bu.
Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:
Türk milleti hakkında Allah Teâlâ’nın bir muradı var. Onlar olmasaydı bugün
Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin çocukları yok edilecekti. Yine
onlar olmasaydı, benim kavmimden kimse kalmayacaktı.
Ya Rabbî her çıkmazı Türklerle aştığını biliyorum. O zaman onlar hakkında
senden dileğim var. Onlara yardım et. Senin Töreni (ilahi hükmünü) devam
ettirsinler. Benim kavmim de onlara yardımcı olsun. Kıyametin saati
daha gerilere gitsin. Deccal denilen fitne kendi içinde sönsün Altın Çağı
başlatsınlar.
Hızır aleyhisselâm dedi ki:
bu konuşmalarımıza kim inanacak.
Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki :
Sözler yazılara dökülsün. Zaman bu sözlerin doğruluğunu çıkartacak. Yeter
ki geç kalınmamış olsun. Biliyorum ki Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem
ne buyurmuştu: İsa inecek, deccal ölecek, mehdi gelecek. Bunları insanlar
olarak beklemeyi bir bırakırsa ademoğulları herşey yoluna girecektir.
Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Bu bir seyrandı. Seyredildi. Bahçeye giremeyenlerde duymuş oldu.
HERKES KENDİNE BAZILARI TANRININ YALNIZLIĞINA AĞLAR
“Bu bir farktır”
(lütfen kızmayınız bana, bu içteki ötelenemez bir duyum) “Tanrı'nın
yalnızlığını düşününce ağlıyorum. Ben çok taş olmak istiyorum.”
“Bir Allah dostundan”
Allah Teâlâ’nın velileri vardır. Bir kısmı bilinir. Bazılarını ise zâtından
başkası bilmez. Onlar görünürler fakat velayetleri kendilerinden dahi saklı
tutulmuştur. Onlar ile âlem düzen bulur. Gönüller şâd olur. Dönüşüne kimse
ihtimal verilmediği halde, girilmesi insanın içine ürperti veren okyanusa dalarlar
ve çıkarlar. Onların makamları ferdiyet olmak olunca rableri katında
ayrıcalıkları vardır. Onlar yalnızdırlar. Halk ile alakaları olmadığı gibi
meleklerle de yoktur. Onlar insanlığın ayakta duruşunun
temelleridir. İnsanların yalnızlığında korkunç hayal âlemini ve ruhu
teskin edecek az olunca onları bulmak ve duymakta zor oluyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
SİZİ SİZDEN OKURLAR
Aşağıda alıntıladığımız haber veri toplamanın illegal olmadığını belirtmek içindir. Eğer internete giriyorsanız verileriniz her şekilde toplanacaktır. Yazsanız da yazmasanız da.
Birkaç bilgi aktarayım. Bizim site yelpazesi çok geniş olduğundan farklı farklı konulara giriş imkânı sunmaktadır. Birkaç yıldır site [dini içerik yoğun olmasına rağmen] istatistiklerine düşen aramalarda başı çeken cinsellik, dua ve insanları etkileme konularıdır. Kadınların internette cinsel ilişkiler üzerine çok fazla bilgi aradığı görülmektedir.
Aramalara bakınca görünmeyen yüzün başka oluşu dikkatinizi çeker. Buradan sözü asıl getirmek istediğim yer ise Türkiye de gündemde tutulan iki sorun hakkında inanmayacağınız kadar bir giriş olmaktadır. Yani arayan soran yoktur. Halkın hiç ilgilenmediği konular gazetelerde TVlerde siyasi ve rantçı çevrenin gündeminde tutuluşu ve birde kaşıdığı görülürken şaşırmamak elde değildir. Sokağa çıksanız kendi çapınızda bir araştırma yapsanız iki şeyden birini size söylerler. Biri Kürt sorunu, diğeri Aleviler. [Neden gündemi takip ediyorum havası vermek için] aslında hiçte öyle değil. İnsanlar yalnız kalınca bu konuların yanından bile geçmiyorlar. Bizi hayrete düşüren şu oluyor. Medya sürekli bu konuyu kaşırken internet kullanıcısı bu konu üzerinde neden duyarsız kalıyor. Cevap şu.
İnsanlar güzel ve doyuma ulaşmış bir hayat yaşamak istiyor.
Güdümlü bir hayattan usanmış özgür olmak ve huzur istiyor.
Dünyada şu olmuş, bu olmuş pek ilgilendirmiyor.
Sadece ben nasıl kendimi kurtarırım, nasıl rahat ederim peşindeler.
Bu meyanda söylenecek söz insanlara güzel gelecek vaat ederken psikolojilerini baskı altına almak yerine yapılması gereken işleri yapılması değil midir? Yoksa medya önünde yalandan polemik yapmanın başka bir getirisi mi vardır?.
Türkiye’de haberciliğin magazinleştirildiği biliyoruz. En sonu yemekle biten haber kuşaklarının sonunda yaptığımız tek eylem beyin cimnastiği “şimdi ne yiyelim” ile oluyor.
Mesela zararlı olduğundan bahsedilen bir ürün haber yapılıyor, insanlara sunuluyor. Arkasından gelen bir yaptırımdan haber yok. Bir eczacı arkadaşımız vardı. Hep şunu derdi kış gelmeden hep antibiyotik haberleri yapılır. Bu şekilde antibiyotik kullanımında büyük bir düşüş yaşanır. [Bunu biz değil her ülke yapıyor.- Çünkü normal olağan hastalıklarda fiyat değeri yüksek ilaçlar gurubu]
Yine bir başka husus, attığınız mailler ile cevapları arasında geçen diyaloglar ile sizi tanımaya çalışanlar olduğunu unutmayın. Sizi sizden okurlar/çalışırlar. En ufacık bir kelime ile sizin arkanızı görürler/analiz ederler.
Hulasa, verilerin toplanması çok önemli değil, analiz yapanların bu verilerden çıkardıkları sonuçlardır. Günümüzde analizi en iyi yapanlar dünyayı yönetmeye talip olanlardır. Verilerin analizini yapmak ve sonuçlarının isabet derecesini yüksek tutmak/bulmak ise “bilgi”ye bağlıdır. Toplum olarak okumayan bir millet olduğumuzdan sorunlarımızı çözmekte de çok zorlanacağımız görünmektedir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“KADINLAR” MI, YOKSA “KADINLIK” MI CEHENNEMDE?
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram namazında kadınlar
tarafına geçerek):
“Ey kadınlar cemaati! (Allah yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın.
Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm” buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli
bir kadın:
“Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?” diye
sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ağzınızdan kötü söz çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz.
Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden
başkasını görmedim!” dedi. O kadın tekrar:
“Ey Allah’ın Resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?” diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem açıkladı:
“Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk
olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tabiri de onların (hayız
dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını
ifade eder.” (Kütüb-ü-Sitte No: 5361)
Yukarıdaki hadisin temel konusu olan kadınların cehennemlik olma
durumu ve izahî olan kısım hakkında polemik çok yapılır. Hadisi
şerifler, dindarların ve din düşmanlarının ellerinde leh ve aleyhde koz olarak
kullandıkları materyal durumuna düşürülmüştür.
Bu hadisi şerifler sahih kitaplarda yer alıyor olsa da, biliyoruz ki Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem rahmet peygamberi ve ahlakın en yüce
zirvesi insan-ı kâmildir. İnsanların üzülmesine râzı olmayan Efendimizin
töhmete varan ifadelerden uzak olduğunu biliriz. Öyle ise kadınların
ilk bakışta aşağılandığı intibaını veren bu hadisler lafızda göründüğü gibi
mana murat edilmektedir?
Cevabımız “hayır”dır.
Sosyal hayatımız genelinde kadın ve erkek ikileminde güçlü olan erkek
olmaktadır. Kadın ise zayıflığını erkeğe karşı kullanmak için gayret gösterse
de ekseriyette başını derde soktuğunu düşündüğümüzde, “cehhennemvâri” hayatının
bir perde ilerisinde ve gerisinde kalabilmektedir. Kadın örfün veya
bulundukları ortamın sürekli itilen konumunda sadece dini yönde kalmayıp, bir
diğer taraftan da acılar görmesi cihetiyle, yıkılmasa da içtimai ve ruhî hali
onu üzüntü ve kedere gark edişi acı bir gerçektir..
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem kadınların cehennemde
oluşlarını direk olarak ahiret hayatına bağlamıyor. Belki de dünya şartları ile
izah ediyordu. Yani siz cehennemde şu şekilde veya bu azabı göreceksiniz
ibaresi maalesef kullanmamıştır.
Dünyevi konumlar ve dini tedrisat erkekler kontrolünde oluşu ile hadiste
bir anlam kayması yapılarak, müsbet ve menfi cihetle kadınlar hırpalanıyor.
Dolayısıyla hadiste dine saldırı malzemesi haline getiriliyor.
Kadının cehennemi hayatına örnek çoktur. Ancak can alıcı
olanlardan birini zikredelim.
Örf gereği bir genç kızımız evlendiği ilk gece bekâret sorunu yaşamaktadır.
Aslında her türlü şekilde kendini korumuş olduğu halde bedenin biyolojik yapısı
nedeniyle bir sıkıntı yaşadığında üzerine yıkılan karabulutlarda erkek ne kadar
haklı olabilir ki. Eğer erkek bu nedenle mahkemeye gitse, karar kadından çok
erkek yönünde gelişir. Kızımız hayatının en güzel döneminde bir buhran yaşıyor
ki, sonu kestirilemez. Erkek ise evlenmeden her haltı yemiş [bu ibare yerine
uygun geldiği için yazdım] onun üzerinde sadece aranılan değer ve kuvvet ise
“viagra kuvveti”nden başka ne olur ki? Günahlar [varsa] kadında göründüğü kadar
erkekte hiçbir zaman görünmeyişinin tecellisi ile bir fidan devrilip gidiyor.
Erkek namus ile sorun yaşamazken kızımız bir batakta töreye kurban gidecek
duruma geliyor.
Olayların erkekler tarafından karartıldığı yerde kadınlarada mor renklere
dönüşümünü de unutmamak gerekiyor. Sonuçta dünya düzeni, kadın
mazlum, erkek zalimlik kategorisinden bir pay alarak hayata devam ediyor.
Burada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin mucizesi ayandır.
Yani bu dünyada dediğini bir kez daha anlamış bulunuyoruz. Buradaki
hakikat kadınlar “cehennemdedir” değil “kadınlık” cehennemdedir. Cennet
ve cehennem konularındaki netlik ahiret hesabının görülmesinden sonra olduğunu
biliyoruz. Onun için Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ahiret
konusunda Allah Teâlâ’yı sınırlayıcı bir kelâm etmeyeceğini de unutmamak
gerekir.
Konuya bakışımızın çok zaman kısır döngüye dönüşmesinin nedeni ise
haklılığın bir yerden sonra hiç kimsenin yanında olmayışındandır. Erkeğin
kadını yıktığı yer genelde namus konusunda gelir. Onun hakikati
doğru düzlemde çok zamanda kalamadığı gibi hataların başladığı yer olarak
kalmaktadır.
“Sen erkeğe sahip çıkmazsın, niye çünkü erkektir. Ona bir şey olmaz, yatar
kalkar senin adın olur iki paralık. Yani erkekler öyledir, Allah onları öyle
yaratmış, pistirler, kendilerine hâkim olamazlar, namussuzdurlar. Ama sen kendi
karına kızına sahip çıkacaksın, erkekleri bilirsin, sen serbest bırakırsan
hemen atlarlar karına, kızına. Yani ben kendi kızıma güvenmediğimden değil, ben
onlara (erkeklere) güvenmediğimden. Yani kendimden biliyorum ha seni tutacak
hiçbir şey yoktur, buradan bir kadın geçse sahipsiz, sen dersin o sahipsiz o
zaman belki... Bu yüzden dirlik için, düzen için herkes kendi
karısına, kızına sahip çıkacak. Çıkmazsa erkekleri kim tutar, sonra
gelsin kavga çıksın kan” (Tahincioğlu, 2011, 206-7).
“Namus kadının içindedir, kimse ona zorla, baskıyla, ölümle
veremez. Ben inanırım buna, bu yüzden de kızların iyi eğitilip bir
ordunun içine bırakılabileceğine inanırım. Yani eğer akıllı ve
ahlaklı ise babasına, kocasına karşı sadıksa, sevgi duyuyorsa onun
namusa mamusa da ihtiyacı kalmaz… Çünkü namus demek bir yerde zor demek,
baskı demek… Yani bir yerde kadının içinde olmayan ahlakı kadına zorla dayatmak
demek… Ama eğer sen kadını eğitirsen, aklını kullanmayı öğretirsen, yani cahil
bırakmazsan… O da erkek gibi insandır ve cinselliğiyle değil insan
olma vasfıyla her ortama girer… Okur da çalışır da, erkeklerle
arkadaşlık da yapar…” [Tahincioğlu, N. (2011). Namusun Halleri. İstanbul: Positiga
Yayınları, sh:192]
İhramcızâde İsmail Hakkı
“ACELE KIYAMET”İN HABERCİSİ OLMAYA ÇALIŞAN RUSYA
Konu hakkında büyüklerimizden duyduğumuz işaretleri aşağıda beyan edeceğiz.
Ancak unutulmamalıdır ki, 3. Dünya Savaşı bilinen savaşlardan farklı olarak
ekonomik ve sanal olarak tecelli edecektir. Bu nedenle Sanal ve medyatik
kimlikli olan bu savaşta teknolojik imkânlar ortaya dökülecektir. Çünkü insan
ve silah bağlamındaki kara harplerininden olumlu sonuçlar almak mümkün
görünmüyor. Bu nedenle 3. Dünya savaşını teknolojisi kuvvetli olan
kazanacaktır. Şimdiden Amerika bu savaşın galibi olarak gözüküyor.
Bu meyanda Rusya’nın ideallerinden vazgeçip köşesine çekilip devlet ömrünü
uzatmak konusunda temkinli davranması gerekmektedir. Ayrıca İsrail’in
Türkiye’ye karşı dost tutumunu herkes bilmektedir. Yahudiler, Türkiye’nin
Hristiyan blokuna karşı mücadelesinde her zaman yanında olmaya mecbur oluşunun
bir geçmişi vardır. Eğer Türkiye’de dengeler bozulursa İsrail’in ve
dolayısıyla Yahudilerin geleceği de tehlikeye girecektir. Bu nedenle Yahudi
Dünyası Türkiye’nin yanında yer alacaktır. Acilen Rusya’nın sakin ve sükûnetle
geri adım atıp acele bir kıyamet habercisi olan savaşı durdurması gerekiyor.
İnsanlığı bekleyen altın çağı yakalamak için hayatı paylaşmayı öğrenmemiz
gerekiyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi gaybî haberlerden bahsederken
buyurdular ki;
· Şam,
Bağdat, Mısır, birisi sudan, biri saikadan (yıldırım) biri de hareketi arzdan
(deprem) harab olacaktır.
· Türk
devleti ( bir defasında da: Türk Milleti) ilâ yevmi’l-kıyâme baki kalır,
payidar olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden şekile tahavvül eder.
· Türkler
tenassur edecek. (Türkler hıristiyanlaşacak) (1920 de söylendiğini
hatırlayalım)
· Benî
Kureyşden biri ( bir defasında: Evlâd-ı Rasulden birisi yani Hz. Hüseyin
aleyhisselâm) zulüm ve îtisafa (haksızlık) mâruz kalınca (İslam liderliği) Kayı
Aşireti’ne iltica etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat
kendileri de (sebebini) bilmez.
· Hazreti
Âdem’e bütün diller teklif edildi, ama Türk lisanını seçti. Onun için Türk
devleti ilelebet payidâr olur.
· Türk kavmi
ebabil kuşu ile helak olacaktır.
· Yerde gökte
büyük değişiklikler olacak.
· Semâvatta
büyük değişiklikler olacak bir yıldız peyda olacak.
· Paris şehri
semavî bir hâdise ile mahvolacak.
· Üçüncü
Dünya Harbi çıkacak, “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline gelecek.”
Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan gelmeyecek. Bu esnada
avucunu sıkar gibi yaparak “Rusyayı küçülttüm, küçülttüm.” “Rusya darmadağan
olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler uluyacak!..”
· İngiltere
ve Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta
edecekler, hayıflanacaklar.
· Yine Ahmed
Amîş Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır. “O zâlim imparatorluk
balıkçılıkla geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.”
Kaynak: Ahmed Amîş Efendi, hzl: İhramcizade, Gözde Matbaa, İstanbul, 2012
(Gaybî haberler)
İSYAN VE AKLIN BİTTİĞİ YERDE KALMAK
“Kararan” a
Çözümü olmayan sorun yok iken, yumak haline gelen dertlerle boğuşmak neden
olur?
Suç kimin, sorusuna cevap bulunamazken, itaat edilen duygular ile cevap
bulmaya çalıştığımız her şey bir batak haline dönüşüyor.
İddia edilen her şey gerçekte kabul gören bir merkezin hedef noktası mıdır?
Aranılan şey aranıldığından mı aradığımız için sorun oluyor?
Kim kime itiraz ediyor ki, sonu olmayan tedavi olmayan karanlık bulutlar
üzerimize doğru geliyor.
Olmuyor, olmuyor denildiği halde olmasını istediğimiz şey nedir?
Olmayan şey mi, yoksa olmasını istediğimiz şeyin olmamasındaki ısrarımız mı
bize acı veriyor?
Emellerimiz bizimle doğuyor, fakat bizimle hiç ölmeyecekler ki, bizler
gitsekte o emel vasfıyla süflileşerek devam edecektir.
Emeller ulvi olamaz. Emirler ulvilik sahibidir.
İstek bizim hedefimiz olamalı. İstemek denilen fiiller ancak umut edenler
de olur. Umudumuzu bırakmak gerektiği şuradan belli oldu, istediğimiz zaman
ölemiyoruzda ondan. Son dediğimiz şeyler bizimle beraber değiller. Bizimle
beraber olan ancak istemediğimiz olanlardır.
Burada bir ayrıcalık zuhur etti. İstemeyi unuttuk, istemek bizde kalmadı
dediysen. O zaman her şey sanki biz istiyormuş gibi oluyor.
İstediğimizde kaçan istemediğimizde varılan bu husus, neden gelmek istidanı
gösterişi, benliğimizin son tarafındaki umutsuzluğun karşılığı mı
olduğundandır.
Olsun, olmayıp, aşkın cevap bulamıyordaki sorunda, soran ve sorunda olmaz. Sorunsuz
olmak, soranlar için değil sorununa bağlanırlar. Sen çıkarsın aradan.
Zorlandığın yerde zorlamayı bırakmak gerekmez mi? Hayat kısa olunca hangi
ihtiyacın doyuma ulaşabilir ki? Her güzellik terk edilen olunca, güzellik
kendini bırakmak veya istememek mi?. Öyleyse istedikçe istediğin şey yıkım
gerektiren düşman olur.
Bırakıp gittiğimiz her adım terk edilesi ile bize yönelip kaybolduğu için
üzülmedi ki, yolunu bulanın attığı adımlardaki geçmişe üzülmedi ki, gelen
gitti, gelecek ise beklenilmesi gereken bir yerde dururken bizi beklemekte
acele etmedi.
Daldan dala, bucaktan ocaktan konuşsanız da eğri de olsa düzde olsa
anladığın anlamadığın diye beklediğimiz her şey bitti kaldı.
Zaman yıkıma uğradığında onu tutmaya çalışmak yerine düştüğümüz yolun
ilerisine baksaydık acıların olmadığı gibi gelecek için umudumuz olurdu.
Bir mağarada kalanın istediği ne kadar olur?
Dağ tepesinde veya dehlizde kaldığındaki fark nedir?
Dağ tepesinde olan fikri dünya ise zeminde duran süfliyettir. dehlizde
olanın ki ulviyeti ise dağdaki durandan niçin üstün olduğunu anlayasbilirsin.
Bildiğin bilmediğin şeyler eşitlenmeli. Sorun sende başlamasın diye geriye
ileriye bakmalı. Nefsini düşünmek ile kendini korumak ayrı şeylerdir.
Çok iyilik cennete kavuşmaya sebep değildir. Belki uzaklaştığının habercisi
olacaksa geri geri kalman daha faydalıdır.
Korkudan geri kalışın ile ağlayıp durduğun ateş sen istediğin için
yanmadığı gibi, senin için sönmez.
Varsan varsın yoksan yoksun değil mi.. İnancını da doğru bilişin seninle
değil başkalarındaki ile oluşmuştur. Var ve yok ne ifade
edebilir ki..
Verilen verilirken, sen hak ettiğin için verilmediği gibi, hak etmediğin
zamanda senden alınır alınmazını, bilemen de çok önem arzetmez artık
Ey isyan eden kul, bulunduğun yeri bulamadın gideceğin yeri nasıl tayin
edeceksin.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Okuduğunuzu çok anlamanıza gerek yok. Çünkü kararana yazıldı.
VAHHABİLERE İKİ HEDİYE
Birinci Hediye:
İkincisi Hediye:
Şeyhü'l-İslam Ebü'l-Abbas Takiyyüddin Ahmed B. Teymiye'nin
Vefatı
Şeyh Alemüddin el-Berzalî, tarihinde şöyle demiştir: "Bu sene zilkade
ayının yirmisinde pazartesi gecesi şeyh, imam, âlim, allame, fakih, hafız,
zâhid, âbid, önder, mücahid, Şeyhü'l-İslam Takiyyüddin Ebü'l-Abbas Ahmed b.
İmam Allame Müftü Şihabüddin Ebü'l-Mehasin Abdül-halim b. Şeyh İmam
Şeyhü'l-İslâm Ebü'l-Berekât Abdüsselâm b. Abdullah b. Ebü'l-Kasım Muhammed b.
Hızır b. Muhammed b. Hızır b. Ali b. Abdullah b. Teymiye vefat etti.
Harranlıydı. Sonraları Dımaşk'a yerleşti. Zilkade ayının yirmisinde
pazartesi gecesi Dımaşk Kalesi'nde tutuklu bulunduğu salonda vefat etti. Vefatı
nedeniyle büyük bir kalabalık kaleye gitti.
Yıkanmasından önce bir cemaat, cenazesinin yanında oturup Kur'an okudu.
Onu görmek bereketine ve onu öpme saadetine erdiler.
Sonra kaleden ayrılıp gittiler. Daha sonra da kadınlardan bir
topluluk cenazenin yanına geldi. Aynı şeyleri yapıp geri döndüler.
Artık cenazeyi yıkayıcılarla başbaşa bıraktılar. Yıkandıktan sonra cenaze
dışarı çıkarıldı. Kalede ve yolda büyük bir cemaat toplandı. Cemaatın bir ucu
kalede, diğer ucu da Emevî Camii'nde idi. Caminin içi, sahnı, külase kısmı,
Babü'l-Berid ve Babü's-Saat kısmı insanlarla dolmuş, kalabalık Lebbadin ve
Gevara kapısına kadar uzanmıştı. Cenaze gündüz saat dörtte hazırlandı ve camiye
getirildi. Askerler, aşırı kalabalık ve izdihama karşı onu koruyorlardı. Kalede
cenaze namazı kılındı. Namazı önce Şeyh Muhammed b. Teramam kıldırdı. Sonra
öğle namazının ardı sıra Emevî Camii'nde de ikinci kez cenaze namazı kılındı.
Kalabalık gittikçe fazlalaşıyordu. Nihayet meydanlar, sokaklar, caddeler,
insanlarla dolup taştı. Daha sonra namazın ardı sıra cenazesi eller ve başlar
üzerinde taşındı. Naaş, Babü'l-Berid'ten şehir dışına çıkarıldı. İzdiham
fazlalaştı.
Ağlayanların, feryad-ü figan edenlerin, ona rahmet dileyenlerin, dua
edenlerin, övenlerin sesi göğe yükseldi.
İnsanlar, mendillerini, sarıklarını ve elbiselerini onun naaşının üzerine
attılar.
Cenazeye gelenlerin ayakkabıları izdiham nedeniyle sıyrılıp ayaklarından
çıkıyor, kabanları, mendilleri ve sarıkları da üzerlerinden düşüyor, ancak
kimse buna aldırış etmiyordu.
Çünkü hep cenaze ile ilgileniyorlardı. Cenaze başlar üzerinde taşmıyor,
bazan ileriye gidiyor, bazan geride kalıyor, bazan insanların geçebilmesi için
durduruluyordu. İnsanlar büyük bir izdiham içinde Emevî Camii'nin tüm
kapılarını açarak dışarı çıkabildiler. Ancak yine de sıkıştılar. Sonra insanlar
şehrin bütün kapılarını açarak yine büyük bir izdiham içinde şehir dışına
çıkabildiler. Lâkin kalabalık daha fazla şehrin şu dört kapısında yoğunlaşmıştı:
Cenazenin çıkarıldığı Ba-bü'1-Ferec, Babül-Feradis, Babü'n-Nasr ve
Babü'l-Cabiye. Sûkü'l-Hayl'e, gelindiğinde izdiham daha da büyüdü, kalabalık
arttı, insanlar fazlalaştı. Cenaze oraya konuldu. Kardeşi Zeyneddin
Abdurrahman orada öne geçip cenaze namazı kıldırdı. Namaz tamamlanınca
cenaze, Sufiye Mezarhğı'na götürüldü. Kardeşi Şerefüddin Abdullah'ın yanı
başına defnedildi. Allah ikisine de rahmet etsin. Defin işi ikindiden az Önce
tamamlanmıştı. Çünkü cenaze merasimine gelenler çoktu. Bahçelerden Gota mıntıkasından,
köylerden ve kasabalardan çok sayıda insan cenaze merasimine gelmiş, bu yüzden
bütün dükkanlar kapatılmıştı. Gelemeyenler de ona rahmet ve dua okuyorlardı.
Bunlar mazeretli kişilerdi. Cenazeyi teşyî etmeye birçok kadın da gelmişti.
Bunların sayısı tahminen 15.000 kadardı.
Damlarda ve diğer yerlerde toplananlar hariç hepsi de İbn Teymiye'ye rahmet
okuyorlar, kendisi için ağlıyorlardı.
Cenazeye iştirak eden erkeklerin sayısı ise tahminen 60.000 ile 100.000
civarındaydı. 200.000 kişinin katıldığına dair rivayetler de vardır.
Cenazede ayrıca büyük bir gürültü ve çok yüksek sesli ağlaşma meydana
gelmişti. İnsanlar tazarru ve niyazda bulunmuşlar, Salihiye'de ve şehirde onun
için çok sayıda hatim indirmişlerdi. Mezarı gece gündüz denmeden ziyaret
edilmiş, bazıları sabaha kadar yanında kalıp gecelemişlerdi. Vefatından sonra
bazıları onun hakkında çok salih rüyalar görmüşlerdi. Bir grup şair de onun
için kasidelerle mersiyeler yazmıştı.
(Kımıl (Aelia rostrata), insanlığın hububat tarımına başladığı ilk
bilenemez çağlardan beri en büyük zararı buğday ve diğer hububat ekili
tarlalarda var olan ürünler bağlamında insanlığın emeğine ve geleceğine zarar
vererek varlığını sürdürebilen bir tür küçük zararlı böcektir. Türkçeye
Arapçada bit anlamına gelen kelimeden (قمل) geçmiştir.)
Merhum Şeyhü'l-İslâm Takiyyüddin İbn Teymiye, hicretin 661. senesinde
rebiyülevvel ayının onunda pazartesi günü Harran'da doğmuş, babası ye ailesiyle
birlikte küçük yaşta Dımaşk'a gelmişti. İbn Abdüd-daim, İbn Ebfl-Yüsr, İbn
Abdan, Şeyh Şemseddin el-Hanbelî, Şeyh Ştmsaddin b, Ata sl-Hanefl, Şsyh
Gsmaleddin b. Sayrafî, Mecdüddin b. Aââkir, Şeyh Cemaliddia al-Bağd&dî,
Necip b, Mikdad, ton lbi'1-Hayr, İbn Allan, İbn Ebî Bakir el-¥ahudî, Kemal
Abduirahim, Fahr Ali, îbn Şeyban, Şgref b, Kavvai, Zeynep binti Mskkî ve adlan
burada anılmayan çok sayıda âlımdan hadiı dinledi. Kendisi de hadis okudu.
Hadis toplamaya çalıştı. Tabakat yazdı. Hadis tespit etti, senelerce
başkalarına hadis okuyup dinletti. Dinlediği herşeyi mutlaka ezberlerdi zeki
bir kimseydi. Sonraları ilimle de iştigal etti. Tefsirde ve tefsire dair
bilgiler-. de büyük âlim oldu. Fıkıhta arif oldu. Anlatıldığına göre kendi
zamanında ve diğer zamanlarda mezheplerin hükümlerini, nkhî bilgilerini
mezheplerin âlimlerinden çok daha iyi öğrenmişti. Âlimlerin ihtilafını, usûl,
fürû, nahiv, lügat ve diğer aklî ve naklî ilimlere dair hususları çok iyi
bilirdi. Bir mecliste faziletli bir kimse kendisiyle herhangi bir ilme dair
konuşma yaptığında, İbn Teymiye'nin konuştuğu o ilimde mutlaka en büyük üstad
olduğunu anlar, onun bu hususta derin bilgilere sahip olduğunu görürdü. Hadis'e
gelince o, hadisin bayraktarlığını yapmış, hadisi muhafaza etmiş, sahih ve
sahih olmayan hadisleri birbirinden ayırdetmiş, hadis ricalini iyi tanımış, bu
hususta derin bilgilere vakıf olmuştu. Çok sayıda eser tasnif etmiş, usûl ve
furû'a dair faydalı taliklerde bulunmuştu. Bu taliklerin bir kısmı tamamlanıp
temize çekilmiştir. Ben de bunları kendisinden nakledip yazdım, bir kısmını
huzurunda okudum. Ama taliklerinin büyük bir kısmı tamamlanmamıştır. Bir kısmı
da tamamlanmış, ama şu ana kadar temize çekilmemiştir. Asımdaki âlimlerden bir
cemaat onu, ilimlerini ve faziletlerini övmüşlerdir. Kadı Habî, İbn
Dakikü'l-İyd, İbn Nahhas, Mısır'daki Hanefî Kadısı İbn Harirî ve İbn Zemlekânî
bunlardandır. İbn Zemlekânî'nin onun hakkında kendi el yazısıyla şöyle yazmış
olduğunu gördüm:
"İçtihadın şartları uygun bir şekilde onda toplanmıştır. Güzel eser
tasnif etmede, güzel ibare kullanmada, tertipte, taksimde, dindarlıkta ileri
merhalelere ulaşmıştır."
İbn Zemlekânî, onun bir tasnifi hakkında da şu beyitleri yazmıştı:
"Onu niteleyenler ne diyorlar?
Onun nitelikleri sayılamayacak kadar çok ve açıktır.
O, Allah'ın ezici bir hüccetidir.
O, aramızda zamanın bir harikası olarak durmaktadır.
O, yaratılanlar içinde bir mucizedir.
Nurları ve aydınlığı apaçıktır.
Aydınlığı, fecrinkinden daha fazladır."
İşte ibn Zemlekânî, onu böyle övmüştür. O zamanlar îbn Teymiye'nin yaşı
otuz civarındaydı. Küçük yaştan beri onunla aramızda bir sevgi ve arkadaşlık
bağı vardı. Bir sene kadar hadis dinledi. Faziletleri çoktu. Eserlerinin
adlarım, yaşantısını, onunla fakihler ve devlet yetkilileri arasında cereyan
eden hadiseleri, defalarca hapse atılışını, başından geçen halleri burada
anlatmak mümkün değildir. Bu kitap aslında bu kadar finiş bilgilin nakletmaye müsait
di değildir.
"O, vefat ettiğindi bin Hieaz yolunda olup Dımaşk'tan uzaktaydım,
Vefatından elli gün sonra Tebük'e ulaştığımızda vefat haberini aldık. Onu
kaybetmekten ötürü hepimiz üzüldük. İnsanlar da üzüntü içine düştüler. Allah
ona rahmet etsin."
Alemüddin el-Berzalî, İbn Teymiye hakkında tarihinde böyle demiştir.
Şeyh Alemüddin, İbn Teymiye hakkında bu biyografik bilgileri verdikten
sonra Bağdat'ta İmam Ahmed b. Hanbel'in cenaze merasiminden, onun şöhretinden,
Ebu Bekir b. Ebu Davud'un cenaze töreninin görkemli oluşundan bahsetmiştir.
İmam Ebu Osman es-Sabunî, Ebu Abdurrahman es-Süyufî'nin şöyle dediğini
nakletmiştir:
"Ebü'1-Feth Kavvas adındaki zahid şahsın cenaze merasimine Şeyh
Ebü'l-Hasan ed-Darekutnî ile birlikte iştirak etmiştim. Böyle büyük bir cemaate
katıldığımızda Şeyh Ebü'l-Hasan bana dönüp şöyle dedi: Ebu Sehl b. Ziyad
el-Kattan'ın İmam Ahmei'den naklen Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'in şöyle
dediğini işittim: "Bid'atçilere deyin ki, bizimle sizin aranızda
ayırıcı özellik, cenazelerdir." Kuşkusuz İmam Ahmed b. Hanbel'in
cenazesine iştirak eden cemaatin sayısı çok yüksekti. Çünkü belde ahalisinin
sayısı fazla olup bu törene hayli insan iştirak etmişti. Ayrıca İmam Ahmed'i
tazim ettiklerinden, devlet tarafından sevilen bir ınsan olduğundan ötürü de
cenaze merasimine katılan cemaatin sayısı Çok olmuştu. Şeyh Takiyyüddin b.
Teymiye ise Dımaşk'ta vefat etmişti.
Dımaşk'ın ahalisi ise o zaman sayı bakımından Bağdatlıların onda biri bile
değildi. Ama zorba bir sultan kendilerini toplayacak olsaydı bile İbn
Teymiye'nin cenaze merasimine bu kadar büyük bir cemaat katılmazdı. Kaldı ki
İbn Teymiye, sultan tarafından hapsedildiği kalede vefat etmişti. Ayrıca
fakihlerin ve yoksulların çoğu da bırakınız Müslümanları, diğer dinlere mensup
kimseleri dahi nefret ettirecek şeyleri, İbn Teymiye'den naklediyorlar ve bu
gibi şeyleri ona isnad ediyorlardı. İşte bütün bunlara rağmen İbn Teymiye'nin
cenazesine katılan insanların sayısı oldukça fazla olmuştu!"
İbn Teymiye, zilkade ayının yirmisinde pazartesi gecesi seher vaktinde
vefat etti. Kale müezzinleri vefatını minarede ilân ettiler. Burçlar-daki
nöbetçiler de bu haberi etrafa söyleyip duyurdular. Sabah olunca insanlar bu
büyük olayı duymuşlar, birbirlerine aktarmışlardı. İnsanlar gelebildikleri her
taraftan, hatta Gota'dan ve Merc'den gelip kalenin etrafında toplanmışlardı.
Pazardaki, çarşıdaki insanlar birşey yapmamışlar, âdet üzere açılması gereken
dükkanların çoğu da açılmamıştı. Saltanat naibi Tengiz, avlanmak için bir yere
gitmiş, bu yüzden devlet erkânı ne yapacaklarını şaşırmıştı. Kale naibi Sahip
Şemseddin Gabri-yel gelip cenazenin yanında oturdu. Kendisine baş sağlığı
dilekleri sunuldu. Havastan, dostlardan, ahbaptan gelmek isteyen kimseler için
kalenin kapısı açıldı. Devlet erkânından, şehir ahalisinden ve Salihiye
halkından has dostlar, yakın arkadaşlardan bir grup gelip salonda toplandılar.
Cenazenin yanında oturup ağlamaya ve inlemeye başladılar. Adeta kendi canlarına
kıyacak derecede feryad-ü figan ettiler. Ben de şeyhimiz Hafız Ebü'l-Haccac
el-Mizzî merhumla birlikte orada hazır olanlardan biriydim. Şeyh İbn
Teymiye'nin yüzünü açıp seyrettim ve öptüm. Başında ucu iğneyle tutturulmuş bir
sarık vardı. Başında kendisinden ayrıldığımız zamandakine nisbetle
daha çok beyaz tel vardı. Kardeşi Zeyneddin Abdurrahman, onun kaleye
girdiğinden bu yana seksen hatim indirdiğini ve seksenbirinci hatme
başladığını, orada hazır bulunan kimselere bildirdi ve Kamer sûresinin şu
âyet-i kerimesine varmış olduklarını söyledi:
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar güçlü hükümdarın katında, yüksek
bir derecede cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler." (Kamer, 54-55.)
Kardeşi Zeyneddin'in böyle demesinden sonra âlim olan, iki hayırlı ve salih
şeyh Abdullah b. Muhib ile Abdullah ez-Zer'î (amâ) Rahman sûresinden başlayarak
Kur'an'ı hatmettiler. İbn Teymiye merhum, bu zatların okuyuşlarını çok severdi.
Ben de orada hazır olduğum için onları dinledim.
Sonra Şeyh İbn Teymiye'nin cenazesini oradaki bir mescide götürerek
yıkamaya başladılar. Yanında yıkama işine yardımcı olacaklardan başkasını
bırakmadılar. Şeyhimiz Hanz el-Mizzî, ilim ve iman ehli bir grup salih ve
hayırlı insan, yıkama işine yardımcı oldular. Yıkama tamamlanır tamamlanmaz
kale, insanlarla doldu. Kalede ağlama, övme, dua etme ve rahmet dileme
sesleriyle büyük bir uğultu meydana geldi. Sonra onu camiye götürmek üzere
İmadiye yoluna koyuldular, Adiliye-tü'1-Kebîre'nin yanından geçtiler,
Natifaniyyin Medresesi'nin köşesine yöneldiler. Çünkü Babü'l-Berid pazarı
onarım amacıyla yıkılmıştı. Cenazeyi Emevî Camii'ne götürdüler. Cenazenin
önünde, arkasında, sağında, solunda sayılarım ancak yüce Allah'ın bileceği
miktarda çok insan vardı. O esnada adamın biri yüksek sesle, "Ehl-i
Sünnet imamlarının cenazeleri işte böyle olur!" diye bağırdı.
Oradaki diğer insanlar da ağlaşmaya başladılar. Bu çığlığın duyulduğu esnada
diğer insanlar da büyük bir gürültüyle ağlaştılar. Şeyh İbn Teymiye, Maksure
yanındaki cenaze yerine konuldu, insanlar kalabalıktan ötürü saf düzenine
giremeden içli dışlı karışık vaziyette namaza durdular. Ancak kalabalıktan
ötürü hiç bir kimse caminin içinde, sokaklarda ve caddelerde secde etme imkânı
bulamıyordu. Öğle ezanının vakti yaklaşmış, insanlar her mekandan gelip oraya
toplanmıştı. İnsanlardan bir kısmı da o gün yeme ve içme imkânı
bulamayacaklarından ötürü oruca niyetlenmişti. Kalabalık ve çokluğun haddi
yoktu. Öğle ezanı okunduktan sonra âdete aykırı olarak saray kapısının yanında
namaza duruldu. Namaz kılındıktan sonra hatibin Mısır'da oluşu nedenîylelmtip
naibi geldi. Orada İbn Teymiye'nin cenaze namazını kıldırdı. Hatip naibi Şeyh
Alaeddin el-Harratî idi. Sonra insanlar önceki sayfalarda da anlattığımız gibi
caminin ve şehrin kapılarından çıkıp ilerlediler, Sükû'l-Hayl'de toplandılar.
Bazıları da camide namaz kılındıktan sonra beklemeyip doğrudan Sufi-ye Mezarhğı'na
gitmişlerdi. Herkes kendi kendine ağlayıp tekbir ve tehlil getiriyor, İbn
Teymiye'yi övüyor, ona dua ediyor, onun ölümüne üzülüyordu.
Kısaca demek istediğimiz şudur ki; O gün Emevîlerin zamanından beri
Dımaşk'ta daha önce misli görülmemiş görkemli bir gün olmuş, bu vesile ile
büyük bir kalabalık toplanmıştı. İkindi ezanına yakın bir zamanda İbn Teymiye
kardeşinin yanma defnedildi. Cenaze merasimine iştirak eden insanların sayısını
tespit etmek mümkün olmamıştı. Ama diyebiliriz ki şehir halkından, Banliyö
sakinlerinden küçük yaştaki çocuklar ve aciz insanlar hariç olmak üzere cenaze
merasimine katılmayan hemen hemen hiç olmamıştı. İlim ehlinden ise üç kişi
hariç herkes cenazeye iştirak etmişti. Bunlar da İbn Teymiye'ye düşmanlıkta
şöhret bulmuş olan İbn Cümle, Sadr ve Kafçozî idi. Bu kişiler bu törende dışarı
Çıktıkları taktirde insanlar tarafından öldürüleceklerini bildiklerinden korkup
gizlenmişlerdi. Şeyhimiz İmam, Allame Burhaneddin el-Fezarî ue üç gün sureyle
İbn Teymiye'nin mezarını ziyaret etmişti. Şafiî ulemasından bir grup da böyle
yapmıştı. Burhaneddin el-Fezarî, vakarlı ve heybetli bir şekilde merkebine
binerek İbn Teymiye'nin mezarım ziyarete gidiyordu. Yüce Allah rahmet etsin.
İbn Teymiye için çok hatim indirildi.
Vefatından sonra bazı kimseler onun hakkında hayret verici salih rüyalar
gördüler. Kendisi için birçok mersiye ve uzun kasideler söylendi.
Onun için bir çok âlim tarafından biyografiler yazıldı. Faziletli ulemadan
ve diğerlerinden oluşan bir cemaat bu hususta eser tasnif etti. Ben bunların
tümünden onun menkıbeleri, faziletleri, şecaati, cömertliği, samimiyeti,
zahidliği, abidliği, çeşitli ilimlere vakıf oluşu, büyük ve küçük sıfatları
hakkında bilgi verirken veciz bir biyografiyi özet olarak sunacağım. O bir çok
ilimlere sahipti. Kitap ve sünnetle te'yid ettiği bazı orijinal hükümler ve
fetvalar vermişti.
Özetle diyeceğimiz şudur ki: Merhum İbn Teymiye büyük âlimlerden biri olup
ictihadlarmda hata yaptığı da, isabet ettiği de olmuştur. Ancak isabetine
nisbetle hatası engin denizdeki bir nokta kadardır. Ayraca Sahih-i Buharî'den
nakledilen bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi bu işte yapmış olduğu
hataları da bağışlanmıştır:
"Bir hâkim hükmedeceği zaman içtihad eder, yani hakkı arayıp hükmeder
da sonra bu hükümde sabit ederse, o hâkime iki ecir vardır. Hakkı aramak ve
isabet etmek sevapları). Eğer hâkim hükmedeceği zaman hakkı içtihad edip arar. Fakat
sonunda hata ederse, bu hâkime de bir ecir vardır. Hakikati arama sevabı
vardır.)" Demek ki İbn Teymiye her halükârda sevap kazanmıştır.
İmam Malik b. Enes de şöyle demiştir: "Bu mezardaki hariç, herkes
sözünden ötürü hesaba çekilecektir."
Zilkade ayının yirmi altısında Tengiz, mallarını, eşyalarını Babü'l-Feradis
dahilindeki Darüzzeheb'ten yeni yaptırdığı konağa taşıdı. Daha Önce
Darüzzeheb'in adı Darülfülûs'tu. Ancak daha sonra oraya Dârüzzeheb adını taktı.
Hazinedarı Nasirüddin Muhammed b. İsa'yı azledip yerine kölesi Abaçî'yi tayin
etti.
Zilkade ayının yirmiikisinde Aclon şehrinde sabahtan ikindiye kadar devam
eden bir sel baskını meydana geldi. Şehrin camisini, çarşısını gelir getiren
yerlerini ve birçok evini yıktı, harep etti, yedi kişi boğuldu. İnsanların çok
sayıda malı, mülkü, emtia ve hayvanı telef oldu. Takriben 1.000.000 dirhem
değerinde zayiat meydana geldi. Doğrusunu Allah bilir. İnnâ lillahi ve innâ
ileyhi râciun (Doğrusu biz Allah'a aidiz ve O'na dönücüleriz.)
Zilhicce ayının onsekizinde pazar günü Şafiî Kadısı Şeyh Alaeddin
el-Konevî, diğer merkezlerdeki şahitlerden bir topluluğu, -diğer insanlardan
ayırd edilmeleri amacıyla- sarıklarının arka taraftaki ucunu omuzlarının
arasına sarkıtmakla yükümlü kıldı. Onlar da birkaç gün süreyle bu emri yerine
getirdiler. Sonra bundan rahatsız olunca kendilerine bunu yapmama ruhsatı verildi.
Kimi de bu uygulamayı devam ettirdi.
Zilhicce ayının yirmisinde salı günü Şeyh, İmam, âlim, allame Ebu Abdillah
Şemseddin b. Kayyım el-Cevziye tutuklu bulunduğu kaleden salıverildi. Kendisinin salıverilmesi, Şeyh
Takiyyüddin'in tutuklanmasından bir kaç gün sonra olmuştu. Kendisi hicretin
726. senesinin şaban ayından beri tutuklu bulunuyordu. Sultan'm Çavlî'yi, Emir
Ferec b. Kara Sungur'u ve Laçin el-Mansurî'yi hapisten çıkarıp serbest
bıraktığına dair haber Dımaşk'a ulaştı. Bayramdan sonra sultanın huzuruna
götürüldüler. Sultan kendilerine hil'at giydirdi.
Zilkade ayında Sultan Ebu Said'in naibi büyük Emir Çoban'ın ve Kara Sungur
el-Mansurî'nin vefat ettiklerine dair haber Dımaşk'a ulaştı.
Çoban, Mescidi Haram'a kadar uzanan su kanalını açtırmış, bu kanalı
kazdırmak için çok para harcamıştı. Medine-i Münevvere'de türbesi, meşhur bir
medresesi ve güzel eserleri vardı. İslâmî hayatı mazbut olup yüksek himmet
sahibi bir kimseydi. Sultan Ebu Said'in zamanında uzun bir süre hakkıyla
yöneticilik yapmıştı. Sonra Ebu Said, onu tutuklamak isteyince -önceki
kısımlarda da anlattığımız gibi- bundan kurtuldu. Daha sonra Ebu Baid, hicretin
727, senasında onun oğlu Haes Dımaşkî'yi öldürttü. Diğer oğlu Timurtaş ise
Mısır Sultam'nın yanına kaçtı. Mısır Sultanı onu bir ay kadar yanında
barındırdı. Sonra iki hükümdar arasında, Timurtaş'ın Öldürülmesi için elçiler
gidip geldi. Nihayet Mısır Sultanı, Timurtaş'ı öldürerek kesik başını Sultan
Ebu Said'e gönderdi. Bundan kısa bir süre sonra da Timurtaş'ın babası Çoban
vefat etti. Niyetleri yüce Allah daha iyi bilir.
Kara Sungur el-Mensurî'ye gelince o, Mısır ve Şam'ın en büyük emirlerinden
di. Önceki kısımlarda da anlatıldığı gibi o, Eşref Halil b. Mansur'u
öldürenlerden biriydi. Sonra Mısır Naibiliği'ne atandı ve bu görevi bir süre
yürüttükten sonra Dımaşk Naibliği'ne, oradan da Haleb Naibliği'ne getirildi.
Bundan sonra Efrem ve Zerkaşî ile birlikte Tatarların yanına kaçtı. Tatar Hanı
Harbenda, bunları yanında barındırdı, kendilerine ikramdan bulundu ve birçok
beldeyi ikta olarak onlara verdi. Kara Sungur, Hülagû'nun kızıyla evlendi,
sonra bu sene doksan yaşındayken hakimi bulunduğu Merağa şehrinde vefat etti.
Doğrusunu Allah bilir.
Kaynak: İbn Kesîr, El Bidaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 14/226-233.
Not: Bahse konu cenaze defni olayı, insanların sevgi duyma/ifade etme
hadiselerinde, minnetleri ızhar ederken dinî ve mezhebî durumun, hangi
çerçevede kaldığına delil olabilecek durumdadır. Bu tarihi hadise üzerinde ilmi
sosyolojik ve psikolojik çalışma yapılması gerekmektedir. Yani: insanların
değer verdiklerine karşı zayıf olmaları fıtrat gereği midir? Vahhabi mezhebinin
temelini kuran İbn-i Teymiyye'nin fikirleri cenazesi vukuunda unutulup,
insanların cahiliyye adetlerine yönelmelerini, onların bir noksanlığı olarak
görmekten çok, insani yönlerini açıklamak gerekiyor gibi görünmektedir.
Burada üzülecek ve yanında sevinilecek durum ise, ashâb-ı kiram
radıya'llâhu anhüm hazeratının, Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemin
dünyayı değiştirdiği gün ve akabinde bu halleri yaşamayıp, halifelik seçimiyle
iştigal etmeleri ve sakin olmaları durumundaki farkı, farketmek için bir
ipucudur. Bu eğitimde üstadın ulvîliğini açığa çıkar ki, Efendimizin gerçekten
talebelerine kendini bir peygamberden çok, aciz bir kul olarak tanıtması ve öğretmesidir
ki, bu bir farktır.
Farkı farketmek gerekir.
Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemin huzurunda bir daha ümmet
olma şerefinin yüceliğini görmüş ve bilmiş olduk. Ayrıca bu bilgiyi bize
gönderen beyefendiye teşekkür ederiz. Bilgiler kitaplarda ve usulde
anlatılan gibi yaşanılmıyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
NEDEN İSTEDİN Kİ?
Üstadım Molla Lütfi kuddise sırruhu'l-âlî Efendim ile sohbet ederken hep
içimdeki yangın söneceğine yüzlerce kat daha artar.
-Hayalime sığmayan bir büyük zât, küçüklüğü kesinleşmiş bir kulunu neden
sorgular ki?
Bu tür sorulardan artık bıkmıştım.
-Be neyim, O kim? Neden istedi ki?
Yıllarca kesilmeyi bekleyen ağaçlar gibi sürekli devrilip duran bu sinemin kalkacak
takati kalmadı.
Herşey bitmiş gibi son deminde birde vurgun vurup, yakmak mı
lazımdı?
Yanan benim. Fakat dumanım bir baş yukarı çıkamıyor, içinde boğulup
kalmışım.
-Nerdesin, Ey güzeller güzeli!
Perişan halimle, sana layık olmayan küçüklüğümle ben, lutf-u ihsanına nail
olmayı dahi hayal edemiyorum.
Kulluğuma değil, Seni bildiğime yanıyorum. Eğer üstüme
bassaydı bir kulun, değerli olduğumu biraz düşünürdüm. Hiç üzerine
pislik bulaşmış bir taşa, basan görüldü mü?
-Ben Sana layık olacak bir amel yapamadığıma değil, Seni bildiğime
yanıyorum.
Neden istedin ki, değerli kılmak için, yoksa eğlenmek istediğin bir şeyim
olsun, diye mi? Benden, ikisine de yarar bir şey olmaz ki.
Gönderirsin iki kulunu, Molla Lütfi Üstadım gibi çok ileri gidiyorsun diye
astırırsın, değil mi?
İsyan değil bu, canım yanıyor, sesim duyulmuyorda değil ki.
….
Üstada asılırken ne dediğini sordum. Bana “sus” dedi.
“Onun hakkında çok söz söylenmez ve Ondan bir şey istenilmez. Beni
sevdi. Biraz ifşa ettim. Hemen kullarına astırdı, mezarımı dahi
yerinde bırakmayıp kaç kere yerle bir etti. Burada söz yok, sormak hiç yok,
dedi.
-Ne var ? dedim.
-Sen var mısın ki? Asan O, asılan O. Yakan O, yakılan O. Şimdi durma git
yalandan bile olsa kulluğunu et. Ancak O’na yalandan kulluk edebilirsin. Ben
hakikatini söylediğim için, asılmamı istedi. Sen küçük, O ise hayal
edemeyeceğin bir büyük. Hakkıyla kulluk senin neyine.
Sordum:
-Üstadım, Neden istedi ki?
-Bildiğimin ucunu gösterdim, beni velilerine astırdı. Biraz daha fazla
söylesem, peygamberlerine astırırdı. Sen var git elinden geldiği kadar
kulluk et. Bunun riyası ihlası var diye söyleyenlere inanma. O’na ihlasla dahi
kulluk edemezsin. Eğer biraz bildiğimi bilseydin açlık
hissini/insanlığını kaybederdin. Çünkü bilenler cahildir, bilmeyenler değil ki.
Onun için insan ne kadar cahil demedi mi? Bunu tevil edenler,
bilgisizlikle yorumladılar. Asıl bilgin artarsa cahilliğin ortaya çıkar.
Bilmeyenin cahili olur mu ki?
Üstadım ah çekip giderken, ben bir küçük karıncanın canımı yakışıyla
ayıktım. Bir karınca ile bulunabildiğim yerden yukarılara neden bakıyordum ki?
İskender Efendimin sözlerini dinlemeye koyuldum.
Senin sebep olduğun kutsal rızana bende bir neden olabilir
mi?
Şu büyük cahilliğime rağmen bana karşı ne kadar lütufkârsın!
Şu çirkin işlerime rağmen bana karşı ne kadar
merhametlisin!”
“Ey izzetinin gölgeliklerinde gözlerin ihatasından münezzeh
olan zat!
Aklım uçuyordu, şefkatli Efendim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem onu bağladı:
“Eğer hayvanlar, âdemoğlunun bildiği gibi ölümü bilmiş olsalardı; siz, hiç
semiz et yiyemezdiniz”. Şihab-(863)
Bende dedim ki:
Ey biçare kul, insan olamadığını bil. Varlık ve yokluğun arasında olan sen,
okunu fazla ileriye atma. Biraz sonra acıkır, bütün bu söylediklerini unutup
dünyanın en güzel nimetini pisliğe çevirmek için sofraya oturursun. Orada ne
Allah Teâlâ kalır, ne de kendin. Aslında taptığın açlık ve hayvanlığınla
başbaşa kalırsın.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BÜTÜN MESELE İNSAN MIYIZ YOKSA HAYVANMIYIZDA
Hayvan olmak, kurban olarak doğan demektir. Bu halin üzülecek
tarafı Tanrıdan ayrı düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalınmasıdır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Bizleri yaratıp ve daha sonra dünyaya gönderen Allah Teâlâ karşısında,
insan, hep sorgulayıcı olmuştur. “Neden”, “niçin” demekten kendimizi
alamadığımız dünyada, birçok düşüncelerimizin/fiillerimizin sonucunu da
göremeden, dünyayı terk edip gitmekteyiz.
Ölümden sonra ne olacak?
Olursa, nasıl olur?
… uzayıp giden bu sorulara hak ve batıl çizgisinden olarak, bir önceki
nesilden aktardığımız/kazandığımız bilgilerimizle yön veririz. Şu an için,
bulunduğumuz kısıtlanmış hayatımız da, birçok şeyin cevabı da, hemen hemen yok
gibidir. Meseleye özgürlük ile başlayalım.
Hepimiz özgürüz diyoruz. Özgür olmadığımızı iddia etmek en radikal dincinin
dahi kabul edemeyeceği bir fikir olarak karşımıza gelir.
Gerçekten özgür müyüz?
Ruhların özgürlüğü bedene dahil olduğunda kısıtlanmıştır. Ruhumuzun, beşerî
bedenindeki hali bir özgürlüğe benzememektedir. Kısıtlanmış alan içerisinde
bize tanınan özgürlük hakkı, beden kapasitesi miktarı açısından serbest/geniş
gibi olurken, bir ötesinde, o kadar olmadığını görebiliyoruz.
İşte sınırlandırılmış alan içerisinde bahşedilmiş bu özgürlük ile Allah
Teâlâ’ya kulluğa davet edilmişizdir. Sonuç olarak özgürlüğümüze hangi
taraftan baktığımıza bağlanır ki, aşağıdan yukarıya [ulviyete]
köleleşen, tersi durumda [süfliyette] ise gitgide özgürleşen bir hayatımız
vardır.
Kısıtlanmış alan özgürlüğümüzden sonra buluşacağımız ölüm hadisesinde,
karşımıza sunulan hesap verme tehdidi/faktörünü ele alınca, yarı özgür
olduğumuz bir halin sonucunda, söylenildiği kadar cennet ve cehennemin hepimize
sunulmayacak kadar değerli olduğu görünüyor. Çünkü hesap konusunda
savunma hakkımız elimizden alınmış olarak huzura çıkarılacak kadar tescil ve
kayıt altına alınmış bir sicilimiz olduğunu düşününce işin zorluğu
ve korkunçluğu meydana çıkıyor. [Gerçekten dünyada bile muhakeme olmak çok zor
iştir.]
Bulunduğumuz alemde/ahirette sorguya tabi tutulacak üç sınıftan
bahsediliyor. İnsanlar, cinler ve hayvanlar. Aslında bu beşeri
planda görünen ve görünmeyenin sorgulandığı durum yanında ara sınıfın varlığını
da gösteriyor ki, onlarda hayvanlardır.
İnsandan bir üst sınıf olarak bahsedilir. Çünkü insanın bir kategori yüksek
olarak cinlerden farklı olarak görünen ve görünmeyen tarafı bulunmaktadır.
Ruhu/nefsi. Görünmeyen tarafında varsayılan
hayvanlığı nedeniyle denilir ki, Kamil olmayan insanlar hayvan
gibidir.
Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’ de buyurdu ki;
İşte sorun burada başlıyor, insan ama, hayvan olanlar. Eğer
bir insan hala hayvan sınıfındaysa bunun varlığı üzerinde bir verilecek uhrevî
hüküm ne olacaktır? Düşünelim.
Hayvanlar diriltilecek, mahşer yerine
getirileceklerdir. Bu hususta iki âyet meâli şöyledir:
“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,..” (Tekvir, 81/5)
“O öyle bir gündür ki, insan kendi eliyle işlediklerine
bakar. Kâfir de, ‘Ne olurdu, ben bir toprak olsaydım.’ der.” (Nebe, 78/40)
Bu âyetlerin tefsirinde Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve İmam Mücahid’in
rivayetlerine göre, Cenab-ı Hak mahşer gününde hayvanları da diriltip huzuruna
getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek, sonra da onlara, “Toprak
olun.” buyuracak, sonunda onların hepsi de toprak olacaklardır.
Hayvanların bu haline gıpta ile bakan kâfirler, Allah’tan, kendilerini de
toprak yapmasını isteyeceklerdir. Fakat insanlar cezasını çekeceğinden hayvan
gibi muamele görmeyecektir.
Hayvanlar her ne kadar mükellef varlık olmasalar da, onlar da belli
nisbette haklaştırılacaklardır. Nitekim bir hadiste Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem Efendimiz
“Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta
boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.”
buyurarak, âhirette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını
bildirirler. Yine hadis âlimlerinin ifadesine göre, karınca karıncadan hakkını
alacaktır.
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
“Kıyamet günü Allah’ın adaleti öyle kapsamlı bir
şekilde cereyan eder ki, boynuzsuz hayvanların boynuzlu olanlarından, hatta bir
karınca ile diğer bir karınca arasında kısas uygulanır.” (bk. Mecmau’z-zevaid, 10/352; Elmalılı Hamdi Yazır.
Hak Dini Kur'an Dili, VIII/5599)
Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder:
“Gerçi cesetleri fena bulur, fakat ervahları (ruhları)
bâki kalan hayvanat mâbeyninde (hayvanlar arasında) da onlara münasip bir tarzda
dar-ı bekada mücâzat (ceza) ve mükâfat vardır.” (Osm. Lem'alar, s. 887)
Evet, hayvanların ruhu bâki kalacak, Cenab-ı Hakk onların ruhunu muhafaza
edecektir. Fakat ruh Allah’ın emir ve iradesi altında bulunduğundan nasıl
muhafaza edileceğini ancak O bilir.
[http://www.sorularlaislamiyet.com/article/16557/hayvanlarin-mahserde-hesaplasmasi-nasil-olacak-vahsi-hayvanlarin-diger-hayvanlara-zarar-vermesi-allah-in-rahmet-ve-merhametine-uygun-mudur.html]
Can bu ilden göçmedEn cânânı bulmazsa ne
güç
Yârini terk etmedin yârânı bulmazsa ne
güç.
Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç.
Âdemin gönlü evinde bahr‐ı ummân gizlidir,
Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç.
Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,
Say’edip ol kenz‐i bî‐pâyânı bulmazsa ne
güç.
Fakr‐i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fakr‐i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne
güç.
Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç.
Bunda gelmekten murat çün kim Hakk’ın
irfânıdır,
Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç.
Bu konuda Mutezilenin “iki menzil arasında kalmak” dediklerine
benzer haldeki bir noktaya gelebiliriz. İnsan suretli hayvanların
gideceği yer, cehennem değil toprak olmalıdır. Hesaba sorguya değer
verilmeyen mahluk olmak.
Allah Teâlâ’nın kafirleri cehenneme atacağım demesindeki
husus kafir hakkı bildiği halde onu kabul etmeyendir. “Kefere” örtmek
manasına gelince Allah Teâlâ’nın hesaba çekeceğini bildikleri halde bilerek inkar
edenler demek olur. Bu nedenle cehennemde hayvanın ve hayvan olan
insanın yanmasının çok önemli bir değeri yoktur. Çünkü bu bir varoluşun
devamına işaret eder. Ayette hayvanlar toprak olacak denilmesi aslında ebedi
yokluk denilen bir ceza hükmündedir. Bu ceza yanma ile kıyaslandığında müthiştir.
Değersizlik varlıktan düşmek ebedi yok olmak.
Üstad Bediüzzaman buyurdular ki:
Asıl metin: “İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu
gibi, dünya ile de alâkadardır. Akrabasıyla yakın ilişkiler içerisinde olduğu
gibi, nev-i beşer/insan türü ile de ciddî ve fıtrî münasebetleri vardır. Ve
dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk
derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı
gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl
ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur,
çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları/istekleri var ki, ebedî saadetten
başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Söz’de işaret edildiği
gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve
dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi
istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu/varlığı mı istersin?’
dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem de
olsa beka isterim.’ dedi.”( Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.)
Binaenaleyh, cehennemde yanacak olanlar hakikati
bildiği halde inkar/isyan edenler olacaklardır. Bu inkar edenleri hayvanlık
sıfatından çıkmış fakat varlığa düşmüş olanlar olarak düşünülebiliriz. Cehennemde değerli olan yanmalıdır.
Değersiz bir mahluku yakmak abesle iştigaldir. Kafirler, inkarcılar bir
ilmi seviyeye çıkmış, bir makama varmış daha sonra firavunlaşıp benliğine
taparak/tanrılığını iddia edecek kadar azgın/günahkâr bir
hayat yaşamışlardır. Yoksa sürü insanı diye tarif edilen,
sadece akşam sabah karnını doyurmak ve canı çekince cinsel ihtiyacını gidermek
için eşine dahi tecavüz edecek kadar meyleden bir hayvan
insan için cehennemde yanmak cezası bir ödül olur. Onları insan
seviyesine çıkarmak olur. Onlar “hayvan gibi veya daha aşağıdadır” lara
muhalefet olur.. Bu nedenle sürü insanını onu yok olmak azabıyla
cezalandırmanın daha adil görünüyor.
Cehennemde olacak azabın benzerliğini ve çeşitlerini
dünya literatüyle ancak teşbih ile anlatabilmekteyiz. Ayrıca cehennem hakkında yeterli
bilgimiz olmadığını baştan bilmemiz gerekiyor. Öyle ise hayvanlar velevki insan
suretinde olsunlar, bunlar için ahiret azabı toprak olmaktır. Toprak olmak
yıllarca yanmaktan kurtuluşa sebep olmayıp, cahil kalmalarının
cezası olarak verilmiş en büyük azaptır.
"Elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları
bukağılı olarak cehennemin daracık bir yerine tıkılınca, orada yok olmak için
can atarlar. Kendilerine 'Bugün bir kere değil, defalarca dövünüp durun, ölümü
isteyin!' denilecek." (Furkan, 25/13 ve 14)
Bu ayetlerde “yok olmak, helak olmak” manasında tercüme edilen kelime
“SUBUR”dur. Bu kelime üç manaya gelir: Veyl/yazık manasına gelir; “yazıklar
olsun/yazıklar oldu bize” derler.. Helak/yok olmak; “ey yokluk
neredesin gel bizi de yok et” derler. İnsıraf/Allah’ın emrinden yüz
çevirmek; “Eyvah! Allah’ın emirlerinden nasıl yüz çevirmişiz!” derler.
(bk. Taberî, Razî, Maverdî, İbn Kesir, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
Bazı görüşlere göre, bu konuşmalar -lisan-ı kal ile söylenen- gerçek
ifadeler değil, lisan-ı halleriyle söyledikleri şeylerdir. Yani içinde
bulundukları durum, “hasret, yazık, teessüf, pişmanlık” gerektiren
bir durum. Fakat bir kere değil, bin kere hasret çekseler, yazıklar olsun bize,
keşke yok olsaydık deseler yine azdır. Ayetlerde bu dehşetli durum istintak
sanatıyla canlandırılmıştır(krş. Razî, Alusî, a.g.y).
Bu ve benzeri ayetler, kâfirlerin Cehennemdeki acınacak halleriyle,
özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri
pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. Bu nedenle
Ayette, kâfirlerin cehennemdeki azaplarının şiddetine işaret etmek için “orada
yok olmak için can atacaklarına” vurgu yapılmıştır. Yoksa, onların bu
arzularının yerine getirileceğine dair hiçbir işaret yoktur. Çünkü,
cehennem ebedîdir, kâfirler de orada ebedî kalacaklardır. Kur’an'ın
bazı kavimler için “helak oldukları/yok oldukları” mealindeki
ifadeyi kullanması, onların gerçekten ebediyete kadar yok olup gittiklerini
değil, dünyadan silindiklerini ifade etmektedir. Yoksa, onların bu
-anlık-arzuları “yok olmayı cehennemde azap çekmeye tercih
ettikleri” manasına gelmez.
Bilindiği üzere, insanlar iki dehşetli durumu karşılaştırırken, mevcut olan
sıkıntıyı o anda mevcut olmayan sıkıntıdan daha ağır görürler. Bu karşılaştırma
gerçeği yansıtmaz. Nitekim, herhangi bir organı şiddetli ağrı çeken bazı
hastaların“Allah’ım! Canımı al da kurtulayım” dediklerini
bir çoğumuz doğrudan veya dolaylı olarak duymuşuzdur. Eğer ölüm
sekeratının ağrılarını, sıkıntılarını da bizzat yaşasaydı, herhalde ölümü
istemeyecekti. Cehennemdekilerin yok olmayı istemeleri de bu cinsten bir
karşılaştırmadır.
Neticede Allah Teâlâ, hayvanları, insan suretindeki hayvanları, bir
rivayette cinleri [aşağıdaki ekte görebilirsiniz. Bazı kaynaklarda cinlerin
genelde zeka seviyeler 12 yaş insan karakterindedir. Yani yıllarca
yaşadıkları halde büyük bir kısmı buluğ çağını göremediklerinden
bahsedilir.] “toprak olun” hitabına maruz bırakacaktır.
Asıl burada dikkat edilecek husus Allah Teâlâ ve dinini en şekilde iyi
bilipte varlığa düşmüş, nefsinin peşine giden, şeyhler, hocalar, papazlar,
hahamlar, alimler, öğretim elemanları…..nın durumudur. Cehennem onlar yani
bilen cahiller için hazırlanmıştır. Diğer insanlar, krallar, padişahlar, makam
sahipleri …. Ve uzayıp giden insan silsilesi bunlar için cehennemde
yanmak bir ödüldür. Onların büyük kısmı hayvan sınıfındadır. Allah
Teâlâ’nın bu ödülü [cehennemde yanmayı] onlara vereceğini düşünemiyoruz.
Hayvanlar için yaşasın cehennem.
Yeri gelmişken cehennemi hakikatiyle bilen şeytanın korkmayıp, hala isyanda
kalabiliyor olmasını, hiç düşündünüz mü? Cehennem korkutucu olduğu halde, o
isyan etmektedir. Biliyor ki, hayvan olup yok edilmek daha büyük bir azaptır.
[varlıktan düşmektir] Onun bir umudu hala yaptığı hatalarının
affedilebileceğini de beklemesidir. Ancak görünen o ki onunda
çektiği sıkıntı yok edilme cezasıyla karşılaşıp helak olup, olmayacağıdır. Bu
tutukluk haline benzer ki her anı bir azaptır. [Allahu a'lem]
Hulasa sürü insanını cehenneme sevk eden vaiz, o beğenmediğin insanlar
hayvan sınıfına dahildirler. Onlar ahirette toprak olup rablerine kurban
olurken, senin cehennemde ölümlerden ölüm beğenerek yanmayı tercih edişine ve
gururuna hayret ediyorum. Gerçekten varlık sahnesinde bulunmak çok güzel değil
mi?
Hepimizin sahibi Allah Teâlâ! Biz Sen’den Sana sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder
vâiz,
Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.
*
İki bölmüş cihân halkın birini cennete
salmış,
Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır
vâiz.
*
Çıkar ağzından ateşler yakar şeytân-ı
mel’ûnu,
Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz.
*
Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak
yer,
Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir
vâiz.
*
Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur
her dem,
Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır
vâiz.
إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَالَيْتَنِي كُنتُ تُرَابًا (40)
40) Biz gerçekten sizi yakın bir azap ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin
önceden yaptıklarına bakacağı gün kâfir de: “Ah, keşke toprak
oluverseydim.” diyecek.
Ey öldükten sonra dirilişi inkâr edenler! Biz sizi, meydana gelmesi yakın
olan ahiret azabıyla uyarıp korkuttuk. O gün her insan dünyada iken yaptıkları
ve ahirete gönderdikleri, hayır şer tüm amelleri karşısında, amel defterinde
tesbit edilmiş olarak bulur, hiçbir şeyi inkâr edemez. Mü’min, güzel amelleri
için Allah’tan sevap umar, kötü amellerinin de cezasından korkar. O gün kâfir
ise Allah’ın azabından kurtulmayı temenni ederek şöyle der: “Ah! Keşke
dünyaya hiç gelmemiş olsaydım veya toz olsaydım da yeniden kaldırılmasaydım. Ah!
Keşke bugün ben de hayvanlar gibi hakları birbirlerinden alındıktan sonra
toprak olsaydım.”
Mer’u: Kişi. Abd b. Humeyd ve İbnu’l-Münzir’in Hasan’dan rivayet ettiğine
göre ayet metnindeki el-Mer’i kelimesinden mü’min insan kastedilmektedir.
İbnu’l-Münzir Hasan’dan şöyle rivayet eder: Bu ayeti okuduğu zaman: “Mer’i’den
maksat Allah’ın taatıyla amel eden mü’mindir.” dedi. [1]
İbn Abbas, Katade ve Hasan mer’i’den maksat mü’min kişidir, demişlerdir.
Fahreddin Razi: “El-Kâfir tabiri de buna delalet eder. Çünkü son cümle
kâfirin halini beyan etmek olduğu gibi daha önceki cümle de mü’minin halini
beyan eder.” diyor. Fakat bu istidlalde zafiyet vardır.[2]
Karîb: Yakın. Her gelecek yakın olduğu için Yüce Allah bu azaba yakın
manasına gelen karîb sıfatını verdi.[3]
Yakın azab’tan maksat, ahiret azabıdır. Bu azabın yakın olması şu
kaideden ileri gelir: Fevtolunan amma da uzaktır, gelecek olan amma da
yakındır. Veya Allah’a nisbeten yakındır. Zira Allah için zaman bahis konusu
değildir.
Katade diyor ki: “Günahın cezasıdır bu. Çünkü bu ceza iki azabın en
yakınıdır.”
Mukatil diyor ki: “Kureyşlilerin Bedir gününde öldürülmeleridir.”
Fakat “Kişinin kendi ellerinin önceden yaptıklarına bakacağı
gün...” cümlesi bunu reddetmektedir. Kâfirin “Ah, keşke toprak
oluverseydim.” sözü, dünyada iken toprak olsaydım, yaratılmasaydım,
mükellef kılınmasaydım veya bugünde (ahiret gününde, haşr gününde) toprak
olsaydım, haşre gönderilmeseydim manalarını taşımaktadır.[4]
Allah Teala şöyle buyuruyor: “Onlar, bütün işlediklerini hazır
bulurlar.” (Kehf: 18/49)
“O gün önde ve sonda ne yaptıysa insana bildirilir.” (Kıyamet: 75/13)
Kıyametin vukuu kesin olduğu için yakın olmuştur. Çünkü her gelen mutlaka
gelecektir.[5]
Kâfirlerin toprak olmayı arzulamaları hakkında alimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Amr, Ebu Hureyre ve Süfyan es-Sevri, kıyamet gününde
Allah’ın, bütün varlıkları diriltip bir araya getireceği ve birbirlerinden
haklarını aldıktan sonra hayvanlara: “Toprak olun!” diyeceğini,
işte o zaman kâfirlerin “Keşke biz de toprak olsaydık.” diyeceklerini
söylemişlerdir.
2) Abdullah b. Zekvan ise şöyle demiştir: İnsanlar arasında hüküm
verildikten sonra cehennemliklerin cehenneme gitmeleri emredilecek, Ademoğlu
dışındaki cin ve benzeri varlıkların mü’minlerine “Toprak
olun!” denilecek. İşte onları duyan kâfirler de “Keşke biz de toprak
olsaydık.” diyeceklerdir.[6]
Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki, Ebu
Hureyre’den şöyle rivayet ediyorlar: Kıyamet gününde bütün mahlukat haşre
gelecektir. Hayvanlar, yürüyenler, kuşlar, her şey, Allah’ın adaleti gereği
boynuzsuz hayvanın intikamı boynuzlu hayvandan alınır. Sonra Allah onlara
toprak olun, der. İşte o anda kâfir, “Keşke ben de toprak olsaydım.” der.
Abd b. Humeyd, İbn Şahin, Ebu Zennat’tan rivayet ediyorlar: “İnsanlar
arasında hüküm icra edildikten, cennet ehline cennete, cehennem ehline de
cehenneme gidin, denildiğinde diğer ümmetlere (diğer mahlukata ve cinlerin
mü’minlerine) siz de toprağa dönüşün denir ve onlar toprak olurlar. İşte o
zaman kâfir, onların toprak olduğunu gördüğünde, “Keşke ben de toprak
olsaydım.”der.
Abd b. Humeyd, İkrime’den şöyle rivayet ediyor: Hayvanlar hesaba
çekildikleri ve sonra onlar toprak oldukları zaman, kâfir: “Keşke ben de toprak
olsaydım.”der.
Abd b. Humeyd, Leys b. Ebi Süleym’den şöyle rivayet ediyor: “Cinler de toprağa dönüşecektir.”
İbn Ebi Dnya, Leys b. Ebi Süleym’den şöyle rivayet ediyor: “Cinn’in
sevabı ateşten korunmalarıdır. Sonra onlara toprak olun, denilir.”
Bu rivayetlerde şayanı dikkat bir nokta vardır. O da: cinlerden mü’min
olanlarının cennete gelmemeleri ve tekrar toprağa dönüşmeleridir.[7]
O gün kâfir, dünya diyarındayken yaratılmamış olmayı, varlığa gelmemiş
olmamayı, bir toprak olmayı arzulayacaktır. Bu durum Allah’ın azabını gözüyle
gördüğü ve bozuk amellerinin meleklerin eliyle kaydedildiğini müşahade ettiği
gündür. Denildi ki: Kâfir bunu, Allah Teala’nın dünyada yaşamış olan hayvanlar
arasında hüküm verdiği ve adil hükmüyle karar kıldığı gün söyleyecektir. Öyle
ki boynuzsuz koç, boynuzludan hakkını alacaktır. Hayvanlar arasında hüküm
tamamlanınca Allah Teala onlara; toprak olun, diyecektir de onlar toprak
olacaklardır. İşte bu sırada kâfir “Keşke ben, toprak olsaydım.” Diyecektir.
Yani keşke ben de bir hayvan olup ta toprağa dönseydim, diyecektir. Bu anlam
meşhur Sûr hadisinde varid olmuştur. Ebu Hureyre ve Abdullah İbn Amr ile
başkalarından bu anlamda pek çok haber nakledilmiştir.[8]
Bu cümle, femen şae âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği, şartı
zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan eder.
Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir: Çünkü biz
size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap uzakta
değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden iman edip
çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin ne takdim
etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. Çünkü iş
kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır. O azap
ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir ki: Ah,
ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım, dileme
sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap
görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.
İbnü Ömer, Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o
gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek
ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi
toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman onlar gibi toprak olmayı
isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar
toplandığı vakit." (Tekvir: 81/5) âyetinin tefsirinde de
gelecektir. Bu mânâlara göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat
bazıları son mânâya göre bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu
da söylemişlerdir ki şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım,
azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim.
Fakat görünen mânâ, ilkidir. İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün
gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.[9]
Şimdi bazı kimseler "yakın bir azab" ayetinin 1400 yıl önce nâzil
olduğunu ve bundan sonra da daha ne kadar geçeceği bilinmezken, bu ayeti nasıl
anlayacaklarını sorabilirler. Böyle bir soruyu şu şekilde cevaplayabiliriz.
İnsan ölümünden sonra ruh halinde yaşar ve orada zamanın bir anlamı yoktur.
Kıyamet günü kaldırıldığı zaman kendisini uykudan kalkmış gibi hissedeceği
için, binlerce yıl geçmiş olsa da, bunu anlamayacaktır. bkz. Nahl. an: 26,
İsrâ. an: 56, Taha. an: 80, Yâsin. an: 48.[10]
Meleklerin sergilediği sahnenin ışığı altında ortaya çıkan uyarı da gaflet
uykusuna dalmışları kendilerine getirecek bir uyarıdır. "Sizi
yakın gelecekteki azapla uyardık: ' Evet bu azap yakındır uzak
değildir. Cehennem sizleri beklemektedir, sizleri gözetlemektedir. Hem de bu
ayetlerde gördüğünüz biçimi ile... Çünkü içinde yaşadığınız dünya bütünü ile
kısa bir yolculuktan ve yakında bitecek bir ömürden ibarettir. Ve ardından bir
korku azabı gelmektedir. Kafire yok olmayı var olmaya üstün tutturacak bir azaptır
bu. "O gün kişi elleriyle yaptıklarını görür ve kafir de `Keşke
toprak olsaydım' der." Kafir bu sözü ancak dayanılmaz sıkıntıya ve
şiddete düştüğü zaman söyler.[11]
Bu öyle bir ifade ki, atmosfere heybet ve pişmanlık vermektedir. Hatta
insan denen varlık yok olup ortadan kalkmayı kimsenin önem vermeyeceği değersiz
bir nesne haline gelmeyi temenni eder. Ve insan yok olmayı, ya da değersiz bir
nesne olmayı, o şiddetli ve korkunç durumla yüzyüze gelmekten daha hafif bulur.
Evet insan o büyük haber hakkında birbirlerine soruşturma yapanların
sorularına, kuşkuya düşenlerin kuşkularına ahirette bir karşılık olan o durumla
yüzyüze gelmektense, yok olmayı ya da değersiz bir nesne olmayı tercih eder.
Sureye, kıyametin vukubulacağı ve büyüklüğü belirtilerek başlanmıştı.
Tekrar kıyamet gününün büyüklüğü ve dehşeti vurgulanarak sure bitiriliyor.
Böylece surenin başı ile sonu birleşiyor ve sure, bir tek ayetmiş gibi bütünlük
kazanıyor.[12]
[1] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/446.
[2] Alusi,
Ruhu’l-Meani: 30/22.
[3] Muhammed Ali
es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/194
[4] Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 15/450.
[5] İbn Kesir,
Tefsir, Çağrı Yayınları: 15/8266.
[6] İbn Cerir
et-Taberi, Tefsir, Mısır 1968, 30/22.
[7] Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 15/446-447.
[8] İbn Kesir,
Tefsir, Çağrı Yayınları: 15/8266.
[9] Elmalılı M.
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/504-505.
[10] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an,
İnsan Yayınları: 7/18.
[11] Seyyid Kutub,
Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/343.
[12] Süleyman
Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat: 10/293.
[http://errahman.de:8181/tefsir-kulliyati/0001ek/0/vahit/78/65.htm]
---
el-MENZİLETÜ, BEYNEL-MENZİLETEYN
İki makam ve mekân arasında bir mekan anlamında
kullanılan bir kelâm ilmi terimi. Bu Hasan Basri'nin talebelerinden, Vasil İbn
Ata'nın H. (80-131) öncüsü olduğu Mu'tezile mezhebinin Ehli Sünnet mezhebine
muhalefet ettiği en belirgin fikirlerinden birinin ifade edildiği terimdir.
İman, Arap dilinde "mutlak tasdik etmek"
demektir. Şeriat dilinde ise "Hz. Muhammed'in, Allah tarafından getirdiği
kesin olarak bilinen haber, dinî esas ve hükümlerin doğru olduğuna tereddüt
etmeksizin inanmak, bunların tamamını tasdik etmek" demektir. Bu tasdikin
yalnız kalb ile veya dil ile mi olacağı veya her ikisi ile birlikte mi olması
ve itiraf edilmesi gerektiği hususunda İslâm âlimleri fikir ayrılığına
düştüler. Bu düşünce farklılığı itikad hususunda bir kısım mezheblerin
doğmasına sebep oldu.
Kerramiye mezhebine göre iman yalnız dil ile ikrardan
ibarettir. Kalben tasdik etmese bile dili ile iman esaslarını tasdik eden kimse
mü'mindir. Kalbiyle inandığı halde dili ile ikrar etmezse kâfir olur. Konunun
başlığını teşkil eden ifadenin sahibi olan Mutezile mezhebine göre şeri iman,
inanılması gereken vahye dayalı haberlerin kalb ile tasdiki, dil ile ikrarı ve
ayrıca amel ile tatbiki demektir. İmanın üç rüknü sayılan bu hususlardan biri
bulunmadığı takdirde iman yok kabul edilir. Şeriatın bildirdiklerini kalbiyle
tasdik ve dili ile ikrar eden, fakat farzları yerine getirmeyen ve haramlardan
kaçınmayan bir kimse mü'min sayılmaz. Böyle bir kimse Haricî mezhebine göre
kâfirdir. Mu'tezile mezhebine göre ise ne mü'min, ne kâfirdir; fakat ameli
terkettiği için fasıktır. Bu esasa göre Mu'tezile ekolü zina etmek, içki içmek,
adam öldürmek vs. gibi büyük günahlardan birisini işleyen kimse için mü'min ve
kâfir demezler. Onlar için; "el-menziletü beynel menzileteyn" Cennet
ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklardır derler.
Selef uleması ve İmam Şâfiî, Malikî ve Evzaî gibi
mezheb imamları da imanı "dil ile ikrar kalb ile tasdik ve dinin
emirlerini yerine getirmek" şeklinde tarif etmişlerdir. Fakat ameli
terkeden ve şerîat dilinde "fâsık" denilen kimselerin kâfir
olacaklarına hükmetmemişlerdir. Bunların da içinde bulundukları Ehli Sünnet
mezhebine göre imanın iki rüknü vardır: Kalb ile tasdik, dil ile ikrar. Dinin emirlerini
terkeden kimse bu hükümleri inkar etmedikçe kâfir olmaz. Dünyada iken ve
ölümünde hakkında İslâmın hükümleri tatbik edilir. Affedilmesi veya azab
edilmesi Allah'a aittir, ancak mü'mindir. Dinin emirlerini yerine getirmesi ise
insanın o anda olgunluğa ermesine sebep olur.
"Zani, mü'min olduğu halde zina etmez... "
Hadisi ile vurgulanan mü'minin zina etmemesi hükmü, Mu'tezile mezhebinin iddia
ettiği gibi, zina edenin kâfirliğine delil sayılmaz. Bunun aksine hadiste
mü'minin imanda olgunluğa ermesi için helal ve haramlara dikkat etmesi gereği
ifade edilmektedir. Ehli Sünnet ekolünün bu görüşü, Mu'tezilenin
"el-menziletü beynel menzileteyn"anlayışının geçersizliğini ortaya
koymaktadır.
Mu'tezile ekolünün doğmasına sebep olan bu prensip
mü'min olduğu halde büyük günah işleyenlerin durumu ile ilgilidir. Bu mezhebin
doğuşuna kadar insan ya müslüman ya da kâfir sayılır; iman ve küfür arasında
bir başka şey kabul edilmezdi. Mü'tezileye göre, amel imandan bir cüz'dür.
Büyük günah işleyenler imandan çıkmışlar, ancak kâfirde olmamışlardır,
böylelikle küfür ile iman arasında fısk mertebesinde kalmışlardır. Bunlar tevbe
etmeden ölürlerse kâfir olurlar; tevbe ederlerse mü'min olarak ölürler. Tevbe
etmeden ölen fâsıklar kâfir sayıldıkları için Cehennemde ebedi olarak kalırlar.
Ancak Cehennemdeki azab dereceleri kâfirlerinki kadar ağır olmaz.
Cengiz YAĞCI
http://samil.ihya.org/ansiklopedi/el-menziletu-beynel-menzileteyn.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar