Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 14



KADININA ZULMEDEN MİLLETİN KADERİ YOKTUR

Mazlum beddua eder,

tecellisi geç zuhur etsede,

Allah Teâlâ kabul eder/etmiştir.

Kadına zulmedip, onların bedduâsını alan bir millet; ise

zelil olmaya mahkûm olduğu kadar;

Kaderî hüküm olarak o millete iktidar/devlet imkânı verilmemiştir.

Bedduâsı baki olan yerlerde yeşil otlar;

Zulüm ekilen geçmişin geleceğinde de kudret biter mi?

Kırk kapıdan himmet dilenseler de

Murat

verilmez/verilmeyecektir.

Merhametsizlik sinesine yapışmışların

dilekleri/umutları/hayalleri kör kuyularda balçığa karışınca,

Acımayanlardan, zillet hiç kalkar mı?

İnsana yapılan züllümler

hep baki kalmaz mı?

Unutulamaz,

Yıllar karalarını silemez.

Sonra iyi olalım deseler de

Duaları dahi kabul olunamaz.

Ruhlar bilir

Şeytanda bilir

Tövbesi yok bunun

isteselerde

mahşere kalmıştır

hesabı-azabı

bir türlü  bitemez

İhramcizâde İsmail Hakkı

“Mazlum kadınlar yüzünden kaybettiniz.
Çünkü üzerinizde bedduâ var”


YAHUDİLERDE MÜSLÜMAN OLACAKTIR

 

Hz. Musa buyurdu ki: "Ey Yahudiler! Sizin İslam olacağınız günler yaklaştı.

 

Biliyoruz ki gaybı Allah Teâlâ ve bildirdikleri dışında kimseler bilmez. Gaybın bir sınırlayıcılığı ile Allah Teâlâ kendi özgürlüğünü de sınırlamaktan münezzehtir. Onun kendine yeten hali ile aldığı kararda mahlukatın “daha önce bu şekilde olmasını takdir ettin, şimdi neden değiştiriyorsun” demesi muhaldir. Velevki söyleyenler arasında nebiler ve rasüllerde olabilir. Zamanımız ve daha önceki bin yıl içerisinde geçmişin getirdiği kültür ve terminolojinin alt yapısı ile kıyamet beklentisi çok olduğu gibi, söylenen birçok şey ve haberler birer birer havada kalmıştır. İnsanoğlu da bütür iddialarının boşa çıktığını görünce yorumlar ile “şöyle böyle…”lerle mağlubiyetlerini de kapatmaya çalışmaktadır. Biz Müslümanların peygamberi  Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem bizim için ne kadar düşkünse, Yahudilerin peygamberi Hz. Musa aleyhisselâm da o kadar İsrailoğullarına düşkündür. Yahudilerin millet olarak yola gelmeleri hususunda zorlu bir millet oluşu tarih açısından belirgindir. Ancak dinlerine düşkünlüklerini yüzyıllarca gördükleri aşağılanma, sürgün vb. yüzünden terk etmedikleri malumdur. Bu milletin ihya ve ihtidası ve Allah Teâlâ’ya olan tevhid ve İslam akidesini kabul etmelerindeki tek çıkar yol yine kendilerinden olacak bir hidayet verici bilgi ve emare ile olacağı kesin görünmektedir. 

Bildiğimiz üzere her ağacın arkasında onların olacağı, her işin geri planında Yahudi parmağı olacağı bilgisi/komplosu aslında onların dünya ile olan bağlantılarındaki sıkı kopmaz alakaya işaret eder. Bu durumda olan bir milletinde teknolojik yükseklik ile kavuşacağı mertebe onları her an bir adım daha İslâma yönelteceğini görmemek yanlış olur.

Tefekkür/hayal deyin,  bu bir vakıadır Şimdi dinleyin.

Hz. Musa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm konuşuyorlardı.

Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:

Ey Hızır Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem ümmeti, benim millletimin İslam olmayacağına ve yok edileceğini sürekli tekrar ediyorlar. Onların bu şekilde söylemelerini tasvip etmediğimi bilirsin. Çünkü Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem alimlerini beni İsrail peygamberleri olarak tarif buyururdu. Şartlar itibarıyla benim ümmetimden çok âlim Onun peygamberliğini kabul etse, dönse de, Onun ümmeti onları kabule yanaşmıyor, dönme deyip engel koyyuyorlar. Sonra Allah Teâlâ’nın Yahudileri azmış ve dalalete düşmüş olarak bahsettiğini, bu etki nedeniyle, her insan topluluğu da nesilden nesile sürekli karakterleri aktarılıyorsa, o zaman benim bu gayretlerin neticesi ne olacak ve nasıl çözüm bulacağız diye düşünüyorum

Hz. Hızır aleyhisselâm dedi ki;

Allah Teâlâ nın O’na, Sana ve ümmetlere sınırlayıcı bir hükmü yoktur. Fakat senin ümmetinin bakiyesi olan bu insanların çok inatçı olmaları, kendi içlerindeki hukuku dışarıya karşı uygulamamaları ve dünyayı aşırı sevmeleri yüzünden çok tepki alıyorlar. Bu da her hilenin arkasında onların görünmesinin vehmini yaratıyor. Ben kıyamet günü Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem diriltildiğinde senin mi Onun mu önce diriltildiğini tam kestiremediğini söylediğini işittim. Bu işin evvelide sonunda olacak her şey Allah Teâlâ’nın emirleri ile alakalıdır. Onun ümmetimden olan kişilerin ahiret kaygıları dünya ilgisini zayıflatırken senin milletinden gelenler sürekli ilerliyorlar. Müslümanlar bu şekilde onların eline mahkûm kalıyorlar. Mesela geçenlerde bir bilgi ellerine geçti. Onu biliyorlar. Bildikleri şey senin Tur dağında yaşadığın halleri Harun kardeşine anlatıyordun. Bu konuşmada Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemi anlatıyordun. Beni de apaçık tarif ediyordun, Onun ismini zikrediyordun. Senin çocukların bunu gizliyorlar. Aslında gizlemiyorlar. Bildikleri şeyleri açıklayınca dünyadaki düzenleri bozulacak, ondan korkuyorlar.  Geçenlerde biri açıklamaya niyetlendi diye ona yapmadıkları kötülük kalmadı.

Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:

O zaman bu mesele nasıl çözüme kavuşabilir. Ben bir Tur dağına gidip gelene kadar kavmimin ahlakı değişip duruyordu.  Haklısın Harun kardeşimle çok tartışmam olmuştu. Bunların bu halini değiştirmek mümkün olmuyor. Ne yapmak gerekiyor.

Hz. Hızır aleyhisselâm ki:

Yahudiler, dini millet dini tuttukları müddetçe ve evlilikleri kendi içlerinden dışarıya açılmadıkça durum düzelmeyeceği gibi gelecekte onları genetik bir hastalık bekliyor gibi. Ne olduğunu biliyor musun, kadınlar artık gebe kalamayacaklar. Yumurtaları oluşmayacak kısırlaşacaklar. Belki çözüm buluruz diye şimdiden depo yapıyorlar, fakat bu sakladıkları yer ne kadar emniyetli olabilir ki. Düşün bir deprem olur her şey altüst. Birde daha önce seninle düzellttiğimiz duvarın altındaki sandıktaki bilgileri onlar bulunca bu sorun çözülür. Fakat  bu duvarı biz Küdüste düzeltmedik ki, Şimdi Yahudiler altını üstüne getiriyorlar, zorla kan döküyorlar. O Orada değil ki.

Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:

Evet o duvar orada değil. Seninle biz deniz yolculuğuna çıktığımızdan sonra gittiğimiz yer. Yemen taraflarında bir yer.  Biliyorsun Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem  hikmet  için orayı işaret etti. Müslüman âlimler bunu başka anladılar. Birde bizim yolcuğu üç güne sığdırır gibi anlatıyorlar. Aslında çok uzun sürmüştü. Beni biraz saf gösteriyorlar. Ben o kadar söylenilecek bir emri hemen unuturmuş gibi.

Ey Hızır, bu işlerin çözümü için neyi tavsiye edelim.

Hz. Hızır dedi ki:

Ya Musa dünya sevgisi Yahudilerin içinde olduğu müddetçe bu sorun çözülmeyecek. Onlar isterlerse, insanlık huzur bulur; yüzyıl önce uygulamaya koydukları dünyayı parçalama planından vazgeçmeleri gerekir. Buna da ilk önce Anadolu’dan başlaması lazım geliyor. Nasıl olur deme. Yapılması gereken bu.

Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki:

Türk milleti hakkında Allah Teâlâ’nın bir muradı var. Onlar olmasaydı bugün Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin çocukları yok edilecekti. Yine onlar olmasaydı, benim kavmimden kimse kalmayacaktı.

Ya Rabbî her çıkmazı Türklerle aştığını biliyorum. O zaman onlar hakkında senden dileğim var. Onlara yardım et. Senin Töreni (ilahi hükmünü) devam ettirsinler.  Benim kavmim de onlara yardımcı olsun. Kıyametin saati daha gerilere gitsin. Deccal denilen fitne kendi içinde sönsün Altın Çağı başlatsınlar.

Hızır aleyhisselâm dedi ki:

bu konuşmalarımıza kim inanacak.

Hz. Musa aleyhisselâm dedi ki :

Sözler yazılara dökülsün. Zaman bu sözlerin doğruluğunu çıkartacak. Yeter ki geç kalınmamış olsun. Biliyorum ki Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem ne buyurmuştu: İsa inecek, deccal ölecek, mehdi gelecek. Bunları insanlar olarak beklemeyi bir bırakırsa ademoğulları herşey yoluna girecektir.

Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Not: Bu bir seyrandı. Seyredildi. Bahçeye giremeyenlerde duymuş oldu.


HERKES KENDİNE BAZILARI TANRININ YALNIZLIĞINA AĞLAR

“Bu bir farktır”

(lütfen kızmayınız bana, bu içteki ötelenemez bir duyum) “Tanrı'nın yalnızlığını düşününce ağlıyorum. Ben çok taş olmak istiyorum.”

“Bir Allah dostundan”

 

Allah Teâlâ’nın velileri vardır. Bir kısmı bilinir. Bazılarını ise zâtından başkası bilmez. Onlar görünürler fakat velayetleri kendilerinden dahi saklı tutulmuştur. Onlar ile âlem düzen bulur. Gönüller şâd olur. Dönüşüne kimse ihtimal verilmediği halde, girilmesi insanın içine ürperti veren okyanusa dalarlar ve çıkarlar. Onların makamları ferdiyet olmak olunca rableri katında ayrıcalıkları vardır. Onlar yalnızdırlar. Halk ile alakaları olmadığı gibi meleklerle de yoktur. Onlar insanlığın ayakta duruşunun temelleridir.  İnsanların yalnızlığında korkunç hayal âlemini ve ruhu teskin edecek az olunca onları bulmak ve duymakta zor oluyor. 

İhramcızâde İsmail Hakkı


SİZİ SİZDEN OKURLAR

Aşağıda alıntıladığımız haber veri toplamanın illegal olmadığını belirtmek içindir. Eğer internete giriyorsanız verileriniz her şekilde toplanacaktır. Yazsanız da yazmasanız da.


Birkaç bilgi aktarayım. Bizim site yelpazesi çok geniş olduğundan farklı farklı konulara giriş imkânı sunmaktadır. Birkaç yıldır site [dini içerik yoğun olmasına rağmen] istatistiklerine düşen aramalarda başı çeken cinsellik, dua ve insanları etkileme konularıdır. Kadınların internette cinsel ilişkiler üzerine çok fazla bilgi aradığı görülmektedir.


Aramalara bakınca görünmeyen yüzün başka oluşu dikkatinizi çeker. Buradan sözü asıl getirmek istediğim yer ise Türkiye de gündemde tutulan iki sorun hakkında inanmayacağınız kadar bir giriş olmaktadır. Yani arayan soran yoktur. Halkın hiç ilgilenmediği konular gazetelerde TVlerde siyasi ve rantçı çevrenin gündeminde tutuluşu ve birde kaşıdığı görülürken şaşırmamak elde değildir. Sokağa çıksanız kendi çapınızda bir araştırma yapsanız iki şeyden birini size söylerler. Biri Kürt sorunu, diğeri Aleviler. [Neden gündemi takip ediyorum havası vermek için] aslında hiçte öyle değil. İnsanlar yalnız kalınca bu konuların yanından bile geçmiyorlar. Bizi hayrete düşüren şu oluyor. Medya sürekli bu konuyu kaşırken internet kullanıcısı bu konu üzerinde neden duyarsız kalıyor. Cevap şu.


İnsanlar güzel ve doyuma ulaşmış bir hayat yaşamak istiyor.


Güdümlü bir hayattan usanmış özgür olmak ve huzur istiyor.


Dünyada şu olmuş, bu olmuş pek ilgilendirmiyor.


Sadece ben nasıl kendimi kurtarırım, nasıl rahat ederim peşindeler.


Bu meyanda söylenecek söz insanlara güzel gelecek vaat ederken psikolojilerini baskı altına almak yerine yapılması gereken işleri yapılması değil midir? Yoksa medya önünde yalandan polemik yapmanın başka bir getirisi mi vardır?.


Türkiye’de haberciliğin magazinleştirildiği biliyoruz. En sonu yemekle biten haber kuşaklarının sonunda yaptığımız tek eylem beyin cimnastiği “şimdi ne yiyelim” ile oluyor.


Mesela zararlı olduğundan bahsedilen bir ürün haber yapılıyor, insanlara sunuluyor. Arkasından gelen bir yaptırımdan haber yok. Bir eczacı arkadaşımız vardı. Hep şunu derdi kış gelmeden hep antibiyotik haberleri yapılır. Bu şekilde antibiyotik kullanımında büyük bir düşüş yaşanır. [Bunu biz değil her ülke yapıyor.- Çünkü normal olağan hastalıklarda fiyat değeri yüksek ilaçlar gurubu]


Yine bir başka husus, attığınız mailler ile cevapları arasında geçen diyaloglar ile sizi tanımaya çalışanlar olduğunu unutmayın. Sizi sizden okurlar/çalışırlar. En ufacık bir kelime ile sizin arkanızı görürler/analiz ederler.


Hulasa, verilerin toplanması çok önemli değil, analiz yapanların bu verilerden çıkardıkları sonuçlardır. Günümüzde analizi en iyi yapanlar dünyayı yönetmeye talip olanlardır. Verilerin analizini yapmak ve sonuçlarının isabet derecesini yüksek tutmak/bulmak ise “bilgi”ye bağlıdır. Toplum olarak okumayan bir millet olduğumuzdan sorunlarımızı çözmekte de çok zorlanacağımız görünmektedir.


İhramcızâde İsmail Hakkı


 

“KADINLAR” MI, YOKSA “KADINLIK” MI CEHENNEMDE?

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram namazında kadınlar tarafına geçerek):

“Ey kadınlar cemaati! (Allah yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm” buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli bir kadın:

“Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?” diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:

“Ağzınızdan kötü söz çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden başkasını görmedim!” dedi. O kadın tekrar:

“Ey Allah’ın Resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?” diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem açıkladı:

“Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tabiri de onların (hayız dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını ifade eder.” (Kütüb-ü-Sitte No: 5361)

Yukarıdaki hadisin temel konusu olan kadınların cehennemlik olma durumu ve izahî olan kısım hakkında polemik çok yapılır. Hadisi şerifler, dindarların ve din düşmanlarının ellerinde leh ve aleyhde koz olarak kullandıkları materyal durumuna düşürülmüştür.

Bu hadisi şerifler sahih kitaplarda yer alıyor olsa da, biliyoruz ki Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem rahmet peygamberi ve ahlakın en yüce zirvesi insan-ı kâmildir. İnsanların üzülmesine râzı olmayan Efendimizin töhmete varan ifadelerden uzak olduğunu biliriz.  Öyle ise kadınların ilk bakışta aşağılandığı intibaını veren bu hadisler lafızda göründüğü gibi mana murat edilmektedir?

Cevabımız “hayır”dır.

Sosyal hayatımız genelinde kadın ve erkek ikileminde güçlü olan erkek olmaktadır. Kadın ise zayıflığını erkeğe karşı kullanmak için gayret gösterse de ekseriyette başını derde soktuğunu düşündüğümüzde, “cehhennemvâri” hayatının bir perde ilerisinde ve gerisinde kalabilmektedir. Kadın örfün veya bulundukları ortamın sürekli itilen konumunda sadece dini yönde kalmayıp, bir diğer taraftan da acılar görmesi cihetiyle, yıkılmasa da içtimai ve ruhî hali onu üzüntü ve kedere gark edişi acı bir gerçektir..

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem kadınların cehennemde oluşlarını direk olarak ahiret hayatına bağlamıyor. Belki de dünya şartları ile izah ediyordu. Yani siz cehennemde şu şekilde veya bu azabı göreceksiniz ibaresi maalesef kullanmamıştır.

Dünyevi konumlar ve dini tedrisat erkekler kontrolünde oluşu ile hadiste bir anlam kayması yapılarak, müsbet ve menfi cihetle kadınlar hırpalanıyor. Dolayısıyla hadiste dine saldırı malzemesi haline getiriliyor.

Kadının cehennemi hayatına  örnek çoktur. Ancak can alıcı olanlardan birini zikredelim.

Örf gereği bir genç kızımız evlendiği ilk gece bekâret sorunu yaşamaktadır. Aslında her türlü şekilde kendini korumuş olduğu halde bedenin biyolojik yapısı nedeniyle bir sıkıntı yaşadığında üzerine yıkılan karabulutlarda erkek ne kadar haklı olabilir ki. Eğer erkek bu nedenle mahkemeye gitse, karar kadından çok erkek yönünde gelişir. Kızımız hayatının en güzel döneminde bir buhran yaşıyor ki, sonu kestirilemez. Erkek ise evlenmeden her haltı yemiş [bu ibare yerine uygun geldiği için yazdım] onun üzerinde sadece aranılan değer ve kuvvet ise “viagra kuvveti”nden başka ne olur ki? Günahlar [varsa] kadında göründüğü kadar erkekte hiçbir zaman görünmeyişinin tecellisi ile bir fidan devrilip gidiyor. Erkek namus ile sorun yaşamazken kızımız bir batakta töreye kurban gidecek duruma geliyor.

Olayların erkekler tarafından karartıldığı yerde kadınlarada mor renklere dönüşümünü de unutmamak gerekiyor.  Sonuçta dünya düzeni, kadın mazlum, erkek zalimlik kategorisinden bir pay alarak hayata devam ediyor.

Burada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin mucizesi ayandır. Yani bu dünyada dediğini bir kez daha anlamış bulunuyoruz. Buradaki hakikat kadınlar “cehennemdedir” değil “kadınlık” cehennemdedir. Cennet ve cehennem konularındaki netlik ahiret hesabının görülmesinden sonra olduğunu biliyoruz. Onun için Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ahiret konusunda Allah Teâlâ’yı sınırlayıcı bir kelâm etmeyeceğini de unutmamak gerekir.

Konuya bakışımızın çok zaman kısır döngüye dönüşmesinin nedeni ise haklılığın bir yerden sonra hiç kimsenin yanında olmayışındandır. Erkeğin kadını yıktığı yer genelde namus konusunda gelir.  Onun hakikati doğru düzlemde çok zamanda kalamadığı gibi hataların başladığı yer olarak kalmaktadır.

“Sen erkeğe sahip çıkmazsın, niye çünkü erkektir. Ona bir şey olmaz,  yatar kalkar senin adın olur iki paralık. Yani erkekler öyledir, Allah onları öyle yaratmış, pistirler, kendilerine hâkim olamazlar, namussuzdurlar. Ama sen kendi karına kızına sahip çıkacaksın, erkekleri bilirsin,  sen serbest bırakırsan hemen atlarlar karına, kızına. Yani ben kendi kızıma güvenmediğimden değil, ben onlara (erkeklere) güvenmediğimden. Yani kendimden biliyorum ha seni tutacak hiçbir şey yoktur, buradan bir kadın geçse sahipsiz, sen dersin o sahipsiz o zaman belki... Bu  yüzden dirlik için, düzen için herkes kendi karısına, kızına sahip çıkacak.  Çıkmazsa erkekleri kim tutar, sonra gelsin kavga çıksın kan”  (Tahincioğlu, 2011, 206-7).

“Namus kadının içindedir, kimse ona zorla, baskıyla, ölümle veremez.  Ben inanırım buna, bu yüzden de kızların iyi eğitilip bir ordunun içine  bırakılabileceğine inanırım. Yani eğer akıllı ve ahlaklı ise babasına,  kocasına karşı sadıksa, sevgi duyuyorsa onun namusa mamusa da  ihtiyacı kalmaz… Çünkü namus demek bir yerde zor demek, baskı demek… Yani bir yerde kadının içinde olmayan ahlakı kadına zorla dayatmak demek… Ama eğer sen kadını eğitirsen, aklını kullanmayı öğretirsen, yani cahil bırakmazsan… O da erkek gibi insandır ve  cinselliğiyle değil insan olma vasfıyla her ortama girer… Okur da çalışır  da, erkeklerle arkadaşlık da yapar…” [Tahincioğlu, N. (2011). Namusun Halleri. İstanbul: Positiga Yayınları, sh:192]

İhramcızâde İsmail Hakkı


“ACELE KIYAMET”İN HABERCİSİ OLMAYA ÇALIŞAN RUSYA

Konu hakkında büyüklerimizden duyduğumuz işaretleri aşağıda beyan edeceğiz. Ancak unutulmamalıdır ki, 3. Dünya Savaşı bilinen savaşlardan farklı olarak ekonomik ve sanal olarak tecelli edecektir. Bu nedenle Sanal ve medyatik kimlikli olan bu savaşta teknolojik imkânlar ortaya dökülecektir. Çünkü insan ve silah bağlamındaki kara harplerininden olumlu sonuçlar almak mümkün görünmüyor. Bu nedenle 3. Dünya savaşını teknolojisi kuvvetli olan kazanacaktır. Şimdiden Amerika bu savaşın galibi olarak gözüküyor.

Bu meyanda Rusya’nın ideallerinden vazgeçip köşesine çekilip devlet ömrünü uzatmak konusunda temkinli davranması gerekmektedir. Ayrıca İsrail’in Türkiye’ye karşı dost tutumunu herkes bilmektedir. Yahudiler, Türkiye’nin Hristiyan blokuna karşı mücadelesinde her zaman yanında olmaya mecbur oluşunun bir geçmişi vardır.  Eğer Türkiye’de dengeler bozulursa İsrail’in ve dolayısıyla Yahudilerin geleceği de tehlikeye girecektir. Bu nedenle Yahudi Dünyası Türkiye’nin yanında yer alacaktır. Acilen Rusya’nın sakin ve sükûnetle geri adım atıp acele bir kıyamet habercisi olan savaşı durdurması gerekiyor.

İnsanlığı bekleyen altın çağı yakalamak için hayatı paylaşmayı öğrenmemiz gerekiyor.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi gaybî haberlerden bahsederken buyurdular ki;

·       Şam, Bağdat, Mısır, birisi sudan, biri saikadan (yıldırım) biri de hareketi arzdan (deprem) harab olacaktır.

·       Türk devleti ( bir defasında da: Türk Milleti) ilâ yevmi’l-kıyâme baki kalır, payidar olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden şekile tahavvül eder.

·       Türkler tenassur edecek. (Türkler hıristiyanlaşacak) (1920 de söylendiğini hatırlayalım)

·       Benî Kureyşden biri ( bir defasında: Evlâd-ı Rasulden birisi  yani Hz. Hüseyin aleyhisselâm) zulüm ve îtisafa (haksızlık) mâruz kalınca (İslam liderliği) Kayı Aşireti’ne iltica etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat kendileri de (sebebini) bilmez.

·       Hazreti Âdem’e bütün diller teklif edildi, ama Türk lisanını seçti. Onun için Türk devleti ilelebet payidâr olur.

·       Türk kavmi ebabil kuşu ile helak olacaktır.

·       Yerde gökte büyük değişiklikler olacak.

·       Semâvatta büyük değişiklikler olacak bir yıldız peyda olacak.

·       Paris şehri semavî bir hâdise ile mahvolacak.

·       Üçüncü Dünya Harbi çıkacak, “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline gelecek.” Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan gelmeyecek. Bu esnada avucunu sıkar gibi yaparak “Rusyayı küçülttüm, küçülttüm.” “Rusya darmadağan olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler uluyacak!..”

·       İngiltere ve Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta edecekler, hayıflanacaklar.

·       Yine Ahmed Amîş Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır.  “O zâlim imparatorluk balıkçılıkla geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.”

Kaynak: Ahmed Amîş Efendi, hzl: İhramcizade, Gözde Matbaa, İstanbul, 2012 (Gaybî haberler)


 

İSYAN VE AKLIN BİTTİĞİ YERDE KALMAK

“Kararan” a

Çözümü olmayan sorun yok iken, yumak haline gelen dertlerle boğuşmak neden olur?

Suç kimin, sorusuna cevap bulunamazken, itaat edilen duygular ile cevap bulmaya çalıştığımız her şey bir batak haline dönüşüyor.

İddia edilen her şey gerçekte kabul gören bir merkezin hedef noktası mıdır?

Aranılan şey aranıldığından mı aradığımız için sorun oluyor?

Kim kime itiraz ediyor ki, sonu olmayan tedavi olmayan karanlık bulutlar üzerimize doğru geliyor.

Olmuyor, olmuyor denildiği halde olmasını istediğimiz şey nedir?

Olmayan şey mi, yoksa olmasını istediğimiz şeyin olmamasındaki ısrarımız mı bize acı veriyor?

Emellerimiz bizimle doğuyor, fakat bizimle hiç ölmeyecekler ki, bizler gitsekte o emel vasfıyla süflileşerek devam edecektir.

Emeller ulvi olamaz. Emirler ulvilik sahibidir.

İstek bizim hedefimiz olamalı. İstemek denilen fiiller ancak umut edenler de olur. Umudumuzu bırakmak gerektiği şuradan belli oldu, istediğimiz zaman ölemiyoruzda ondan. Son dediğimiz şeyler bizimle beraber değiller. Bizimle beraber olan ancak istemediğimiz olanlardır.

Burada bir ayrıcalık zuhur etti. İstemeyi unuttuk, istemek bizde kalmadı dediysen. O zaman her şey sanki biz istiyormuş gibi oluyor.

İstediğimizde kaçan istemediğimizde varılan bu husus, neden gelmek istidanı gösterişi, benliğimizin son tarafındaki umutsuzluğun karşılığı mı olduğundandır.

Olsun, olmayıp, aşkın cevap bulamıyordaki sorunda, soran ve sorunda olmaz. Sorunsuz olmak, soranlar için değil sorununa bağlanırlar. Sen çıkarsın aradan.

Zorlandığın yerde zorlamayı bırakmak gerekmez mi? Hayat kısa olunca hangi ihtiyacın doyuma ulaşabilir ki? Her güzellik terk edilen olunca, güzellik kendini bırakmak veya istememek mi?. Öyleyse istedikçe istediğin şey yıkım gerektiren düşman olur.

Bırakıp gittiğimiz her adım terk edilesi ile bize yönelip kaybolduğu için üzülmedi ki, yolunu bulanın attığı adımlardaki geçmişe üzülmedi ki, gelen gitti, gelecek ise beklenilmesi gereken bir yerde dururken bizi beklemekte acele etmedi.

Daldan dala, bucaktan ocaktan konuşsanız da eğri de olsa düzde olsa anladığın anlamadığın diye beklediğimiz her şey bitti kaldı.

Zaman yıkıma uğradığında onu tutmaya çalışmak yerine düştüğümüz yolun ilerisine baksaydık acıların olmadığı gibi gelecek için umudumuz olurdu.

Bir mağarada kalanın istediği ne kadar olur?

Dağ tepesinde veya dehlizde kaldığındaki fark nedir?

Dağ tepesinde olan fikri dünya ise zeminde duran süfliyettir. dehlizde olanın ki ulviyeti ise dağdaki durandan niçin üstün olduğunu anlayasbilirsin.

Bildiğin bilmediğin şeyler eşitlenmeli. Sorun sende başlamasın diye geriye ileriye bakmalı. Nefsini düşünmek ile kendini korumak ayrı şeylerdir.

Çok iyilik cennete kavuşmaya sebep değildir. Belki uzaklaştığının habercisi olacaksa geri geri kalman daha faydalıdır.

Korkudan geri kalışın ile ağlayıp durduğun ateş sen istediğin için yanmadığı gibi, senin için sönmez.

Varsan varsın yoksan yoksun değil mi.. İnancını da doğru bilişin seninle değil başkalarındaki ile  oluşmuştur.  Var ve yok ne ifade edebilir ki..

Verilen verilirken, sen hak ettiğin için verilmediği gibi, hak etmediğin zamanda  senden alınır alınmazını, bilemen de çok önem arzetmez artık

Ey isyan eden kul, bulunduğun yeri bulamadın gideceğin yeri nasıl tayin edeceksin.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Not: Okuduğunuzu çok anlamanıza gerek yok. Çünkü kararana yazıldı.


VAHHABİLERE İKİ HEDİYE

 

Feyzi büyük olan bir hoca arkadaşımızın bizlere Cuma hediyesi olarak gönderdiği  maili sizinle paylaşmak istedim.

Birinci Hediye:

Bir zat vefat etse, vefat sırasında başındaki takkeye 500 dirhem verilse, bit (kımıl) sebebiyle boynundaki bulunan iğnedeki ipe 150 dirhem verilse, gasil suyunu insanlar içseler, gasilden arta kalan sidiri bölüşseler bu harekete günümüz vahhabileri ne der?

Acaba. İşte tüm bunlar İbn-i Teymiyye merhumun cenazesinde yapılmıştır. Uydurma falan değil, öğrencisi İbni Kesir, El Bidâye ve’n Nihâye isimli eserinde  İbni Teymiye'yi anlattığı kısımda bu hususu nakletmektedir.

İkincisi Hediye:

İmam Fahri Razi'nin Kelam İlmi Üzere yazdığı 8 Ciltlik El-Metalib'inde bir bahis vardır. Çoğu kimse habersiz gibi bunu görmekten gelmek istemez. Konu başlığı 'Kabir ve Ölülerin Ziyaretinde Faydalanma Keyfiyetinin Açıklanması'

 

Şeyhü'l-İslam Ebü'l-Abbas Takiyyüddin Ahmed B. Teymiye'nin Vefatı

 

Şeyh Alemüddin el-Berzalî, tarihinde şöyle demiştir: "Bu sene zilkade ayının yirmisinde pazartesi gecesi şeyh, imam, âlim, allame, fakih, hafız, zâhid, âbid, önder, mücahid, Şeyhü'l-İslam Takiyyüddin Ebü'l-Abbas Ahmed b. İmam Allame Müftü Şihabüddin Ebü'l-Mehasin Abdül-halim b. Şeyh İmam Şeyhü'l-İslâm Ebü'l-Berekât Abdüsselâm b. Abdullah b. Ebü'l-Kasım Muhammed b. Hızır b. Muhammed b. Hızır b. Ali b. Abdullah b. Teymiye vefat etti.

Harranlıydı. Sonraları Dımaşk'a yerleşti. Zilkade ayının yirmisinde pazartesi gecesi Dımaşk Kalesi'nde tutuklu bulunduğu salonda vefat etti. Vefatı nedeniyle büyük bir kalabalık kaleye gitti.

Yıkanmasından önce bir cemaat, cenazesinin yanında oturup Kur'an okudu.

Onu görmek bereketine ve onu öpme saadetine erdiler.

Sonra kaleden ayrılıp gittiler. Daha sonra da kadınlardan bir topluluk cenazenin yanına geldi. Aynı şeyleri yapıp geri döndüler.

Artık cenazeyi yıkayıcılarla başbaşa bıraktılar. Yıkandıktan sonra cenaze dışarı çıkarıldı. Kalede ve yolda büyük bir cemaat toplandı. Cemaatın bir ucu kalede, diğer ucu da Emevî Camii'nde idi. Caminin içi, sahnı, külase kısmı, Babü'l-Berid ve Babü's-Saat kısmı insanlarla dolmuş, kalabalık Lebbadin ve Gevara kapısına kadar uzanmıştı. Cenaze gündüz saat dörtte hazırlandı ve camiye getirildi. Askerler, aşırı kalabalık ve izdihama karşı onu koruyorlardı. Kalede cenaze namazı kılındı. Namazı önce Şeyh Muhammed b. Teramam kıldırdı. Sonra öğle namazının ardı sıra Emevî Camii'nde de ikinci kez cenaze namazı kılındı. Kalabalık gittikçe fazlalaşıyordu. Nihayet meydanlar, sokaklar, caddeler, insanlarla dolup taştı. Daha sonra namazın ardı sıra cenazesi eller ve başlar üzerinde taşındı. Naaş, Babü'l-Berid'ten şehir dışına çıkarıldı. İzdiham fazlalaştı.

Ağlayanların, feryad-ü figan edenlerin, ona rahmet dileyenlerin, dua edenlerin, övenlerin sesi göğe yükseldi.

İnsanlar, mendillerini, sarıklarını ve elbiselerini onun naaşının üzerine attılar.

Cenazeye gelenlerin ayakkabıları izdiham nedeniyle sıyrılıp ayaklarından çıkıyor, kabanları, mendilleri ve sarıkları da üzerlerinden düşüyor, ancak kimse buna aldırış etmiyordu.

Çünkü hep cenaze ile ilgileniyorlardı. Cenaze başlar üzerinde taşmıyor, bazan ileriye gidiyor, bazan geride kalıyor, bazan insanların geçebilmesi için durduruluyordu. İnsanlar büyük bir izdiham içinde Emevî Camii'nin tüm kapılarını açarak dışarı çıkabildiler. Ancak yine de sıkıştılar. Sonra insanlar şehrin bütün kapılarını açarak yine büyük bir izdiham içinde şehir dışına çıkabildiler. Lâkin kalabalık daha fazla şehrin şu dört kapısında yoğunlaşmıştı: Cenazenin çıkarıldığı Ba-bü'1-Ferec, Babül-Feradis, Babü'n-Nasr ve Babü'l-Cabiye. Sûkü'l-Hayl'e, gelindiğinde izdiham daha da büyüdü, kalabalık arttı, insanlar fazlalaştı. Cenaze oraya konuldu. Kardeşi Zeyneddin Abdurrahman orada öne geçip cenaze namazı kıldırdı. Namaz tamamlanınca cenaze, Sufiye Mezarhğı'na götürüldü. Kardeşi Şerefüddin Abdullah'ın yanı başına defnedildi. Allah ikisine de rahmet etsin. Defin işi ikindiden az Önce tamamlanmıştı. Çünkü cenaze merasimine gelenler çoktu. Bahçelerden Gota mıntıkasından, köylerden ve kasabalardan çok sayıda insan cenaze merasimine gelmiş, bu yüzden bütün dükkanlar kapatılmıştı. Gelemeyenler de ona rahmet ve dua okuyorlardı. Bunlar mazeretli kişilerdi. Cenazeyi teşyî etmeye birçok kadın da gelmişti. Bunların sayısı tahminen 15.000 kadardı.

Damlarda ve diğer yerlerde toplananlar hariç hepsi de İbn Teymiye'ye rahmet okuyorlar, kendisi için ağlıyorlardı.

Cenazeye iştirak eden erkeklerin sayısı ise tahminen 60.000 ile 100.000 civarındaydı. 200.000 kişinin katıldığına dair rivayetler de vardır.

Bir cemaat da onun yıkanmasından sonra artan suyu içmişler, geride kalanlar da yıkanması esnasında kullanılan sedir otunu kendi aralarında paylaşmışlardı.

 

Kımıl (*) nedeniyle boynuna taktığı civalı ipin değeri 150 dirhemdi. Başındaki takke için de 500 dirhem ödenmişti.

Cenazede ayrıca büyük bir gürültü ve çok yüksek sesli ağlaşma meydana gelmişti. İnsanlar tazarru ve niyazda bulunmuşlar, Salihiye'de ve şehirde onun için çok sayıda hatim indirmişlerdi. Mezarı gece gündüz denmeden ziyaret edilmiş, bazıları sabaha kadar yanında kalıp gecelemişlerdi. Vefatından sonra bazıları onun hakkında çok salih rüyalar görmüşlerdi. Bir grup şair de onun için kasidelerle mersiyeler yazmıştı.

(Kımıl (Aelia rostrata), insanlığın hububat tarımına başladığı ilk bilenemez çağlardan beri en büyük zararı buğday ve diğer hububat ekili tarlalarda var olan ürünler bağlamında insanlığın emeğine ve geleceğine zarar vererek varlığını sürdürebilen bir tür küçük zararlı böcektir. Türkçeye Arapçada bit anlamına gelen kelimeden (قمل) geçmiştir.)

 

Merhum Şeyhü'l-İslâm Takiyyüddin İbn Teymiye, hicretin 661. senesinde rebiyülevvel ayının onunda pazartesi günü Harran'da doğmuş, babası ye ailesiyle birlikte küçük yaşta Dımaşk'a gelmişti. İbn Abdüd-daim, İbn Ebfl-Yüsr, İbn Abdan, Şeyh Şemseddin el-Hanbelî, Şeyh Ştmsaddin b, Ata sl-Hanefl, Şsyh Gsmaleddin b. Sayrafî, Mecdüddin b. Aââkir, Şeyh Cemaliddia al-Bağd&dî, Necip b, Mikdad, ton lbi'1-Hayr, İbn Allan, İbn Ebî Bakir el-¥ahudî, Kemal Abduirahim, Fahr Ali, îbn Şeyban, Şgref b, Kavvai, Zeynep binti Mskkî ve adlan burada anılmayan çok sayıda âlımdan hadiı dinledi. Kendisi de hadis okudu. Hadis toplamaya çalıştı. Tabakat yazdı. Hadis tespit etti, senelerce başkalarına hadis okuyup dinletti. Dinlediği herşeyi mutlaka ezberlerdi zeki bir kimseydi. Sonraları ilimle de iştigal etti. Tefsirde ve tefsire dair bilgiler-. de büyük âlim oldu. Fıkıhta arif oldu. Anlatıldığına göre kendi zamanında ve diğer zamanlarda mezheplerin hükümlerini, nkhî bilgilerini mezheplerin âlimlerinden çok daha iyi öğrenmişti. Âlimlerin ihtilafını, usûl, fürû, nahiv, lügat ve diğer aklî ve naklî ilimlere dair hususları çok iyi bilirdi. Bir mecliste faziletli bir kimse kendisiyle herhangi bir ilme dair konuşma yaptığında, İbn Teymiye'nin konuştuğu o ilimde mutlaka en büyük üstad olduğunu anlar, onun bu hususta derin bilgilere sahip olduğunu görürdü. Hadis'e gelince o, hadisin bayraktarlığını yapmış, hadisi muhafaza etmiş, sahih ve sahih olmayan hadisleri birbirinden ayırdetmiş, hadis ricalini iyi tanımış, bu hususta derin bilgilere vakıf olmuştu. Çok sayıda eser tasnif etmiş, usûl ve furû'a dair faydalı taliklerde bulunmuştu. Bu taliklerin bir kısmı tamamlanıp temize çekilmiştir. Ben de bunları kendisinden nakledip yazdım, bir kısmını huzurunda okudum. Ama taliklerinin büyük bir kısmı tamamlanmamıştır. Bir kısmı da tamamlanmış, ama şu ana kadar temize çekilmemiştir. Asımdaki âlimlerden bir cemaat onu, ilimlerini ve faziletlerini övmüşlerdir. Kadı Habî, İbn Dakikü'l-İyd, İbn Nahhas, Mısır'daki Hanefî Kadısı İbn Harirî ve İbn Zemlekânî bunlardandır. İbn Zemlekânî'nin onun hakkında kendi el yazısıyla şöyle yazmış olduğunu gördüm:

"İçtihadın şartları uygun bir şekilde onda toplanmıştır. Güzel eser tasnif etmede, güzel ibare kullanmada, tertipte, taksimde, dindarlıkta ileri merhalelere ulaşmıştır."

İbn Zemlekânî, onun bir tasnifi hakkında da şu beyitleri yazmıştı:

"Onu niteleyenler ne diyorlar?

Onun nitelikleri sayılamayacak kadar çok ve açıktır.

O, Allah'ın ezici bir hüccetidir.

O, aramızda zamanın bir harikası olarak durmaktadır.

O, yaratılanlar içinde bir mucizedir.

Nurları ve aydınlığı apaçıktır.

Aydınlığı, fecrinkinden daha fazladır."

İşte ibn Zemlekânî, onu böyle övmüştür. O zamanlar îbn Teymiye'nin yaşı otuz civarındaydı. Küçük yaştan beri onunla aramızda bir sevgi ve arkadaşlık bağı vardı. Bir sene kadar hadis dinledi. Faziletleri çoktu. Eserlerinin adlarım, yaşantısını, onunla fakihler ve devlet yetkilileri arasında cereyan eden hadiseleri, defalarca hapse atılışını, başından geçen halleri burada anlatmak mümkün değildir. Bu kitap aslında bu kadar finiş bilgilin nakletmaye müsait di değildir.

"O, vefat ettiğindi bin Hieaz yolunda olup Dımaşk'tan uzaktaydım, Vefatından elli gün sonra Tebük'e ulaştığımızda vefat haberini aldık. Onu kaybetmekten ötürü hepimiz üzüldük. İnsanlar da üzüntü içine düştüler. Allah ona rahmet etsin."

Alemüddin el-Berzalî, İbn Teymiye hakkında tarihinde böyle demiştir.

Şeyh Alemüddin, İbn Teymiye hakkında bu biyografik bilgileri verdikten sonra Bağdat'ta İmam Ahmed b. Hanbel'in cenaze merasiminden, onun şöhretinden, Ebu Bekir b. Ebu Davud'un cenaze töreninin görkemli oluşundan bahsetmiştir.

İmam Ebu Osman es-Sabunî, Ebu Abdurrahman es-Süyufî'nin şöyle dediğini nakletmiştir:

"Ebü'1-Feth Kavvas adındaki zahid şahsın cenaze merasimine Şeyh Ebü'l-Hasan ed-Darekutnî ile birlikte iştirak etmiştim. Böyle büyük bir cemaate katıldığımızda Şeyh Ebü'l-Hasan bana dönüp şöyle dedi: Ebu Sehl b. Ziyad el-Kattan'ın İmam Ahmei'den naklen Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini işittim: "Bid'atçilere deyin ki, bizimle sizin aranızda ayırıcı özellik, cenazelerdir." Kuşkusuz İmam Ahmed b. Hanbel'in cenazesine iştirak eden cemaatin sayısı çok yüksekti. Çünkü belde ahalisinin sayısı fazla olup bu törene hayli insan iştirak etmişti. Ayrıca İmam Ahmed'i tazim ettiklerinden, devlet tarafından sevilen bir ınsan olduğundan ötürü de cenaze merasimine katılan cemaatin sayısı Çok olmuştu. Şeyh Takiyyüddin b. Teymiye ise Dımaşk'ta vefat etmişti.

Dımaşk'ın ahalisi ise o zaman sayı bakımından Bağdatlıların onda biri bile değildi. Ama zorba bir sultan kendilerini toplayacak olsaydı bile İbn Teymiye'nin cenaze merasimine bu kadar büyük bir cemaat katılmazdı. Kaldı ki İbn Teymiye, sultan tarafından hapsedildiği kalede vefat etmişti. Ayrıca fakihlerin ve yoksulların çoğu da bırakınız Müslümanları, diğer dinlere mensup kimseleri dahi nefret ettirecek şeyleri, İbn Teymiye'den naklediyorlar ve bu gibi şeyleri ona isnad ediyorlardı. İşte bütün bunlara rağmen İbn Teymiye'nin cenazesine katılan insanların sayısı oldukça fazla olmuştu!"

İbn Teymiye, zilkade ayının yirmisinde pazartesi gecesi seher vaktinde vefat etti. Kale müezzinleri vefatını minarede ilân ettiler. Burçlar-daki nöbetçiler de bu haberi etrafa söyleyip duyurdular. Sabah olunca insanlar bu büyük olayı duymuşlar, birbirlerine aktarmışlardı. İnsanlar gelebildikleri her taraftan, hatta Gota'dan ve Merc'den gelip kalenin etrafında toplanmışlardı. Pazardaki, çarşıdaki insanlar birşey yapmamışlar, âdet üzere açılması gereken dükkanların çoğu da açılmamıştı. Saltanat naibi Tengiz, avlanmak için bir yere gitmiş, bu yüzden devlet erkânı ne yapacaklarını şaşırmıştı. Kale naibi Sahip Şemseddin Gabri-yel gelip cenazenin yanında oturdu. Kendisine baş sağlığı dilekleri sunuldu. Havastan, dostlardan, ahbaptan gelmek isteyen kimseler için kalenin kapısı açıldı. Devlet erkânından, şehir ahalisinden ve Salihiye halkından has dostlar, yakın arkadaşlardan bir grup gelip salonda toplandılar. Cenazenin yanında oturup ağlamaya ve inlemeye başladılar. Adeta kendi canlarına kıyacak derecede feryad-ü figan ettiler. Ben de şeyhimiz Hafız Ebü'l-Haccac el-Mizzî merhumla birlikte orada hazır olanlardan biriydim. Şeyh İbn Teymiye'nin yüzünü açıp seyrettim ve öptüm. Başında ucu iğneyle tutturulmuş bir sarık vardı. Başında kendisinden ayrıldığımız zamandakine nisbetle daha çok beyaz tel vardı. Kardeşi Zeyneddin Abdurrahman, onun kaleye girdiğinden bu yana seksen hatim indirdiğini ve seksenbirinci hatme başladığını, orada hazır bulunan kimselere bildirdi ve Kamer sûresinin şu âyet-i kerimesine varmış olduklarını söyledi:

"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler." (Kamer, 54-55.)

Kardeşi Zeyneddin'in böyle demesinden sonra âlim olan, iki hayırlı ve salih şeyh Abdullah b. Muhib ile Abdullah ez-Zer'î (amâ) Rahman sûresinden başlayarak Kur'an'ı hatmettiler. İbn Teymiye merhum, bu zatların okuyuşlarını çok severdi. Ben de orada hazır olduğum için onları dinledim.

Sonra Şeyh İbn Teymiye'nin cenazesini oradaki bir mescide götürerek yıkamaya başladılar. Yanında yıkama işine yardımcı olacaklardan başkasını bırakmadılar. Şeyhimiz Hanz el-Mizzî, ilim ve iman ehli bir grup salih ve hayırlı insan, yıkama işine yardımcı oldular. Yıkama tamamlanır tamamlanmaz kale, insanlarla doldu. Kalede ağlama, övme, dua etme ve rahmet dileme sesleriyle büyük bir uğultu meydana geldi. Sonra onu camiye götürmek üzere İmadiye yoluna koyuldular, Adiliye-tü'1-Kebîre'nin yanından geçtiler, Natifaniyyin Medresesi'nin köşesine yöneldiler. Çünkü Babü'l-Berid pazarı onarım amacıyla yıkılmıştı. Cenazeyi Emevî Camii'ne götürdüler. Cenazenin önünde, arkasında, sağında, solunda sayılarım ancak yüce Allah'ın bileceği miktarda çok insan vardı. O esnada adamın biri yüksek sesle, "Ehl-i Sünnet imamlarının cenazeleri işte böyle olur!" diye bağırdı. Oradaki diğer insanlar da ağlaşmaya başladılar. Bu çığlığın duyulduğu esnada diğer insanlar da büyük bir gürültüyle ağlaştılar. Şeyh İbn Teymiye, Maksure yanındaki cenaze yerine konuldu, insanlar kalabalıktan ötürü saf düzenine giremeden içli dışlı karışık vaziyette namaza durdular. Ancak kalabalıktan ötürü hiç bir kimse caminin içinde, sokaklarda ve caddelerde secde etme imkânı bulamıyordu. Öğle ezanının vakti yaklaşmış, insanlar her mekandan gelip oraya toplanmıştı. İnsanlardan bir kısmı da o gün yeme ve içme imkânı bulamayacaklarından ötürü oruca niyetlenmişti. Kalabalık ve çokluğun haddi yoktu. Öğle ezanı okunduktan sonra âdete aykırı olarak saray kapısının yanında namaza duruldu. Namaz kılındıktan sonra hatibin Mısır'da oluşu nedenîylelmtip naibi geldi. Orada İbn Teymiye'nin cenaze namazını kıldırdı. Hatip naibi Şeyh Alaeddin el-Harratî idi. Sonra insanlar önceki sayfalarda da anlattığımız gibi caminin ve şehrin kapılarından çıkıp ilerlediler, Sükû'l-Hayl'de toplandılar. Bazıları da camide namaz kılındıktan sonra beklemeyip doğrudan Sufi-ye Mezarhğı'na gitmişlerdi. Herkes kendi kendine ağlayıp tekbir ve tehlil getiriyor, İbn Teymiye'yi övüyor, ona dua ediyor, onun ölümüne üzülüyordu.

Kısaca demek istediğimiz şudur ki; O gün Emevîlerin zamanından beri Dımaşk'ta daha önce misli görülmemiş görkemli bir gün olmuş, bu vesile ile büyük bir kalabalık toplanmıştı. İkindi ezanına yakın bir zamanda İbn Teymiye kardeşinin yanma defnedildi. Cenaze merasimine iştirak eden insanların sayısını tespit etmek mümkün olmamıştı. Ama diyebiliriz ki şehir halkından, Banliyö sakinlerinden küçük yaştaki çocuklar ve aciz insanlar hariç olmak üzere cenaze merasimine katılmayan hemen hemen hiç olmamıştı. İlim ehlinden ise üç kişi hariç herkes cenazeye iştirak etmişti. Bunlar da İbn Teymiye'ye düşmanlıkta şöhret bulmuş olan İbn Cümle, Sadr ve Kafçozî idi. Bu kişiler bu törende dışarı Çıktıkları taktirde insanlar tarafından öldürüleceklerini bildiklerinden korkup gizlenmişlerdi. Şeyhimiz İmam, Allame Burhaneddin el-Fezarî ue üç gün sureyle İbn Teymiye'nin mezarını ziyaret etmişti. Şafiî ulemasından bir grup da böyle yapmıştı. Burhaneddin el-Fezarî, vakarlı ve heybetli bir şekilde merkebine binerek İbn Teymiye'nin mezarım ziyarete gidiyordu. Yüce Allah rahmet etsin.

İbn Teymiye için çok hatim indirildi.

Vefatından sonra bazı kimseler onun hakkında hayret verici salih rüyalar gördüler. Kendisi için birçok mersiye ve uzun kasideler söylendi.

Onun için bir çok âlim tarafından biyografiler yazıldı. Faziletli ulemadan ve diğerlerinden oluşan bir cemaat bu hususta eser tasnif etti. Ben bunların tümünden onun menkıbeleri, faziletleri, şecaati, cömertliği, samimiyeti, zahidliği, abidliği, çeşitli ilimlere vakıf oluşu, büyük ve küçük sıfatları hakkında bilgi verirken veciz bir biyografiyi özet olarak sunacağım. O bir çok ilimlere sahipti. Kitap ve sünnetle te'yid ettiği bazı orijinal hükümler ve fetvalar vermişti.

Özetle diyeceğimiz şudur ki: Merhum İbn Teymiye büyük âlimlerden biri olup ictihadlarmda hata yaptığı da, isabet ettiği de olmuştur. Ancak isabetine nisbetle hatası engin denizdeki bir nokta kadardır. Ayraca Sahih-i Buharî'den nakledilen bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi bu işte yapmış olduğu hataları da bağışlanmıştır:

"Bir hâkim hükmedeceği zaman içtihad eder, yani hakkı arayıp hükmeder da sonra bu hükümde sabit ederse, o hâkime iki ecir vardır. Hakkı aramak ve isabet etmek sevapları). Eğer hâkim hükmedeceği zaman hakkı içtihad edip arar. Fakat sonunda hata ederse, bu hâkime de bir ecir vardır. Hakikati arama sevabı vardır.)" Demek ki İbn Teymiye her halükârda sevap kazanmıştır. İmam Malik b. Enes de şöyle demiştir: "Bu mezardaki hariç, herkes sözünden ötürü hesaba çekilecektir."

Zilkade ayının yirmi altısında Tengiz, mallarını, eşyalarını Babü'l-Feradis dahilindeki Darüzzeheb'ten yeni yaptırdığı konağa taşıdı. Daha Önce Darüzzeheb'in adı Darülfülûs'tu. Ancak daha sonra oraya Dârüzzeheb adını taktı. Hazinedarı Nasirüddin Muhammed b. İsa'yı azledip yerine kölesi Abaçî'yi tayin etti.

Zilkade ayının yirmiikisinde Aclon şehrinde sabahtan ikindiye kadar devam eden bir sel baskını meydana geldi. Şehrin camisini, çarşısını gelir getiren yerlerini ve birçok evini yıktı, harep etti, yedi kişi boğuldu. İnsanların çok sayıda malı, mülkü, emtia ve hayvanı telef oldu. Takriben 1.000.000 dirhem değerinde zayiat meydana geldi. Doğrusunu Allah bilir. İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun (Doğrusu biz Allah'a aidiz ve O'na dönücüleriz.)

Zilhicce ayının onsekizinde pazar günü Şafiî Kadısı Şeyh Alaeddin el-Konevî, diğer merkezlerdeki şahitlerden bir topluluğu, -diğer insanlardan ayırd edilmeleri amacıyla- sarıklarının arka taraftaki ucunu omuzlarının arasına sarkıtmakla yükümlü kıldı. Onlar da birkaç gün süreyle bu emri yerine getirdiler. Sonra bundan rahatsız olunca kendilerine bunu yapmama ruhsatı verildi. Kimi de bu uygulamayı devam ettirdi.

Zilhicce ayının yirmisinde salı günü Şeyh, İmam, âlim, allame Ebu Abdillah Şemseddin b. Kayyım el-Cevziye tutuklu bulunduğu kaleden salıverildi. Kendisinin salıverilmesi, Şeyh Takiyyüddin'in tutuklanmasından bir kaç gün sonra olmuştu. Kendisi hicretin 726. senesinin şaban ayından beri tutuklu bulunuyordu. Sultan'm Çavlî'yi, Emir Ferec b. Kara Sungur'u ve Laçin el-Mansurî'yi hapisten çıkarıp serbest bıraktığına dair haber Dımaşk'a ulaştı. Bayramdan sonra sultanın huzuruna götürüldüler. Sultan kendilerine hil'at giydirdi.

Zilkade ayında Sultan Ebu Said'in naibi büyük Emir Çoban'ın ve Kara Sungur el-Mansurî'nin vefat ettiklerine dair haber Dımaşk'a ulaştı.

Çoban, Mescidi Haram'a kadar uzanan su kanalını açtırmış, bu kanalı kazdırmak için çok para harcamıştı. Medine-i Münevvere'de türbesi, meşhur bir medresesi ve güzel eserleri vardı. İslâmî hayatı mazbut olup yüksek himmet sahibi bir kimseydi. Sultan Ebu Said'in zamanında uzun bir süre hakkıyla yöneticilik yapmıştı. Sonra Ebu Said, onu tutuklamak isteyince -önceki kısımlarda da anlattığımız gibi- bundan kurtuldu. Daha sonra Ebu Baid, hicretin 727, senasında onun oğlu Haes Dımaşkî'yi öldürttü. Diğer oğlu Timurtaş ise Mısır Sultam'nın yanına kaçtı. Mısır Sultanı onu bir ay kadar yanında barındırdı. Sonra iki hükümdar arasında, Timurtaş'ın Öldürülmesi için elçiler gidip geldi. Nihayet Mısır Sultanı, Timurtaş'ı öldürerek kesik başını Sultan Ebu Said'e gönderdi. Bundan kısa bir süre sonra da Timurtaş'ın babası Çoban vefat etti. Niyetleri yüce Allah daha iyi bilir.

Kara Sungur el-Mensurî'ye gelince o, Mısır ve Şam'ın en büyük emirlerinden di. Önceki kısımlarda da anlatıldığı gibi o, Eşref Halil b. Mansur'u öldürenlerden biriydi. Sonra Mısır Naibiliği'ne atandı ve bu görevi bir süre yürüttükten sonra Dımaşk Naibliği'ne, oradan da Haleb Naibliği'ne getirildi. Bundan sonra Efrem ve Zerkaşî ile birlikte Tatarların yanına kaçtı. Tatar Hanı Harbenda, bunları yanında barındırdı, kendilerine ikramdan bulundu ve birçok beldeyi ikta olarak onlara verdi. Kara Sungur, Hülagû'nun kızıyla evlendi, sonra bu sene doksan yaşındayken hakimi bulunduğu Merağa şehrinde vefat etti. Doğrusunu Allah bilir.

Kaynak: İbn Kesîr, El Bidaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 14/226-233.

Not: Bahse konu cenaze defni olayı, insanların sevgi duyma/ifade etme hadiselerinde, minnetleri ızhar ederken dinî ve mezhebî durumun, hangi çerçevede kaldığına delil olabilecek durumdadır. Bu tarihi hadise üzerinde ilmi sosyolojik ve psikolojik çalışma yapılması gerekmektedir. Yani: insanların değer verdiklerine karşı zayıf olmaları fıtrat gereği midir? Vahhabi mezhebinin temelini kuran İbn-i Teymiyye'nin fikirleri cenazesi vukuunda unutulup, insanların cahiliyye adetlerine yönelmelerini, onların bir noksanlığı olarak görmekten çok, insani yönlerini açıklamak gerekiyor gibi görünmektedir.

Burada üzülecek ve yanında sevinilecek durum ise, ashâb-ı kiram radıya'llâhu anhüm hazeratının, Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemin dünyayı değiştirdiği gün ve akabinde bu halleri yaşamayıp, halifelik seçimiyle iştigal etmeleri ve sakin olmaları durumundaki farkı, farketmek için bir ipucudur. Bu eğitimde üstadın ulvîliğini açığa çıkar ki, Efendimizin gerçekten talebelerine kendini bir peygamberden çok, aciz bir kul olarak tanıtması ve öğretmesidir ki, bu bir farktır.

Farkı farketmek gerekir.

Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemin huzurunda bir daha ümmet olma şerefinin yüceliğini görmüş ve bilmiş olduk. Ayrıca bu bilgiyi bize gönderen beyefendiye teşekkür ederiz. Bilgiler kitaplarda ve usulde  anlatılan gibi yaşanılmıyor.

İhramcızâde İsmail Hakkı


NEDEN İSTEDİN Kİ?

Üstadım Molla Lütfi kuddise sırruhu'l-âlî Efendim ile sohbet ederken hep içimdeki yangın söneceğine yüzlerce kat daha artar.

-Hayalime sığmayan bir büyük zât, küçüklüğü kesinleşmiş bir kulunu neden sorgular ki?

Bu tür sorulardan artık bıkmıştım.

-Be neyim, O kim? Neden istedi ki?

Yıllarca kesilmeyi bekleyen ağaçlar gibi sürekli devrilip duran bu sinemin kalkacak takati kalmadı.

Herşey bitmiş gibi son deminde birde vurgun vurup,  yakmak mı lazımdı?

Yanan benim. Fakat dumanım bir baş yukarı çıkamıyor, içinde boğulup kalmışım.

-Nerdesin, Ey güzeller güzeli!

Perişan halimle, sana layık olmayan küçüklüğümle ben, lutf-u ihsanına nail olmayı dahi hayal edemiyorum.

Kulluğuma değil, Seni bildiğime yanıyorum. Eğer üstüme bassaydı  bir kulun, değerli olduğumu biraz düşünürdüm. Hiç üzerine pislik bulaşmış bir taşa, basan görüldü mü?

-Ben Sana layık olacak bir amel yapamadığıma değil, Seni bildiğime yanıyorum.

Neden istedin ki, değerli kılmak için, yoksa eğlenmek istediğin bir şeyim olsun, diye mi? Benden, ikisine de yarar bir şey olmaz ki.

Gönderirsin iki kulunu, Molla Lütfi Üstadım gibi çok ileri gidiyorsun diye astırırsın, değil mi?

İsyan değil bu, canım yanıyor, sesim duyulmuyorda değil  ki.

….

Üstada asılırken ne dediğini sordum. Bana “sus” dedi.

“Onun hakkında çok söz söylenmez ve Ondan bir şey istenilmez. Beni sevdi.  Biraz ifşa ettim. Hemen kullarına astırdı, mezarımı dahi yerinde bırakmayıp kaç kere yerle bir etti. Burada söz yok, sormak hiç yok, dedi.

-Ne var ? dedim.

-Sen var mısın ki? Asan O, asılan O. Yakan O, yakılan O. Şimdi durma git yalandan bile olsa kulluğunu et. Ancak O’na yalandan kulluk edebilirsin. Ben hakikatini söylediğim için, asılmamı istedi. Sen küçük, O ise hayal edemeyeceğin bir büyük. Hakkıyla kulluk senin neyine.

Sordum:

-Üstadım, Neden istedi ki?

-Bildiğimin ucunu gösterdim, beni velilerine astırdı. Biraz daha fazla söylesem, peygamberlerine astırırdı. Sen var git elinden geldiği kadar kulluk et. Bunun riyası ihlası var diye söyleyenlere inanma. O’na ihlasla dahi kulluk edemezsin. Eğer biraz bildiğimi bilseydin açlık hissini/insanlığını kaybederdin. Çünkü bilenler cahildir, bilmeyenler değil ki. Onun için insan ne kadar cahil demedi mi? Bunu tevil edenler, bilgisizlikle yorumladılar. Asıl bilgin artarsa cahilliğin ortaya çıkar. Bilmeyenin cahili olur mu ki?

Üstadım ah çekip giderken, ben bir küçük karıncanın canımı yakışıyla ayıktım. Bir karınca ile bulunabildiğim yerden yukarılara neden bakıyordum ki?

İskender Efendimin sözlerini dinlemeye koyuldum.

“Ey Allah’ım!

Senin sebep olduğun kutsal rızana bende bir neden olabilir mi?

Sen zâtınla zenginken, sana ulaşacak ve senin menfaatine benden bir zenginlik ve menfaat olabilir mi?

Eğer sana karşı adalet sıfatı icra edilirse küçük günahın yok, eğer sana lütuf sıfatı icra edilirse büyük günahın yoktur.”

“Ey Allah’ım!

Bana karşı şefkat ve merhametinin büyüklüğü karşısında beni Senden hangi şey perdeleyip ayırabilir ki?”

“Ey Allah’ım!

Şu büyük cahilliğime rağmen bana karşı ne kadar lütufkârsın!

Şu çirkin işlerime rağmen bana karşı ne kadar merhametlisin!”

“Ey Allah’ım!

Benden, kötülüğe (küçüklüğüme) yakışan işler, Senden ise keremine (zâtının büyüklüğüne) yaraşan işler beklenir.”

“Nefis ve dünya arzuları bir kalbin aynasında izleyip takip ettiyse, o kalp nasıl aydınlık verebilir? Nefsin şehvetlerine arzularına bağlı kimse Allah Teâlâ'ya doğru nasıl yolculuk yapabilir?

Gafletin cenabetinden yıkanmayan kimse Allah Teâlâ’nın huzuruna nasıl çıkabilir? Günahlarından tövbe etmeyen kimse ince sırları nasıl öğrenebilir?”

“Ey Allah’ım!

Sana olan muhtaçlığımla yalvarıyorum. Sana ulaşması mümkün olmayan bir ameli kendime nasıl şefaatçi yapabilirim?”

“Ey izzetinin gölgeliklerinde gözlerin ihatasından münezzeh olan zat!

Ey mükemmel güzelliğiyle tecelli eden zat! Bütün eşyada zahirken nasıl gizli olabilirsin? Her an gözetleyici ve şahitken nasıl hazır olmayabilirsin?”

Aklım uçuyordu, şefkatli Efendim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem onu bağladı:

“Eğer hayvanlar, âdemoğlunun bildiği gibi ölümü bilmiş olsalardı; siz, hiç semiz et yiyemezdiniz”. Şihab-(863)

Bende dedim ki:

Ey biçare kul, insan olamadığını bil. Varlık ve yokluğun arasında olan sen, okunu fazla ileriye atma. Biraz sonra acıkır, bütün bu söylediklerini unutup dünyanın en güzel nimetini pisliğe çevirmek için sofraya oturursun. Orada ne Allah Teâlâ kalır, ne de kendin. Aslında taptığın açlık ve hayvanlığınla başbaşa kalırsın.

İhramcızâde İsmail Hakkı


BÜTÜN MESELE İNSAN MIYIZ YOKSA HAYVANMIYIZDA

Hayvan olmak,  kurban olarak doğan demektir. Bu halin üzülecek tarafı Tanrıdan ayrı düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalınmasıdır.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Bizleri yaratıp ve daha sonra dünyaya gönderen Allah Teâlâ karşısında, insan, hep sorgulayıcı olmuştur. “Neden”, “niçin” demekten kendimizi alamadığımız dünyada, birçok düşüncelerimizin/fiillerimizin sonucunu da göremeden, dünyayı terk edip gitmekteyiz.

Ölümden sonra ne olacak?

Olursa, nasıl olur?

… uzayıp giden bu sorulara hak ve batıl çizgisinden olarak, bir önceki nesilden aktardığımız/kazandığımız bilgilerimizle yön veririz. Şu an için, bulunduğumuz kısıtlanmış hayatımız da, birçok şeyin cevabı da, hemen hemen yok gibidir. Meseleye özgürlük ile başlayalım.

Hepimiz özgürüz diyoruz. Özgür olmadığımızı iddia etmek en radikal dincinin dahi kabul edemeyeceği bir fikir olarak karşımıza gelir.

Gerçekten özgür müyüz?

Ruhların özgürlüğü bedene dahil olduğunda kısıtlanmıştır. Ruhumuzun, beşerî bedenindeki hali bir özgürlüğe benzememektedir. Kısıtlanmış alan içerisinde bize tanınan özgürlük hakkı, beden kapasitesi miktarı açısından serbest/geniş gibi olurken, bir ötesinde, o kadar olmadığını görebiliyoruz.

İşte sınırlandırılmış alan içerisinde bahşedilmiş bu özgürlük ile Allah Teâlâ’ya kulluğa davet edilmişizdir. Sonuç olarak özgürlüğümüze hangi taraftan  baktığımıza bağlanır ki, aşağıdan yukarıya [ulviyete] köleleşen, tersi durumda [süfliyette] ise gitgide özgürleşen bir hayatımız vardır.

Kısıtlanmış alan özgürlüğümüzden sonra buluşacağımız ölüm hadisesinde, karşımıza sunulan hesap verme tehdidi/faktörünü ele alınca, yarı özgür olduğumuz bir halin sonucunda, söylenildiği kadar cennet ve cehennemin hepimize sunulmayacak kadar değerli olduğu  görünüyor. Çünkü hesap konusunda savunma hakkımız elimizden alınmış olarak huzura çıkarılacak kadar tescil ve kayıt altına alınmış bir sicilimiz olduğunu  düşününce işin zorluğu ve korkunçluğu meydana çıkıyor. [Gerçekten dünyada bile muhakeme olmak çok zor iştir.]

Bulunduğumuz alemde/ahirette sorguya tabi tutulacak üç sınıftan bahsediliyor. İnsanlar, cinler ve hayvanlar. Aslında bu beşeri planda görünen ve görünmeyenin sorgulandığı durum yanında ara sınıfın varlığını da  gösteriyor ki, onlarda hayvanlardır.

İnsandan bir üst sınıf olarak bahsedilir. Çünkü insanın bir kategori yüksek olarak cinlerden farklı olarak görünen ve görünmeyen tarafı bulunmaktadır. Ruhu/nefsi. Görünmeyen tarafında varsayılan hayvanlığı  nedeniyle denilir ki, Kamil olmayan insanlar hayvan gibidir.

Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’ de buyurdu ki;

And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir. [A’raf, 179]

 

Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar. Furkan, 44

 

İşte sorun burada başlıyor, insan ama, hayvan olanlar. Eğer bir insan hala hayvan sınıfındaysa bunun varlığı üzerinde bir verilecek uhrevî hüküm ne olacaktır? Düşünelim.

 

Hayvanlar  diriltilecek, mahşer yerine getirileceklerdir. Bu hususta iki âyet meâli şöyledir:

“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,..” (Tekvir, 81/5)

“O öyle bir gündür ki, insan kendi eliyle işlediklerine bakar. Kâfir de, ‘Ne olurdu, ben bir toprak olsaydım.’ der.” (Nebe, 78/40)

Bu âyetlerin tefsirinde Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve İmam Mücahid’in rivayetlerine göre, Cenab-ı Hak mahşer gününde hayvanları da diriltip huzuruna getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek, sonra da onlara, “Toprak olun.” buyuracak, sonunda onların hepsi de toprak olacaklardır. Hayvanların bu haline gıpta ile bakan kâfirler, Allah’tan, kendilerini de toprak yapmasını isteyeceklerdir. Fakat insanlar cezasını çekeceğinden hayvan gibi muamele görmeyecektir.

Hayvanlar her ne kadar mükellef varlık olmasalar da, onlar da belli nisbette haklaştırılacaklardır. Nitekim bir hadiste Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem  Efendimiz

“Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.” 

buyurarak, âhirette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını bildirirler. Yine hadis âlimlerinin ifadesine göre, karınca karıncadan hakkını alacaktır.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz  şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü Allah’ın adaleti öyle kapsamlı bir şekilde cereyan eder ki, boynuzsuz hayvanların boynuzlu olanlarından, hatta bir karınca ile diğer bir karınca arasında kısas uygulanır.” (bk. Mecmau’z-zevaid, 10/352; Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'an Dili, VIII/5599)

Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder:

“Gerçi cesetleri fena bulur, fakat ervahları (ruhları) bâki kalan hayvanat mâbeyninde (hayvanlar arasında) da onlara münasip bir tarzda dar-ı bekada mücâzat (ceza) ve mükâfat vardır.” (Osm. Lem'alar, s. 887)

Evet, hayvanların ruhu bâki kalacak, Cenab-ı Hakk onların ruhunu muhafaza edecektir. Fakat ruh Allah’ın emir ve iradesi altında bulunduğundan nasıl muhafaza edileceğini ancak O bilir.

[http://www.sorularlaislamiyet.com/article/16557/hayvanlarin-mahserde-hesaplasmasi-nasil-olacak-vahsi-hayvanlarin-diger-hayvanlara-zarar-vermesi-allah-in-rahmet-ve-merhametine-uygun-mudur.html]

 

Can bu ilden göçmedEn cânânı bulmazsa ne güç

Yârini terk etmedin yârânı bulmazsa ne güç.

Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,

Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç.

Âdemin gönlü evinde bahr‐ı ummân gizlidir,

Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç.

Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,

Say’edip ol kenz‐i bî‐pâyânı bulmazsa ne güç.

Fakr‐i fahrî devletine erişen Sultân olur,

Fakr‐i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç.

Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,

Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç.

Bunda gelmekten murat çün kim Hakk’ın irfânıdır,

Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç.

 

Bu konuda Mutezilenin “iki menzil arasında kalmak” dediklerine benzer haldeki bir noktaya gelebiliriz. İnsan suretli hayvanların gideceği yer, cehennem değil toprak olmalıdır. Hesaba sorguya değer verilmeyen mahluk olmak.

Allah Teâlâ’nın kafirleri cehenneme atacağım demesindeki husus kafir hakkı bildiği halde onu kabul etmeyendir“Kefere” örtmek manasına gelince Allah Teâlâ’nın hesaba çekeceğini bildikleri halde bilerek inkar edenler demek olur. Bu nedenle cehennemde hayvanın ve hayvan olan insanın yanmasının çok önemli bir değeri yoktur. Çünkü bu bir varoluşun devamına işaret eder. Ayette hayvanlar toprak olacak denilmesi aslında ebedi yokluk denilen bir ceza hükmündedir. Bu ceza yanma ile kıyaslandığında müthiştir. Değersizlik varlıktan düşmek ebedi yok olmak. 

Üstad Bediüzzaman buyurdular ki:

 “Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem de olsa bekà isterim.’ dedi.”

Asıl metin: “İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu gibi, dünya ile de alâkadardır. Akrabasıyla yakın ilişkiler içerisinde olduğu gibi, nev-i beşer/insan türü ile de ciddî ve fıtrî münasebetleri vardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları/istekleri var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu/varlığı mı istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim.’ dedi.”( Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.)

Binaenaleyh, cehennemde yanacak olanlar hakikati bildiği halde inkar/isyan edenler olacaklardır. Bu inkar edenleri hayvanlık sıfatından çıkmış fakat varlığa düşmüş olanlar olarak düşünülebiliriz. Cehennemde değerli olan yanmalıdır. Değersiz bir mahluku yakmak abesle iştigaldir. Kafirler, inkarcılar bir ilmi seviyeye çıkmış, bir makama varmış daha sonra firavunlaşıp benliğine taparak/tanrılığını  iddia edecek kadar azgın/günahkâr bir hayat yaşamışlardır. Yoksa sürü insanı diye tarif edilen, sadece akşam sabah karnını doyurmak ve canı çekince cinsel ihtiyacını gidermek için eşine dahi tecavüz edecek kadar meyleden bir hayvan insan için cehennemde yanmak cezası bir ödül olur. Onları insan seviyesine çıkarmak olur. Onlar “hayvan gibi veya daha aşağıdadır” lara muhalefet olur.. Bu nedenle sürü insanını onu yok olmak azabıyla cezalandırmanın daha adil görünüyor.

Cehennemde olacak azabın benzerliğini ve çeşitlerini dünya literatüyle ancak teşbih ile anlatabilmekteyiz. Ayrıca cehennem hakkında yeterli bilgimiz olmadığını baştan bilmemiz gerekiyor. Öyle ise hayvanlar velevki insan suretinde olsunlar, bunlar için ahiret azabı toprak olmaktır. Toprak olmak yıllarca yanmaktan kurtuluşa sebep olmayıp, cahil kalmalarının cezası olarak verilmiş en büyük azaptır.

"Elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin daracık bir yerine tıkılınca, orada yok olmak için can atarlar. Kendilerine 'Bugün bir kere değil, defalarca dövünüp durun, ölümü isteyin!' denilecek." (Furkan, 25/13 ve 14)

Bu ayetlerde “yok olmak, helak olmak” manasında tercüme edilen kelime “SUBUR”dur. Bu kelime üç manaya gelir: Veyl/yazık manasına gelir; “yazıklar olsun/yazıklar oldu bize” derler.. Helak/yok olmak; “ey yokluk neredesin gel bizi de yok et” derler. İnsıraf/Allah’ın emrinden yüz çevirmek; “Eyvah! Allah’ın emirlerinden nasıl yüz çevirmişiz!” derler. (bk. Taberî, Razî, Maverdî, İbn Kesir, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bazı görüşlere göre, bu konuşmalar -lisan-ı kal ile söylenen- gerçek ifadeler değil, lisan-ı halleriyle söyledikleri şeylerdir. Yani içinde bulundukları durum, “hasret, yazık, teessüf, pişmanlık” gerektiren bir durum. Fakat bir kere değil, bin kere hasret çekseler, yazıklar olsun bize, keşke yok olsaydık deseler yine azdır. Ayetlerde bu dehşetli durum istintak sanatıyla canlandırılmıştır(krş. Razî, Alusî, a.g.y).

Bu ve benzeri ayetler, kâfirlerin Cehennemdeki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. Bu nedenle Ayette, kâfirlerin cehennemdeki azaplarının şiddetine işaret etmek için “orada yok olmak için can atacaklarına” vurgu yapılmıştır. Yoksa, onların bu arzularının yerine getirileceğine dair hiçbir işaret yoktur. Çünkü, cehennem ebedîdir, kâfirler de orada ebedî kalacaklardır. Kur’an'ın bazı kavimler için “helak oldukları/yok oldukları” mealindeki ifadeyi kullanması, onların gerçekten ebediyete kadar yok olup gittiklerini değil, dünyadan silindiklerini ifade etmektedir. Yoksa, onların bu -anlık-arzuları  “yok olmayı cehennemde azap çekmeye tercih ettikleri” manasına gelmez.

Bilindiği üzere, insanlar iki dehşetli durumu karşılaştırırken, mevcut olan sıkıntıyı o anda mevcut olmayan sıkıntıdan daha ağır görürler. Bu karşılaştırma gerçeği yansıtmaz. Nitekim, herhangi bir organı şiddetli ağrı çeken bazı hastaların“Allah’ım! Canımı al da kurtulayım” dediklerini bir çoğumuz doğrudan veya dolaylı olarak duymuşuzdur.  Eğer ölüm sekeratının ağrılarını, sıkıntılarını da bizzat yaşasaydı, herhalde ölümü istemeyecekti. Cehennemdekilerin yok olmayı istemeleri de bu cinsten bir karşılaştırmadır.

[bkz: http://www.sorularlaislamiyet.com/article/10529/furkan-suresi-13-ve-14-ayete-gore-cehenneme-girenler-yok-mu-olacaktir-yok-olmanin-cehenneme-girmekten-daha-hafif-bir-azap-oldugunu-dusunebilir-miyiz.html]

Neticede Allah Teâlâ, hayvanları, insan suretindeki hayvanları, bir rivayette cinleri [aşağıdaki ekte görebilirsiniz. Bazı kaynaklarda cinlerin genelde zeka seviyeler 12 yaş insan karakterindedir. Yani yıllarca yaşadıkları  halde büyük bir kısmı buluğ çağını göremediklerinden bahsedilir.] “toprak olun” hitabına maruz bırakacaktır.

Asıl burada dikkat edilecek husus Allah Teâlâ ve dinini en şekilde iyi bilipte varlığa düşmüş, nefsinin peşine giden, şeyhler, hocalar, papazlar, hahamlar, alimler, öğretim elemanları…..nın durumudur. Cehennem onlar yani bilen cahiller için hazırlanmıştır. Diğer insanlar, krallar, padişahlar, makam sahipleri …. Ve uzayıp  giden insan silsilesi bunlar için cehennemde yanmak bir ödüldür. Onların büyük kısmı  hayvan sınıfındadır. Allah Teâlâ’nın  bu ödülü [cehennemde yanmayı] onlara vereceğini düşünemiyoruz. Hayvanlar için yaşasın cehennem.

Yeri gelmişken cehennemi hakikatiyle bilen şeytanın korkmayıp, hala isyanda kalabiliyor olmasını, hiç düşündünüz mü? Cehennem korkutucu olduğu halde, o isyan etmektedir. Biliyor ki, hayvan olup yok edilmek daha büyük bir azaptır. [varlıktan düşmektir] Onun bir umudu hala yaptığı hatalarının affedilebileceğini de beklemesidir.  Ancak görünen o ki onunda çektiği sıkıntı yok edilme cezasıyla karşılaşıp helak olup, olmayacağıdır. Bu tutukluk haline benzer ki her anı bir azaptır. [Allahu a'lem]

Hulasa sürü insanını cehenneme sevk eden vaiz, o beğenmediğin insanlar hayvan sınıfına dahildirler. Onlar ahirette toprak olup rablerine kurban olurken, senin cehennemde ölümlerden ölüm beğenerek yanmayı tercih edişine ve gururuna hayret ediyorum. Gerçekten varlık sahnesinde bulunmak çok güzel değil mi?

Hepimizin sahibi Allah Teâlâ! Biz Sen’den Sana sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vâiz,

Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.

*

İki bölmüş cihân halkın birini cennete salmış,

Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır vâiz.

*

Çıkar ağzından ateşler yakar şeytân-ı mel’ûnu,

Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz.

*

Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer,

Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz.

*

Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur her dem,

Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır vâiz.

 

EK OKUMALAR

 

 إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَالَيْتَنِي كُنتُ تُرَابًا (40)

 

40) Biz gerçekten sizi yakın bir azap ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden yaptıklarına bakacağı gün kâfir de: “Ah, keşke toprak oluverseydim.” diyecek.

Ey öldükten sonra dirilişi inkâr edenler! Biz sizi, meydana gelmesi yakın olan ahiret azabıyla uyarıp korkuttuk. O gün her insan dünyada iken yaptıkları ve ahirete gönderdikleri, hayır şer tüm amelleri karşısında, amel defterinde tesbit edilmiş olarak bulur, hiçbir şeyi inkâr edemez. Mü’min, güzel amelleri için Allah’tan sevap umar, kötü amellerinin de cezasından korkar. O gün kâfir ise Allah’ın azabından kurtulmayı temenni ederek şöyle der: “Ah! Keşke dünyaya hiç gelmemiş olsaydım veya toz olsaydım da yeniden kaldırılmasaydım. Ah! Keşke bugün ben de hayvanlar gibi hakları birbirlerinden alındıktan sonra toprak olsaydım.”

 

Mer’u: Kişi. Abd b. Humeyd ve İbnu’l-Münzir’in Hasan’dan rivayet ettiğine göre ayet metnindeki el-Mer’i kelimesinden mü’min insan kastedilmektedir. İbnu’l-Münzir Hasan’dan şöyle rivayet eder: Bu ayeti okuduğu zaman: “Mer’i’den maksat Allah’ın taatıyla amel eden mü’mindir.” dedi. [1] 

İbn Abbas, Katade ve Hasan mer’i’den maksat mü’min kişidir, demişlerdir. Fahreddin Razi: “El-Kâfir tabiri de buna delalet eder. Çünkü son cümle kâfirin halini beyan etmek olduğu gibi daha önceki cümle de mü’minin halini beyan eder.” diyor. Fakat bu istidlalde zafiyet vardır.[2]

Karîb: Yakın. Her gelecek yakın olduğu için Yüce Allah bu azaba yakın manasına gelen karîb sıfatını verdi.[3]

Yakın azab’tan maksat, ahiret azabıdır. Bu azabın yakın olması şu kaideden ileri gelir: Fevtolunan amma da uzaktır, gelecek olan amma da yakındır. Veya Allah’a nisbeten yakındır. Zira Allah için zaman bahis konusu değildir.

Katade diyor ki: “Günahın cezasıdır bu. Çünkü bu ceza iki azabın en yakınıdır.”

Mukatil diyor ki: “Kureyşlilerin Bedir gününde öldürülmeleridir.”

Fakat “Kişinin kendi ellerinin önceden yaptıklarına bakacağı gün...” cümlesi bunu reddetmektedir. Kâfirin “Ah, keşke toprak oluverseydim.” sözü, dünyada iken toprak olsaydım, yaratılmasaydım, mükellef kılınmasaydım veya bugünde (ahiret gününde, haşr gününde) toprak olsaydım, haşre gönderilmeseydim manalarını taşımaktadır.[4]  

Allah Teala şöyle buyuruyor: “Onlar, bütün işlediklerini hazır bulurlar.” (Kehf: 18/49)

“O gün önde ve sonda ne yaptıysa insana bildirilir.” (Kıyamet: 75/13)

Kıyametin vukuu kesin olduğu için yakın olmuştur. Çünkü her gelen mutlaka gelecektir.[5]

Kâfirlerin toprak olmayı arzulamaları hakkında alimlerin görüşleri:

1) Abdullah b. Amr, Ebu Hureyre ve Süfyan es-Sevri, kıyamet gününde Allah’ın, bütün varlıkları diriltip bir araya getireceği ve birbirlerinden haklarını aldıktan sonra hayvanlara: “Toprak olun!” diyeceğini, işte o zaman kâfirlerin “Keşke biz de toprak olsaydık.” diyeceklerini söylemişlerdir.

2) Abdullah b. Zekvan ise şöyle demiştir: İnsanlar arasında hüküm verildikten sonra cehennemliklerin cehenneme gitmeleri emredilecek, Ademoğlu dışındaki cin ve benzeri varlıkların mü’minlerine “Toprak olun!” denilecek. İşte onları duyan kâfirler de “Keşke biz de toprak olsaydık.” diyeceklerdir.[6]

Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki, Ebu Hureyre’den şöyle rivayet ediyorlar: Kıyamet gününde bütün mahlukat haşre gelecektir. Hayvanlar, yürüyenler, kuşlar, her şey, Allah’ın adaleti gereği boynuzsuz hayvanın intikamı boynuzlu hayvandan alınır. Sonra Allah onlara toprak olun, der. İşte o anda kâfir, “Keşke ben de toprak olsaydım.” der.

Abd b. Humeyd, İbn Şahin, Ebu Zennat’tan rivayet ediyorlar: “İnsanlar arasında hüküm icra edildikten, cennet ehline cennete, cehennem ehline de cehenneme gidin, denildiğinde diğer ümmetlere (diğer mahlukata ve cinlerin mü’minlerine) siz de toprağa dönüşün denir ve onlar toprak olurlar. İşte o zaman kâfir, onların toprak olduğunu gördüğünde, “Keşke ben de toprak olsaydım.”der.

Abd b. Humeyd, İkrime’den şöyle rivayet ediyor: Hayvanlar hesaba çekildikleri ve sonra onlar toprak oldukları zaman, kâfir: “Keşke ben de toprak olsaydım.”der.

Abd b. Humeyd, Leys b. Ebi Süleym’den şöyle rivayet ediyor: “Cinler de toprağa dönüşecektir.”

İbn Ebi Dnya, Leys b. Ebi Süleym’den şöyle rivayet ediyor: “Cinn’in sevabı ateşten korunmalarıdır. Sonra onlara toprak olun, denilir.”

Bu rivayetlerde şayanı dikkat bir nokta vardır. O da: cinlerden mü’min olanlarının cennete gelmemeleri ve tekrar toprağa dönüşmeleridir.[7]

O gün kâfir, dünya diyarındayken yaratılmamış olmayı, varlığa gelmemiş olmamayı, bir toprak olmayı arzulayacaktır. Bu durum Allah’ın azabını gözüyle gördüğü ve bozuk amellerinin meleklerin eliyle kaydedildiğini müşahade ettiği gündür. Denildi ki: Kâfir bunu, Allah Teala’nın dünyada yaşamış olan hayvanlar arasında hüküm verdiği ve adil hükmüyle karar kıldığı gün söyleyecektir. Öyle ki boynuzsuz koç, boynuzludan hakkını alacaktır. Hayvanlar arasında hüküm tamamlanınca Allah Teala onlara; toprak olun, diyecektir de onlar toprak olacaklardır. İşte bu sırada kâfir “Keşke ben, toprak olsaydım.” Diyecektir. Yani keşke ben de bir hayvan olup ta toprağa dönseydim, diyecektir. Bu anlam meşhur Sûr hadisinde varid olmuştur. Ebu Hureyre ve Abdullah İbn Amr ile başkalarından bu anlamda pek çok haber nakledilmiştir.[8]

Bu cümle, femen şae âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği, şartı zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan eder. Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir: Çünkü biz size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap uzakta değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden iman edip çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin ne takdim etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. Çünkü iş kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır. O azap ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir ki: Ah, ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım, dileme sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.

İbnü Ömer, Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman onlar gibi toprak olmayı isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar toplandığı vakit." (Tekvir: 81/5) âyetinin tefsirinde de gelecektir. Bu mânâlara göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat bazıları son mânâya göre bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu da söylemişlerdir ki şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım, azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim. Fakat görünen mânâ, ilkidir. İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.[9]

Şimdi bazı kimseler "yakın bir azab" ayetinin 1400 yıl önce nâzil olduğunu ve bundan sonra da daha ne kadar geçeceği bilinmezken, bu ayeti nasıl anlayacaklarını sorabilirler. Böyle bir soruyu şu şekilde cevaplayabiliriz. İnsan ölümünden sonra ruh halinde yaşar ve orada zamanın bir anlamı yoktur. Kıyamet günü kaldırıldığı zaman kendisini uykudan kalkmış gibi hissedeceği için, binlerce yıl geçmiş olsa da, bunu anlamayacaktır. bkz. Nahl. an: 26, İsrâ. an: 56, Taha. an: 80, Yâsin. an: 48.[10]

Meleklerin sergilediği sahnenin ışığı altında ortaya çıkan uyarı da gaflet uykusuna dalmışları kendilerine getirecek bir uyarıdır. "Sizi yakın gelecekteki azapla uyardık: ' Evet bu azap yakındır uzak değildir. Cehennem sizleri beklemektedir, sizleri gözetlemektedir. Hem de bu ayetlerde gördüğünüz biçimi ile... Çünkü içinde yaşadığınız dünya bütünü ile kısa bir yolculuktan ve yakında bitecek bir ömürden ibarettir. Ve ardından bir korku azabı gelmektedir. Kafire yok olmayı var olmaya üstün tutturacak bir azaptır bu. "O gün kişi elleriyle yaptıklarını görür ve kafir de `Keşke toprak olsaydım' der." Kafir bu sözü ancak dayanılmaz sıkıntıya ve şiddete düştüğü zaman söyler.[11]

Bu öyle bir ifade ki, atmosfere heybet ve pişmanlık vermektedir. Hatta insan denen varlık yok olup ortadan kalkmayı kimsenin önem vermeyeceği değersiz bir nesne haline gelmeyi temenni eder. Ve insan yok olmayı, ya da değersiz bir nesne olmayı, o şiddetli ve korkunç durumla yüzyüze gelmekten daha hafif bulur. Evet insan o büyük haber hakkında birbirlerine soruşturma yapanların sorularına, kuşkuya düşenlerin kuşkularına ahirette bir karşılık olan o durumla yüzyüze gelmektense, yok olmayı ya da değersiz bir nesne olmayı tercih eder.

Sureye, kıyametin vukubulacağı ve büyüklüğü belirtilerek başlanmıştı. Tekrar kıyamet gününün büyüklüğü ve dehşeti vurgulanarak sure bitiriliyor. Böylece surenin başı ile sonu birleşiyor ve sure, bir tek ayetmiş gibi bütünlük kazanıyor.[12]


 


[1] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 15/446.

[2] Alusi, Ruhu’l-Meani: 30/22.

[3] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/194

[4] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 15/450.

[5] İbn Kesir, Tefsir, Çağrı Yayınları: 15/8266.

[6] İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Mısır 1968, 30/22.

[7] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 15/446-447.

[8] İbn Kesir, Tefsir, Çağrı Yayınları: 15/8266.

[9] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/504-505.

[10] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 7/18.

[11] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/343.

[12] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat: 10/293.

[http://errahman.de:8181/tefsir-kulliyati/0001ek/0/vahit/78/65.htm]

---

el-MENZİLETÜ, BEYNEL-MENZİLETEYN 

İki makam ve mekân arasında bir mekan anlamında kullanılan bir kelâm ilmi terimi. Bu Hasan Basri'nin talebelerinden, Vasil İbn Ata'nın H. (80-131) öncüsü olduğu Mu'tezile mezhebinin Ehli Sünnet mezhebine muhalefet ettiği en belirgin fikirlerinden birinin ifade edildiği terimdir. 

İman, Arap dilinde "mutlak tasdik etmek" demektir. Şeriat dilinde ise "Hz. Muhammed'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dinî esas ve hükümlerin doğru olduğuna tereddüt etmeksizin inanmak, bunların tamamını tasdik etmek" demektir. Bu tasdikin yalnız kalb ile veya dil ile mi olacağı veya her ikisi ile birlikte mi olması ve itiraf edilmesi gerektiği hususunda İslâm âlimleri fikir ayrılığına düştüler. Bu düşünce farklılığı itikad hususunda bir kısım mezheblerin doğmasına sebep oldu. 

Kerramiye mezhebine göre iman yalnız dil ile ikrardan ibarettir. Kalben tasdik etmese bile dili ile iman esaslarını tasdik eden kimse mü'mindir. Kalbiyle inandığı halde dili ile ikrar etmezse kâfir olur. Konunun başlığını teşkil eden ifadenin sahibi olan Mutezile mezhebine göre şeri iman, inanılması gereken vahye dayalı haberlerin kalb ile tasdiki, dil ile ikrarı ve ayrıca amel ile tatbiki demektir. İmanın üç rüknü sayılan bu hususlardan biri bulunmadığı takdirde iman yok kabul edilir. Şeriatın bildirdiklerini kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar eden, fakat farzları yerine getirmeyen ve haramlardan kaçınmayan bir kimse mü'min sayılmaz. Böyle bir kimse Haricî mezhebine göre kâfirdir. Mu'tezile mezhebine göre ise ne mü'min, ne kâfirdir; fakat ameli terkettiği için fasıktır. Bu esasa göre Mu'tezile ekolü zina etmek, içki içmek, adam öldürmek vs. gibi büyük günahlardan birisini işleyen kimse için mü'min ve kâfir demezler. Onlar için; "el-menziletü beynel menzileteyn" Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklardır derler. 

Selef uleması ve İmam Şâfiî, Malikî ve Evzaî gibi mezheb imamları da imanı "dil ile ikrar kalb ile tasdik ve dinin emirlerini yerine getirmek" şeklinde tarif etmişlerdir. Fakat ameli terkeden ve şerîat dilinde "fâsık" denilen kimselerin kâfir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Bunların da içinde bulundukları Ehli Sünnet mezhebine göre imanın iki rüknü vardır: Kalb ile tasdik, dil ile ikrar. Dinin emirlerini terkeden kimse bu hükümleri inkar etmedikçe kâfir olmaz. Dünyada iken ve ölümünde hakkında İslâmın hükümleri tatbik edilir. Affedilmesi veya azab edilmesi Allah'a aittir, ancak mü'mindir. Dinin emirlerini yerine getirmesi ise insanın o anda olgunluğa ermesine sebep olur. 

"Zani, mü'min olduğu halde zina etmez... " Hadisi ile vurgulanan mü'minin zina etmemesi hükmü, Mu'tezile mezhebinin iddia ettiği gibi, zina edenin kâfirliğine delil sayılmaz. Bunun aksine hadiste mü'minin imanda olgunluğa ermesi için helal ve haramlara dikkat etmesi gereği ifade edilmektedir. Ehli Sünnet ekolünün bu görüşü, Mu'tezilenin "el-menziletü beynel menzileteyn"anlayışının geçersizliğini ortaya koymaktadır. 

Mu'tezile ekolünün doğmasına sebep olan bu prensip mü'min olduğu halde büyük günah işleyenlerin durumu ile ilgilidir. Bu mezhebin doğuşuna kadar insan ya müslüman ya da kâfir sayılır; iman ve küfür arasında bir başka şey kabul edilmezdi. Mü'tezileye göre, amel imandan bir cüz'dür. Büyük günah işleyenler imandan çıkmışlar, ancak kâfirde olmamışlardır, böylelikle küfür ile iman arasında fısk mertebesinde kalmışlardır. Bunlar tevbe etmeden ölürlerse kâfir olurlar; tevbe ederlerse mü'min olarak ölürler. Tevbe etmeden ölen fâsıklar kâfir sayıldıkları için Cehennemde ebedi olarak kalırlar. Ancak Cehennemdeki azab dereceleri kâfirlerinki kadar ağır olmaz. 

Cengiz YAĞCI

http://samil.ihya.org/ansiklopedi/el-menziletu-beynel-menzileteyn.html

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar