Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 16

Bunlarada Bakarsınız





SENİ SEVEN SENSİN, BEN YOKTUR Kİ

İnsanların birbirini sevmedeki hallerini zahirine bakarak karar ederiz. Sevginin batındaki halini anlamanın gereği şudur ki, Hz. Mevlâna’nın Şems-i Tebrizi’ye olan muhabbetini, Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin Hz. Ebubekir ile olan sadık ve sıddıkiyyet ilişkisini çözmek açısından önemlidir. Bu sevgilerin bir ilerisinde ise kulun Allah Teâlâ’yı sevmesi ile, açıklamanın yapılmasına varır ki, bu karışıklığı çözmenin kolay yolu, ruhaniyet tarafından izah edilmesi ve cinselliğin ruhta bulunmayışının belirtilmesidir. Ruhlar âleminde dişilik bulunmaz. Havva Âdemin, Âdem Havva’nın kendisidir. Kadınların kamili rical olarak algılanır. Kıyamet günü erkekler meydana toplansın denilince Hz. Meryem ilk öne çıkandır. O erkek İsâ’yı tevlid ederken, bir vakitte Adem de Havva’yı tevlid etmişti. Ancak Âdemin tevlidinde kapalı yerler bulunuyor. Ancak Hz. Meryem İsa’yı sarahaten meydana getirmiştir.

Ruhtaki sevginin ayniyet ile ifadesini, karı-koca arasındaki iletişim bağının ihtiyarlıktaki haline benzer. Erzeli ömrün demlerinde bakiye kalan tek bağ ruhların arasındaki bağdır. Bu birbirlerindeki cereyanda artı ve eksiden yoksunlaşmalarıdır. Bu da karanlığı ortaya çıkarmıştır.

Karanlığın nuru bizim gözlerimizin algıladığı parlak nur ile hiçbir benzeyişi bulunmaz. Bu öyle bir nurdur ki, bu ikiyi bir eden yakınlıktır. Bu yakınlıkta ayrılık ve gayrılık kalmamıştır.

Hiç gecenin ayırdığı insan gördünüz mü?

Karanlıkta herşey birdir. Ancak aldatıcı olan beyaz nur ise fitneyi açığa çıkarmakta çok mahirdir. Bu nedenle çok zaman şeytan parlayan nuru taklit etmeye çalışır. Fakat o da bundan kaçarak, kovulmuş halini gidermek için karanlığı mesken edinir.

Karanlık uluhiyete yakınlığa işarettir. Beşerin nur olarak gördüğü aydınlık ise ademiyetin gereği ve fitnesi üzerinedir. On sekiz bin âlem karanlığı tezyin eden lambalar/yıldızlar gibidir.

Ruhların birbirini sevmesinin hakikat cephesindeki durum ise, zahirde hiçbir şekilde ifade edilemez.,

İkinin beyninde olan farkın zuhur edişine gelince, bu ruhların ayn oluşlarının bir aynada parçalanmış görüntülerinden başka bir şey değildir. Velev ki bu birbirine aşık olan ruhların zahirdeki görünümleri erkek veya kadın olsun. Onlar bir üst mertebede cinsiyetsiz muhabbetleriyle birbirlerini sevmiş ve aşık olmuşturlar. Aynı halleri tadarlar. Bu birlik karanlığın içinde tek iken, aydınlıkta ayrı gibi görünmekten ibarettir. Onlar birbirlerini o sevgi ile severler ki, bu sevginin mahiyeti vahdetin dahi aranmayacak bir zuhurudur.

Vahdetin bahsedilmesi bir yerde ikiliğin olduğunun göstergesidir. İkiliğin olmadığı yerde tevhitten bahsetmek ise yanlıştır. Eğer bir ifâde-i meram olacaksa yine birin birlenmesidir. Yani, bir birdir, denilir.

[Buradan sonraki metin Şeyh Abdurrahman-I Taği kuddise sırruhu’l-âlînin beyanlarıdır.]

Nitekim Şeyh Hamevî şöyle demiştir:

Ey gönlümün aydınlığı, sana gönlümden seslendim.

Ben sendeyim. Sen ise benim nazarımdasın.

Sadatın (kuddise sırruhumu’l-âlî) şöyle dediğini kardeşlere söyle:

“Tarikat-ı aliyede birinci esas karşılıklı bağ (murabata) kurmaktır.”

Hatta onlar bunu (murabatayı) namazda bile emretmişlerdir. Bunun en evla olanı kendisi sanki şeyh imiş gibi düşünmek.Bazıları bunun şirk olduğunu söylediler. Böylece o da cevap verme ihtiyacı hissetti. İçinde bunu inkar edenlerin inkarlarına cevap olan bir kitap dahi telif etti. Cevabın açıklaması şöyledir:

“Kendisine rabıta yapılan kendisine doğru yönelilendir. Harem-i Şerif gibi. Yoksa onun için secde yapılan değildir.”

Rabıtayı bütün vakitlere yayarak adet edinin. Bunun içinde Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’in (radıya’llâhu anh) bütün vakitlere yayılan murabatası delil getirilmiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme utanarak ve korkarak “nasıl yapayım, elimde değil seni hacet anında bile düşünüyorum” diye söyledi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ise ona şöyle buyurdu:

“O ben değilim, benim ruhaniyetimdir.”

**

Gönlümü seni düşünmeye adamışım

Gafil olandan uzak durmuşum

Senin gamınla ebediyyen bağlanmışım.

Semnanî (kuddise sırruhu’l-âlî) bu hususta şu şiiri söylemiştir:

Cehennemin muradı beni yakmaksa yakabilir

Cennet gül bahçesi olmayacaksa olmayabilir

Benim derdim inan başkadır, bunlar değildir

Benim sevdam yiğitler kapısında beklemektir

Ashab-ı kehfın köpeği gibi olsun, olabilmektir

**

Pirimugan, sana “seccadeyi şaraba boya” derse çekinme dediğini yap.

Çünkü yol ehli, konakların yolundan, yordamından bîhaber değildir.

Elin daraldığı vakit, yoksulluğa düştüğün zaman içmeye, sarhoş olmaya çalış,

Çünkü bu varlık kimyası yoksulu Karun yapar,

Cihan fani, aşk şarabı bakidir.

Can sevgiliye ve sâkiye feda olsun,

Dünyanın sultanlarını aşkın tufeylisi görüyorum.

**

Nitekim Hafız şöyle der:

Hakkımda söylenenler zoraki söylenmiş değildir.

Zahire aldanıp duran insan halimi anlamış değildir.

Şiblî ise şöyle demektedir:

Namaza aşkımdan günü unuttum.

Sabah mı akşam mı bilmiyorum.

Efendim seni anmak benim yemeğim, içeceğim.

Yüzünü görsem hastalığıma şifa olur.

****

Ey sevgili! Sorarsan: neden seviyor?

Seni seven sensin, ben yoktur ki.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Kaynak: Şeyh Abdurrahman-ı Taği’nin (k.s) Mektupları, Tercüme: Ahmed Yıldırım, Enbiya Yıldırım, Ümran Yayınları: 26 Tasavvufî Eserler Serisi: 8


 

SADAKA-İ CARİYEYİ GÜNAH MAKİNESİNE ÇEVİRMEDEN ÖNCE

Bu yazıyı hayrını günaha çevirenler okusalardı.

İnsanlar kısa ömürleri uzatmak için hayır bırakmak yarışındadırlar. Fakat işin garip tarafı şeytanın bu hayrı dumura uğratmak için verdiği gayreti görmemeleridir. Şöyle ki:

Şeytan şer ve kötülüğü işletemediği insana hayrında zarara uğratarak yani sevabını günaha dönmesine sebep olacak pencereler açmasıdır. Bunlar genelde israf ve zayiat cinsinden gelir. Mesela camii yapımında süslemeyi, ibadette farza verilen ehemmiyeti azaltıp nafilelere yönelmeyi sağlamasıdır. Şeytan bu şekilde hiç de olmasa cinsinden sâidin kârhanesine eksi puan yazdırışıdır.

Düşünün dağın başına camii kebiri yaptıran zenginin ibadethanesini kâşaneye dönüştürüken, garip bir insanın çevirdiği dört duvar mahalle mescidi arasındaki fark,  bina yönüyle değil içine girip ibadet edenlerle takdir edilir. Allah Teâlâ katında binaların -velevki ibadethâne olsun- muhteşemliğinin değeri faydalanan kullar hesabı ile ölçülür.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki;

“Mü’min, toprağa veya binâya yaptığı masraf dışında, her harcamasından dolayı sevâb kazanır”.

Şihabu’l ahbâr (668)

Bu meyanda hayır sahipleri, hayırlarında fuzuliyata değil, insana olan menfaata göre hareket etmelidirler. Sadaka-i cariye denilen, süregelen iyilikleri, insanın varlığı ile alakalı olduğunu bilmeliyiz. Öyle ise tezyinata harcanan meblağların karşılında Allah Teâlâ’dan sevap beklemeyi ummanın yerine, huzuru ilahide sorgulanıp cezaya düşülecek olduğu bilinmelidir. Çok sevap kazanacağım diye yapılan hatalar ile günah defterine çentik attırmaktan, Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Amin

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

YATAĞINDA ŞEHİT OLANLAR

Evinde, yatağında şehit olmuş kardeşlerimin sayısı, savaş meydanlarındakinden çok daha fazladır.  

Ah bu nazar, deveyi tencereye sokan bu nazar.

Ne tehlikelidir biliyor musunuz?

İnsanlar nazarı değeni dışarıda arar.  Nazarlayanlar dışarıdakiler, ötekiler  değil, bilakis dostlar, arkadaşlar ve yakınlarımızdandır. Onun için Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, "ikram edin", "sıla-i rahim [yakın akrabayı ziyaret ve ikram] yapın ki ömrünüz uzun olsun" diye boşuna dememiş. Meğerse bu, bizlerin en çok gaflete düştüğümüz haller değil mi ki, hepimizde bir yara ve bere eksik değildir. Nice sevdiğimiz herşeyiyle mükemmel kardeşlerimize, böyle bir hasîdin  nazarı değmiştir. Hasîd, temiz güzel insanları dört duvar arasına sıkıştırmış, çıkmasın diye birde üzerilerine taşlar yığdırmıştır.

Hasîd boy vermiş, fakat hasad zamanı gelmemiş tarlayı vaktinden önce tırpanlamıştır.

Dön dönebilirsen, git gidebilirsen.

Yazın sıcağında dökülen terler, kışın soğuğunda  sabreden titrek eller ve yorgun umut bekleyen gözler hasîdin elinde paramparça olmuş. Bir daha telâfisi mümkün olmayacak şekilde harap olmuştur. Birde "hata benim" dedirtmiştir. 

Zaten nazar değen insanlara bu fikri veren de nazarın bizatihi kendisidir. İnsanı güçsüz bırakır ki, bir daha ayağa kalkamaya.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir mezarlıktan geçerken “Bu mezarlıkta yatanların ekseriyeti nazardan ölmüştür” buyuruyor.

Diyorum ki, Ya Rabbi, "nazar kaderi geçer" diyorlar, bu hükme zâtında engel olmuyor veya olamıyor mu?

Ya Rabbî bu nedir?

Nazar denilen şey hangi tecellin ki, sünnetini delip geçiyor, bizi şaşkına çeviriyor. Bu sorunun cevabını zâtın bilir. Bize bildirde bilelim.  Yok mu adlî ilâhi?

Dediler ki:

Tanrı, " Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et" dedi.

Musa, "Bende o ağız yok deyince Tanrı, " Başkasının ağzıyla dua et"

Başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır" buyurdu.

Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar, gece gündüz sana dua edip dursunlar.

Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır.

Mesnevi-i Şerif,c.III, b. 180-184

Bir ağız bul, temiz olsun.

Bir ağız bul, senin için konuşsun.

Bir ağız bul, senin için duâ olsun. Birde..

Tanrı " Tanrı'nın verdiği rızıktan yiyin" dedi. Sen, buradaki rızkı ekmek sandın, hikmet olduğunu anlamadın ha!

Tanrı'nın verdiği rızık, insan mertebesine göre hikmettir. O rızık sonunda senin boğazında durmaz, seni öldürüp mahvetmez!

Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır…. o ağız sır lokmalarını yer, yutar.

Bedenini Şeytan aslanından kurtarabilirsen Tanrı sofrasında nice nimetler yersin!

Mesnevi-i Şerif,c.III,3745-3748

Ya Rabbî! Rızkımızı bol eylemeni,  vakt-i rehni gelmeden önce, ölmekten bizi muhafaza kılmanı;

Nazardan şehid olmuş ve gazi kalmış kardeşlerime, cennet  ve cemâlini  ikrâm eylemeni niyaz ederiz

Amin.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Bazıları ulaşamadıkları insanı
aşağı indirerek mutlu olur.


NESİM GELİRDE…

Her insana hayatında Hızır aleyhisselâm bir kere uğrar demişler. Ancak gelenin Hızır olduğunu bilmek veya nasiplenmek ise biraz kaderî şansa bağlıdır. Hızır, gelir ve gider. Bize de bir nesim ile geldi gitti dese insan yalanı olmaz. Hani bir duruşun vardır, hafifçe yüzünü okşayan rüzgara dayandığın biraz fazla eğilsen düşeceğin. O nesim gelmiş ve seni baktığın umduğun yönden başka tarafa seni bir an içinde çevirmiştir. O vakit bulunduğun huzur veya tedirginlik, her şeyiyle seni alıp götürmüş, durduğun yoldan seni alıkoymuştur. Yolun eğride olsa seni alıkoymuş, doğru da olsa. İşte o an sende bir şey değişmiş/değiştirilmiştir. Değişiklikler benlik dehlizlerinin en derinine kadar varmıştır. Sonra dönüşmüşsün ve o nesimin gidişine bakakalmışsındır. Durgun havada nerden çıktı bu ruh yeli.

Bir daha yok, bir daha gelmez ki.

İşte o saniyeler içinde kaderin bütün çizgileri değişmiş, beklenmeyen düşünülmeyen umut edilmeyen tarafa doğru akmaya başlamıştır. Çarkların siteminde en büyük çark azcık oynamış ona bağlı olan nihai en küçük çark nasıl fırıl fırıl dönmeye başlamıştır.

O an düşüncelerde kaybolan izler tekrar canlanmış, unutulmaya yüz tutmuş hatıralar hayale hücum etmiş, bir sancı ile unutmak istediğin şeylerle  bir daha ile karşılaşılmıştır.

Umutlar sönmüş olsa da bir canlılık yerine kavuşmuş, uyuşukluk bertaraf olmuştur. Bu nesim senin hızırın değil de ne idi?

Her gördüğün hızır

Hızır dedikleri şekillenmiş bir imge değildir. Salt insan için söylenmişte değildir, bu bazen bir “taş”ta olabilir, bir ufacık kuşta.

Gelmeler ve gitmelerle  biten bu hayatın kıyamet gününde rabbi ile kul konuşurlar. Aralarında çok çetin tartışmalar yaşanır. Kul “benimle ilgilenmedin” diyecek kadar, serzenişte bulunur. Allah Teâlâ suçlu imiş gibi, kuluna karşı ezile büzüle, o kadar ince zarifâne bir yaklaşımı vardır ki, kul her itirazında bir daha hüsran ve mahcuplukla kendi nefsine döner. Hayalindeki celâl sahibi ilâh gitmiş, cemâlin en son zirvesi. Allah Teâlâ,  “ben rabbliğimin gereği senin için en olması gereken şekli ile ifâ ettim.  Fakat sen bir şekilde kabullenmek istemedin. Dünyada her zaman bir kere uğrasın dediğin Hızır’ımı ben her an gönderdim. Anın içinde anınla beraber. Fakat sen hep başka bir şekilde düşünmeye ısrar ettin. Benim senden uzaklığım hiçbir vakit olmadı ki.  Beraberliğimizi ayrı düşünmekte ısrarın değil mi ki, bu ayrılığını ikimize yazdı. Eğer ben seninle olan ilişkimi bitirmek istemiş olsaydım, karşıma alıp konuşur muydum, hesap sorar gibi durur muydum. Kararı sen ver, haklı olan kim?

Derin bir sukut ile geçen bir zaman sonra kulun yüzüne bir nesim daha dokunur. Fakat bu nesim onun Hakk katından ayrıldığını tekrar tekrar yaşadığı dünya içindeki yerine savurmuştur. Kul der ki, ben ölmüş değil miydim? Bu dönüş neden, yoksa herşey bir hayal mi?

-Her şey bir hayal. Sende hayalin hayalisin. Oldu bitti değin şeylerin hepsi bir nefhanın esintisi idi. Şimdi o gitti. Peşinden gider misin gitmez misin?

Olurda bir nesim yüzünüze vurursa, yüzünü ona dayamayın, açın ciğerinizi soluklanın. Bir daha o ab-ı hayat gelmeyecek.

Geldi ve geçti,

İhramcızâde İsmail Hakkı


İNGİLTERE GERÇEKTEN BALIKÇI ADASI  OLMAK MI İSTİYOR?

 

“Gökleri, yeri ve aralarındakileri hak ile yarattık (bozgunculuk yapılsın diye değil). O saat da mutlaka gelecektir.  Onun için şimdi sen (Ya Muhammed) güzel bir hoşgörü ile davran.” (Hicr, 85)

(Habibim ) iman edenlere söyle: Allah’ın günleri (nin çatıp geleceği)ni ummayanlara (ezalarına ) aldırış etmesinler. Çünkü (Allah ) bir toplumu yaptıklarıyla cezalandırır. (Casiye-14)

 

Bizler geleceği bilmeyiz. Fakat Allah Teâlâ’nın has kullarına yaptığı ihsana inanırız. Yine bugün BBC deki haber bir geleceğin öncüllerindendir.

 

Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendim  buyurdular ki;

o        Paris şehri semavî bir hâdise ile mahvolacak.

o        Üçüncü Dünya Harbi çıkacak, Efendim hazretleri buyurdu ki; “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline gelecek.”

Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan gelmeyecek. Bu esnada avucunu sıkar gibi yaparak

 

·       “Rusyayı küçülttüm, küçülttüm.”

·       “Rusya darmadağan olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler uluyacak!..”

 

·       İngiltere ve Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta edecekler, hayıflanacaklar.

Yine Ahmed Amîş Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır.

 

·       “O zâlim imparatorluk balıkçılıkla geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.”

 

Yalanladılar; ama alay edip durdukları şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir. (Şuara-6)

İngilizlerin kararı topluluktan ayrılmak olursa,  ardından kötü sonlarına doğru hızla yol alacakları görünüyor. Eğer topluluktan ayrılmaktan vazgeçerler ise, üçüncü dünya savaşının çıkmasına engel olurlar. Çünkü onlar diğer milletlerin bilmediğini bilenler sınıfındadır. Bu nedenle dünya  daha huzurlu olur. Allah Teâlâ dilerse kullarının iyi niyetine kaderi değiştirir.

يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاء وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ

Allah, sünnetinin, düzeninin yasaları içinde, iradesinin tecellisine uygun olan kayıtları siler, yürürlükten kaldırır, yok da eder, yazıldığı gibi bırakır, değiştirmez de. Ana kitap, sicil, ana bilgi işlem merkezi onun katındadır. (Ahmet Tekin Meâli) [Râ’d-39]

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

ADEME BÜTÜN İSİMLERİ ÖĞRETTİ

30.    Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

31.    Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.

32.    Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.

33.    Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi. [Bakara Suresi]

Allah Teâlâ, Kurân-ı Kerim’de buyurduğu üzere aşağıdaki haberin gerçekliğinden şüphe etmediğimiz gibi, insanlardaki ana dilin bir yönlendirme sonucu açığa çıktığını anlamış oluyoruz. Bunun diğer bir izah tarafı melekler tarafından kayıt altına alınmış hayatımızda dil faktörünün sadece basit bir imgelemeden başka bir şey olmadığıdır. [Melekler bütün dilleri nasıl biliyorlar sorusuna cevapta olabilir.]

Yeryüzünde bulunan bütün dillerin fonetik, sistematik yapısının fıtratımızda  mevcut olduğuna kanii olmak gerekiyor. Ademin çocukları olarak dünyayı paylaşmada bencil oluşumuz, bizi bazen hayvandan daha aşağı kılışı ile cehalet yarışına girmemizden dolayı günahkar oluşumuz, kulluğa pek yakışmıyor görünüyor.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 http://www.hurriyet.com.tr/komadan-uyandiginda-cince-konusuyordu-27133132

 

KOMADAN UYANDIĞINDA ÇİNCE KONUŞUYORDU

hurriyet.com.tr

03 Eylül 2014

İki sene önce geçirdiği trafik kazasının ardından yaklaşık bir hafta komada kalan Avustralyalı Ben McMahon, komadan anadilini tamamen unutmuş bir halde ve Çince'nin bir lehçesini konuşarak uyandı.

Çinli'ye benzeyen bir hemşireye şikayetlerini anlatıp bir kağıda ailesini ne kadar sevdiğini ve düzeleceğini Çince yazan genç, hem ailesini hem de doktorları şaşırttı.

McMahon, okul yıllarında Çin'in kuzeyinde ve güneybatısında konuşulan ve Çince'nin bir lehçesi olan Mandarin'i öğrenmişti ancak hiçbir zaman akıcı olarak konuşamıyordu. Bu durumu fırsat bilen Ben McMahon, Şanghay'da ticaret okumaya başladı ve aynı zamanda Çince tur rehberliği gibi işlere başladı. 

McMahon, komadan uyandıktan yaklaşık üç gün sonra ise anadilini hatırlamaya başladı.

Daha önce de 2010 yılında 13 yaşında bir kız anadili olan Hırvatça'yı unutmuş ve Almanca konuşmaya başlamıştı. Geçen sene temmuz ayında ise Amerikalı bir savaş gazisi bilinçsiz bir şekilde bulunmuş ve uyandığında kim olduğuna dair en ufak fikri olmamasına rağmen akıcı bir şekilde İsveççe konuşmaktaydı. Doktorların McMahon'la ilgili teorisi ise kazada gencin beyninin anadilini konuştuğu bölümün zarar görmesi ve bunun üzerine Mandarin bilen kısmının aktif hale gelmesi şeklinde.


BİR ZAMANLAR

“İnsan yaşlandıkça, iki şeyi gençleşir: Uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi.."
 (Hadis-i Şerif, Buhari).

Hayal değil gerçek. Bir site vardı. Niyeti temizdi. Gayreti çok idi. Tasavvufun terbiyenin temel kaynaklığı yapan eserleri toplayıp servis ederdi. Derler;  yükselirken çok eleme yapamazsın. Kifayetsizlik  veya keyfiyetsizlik. Kavuştuğunu, bulduğunu alırsın. Sonra zaman, bu huyu eskitir, bırakmaya mecbur kalırsın. Çünkü söyleyenler sesini çıkaranlar çıkmıştır. Bunu neden koydun ki, olur mu, bizim şeyh bunları kabul etmez ….Birde bağımlıysan, güdülmeye itilmeye mecbur olur kalırsın. İşte bu site de bizden de birşeyler alıp, meydan çorbalarına sorgusuz alır katardı. Şimdilerde durum değişmiş görünüyor. Artık karınları doymuş halleri ile keyiflerine kahve bulmaları artık zor gelmiyor ki, bizden aldıklarından silebildiklerini silmişler, yapamadıklarını da olabildiğince sansürlemişler. Bizimse yılların eskitemediği huyumuz [batsın] aynı toprağı korkmadan gerektiği yerde kazdık, gerektiği yerde kokan lağımı mecrasına gidebilsin diye üzerinden akıttık. “La”ğım bizden çıkar ama lağımdır. Onu “il”lasına ulaştırmak için buhar olsun gayretinden uzak kalamadık. Ancak bizim yol çukuru çok olan yerdir, yürümesi de kolay değildir.

Geçmişinden geleceğine değişmeyen çizgide olmak zor bir iştir.

Hazirelerde çok makber vardır. Olanı vardır olmayanı vardır. Hepsini sırlamıştır. Buralarda yatanı bilen bilir, bilmeyenide bir zaman sonra iyi bilinir olan yerdir. Sonuçta hepsi derviştir. Ancak insanda olan varlık lekesini silmek için hazirede yatmak kâfi gelmez.

Tasavvuf felsefe midir, hayat mıdır?

Dünyayı tekkeye sığdırarak yaşamayı bitiren devr-i zaman tekrar bir daha çıktığı yere girer mi?

Kalemi yazan olmak başka varlığa baş koymak başkadır.

Tasavvufu  süslü püslü kelimelere/kitaplara  hapsetmek ile menfaat mi vardır?

Nefs arkadaşımız değildir. Ancak kardeş gibi yaşamaya mecburuz. Kutu gibi kapalı ol, dışarda ağlayan sızlayanlar olsun sen tekkende mektep aç dur, gelen olursa bizim, giden olursa vur patlasın çal oynasın.

Bu mu emredilen?

Olmaz...

Bana bir harf öğretenin kölesi olurum demek isteyen, ne için demiştir, sormak gerekir. İlim minnetsiz mi yükseliyor? “Lenâ” nın nunu dersin ama fetvalarını duyuracak talebe bulamazsın.

Akan yağmurlar ile yarıklar kayboldu diye yarık kapanmaz ki.

Geldi geçti. Her zaman tiksindiğim varlık kokusunu tekrar tekrar görüp duruyoruz. Kapıda yetişen tosunun değeri olmaz derler. Biz bu şekilde demiyoruz. Diyoruz ki, yolunu yoldan ayırma, önceden yaptığını sonradan unutma.. Allah Teâlâ bile peygamberlerini tekrar tekrar gönderirken tevhidine her devir başka ad taktı. Tevhid, bir  vakit Yahudi oldu, bir zaman Hristiyan, en sonunda İslâm ile son noktayı koydu.

Evet, değişiyorsan, değişmeğe mecbursun. Bu bir zaman tengri, bir zaman il, bir zaman Allah olur gibi. Ad değişince  Allah Teâlâ mı değişiyor, anlayış mı, bunu anlamak lazım.

Bu tür işleri zaman kendi içinde tedavi eder. Sefine limana uğrar fakat varacağı hakikat liman değil vilâyettir. Bizim üzüldüğümüz terbiyede en önce bilinmesi gereken  yokluk halini en sona bırakıp unutmaktır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


GÜNAH İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ VE AFFI MESELESİ

Neyzen Tevfik kaddese’llâhü sırrahu Efendim buyurdular ki;

 

Yazılmış alnına fa´ilin her ne ise reddi nâ-kabul

Hüner bu defteri almalı, hoşça dürmektir

Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmette

Cihana gelmekten maksat bu tatbikatı görmektir.

 

Allah Teâlâ’nın muradı bizden önce geliyor ve hata işlememiz ile bizi affederek seviniyorsa,

günah benim olsun, demek güzel bir şey değil midir?

 

Şeyh Galib kuddise sırruhu’l-azîz Efendimde buyurdular.

 

Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.

Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.

Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır

Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

**

Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:

"Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Hz. Âdem ve Musa aleyhimâsselam münakaşa ettiler. Musa, Âdem'e:

"İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekâvete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!" dedi. Âdem de Musa'ya:

"Sen, Allah'ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan (kırk yıl) önce Allah'ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!" diye cevap verdi." Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem devamla dedi ki:

"Hz. Âdem Musa'yı ilzam etti (delille susturdu)!"

[Kaynak: Buhari, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Tâ-ha 1, 3, Tevhid 37]

Bu konuda önemli olan günah ve işlenilmesi değil, tövbe edilmesidir. Nitekim Âdem aleyhisselâm tövbe etmiştir. Ayrıca günah işleme özgürlüğünden bahsedilecek olursa, kulun günah işlemesi kulluğunun işaretidir. Fakat aynı şekildeki fiil konusunda, sabreden başka bir kul olur, ve onun bulunduğu hal ile diğer günahkar eşleştiğinde, iyiye yakın olanın tercih edilme durumu vardır. Eğer Âdem aleyhisselâmın hatasını işleyen bir benzer kul olsaydı, ve o kul bu hatalı durumu başka bir şekilde atlatsaydı, kıyamet günü kulların birbirlerinden alınacak hakları olan terazide, bu işlenilmiş fiil ve hakkın tahsilinde, iyi olanın hakkı kötü kuldan alınır mesabesinde cezâi mueyyide düşünülmektedir.

Kimse, bir başkasının günahını yüklenmez, kaidedir. Fakat onun etkisinden hali de değildir.  Bu meselenin en son çözümü de Allah Teâlâ kullarına karşı merhametlidir. Kulunu affedebilir. Bir kul olarak bizlere, “neden onu affettin, bunu affetmiyorsun” diye sormak muhal durumdur. Yine mevzu Allah Teâlâ’nın çok büyük oluşu, bizim yokluk mesabesinde olan ahvalimizle ilgilidir. Bu bir farktır farkı fark etmek gerekiyor.

Günah işleme özgürlüğü kuldan alınmamıştır. Ancak kullar diğer kulun günah işleme özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Kısıtlama Allah Teâlâ tarafından değildir. Çünkü bizim sevap ve günahlarımızdan dolayı Allah Teâlâ hiçbir şekilde etkilenmemektedir. Sorun yine biz kulların içsel sorunu olarak devam edeceğinden, Allah Teâlâ nizam-ı âlem için rasüller ve şeriatler göndermiştir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

(4141).1 (...) - Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği  kimseler yaratırdı."

[Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533).]

 

(4142).2. (...)- Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi."

[Müslim, Tevbe 9, (2748).]

 

Rezîn şu ziyadede bulundu: "Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım."

[Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir (4, 20).]


 

DOSTUN KAPISINDA AĞLAYANLARLA

Üstadım Molla Lutfi rahmetu’llâhi aleyhi ziyarete gittim.

-Efendim, hayli zamandır görüşemiyoruz, dedim.

-Oğul aramızda perde yok ki, seninle, ayrılık olsun da, bulup görüşelim. Gönüller beraber değil mi?

-Evet, dedim. Sonra

-Efendim bir kardeşim, “namaz kılmak, benim için olağanlaştı, zevk alamıyorum, tat bulamıyorum” dedi.

-Evlat, bir şeyin sık tekrarında  insan için biraz bıkkınlık hasıl eder. Ancak doğru olan  ilke “terk etmemek” ve “bağı koparmamaktır”. Çünkü hayat kendi içerisinde her an bir sıkıntı ile karşı karşıyayız. Şimdi neyin geleceği belli olmayan bir hayat yaşayan insanoğlu, bir sıkıntıya düştüğü zaman, sığınacağı bir kapısı olmalıdır. Bunun içinde en elzem olan, sık sık ziyaret ettiği dostun kapısıdan başkası değildir. Uğramadığın yere, bir sebeple gittiğinde,  soğuk karşılama olmaz mı? Nedenli karşılanacağına, nedensizlerle gidebilmek için, dost kapısını incitmeden, yük olmadan çalmak uygundur.

-Efendim, siz bizim kıldığımız namazlar niyaz değil, yatıp kalmadır, diyen siz değil misiniz?

-Evet, bizim ibadetlerimiz inhinadır. Uçma kaçma cinsinden olsa da terk etmemeliyiz. Çünkü dosta vefa, boyun kesmekten gelir. Bir gün büyük alim Fahreddin Râzi için bir kıssa anlatılır.

Fahreddin-i Râzî âhirete intikal ettiğinde, malum sualler… Hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın nasıl bir iman?” sualine cevap bir türlü cevap veremez. Ben alimim aklımla buldum demek ister. Fakat bir konu da soruluyorsa, bu bir noksanlığa işaret cinsinden zuhur ettiğini bildiğinden şaşırıp kalır. Aklına bir türlü ışık düşmez. Manevi olarak Üstadından yardım dilenir. Necmüddîn el-Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîzden yardım gelir.

-Oğul “Taklittir, de, taklit.” O da,

-“Taklittir”, de diyor.

“Kimin taklidi?” diye soruyorlar. Yine üstadı

-“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” de derler.

-Tamam, geçtin, denilir.

-Evlat, bunun için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, büyüklerimiz  “La ilâhe illa’llah alâ muradillah”  [La ilâhe illa’llah’tan Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise]

“ve alâ murad-ı Rasûlillah” [Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o kasıtla diyorum] üzerine  “sen de öyle de” derler.

-Bu taklittir.

-Olmuyor, yapamıyorum demek yoktur. Zaten sen ne kadar varsın ki, o kadar yok olasın.

-Yine Hz. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Firavun’un yandaşlarından Haman, Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ederdi. Hz. Mûsâ aleyhisselâm, biraz kıllı vücutlu, göbekli, başı dazlak ve konuştuğunda sinirli birisi olduğundan dili zorlanırdı. İşte bu adam, başına işkembe geçirir, karnına bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ederdi. Niye, Firavun’u güldürecek.

Hz. Mûsâ aleyhisselâm bunu haber alır. Allah Teâlâ ile Tur-u Sina’ da konuşurken,

“Yâ Rabbî,  onu kahretsene” dedi. Allah Teâlâ ise;

-“Kahretmem” diye karşılık verdi. Hz. Musa aleyhisselâm nedenini sorunca, Allah Teâlâ;

“O, Firavun’u değil, seni taklit ediyor.”  Buyurdu.

-Evlat her ne kadar biz hakikatine varamasak, dost kapısına yüz koymalıyız. Biz bu gerçeği bilmek ile gönlümüz kanlanır, başımız kesilmeye razıdır.  Anak bizim gibi körlere, taklitle iş yapmak gerekir!

Şu halde Tanrı’dan bir şey umarak, Tanrı’dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar.

“Mesnevî Cilt, 3, b.4595”

-Evlat, doğrusunu görmekte zorlandığın hususlarda inkar etmek yerine taklide daim olmalıyız. Gerçi taklidin değeri yoktur, derler. Olsun, dostun kapısında taklitle durmak, uzak durmaktan iyidir. Velevki hakikati uzak durmakla buldum diyenler varsa da.

-Sen gel, uzak kalma orada, hakikaten ağlayanlarla ağla kapıda, nasıl olsa, bir rahmet busesi sana da olmaz değil ya..

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


NUŞÛZ MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ

Nuşûz, yükseklik ve tümseklik anlamından kaynaklanarak, kadının kocasına kafa tutup, isyankâr bir davranış içine girmesidir. Kendisini kocasından üstün görerek ona itaati bırakmasıdır. [Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 259. (1351)]

Nüşûz, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kadının kocasına isyan/itaatsizlik etmesi

"Nüşûzlarından korktuğunuz (kocalarına isyan/itaatsizlik ettiklerini bildiğiniz) kadınlara nasihat edin, (isyandan/itaatsizlikten vazgeçmezlerse) onları yataklarında yalnız bırakın, (yine vazgeçmezlerse) onları dövün. Size itaat ettikleri takdirde artık aleyhlerine bir yol aramayın! Şüphe yok ki Allah çok yücedir, çok büyüktür." [Nisâ: 4/34]

2. Kocanın eşlerinden birini diğerine/diğerlerine tercih etmesi

"Şayet bir karı, kocasının nüşûzundan yahut yüz çevirmesinden korkarsa (diğer kadınlarını kendisine tercih ettiğini bilirse), sulh yolu (mal) ile sulh yaparak aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir günah yoktur."[ Nisâ: 4/128]

3. Ayağa kalkmak için doğrulmak

"Size, "Ünşuzû" (doğrulun, oturduğunuz yerden kalkın) denildiğinde, fenşuzû (hemen oturduğunuz yerden doğrulup kalkın)..." [Mücâdele: 58/11]

4. Hayat vermek/canlandırmak

"Kemiklere bak: onları nasıl nüşûz ediyoruz (hayat veriyoruz)." [Bakara: 2/259. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 357-358.]

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُواْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ

 فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ

 وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا

**

Nisa, 34- Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür. Diyanet Meali

 

Rivayet edilir ki: Ensârın ileri gelenlerinden Sa'd ibn-i Rebia' karısı Habiybe bint-i Zeyd ibn-i Züheyr'e serkeşlik etmiş; o da, ona bir tokat atmıştı. Babası Zeyd, kızını beraberine alarak Resûlül-lah'a şikâyet etii. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem:

«Her hâlde ondan kisas'ını alırız.»  buyurdu.

Bunun üzerine,' bu Âyet-i kerime nazil oldu. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem de:

«Biz, bir emir irâde, ettik. Allah da diğer bir emir irâde buyur­du. Şübhe yok ki hayır, Allah'ın irâde ettiğidir.» dedi.

**

Fahreddin-i Râzi Tefsiri’de, Hz. Ömer (radıya'llâhu anh)'in, "Ey Kureyşliler, erkeklerimiz kadınlarına hâkimdi. Medine'ye geldiğimizde, onların kadınlarının erkeklerine hâkim olduğunu gördük. Kadınlarımız onların kadınları ile içli-dışlı oldular. Bundan dolayı da kocalarına karşı serkeşlik edip baş kaldırdılar. Bunun üzerine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme gelip, "Kadınlar, kocalarına baş kaldırıyorlar" dedim. O da, kadınları dövmeye müsaade etti. Derken Hz. Peygamber'in hanımlarının odalarının etrafında, kocalarından şikayet eden birçok kadın görünmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem "Yemin olsun ki bütün gece Muhammed ailesinin etrafında, herbiri kocasını şikayet eden, yetmiş kadın dönüp dolaştı.  Halbuki sizler,  o kadınlarını dövenlerin, hayırlılarınız olduğunu göremezsiniz" buyurdu ki bu, "Hanımlarını dövenler, dövmeyenlerden daha hayırlı değillerdir" demektir.

Başka bir hadis de bu hususu teyit etmektedir. "Biriniz karısını köle döver gibi dövüyor, sonra da günün sonunda onunla aynı döşekte mi yatıyor!.."

[Çelişkili ifadeler]

**               

[Kurtubi Tefsirinde] Ebu Mansur el-Lüğavî der ki: Nüşûz, eşlerden her birisinin ötekinden hoşlanmaması demektir. Burada "ze" harfi yerine "sad" harfi geldiği takdirde, o zaman geçimi kötü olan kadın hakkında kullanılan bir fiil olur. İbn Faris der ki: Kadının nüşûz etmesi, kocasına karşı sert ve zorlu bir hal alması demektir Erkeğin nüşûz etmesi ise karısını dövmesi ve ona ağır davranması, ondan uzak durması demektir.

İbn Cüreyc der ki, bu fiilin kadın hakkında kullanılıp, son harfinin "ze" olması da "sad” olması da aynı anlamı ifade der.

TEZ MAHİYETİNDE BİR YORUM

Yukarıda kısaca değindiğimiz nuşûz meselesindeki sıkıntı, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin razı olmadığı bir husus hakkında Allah Teâlâ’nın aksi bir emir göndermiş gibi olan beyânın çözümünde çeşitli zorlamalar vardır. Bu konuda orta yolu bulmak için şu düşünceler zikredilmek istendi.

a-    Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem hevasından konuşmadığına, fiil işlemediğine göre inen bu ayet onun muradına uygun olmalıydı. [Bedir savaşından sonraki esirlerin fideye meselesinde uyarı yapılmıştı.]

b-    Eğer bu ayet emir olsaydı ilk uygulayıcısı Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem olması gerektiğinden, O’nunda hanımlarını dövmesi gerekirdi. Halbuki Tahrim Suresine konu olan vakıaya istinaden, böyle bir şey olmamış ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir ay uzlete çekilmiştir. Bu meyanda ayetin ifadesinde sahabe ve sonraki nesilde noksan anlamaya bir düştüğümüz görülmektedir.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yapmadığı bir hususu, ümmetin uygulaması dinle alakalı olmayıp fıtrat, töre ve kültür ile alakalı olduğu üzerinden yorumlar yapılmalıdır. Yani dinle alakalı bir husus olarak kabul edilmemelidir.

c-     Ayrıca ayetin  وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ üzerinde siyak ve sibak itibarıyla belagat ve dil dilimi üzerinden yeniden inceleme yapılması ile manadaki emirin bilgi mahiyetinde olup olmadığı üzerinde tartışma yapılmalı, gizlenmiş olan kaideler varsa açığa çıkarılmalıdır. Ayetin manasında belki kadınlara uyarı şeklinde,  “eğer siz kadınlar serkeşlik ederseniz, erkekler size konuşurlar, olmadı mı yataklarınızı uzaklaştırırlar, o da olmadı mı sizleri dövmeye kalkışırlar, haberiniz olsun” gibi manaya geldiği söylenilebilmektedir. [Bu mana nereden çıktı diyenler olabilir.] Eğer bu şekilde bir mana verilebilecek kaidelerin eski arap dil kullanımında benzerlerini bulunursa, ayetin ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin sebebi nüzuldeki irade-i ilâhiyyenin var gibi görünen açmazları da kapanmış olacaktır. Yukarıdaki şekilde bir mana veya benzerinin bulunmasıyla “darb” fiilinin unutulmuş manalarını bulup çıkarmak yerine, erkek fıtratının kadın üzerindeki tahakkümünün sert yüzünü açığa çıkarılmış olur. Bu şekilde ayet reformist kafadan da rahata erer.

d-    Şimdiye kadar bu tür bir açıklama olmadı şimdi eski köye yeni adet getirildi mesabesinde olan bu tür düşünce tarzı içinde söylenecek söz ise Stanley Milgram deneyindeki  “Otoriteye boyun eğmek” ve “sıradanlık” ilkesi ile bir önceki kültür ve bilgiye karşı uyum adına susmak, teyit ederek, aşmaya cesaret bulamamaktır. Bu nedenle ayetin şaz okumaları, sarf, nahiv ve belagat yönünden inceden inceye ehlince tekrar ele alınmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ ve rahmet nebisi efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellemin gelecek nesillerde aşırı tenkite maruz kalacak   bir emir tebliğ etmeyeceğini bilmekteyiz. Bu nedenle dinin taabbudi ibadetleri yanında ahlaka yönelik hususlar arasında fahiş manayı andıracak durumların İslâm’ın temel dinamiklerini sarsacağını herkesten önce Allah Teâlâ bildiğine göre ayetin içerik ve manasında bizlerin yanlış anladığı apaçık ortadadır.

Bize göre ümmi kaynaktan gelen bir habere göre ayetin manasında erkeklerin zarar vericiliği haber verilmiş, emir derecesinde mana gözetilmemiştir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

UYANAMAYACAĞI UYKUYA YATANLAR

Bir tavsiye üzere teoloji ve felsefe üzerine ömrünü vermiş bir zatın video sohbetlerini seyrettim. Videoda ilahiyatın yıllardır bünyesinde çözmeye çalıştığı ve sonuçlandırmadığı birçok konuda konuşuldu.

Netice: çözüm yok, çare yok cevap yok olan şüphe ve çaresizlik.

İnsanların çözmeye çalıştıkları birçok konu aslında çözülmüyor. Uğraşıldıkça daha kararıyor. Aklı kullanın maşası ile meseleler tutuluyor mu, yoksa soğutuluyor mu belli değil.

Aklı kullanın demek, mesele çözmek ile algılanacağına, öleceğine bak sonunda insan ol/bul demek mi olduğuna karar verilmeden, sallana sallana bir dar koridorda, o duvardan bu duvara çarparak yürümeye benzeyen bu konuşmalar artık huzur vermiyor. Yani sohbeti eden/dinleyen insanın bir kazancı kafası karışması mı olmalı?

Hayat, gerekli olmayanı bırakmaktır. Bir mesele zuhur ederse öğrenirsin doğru ve yanlış yapar gidersin. [Çünkü doğruların doğru olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Senin doğrun ötekisinin yanlışı.]

İnsanın bilmediği bir kısım her zaman bulunmalıdır. Doğrusu da budur. Bu gibi durumlarda mistik veya  tasavvuf terbiyesinin faydası çıkıyor. Ayrıca aşkı olan insanın zaten sorunu yok ki. [Kocakarının da inancı kulluktur. Felsefecinin en son bulduğu yer olan kulluğu, o  Allah Teâlâ vergisiyle bulmuştur. Aklını yoranların bulacağı sıradanlık noktası, kulluk. Maalesef, filozof kul olmada yolda kalır. Soracaklarını son nefesine dahi bitiremez.]

Sorgulayıcı aklın en son sorguladığı kendi olduğunda, yine kesin cevabı yoktur. Çünkü düşünen insan kendini bir yere koymaktan hep korkmuştur. Hep bir ötesi vardır onun için. Bu nedenle bir insan için en güzel şey diğer bir insana huzur verebilmesidir. Huzuru artırmayan her şey kalp üzerinde bir kara nokta olur, gönlü karartmaya başlar.

Bu meyanda yıllardır söylenen meseleleri  şöyle olsaydı böyle olmalıydı teknesinde ekşitmek yerine, insan için ne gerekliye gitmek doğru değil midir? Dinin naslarını aklın potasında müspet ve menfi cevaplamak ile din kendini değiştirmediği gibi, uğraşan insanı çok yorar.

Bunalım denilen marazın emareleri bu mudur?

Herşeyi çözmemiz gerekli diyen birçok akıllı insanların Ashab-ı Kehfin mağrasında uykuya daldıklarını görüyoruz. Kehf asahab-ı yedi kişiydi. Onlar üçyüzyıl sonra uyandılar. Burada uyumaya çalışan diğer insanların uyandığı görülmedi. Onun için bu mağaraya girmek ve uyumak hoştur. Ancak insan uyanamayacağı bu uykuyu neden taleb eder ki.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

HAK HUKUKA VASIL OLUNCA

Bir kahraman suikastle şehit edilmiş, Hakk katına vasıl olmuştu. Rabbi sormuştu,

“Kanın yerde kalmasına biz razı olmadık. Tahsil edilmesini ister misin?”

Kahraman:

“Vatan için millet için can feda olsun. Ancak kendim için istemediğimi olur ya  milletimin çocukları hainlerle işbirlik içinde olanlar yüzünden devrilmeye başlarsa, bende hakkımı isterim” dedi.

Sözler bakidir. Cehennemi süre denilen bir zaman bitti. -Ehli hal bilir.- Hak olacak hesap defterlerinde silinecek bir emare kalmadı. Fakat devlet için canlar devrilmeye başlayınca Hakk ahdi cari oldu.

Devrilmez dağlar devrildi. Durmazların çarkları durdu. Kan yerde kalmadı. Beklenmeyen tecelliyat batıdan doğan güneşle oldu. Hak hukuka vasıl oldu.

Ey adl-i ilâhi mazlumların sahibi ve vekili sen değil misin?

İhramcızâde İsmail Hakkı


ÜZÜLEN NEDEN BİZ OLUYORUZ?

Kalbimizin içinden geçen her konu gerçek olsa, sonra da çıksa, bu sevinilecek bir şey mi olur, yoksa üzülmesi gereken bir bahis midir, diye düşünmeliyiz..

Doğru olan kalbimize uygun gelirken, eğridir dediğimiz, onlara uygun düşüyorsa, sorunsuz geçmesi takdir edilen bu hayatta sorunlar neden oluşuyor? Hikmetli sözleri bildiğimiz halde hikmetsiz gibi yaşıyorsak, bu hayat bizim için değerli, ötekisine neden değersiz oluyor?

Kahreden düşüncelerimizi toplamaya çalışıyoruz. Ancak mahvolmaya çalışan sevdiklerimizin geleceğine doğru bakışımızda olmasını/olmamasını temenni ettiğimiz her hususu, bir kerre de değiştirmek için gayret edelim derken, yine kötülenen olmak riskini alıyorsak, bunun nedeni onlara nefretimiz mi yoksa muhabbetimiz mi oluyor?

Sevdiğimizin kaderini bildirseler, biz de müdahale edemiyorsak, bilmemiz ile bilmememiz arasını nasıl bulacağız. Yoksa bu değerli olduğumuzu mu gösteriyor veya değersizliğimize işaret mi saymalıyız?

Köprüleri yıkacağını bilsek, altından dizi dizi figanlar geçeceğini hayal etsek, zandır desek ya da gerçeğe çıkacağını tam olarak tahmin etsek, bunu da kendimize dahi inandıramazsak, bu bilmemenin hangi sıfatla değeri olur ki? 

Olanlar bizim bilmemizle mi oldu, yoksa bileceğimiz için mi oldu diyemediğimiz bu hususları kime nasıl anlatabileceğiz?

Kadere kafa tutsak, kader bizden etkilenir mi, gününü değiştirir mi?

Hiçbiri olmazda, içi boşalmış cevizler gibi kırılmayı beklesek ve soba da yanarken cızırtısından başka sesi kalmayan bir kül olmak ile bitecek varlığımızın bir değeri var mıdır?

Şeytan bir gün denizin kıyısında ağlıyormuş, sormuşlar.

“Neden ağlıyorsun?”

“Gayretlerimin sonuçsuz kalışının işareti dünyanın üçte ikisi şu denizler, değil mi? Hepsi benim mağlup olacağımı anlatıyor, anlayamadınız mı?”

“Ne zaman bir ağlayan olsa “ben yıkıldım” diye figan ederim. Sular benim yıkılışımın her zaman bir ifadesi olmuştur.”

[Şeytanın sevmediği taklit edemediği şeylerden biri de sudur.] Tanrı evi Kâbe’nin tek zenginliği zemzem dir.

Bir üstadın çok akıllı bir talebesi vardı. Üstadından daha ileri seviyede bilgiye sahipti. Ancak üstadın üstünlüğü biraz fazla olan tecrübesi idi. Onunla akıllı talebesinin bir derece önünde durabiliyordu.  Tecrübe dedikleri şey talebesinin geleceğine iki cihetten bakış idi. Bir dışarıdan oluşu, diğeri fazla yaşından ileri geliyordu. Üstad, her zaman talebesi isyan ederken tecrübe ve sabırla alttan alırdı. Ancak bir vakit üstad yıkıldı. Talebesi onu terbiye eder gibi ağır sözle aşağılamıştı. Üstad onun ikaz edici sözlerine kızmadı, “Olur” dedi, “sen haklı çıkabilirsin, fakat benim dediğim olacak biliyor musun?”

“Nasıl olur”. “Ben haklı iken senin dediğin çıksın ki” dedi. Üstad,

“Bu işlerin takdiri gönlüne göre olmayacak kadar ne bize, ne de sana aittir” dedi.

“Neden” diye sorduğunda

“Bu senin istemenle değil, benim istememle değil, olması gerekenle olan vakıalardır. Onlar zuhur ederken buna engel olacak olduğum benim bir şeyim yok ki, senin nereden olsun” dedi.

“Şeytan cennetten kovulurken, girdiği yerden mi kovuldu. Secde etmedi diye atılan şeytanı yılanın derisi altında cennete sokanlar bir yanlışı rivayet etmiyorlar mı?”

Havva’nın kalbine gelen vesvese, kalpten kalbe giden yolun üzerinde duruş değil midir ki, aynı durum hala devam etmektedir. Kadın ve erkeğin, olduğu yerde bu fitnenin devam edişi şeytana mı bağlı yoksa insanın fıtratının emaresi midir?

Dağlar üstüne düşen yıldırım, dağı yıkar mı, yıldırır mı?

Bir sesi çıkar, bir de ışık. Bunların ne faydası vardır, ne zararı. Bazıları faydası olduğu şeyleri vardır dese de vereceği korkudan fazla değildir. Korkular bizi bitiren korkular. Korkuları teslimiyetin kelepçesiyle bağlı tutmasaydık, her şeyimizi dağıtırdı. Bunun gibi gün gelirde geri dönüp bakacak kadar bir zamanımız olursa insanın tek söyleyeceği sözü, sadece, “keşke” oluyorsa, burada acınacak husus talebeye mi olur, yoksa üstada mı?

Bize göre buradaki düşünce suçu üstada ait kılmaktır. Çünkü teslim olan talebesine bakması gerekirdi. Ancak üstad şu sözü yinelerse; “Talebe itibar edip bize teslim olmadı.”  O zaman üstada yine sormalıyız; “suç teslim olamayan talebede mi, yoksa teslim alamayan  üstatta mıdır?”

Hulasa; suç her zaman üstattadır. Talebeyi suçlamak yanlıştır. Buradan sözü Tanrıya getirirsek isyan eden kulun suçunu, kulda aramamalıyız. Ve öyledir. Sonuçta kullar cennet ve cehennem hususunda birbirlerinden haklarını teslim aldıktan sonra cennettekiler melek, cehennemdekiler oranın ehli olup süfliyyete memur olacaktır. Böylece her kul bulunduğu yerin memurudur.  Nasıl ki, melekler ve şeytanlar bugün varsa geleceğinki de onlar olacaktır. 

Burada önemli olan üstadın aciz kalışında talebenin düştüğü uçurumdur. Çıkılmayan yarları olan uçurumlar. Düşenlere ağlamanın olmadığı uçurumlar.

Ey talebesini kurtaramayan üstad!

Huzuru neden bulamadığını/bulamadığımızı anlıyoruz. Sebepler ve sonuçlar ile karışmış olan iç dünyamızda neden üzülen biz oluyoruz, diye kendimize hep soruyoruz. Üstad değiliz, talebe de olamıyoruz. Sorun tanrıda mı, diyemiyoruz. Ne öyleyse?…

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

KIRILMAK HAYAT BULMAKTIR

 Tanrı için kırık bir kalbi onarmak kolaydır.
Yalnız insan onu bütün, parçalarıyla O'na verirse ...
(Oscar Wilde)

Eğer bir arkadaşınız doğruyu söyleyecek kadar kuvvetli ise hem şanslı olduğunuza şükredin ve ona da boğun eğmenin farz olduğunu bilin. Günümüzde doğru sözlü birini bulmak  çok zordur. Bulursanız ondan bir hisse kapar, sarhoş olmuş benliğinizi ayık tutmanıza sebep bulursunuz. Doğru yapıyoruz diye o kadar yanlış işlerimiz vardır ki, "Ebrarların haseneleri, mukarrebler yanında günahtır" der gibi..

Kırılmak buğdağ tanesinin kaderidir. O ekmek olmak için iki taşın arasında kırılır. Bazen yaptığımız çocuksu safiyane hareketlerimiz bizi kapılardan kovulmaya sebep olsa da, bu bizim büyüme yolunda gördüğümüz ihsanlardır.

Azarladığımızda sevineceğimiz husus, dabbağ eline düşmüş kokmuş derinin padişah sırtına ceket olmasına neden olma müjdesidir. Bizi bizden alan sarhoşluklarımız, bazen edebin mahrumiyet derecesine çıktığı zamanda zuhur eder. Fazla edep mahrumiyet sebebidir. Kırıla döküle gideceğimiz yerlerde bizi uyaranları eksik kılmayan rabbime şükür ederiz.

Kaderin kara treni hangi istasyonda hep kaldı ki, en güzel istasyona uğrasa da bekleyeceği yoktur. Terk etmeye mecbur eden güç, onu kopara kopara alır götürür.. Her ne kadar dostları birbirine kavuşturan bu tren çok zaman sevenleri birbirinden ayırmıştır. Sevenler ayrılsa da kalan hatıralar unutulması zordur. Geçmiş hayali cihandır.  Bitmeye mahkum olan beşeri hayatta çok şey beklediğimiz değil midir, her şeyi birbirine karıştırıp duruyoruz. Fakat çirkin kabuk kırılmadan iç can bulamadığına göre kırılmak mecburiyetimizdir. Kıranımız sevdiğiniz olursa bu size lütfun yapıldığına işarettir. 

Bir hatıramızı akatarayım.

Bir vakit üç arkadaş bir Mevlevi Tekkesine gitmiştik. Akşam yemeğini orada yediğimizden iyilik olsun diye bizim hanım çıkan yemekler için takviye olsun diye unutamadığım bir tepsi Hasanpaşa köftesi yapmıştı. Tekkede semâ dersleri alırdık. Temrinleri yaptıktan sonra yemek vakti geldi. Oturduk. Semâ çalışmalarımızda bir an Hz. Pirin bir menkabesi kalbimize gelmişti. Eyvah dedik. Zuhurat olacak.

Hazret-i Mevlânâ kaddesallâhu sırrahu'l-azîz Efendimizin hayâtında Mevlevî fukarasından bir zat, bir sefer esnâsında gider iken haramiler gelip bu dervişi soymuşlar, kamilen elbisele­rini ve akçesini almışlar. O haramilerden birisi de başında olan sikke-i şerifi alıp kendi başına koyup alay yolu ile;

"Ne tuhaf külah!" demiş. Bir müddet sonra çıkarıp dervişe vermiş. Bir gün Hazret-i Mevlâna Efendimiz mürîdânına ders okutur iken murakabeye varmışlar. Bir müddet murakabede durup, sonra başını kaldırıp yine ders ile meşgul olmuşlar. Dersten sonra, bazı yakın müridler bu esrardan sual etmişler. Buyurmuşlar ki,

"Bir tarihte bizim fukaramızdan bir dervişi haramîler soymuş idiler. Onlardan birisi alay olsun diye bizim alâmet-i şerifimizi alıp başına koyup bir müddet başında kalmış ve sikkemiz altına girmiş idi. Şimdi o adam rûhunu teslim ediyor idi. Şeytan gelip onun imanını çalmaya çalışıp gayret ediyordu. Onun imanını koruyarak şeytanı uzaklaştırıp ve kovdum ve imanla ruhunu teslim etti. Zira ki, bizim alâmet-i şerifimizi az bir müddet başına koyup durdu, bize lâyık olan budur ki, o zamanda ona imdat edelim" buyurmuşlardır.[1]

Bizim Hasanpaşaları mutfakçı sofraya koymadı. "Eyvah" dedim. Bu da yetmemişti. bir hafta sonra olan oldu. Tekke adabında kapıdaki ayakkabılar dışa dönük değil içeriye dönük konur. Meğer bizim arkadaştan biri bir hafta önce kendince demiş ki, "ben bu ayakkabıları düzelteyim, çıkarken rahat giysinler", hepsinin yönünü dışarı çevirmiş. Ben bilmiyorum. Sofrada oturuyoruz. Şeyh efendi başladı bir nasihat perdesinden ayakkabı meselesini açmıştı. Bir hafta sonrada bu vakıayla ayrılık geldi, yediğimiz tatlı lokmalar boğazımızda durdu, kaldı.

Ey Pirim dedim, "bizim kara trenin vakfı burada artık bitti gideceğiz demek ki" dedik. Bir daha gitmek nasip olmadı. Bir rüyası da diğer arkadaş tarafından görülmüştü.. Sonradan çağırdılar ama biz hatamızı kabul ettik tozumuzu alıp oradan gittik. Tekke yerinde devam ediyor. Ancak biz tekkeden mi tekke bizden ayrı kaldı hala bilemedik. Bir devrandı, bu hadise bir zaman gönlümüzü yıprattı ama sonunda herşey bitti.

İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi buyurur ki, eğri ayağa eğri ayakkabı yaparlar. Bizim ayaklar eğri olunca işimizde bazen eğrilik oluyor, burada ayakta mı suç, ayakkabıda mı, yoksa tanrıda mı, sormaya gerek yoktur. Olan olacaktır, kader zuhur edecektir. Engel olmak diye bir hüküm yoktur.

Hiç kimseyi, hiçbir şeyi hor görmeyeyim diye şu işe bunu sebep ettin.

Ayak kırıldı mı

Tanrı kanat ihsan eder.

Kuyunun dibinden bile bir kapı açar da.

Sen ağaç üstünde ol, kuyu dibinde bulun, buna bakma… beni gör, bana bak ki yolun anahtarı benim, yolu ben açarım der!"

Mesnevî-i Şerif, c.III, b. 4807-09

 

Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha malik oldu.

Mesnevî-i Şerif, c.I, b.706

Sayıdan dışarı olan o saflarda "Bizler saflarız" nuruna gark olsunlar.

Söz, bu halin övüşüne gelince kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı.

Hiç deniz, bir kaba sığar mı?

Aslanı bir kuzu kapıp götürebilir mi?

Perde ardındaysan perdeden çık da o şaşılacak padişahlığı gör.

Sarhoş kavim, kadehini kırdılar ama senden sarhoş olanların özrü vardır.

Mesnevî-i Şerif, c.V, b.4194-98

İhramcızâde İsmail Hakkı

[1] Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede'nin Hatıraları, hzl. Mustafa KOÇ-Eyüb TANRIVERDİ, İstanbul, 2006, c. II, s.742

 




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar