Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 15





 


BU İŞİN SONU BAŞINDAN BELLİYDİ

“İlm-i Ledünden”

Kürt meselesinin sonu başından belliydi. Terörle başladılar, terörle devam ettiler yine terörle bitecekler.

-Olmasaydı?

-Yollarını yolsuzlara uğrattılar, çukurlara mahkum oldular.

Yolsuz olmanın bedelini acı çekerek, çektirerek bitirmek olmamalıydı.

Her konuda suçlu vardır. Hakk yanında suçlu olmanın bedelini kimse telâfî edemez. Anadolu’yu Türklere vatan yapan alperenler, ahiler, Ahmed Yesevi kuddise sırruhu'l-âlî Efendimizin talebeleri idi. Yıllar geçti. Komplolar, hainler elimizden almak istediler alamadılar. Burası dervişlerin memleketidir. Dervişlerin erenlerin sahip olduğu yerlere hainler eşkıyalar sahip olmazalar. Hala sahip olan yine onlardır.

Allah Teâlâ’nın rahmetiyle nazar ettiği bu âlemde, haksız davanın savunucusuna adalet ile muamele eder. Zahiri batına değişmez. Bu nedenle şeytanın yolundan gidenler mağlup olacağından tevbe istiğfarla Allah Teâlâ’ya sığınma zamanları gelmiştir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 “Sonunda başarmanın alameti, başlangıçta Allah Teâlâ’ya rücu etmekdir.”

 

Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimiz buyurdu ki;

“Herkes işin sonundan korkar, biz ise başından korkarız.”

Şah Nakşibend kuddise sırruhu’l-aziz Efendimiz de buyurdu ki;

“Biz yolumuzun sonunu evveline derc ettik”

Yolunu ateşte çizen zahirin helak olmadan batınını düzeltte mahcup kalmayasın

“Eğer dünyaya başta talep ettin ise de sonunda ondan çekinmeye mecbur kalacaksın. Görünüşü seni çağırıyor ise de batınında seni kendisinden men ediyor.”

Kaynak: İBN-İ ATÂULLÂH EL -İSKENDERÎ -EL-HİKEMÜ’L ATÂİYYE (Hikmetli Nasihatler)الحكم العطائية  ابن عطاء الله السكندري, İhramcızâde İsmail Hakkı

 

EY DOST

Bir dem seni unutamadım. Huzuruna da hiç varamadım. Aczimin rüzgârında hazan yaprakları gibi oraya buraya savrulup dururken hep Seni andım.

Çok yoruldum. Bir gün kendimde güç bulursam Dost’a varabilir miyim diye, çok ümitvârım.

Dediler:

“Dostun yanına gidilir.”

-“Git”

 “Biriniz, bir dostunu sevdiğinde, bunu, ona belli etsin”. (504) 

Ama, nasıl?

-Edebi erkânı vardır,  hediyesiz de olmaz .

“Hediyeleşiniz; zirâ o, sevgiyi ikiye katlar ve iç sıkıntılarını giderir”. (426) 

Duramıyorum, ziyaret edeyim, belki içim huzurla dolar.

Çok düşündüm, ne götürebilirim diye. Hediye, bir tanecik olmalıdır.

Biliyorum, O’na layık hediye bulmak, benim için çok zor. Noksan ve acizim. Hediyenin bende oluşunda, bir noksan bulunmayacak mı?

Ey Dost!

Aczimi bilerek, benim için bulabileceğim en değerli hediye ile kapına geldim.

“Mü’minin hediyesi, ölümdür”. (105)  

Bundan başka bir değerli şey bulamıyorum. Kabul eder misin?

Ey Dost!

Dilenciler gibiyim, değersiz kulunu çevirmezsin diye, düşünüyorum. Cömertlik, Senin vasfın değil midir?

“Yarım hurma ile de olsa, sâili boş çevirme”. (595)

Değerli bulmasan da, Cânımı  kabul eder misin ?

 “Hiç kimse, dostunun hediyesini reddetmesin; şâyet bulursa karşılığını versin”. (593)

Karşılık verenlerin en hayırlısı!

Korkuyorum, fakat ümitvârım, Neden yüzünü bir kez bu tarafa çevirmiyorsun. Küslük mü var?

“Bir kimsenin, üç günden fazla dostuna darılması helâl olmaz”. (568)

Sende kusur olmaz. Küslüğün  nedeni,  yine biz değil miyiz?

Anılmaya  değersiz cânı, kabul etmeyebilirsin.

Bizde gam  yok, keder yoktur. Sen çok büyüksün.

“Rabbimiz Allah Teâlâ kulunun peşin amelini veresiye mükâfatlandırmaktan yücedir.” [Hikem-i Atâiyye] .

Yine Senden Sana sığınırım.

Ey Yüce dostum

İhramcızâde İsmail Hakkı

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Benim velimi hakir gören, bana meydan okumuş olur. Ben, yapmak istediğim hiçbir şeyde, mü’min kulumun rûhunu kabzederkenki kadar tereddüt göstermedim: O, ölmek istemez, ben de onu rahatsız etmek istemem; ne var ki, onun için bu, mutlaka gerekirde!”. (877) 

 

Not: Renkli olan yazılar, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin Şihâbu’l ahbâr daki hadislerinden iktibas edilmiştir.

HER YÜKSELİŞİN BİR DÜŞÜŞÜ VARDIR

Dünya hayatında saltanatın, makamın ve kudretin kaderinde bir yükseliş ve  peşinden bir düşüş vardır. Bu düşüşün kemmiyet ve keyfiyetle alakası olmayıp Allah Teâlâ’nın emri ilâhisidir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki:

“Dünyalık olan bir şeyi yükselttiğinde, akabinde onu tekrar alçaltmak, Allah’ın bir hakkıdır”. Şihâbu’l Ahbâr- (649)

Bu nedenle Allah Teâlâ dünyayı dostuna vefalı etmemiştir.

 “Allah katında, eğer dünyanın bir sivrisinek kanadı ağırlığınca değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi”. (866) 

 “Ey dünya! Evliyâma karşı acılaş, benim için onlara tatlılaşma; yoksa, onları baştan çıkarırsın”. (875)

  “Dertsiz olmak, dert olarak yeter”. Şihâbu’l Ahbâr (850)  

Yaşadığımız hayatı kendimize vefalı kabul etmemiz, sabırla ve iyi niyetle karşılamamız gerekir.

Yine Allah Teâlâ buyuruyor ki:

“Ben, kulumun beni düşündüğü gibiyim. Ve ben, beni zikrettiği müddetçe, kulumla birlikteyim”. Şihâbu’l Ahbâr (871) 

Allah Teâlâ ile beraber olmak ise güzel ahlak ile anlatılır.

 “Kişinin keremi, dînidir; mürüvveti aklıdır; esas değeri ise, ahlâkıdır”. (129)

En sonunda herşeyimizin nihayeti  “Kişi, sevdiği ile beraberdir”.  Şihâbu’l Ahbâr (128) kelamından daha ileri gidemez.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

 


ÇEMEN KOKUSU VE GRİP MİKROBU

Yıllardır çocuklarımda kış ayları gelince soğuk algınlıkları ve astıma varan nefes sorunları yaşıyorduk. Fakat tesadüf eseri kemik ve diz ağrıları için hazırlattığımız bir karışımı çocuklarımızın göğsüne sürünce o gün itibarıyla grip mikrobu evimizde yok olma yönünde bir seyir izleyip, çocuklar hastalanmadılar.

Bu karışım, sızma zeytinyağına katılan yumurta akı ve çemen tozu ile yapılan karışımdır. [Bulabilenler bu içeriğe fazladan okaliptüs kantron yağıda katabilirler.]

Zeytin yağı ile karıştırılan karışım bir pet şişeye konur. Sabah akşam çalkalanır. Bir hafta sonra karşım dinlenince dibe çöken çemenin üzerindeki yağı göğse ve sırta sürebilirsiniz. Biraz kokar, fakat bütün sır bu kokuda. Biz bunu yaparak evimize gribin girmesini önledik. Çemen kokusunun verdiği rayiha ile mikropların nefes yollarındaki zararları yok ediliyor. Ucuz bir karışım denemekte hiçbir zarar görmeyeceğiniz gibi sıkıntılarınıza şifa bulabilirsiniz. Biz hala kullanıyoruz.

Denemenizi tavsiye ederiz.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

ÇIKIŞ VE BİTİŞ BİR TAŞLA BAŞLAR MI?

İman, altmış küsur şubedir. Bu şubelerden birisi insanlara sıkıntı verecek şeyleri gidermektir. Bu manada yol ortasında bulunan bir taşı kaldırmak imanın gereğidir." [Buharî, İman, 3; Müslim, İman, 58]

Bir şey, önemsiz görünen o şey, herşeyin bir başı olduğuna göre,  sorularımız o şey için olur? Neden basit denilenler bu kadar büyüyebilir ki?

İnsanlar hep şunu sorar, her şeyi düşündük bunu neden unuttuk?

Gemiyi batıran farenin açtığı küçük deliktir. Yıllarca emek verilmiş devasa yapı/sistem küçücük bir hata ile geriye doğru dönüş yapıp neden yok olur?

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin “önemsemediğiniz küçük günahlar büyük günahları doğurur” buyurması buna işaret etmez mi?

Masa başında bir el düşünün satranç oynuyor. Oyunda kral ile asker biz oynuyoruz, özgürüz demelerinin bir manası var mıdır. Yapılan bir yanlış hamle, yenilemelerine sebep oluyor. Ancak Kral ben yaptım diyor, ama yaptıran eli hep unutuyor.

Kötü olmak, kötülük içinde bulunmak ilk önceleri kolay görünür. Fakat şeytanın “ben senden beriyim” dediği zaman muhakkak gelir. Bu bitişin başladığını en önce gören şeytanın ferasetidir. Takdir edilmesi gerekir. Kaçar, bu işte ben yokum diyerek seyre geçer.

Günümüzün sorunlarından örnek verelim.

Yollar, birleştiğimiz ayrıldığımız yollar. İçinde binlerce mananın saklandığı yollar. Buna göre soralım “Yolları bozmak nedir?”

Zahirde düzgün yolları bozmanın manası hepimizce bilinir. İlm-i hakikatte ise zahir batının görüntüsüdür. Birileri yollarını hendekle, barikatla bozuyorsa, batını da hendek ve barikatla bozuluyor demektir.

Yolları bozmak, yapılan bütün işleri/emekleri/her şeyi bozmak demektir.

Hendekler açın fikrini verenler ve destekleyenler aslında yıllarca aldatan senaryonun bitişinin işaret fişeğini ateşlemiştir. Her şey bitirilecektir, fakat kim için?

Birileri düzeni hayatı değiştirmek için yıllar önce kurgulanmış komplonun neticesini elde etmiş olduklarını bilmişler ve bitirilmesine yönelmişlerdir. İnsanlarda “değişim” şok etkisi yaptığı bilen bir teoridir. Bir kültürün asimile edemeyeceği anlaşılırsa onu baskı ile yok etmekte mümkün olmazsa, yapılan çalışmalar ile önce özgürlüğün açılması sağlanır azgınlığın önü açılır. Sefahat gelir.  Bu işlerin genelinde gençler kullanılır. Gençlik çağları heyecana müsaittir ve kaybedeceği fazla bir şeyleri yoktur. Çekilen her tarafa hızlı meyledebilirler. Sonuçta planın bitme kararı verilince özgürlük ters yönde ivme kazanır. Bütün hayaller birer birer söner. O zaman korku veren terör ortaya çıkar. Kullanılanlar dayandıkları yerden itilmeye başlayınca sorun kat kat artar. Korku verenlerin yaşadığı korku çok fazladır. Onlar korku eğitimi almışlardır. Fakat korkutmadan aldığı zevk tersine dönmüştür. Kendi vurmaya başlamıştır.  Depresyon şekline dönen ruh hallerini düşünceleri ile sonlandırması mümkün değildir. O hale gelir ki, yaptığı hareketleri kontrol altına bile alamaz. Bu kişilere masa başından satrancı oynatan güç çeşitli hilelere başvurur. İlaçlar bunlardan bir tanesidir. Korkuyu yok eden ilaçların olumsuz yan etkisi cinselliğin tatmin olunmaz yüksek seviyelere çıkarmasıdır. Deyim gerekirse düz duvara tırmandırır. Öyleki sokak ortasında mastürbasyon yapacak kadar kendini kaybettirir. [Habere bak:]

Sonuçta zirveye çıkan olaylar birden durur. Zincirbozan filminde bir replik vardır. İhtilal olmuştur. “Ne oldu da bir gecede terör durdu” denilmektedir. [Tavsiye ederim tekrar seyredebilirsiniz.]

Herşey bir farenin açtığı küçük fikirle/delikle başladı. Ancak umutlarını farenin peşine bağlayanlar sonunda helak olur.

Hz. Mevlâna Kuddise sırruhu'l-âlî Efendimiz mesnevisindeki izahatlarında nefsi bir fare olarak kabul etmiştir. Eşeğin aklı çayırda olduğu gibi fare de hep lokma peşindedir. Yolları hep toprak altındadır. Toprak ise süflî dünyadır. Fare nefis, lokma bulmaya yarayan akl-ı meâşa [dünya] kulak verir, yarınları düşünen akl-ı meâda [ahiret] değildir.

Nefsin fareye benzetilme vecihlerinden biri de onun hırsızlığıdır. [Kul hakkına girmek yakmak yıkmak, ödemesi gereken borcunu ödememek] Kırk yıldır toplanan buğday ambarda yoksa bunca yıllık gayretten hâsıl olması beklenen iç huzur kayıpsa onu nefis çalmıştır:

“Ey Hak talibi can, önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış.”

Hz. Mevlânâ hırsız fareye karşı aklı dikkatli bir kedi olarak tasvir eder. [Bakınız: Mesnevî’de Nefis Temsilleri]

Biliyoruz ki; Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem güzel ahlakı ile dünyayı fethedereken kuvvete erişmiş zalimlerin yerlerinde yeller esmektedir.

Bitiş nereden başladı sorumuza dönersek:

Yolları  bozmak terör stratejisidir. Fakat bu zannedildiği kadar zafere götüren ve olumlu sonuçları olan bir eylem olmadığını anlamak zor değildir. Sonuçları ancak iş işten geçtikten sonra çıkar. Kötüye boğun eğmek zayıf halkın refleksidir. Halk boyun eğer. İyi ve kötü aramaz. Ancak canı yandığı zaman, boyun eğmeyi bırakır göçer gider. İsyan eder. Kime? zorla onu tutmaya çalışana.

Yollara hendek kazılmaya başlaması ile bir işin sonuna gelindiğine işaret edildi. Boğulmak mı kurtulmak mı? Bu kumarı oynamak dehşetli bir durumdur. 

Sıkıntı şiddetlendiği zaman açılmaya yüz tutacağını Allah Teâlâ ve peygamberimiz haber vermiştir. “Ey sıkıntı şiddetlen açılırsın” hadisi şerifi gelecek iyiliğin ön habercisidir.

Unutmadığımız bir ilke daha vardır. Kötülük ile bir şeyler elde edilecek olsaydı, Allah Teâlâ, Hz. Musa aleyhisselâma “Firavuna yumuşak konuş” emrini vermezdi. Tanrılığını iddia eden saltanat sahibi firavuna dahi yumuşak sözle mücadele et emri bize, gerçeğin iyilik tarafında olduğunu gösteriyor.

Her şey bir şeyle başladı bir şeyle bitti. Bunlar uygarlığın can damarları yollar idi.

Önce yollar yapıldı insanlar köylerinden çıkmaya başladı. Dünyayı gördüler. Sonra ise yollar kapatılmaya, kenarlarına tuzaklar konulmaya başlandı. Bu da yetmeyince hendekler açıldı. İnsanlar gitmek ve gelmekten bıktılar, huzursuzluğa mahkum oldular.

Allah Teâlâ dinine “benim yolum” “yolu bozmayın” der. Demek ki “Yolu bozan kendini/düzeni bozar.”

İş işten geçti.

Küçük günahlar [düşüncesiz kısır akılllılar], büyük sıkıntıları getirdi. Ayın karanlık yüzünde kalanlar için nereye gideceğini bilememek gerçekten zor bir haldir.

Her şey bir şeyle başladı, bir şey bitti.

Onlarda insanlığa hizmet için yere yatmış sessiz sedasız taşları sökmek. Her sökülen taş, bir daha yerini bulmadığı gibi, hiç istemediği halde zararlı duruma geld. Bu taşların ahireti yoktur, davası bu dünyada görülecektir. Taşın davacı olduğu insanın iflah olamayacağı kesin gözüküyor. Çünkü taşın binlerce, milyonlarca yıl ömrü vardır. İnsan ise yetmiş sene yaşayabiliyor.

"İçinizden her kim, çirkin bir davranış veya nahoş bir şey gördüğünde, onu eliyle değiştirsin. Bunu eliyle değiştirmeye gücü yoksa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, gönlünde o şeye veya harekete buğzetsin (tepkisini canlı tutsun). Bu sonuncu tavır, imanın en zayıf şeklidir." [Müslim, İman, 78; Ebû Davud, Salat, 232]

Allah Teâlâ’nın iyi olup yolundan gidenlere yardım edeceğine inancımız vardır. Onun yolunu ve taşları düzenleyenler ancak imanlı kişilerdir. Her şeyin bir taşla başlayıp yine taşla bitiyor olması, garip değil mi?

İhramcızâde İsmail Hakkı


BOŞANMAK İSTEMİYORUM

 

 “Üç hâkimin hükmünde isabet aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün.”
Nurettin Topçu, Var Olmak,
İstanbul, 1965, s. 93.

İnsanlar evliliği güzel hayaller ve umutlar üzerine kurarlar. Neden flört ederek, sevişerek evlenmenin arttığı bir zamanda boşanmalar çoğaldı?

Konu üzerinde düşünmek gerekirse, beklenti, güven ve geçim şartları altında ezilen çiftler, “evliliğin sosyal özgürlüklerini kaybettirdiği” düşüncesi ile kendilerine olan inançlarını kaybetmelerinin bu yönde etkili olduğunu görebilmekteyiz. Evli kardeşlerimiz sabır veya çözüm yerine kolay olan boşanmayı tercih ediyorlar. Günümüz TV’lerinde reyting uğruna parçalanmış aile senaryolarının çok işlenilmesi boşuna değildir. Şu an için düşünün, hayata karşı mücadele veren birbirine destek olan bir aile dizisi var mı? Bir tane var gibi oda geçmiş tarih adıyla anılıyor. Aslında bu dizi bile geçimli aile hayatının 20-30 sene önce olduğunu anlatır gibi. Diğerleri ise akla hayale gelmez entrikalar dolu iğrençlik arzeden konulu hayat dizileri ki, [bunların yasaklanması gerekiyor.] beyinlerimize üzülme senin gibi bir aile tiplemesi var. Temasıda “Yalnız değilsin”

Boşanmak geçimsiz bir çift için en uygun olan bir durumdur. Ancak boşanma ile hayatın kısa olduğu kadar ve hızlı bir şekilde ilerleyişine ayak uydurmakta zorlanan bireyler, ihtiyarlık günlerine ait dayanaklarını kaybediyorlar.

Günlerimiz geçiyor, her gelen yıl bir şeyleri beraberinde götürürken, sıkıntı veren bir yalnızlığın boğucu nefesini üzerimizde hissettiriyor. “Ne olacak şimdi” denileyecek bir gün geldiğinde, mecburî hayatın bir akış yönünde, dönülmez bir halde mutluyum/ mutlu muyum ile geçmişimizi bir daha ele geçirmek mümkün olmayacak.

Yalnızlığı hayat olarak benimseyen kişiler, genellikle paylaşabileceği bir özellikleri ile kendilerini tatmin ederken, yetersiz bir alt yapısı olanlar için, kapalı kapılar ardında “iki göz” arayışı acı verecek bir durum gibidir. Onlar için sevmek/sevilmek kelimesi dahi korku verir. Çünkü hayat onlar için kumar masasında, kağıtlara mahkum olmuş, sermayesini kaybetmiş kumarbazın, kalbine saplanan düşünceler ile korku salar.

Ne olmalı?

Sen ve ben olan hayattan çıkıp O olmalıyız.

O.

O aslında seni-beni kapsayan bir zamirdir.

O olmak.

“Onlar zamiri” dahi O’ yu karşılayamaz. Her şey O’nun içindedir. Yaşadığımız döngüsel halleri O da korumaya alarak birçok şeyi hemen bitirebiliriz. Hayatımız O’nun kutsallığı ile benlikten senlikten çıkabilir.

Düşüyoruz.

Ufka bakan bir hanım/erkek; yudumladığı çayında, içiyorsa sigarasının dumanında hep O su vardır. Ulaşılacak O’su. kavuştum dediği anda O nu neden çabuk kaybetmişti ki?

O’nun, olamadığı yerden kendine gelen O’su, yine sensiz bensiz tarafıyla orada idi. Ancak ulaşamıyordu. Yılları geçsede umutla beklenilen ışığı da sönemiyordu.

Sonsuzluk hayali gerçekten korkutucu olarak burada başlıyor. Bitmiyor ve olmuyor. Ancak insan olarak çok şanslıyız.

Neden?

Öleceğiz. Bu mutluluk hepimizin tek dayanağı.

Ne mutlu bize ki öleceğiz ve hasretimizin giderildiği yerden dirileceğiz.

Gözümüz açılacak mutlu veya mutsuz olarak değil.

Gerçekten bu dünyada ölümü tatmak Allah Teâlâ’nın insanlığı verdiği en güzel nimet. Bu nimetin kadrini mutsuzlar daha iyi bilir, derler.

Şimdi

Hayatını bir insanla paylaşabilme bahtiyarlığına erebilmek Adem ve Havva annemizden bize miras kalan ilk eylemdir. Onların ilk paylaştıkları eylem günahlarıydı, beraber yaptılar. Beraber ağladılar, üzüldüler.

Şimdi ise, sevabımızı paylaşmak şöyle dursun, bir günahımızı dahi paylaşacak bir [taş] dahi bulamıyoruz, [bulsaydık şekil verirdik, bir özelliğimizi paylaşırdık] Yoksa çok mu benciliz.

Kısa hayatımızı yalnızlığa mahkum etmek için elimizden geleni sarf ediyoruz. Aslında hayat paylaşmak üzerine kuruludur.

İşte

Bu konuda evli çiftler birbirlerine cömert olmalıdırlar. Cömert olmak ötekini sevmek demektir, O’nunla mutlu olmak demektir.

Bizce

Yalnızlık mutluluk verecek kadar, bir erdem değil. Allah Teâlâ bile kullarıyla paylaştığı yalnızlığını bizler neden tercih ediyoruz?

Ey yalnız insanlar

Kaybettiğiniz veya bulamadığınız mutluluk yine bir başkasıyla paylaştığınız bir simitin diğer yarısında. Çünkü biliyorsunuz ki aynı simitin bir parçası sizinde içinizde duruyor. Bu bizce çok büyük bir mutluluktur. Sevdiğinizden bir parça şimdi içinizde.

İhramcızâde İsmail Hakkı


YALNIZLIĞIN YALNIZLIĞINI PAYLAŞMAK

Sorumluluğu artan bir hayatı yaşayan insanoğlu, artan kalabalığın/karmaşanın içinde bir yalnızlığa doğru itilmesi/yönelmesi günden güne artmaktadır. Görünen/gördüğümüz yüzlerin bir kısmı maske altında, mutlu veya hüzünlü çizgileriyle, gerçeğini yansıtmaktan çok uzak durum göstermektedir. Öyle ki bir ihtiyacı yok iken dahi, sohbet edebileceği bir yakın dost/arkadaş bulunmaz. Bu durum güvensiz, huzursuz ve acının açılımı olacağına boşalımı şekline döner.

Kalpler sevgiye hasret yaratılmıştır.

Fakat insanın hırs hamuruna karışmış fıtratı ile her kavuştuğundan usanma özelliği vardır. Neticede tatmin olmayan duyguları artınca, hayatında çaresiz kalmış gibi bir karanlık kuyuya yuvarlanır. İlk önce yalnız geldiği dünyada, sonra bir eş ve çocuk ile süslenmiş olarak hayatını idame edip mutlu olması gerekirken, şartların getirdiği bir yalnızlığı hissedişinde sürekli bir ilerleme olmaktadır. Çünkü her değişim bir an sonra olağan olmaya başlamıştır. Sevgileri, görev, sorumluluk şeklini almış, zevk aldığı şeyleri de mecburiyetten yapmaya başlamıştır. Bu arada ulaştığı konumun yüksekliği veya kaybetmek korkusunu artırmaktadır. Kazandığı şeylerin elinden çıkışında sebep ben olur muyum der gibi. Artan yükün altında kalbi gizliden gizliye daralırken, açamadığı bir konumda sorunu bazen eşi bazen çocuğu olur. Onlara dahi durumunu ifade edememektedir. Aslında zengin bir hayatı var gibi görünürken, neden yalnız kalmıştır?

Kalp duygularını izah edeceği bir yakınlığı arzular ki, bu yakınlık bir arkadaşın yakınlığına benzeyen türdendir.

Mesela Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Bu dünyadan ayrılırken ne söylediğini hepimiz biliriz. Kelime-i Tevhid söz olarak getirmemiş, onun yerine “Refîk-i Âlâ =Yüce Dost’a/arkadaşa” diyerek Celâl ve Cemâl sahibi olan Allah Teâlâ’yı arkadaş/dost olarak anmıştır. Efendimiz, Rabbi ile olan yakınlığını kulluktan çıkarmış arkadaş sevgisine ulaştırarak, korkulardan emin, huzurla ahiret âlemine yolcuğa çıkmıştır.

İnsanlar hep bir yalnızlığın içerisinde kendini dinlendirecek huzur verecek bir arkadaşa ihtiyaç hissetmesi yaratılış gerçeğidir. Allah Teâlâ’nın da yaratırken bizlere bağışladığı ilâhi nisbette bu  arkadaşlığın kendi tarafından kabulüne işarettir. Tarafından cahilliğimiz tasdik edilmiş olsa da, Zatî yalnızlığını ve yaratığı kainatı bizimle paylaşmıştır.

Paylaşılan aslında yalnızlığın paylaşımıdır. O her zaman kendi yalnızlığı içerisinde bulunacaktır.

Buradan bizim için çıkarılacak hisse kalbimizde bir yeri bir sevgiliye ayırmak olmalıdır ki; bunda ilâhî özellikten başka hiçbir vasıf bulunmayan arkadaşlık olmalıdır. Bu özellikler içerisinde erlik/dişilik, hırs/şehvet, kin/nefret, acı/hüzün…vb..” kavramlar bulunmaz. Sadece yaratıcının varlığı hissedilir ki, bu sonsuz yerde bulunabilen bir kavramdır.

Bahsedilen hususu kazanmak çoğumuz için mümkün olmasa da bunun taklidini yapanı beklemediğimiz bir şekilde bulmakta mümkündür. Örnekleme yapacak olursak, bazen şu sözleri hep duyarız. “Şu insana hayret  ediyorum,  [yardıma muhtaç] hayvanlarla ömür geçiriyor”, “Şu insan evine çöp doldurup, çöpler içinde beş yıl kalmış” “Şu dilenci milyonları varken yememiş..” “Araba yarışlarını çok seviyor, …futbol maçlarından hiç vazgeçmiyor.” Vb….

Bu insanların aşırıya kaçan garip halleri vardır diye düşürseniz, cevabı şu olabilir. Onlar arkadaş olarak seçtiği kişiyi cinsinden bulmayıp, meşrebine uygun düşen halden seçmiş ve arkadaşlıklarını bu şekilde seçmişlerdir. Çöp sevilir mi, sevmiştir.  O insan bu ilişkisi sayesinde mutlu olmakta, içindeki boşluğu doldurmaktadır.

Yine, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin bize sunduğu şu misale bir bakalım:

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)' e bir gün şu suali sormuşlar:

- "Ya Ali! Allah'ı sever misin?"

- "Şüphesiz Ya Resullallah!"

- "Beni sever misin?"

- "Tabii ki Severim Yâ Rasûlu'llâh"

- "Fatıma'yı sever misin?"

- "Evet, Severim."

- "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?"

- "Severim, Yâ Rasûlu'llâh "

- " Peki, bu kadar sevgiyi bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?" sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri Hz. Fatımatu'z Zehra (aleyhisselâm)'a açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,

- " Bunun cevabı, bilinmeyecek şey değildir. Allah'ı sevmen imanından ve aklındandır. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi sevmen, gönlündendir. Beni sevmen nefsindendir. Hasan ve Hüseyin'i sevmen ise tabiatının gereğidir."

Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'e arz ettiklerinde Efendimiz bu cevabın kendisinden olmadığını işareten,

"Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır" buyurdular.

 

Kalbe ne kadar sevgi sığar?

Kalbin yukarıdaki beş misale uygun olarak binlerce sevgiyi içinde toplayabilme özelliği vardır. İnsanların puta tapışı arkasında yatan durumda bu kapsama dahildir.  Hadis-i Kutside “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." buyrulmasının işareti olarak her sevgi ve bağının  insanın kalbine sığabileceğine de işaret edilmektedir. Burada önemli olan asıl sığması istenilen sevginin ne cepheden geleceğidir. Bir insan, bir insanı sevdi denilmesi, Allah Teâlâ’yı kalbine sığdırdı demekten başka bir mana ifade etmez. Refik-i ala meselesinin açılımında, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem miraçta Allah Teâlâ’nın kelamını, sevdiği arkadaşı Hz. Ebubekir radıya'llâhu anh kimliğinden duymasıdır.

Arkadaş bulmak

Eğer siz gerçeğinize yakın arkadaşınızı bulmak istiyorsanız, kâmil insanlardan bulmanız gerekir. Ancak bu zordur. Büyükler der ki,

Bir devlete padişah olmak bir kuru dava imiş,

Bir mürşidi kâmile bend olmak cümleden â’la imiş.

Bu beyitte devlete padişah olmak kolay, kalbinizin bağlanacağı kişinin aranılan vasıfta bulunması zor denilmektir.

Nasıl bulunur

Bulunması Hızır aleyhisselâm gibi zor olan kâmil insana ulaşmak için yapılması gereken, taklid seviyesinde, iç âlemimizde her zaman var olan bağlantıyı harekete geçirecek güzel ahlak bilgisini tamamlamaktır. Bunu yalnız başarmak çok zor olduğu için terbiyeci üstada ihtiyaç duyulur, denilir; doğrudur. Bu güven sorunu ile alakalıdır. Bu nedenle dostunu bekleyen aşıklar duygusuyla, ufuklara bakar gibi hasretini çekmeliyiz.

Mutlaka yardım bir kez yüzünü size gösterecektir.

Çalışmaların karşılığını ödeyen Allah Teâlâ, kulunu hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Sizin halinize, ummadığınız bir yerden, karşılık ve cevap veren gönderecek/gösterecektir. Bu bazen bir taş, bir çiçek, bazen bir kitap, bazen de iç dünyanızın size yönelişidir. 

Bir taşa derdinizi anlatın.

Neyin namelerin iç yakıcılığını aldığı husus: Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimizin kuyuya anlattığı sır gibi,

Şimdi asıl noktaya geldik, söz/kelam. Yaratılışın başlayışı kelamdır. “Kün” [ol]

Kendinizi kalbî/ lisanî bir şekilde anlatın. Ama bir şeye anlatın. Paylaştığınız ve ortak ettiğiniz şey, sizinle derdinizden haberdar olmuştur. Bir çiçeğe o gün yaşadığınız hali anlatın o sizi karşılıksız dinleyecektir. Ancak dinlemedeki fark o sizden aldığı bilgiyi Allah Teâlâ’ya ulaştıracak olmasıdır. Çünkü çiçekten Hakk’a yol açılmıştır.

Paylaşılanla ve sözde bir yere varış vardır.

Allah Teâlâ yalnızlığında olduğu halde, insanı yaratarak bizimle kendini paylaştığını ve unutmamamızın işareti olarak “Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?...” [Furkan, 77] emri vardır. Dua etmenin bir yönü de, benliğimizi Allah Teâlâ ile paylaşmamız gerektiğinin haberinin verilmesidir.

Sonuçta yaratılanlarla paylaştığımız noktalar, Hakk’a kulluk ve dualar, nefsinizi yalnızlaştırmaktan çıkaracak, varlığımız birlik ile haz almaya başlayacaktır.

Her şey birinde, biri her şeyde olan, bir hayat yaşadığımıza göre, bizi bizle bir yapacak birini bulmak zor değildir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


KORSANINDAN KİM RAHATSIZ OLUR?

Hırsızların değer vereceği bir kitabı yazabilmek,
dünyanın en zor işidir.
Çünkü hırsızlar en son kitap çalar.

Kimilerinin telif ve haklar konusunda korsanın olmasından çok rahatsız olduğunu duyarsınız. Aslında bir şeyin korsanı veya taklidi varsa, o aslının hayat kaynağıdır. Onunla daha büyük bir çevreye ulaşıyor demektir.

Aşağıdaki alıntı haber bize şunu gösteriyor ki, kaliteli seviyeli olan eserler, korsandan etkilenmediği gibi daha büyük bir kitleye ulaşarak kabul edilişinin göstergesidir.

Mesela kitap yayınlarında sol ve sağ kesimin bir düşünce tarzı vardır. Sağ kesimde [Temel eserler olarak düşünmeyin]  meşhur denen zevatın güncel kitaplarının hangisinin pdf si orta dolanıyor ki. Fakat sol kesim belli bir zaman aralığından sonra kitaplarını paylaşmak için gayret gösteriyorlar. Bu fark neden geliyor?

Sorulursa, cevap hak-hukuk meselesi:

Bu vatanın evladı olup bilgisinin zekatını vermeyen yazar sadece para karşılığı dağıtımdan [kendi cebine de çok şey girmez] dolayı çok faydalı olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Hayır.

Eğer millet olarak gelişmek istiyorsak okumanın engellerini karşılıksız gayretlerimizle kaldırmalıyız.. Ortaçağlarda kitap yakmak adetti, şimdilerde ise [yakanlar çok] engel koyarak küflendirip unutturmak adeti bulunmaktadır. Bence bir yazar 1000 adet basılmış ve bir daha ticari getirisi yok diye basılması durdurulmuş eserini sanal ortamda paylaşınca neyi kazanır, neyini kaybeder? Geçen takdir ettiğim bir kardeşim twitter da umuma açık paylaşımı kapatıp takipçilerine açmış. Aslında mesajları yüklü, resim ve okuma parçaları ile zengin idi. Neden demek bile içime dert oluyor.

İntihal kaygısı ile engel olmak.

Bir fikir bulun birisi sizden intihal etsin. Bunun zevki bence daha erdemlidir. Hırsızların değer vermediği bir şeyi bulmaktansa çalacakları bir şeyin öncüsü olmak bence şereftir.

Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Hocamızın bir hatırasını nakledelim.

“Fransız araştırmacı Prof. Louıs Massignon programında olmadığı halde benimle görüşmek üzere İstanbul’a geldi. Benden Nuh Gemisine ait notlar istedi. Bende geniş olarak vardı. Adam bunları görünce aklını oynatacaktı. Ertesi gün döneceği için otelde okusun diye dosyayı ona verdim. Fakat gidince sanki o bulmuş gibi, sanki benim bu konuda çalışmış gibi yayınladı”, 

Bkz: SÜHEYL ÜNVER HOCA’DAN NOTLAR (Menâkıbı Süheyl Bey)

Bu hırsızlığı yapan Prof. Louis Massignon kendi açısından bir hata işlemiştir. Ancak Süheyl Hocamız için bir değer olmuş, o kişiyi bize tanıtmıştır.

Burada değinmek istediğimiz nokta şudur. Bilgi kariyerli biri tarafından çalınbilir, önemli olan insanlığa mal edilmesidir.

Ölümlü değil miyiz?

Kul bilmez ise halik bilir, demezmiyiz?

Paylaşacağımız değerli bir şeylerimizin olması bize mutluluk vermelidir.

Bu nedenle hepimiz insanlık için bir şeyler yapabilmenin gayreti içinde olmalıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

VESVESENİN BİLGİ VE ENANİYETLE ALAKASI

Vesvese: şüphe, tereddüt, kuruntu, vehim, aslı olmayan ihtimaller.

Vesvesenin artışa neden olan hususlarla ilgili olarak insanın bilgi artımı yanında elde ettiği kemalin zayıflığından çıkan çatlaklar üzerinde durmaya çalışacağız.

Bir kişi ahlakî açıdan kendinde kemal derece oluşturamamışsa, bilgi düzeyinde kazandığı/artırdığı bilginin kaprisi/egosu, onu bir yâra ötelemeye başlarken yanında bulundurduğu diğer değerlerini de kaybetmemek için, sürekli kendini yalnızlığa iterek savunmasız bırakır. [intihar vakalarının çıktığı nokta]

Yalnızlık ileri dereceye ulaşınca, oluşturduğu dünyasında, hareketlerinde, korkunun verdiği tedirginlik ve kaybetme ile olan üzüntü karşısında, son veremeyeceği hafakanlar rahatsız etmeye başlar. Şeytan, uzmanlaşıp meleklere üstad olduğu halde, kapıldığı itibarsızlık korkusu ve yaptığı önermeler, onu vesvese girdabına düşürmüş, ikincil olmayı kabullenmekte zorlanmıştır. Eğer kendi açısından kolay olan bir hareketi secde ile neticelendirse idi, bugünkü ortamların oluşmasına da engel olurdu. [Takdiri Hudâ, yardım gelmemiştir] Bu durum için takdir veya kader denilse de olayın gizemli tarafında vesevese protokolleri oluşmuş ve yönlendirme ile yeni bir hayat başlamış, devamında çokça bulunması gereken etkenlerden biri olmuştur.

Vesvese rüzgârlarına kapılmadığını iddia eden kişi yalan söylüyor denilebilir. Bu halden korunmak, Kurân-ı Kerim’in son iki süresinde emir olarak Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize verilmişse, ümmeti merhumenin de bu olgudan azâde olması düşünülemez.

Vesvesenin, bilginin varlığında bir payı oluşu ve âlim sıfatına haiz olanlarda daha fazla olması yanında ilimleri sayesinde bunu atlattıklarını bilmeniz gerekir. Bilgi bazen vesvesenin kendisidir denilecek görünüm arzedebilir. Eğer bilgide bir karşılık bulunmasaydı, vesvese de kendini palazlandıramazdı.

Vesvesenin etkisinden kurtuluş diye bir husus yoktur. Vesvese herkeste vardır. Tekrarlanır. Dindar veya dinsiz, zengin veya fakir ayrımı ile bu konu geçiştirilemez. Belki zayıflık gösteren hususlara sahip olanlar daha az vesveseye sebep olurken, artı değerlerin vesveseyi çeken durumları vardır. [Zayıfın kaybedeceği sayı olarak azdır.]

Bilginin vesveseyi nasıl artırdığına bir örnek verelim.

Adamın biri hocaya gider, kendisine bir korku muskası yaptırır. Hoca ona “bunu ağaç altına gömeceksin fakat, kara tavuk aklına gelmeyecek” der. Adam bir türlü karatavuk aklına gelmeden gömme işini başaramaz. Döner hocaya gelir, der ki: “kara tavuk aklıma gelmeyecekti neden söyledin” Burada ki durum, yapılacak ritüelin kolay olarak elde edilememesi veya olmaması gerektiği yönünde bir meyil ile kolay işi zora çevirmektir. [Yapılması istenilmemektedir.]  Bazı dinsizler bu düşünceden çıkarak derler ki, Allah Teâlâ haramları belirlemeseydi, biz daha rahat olmaz mı idik. Haramlar bizim tarafımızdan tesbit edilseydi, sorumluk bizde bize kalır daha mutlu olurduk. Sınırlanmak bizi yoruyor, huzursuz oluyoruz.

Bilginin artışı, vesveseyi panikleterek insanı huzursuz edişi bu yöndedir. Tecrübeli kişilerin veya kemâl ehlinin kat ettiği yüksek mertebeler ile kazandığı birçok meziyet aslında vesvese karşısında kazandığı kuvvet iledir. Vesvese onu sürekli yıpratırken onlar bir adım ötesine doğru düşerek/düşünerek kendini koruma altına almıştır. Neden niçin nasıl demek ile bulduğu karşılıkları yine kendi varlığının “yokluk/hiçlik” ile sonlandırarak, vesveseyi oluştuğu yerde boğmuş bir ileri seviyeye geçmiştir. Sonuçta vesvese anında, kendi içerisinde çözülmelidir.

Düşünceden fiile geçmeyen her hususta insanlar sorumlu tutulmadığına göre kendini sorumlu tutarak vicdan azabı yapmanın durumu ise, güven merkezli inanç şablonunu/elbisesini kendimize uyduramadığımızdan veya öğretilmediğimizden midir? Bir çocuk eğer sade sevgi ile yetiştirilirse veya tersi şiddet ile kimlik yapısında noksanlık oluşmasına benzer bir noksanlık hayat boyu geri dönülmez hasar oluşturmaktadır. Korku ve ümit arasında olmanın sözde anlatımı kolaydır. Fakat zamanımızda, tedavi edici  düzeyde bir fiiliyat oluşturulamamaktadır.

Mesela: tevbe mevzusunda sürekli yapılan hatalarımız vardır. Tevbe etmenin çıkmaz sokağa çıkışı, birde pişmanlık ezginliği. Günahkar olmuş ve karşılığında had gereken hususta bedelini ödemiş birisinin, geri dönüşümünde engelleri kaldırmamakta ısrarcı olan bir ahlak yapısı günümüzde hala bulunmaktadır.

Düşüncemizde temel esas şu değil midir?

Allah Teâlâ büyüktür, kul ise adı anılmayacak kadar küçüktür.

Namaz kılmayan biri, bir zaman sonra tevbe ediyor, ve namaza başlıyor. Etrafındakiler, “kaza namazlarını kılıyor musun” “onlardan da hesap vereceksin”, diyorlar.  Namaza yeni başlamış bu kişiyi bir vesvese alıyor, ne yapmalı, geride kalanları nasıl halletmeli?. Aslında tevbe eden birinin kazası diye bir şey yoktur. [Namaz kazası, kıyas hükümleri ile çıkarılmış hüküm] Yeter ki ölüm yaklaşmadan bir şekilde Allah Teâlâ’yı kalben kabullenip tevbeye kavuşmuş olmaktır. Bu fırsatı bulmanın/ihsanın karşısında, Allah Teâlâ büyüklüğünü nasıl göstermesi beklenir ki?

Affedici olarak bulmak değil mi?

[Allah Teâlâ,  kul hakları hususunda, iki kulun arasına girmez. Bir alışverişleri varsa kendilerinin çözmesini esas kılmıştır. Kıyamette mağdur olan kuluna dilerse yardım eder, dilerse etmez.]

Bu vesvese paniğine düşmüş kişiye yapılan kötülükler, bilgisi fazla olan kişilerin baskıcı talepleridir. Dün geldi, bizim seviyemize kavuştu, olmaz/olamaz.  Bunun sebebi yetişmeye bağlıdır. Etrafınıza bakarsanız şunu da çok iyi müşahede edersiniz. Baskı ile çocuklarına din eğitimi veren kesim, genellikle bilgi ve kültür seviyesi alt tabakadır. Seviye arttıkça bu durumda bir azalma kendiliğinden oluşur.  Çünkü Allah Teâlâ’yı tanıyan bilgi arttıkça ve ona yaklaştıkça bu baskı ister istemez azalır. Azalma sebebi vesvese artışındaki durulma ile de alakalıdır. Vesvese azalması ile korkuda düşme başlar. Daha yumuşak ve mutedil düşünceler artar. Yerleşim yerlerindeki, varoşlardan ve dışarı semtlerden içeri doğru bir yumuşama görülmesi bu seviye ile alakalıdır. Ancak zamanla dıştan içe doğru azalmadaki bu değişimdeki bir başka sorun hissin artışına sebep olur. Bu ise insanın sonsuz isteklerindeki kavuşma arzusunun kilitlenme noktasıdır. Beklentilerin bitiği yer, içler olurken, dış tarafta kalanların ulaşması gereken birçok meseleleri vardır. İçeride oluşan tatminsizliğin kaosu ise içte çürüme yıkım olarak geri döner. Dışın baskısı ve azmiyle, zenginleşmeye başlayan dış kültür iç tarafı yıkmaya içi dışa çevirmeye başlar. Devran dönüşür, insanların ikileme dönen dünyevi hayatları düzeltmekten çıkıp yıkılmaya başlar.

Sözün buraya ötelenişindeki hadise vesvesenin temelindeki atılan harcın kalitesindeki karışımdır. İnsanın unutkan oluşu bir kaide olsa da, bu kastî olarak görmemezlikle alakalıdır. Hangi birimiz, en iyi ve en kötü hatıraları silmekte başarılı olabildik ki. Kısır döngü içerisinde tekrarladığımız binlerce hadise arada bir filizlenip tekrar ağaç olmak için yarışıyor.

Çözüm için ne yapmalıyız.

Vesveseyi yenemeyen birçok insanın kurtuluş için iki çaresi oluşur. Ya ilaca mahkum olacak, ya da karşısına onun bildiği/bilmediğini bilen bir kâmil insana kavuşacaktır. Eğer bu buluşma [her iki yönden biri olarak]  gerçekleşmez ise vesvese insanı yıkıp bitirecek veya huzursuz ederek ölüme yönelecektir. Eğer ilk vahiy gelişinde Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, sevgili hanımı Hz. Hatice radıya'llâhu anh annemiz olmasa idi,  vehmin girdabında yaralanıp uzun bir süre kalacağı kesin gibiydi. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme doğru ve hakikat olan bir bilgi geldiği halde kendini ancak dışarıdan gelen bir destek ile kısa zamanda kurtarabilmiştir. Bu bir kaçınılmaz olgudur. Bunun izahı, insan ne kadar bilgili olursa olsun, enaniyete düşmemeli ve nefsine kadem basıp içini ufalayan, kendini rahatsız eden husus hakkında bir dosta dayanıp çare aramalıdır.

Dost bulmak meselesi

Burada asıl olan sıkıntımızı hiçbir zaman kendi cinsimiz ile tam çözemeyişimizdir. Bir erkeğin, [Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz dahi muhtaç olduğu husus] gibi iyi bir eş bulursa, dost bulma işinde büyük mesafe almış demektir. Kadın ise bu konuda aynı şansa sahiptir. Fakat günümüz itibarıyla uyumlu eşe sahip olmayan kadınlar sayısı artmaktadır.

O zaman kadınlarımız için en akılcı çözümü kendilerini yetiştirmeleri ve  kültür seviyelerini artırmalarıdır. Bu yetersiz kalırsa, his dünyasının verilerine tabi olup, bir mürşid-i dânâ’ya kavuşmasıdır ki, burada şansın rolü çok büyüktür.

Tanınmış ruh hekimlerinden Prof. Dr. Ayhan Songar’ın bir tespitini burada hatırlayalım.

[Bir mezuniyet gününde öğrencilerine yaptığı bir sohbette şunları söylüyor:

“Birbirine gerçek dost iki kadın gördünüz mü?

Ben görmedim. Her kadın bütün diğer kadınları kendine rakip görür ve (bilerek veya bilmeyerek) hepsinden nefret eder.

Bu, kadınlığın tabiatında vardır.

Erkeklerde ise, bu rekabet hissi, daha çok meslektaşlar çevresine inhisar etmektedir. Daima kendi yapamadığımızı yapana hasetle bakar, ondan nefret eder, onu küçültmek isteriz.”] [1]

“ Bir kadın kadınlardan çektiğini erkeklerden hiçbir zaman çekmemiştir”

[Pakize Suda [2] kadınlar yani hemcinsleri üzerine yaptığı tespitlerde şunları söyler:

“Bütün kadınlar birbirlerini rakip olarak görürler.

Birbirlerini kıskanmaları için aynı meslekten olmalarıyla da menfaatlerinin çatışması falan şart değildir.

Ortalıkta kendilerinden başka kadınların da dolaşıyor olması, kıskanmaları için yeterli bir sebeptir.

Yolu kadınların görev yaptığı bir yere, örneğin bir banka şubesine düşen bir kadın, gördüğü muameleden bunu şıp diye anlayabilir.”

“Bütün kadınların mutlaka koşulacak şartları vardır. “Seninle evlenirim ama…”, “dediğini yaparım ama…” [3]

Sonuç olarak; vesvese konusu düşünceyi, fiiliyatı her şeyi etkileyerek hayatımızı sürekli değiştiren özelliği ile bir doping malzemesi olduğu gibi yıkım sebebi de olabilmektedir.

Tavsiyemiz içinizi meşgul eden hususları uygun kişilerle paylaşmak kendiniz için bir zaman kaybını önlemektir. Eğer bu konuda geç kalıp çözümünü kendimiz bulmaya çalıştığımız müddetçe çok başarılı olacağımız kesin görünmüyor.

Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’de bu mevzuya dikkat çeker.

“Mü'minlerin, şehirlerini, yurtlarını tamamen terk etmeleri, düzenlerini bozup dağılmaları, topyekün savaşa gitmeleri doğru değildir. Ülkelerinde devam ettirdikleri eğitimin yanında, mü'minlerin her kesiminden bir grup, dinde, ilimde ve teknikte, geniş ve derin bilgi elde etmek, anlayışlarını geliştirmek, kendi toplumlarına döndüklerinde, onları bilgilendirmek, uyarmak niyetiyle ilim tahsil etmek ve ilmî toplantılara katılmak için yeryüzündeki gelişmiş ilim merkezlerine gitmelidirler. Umulur ki, uyanık ve dikkatli davranarak kendilerini koruma imkânı kazanırlar.” (Tevbe,122- Ahmet Tekin Meali)

Ey Allah Teâlâ’m yalnız kalan kullarına acımanı onlara bilmedikleri yerden yardımlar göndermeni niyaz ederiz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

--------------

[1] ÇOŞKUN, Ahmet, Sohbetler, Hatıralar, İst, 1982, s. 61

[2] Pakize Suda (d. 1952 İzmir), Türk köşe yazarıdır.

[3] [Kadın, bir erkekle evlilik yaptığı zaman bazı meşru şartlar koşabilir. Eğer bu şartları koca kabul ederek evlenmişse, bunlara riayet etmek zorundadır. Bazı erkekler “Bunu şimdi kabul edeyim, sonra benim dediğim olur” düşüncesi ile daha önceden kabul ettikleri şartları hiçe saymak istemişlerdir. Hz. Ömer radiyallâhü anh devrinde bir kadın, evlenirken evinden çıkmama şartını erkeğe koşar. O da bunu kabul ederek evlenir. Sonra bu şartı ihlal etmek isteyince Hz. Ömer “Şart kadının hakkıdır” diyerek kadının haklı olduğunu belirtir.” ] (SAVAŞ, 1996), s.136 Havva’nın Kızları-İhramcizade


 

VESVESE RAHMETTİR

Birçok kişinin rahatsız olduğu vesvese birçok yerde insan için rahmettir…

Bir örnek vererek açıklayalım.

Bir arkadaşım şunu dile getirmişti. “Ben nafile ve sünnet namazlar kılarken rek’at sayısını şaşırmazken, neden farz olanlarda bu hal daha çok zuhur ediyor.”

Ehli keşfden bir zâta bu konuyu açınca açıklaması şu şekilde olmuştu.

Farz namazlar eda edilirken gaflet halinin zuhur edişi Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Kulunun eksik olan farzı tam olsun diye, eksik kalacak kısmına bedel olarak, rek’at sayısını unutturur. O zaman kulda eksik üzere hükmeder, bir rekat ve sehv secdesi yaparak namazını tamamlar. Bilinen bir husus namazda aslolan secde hali olduğu için hatalar sehiv secdesi ile ikmal olmaktadır. Bazen  secde-i sehvin tamamlayamadığı yerler zuhur edince, Allah Teâlâ o kul üzerinde bir anlık unutkanlık ile kaçıncı rekat olduğunu unutturmuştur. Burada önemli olan unutan kişinin rekat sayısını az ile takdir etmesidir.

Allah Teâlâ nafile ibadetler ile ikmal olan farzları olan kuluna, nafile ibadet etmemiş duruma düşmesini engellenmek istemiştir. Bu şekilde nafileler de bakî kalıp vücut bulması için vesvese yolu rahmet kapısından zuhur etmiştir. Kul zannı ile bu vesveseyi şeytandan zanneder. Hakikatte bu vesvese şeytandan olmayıp, Allah Teâlâ katından melekler vasıtası ile olmuştur. [Aşağıda linklerini bıraktığım yerde nafile ibadetlerin farzları ikmal durumlarına bakarsınız.]

Yine burada şu hususu da hatırlatalım, namaza duran bir kişi kıldığı namazım ve diğer ibadetlerim kabul olmuyor diye düşünmesi en büyük günahtır.  Allah Teâlâ karşısında insan,  kulluğunu, ibadetini ve varlığının durumunu sürekli hatırlaması gerekir. Çünkü yok hükmündedir.

Günümüzde, namaz ve diğer ibadetler hususunda riya kavramı da kalmamıştır. İnsandan istenilen, varlık ve benliğe düşmeden kulluğa yönelmesidir. Bunun dışında fazla istenilen bir husus yoktur.

Hulasa: Allah Teâlâ büyüklüğünün işareti olarak kulunun noksan halini kabul buyurması celâl ve ikramının şanındandır.

Kuluna rahmet eden bir rabbi ve şefkatli bir peygamberi olduktan sonra, hayatı yaşamaktan zevk almamak ne acayip durumdur. 

Kulunun en zayıf halini de kabul eden Rabbimiz hakkında kötü zanna düşmekten yine zatına sığınırız.

Allah Teâlâ’m, biz aciz kullarını af buyurmanı niyaz ediyoruz.

Âmin.

İhramcızâde İsmail Hakkı

AÇIK SÖZLÜ-TANRI SÖZLÜ MÜ

 “Açık sözlülükle konuştum beni affedin” diyor. Çünkü bağışlanması gereken bir suç taşır açık sözlülük.[Dostun kaleminden]

Bizin içine sen-ben sığıyorsa afv aranmaz. Tedaviye muhtaç olan “biz”in bazı kereler, cerraha gidip neşter yemesiyle açılan kof halinin ortaya çıkmasında özür söyleyene faydalı olur.  Ancak, hakikatler dostların sayısını çoğaltacağına, gün gün azaltması değil mi, garip başlayan din dahi garip olarak setrolacaktır.

Gören açık söz söyler, dayandığı bir yer vardır. Kör de açık söyler, görmediği varları  zandır. Hangisi haklıdır da, gören değil bilen özür dilemiştir. Derler ki, cahilliğin özrü arkadaşlığı bitirir. Bilmekle öldürülen çocuğun  hesabını Hızır vermez, fakat arkadaşına ayrılık görünmüştür. Hakikat dostluğunda seyrin bin meselesi olsa üçten öteye giden sabrı peygamberde bulmak dahi yoktur. Büyükler demiş ki, herşey üçün içinde tekrar tekrar anlatılır. Ancak hangi açık sözlü biri gelip bunları anlatacak, hangi tahammüllü kalp bulunacak ki onu dinlesin.

Meryem Hakkın sırlarını bulmak için Beyt-i Makdisi halvet edindi. Açık sözlü olduğunda yakasından düşen ruha kendisi de iman etmekte gaip görünmüştür. İsa kavim peygamberi değildir derler. Neden havariler arasında adı Meryem adı geçmez? Sayı onüç değil de onikidir. Meryem içinde yoktur. Değil mi ki, Hristiyanlar Meryem’i çok sonra andılar. Müslümanlar, kadından peygamber gelmez, gelse idi Meryem’de onlardan olurdu, dediler, O na ayrı bir hususiyet verdiler. Açık sözlü peygamber, açık sözlü Meryem, fakat onlar birbirine bağlanmış kelimelerdir.

Her açık sözlü  ceremesini çektiği haklılığın suçundan dolayı yaralıdır. Bu yara söyleyende ve dinleyende de dert olur. Tanrı açık sözlü değil mi ki ithamdan, peygamber açık sözlü değil mi yurdun atılmaktan kurtulamadı.

Musa “Ya Rabb´i insanların dilini benden uzak tut” diye dua etti. Tanrı, “ben onların dilini katımdan bile uzak tutmadım” buyurdu.

O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor, söylüyoruz.

Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.


 Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor demektesin.
   Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan var, seninledir!

Mesnevî-i Şerif, III/2966-69

Açık sözlü Tanrı da olsa, ithamdan uzak kalamaz. Çünkü zıddı yoktur. Kendini hesaba kadar saklı tutar.

Varlık âleminde Hakk nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.

Mesnevî-i Şerif, I/1134

Açık sözlülük, tanrı işidir. Öyle anlar vardır ki, bazı  sevaplar bir yerde günah olurken, suçlu olmak pahasına açık sözlü olmak “yardım etmek”tir. Bu da “Tanrıya yardım edin” hitabına uygun düşer.

Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa'nın havarilere: «Allah'a (yönelirken) benim yardımcılarım kimlerdir?» demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: «Allah'ın yardımcıları bizleriz.» Böylece İsrailoğullarından bir topluluk iman etmiş, bir topluluk da küfretmişti. Sonunda biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler.

Saff, 14

Onlar (açık sözlüler), geleceği görenler. Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki;

“Kıyamet gününde tanıdık olmayan bir adam, kulun yakasına yapışacak. Kul,

“Benden ne istiyorsun?” diyecek. O şöyle diyecek:

“Dünyada beni hatalı ve çirkin işler yaparken görürdün, ama alıkoymazdın.”

[Rezin]

Açık sözlülük dosta kuvvet, gayrısına eziyet olur.

Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Ancak bu zincirler, bizden dışarıda değil.

Mesnevî-i Şerif, I/ 3241-42

İhramcızâde İsmail Hakkı


HAYRIN HAYIRSIZLIĞINDA İNSAN NE YAPAR?

Hayırlı insanı, hayrın ve şerrin dengesini zamana, hayata ve insana göre bilmesiyle bilmeliyiz. İnsan vardır, kabiliyeti el sanatıdır, bu kişiyi alıp tarlada ekim yapmaya yönlendirmek, derviş olmaya müsait olmayanı tekkeye hapsetmek vb. minval üzere nasihat eylemekle gelecekleri bir şekilde mahvedilmişlerin bitmiş ve tükenmiş hayal mahsulüne düşmüş hayatlarının şerrini /hayrını kâmiliyle bilmek yerine, hakikate muvafık olanı bilerek tavsiye eylemek yerine uzak olan üzüntüyü yakına getirmek ile  hayatı perişan etmekteyiz.

Şöyle ki, âlemin itibar ettiği şahıs olmak ile kazanılan itibarın kuvvetiyle doğru yolu tavsiye edecek insan olmak ile gerçeğin nerde olduğunu bilen arasındaki farkı bilmenin ne olduğunu tam kestiremeyiz. Bu meselenin temelinde gerçeği bulmuş insanın verdiği nasihatin havaya uçan nasihatlerinin bitmiş tükenmiş olması ve değersizleşmesinde kime nasıl ifade edebiliriz.

Her şeyiyle donanımlı olduğu bir mevkide bir dönem ara vermiş bir insanın tekrar dizayn edilmesi için yönlendirmeyi sağlayacak hayırlı insan olmak ve hayrın bulunduğu yeri bilmek ile hayırsız olmaya düşme durumundaki kararı iki insanın hangisi tayin edecektir. Nasihat eden mi, edilen mi?

Gerçekleri ile geleceği bilmek ve beklemek farkı ayıran hükümde öne alınması ve bilinmesi gereken nedir?

Olmak ile olmamanın arasındaki mükemmelliği tarif edeceğimiz şeyin açık bir sahifesi yoktur. Fakat hayatın derdinde ihtiyarlayanı bulduğumuzda ve gerçek ile karşılaşmayı hayal etmekte eylemsel faktörleri daha ilerideki olabilecek güzelliği görmeye yarayacak hale getirmeliyiz.

Kaderi bilmek ile görmekle değişmeyen faktörlerin önüne geçmek için nefse boyun eğmek ise çok zordur. Sonuçta insan bütünüyle bittiği ve tükendiği yer gelene kadar uyanış bulması ise bazen çok mümkün görünmemektedir.

İnsan, hayatını yönlendireyim derken, hayatının kendini yönlendirmesine izin verirse çok zaman hüsran oluşa doğru gidiş işaretleri başlamasına neden olur. Geçici olan güzellikler ile oyalanması, gerçek olanın vaktinde tahammülü mümkün olmayanı başa düşerürken, görülecek eziyet muallaklaşmış değerlerden çokta karlı görünmeyecektir.  Engel olmamız gerektiği zamanda engel olmadığımız hayat şekli bizi değersizleştirilmiş bir şekle dönüşütürüşünde, incinmeye başladığımız durumlar bizi yıkmadan gerçek hayırlı kişileri tanıma şansına kavuşmak başka bir meziyettir, denilebilir.

Değersizleşen ve zamanın acımasız vurgunlarında meziyetlerimizi feda etmemize yarayacak insaflı hayırlı insanları bulmak demek, bizi gerçeğimize yakınlaştıran kişileri bulmak demektir. Bu insanlar ile ele geçirdiğimiz hakikatlerin kıymeti uzun vadede çıkar. Bu hayırlı insanlar aklı kendine hizmetçi kılmış güngörmüş olması ile kazandığı hayır katmanlarını bulmak bir bahtiyarlıktır. Ancak bulmanın değerler itibarını kazanca dönüşmesi için aklı hisse mahkum etmemek gerekir.

Hayatın karmaşıklığını sabır ile tedavi etmek var gibi takdir edilse de nefsi boyunduruk altına almak ve ittiba kılıcı bir kâmil dönüşümü sağlamak göründüğü kadar kolay değildir. Sonuçta gelenler giderler, arkasına bakılacak kadar toz duman bırakan gidenlerin seyrine bakmak ise üzülünecek veya sevinilecek bir şey midir?

Hayrın kararını kim verecektir?

 Hayrın hayırsızlaştığı yerdeki hayırlı insanın var olduğunu söylediğimizde, o kimdir?

Onlar var mı yok mu olması sizinle beraber olur bilirseniz, bilmezseniz hala belli değildir.

Bildim değin her şey ise bir sonrasında hiç bilmediğindir. Öyle ise bilmenin ve bilmemenin bir faydası olmadığına göre,  bu kadar söylediklerimizin de bir manası kalmamıştır.

Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna, insanın çalıştığından başka kazancı yoktur.

İhramcızâde İsmail Hakkı


TANRI’NIN SIĞINDIĞI KALP OLMAK

Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki,
ne akla, hayale gelir, ne de söze sığar.

Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen,
tükenmesine imkan bulunmayan ikram ve ihsandır.

 Mesnevî-i Şerif, c.V, b.1195-96

 

Bilmek ve bu bildiğimi benli kılmak ile oluşan zevk bende çok değildir. Son günün modası da olan twitter da, bildiğini “an”da biriyle paylaşırken bulduğumuz ışığın hangi aynada parladığını görmek ve geri dönüşünü biraz bekler gibiyizdir. Eskiden kitap yazanların çektiği sıkıntı belki de gelebilecek aksin, geniş ve uzun zamana yayılması idi.

Beklemek, bildiğini bilmiş birini bile beklemek. Artı anlayanı bulmak ve sabretmek.

Tanrı dahi bütün isimlerini saydırırken en sona Sabur ismini ilave edişi, aslında zâtının bu esmânın zorluluğunu ifade etmek ister gibidir. “Bende sabrı biraz kendimden uzak tutmak istiyorum” veya “başka çaresi yok mecburen sabrın zirvesi bende bulunacaktır” demek mi istemiştir. Bütün isimlerin sonu.

Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

Bulunduğunuz mecliste konuştuğunuzu anlamayan birine ne kadar  tahammül edebilirsiniz ki. Ancak insansızda olmuyor. Bir vakit dini sohbet programı yapan bir kişiye şunu tavsiye etmiştim. “Hocam boşluğa konuşurken enerjiniz tükeniyor, bir iki kişi karşınıza alsanınızda bir canlılık olsun” demiştim. Tabii ki yapıldı. Fakat bu seferde dinleyenlerin anlamadığı bir şeye bakan göz mimikleri daha acayip bir manzaradaydı. ….. Sonunda o kişi amatörlükten profesyonelliğe geçince biraz durum telafi edilmiş oldu. Bu seferde seyredenler açısından karşılığı bulunmayan kelime guruplarının getirisi, hiç olmazsa sohbet dinledim-sevap kazandım tesellisiyle neticelendi..

Tanrı, alimleri niçin sever?

Tanrı katından hangi şekilde bir kitap veya bilgi inerse insin, bunu anlayacak ve anlatacak biri olmaz ise bir manası olur mu?

Olmaz. Bunu izah için Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Tanrı, câhil birini dost edinirse ona öğretir.”

[Keşfü’l Hafâ, II, 2185]

Cahil denilince ilim tahsili yapmamış kişi demek değildir. Eğer her ilim sahibi cehlini okumakla da izale etmiş olsaydı, “kitap yüklü eşekler” tabirini Tanrı kullanmazdı. Cahil bilmeyen değil, sizi anlamayandır. Bu cehalet seviyeside kişiden kişiye değişir.

Bir kişi düşünün, aynı anda baktığınız objedeki imayı size tarif ederken, görmediğinizi görmesine hayran olur kalırsınız. İşte Tanrı, bazı kullarına hayran kalır.

Anlayışına bakışına.

O, fark başka bir şeydir.

O, bulunmaz nimettir.

O, bir su katresinde dünyaya bakarken, belki de siz karnınızın gurultusu ile ancak ihtiyaçlar listesini temin etmeye gayretinde olabilirsiniz.

Tanrı’nın dostları onu anlayanlardır.

O da onları anlar.

Her an onlara bir tecellisi var olsa da bekler, bir kul gibi. Acaba  kulum bunda hangi hikmeti açığa çıkaracak diye.

Bizim buradan sözü getireceğimiz konu eğer kendinize bir dua edecekseniz karşınıza size tefekkür etmeyi, bulanmış zihninizde karanlığı görecek gözleri açtırmaya sebep olacak biri çıkartsın olsun.

İşte Tanrı’nın dostları dediğimiz bu kişiler karanlıkta görenlerdir. Onlar için karanlıktaki görme bizim aydınlıktaki görmemiz gibidir.

Arayın bulursunuz denilir ama aramakla bulunmuyor ki.

Ne yapalım?

Arayın, O sizi bulacaktır. O  sevgiliniz sizinle olacaktır.

Belki de kendini bulmak dedikleri budur.

“Ben göklere ve yere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.”

El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.

Tanrı’nın hiçbir yere sığmam söylemesi, O’nunda bir kalbe sığınma ihtiyacı  hissetmesi ve yanında sığınılacak bir kul olmak gerçekte büyük bir hal değil midir? Dikkat ederseniz ben kulun kalbine sığınırım diyor. Kul bana denilmemiştir. Bu kuşatıcılık kulun bilmesiyle oluşan sığınak mıdır?

Sizede böyle bir kalp bulunda sizde sığının dersem çok olmaz, her halde.

Bu sığınak kalblerin varlığı âlem hayat bulur. Beklediğimiz kıyamet ötelenir durur. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin kendisinden çok kısa bir zaman sonra beklediği kıyametin anlar itibarıyla ertelenişi gibi.

 

 4994 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a: "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sormuştu. Aleyhissalâtu vesselâm bir müddet sükuttan sonra yanında duran Ezd-i Şenûe kabilesine mensup bir çocuğa bakıp:

"Bu delikanlı pir-i fâni olmadan önce Kıyametiniz kopacaktır!" buyurdular.

Hz. Enes radıyallahu anh der ki: "Çocuk o gün benim akranım idi."

Müslim, Fiten 138, (2953).

 

4990 - Müstevrid İbnu Şeddâd el-Fihrî radıyallahu anh anlatıyor:

 

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Ben Kıyamet'in kopacağı aynı saatte gönderildim. Ancak, şunun şunu geçmesi gibi ben Kıyamet saatini geçip biraz evvel geldim!" buyurdular ve orta parmağı ile şehadet parmağını gösterdiler."

 

Tirmizi, Fiten 39, (2214).

Âlemin ölmesi alim ölmesiyle tabir edilişi ardında, Tanrı’nın misafir olduğu ve bizim hayat bulduğumuz kalbin dünyayı terk edişidir. Bunu nasıl açıklarsanız açıklayın.

Öyle kalpler vardır ki içine her unsur sığarda safiyetine halel gelmemiştir. İşte bu kalp, Tanrının sığındığı kalptir. Bu kalp sahiplerini bulursanız ne mutlu size/bize.

Sen, benden Tanrı’ya sığınmadasın ama ben o sığındığın Tanrı’nın ezelde düzüp koştuğu bir suretim zaten.

Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam, benim makamım…

Tanrı’ya sığınırım diyorsun ya; o sığınmak yok mu?

Ben ta kendisiyim zaten.

Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur.

Sen, sevgilinin yanındasın da aşkbazlığı bilmiyorsun.

Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın.

Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz deli olursak zincirimiz olur!

Mesnevî-i Şerif, c.III, b3779-83

Peygamber “Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil.

Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım.

Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.

Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”

Mesnevî-i Şerif, c.I, b.2654-56

Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki Tanrı tecellisi vurduysa bile yine aynayı koynuna koy!”

Birisi, “ Tanrı güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı?

Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.

Peygamber dedi ki:

“ Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu... dünyayı güneşsiz görürsün.

Bir parmak bile, aya perde oluyor. İşte bu padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.

Bu suretle bir nokta ( gibi olan parmak), cihanı örter; bir sürçme de güneşi küsufa uğratır.

Dudağını yum, denizin dibine bak. Tanrı, denizi, insana mahkûm etmiştir.

Mesnevî-i Şerif, c.I, b.3552-58

Sen suretten kurtulmadıkça Tanrıya surete sığmaz, yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.

Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi; tamamiyle iç olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır.

Eğer körsen köre teklif yoktur.

Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.

Mesnevî-i Şerif, c.II, b.68-70

Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki?

Mesnevî-i Şerif, c.IV, b.1645-49

Bir kalp bulmak, yolunda olmak ve onu gözlemek bir güzel duygu bence.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar