Yazılmışlar 15
BU İŞİN SONU BAŞINDAN BELLİYDİ
“İlm-i Ledünden”
Kürt meselesinin sonu başından belliydi. Terörle başladılar, terörle devam
ettiler yine terörle bitecekler.
-Olmasaydı?
-Yollarını yolsuzlara uğrattılar, çukurlara mahkum oldular.
Yolsuz olmanın bedelini acı çekerek, çektirerek bitirmek olmamalıydı.
Her konuda suçlu vardır. Hakk yanında suçlu olmanın bedelini kimse telâfî
edemez. Anadolu’yu Türklere vatan yapan alperenler, ahiler, Ahmed
Yesevi kuddise sırruhu'l-âlî Efendimizin talebeleri idi. Yıllar geçti.
Komplolar, hainler elimizden almak istediler alamadılar. Burası
dervişlerin memleketidir. Dervişlerin erenlerin sahip olduğu yerlere
hainler eşkıyalar sahip olmazalar. Hala sahip olan yine onlardır.
Allah Teâlâ’nın rahmetiyle nazar ettiği bu âlemde, haksız davanın
savunucusuna adalet ile muamele eder. Zahiri batına değişmez. Bu nedenle
şeytanın yolundan gidenler mağlup olacağından tevbe istiğfarla Allah Teâlâ’ya
sığınma zamanları gelmiştir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“Sonunda başarmanın alameti, başlangıçta Allah Teâlâ’ya rücu
etmekdir.”
Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimiz buyurdu ki;
“Herkes işin sonundan korkar, biz ise başından korkarız.”
Şah Nakşibend kuddise sırruhu’l-aziz Efendimiz de
buyurdu ki;
“Biz yolumuzun sonunu evveline derc ettik”
Yolunu ateşte çizen zahirin helak olmadan
batınını düzeltte mahcup kalmayasın
Kaynak: İBN-İ ATÂULLÂH EL -İSKENDERÎ
-EL-HİKEMÜ’L ATÂİYYE (Hikmetli Nasihatler)الحكم العطائية ابن عطاء الله السكندري, İhramcızâde İsmail Hakkı
Bir dem seni unutamadım. Huzuruna da hiç varamadım. Aczimin rüzgârında
hazan yaprakları gibi oraya buraya savrulup dururken hep Seni andım.
Çok yoruldum. Bir gün kendimde güç bulursam Dost’a varabilir miyim diye,
çok ümitvârım.
Dediler:
“Dostun yanına gidilir.”
-“Git”
“Biriniz, bir dostunu sevdiğinde, bunu, ona belli etsin”. (504)
Ama, nasıl?
-Edebi erkânı vardır, hediyesiz
de olmaz .
“Hediyeleşiniz; zirâ o, sevgiyi ikiye katlar ve iç
sıkıntılarını giderir”. (426)
Duramıyorum, ziyaret edeyim, belki içim
huzurla dolar.
Çok düşündüm, ne götürebilirim diye.
Hediye, bir tanecik olmalıdır.
Biliyorum, O’na layık hediye bulmak, benim için çok zor. Noksan ve acizim.
Hediyenin bende oluşunda, bir noksan bulunmayacak mı?
Ey Dost!
Aczimi bilerek, benim için bulabileceğim
en değerli hediye ile kapına geldim.
“Mü’minin hediyesi, ölümdür”. (105)
Bundan başka bir değerli şey bulamıyorum.
Kabul eder misin?
Ey Dost!
Dilenciler gibiyim, değersiz kulunu çevirmezsin diye, düşünüyorum.
Cömertlik, Senin vasfın değil midir?
“Yarım hurma ile de olsa, sâili boş çevirme”. (595)
Değerli bulmasan da,
Cânımı kabul eder misin ?
“Hiç kimse, dostunun hediyesini reddetmesin; şâyet bulursa
karşılığını versin”. (593)
Karşılık verenlerin en hayırlısı!
Korkuyorum, fakat ümitvârım, Neden yüzünü bir kez bu tarafa çevirmiyorsun.
Küslük mü var?
“Bir kimsenin, üç günden fazla dostuna darılması helâl
olmaz”. (568)
Sende kusur olmaz.
Küslüğün nedeni, yine biz değil miyiz?
Anılmaya değersiz cânı, kabul
etmeyebilirsin.
Bizde gam yok, keder yoktur.
Sen çok büyüksün.
“Rabbimiz Allah Teâlâ kulunun peşin amelini veresiye
mükâfatlandırmaktan yücedir.” [Hikem-i Atâiyye] .
Yine Senden Sana sığınırım.
Ey Yüce dostum
İhramcızâde İsmail Hakkı
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem buyurdular ki:
Not: Renkli olan yazılar, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin
Şihâbu’l ahbâr daki hadislerinden iktibas edilmiştir.
HER YÜKSELİŞİN BİR DÜŞÜŞÜ VARDIR
Dünya hayatında saltanatın, makamın ve kudretin kaderinde bir yükseliş
ve peşinden bir düşüş vardır. Bu düşüşün kemmiyet ve keyfiyetle
alakası olmayıp Allah Teâlâ’nın emri ilâhisidir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki:
“Dünyalık olan bir şeyi yükselttiğinde, akabinde onu tekrar alçaltmak,
Allah’ın bir hakkıdır”. Şihâbu’l Ahbâr- (649)
Bu nedenle Allah Teâlâ dünyayı dostuna vefalı etmemiştir.
“Allah katında, eğer dünyanın bir sivrisinek kanadı ağırlığınca
değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi”. (866)
“Ey dünya! Evliyâma karşı acılaş, benim için onlara tatlılaşma;
yoksa, onları baştan çıkarırsın”. (875)
“Dertsiz olmak, dert olarak yeter”. Şihâbu’l Ahbâr (850)
Yaşadığımız hayatı kendimize vefalı kabul etmemiz, sabırla ve iyi niyetle
karşılamamız gerekir.
Yine Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Ben, kulumun beni düşündüğü gibiyim. Ve ben, beni zikrettiği müddetçe,
kulumla birlikteyim”. Şihâbu’l Ahbâr (871)
Allah Teâlâ ile beraber olmak ise güzel ahlak ile anlatılır.
“Kişinin keremi, dînidir; mürüvveti aklıdır; esas değeri ise,
ahlâkıdır”. (129)
En sonunda herşeyimizin nihayeti “Kişi, sevdiği ile
beraberdir”. Şihâbu’l Ahbâr (128) kelamından daha ileri gidemez.
İhramcızâde İsmail Hakkı
ÇEMEN KOKUSU VE GRİP MİKROBU
Yıllardır çocuklarımda kış ayları gelince soğuk algınlıkları ve astıma
varan nefes sorunları yaşıyorduk. Fakat tesadüf eseri kemik ve diz ağrıları
için hazırlattığımız bir karışımı çocuklarımızın göğsüne sürünce o gün
itibarıyla grip mikrobu evimizde yok olma yönünde bir seyir izleyip, çocuklar
hastalanmadılar.
Bu karışım, sızma zeytinyağına katılan yumurta akı ve çemen tozu ile
yapılan karışımdır. [Bulabilenler bu içeriğe fazladan okaliptüs kantron yağıda
katabilirler.]
Zeytin yağı ile karıştırılan karışım bir pet şişeye konur. Sabah akşam
çalkalanır. Bir hafta sonra karşım dinlenince dibe çöken çemenin üzerindeki
yağı göğse ve sırta sürebilirsiniz. Biraz kokar, fakat bütün sır bu
kokuda. Biz bunu yaparak evimize gribin girmesini önledik. Çemen
kokusunun verdiği rayiha ile mikropların nefes yollarındaki zararları yok
ediliyor. Ucuz bir karışım denemekte hiçbir zarar görmeyeceğiniz gibi
sıkıntılarınıza şifa bulabilirsiniz. Biz hala kullanıyoruz.
Denemenizi tavsiye ederiz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
ÇIKIŞ VE BİTİŞ BİR TAŞLA BAŞLAR MI?
İman, altmış küsur şubedir. Bu şubelerden birisi insanlara sıkıntı verecek
şeyleri gidermektir. Bu manada yol ortasında bulunan bir taşı kaldırmak imanın
gereğidir." [Buharî, İman, 3; Müslim, İman, 58]
Bir şey, önemsiz görünen o şey, herşeyin bir başı olduğuna
göre, sorularımız o şey için olur? Neden basit denilenler bu kadar
büyüyebilir ki?
İnsanlar hep şunu sorar, her şeyi düşündük bunu neden unuttuk?
Gemiyi batıran farenin açtığı küçük deliktir. Yıllarca emek verilmiş devasa
yapı/sistem küçücük bir hata ile geriye doğru dönüş yapıp neden yok olur?
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin “önemsemediğiniz
küçük günahlar büyük günahları doğurur” buyurması buna işaret etmez
mi?
Masa başında bir el düşünün satranç oynuyor. Oyunda kral ile asker biz
oynuyoruz, özgürüz demelerinin bir manası var mıdır. Yapılan bir yanlış hamle,
yenilemelerine sebep oluyor. Ancak Kral ben yaptım diyor, ama yaptıran eli hep
unutuyor.
Kötü olmak, kötülük içinde bulunmak ilk önceleri kolay görünür. Fakat
şeytanın “ben senden beriyim” dediği zaman muhakkak gelir. Bu
bitişin başladığını en önce gören şeytanın ferasetidir. Takdir edilmesi
gerekir. Kaçar, bu işte ben yokum diyerek seyre geçer.
Günümüzün sorunlarından örnek verelim.
Yollar, birleştiğimiz ayrıldığımız yollar. İçinde binlerce mananın
saklandığı yollar. Buna göre soralım “Yolları bozmak nedir?”
Zahirde düzgün yolları bozmanın manası hepimizce bilinir. İlm-i
hakikatte ise zahir batının görüntüsüdür. Birileri yollarını hendekle,
barikatla bozuyorsa, batını da hendek ve barikatla bozuluyor demektir.
Yolları bozmak, yapılan bütün işleri/emekleri/her şeyi bozmak demektir.
Hendekler açın fikrini verenler ve destekleyenler aslında yıllarca aldatan
senaryonun bitişinin işaret fişeğini ateşlemiştir. Her şey bitirilecektir,
fakat kim için?
Birileri düzeni hayatı değiştirmek için yıllar önce kurgulanmış komplonun
neticesini elde etmiş olduklarını bilmişler ve bitirilmesine yönelmişlerdir.
İnsanlarda “değişim” şok etkisi yaptığı bilen bir teoridir. Bir kültürün
asimile edemeyeceği anlaşılırsa onu baskı ile yok etmekte mümkün olmazsa,
yapılan çalışmalar ile önce özgürlüğün açılması sağlanır azgınlığın önü açılır.
Sefahat gelir. Bu işlerin genelinde gençler kullanılır. Gençlik
çağları heyecana müsaittir ve kaybedeceği fazla bir şeyleri yoktur. Çekilen her
tarafa hızlı meyledebilirler. Sonuçta planın bitme kararı verilince özgürlük
ters yönde ivme kazanır. Bütün hayaller birer birer söner. O zaman korku veren
terör ortaya çıkar. Kullanılanlar dayandıkları yerden itilmeye başlayınca sorun
kat kat artar. Korku verenlerin yaşadığı korku çok fazladır. Onlar korku
eğitimi almışlardır. Fakat korkutmadan aldığı zevk tersine dönmüştür. Kendi
vurmaya başlamıştır. Depresyon şekline dönen ruh hallerini düşünceleri
ile sonlandırması mümkün değildir. O hale gelir ki, yaptığı hareketleri kontrol
altına bile alamaz. Bu kişilere masa başından satrancı oynatan güç çeşitli
hilelere başvurur. İlaçlar bunlardan bir tanesidir. Korkuyu yok eden ilaçların
olumsuz yan etkisi cinselliğin tatmin olunmaz yüksek seviyelere çıkarmasıdır.
Deyim gerekirse düz duvara tırmandırır. Öyleki sokak ortasında mastürbasyon
yapacak kadar kendini kaybettirir. [Habere bak:]
Sonuçta zirveye çıkan olaylar birden durur. Zincirbozan filminde bir replik
vardır. İhtilal olmuştur. “Ne oldu da bir gecede terör durdu” denilmektedir.
[Tavsiye ederim tekrar seyredebilirsiniz.]
Herşey bir farenin açtığı küçük fikirle/delikle başladı. Ancak umutlarını
farenin peşine bağlayanlar sonunda helak olur.
Hz. Mevlâna Kuddise sırruhu'l-âlî Efendimiz mesnevisindeki izahatlarında
nefsi bir fare olarak kabul etmiştir. Eşeğin aklı çayırda olduğu gibi fare de
hep lokma peşindedir. Yolları hep toprak altındadır. Toprak ise süflî dünyadır.
Fare nefis, lokma bulmaya yarayan akl-ı meâşa [dünya] kulak verir, yarınları
düşünen akl-ı meâda [ahiret] değildir.
Nefsin fareye benzetilme vecihlerinden biri de onun hırsızlığıdır. [Kul
hakkına girmek yakmak yıkmak, ödemesi gereken borcunu ödememek] Kırk yıldır
toplanan buğday ambarda yoksa bunca yıllık gayretten hâsıl olması beklenen iç
huzur kayıpsa onu nefis çalmıştır:
“Ey Hak talibi can, önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan
sonra buğday toplamaya çalış.”
Hz. Mevlânâ hırsız fareye karşı aklı dikkatli bir kedi olarak tasvir eder.
[Bakınız: Mesnevî’de Nefis Temsilleri]
Biliyoruz ki; Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem güzel ahlakı ile
dünyayı fethedereken kuvvete erişmiş zalimlerin yerlerinde yeller esmektedir.
Bitiş nereden başladı sorumuza dönersek:
Yolları bozmak terör stratejisidir. Fakat bu zannedildiği kadar
zafere götüren ve olumlu sonuçları olan bir eylem olmadığını anlamak zor
değildir. Sonuçları ancak iş işten geçtikten sonra çıkar. Kötüye boğun eğmek
zayıf halkın refleksidir. Halk boyun eğer. İyi ve kötü aramaz. Ancak canı
yandığı zaman, boyun eğmeyi bırakır göçer gider. İsyan eder. Kime? zorla onu
tutmaya çalışana.
Yollara hendek kazılmaya başlaması ile bir işin sonuna gelindiğine işaret
edildi. Boğulmak mı kurtulmak mı? Bu kumarı oynamak dehşetli bir
durumdur.
Sıkıntı şiddetlendiği zaman açılmaya yüz tutacağını Allah Teâlâ ve
peygamberimiz haber vermiştir. “Ey sıkıntı şiddetlen açılırsın” hadisi
şerifi gelecek iyiliğin ön habercisidir.
Unutmadığımız bir ilke daha vardır. Kötülük ile bir şeyler elde edilecek
olsaydı, Allah Teâlâ, Hz. Musa aleyhisselâma “Firavuna yumuşak konuş” emrini
vermezdi. Tanrılığını iddia eden saltanat sahibi firavuna dahi yumuşak sözle
mücadele et emri bize, gerçeğin iyilik tarafında olduğunu gösteriyor.
Her şey bir şeyle başladı bir şeyle bitti. Bunlar uygarlığın can damarları
yollar idi.
Önce yollar yapıldı insanlar köylerinden çıkmaya başladı. Dünyayı gördüler.
Sonra ise yollar kapatılmaya, kenarlarına tuzaklar konulmaya başlandı. Bu da
yetmeyince hendekler açıldı. İnsanlar gitmek ve gelmekten bıktılar,
huzursuzluğa mahkum oldular.
Allah Teâlâ dinine “benim yolum” “yolu bozmayın” der.
Demek ki “Yolu bozan kendini/düzeni bozar.”
İş işten geçti.
Küçük günahlar [düşüncesiz kısır akılllılar], büyük sıkıntıları getirdi.
Ayın karanlık yüzünde kalanlar için nereye gideceğini bilememek gerçekten zor
bir haldir.
Her şey bir şeyle başladı, bir şey bitti.
Onlarda insanlığa hizmet için yere yatmış sessiz sedasız taşları sökmek.
Her sökülen taş, bir daha yerini bulmadığı gibi, hiç istemediği halde zararlı
duruma geld. Bu taşların ahireti yoktur, davası bu dünyada görülecektir. Taşın
davacı olduğu insanın iflah olamayacağı kesin gözüküyor. Çünkü taşın binlerce,
milyonlarca yıl ömrü vardır. İnsan ise yetmiş sene yaşayabiliyor.
"İçinizden her kim, çirkin bir davranış veya nahoş bir şey gördüğünde,
onu eliyle değiştirsin. Bunu eliyle değiştirmeye gücü yoksa diliyle
değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, gönlünde o şeye veya harekete buğzetsin
(tepkisini canlı tutsun). Bu sonuncu tavır, imanın en zayıf şeklidir." [Müslim, İman, 78; Ebû Davud, Salat,
232]
Allah Teâlâ’nın iyi olup yolundan gidenlere yardım edeceğine inancımız
vardır. Onun yolunu ve taşları düzenleyenler ancak imanlı kişilerdir. Her şeyin
bir taşla başlayıp yine taşla bitiyor olması, garip değil mi?
İhramcızâde İsmail Hakkı
BOŞANMAK İSTEMİYORUM
“Üç hâkimin hükmünde isabet aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün.”
Nurettin Topçu, Var Olmak,
İstanbul, 1965, s. 93.
İnsanlar evliliği güzel hayaller ve umutlar üzerine kurarlar. Neden flört
ederek, sevişerek evlenmenin arttığı bir zamanda boşanmalar çoğaldı?
Konu üzerinde düşünmek gerekirse, beklenti, güven ve geçim
şartları altında ezilen çiftler, “evliliğin sosyal
özgürlüklerini kaybettirdiği” düşüncesi ile kendilerine olan
inançlarını kaybetmelerinin bu yönde etkili olduğunu görebilmekteyiz. Evli
kardeşlerimiz sabır veya çözüm yerine kolay olan boşanmayı tercih ediyorlar.
Günümüz TV’lerinde reyting uğruna parçalanmış aile senaryolarının çok
işlenilmesi boşuna değildir. Şu an için düşünün, hayata karşı mücadele veren
birbirine destek olan bir aile dizisi var mı? Bir tane var gibi oda geçmiş
tarih adıyla anılıyor. Aslında bu dizi bile geçimli aile hayatının 20-30 sene
önce olduğunu anlatır gibi. Diğerleri ise akla hayale gelmez entrikalar dolu
iğrençlik arzeden konulu hayat dizileri ki, [bunların yasaklanması gerekiyor.] beyinlerimize
üzülme senin gibi bir aile tiplemesi var. Temasıda “Yalnız değilsin”
Boşanmak geçimsiz bir çift için en uygun olan bir durumdur. Ancak boşanma
ile hayatın kısa olduğu kadar ve hızlı bir şekilde ilerleyişine ayak uydurmakta
zorlanan bireyler, ihtiyarlık günlerine ait dayanaklarını kaybediyorlar.
Günlerimiz geçiyor, her gelen yıl bir şeyleri beraberinde götürürken,
sıkıntı veren bir yalnızlığın boğucu nefesini üzerimizde hissettiriyor. “Ne
olacak şimdi” denileyecek bir gün geldiğinde, mecburî hayatın bir akış
yönünde, dönülmez bir halde mutluyum/ mutlu muyum ile geçmişimizi bir daha ele
geçirmek mümkün olmayacak.
Yalnızlığı hayat olarak benimseyen kişiler, genellikle paylaşabileceği bir
özellikleri ile kendilerini tatmin ederken, yetersiz bir alt yapısı olanlar
için, kapalı kapılar ardında “iki göz” arayışı acı verecek bir durum gibidir.
Onlar için sevmek/sevilmek kelimesi dahi korku verir. Çünkü hayat onlar için
kumar masasında, kağıtlara mahkum olmuş, sermayesini kaybetmiş kumarbazın,
kalbine saplanan düşünceler ile korku salar.
Ne olmalı?
Sen ve ben olan hayattan çıkıp O olmalıyız.
O.
O aslında seni-beni kapsayan bir zamirdir.
O olmak.
“Onlar zamiri” dahi O’ yu karşılayamaz. Her şey O’nun içindedir.
Yaşadığımız döngüsel halleri O da korumaya alarak birçok şeyi hemen
bitirebiliriz. Hayatımız O’nun kutsallığı ile benlikten senlikten çıkabilir.
Düşüyoruz.
Ufka bakan bir hanım/erkek; yudumladığı çayında, içiyorsa sigarasının
dumanında hep O su vardır. Ulaşılacak O’su. kavuştum dediği anda O nu neden çabuk
kaybetmişti ki?
O’nun, olamadığı yerden kendine gelen O’su, yine sensiz bensiz tarafıyla
orada idi. Ancak ulaşamıyordu. Yılları geçsede umutla beklenilen ışığı da
sönemiyordu.
Sonsuzluk hayali gerçekten korkutucu olarak burada başlıyor. Bitmiyor ve
olmuyor. Ancak insan olarak çok şanslıyız.
Neden?
Öleceğiz. Bu mutluluk hepimizin tek dayanağı.
Ne mutlu bize ki öleceğiz ve hasretimizin giderildiği yerden dirileceğiz.
Gözümüz açılacak mutlu veya mutsuz olarak değil.
Gerçekten bu dünyada ölümü tatmak Allah Teâlâ’nın insanlığı verdiği en
güzel nimet. Bu nimetin kadrini mutsuzlar daha iyi bilir, derler.
Şimdi
Hayatını bir insanla paylaşabilme bahtiyarlığına erebilmek Adem ve Havva
annemizden bize miras kalan ilk eylemdir. Onların ilk paylaştıkları eylem
günahlarıydı, beraber yaptılar. Beraber ağladılar, üzüldüler.
Şimdi ise, sevabımızı paylaşmak şöyle dursun, bir günahımızı dahi
paylaşacak bir [taş] dahi bulamıyoruz, [bulsaydık şekil verirdik, bir
özelliğimizi paylaşırdık] Yoksa çok mu benciliz.
Kısa hayatımızı yalnızlığa mahkum etmek için elimizden geleni sarf
ediyoruz. Aslında hayat paylaşmak üzerine kuruludur.
İşte
Bu konuda evli çiftler birbirlerine cömert olmalıdırlar. Cömert olmak
ötekini sevmek demektir, O’nunla mutlu olmak demektir.
Bizce
Yalnızlık mutluluk verecek kadar, bir erdem değil. Allah Teâlâ bile
kullarıyla paylaştığı yalnızlığını bizler neden tercih ediyoruz?
Ey yalnız insanlar
Kaybettiğiniz veya bulamadığınız mutluluk yine bir başkasıyla paylaştığınız
bir simitin diğer yarısında. Çünkü biliyorsunuz ki aynı simitin bir parçası
sizinde içinizde duruyor. Bu bizce çok büyük bir mutluluktur. Sevdiğinizden bir
parça şimdi içinizde.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YALNIZLIĞIN YALNIZLIĞINI PAYLAŞMAK
Sorumluluğu artan bir hayatı yaşayan insanoğlu, artan kalabalığın/karmaşanın
içinde bir yalnızlığa doğru itilmesi/yönelmesi günden güne artmaktadır.
Görünen/gördüğümüz yüzlerin bir kısmı maske altında, mutlu veya hüzünlü
çizgileriyle, gerçeğini yansıtmaktan çok uzak durum göstermektedir. Öyle ki bir
ihtiyacı yok iken dahi, sohbet edebileceği bir yakın dost/arkadaş bulunmaz. Bu
durum güvensiz, huzursuz ve acının açılımı olacağına boşalımı şekline döner.
Kalpler sevgiye hasret yaratılmıştır.
Fakat insanın hırs hamuruna karışmış fıtratı ile her kavuştuğundan usanma
özelliği vardır. Neticede tatmin olmayan duyguları artınca, hayatında çaresiz
kalmış gibi bir karanlık kuyuya yuvarlanır. İlk önce yalnız geldiği dünyada,
sonra bir eş ve çocuk ile süslenmiş olarak hayatını idame edip mutlu olması
gerekirken, şartların getirdiği bir yalnızlığı hissedişinde sürekli bir
ilerleme olmaktadır. Çünkü her değişim bir an sonra olağan olmaya başlamıştır.
Sevgileri, görev, sorumluluk şeklini almış, zevk aldığı şeyleri de
mecburiyetten yapmaya başlamıştır. Bu arada ulaştığı konumun yüksekliği veya
kaybetmek korkusunu artırmaktadır. Kazandığı şeylerin elinden çıkışında sebep
ben olur muyum der gibi. Artan yükün altında kalbi gizliden gizliye daralırken,
açamadığı bir konumda sorunu bazen eşi bazen çocuğu olur. Onlara dahi durumunu
ifade edememektedir. Aslında zengin bir hayatı var gibi görünürken, neden
yalnız kalmıştır?
Kalp duygularını izah edeceği bir yakınlığı arzular ki, bu yakınlık bir
arkadaşın yakınlığına benzeyen türdendir.
Mesela Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Bu dünyadan ayrılırken
ne söylediğini hepimiz biliriz. Kelime-i Tevhid söz olarak getirmemiş, onun
yerine “Refîk-i Âlâ =Yüce Dost’a/arkadaşa” diyerek Celâl ve
Cemâl sahibi olan Allah Teâlâ’yı arkadaş/dost olarak anmıştır. Efendimiz, Rabbi
ile olan yakınlığını kulluktan çıkarmış arkadaş sevgisine ulaştırarak,
korkulardan emin, huzurla ahiret âlemine yolcuğa çıkmıştır.
İnsanlar hep bir yalnızlığın içerisinde kendini dinlendirecek huzur verecek
bir arkadaşa ihtiyaç hissetmesi yaratılış gerçeğidir. Allah Teâlâ’nın da
yaratırken bizlere bağışladığı ilâhi nisbette bu arkadaşlığın kendi
tarafından kabulüne işarettir. Tarafından cahilliğimiz tasdik edilmiş olsa da,
Zatî yalnızlığını ve yaratığı kainatı bizimle paylaşmıştır.
Paylaşılan aslında yalnızlığın paylaşımıdır. O her zaman kendi yalnızlığı
içerisinde bulunacaktır.
Buradan bizim için çıkarılacak hisse kalbimizde bir yeri bir sevgiliye
ayırmak olmalıdır ki; bunda ilâhî özellikten başka hiçbir vasıf bulunmayan
arkadaşlık olmalıdır. Bu özellikler içerisinde erlik/dişilik, hırs/şehvet,
kin/nefret, acı/hüzün…vb..” kavramlar bulunmaz. Sadece yaratıcının varlığı
hissedilir ki, bu sonsuz yerde bulunabilen bir kavramdır.
Bahsedilen hususu kazanmak çoğumuz için mümkün olmasa da bunun taklidini
yapanı beklemediğimiz bir şekilde bulmakta mümkündür. Örnekleme yapacak
olursak, bazen şu sözleri hep duyarız. “Şu insana
hayret ediyorum, [yardıma muhtaç] hayvanlarla ömür
geçiriyor”, “Şu insan evine çöp doldurup, çöpler içinde beş yıl kalmış” “Şu
dilenci milyonları varken yememiş..” “Araba yarışlarını çok seviyor, …futbol
maçlarından hiç vazgeçmiyor.” Vb….
Bu insanların aşırıya kaçan garip halleri vardır diye düşürseniz, cevabı şu
olabilir. Onlar arkadaş olarak seçtiği kişiyi cinsinden bulmayıp, meşrebine
uygun düşen halden seçmiş ve arkadaşlıklarını bu şekilde seçmişlerdir. Çöp
sevilir mi, sevmiştir. O insan bu ilişkisi sayesinde mutlu olmakta,
içindeki boşluğu doldurmaktadır.
Yine, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin bize sunduğu şu misale
bir bakalım:
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû
ve radıya'llâhu anh)' e bir gün şu suali sormuşlar:
- "Ya Ali! Allah'ı sever misin?"
- "Şüphesiz Ya Resullallah!"
- "Beni sever misin?"
- "Tabii ki Severim Yâ Rasûlu'llâh"
- "Fatıma'yı sever misin?"
- "Evet, Severim."
- "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?"
- "Severim, Yâ Rasûlu'llâh "
- " Peki, bu kadar sevgiyi bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?"
sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i
muhteremeleri Hz. Fatımatu'z Zehra (aleyhisselâm)'a açtıklarında Fatıma
Validemiz cevaben,
- " Bunun cevabı, bilinmeyecek şey değildir. Allah'ı sevmen imanından
ve aklındandır. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi sevmen, gönlündendir.
Beni sevmen nefsindendir. Hasan ve Hüseyin'i sevmen ise tabiatının
gereğidir."
Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem)'e arz ettiklerinde Efendimiz bu cevabın kendisinden olmadığını
işareten,
"Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır" buyurdular.
Kalbe ne kadar sevgi sığar?
Kalbin yukarıdaki beş misale uygun olarak binlerce sevgiyi içinde
toplayabilme özelliği vardır. İnsanların puta tapışı arkasında yatan durumda bu
kapsama dahildir. Hadis-i Kutside “Ben yerlere ve göklere
sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." buyrulmasının
işareti olarak her sevgi ve bağının insanın kalbine sığabileceğine
de işaret edilmektedir. Burada önemli olan asıl sığması istenilen sevginin ne
cepheden geleceğidir. Bir insan, bir insanı sevdi denilmesi, Allah
Teâlâ’yı kalbine sığdırdı demekten başka bir mana ifade etmez. Refik-i
ala meselesinin açılımında, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
miraçta Allah Teâlâ’nın kelamını, sevdiği arkadaşı Hz. Ebubekir radıya'llâhu
anh kimliğinden duymasıdır.
Arkadaş bulmak
Eğer siz gerçeğinize yakın arkadaşınızı bulmak istiyorsanız, kâmil
insanlardan bulmanız gerekir. Ancak bu zordur. Büyükler der ki,
Bir devlete padişah olmak bir kuru dava imiş,
Bir mürşidi kâmile bend olmak cümleden â’la imiş.
Bu beyitte devlete padişah olmak kolay, kalbinizin bağlanacağı
kişinin aranılan vasıfta bulunması zor denilmektir.
Nasıl bulunur
Bulunması Hızır aleyhisselâm gibi zor olan kâmil insana ulaşmak için
yapılması gereken, taklid seviyesinde, iç âlemimizde her zaman var olan
bağlantıyı harekete geçirecek güzel ahlak bilgisini tamamlamaktır. Bunu yalnız
başarmak çok zor olduğu için terbiyeci üstada ihtiyaç duyulur, denilir;
doğrudur. Bu güven sorunu ile alakalıdır. Bu nedenle dostunu bekleyen aşıklar
duygusuyla, ufuklara bakar gibi hasretini çekmeliyiz.
Mutlaka yardım bir kez yüzünü size gösterecektir.
Çalışmaların karşılığını ödeyen Allah Teâlâ, kulunu hiçbir zaman yalnız
bırakmamıştır. Sizin halinize, ummadığınız bir yerden, karşılık ve cevap veren
gönderecek/gösterecektir. Bu bazen bir taş, bir çiçek, bazen bir kitap, bazen
de iç dünyanızın size yönelişidir.
Bir taşa derdinizi anlatın.
Neyin namelerin iç yakıcılığını aldığı husus: Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû
ve radıya'llâhu anh Efendimizin kuyuya anlattığı sır gibi,
Şimdi asıl noktaya geldik, söz/kelam. Yaratılışın başlayışı kelamdır. “Kün”
[ol]
Kendinizi kalbî/ lisanî bir şekilde anlatın. Ama bir şeye anlatın.
Paylaştığınız ve ortak ettiğiniz şey, sizinle derdinizden haberdar olmuştur.
Bir çiçeğe o gün yaşadığınız hali anlatın o sizi karşılıksız dinleyecektir.
Ancak dinlemedeki fark o sizden aldığı bilgiyi Allah Teâlâ’ya ulaştıracak
olmasıdır. Çünkü çiçekten Hakk’a yol açılmıştır.
Paylaşılanla ve sözde bir yere varış vardır.
Allah Teâlâ yalnızlığında olduğu halde, insanı yaratarak bizimle kendini
paylaştığını ve unutmamamızın işareti olarak “Sizin duanız olmasaydı,
Rabbim size değer verir miydi?...” [Furkan, 77] emri vardır. Dua
etmenin bir yönü de, benliğimizi Allah Teâlâ ile paylaşmamız gerektiğinin
haberinin verilmesidir.
Sonuçta yaratılanlarla paylaştığımız noktalar, Hakk’a kulluk ve dualar,
nefsinizi yalnızlaştırmaktan çıkaracak, varlığımız birlik ile haz almaya
başlayacaktır.
Her şey birinde, biri her şeyde olan, bir hayat yaşadığımıza göre, bizi
bizle bir yapacak birini bulmak zor değildir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
KORSANINDAN KİM RAHATSIZ OLUR?
Sorulursa, cevap hak-hukuk meselesi:
İntihal kaygısı ile engel olmak.
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Hocamızın bir hatırasını
nakledelim.
Bkz: SÜHEYL ÜNVER HOCA’DAN NOTLAR (Menâkıbı Süheyl Bey)
Bu hırsızlığı yapan Prof. Louis Massignon
kendi açısından bir hata işlemiştir. Ancak Süheyl Hocamız için bir değer olmuş,
o kişiyi bize tanıtmıştır.
Burada değinmek istediğimiz nokta şudur. Bilgi kariyerli biri
tarafından çalınbilir, önemli olan insanlığa mal edilmesidir.
Ölümlü değil miyiz?
Kul bilmez ise halik bilir, demezmiyiz?
Paylaşacağımız değerli bir şeylerimizin olması bize mutluluk vermelidir.
Bu nedenle hepimiz insanlık için bir şeyler yapabilmenin gayreti içinde
olmalıyız.
VESVESENİN BİLGİ VE ENANİYETLE ALAKASI
Vesvese: şüphe, tereddüt, kuruntu, vehim, aslı olmayan ihtimaller.
Vesvesenin artışa neden olan hususlarla ilgili olarak insanın bilgi artımı
yanında elde ettiği kemalin zayıflığından çıkan çatlaklar üzerinde durmaya
çalışacağız.
Bir kişi ahlakî açıdan kendinde kemal derece oluşturamamışsa, bilgi
düzeyinde kazandığı/artırdığı bilginin kaprisi/egosu, onu bir yâra ötelemeye
başlarken yanında bulundurduğu diğer değerlerini de kaybetmemek için, sürekli
kendini yalnızlığa iterek savunmasız bırakır. [intihar vakalarının çıktığı
nokta]
Yalnızlık ileri dereceye ulaşınca, oluşturduğu dünyasında, hareketlerinde,
korkunun verdiği tedirginlik ve kaybetme ile olan üzüntü karşısında, son
veremeyeceği hafakanlar rahatsız etmeye başlar. Şeytan, uzmanlaşıp meleklere
üstad olduğu halde, kapıldığı itibarsızlık korkusu ve yaptığı önermeler, onu
vesvese girdabına düşürmüş, ikincil olmayı kabullenmekte zorlanmıştır. Eğer
kendi açısından kolay olan bir hareketi secde ile neticelendirse idi, bugünkü
ortamların oluşmasına da engel olurdu. [Takdiri Hudâ, yardım gelmemiştir] Bu
durum için takdir veya kader denilse de olayın gizemli tarafında vesevese
protokolleri oluşmuş ve yönlendirme ile yeni bir hayat başlamış, devamında
çokça bulunması gereken etkenlerden biri olmuştur.
Vesvese rüzgârlarına kapılmadığını iddia eden kişi yalan söylüyor
denilebilir. Bu halden korunmak, Kurân-ı Kerim’in son iki süresinde emir olarak
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize verilmişse, ümmeti
merhumenin de bu olgudan azâde olması düşünülemez.
Vesvesenin, bilginin varlığında bir payı oluşu ve âlim sıfatına haiz
olanlarda daha fazla olması yanında ilimleri sayesinde bunu atlattıklarını
bilmeniz gerekir. Bilgi bazen vesvesenin kendisidir denilecek görünüm
arzedebilir. Eğer bilgide bir karşılık bulunmasaydı, vesvese de kendini
palazlandıramazdı.
Vesvesenin etkisinden kurtuluş diye bir husus yoktur. Vesvese herkeste
vardır. Tekrarlanır. Dindar veya dinsiz, zengin veya fakir ayrımı ile bu konu
geçiştirilemez. Belki zayıflık gösteren hususlara sahip olanlar daha az
vesveseye sebep olurken, artı değerlerin vesveseyi çeken durumları vardır.
[Zayıfın kaybedeceği sayı olarak azdır.]
Bilginin vesveseyi nasıl artırdığına bir örnek verelim.
Adamın biri hocaya gider, kendisine bir korku muskası yaptırır. Hoca
ona “bunu ağaç altına gömeceksin fakat, kara tavuk aklına gelmeyecek” der.
Adam bir türlü karatavuk aklına gelmeden gömme işini başaramaz. Döner hocaya
gelir, der ki: “kara tavuk aklıma gelmeyecekti neden söyledin” Burada
ki durum, yapılacak ritüelin kolay olarak elde edilememesi veya olmaması
gerektiği yönünde bir meyil ile kolay işi zora çevirmektir. [Yapılması
istenilmemektedir.] Bazı dinsizler bu düşünceden çıkarak derler ki,
Allah Teâlâ haramları belirlemeseydi, biz daha rahat olmaz mı idik. Haramlar
bizim tarafımızdan tesbit edilseydi, sorumluk bizde bize kalır daha mutlu
olurduk. Sınırlanmak bizi yoruyor, huzursuz oluyoruz.
Bilginin artışı, vesveseyi panikleterek insanı huzursuz edişi bu
yöndedir. Tecrübeli kişilerin veya kemâl ehlinin kat ettiği yüksek
mertebeler ile kazandığı birçok meziyet aslında vesvese karşısında kazandığı
kuvvet iledir. Vesvese onu sürekli yıpratırken onlar bir adım ötesine
doğru düşerek/düşünerek kendini koruma altına almıştır. Neden niçin nasıl demek
ile bulduğu karşılıkları yine kendi varlığının “yokluk/hiçlik” ile
sonlandırarak, vesveseyi oluştuğu yerde boğmuş bir ileri seviyeye
geçmiştir. Sonuçta vesvese anında, kendi içerisinde çözülmelidir.
Düşünceden fiile geçmeyen her hususta insanlar sorumlu tutulmadığına göre
kendini sorumlu tutarak vicdan azabı yapmanın durumu ise, güven merkezli inanç
şablonunu/elbisesini kendimize uyduramadığımızdan veya öğretilmediğimizden
midir? Bir çocuk eğer sade sevgi ile yetiştirilirse veya tersi şiddet ile
kimlik yapısında noksanlık oluşmasına benzer bir noksanlık hayat boyu geri
dönülmez hasar oluşturmaktadır. Korku ve ümit arasında olmanın sözde anlatımı
kolaydır. Fakat zamanımızda, tedavi edici düzeyde bir fiiliyat
oluşturulamamaktadır.
Mesela: tevbe mevzusunda sürekli yapılan hatalarımız vardır. Tevbe etmenin
çıkmaz sokağa çıkışı, birde pişmanlık ezginliği. Günahkar olmuş ve karşılığında
had gereken hususta bedelini ödemiş birisinin, geri dönüşümünde engelleri
kaldırmamakta ısrarcı olan bir ahlak yapısı günümüzde hala bulunmaktadır.
Düşüncemizde temel esas şu değil midir?
Allah Teâlâ büyüktür, kul ise adı anılmayacak kadar küçüktür.
Namaz kılmayan biri, bir zaman sonra tevbe ediyor, ve namaza başlıyor.
Etrafındakiler, “kaza namazlarını kılıyor musun” “onlardan da hesap
vereceksin”, diyorlar. Namaza yeni başlamış bu kişiyi bir
vesvese alıyor, ne yapmalı, geride kalanları nasıl halletmeli?. Aslında
tevbe eden birinin kazası diye bir şey yoktur. [Namaz kazası, kıyas hükümleri
ile çıkarılmış hüküm] Yeter ki ölüm yaklaşmadan bir şekilde Allah
Teâlâ’yı kalben kabullenip tevbeye kavuşmuş olmaktır. Bu fırsatı
bulmanın/ihsanın karşısında, Allah Teâlâ büyüklüğünü nasıl göstermesi beklenir
ki?
Affedici olarak bulmak değil mi?
[Allah Teâlâ, kul hakları hususunda, iki kulun arasına girmez.
Bir alışverişleri varsa kendilerinin çözmesini esas kılmıştır. Kıyamette mağdur
olan kuluna dilerse yardım eder, dilerse etmez.]
Bu vesvese paniğine düşmüş kişiye yapılan kötülükler, bilgisi fazla olan
kişilerin baskıcı talepleridir. Dün geldi, bizim seviyemize kavuştu,
olmaz/olamaz. Bunun sebebi yetişmeye bağlıdır. Etrafınıza bakarsanız şunu da
çok iyi müşahede edersiniz. Baskı ile çocuklarına din eğitimi veren kesim,
genellikle bilgi ve kültür seviyesi alt tabakadır. Seviye arttıkça bu durumda
bir azalma kendiliğinden oluşur. Çünkü Allah Teâlâ’yı tanıyan bilgi
arttıkça ve ona yaklaştıkça bu baskı ister istemez azalır. Azalma sebebi
vesvese artışındaki durulma ile de alakalıdır. Vesvese azalması ile korkuda
düşme başlar. Daha yumuşak ve mutedil düşünceler artar. Yerleşim yerlerindeki,
varoşlardan ve dışarı semtlerden içeri doğru bir yumuşama görülmesi bu seviye
ile alakalıdır. Ancak zamanla dıştan içe doğru azalmadaki bu değişimdeki bir
başka sorun hissin artışına sebep olur. Bu ise insanın sonsuz isteklerindeki
kavuşma arzusunun kilitlenme noktasıdır. Beklentilerin bitiği yer, içler
olurken, dış tarafta kalanların ulaşması gereken birçok meseleleri vardır.
İçeride oluşan tatminsizliğin kaosu ise içte çürüme yıkım olarak geri döner.
Dışın baskısı ve azmiyle, zenginleşmeye başlayan dış kültür iç tarafı yıkmaya
içi dışa çevirmeye başlar. Devran dönüşür, insanların ikileme dönen dünyevi
hayatları düzeltmekten çıkıp yıkılmaya başlar.
Sözün buraya ötelenişindeki hadise vesvesenin temelindeki atılan harcın
kalitesindeki karışımdır. İnsanın unutkan oluşu bir kaide olsa da, bu kastî olarak
görmemezlikle alakalıdır. Hangi birimiz, en iyi ve en kötü hatıraları silmekte
başarılı olabildik ki. Kısır döngü içerisinde tekrarladığımız binlerce hadise
arada bir filizlenip tekrar ağaç olmak için yarışıyor.
Çözüm için ne yapmalıyız.
Vesveseyi yenemeyen birçok insanın kurtuluş için iki çaresi oluşur. Ya
ilaca mahkum olacak, ya da karşısına onun bildiği/bilmediğini bilen bir kâmil
insana kavuşacaktır. Eğer bu buluşma [her iki yönden biri
olarak] gerçekleşmez ise vesvese insanı yıkıp bitirecek veya
huzursuz ederek ölüme yönelecektir. Eğer ilk vahiy gelişinde Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem, sevgili hanımı Hz. Hatice radıya'llâhu anh annemiz
olmasa idi, vehmin girdabında yaralanıp uzun bir süre kalacağı kesin
gibiydi. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme doğru ve hakikat olan
bir bilgi geldiği halde kendini ancak dışarıdan gelen bir destek ile kısa
zamanda kurtarabilmiştir. Bu bir kaçınılmaz olgudur. Bunun izahı, insan ne
kadar bilgili olursa olsun, enaniyete düşmemeli ve nefsine kadem basıp içini
ufalayan, kendini rahatsız eden husus hakkında bir dosta dayanıp çare
aramalıdır.
Dost bulmak meselesi
Burada asıl olan sıkıntımızı hiçbir zaman kendi cinsimiz ile tam
çözemeyişimizdir. Bir erkeğin, [Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
Efendimiz dahi muhtaç olduğu husus] gibi iyi bir eş bulursa, dost bulma işinde
büyük mesafe almış demektir. Kadın ise bu konuda aynı şansa sahiptir. Fakat
günümüz itibarıyla uyumlu eşe sahip olmayan kadınlar sayısı artmaktadır.
O zaman kadınlarımız için en akılcı çözümü kendilerini yetiştirmeleri
ve kültür seviyelerini artırmalarıdır. Bu yetersiz kalırsa, his
dünyasının verilerine tabi olup, bir mürşid-i dânâ’ya kavuşmasıdır ki, burada
şansın rolü çok büyüktür.
Tanınmış ruh hekimlerinden Prof. Dr. Ayhan Songar’ın bir tespitini burada
hatırlayalım.
[Bir mezuniyet gününde öğrencilerine
yaptığı bir sohbette şunları söylüyor:
“Birbirine gerçek dost iki kadın gördünüz mü?
Ben görmedim. Her kadın bütün diğer kadınları kendine rakip görür ve
(bilerek veya bilmeyerek) hepsinden nefret eder.
Bu, kadınlığın tabiatında vardır.
Erkeklerde ise, bu rekabet hissi, daha çok meslektaşlar çevresine inhisar
etmektedir. Daima kendi yapamadığımızı yapana hasetle bakar, ondan nefret eder,
onu küçültmek isteriz.”] [1]
“ Bir kadın kadınlardan çektiğini erkeklerden hiçbir zaman çekmemiştir”
[Pakize Suda [2] kadınlar yani hemcinsleri üzerine yaptığı tespitlerde
şunları söyler:
“Bütün kadınlar birbirlerini rakip olarak görürler.
Birbirlerini kıskanmaları için aynı meslekten olmalarıyla da menfaatlerinin
çatışması falan şart değildir.
Ortalıkta kendilerinden başka kadınların da dolaşıyor olması, kıskanmaları
için yeterli bir sebeptir.
Yolu kadınların görev yaptığı bir yere, örneğin bir banka şubesine düşen
bir kadın, gördüğü muameleden bunu şıp diye anlayabilir.”
“Bütün kadınların mutlaka koşulacak şartları vardır. “Seninle evlenirim
ama…”, “dediğini yaparım ama…” [3]
Sonuç olarak; vesvese konusu düşünceyi, fiiliyatı her şeyi
etkileyerek hayatımızı sürekli değiştiren özelliği ile bir doping malzemesi
olduğu gibi yıkım sebebi de olabilmektedir.
Tavsiyemiz içinizi meşgul eden hususları uygun kişilerle paylaşmak kendiniz
için bir zaman kaybını önlemektir. Eğer bu konuda geç kalıp çözümünü kendimiz
bulmaya çalıştığımız müddetçe çok başarılı olacağımız kesin görünmüyor.
Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’de bu mevzuya dikkat çeker.
“Mü'minlerin, şehirlerini, yurtlarını tamamen terk etmeleri, düzenlerini
bozup dağılmaları, topyekün savaşa gitmeleri doğru değildir. Ülkelerinde devam
ettirdikleri eğitimin yanında, mü'minlerin her kesiminden bir grup, dinde,
ilimde ve teknikte, geniş ve derin bilgi elde etmek, anlayışlarını geliştirmek,
kendi toplumlarına döndüklerinde, onları bilgilendirmek, uyarmak niyetiyle ilim
tahsil etmek ve ilmî toplantılara katılmak için yeryüzündeki gelişmiş ilim
merkezlerine gitmelidirler. Umulur ki, uyanık ve dikkatli davranarak
kendilerini koruma imkânı kazanırlar.” (Tevbe,122- Ahmet Tekin Meali)
Ey Allah Teâlâ’m yalnız kalan kullarına acımanı onlara bilmedikleri yerden
yardımlar göndermeni niyaz ederiz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
--------------
[1] ÇOŞKUN, Ahmet, Sohbetler, Hatıralar,
İst, 1982, s. 61
[2] Pakize Suda (d. 1952 İzmir), Türk köşe yazarıdır.
[3] [Kadın, bir erkekle evlilik yaptığı
zaman bazı meşru şartlar koşabilir. Eğer bu şartları koca kabul ederek
evlenmişse, bunlara riayet etmek zorundadır. Bazı erkekler “Bunu şimdi
kabul edeyim, sonra benim dediğim olur” düşüncesi ile daha önceden
kabul ettikleri şartları hiçe saymak istemişlerdir. Hz. Ömer radiyallâhü anh
devrinde bir kadın, evlenirken evinden çıkmama şartını erkeğe koşar. O da bunu
kabul ederek evlenir. Sonra bu şartı ihlal etmek isteyince Hz. Ömer “Şart
kadının hakkıdır” diyerek kadının haklı olduğunu belirtir.” ] (SAVAŞ,
1996), s.136 Havva’nın Kızları-İhramcizade
VESVESE RAHMETTİR
Birçok kişinin rahatsız olduğu vesvese birçok yerde insan için rahmettir…
Bir örnek vererek açıklayalım.
Bir arkadaşım şunu dile getirmişti. “Ben nafile ve sünnet namazlar
kılarken rek’at sayısını şaşırmazken, neden farz olanlarda bu hal daha çok
zuhur ediyor.”
Ehli keşfden bir zâta bu konuyu açınca açıklaması şu şekilde olmuştu.
Farz namazlar eda edilirken gaflet halinin zuhur edişi Allah Teâlâ’nın
rahmetidir. Kulunun eksik olan farzı tam olsun diye, eksik kalacak kısmına
bedel olarak, rek’at sayısını unutturur. O zaman kulda eksik üzere hükmeder,
bir rekat ve sehv secdesi yaparak namazını tamamlar. Bilinen bir husus namazda
aslolan secde hali olduğu için hatalar sehiv secdesi ile ikmal olmaktadır.
Bazen secde-i sehvin tamamlayamadığı yerler zuhur edince, Allah
Teâlâ o kul üzerinde bir anlık unutkanlık ile kaçıncı rekat olduğunu
unutturmuştur. Burada önemli olan unutan kişinin rekat sayısını az ile takdir
etmesidir.
Allah Teâlâ nafile ibadetler ile ikmal olan farzları olan kuluna, nafile
ibadet etmemiş duruma düşmesini engellenmek istemiştir. Bu şekilde nafileler de
bakî kalıp vücut bulması için vesvese yolu rahmet kapısından zuhur etmiştir.
Kul zannı ile bu vesveseyi şeytandan zanneder. Hakikatte bu vesvese şeytandan
olmayıp, Allah Teâlâ katından melekler vasıtası ile olmuştur. [Aşağıda
linklerini bıraktığım yerde nafile ibadetlerin farzları ikmal durumlarına
bakarsınız.]
Yine burada şu hususu da hatırlatalım, namaza duran bir kişi kıldığı
namazım ve diğer ibadetlerim kabul olmuyor diye düşünmesi en büyük
günahtır. Allah Teâlâ karşısında insan, kulluğunu,
ibadetini ve varlığının durumunu sürekli hatırlaması gerekir. Çünkü yok
hükmündedir.
Günümüzde, namaz ve diğer ibadetler hususunda riya kavramı da kalmamıştır.
İnsandan istenilen, varlık ve benliğe düşmeden kulluğa yönelmesidir. Bunun
dışında fazla istenilen bir husus yoktur.
Hulasa: Allah Teâlâ büyüklüğünün işareti olarak kulunun noksan halini kabul
buyurması celâl ve ikramının şanındandır.
Kuluna rahmet eden bir rabbi ve şefkatli bir peygamberi olduktan sonra,
hayatı yaşamaktan zevk almamak ne acayip durumdur.
Kulunun en zayıf halini de kabul eden Rabbimiz hakkında kötü zanna
düşmekten yine zatına sığınırız.
Allah Teâlâ’m, biz aciz kullarını af buyurmanı niyaz ediyoruz.
Âmin.
İhramcızâde İsmail Hakkı
AÇIK SÖZLÜ-TANRI SÖZLÜ MÜ
“Açık sözlülükle konuştum beni
affedin” diyor. Çünkü bağışlanması gereken bir suç taşır açık sözlülük.[Dostun
kaleminden]
Bizin içine sen-ben sığıyorsa afv aranmaz. Tedaviye muhtaç olan “biz”in
bazı kereler, cerraha gidip neşter yemesiyle açılan kof halinin ortaya
çıkmasında özür söyleyene faydalı olur. Ancak, hakikatler dostların
sayısını çoğaltacağına, gün gün azaltması değil mi, garip başlayan din dahi
garip olarak setrolacaktır.
Gören açık söz söyler, dayandığı bir yer vardır. Kör de açık söyler,
görmediği varları zandır. Hangisi haklıdır da, gören değil bilen
özür dilemiştir. Derler ki, cahilliğin özrü arkadaşlığı bitirir. Bilmekle
öldürülen çocuğun hesabını Hızır vermez, fakat arkadaşına ayrılık
görünmüştür. Hakikat dostluğunda seyrin bin meselesi olsa üçten öteye giden
sabrı peygamberde bulmak dahi yoktur. Büyükler demiş ki, herşey üçün içinde
tekrar tekrar anlatılır. Ancak hangi açık sözlü biri gelip bunları
anlatacak, hangi tahammüllü kalp bulunacak ki onu dinlesin.
Meryem Hakkın sırlarını bulmak için Beyt-i Makdisi halvet edindi. Açık
sözlü olduğunda yakasından düşen ruha kendisi de iman etmekte gaip görünmüştür.
İsa kavim peygamberi değildir derler. Neden havariler arasında adı Meryem adı
geçmez? Sayı onüç değil de onikidir. Meryem içinde yoktur. Değil mi ki,
Hristiyanlar Meryem’i çok sonra andılar. Müslümanlar, kadından peygamber
gelmez, gelse idi Meryem’de onlardan olurdu, dediler, O na ayrı bir hususiyet
verdiler. Açık sözlü peygamber, açık sözlü Meryem, fakat onlar birbirine
bağlanmış kelimelerdir.
Her açık sözlü ceremesini çektiği haklılığın suçundan dolayı
yaralıdır. Bu yara söyleyende ve dinleyende de dert olur. Tanrı açık sözlü
değil mi ki ithamdan, peygamber açık sözlü değil mi yurdun atılmaktan
kurtulamadı.
Musa “Ya Rabb´i insanların dilini benden uzak tut” diye
dua etti. Tanrı, “ben onların dilini katımdan bile uzak tutmadım” buyurdu.
Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini,
cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.
Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor
demektesin.
Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan
var, seninledir!
Mesnevî-i Şerif, III/2966-69
Açık sözlü Tanrı da olsa, ithamdan uzak
kalamaz. Çünkü zıddı yoktur. Kendini hesaba kadar saklı tutar.
Varlık âleminde Hakk nurunun zıddı yoktur
ki açıkça görünebilsin.
Mesnevî-i Şerif, I/1134
Açık sözlülük, tanrı işidir. Öyle anlar vardır ki, bazı sevaplar
bir yerde günah olurken, suçlu olmak pahasına açık sözlü olmak “yardım
etmek”tir. Bu da “Tanrıya yardım edin” hitabına uygun düşer.
Saff, 14
Onlar (açık sözlüler), geleceği görenler. Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) buyurdu ki;
“Kıyamet gününde tanıdık olmayan bir
adam, kulun yakasına yapışacak. Kul,
“Benden ne istiyorsun?” diyecek. O şöyle diyecek:
“Dünyada beni hatalı ve çirkin işler yaparken görürdün, ama
alıkoymazdın.”
[Rezin]
Açık sözlülük dosta kuvvet, gayrısına eziyet olur.
Mesnevî-i Şerif, I/ 3241-42
İhramcızâde İsmail Hakkı
HAYRIN HAYIRSIZLIĞINDA İNSAN NE YAPAR?
Hayırlı insanı, hayrın ve şerrin dengesini zamana, hayata ve insana göre
bilmesiyle bilmeliyiz. İnsan vardır, kabiliyeti el sanatıdır, bu kişiyi alıp
tarlada ekim yapmaya yönlendirmek, derviş olmaya müsait olmayanı tekkeye
hapsetmek vb. minval üzere nasihat eylemekle gelecekleri bir şekilde
mahvedilmişlerin bitmiş ve tükenmiş hayal mahsulüne düşmüş hayatlarının şerrini
/hayrını kâmiliyle bilmek yerine, hakikate muvafık olanı bilerek tavsiye
eylemek yerine uzak olan üzüntüyü yakına getirmek ile hayatı perişan
etmekteyiz.
Şöyle ki, âlemin itibar ettiği şahıs olmak ile kazanılan itibarın
kuvvetiyle doğru yolu tavsiye edecek insan olmak ile gerçeğin nerde olduğunu
bilen arasındaki farkı bilmenin ne olduğunu tam kestiremeyiz. Bu meselenin
temelinde gerçeği bulmuş insanın verdiği nasihatin havaya uçan nasihatlerinin
bitmiş tükenmiş olması ve değersizleşmesinde kime nasıl ifade edebiliriz.
Her şeyiyle donanımlı olduğu bir mevkide bir dönem ara vermiş bir insanın
tekrar dizayn edilmesi için yönlendirmeyi sağlayacak hayırlı insan olmak ve
hayrın bulunduğu yeri bilmek ile hayırsız olmaya düşme durumundaki kararı iki
insanın hangisi tayin edecektir. Nasihat eden mi, edilen mi?
Gerçekleri ile geleceği bilmek ve beklemek farkı ayıran hükümde öne
alınması ve bilinmesi gereken nedir?
Olmak ile olmamanın arasındaki mükemmelliği tarif edeceğimiz şeyin açık bir
sahifesi yoktur. Fakat hayatın derdinde ihtiyarlayanı bulduğumuzda ve gerçek
ile karşılaşmayı hayal etmekte eylemsel faktörleri daha ilerideki olabilecek
güzelliği görmeye yarayacak hale getirmeliyiz.
Kaderi bilmek ile görmekle değişmeyen faktörlerin önüne geçmek için nefse
boyun eğmek ise çok zordur. Sonuçta insan bütünüyle bittiği ve tükendiği yer
gelene kadar uyanış bulması ise bazen çok mümkün görünmemektedir.
İnsan, hayatını yönlendireyim derken, hayatının kendini yönlendirmesine
izin verirse çok zaman hüsran oluşa doğru gidiş işaretleri başlamasına neden
olur. Geçici olan güzellikler ile oyalanması, gerçek olanın vaktinde tahammülü
mümkün olmayanı başa düşerürken, görülecek eziyet muallaklaşmış değerlerden
çokta karlı görünmeyecektir. Engel olmamız gerektiği zamanda engel
olmadığımız hayat şekli bizi değersizleştirilmiş bir şekle dönüşütürüşünde,
incinmeye başladığımız durumlar bizi yıkmadan gerçek hayırlı kişileri tanıma
şansına kavuşmak başka bir meziyettir, denilebilir.
Değersizleşen ve zamanın acımasız vurgunlarında meziyetlerimizi feda
etmemize yarayacak insaflı hayırlı insanları bulmak demek, bizi gerçeğimize
yakınlaştıran kişileri bulmak demektir. Bu insanlar ile ele geçirdiğimiz
hakikatlerin kıymeti uzun vadede çıkar. Bu hayırlı insanlar aklı kendine
hizmetçi kılmış güngörmüş olması ile kazandığı hayır katmanlarını bulmak bir
bahtiyarlıktır. Ancak bulmanın değerler itibarını kazanca dönüşmesi için aklı
hisse mahkum etmemek gerekir.
Hayatın karmaşıklığını sabır ile tedavi etmek var gibi takdir edilse de
nefsi boyunduruk altına almak ve ittiba kılıcı bir kâmil dönüşümü sağlamak
göründüğü kadar kolay değildir. Sonuçta gelenler giderler, arkasına bakılacak
kadar toz duman bırakan gidenlerin seyrine bakmak ise üzülünecek veya
sevinilecek bir şey midir?
Hayrın kararını kim verecektir?
Hayrın hayırsızlaştığı yerdeki hayırlı insanın var olduğunu
söylediğimizde, o kimdir?
Onlar var mı yok mu olması sizinle beraber olur bilirseniz, bilmezseniz
hala belli değildir.
Bildim değin her şey ise bir sonrasında hiç bilmediğindir. Öyle ise bilmenin
ve bilmemenin bir faydası olmadığına göre, bu kadar
söylediklerimizin de bir manası kalmamıştır.
Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna, insanın çalıştığından başka kazancı
yoktur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TANRI’NIN SIĞINDIĞI KALP OLMAK
Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail
olmuşlardır ki,
ne akla, hayale gelir, ne de söze sığar.
Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen,
tükenmesine imkan bulunmayan ikram ve ihsandır.
Mesnevî-i Şerif, c.V, b.1195-96
Bilmek ve bu bildiğimi benli kılmak ile oluşan zevk bende çok değildir. Son
günün modası da olan twitter da, bildiğini “an”da biriyle paylaşırken
bulduğumuz ışığın hangi aynada parladığını görmek ve geri dönüşünü biraz bekler
gibiyizdir. Eskiden kitap yazanların çektiği sıkıntı belki de gelebilecek
aksin, geniş ve uzun zamana yayılması idi.
Beklemek, bildiğini bilmiş birini bile beklemek. Artı anlayanı bulmak ve
sabretmek.
Tanrı dahi bütün isimlerini saydırırken en sona Sabur ismini ilave edişi,
aslında zâtının bu esmânın zorluluğunu ifade etmek ister gibidir. “Bende
sabrı biraz kendimden uzak tutmak istiyorum” veya “başka
çaresi yok mecburen sabrın zirvesi bende bulunacaktır” demek mi
istemiştir. Bütün isimlerin sonu.
Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Bulunduğunuz mecliste konuştuğunuzu anlamayan birine ne
kadar tahammül edebilirsiniz ki. Ancak insansızda olmuyor. Bir vakit
dini sohbet programı yapan bir kişiye şunu tavsiye etmiştim. “Hocam
boşluğa konuşurken enerjiniz tükeniyor, bir iki kişi karşınıza alsanınızda bir
canlılık olsun” demiştim. Tabii ki yapıldı. Fakat bu seferde
dinleyenlerin anlamadığı bir şeye bakan göz mimikleri daha acayip bir
manzaradaydı. ….. Sonunda o kişi amatörlükten profesyonelliğe geçince biraz
durum telafi edilmiş oldu. Bu seferde seyredenler açısından karşılığı
bulunmayan kelime guruplarının getirisi, hiç olmazsa sohbet dinledim-sevap
kazandım tesellisiyle neticelendi..
Tanrı, alimleri niçin sever?
Tanrı katından hangi şekilde bir kitap veya bilgi inerse insin, bunu
anlayacak ve anlatacak biri olmaz ise bir manası olur mu?
Olmaz. Bunu izah için Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu
ki;
“Tanrı, câhil birini dost edinirse ona
öğretir.”
[Keşfü’l Hafâ, II, 2185]
Cahil denilince ilim tahsili yapmamış kişi demek değildir. Eğer her ilim
sahibi cehlini okumakla da izale etmiş olsaydı, “kitap yüklü eşekler” tabirini
Tanrı kullanmazdı. Cahil bilmeyen değil, sizi anlamayandır. Bu cehalet
seviyeside kişiden kişiye değişir.
Bir kişi düşünün, aynı anda baktığınız objedeki imayı size tarif ederken,
görmediğinizi görmesine hayran olur kalırsınız. İşte Tanrı, bazı kullarına
hayran kalır.
Anlayışına bakışına.
O, fark başka bir şeydir.
O, bulunmaz nimettir.
O, bir su katresinde dünyaya bakarken, belki de siz karnınızın gurultusu
ile ancak ihtiyaçlar listesini temin etmeye gayretinde olabilirsiniz.
Tanrı’nın dostları onu anlayanlardır.
O da onları anlar.
Her an onlara bir tecellisi var olsa da bekler, bir kul gibi. Acaba kulum
bunda hangi hikmeti açığa çıkaracak diye.
Bizim buradan sözü getireceğimiz konu eğer kendinize bir dua edecekseniz
karşınıza size tefekkür etmeyi, bulanmış zihninizde karanlığı görecek gözleri
açtırmaya sebep olacak biri çıkartsın olsun.
Arayın bulursunuz denilir ama aramakla bulunmuyor ki.
Ne yapalım?
Arayın, O sizi bulacaktır. O sevgiliniz sizinle olacaktır.
Belki de kendini bulmak dedikleri budur.
“Ben göklere ve yere sığmam, fakat inanan
kulumun kalbine sığarım.”
El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.
Tanrı’nın hiçbir yere sığmam söylemesi, O’nunda bir kalbe sığınma
ihtiyacı hissetmesi ve yanında sığınılacak bir kul olmak gerçekte
büyük bir hal değil midir? Dikkat ederseniz ben kulun kalbine sığınırım diyor.
Kul bana denilmemiştir. Bu kuşatıcılık kulun bilmesiyle oluşan sığınak mıdır?
Sizede böyle bir kalp bulunda sizde sığının dersem çok olmaz, her halde.
Bu sığınak kalblerin varlığı âlem hayat bulur. Beklediğimiz kıyamet
ötelenir durur. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin kendisinden çok
kısa bir zaman sonra beklediği kıyametin anlar itibarıyla ertelenişi gibi.
"Bu delikanlı pir-i fâni olmadan önce Kıyametiniz
kopacaktır!" buyurdular.
Hz. Enes radıyallahu anh der ki:
"Çocuk o gün benim akranım idi."
4990 - Müstevrid İbnu Şeddâd el-Fihrî
radıyallahu anh anlatıyor:
Âlemin ölmesi alim ölmesiyle tabir edilişi ardında, Tanrı’nın misafir
olduğu ve bizim hayat bulduğumuz kalbin dünyayı terk edişidir. Bunu nasıl
açıklarsanız açıklayın.
Öyle kalpler vardır ki içine her unsur sığarda safiyetine halel
gelmemiştir. İşte bu kalp, Tanrının sığındığı kalptir. Bu kalp sahiplerini
bulursanız ne mutlu size/bize.
Seni defalarca kurtaran o sığındığın
makam, benim makamım…
Tanrı’ya sığınırım diyorsun ya; o
sığınmak yok mu?
Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur.
Sen, sevgilinin yanındasın da aşkbazlığı
bilmiyorsun.
Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını
takmaktasın.
Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz
deli olursak zincirimiz olur!
Mesnevî-i Şerif, c.III, b3779-83
Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin
kalbine sığarım.
Beni ararsan inanan gönüllerde ara
buyurdu” dedi.
Mesnevî-i Şerif, c.I, b.2654-56
Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki Tanrı
tecellisi vurduysa bile yine aynayı koynuna koy!”
Birisi, “ Tanrı güneşi, ezeli güneş, hiç
koltuğa sığar mı?
Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar;
koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.
“ Bir parmağını gözünün üstüne koydun
mu... dünyayı güneşsiz görürsün.
Bir parmak bile, aya perde oluyor. İşte bu
padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.
Bu suretle bir nokta ( gibi olan parmak),
cihanı örter; bir sürçme de güneşi küsufa uğratır.
Dudağını yum, denizin dibine bak. Tanrı,
denizi, insana mahkûm etmiştir.
Mesnevî-i Şerif, c.I, b.3552-58
Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi;
tamamiyle iç olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır.
Eğer körsen köre teklif yoktur.
Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.
Mesnevî-i Şerif, c.II, b.68-70
Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız
hiç güne sığar mı ki?
Mesnevî-i Şerif, c.IV, b.1645-49
Bir kalp bulmak, yolunda olmak ve onu gözlemek bir güzel duygu bence.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar