Yazılmışlar 17
TOZUNU AL DERLERSE
Temiz kalpli, iyi soylu, akıllı bir delikanlı deniz
yoluyla Rum kıyılarına çıktı. Kıyıdakiler onun erdemli, temiz kalpli ve akıllı
biri olduğunu görünce, eşyalarını alıp onu iyi bir yere götürdüler. Delikanlı,
günlerini burada konaklayarak geçirmeye başlamıştı ki bir gün, orada yaşayan
âbidlerin ulularından biri, delikanlıya;
"Şu mescidin tozunu alıver."
diye emretti. Delikanlı, bu emri işitir işitmez hiçbir
şey demeden oradan çıkıp gitti. Bir daha izini gören olmadı. Bunun
üzerine şeyh ve müritleri delikanlının gidişini, hizmet etmek istemediğine
saydılar. Yine bir gün müritlerden biri, onu yolda yürürken yakalayıp
hemen sordu;
"Dostum! Kötü fikre uyup aldanmış oldun. Allah
dostlarının hizmetle makama erdiklerini bilmiyor muydun?" Delikanlı, yana yakıla ağlamaya
başlayıp;
"Ey cana can katan, gönüller aydınlatan dostum!
Ben orada toz-toprak görmedim. Ve işte o an anladım ki bu yerin tozu da toprağı
da benmişim. İşte bu yüzden oradan ayrıldım."
dedi.
Tarikata giren her dervişin tek gayesi kendini hor
görmektir. Yücelik istiyorsan, alçak-gönüllü olmaya gayret et. Yücelik bir
damsa, merdivenleri alçak-gönüllülüktür. Meyve veren dal nasıl baş aşağı
sallanıyorsa, akıllı insan da alçak-gönüllü davranıp boynunu eğer.
Kaynak: Şeyh Sâdî Şirâzî -Bostan
AHSEN-EL KASAS
Ahsen-El Kasas; bir vâkiayı anlatmanın en güzeli veya bir vâkiayı en güzel
anlatış. Bir haber veya hikâyenin ‘kıssa’ olabilmesi, şayan-ı ta’kîb ve
tahrir bir haysiyeti haiz olmasına mütevakkıftır.
Allah Teâlâ’nın, Kurân-ı Kerim’de anlattığını bildiğimiz konular arasında
en çarpıcı olanı belki bir kadının aşkına verdiği değerdir. Yusuf Suresinde ilk
tek sayı sayılan üç numaralı ayette –Yusuf Suresi de 12. suredir, sayı toplamı
üçtür- “en güzel hikâye -Ahsen-El Kasas” ifadesiyle
beyan edimesidir.
Yusuf aleyhisselâm ile Züleyha validemiz arasında geçen vâkıa, aşkın en
ileri seviyesinde olan hadisedir. Bu kıssada Allah Teâlâ’nın bir peygamberini
değil de, kadını öne alışında aşkın mertebesinde kadının ulvî seviyesine
işaret etmektedir.
Bir kadın aşkı ile peygamberden öteye geçmiştir.
Rivayetlerde Yusuf, zindanda Züleyha’dan uzak durmak için Rabbi’nden
mahkumiyeti talep etti denilse de, Yusuf’un onu zindanda anmadan durduğunu söylemek
biraz imkansızdır. Kuledibine düşmüş gönlün, Züleyha’yı anmadan geçirdiği
dakikaları yok denecek kadar az olaması gerekir.. Çünkü Züleyha, unutmuyorsa ve
ağlayıp-bazı rivayetlerde gözlerine karalar düştü- duruyorsa, Yusuf onu nasıl
unutabilirdi. Aşk özellik itibarıyla kendilikle (self) olmayıp beyniyetle
oluşabilen durum olunca aralarında akışın olması gereken mecburi bir haldir.
Züleyha için Yusuf’a zorla sahip olmak istedi diye düşünmek yanlıştır.
Züleyha ki, aşkın sarhoşluğundan çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adını
Yusuf takmıştı. İçtiği su, yediği ekmek, aydınlandığı mum, Yusuf olmuştu.
Binaenaleyh, onun sevgisinde Hakk katında bir çirkinlik bulunsaydı Kurân-ı
Kerim’de anılmazdı. Sadece “kadınların hilesi/oyunu/düzeni büyüktür” ile yetinildi.
Züleyha’nın aşkı bu kadar kutsal olmasa idi, Yusuf hangi hikaye ile
anılacaktı ki?
Kardeşlerin hilesi ile anlatılan bir hikaye ile -124 bin peygamber
olduğunu düşününce- eşsiz güzelliği olan Yusuf biraz anılmaya değerli olamazdı.
Güzelliğine de kim inanırdı? Ancak Yusuf, bu anışın bedelini kuledibinde yıllar
geçirmeye razı olmuş ve hiç sıkıntı duyduğunu kimse rivayet eylememiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın saygısına mazhar olan kadın ve aşkı için Habib-i Ekrem
salla’llâhu aleyhi ve sellem “dünyada üç şey sevdirildi” derken
ilâhi sevgiye işaret etmiştir. Yine bu değerden dolayı, Allah Teâlâ Âdem
aleyhisselâmı yaratışını açıkça beyan kılarken, Havva’yı belirgin bir ifade ile
anlatmamıştır.
Yine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem “Yeşilliğe
bakmak, gözün pasını açar; güzel kadına bakmak da gözü cilâlandırır”. Şihâb’ü-l
Ahbâr (206) buyuruşunda daha çok kalb gözünü kasdetmiştir. Çünkü
sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Efendimiz başka bir yerde “Kellimîni
ya Humeyrâ” [Konuş Ya Hümeyrâ] buyurması ile kalbî sırra işaret
etmiştir.
Hulasa, Ahsenel Kasas ile bahsedilen kıssanın “ahsen” kısmı Züleyha’nın
olduğu bölüm, diğer kalanı ise ibret alınması gereken kıssa bölümüdür. Bu
meyanda peygamber dahi olsa erkekler için bir kadının gönlüne girecek güzelliği
bulmak öneme haiz durumdur. Cahillik ve şehvet kokan iğrençlik gailesi fiiller
hakkında söz söylemeye fazla gerek yoktur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BÜYÜK ŞEFAAT HAKKI HZ. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem’e NEDEN
VERİLDİ?
'Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan
çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır! Elbette bir adamın, benden başka
herkes yanılıyor demesi zordur. Ancak sahiden herkes yanılıyorsa o ne
yapsın?..."
(Cemil MERİÇ: ‘Bu ülke", Ötüken ,
1974, İstanbul, s.7.)
Peygamberler mesleği olan “hakikati söylemek” her insanın harcı değildir.
Doğruda yalnız kalmak, iftiraya uğramak, sıkıntılara düşmek kader kanunudur.
Doğrular nedeniyle zillete düşülse de, hakikat gün yüzüne çıkmaya mecburdur.
Hakikatin vasfı ayaklar altında olmak değil, başlar üzerine taç olmaktır.
Yapılan bunca saldırılar netice olarak yine Hakkın galibiyeti ile sonuçlanmış
olması bunu göstermektedir. Bazı zamanlar yalan galip görünse de devran
insanlar arasında gelip giderken, doğruluğun galibiyeti kader kanunudur.
Kıyamet günü peygamberler ile ümmetleri arasında geçen konuşmalar
vardır. Onlar ümmetleri nedeniyle mahcup olmuş, yüzlerini yere eğmeye
mecbur bırakılmıştır. Ümmeti merhume denilen Muhammed ümmeti [salla’llâhu
aleyhi ve sellem] aldığı terbiye nedeniyle kıyamet günüde başı açık yüzü ak
olarak huzura çıkmayı hak etmelerinin sebebi diğer din sahiplerinin büyüklerine
karşı iftiralar atmamalarıdır. Onlar Rahmet peygamberi salla’llâhu aleyhi ve
sellemin terbiyesinde olgunlaştıklarından öteki ümmetlere ve peygamberlerine
karşı en ufak bir nefret söylemi vaki olmamıştır. Bu fark değil midir ki, Hakk
onların yanında tecelli etmiştir.
Hz. İsa aleyhisselâm ve Hz. Musa aleyhisselâm ruhlar aleminde Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yanına her geldiklerinde başlarını
öne eğerler. Tek utançları ümmetlerinin yaptığı hakaretler ve iftiralardır.
Günden güne de bu mahcubiyetleri o kadar artmıştı ki, kendilerinde
başlarını kaldıracak bir türlü mazeret dahi bulamazlar. Ümmetlerinin dinlerini
tahrif etmeleri yetmiyormuş gibi, birde taşkınlıkları yüzünden çok
rahatsızlıkları ile söyledikleri tek kelâm “Sen âlemlere rahmet olarak
gönderildin.” Buna bizim imanımız ve tasdikimiz var, bizi ve
ümmetlerimizi aff buyrun” olmaktadır. Bu söze delil olarak, kıyamet sahnelerinde
geçmesi haber verilen şefaat isteği gerçekliğinin açık beyanıdır.
Yine Sahiheyn ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den kaydettikleri bir rivayet
şöyledir:
"Biz bir davette Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile
beraberdik. Ona sofrada hayvanın ön budu(n dan bir parça) ikram edildi. Bud
hoşuna giderdi. Ondan bir parça ısırdı ve:
"Ben Kıyamet günü âdemoğlunun efendisiyim! Acaba bunun neden olduğunu
biliyor musunuz? (Açıklayayım:) Allah o gün, öncekileri ve sonrakileri tek bir
düzlükte toplar. Bakan onlara bakar, çağıran onları işitir. Güneş onlara
yaklaşır. Gam ve sıkıntı, insanların tahammül edemeyecekleri ve tâkat
getiremeyecekleri dereceye ulaşır. Öyle ki insanlar:
"İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musunuz, sizlere şefaat edecek
birini görmüyor musunuz?" demeye başlarlar. Birbirlerine:
"Babanız Âdem var!" derler ve ona gelerek: "Ey Âdem! Sen
insanların babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı, kendi ruhundan sana
üfledi. (Bütün isimleri sana öğretti). Meleklerine senin önünde secde ettirdi.
Seni cennete yerleştirdi. (Allah katında itibarın, makamın var.) Rabbin
nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu halimizi, başımıza şu
geleni görmüyor musun?" derler. Âdem aleyhisselâm da:
"Bugün Rabbim çok öfkelidir, daha önce bu kadar öfkelenmedi. Bundan
sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok, çünkü,
cennette iken, Allah) beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa âsi
oldum. (Ben cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün
günahlarım affedilirse bu bana yeter). Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına
gidin, Nûh aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Nûh
aleyhisselam'a gelecekler:
"Ey Nuh! Sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin. Allah
seni çok şükreden bir kul (abden şekûrâ) diye isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz
şu hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbin nezdinde
bizim için şefaatte bulunmaz mısın?" diyecekler. Nuh aleyhisselâm da şöyle
diyecek:
"Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce hiç bu kkadar öfkelenmedi,
bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek! Benim bir dua hakkım vardı. Ben onu
kavmimin aleyhine (beddua olarak) yaptım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden
başkasına gidin. İbrahim aleyhisselam'agidin!" diyecek.
İnsanlar İbrahim aleyhisselam'a gelecekler:
"Ey İbrahim! Sen allah'ın peygamberi ve arz ahalisi içinde yegane
Halilisin, bize Rabbin nezdinde şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor
musun?" diyecekler. İbrahim aleyhisselam onlara:
"Rabbim bugün çok öfkeli. Bundan önce bu kadar öfkelenmemişti, bundan
sonra da bu kadar öfkelenmeyecek. (Şefaat etmeye kendimde yüz de bulamıyorum.
Çünkü ben) üç kere yalan söyledim!" deyip, bu yalanlarını birer birer
sayacak. Sonra sözlerine şöyle devam edecek:
"Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Musa
aleyhisselam'a gidin!" İnsanlar, Hz. Musa aleyhisselam'a gelecekler
ve:
"Ey Musa! Sen Allah'ın peygamberisin. Allah seni, risaletiyle ve
hususi kelamıyla insanlardan üstün kıldı. Bize Allah nezdinde şefaatte bulun!
İçinde bulunduğumuz hali görmüyor musun?" diyecekler. Hz. Musa da:
"Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce böylesine öfkelenmedi, bundan
sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen Rabbim nezdinde şefaate yüzüm de
yok. Çünkü) ben, öldürülmesi ile emrolunmadığım bir cana kıydım. (...Bugün ben
mağfirete mazhar olursam bu bana yeterlidir.) Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden
başkasına gidin! Hz. İsa aleyhisselâm'a gidin!" diyecek.
İnsanlar Hz. İsa'ya gelecekler ve:
"Ey İsa, sen Allah'ın Peygamberisin ve Meryem'e attığı bir kelamısın
ve kendinden bir ruhsun. Üstelik sen beşikte iken insanlara konuşmuştun. Rabbin
nezdinde bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?"
diyecekler! Hz. İsa aleyhisselam da:
"Bugün Rabbim çok öfkeli. Daha önce bu kadar öfkelenmedi, bundan böyle
de hiç bu kadar öfkelenmeyecek!" diyecek. -Hz. İsa şahsıyla ilgili bir
günah zikretmeksizin- (Bir başka rivayette:) "(Beni, Allah'tan ayrı bir
ilah edindiler. Bugün bana mağfiret edilirse bu bana yeter!") Nefsim!
Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Muhammed salla’llâhu aleyhi ve
selleme gidin!" diyecek. İnsanlar Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve selleme gelecekler, -bir diğer rivayette: "Bana
gelirler!" denmiştir- ve:
"Ey Muhammed! Sen Allah'ın peygamberisin, bütün peygamberlerin
sonuncususun. Allah seni geçmiş-gelecek bütün günahlarını mağfiret buyurdu.
Bize Rabbin nezdinde şefaatte bulun. Şu içinde bulunduğumuz hali görmüyor
musun?" diyecekler. Bunun üzerine ben Arş'ın altına gideceğim. Rabbim için secdeye
kapanacağım. Derken Allah, benden önce hiç kimseye açmadığı medh u senâları
benim için açacak (Ben onlarla Rabbime medh u senâlarda bulunacağım). Sonra:
"Ey Muhammed başını kaldır ve iste! (İstediğin) sana verilecek! Şefaat
talep et! Şefaatin yerine getirilecek!" denilecek. Ben de başımı
kaldıracağım ve: "Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim
ümmetim!" diyeceğim. Bunun üzerine:
"Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları cennet
kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da
insanlara ortaktırlar!" denilecek."
Resûlullah sonra şöyle buyurdular:
"Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun. Cennet
kapısının kanatlarından iki kanadının arasındaki mesâfe Mekke ile Hecer
arasındaki veya Mekke ile Busra arasındaki mesafe kadardır."
Buhari, Enbiya 3, 8, Tefsir, Beni İsrail 5; Müslim, İman 327, (194);
Tirmizi, Kıyamet 11, (2436).
Bütün insanlar peygamberleri ile Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellemin şefaatini dilenmişlerdir. Bu dilenişin sebeplerinden biri de, Ümmeti
Merhume, peygamberlerinin yolunda gidip, diğer insanları, dinleri ve
peygamberlerine hakaret etmeyip, incitmediler.. Ümmeti Muhammed diğer
peygamberlere hiçbir şekilde iftira atmadı, leke sürmedi.Diğer ehl-i kitab ise
tahrif ettikleri yetmemiş gibi dinlerini ve kitaplarını iftiralar, yalanlarla doldurup
peygamberlerini mahcup kıldılar. Bu mahcubiyetler yüzünden peygamberleri
kıyamet gününde şefaat etme hakkından mahrum kaldı.
Şefaat şerefinin, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ve
ümmetinin üzerinde oluş nedeni budur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Hasan Basri ÇANTAY
Canlara Cânân Diye Sevdim
Sevdim seni hep canlara cânân diye sevdim
Bir ben değil âlem sana kurban diye sevdim
Ecrâm-ı felek levh u kalem mest-i nigahın
Didarına aşık ulu Yezdân diye sevdim
Mahşerde nebiler bile senden medet ister
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim
Aşkınla buhurdan gibi tütmede bu kalbim
Sensiz bana Cennet bile hicran diye sevdim
Ta arşa çıkar her gece aşıkların ahı
Asilere lütfun yüce ferman diye sevdim
Doğ kalbime bir lahzacık ey nûr-i Dilârâ
Sevdanı gönül derdine derman diye sevdim
Bülbül de senin bağrı yanık aşık-ı zârın
Feryadı bütün ateş-i sûzân diye sevdim
Huriler ezelden beri Şeydâ-yı cemalin
Yanmıştı sana Yusuf-i Kenan diye sevdim
Evlad ü iyalden geçerek Ravza’na geldim
Evsafını medhetmede Kur’ân diye sevdim
Kıtmirinim ey Şâh-ı Rüsûl kovma kapından
Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim
Şeydâ kuluna nazar eyle nazar-ı merhametinle
Bir lahza nazar en büyük ihsan diye sevdim
https://youtu.be/xCELN7Mi868
KÜP İÇİNDEKİNİ SIZDIRIR
“Köpekler, ancak havlar.”
Bir ateist kardeşim bana geldi, dedi ki,
“Benim Müslüman olma nedenim, Müslümanlar değil, b.. sıçan okumuş
mektepli yazarlarının Hz. Muhammed’e çirkin iftiraları oldu. Dedim ki,
bir insanın milyonlarca seveni varken, bu kadar iftira ediliyorsa bir yerde
yanlış olmalı. Bütün insanlar deli bunlar mı akıllı? Olabilir, hatasız insan
yoktur. Fakat çirkinleşmeleri beni tiksindirdi. Sataşmaya çalışırken kendi
çirkinliklerini kusuyorlardı. Bu insanlara teşekkür etmem gerekiyor, İslâm dinine
girme vesilem oldular.”
…
Eskiden dine karşı akıl almaz iftiralar ediyorlar diye bu bahsedilen
kişiler hakkında nefretim kabarır ve çok üzülürdüm. Sonra anladım ki, onların
bu saldırıları dini zayıflatmıyor, dine kuvvet kazandırıyorlarmış. Allah Teâlâ
çirkin insanlar ile dine yardım ediyormuş. Onların dara sıkışmış akılları kör
kuyularında boğulurken, mutsuz oluşları değil mi ki azgınlıkları günden
güne artıp kendilerini de rahatsız etmektedir. Çünkü kuyulara inmek kolay,
fakat çıkış çok zordur. Dışarıdan bir ip uzatan lazımdır. Maalesef
taraftarları tarafından hiçbir vakit uzatılmamıştır. Şeytan dahi “ben
senden beriyim” demektedir. Onlar, Dante’nin hayali cehenneminde
kurdukları tuzakları içinde boğuşurlarken çıkışlarını sağlayacak yardımcıları
olmayacaktır.
Yapılan her yanlış hareket, doğruyu incitmediğine göre, getirisi yanlışa,
bir yanlış ilavesi ile onu daha çirkinleştirici olmaktadır.
Ey sataşanlar, sizlerin sataşmasından memnun olduğumuzu bir daha
belirtmeliyiz ki, bu hareketleriniz ile İslam yücelirken, sizlerin hezimete
doğru yol aldığınızı görebilmekteyiz. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimize karşı yıllardır yaptığınız çirkin iftiralar onu sevenlerini
artırmaktan başka bir şey husule getirmedi. Siz devam edebilirsiniz. Daha fazla
yapınız ki, bu sizin zayıfladığınızın işareti olduğunu bilelim. Sayenizde zayıf
Müslümanlığımız daha kavi olsun.
Ey kuyusunda yalnız kalanlar, küp içindekini sızdırır, bilmiyor musunuz?
Çirkinden çirkin sözler çıkar. Karanlığınız bizi değil sizi rahatsız
edecektir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BÜTÜN MESELE KARPUZCUYU BULMAKTA
Bir mürid mürşidine "zamanın sahibi kimdir" diye
sormuş. Mürşidi,
"şu üç kişiden biridir, git bak hangisidir, sen bul" demiş.
Üç kişi testici, camcı ve karpuzcu imiş.
Testiciye gelmiş bir şeyleri alıyım derken bilerek kırmış, testici
"Olur efendim, insanlık hali" deyip olgunlukla karşılamış. Sonra
camcıya gitmiş, orada da kaza süsü vererek dükkanın raflarını aşağılara
indirmiş, kırmış. Aynı olgunluk camcıda vaki olmuştur.
Son olarak karpuzcuya gelmiş, başlamış "şunu kes alacağım",
demiş, "kabak, olmaz" , "bunu kes alacağım", derken kesik
karpuzlardan tezgâhta yer kalmayınca karpuzcu kızmış, "Alacağın
bir karpuz al ve git, kesmeden karpuzu bilemediğin gibi, kestiklerin boşa gitti,
yemediğinde senin değil", demiş.
Mürid Mürşidine gelmiş,
"Efendim!"
"Olsa olsa testici ile camcı zamanın sahibi olur, karpuzcuda merhamet
de, sabırda yok, ", demiş. O zaman mürşidi,
"Hayır, zamanın sahibi karpuzcu, o olması gerekeni, yapmasını bilen ve
isteyendir" demiştir.
"Allah, Rahman sıfatını Rahim sıfatı ile sınırlamasa idi, şeytanın
şerrinden insanlar kendilerini koruyamazdı."
"Besmeledeki rahman isminin peşinden gelen rahimin manası budur.
Zamanın sahibinde her iki sıfat beraber tecelli etmiştir."
"Racim" ile "Rahim"in arasını bir nokta ayırmıştır. O
nokta insandır. Aşk üstadı İblis kabullenemediğinden huzurdan kovulmuştur.
İblis bir nokta ile huzurdan kovuluyorsa, bize düşende âlemin merkezindeki
noktayı bulmamızdır. Bu nokta ise "âlemlere sığmam bir müminin kalbine
sığarım" denilen yerdir ki, sanki birebir Hakkın kendisidir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YARDA KALAN KATRE
Derya aşkıyla yanan ırmak katreleriyle yola düşmüş, heyecanla kavuşacakları
deryayı hayal ediyorlardı. Atalarından duydukları vardı, deryaya gark olmak.
Bunu kendilerine derd edinmişlerdi. İçlerinde biri ise hep şunu derdi.
“Siz deryanın derdindesiniz, acaba hangimiz yar başında kalacak kadar
şanslıdır.”
“Nasıl”
“Büyüklerimiz bize deryayı söylediler” dedi. Yar başını anlayanda çok çıkmadı.
Bilmiyorlardı ki anlasınlar. Yinede hepsi heyecan içinde bir an önce deryaya
kavuşalım hırsıyla akıp gidiyorlardı.
Yaşlanmış bir katre vardı. Kadehe dökülse, tadıyla tükürülecek kadar
acımış, itilmişti. Birde yetmezmiş gibi hakaretlere uğramış bulanık ve
ağırlaşmıştı.
Berrak katreleri, güneş görse yanına çağıracak kadar çekici, canlı görse
içmek için avuçlanacak kadar tatlıydı.
Irmak kaynaktan deryaya doğru akıyordu. Kendi halinde son deme doğru
giderken arkalara düşecek kadar yorulmuş aşağılanmış haliyle katre umutla takip
etmeye çalışıyordu. Olması gereken dönüşüm mevsimi geldi. Havalar soğudu.
Katrelerde yarı yolda kalırız, deryaya varamayız, diye bir heyecan
başladı.. Irmak son geçiti olan yara geldi. Oradan kendini deryaya bıraktı. Bir
çoşku bir heyecan. Irmak son katresini bırakmayacak kadar çağlayan olmuştu.
Yardan dökülen katreler sarhoş gibi deryaya düşerken, buz gibi soğuk hava,
zayıf itilmiş ve kakılmış katreyi yar ucunda durdurdu. Hani derler ya bir şans
olsa, anda düşecek. Olmadı. Düşmeden yar ucunda yapışıp kaldı.
Arkadaşlarını kaybetmiş, bir kış boyu, yalnız kalakalmıştı. Kaldı da,
günler gördü, geceler gördü, ay gördü, güneşi gördü. Neler görmedi ki,
ayazı eksik değildi.
hayat canlandıran ilkbahar yine geldi.
Kaynaktan bir gürültü koptu. Irmakta hayat yeniden başlamıştı. Doğan
katreler hızla geldiler, yar ucundaki katreyi deryaya kavuşturdular.
Kaybettiklerini düşünen arkadaşları onu görünce:
“Neredeydin?” diye sordular.
“Sormayın” dedi, tam sizinle deryaya düşecekken yar ucunda kaldım. Çok
şeyler gördüm canım yandı. Ama, anlatacak hikayelerim var.”
Arkadaşları sordukça, o anlatıyordu. Beğenmedikleri arakalarına
bıraktıkları katrenin söylediği birçok şeyin hayalini bile edemiyorlardı.
Her şey iyiydi ama duyduklarını yaşamak için dönüş gerekiyordu. Bunun da ancak
güneşte yanmakla olduğunu anlamışlarlardı. Birde yanmanın adını aşk
koymuşlardı.
Yanacaksın uçacaksın. Birçokları katreden duyduklarını yaşamak için
denemeye karar verdiler. Birçok katre yandı ve uçtu. Dağlara düştüler. Irmağa
kavuşmak için kaynağa ulaştılar. Ancak yol uzundu. Yine birçoğu yine bu
anlatıları unutmuştu. Duymamış gibi…..
İhramcızâde İsmail Hakkı
AYNA MI CAM MI?
Hayatımızın bütün evrelerinde ahlak adamları, düşünürler…sürekli kalp
temizliğinden ve aynası temiz olanlardan bahsederler. Gerçekten çok güzel bir
düşünce değil mi, pırıl pırıl bir kalp sahibi olmak. Ancak “Aynalı Baba”yla
görüştüğümde dedi ki,
“Kalp aynası iki yüzlüdür. Birini parlattığın zaman arka yüzünü de
parlatman gerekiyor. Yoksa bir yüzün parlaklığı seni mahveder” dedi.
…
Düşündüm. Parlatmak.
İki yüzü parlatmak.
Rivayete göre Niyazî-i Mısrî, sonradan şeyhi olan Ümmî Sinan kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizi görmek için Antalya’nın Elmalı kazasına giderken, rüyasında bir
kalaycıya gider. Kalaycı müşterilerle dolup taşmaktadır. O da güğümünü
(Tuhfe’de abdest ibriğini) kalaylatmak için verdiğinde kalaycı , “dışını
herkes kalaylar, maharet içini kalaylamakta” diyerek güğümü (ibriği)
kolayca ikiye böler, iç ve dışını kalaylar ve yapıştırarak geri verir. Daha
sonra Uşak’ta Ümmî Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l-azizi gördüğünde bu kalaycı
ustanın o olduğunu anlar. Şeyh “Mehmed derviş bu kalaycı
şaşılacak biri değil mi?” diyerek rüyasını keşfedince de O’na biat
eder. Aşağıdaki ilâhiyi bunun üzerine söyler.
(İbrahim RAKIM, 1750), v. 7 Yard. Doç. Dr.Kenan ERDOĞAN,
“Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisi Ve Niyâzî-i Mısrî’nin Menkabelerine Göre Bazı
şiirlerinin Hikâyesi” Sosyal Bilimler Yıl:2003 Cilt:1 Sayı: 1s.11-12.)
Neden iç ve dış. Aklıma her zaman İlk bakışta şu gelirdi. Maddî ve manevî
cephesi. Meğer öyle değilmiş. Aynanın katranlı kısmını da parlatmak gerekli
imiş.
Neden?
Eğer kul isen, -kul olduğumuz âşikar- iki yüzüde parlak olmalı. Bir kalp
ki, billur cam gibi. Ne aksetse delmeli geçmeli. Tasarrufun yok, elinden bir
şey gelmedikten sonra, sırları bilsen ne olur. Kaderi bildiği söylenen
Nostradamus’un dediği gibi, “benim bilmem kaderi değiştirmez, olan
olacaktır.” Peygamberlere gelecekten bilgi verildi derler.
Peygamberlerin duası kabuldü, bazı şeylere engel olamaz mıydı?
…..
Sorun bilmekte değil, kalbin ayna mı câm mı olmasında. bilinen akseden ayna
olan kalpte kalır, ancak cam gibi billur olunca deler gider.
Köşesine oturmuş, şeyhin halini şimdi daha iyi anlıyorum. O biliyordu, ama
aksedeni yoktu. Âlemin kalbini delip gidişinde, huzurda boyun kesmiş
haliyle göndereni biliyordu.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Aşkın meyine ben kana geldim,
Şem’in oduna hoş yana geldim.
Şem’i tevhidi gördüm yakmışlar,
Gitti kararım pervâne geldim.
Halka-i zikri kurmuş âşıklar,
Ben de sahnında cevlâna geldim.
Mecnûnum bugün Leylâ derdinden,
Neylerim aklı dîvâne geldim
Derdi cânânın açtı yâreler,
Bağrım üstünde dermâne geldim.
Ümmî Sinân’ın hâk-i pâyine,
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.
Yâremi bildim Yârimden imiş,
Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim
KULELİ OLMAK
İnsanız, tamam deriz. Kendimizi yetiştirdiğimizi sanırız. Öyleki bir ilah
olmadığımız kalmıştır. Onunda renkli elbiseleri vardır. Bazen giyer
samurlaşırız. Sonra hayran hayran çıkılması zor kulemizde aşağılara bakarız.
Fakat rahat durur muyuz, heyecanlarımız isteklerimiz vardır. İnmek için bir
vesile ararız.
Firavunlaştığımız kulemizden bir gün inince…
Bizi serhoş etmiş kule. her şeye değişik baktırmaktaymış. İnince
güzelliklerimiz ve gerçeklerimiz birer birer soyulmaya başladı.
Ne oldu?
Doğrularımız vardı. hepsini kaybetmiş gibi. O kulede iken çok rahat ve
mutlu değil mi idim? Neden indim ki?
Huzursuz edici durum.
Kule tanrıya yakın olan bir yerdi. Tanrı gibi yaşamaktı. Hava atması bile
yetiyordu.
Yer, hayvan.
Kulede konuşmalar kalbi olurdu.
Yerde akıl, ancak bir bağ gibi.
Yer, kalbin kovulduğu .
Hayvanlıktan çıktığımız akıl. Yerde kalbin bir değeri yoktur.
Varsa yoksa akıl. Akılsızın tanrı katında bile değeri yoktur.
Kulede ve yerde olmak bambaşka.
Sırlar var diyorlar ya, kovulduğun zaman anlarsın. Yerde iken kuleyi,
kulede iken yeri der gibi. İste istediğini kuleden ve yerden.
Yere bir indirdiler mi seni bırakmazlar. Daha önce kuleyi bulan olduğundan
bahsetmek istemezler. Korkma kuleden gelen biri isen, her ne şekilde olursa
olsun kovulacağını bir yerde bulunuyorsun. Ancak kurtuluş bulmak çok kolay
değil.
Bütün mesele yerde.
İnsansın konuşursun. Kulelisin ya kovulacaksın. Kibar veya canın yanarak.
Kibar kovuluş, kendi aşağılık yönünüzü hatırlatırlar o şekilde
kovarlar. Anlayınca zaten kendini kovarsın. Can yakanı ise
gerçekten itici ve zor olanıdır. Öldürürler. Melekli meleksiz. Fark eden bir
şey yok, her şekilde kovulursun. Çünkü kulelisin.
Doğrular başımızı ağrıtan doğrular.
Hangi doğru deme, seni eğri gösteren doğrular. Bir şey seni kovduruyorsa
bir doğruluğun var demektir. Ancak ben hep kovuluyorum. Eğrilik bendeymiş gibi,
yoksa doğrular ötekilerde mi? Konuşuyorsan seni eğri gören biri muhakkak
olacaktır. Susarsan da kimse yine anlamayacaklardır.
Durmazsın tercihin yine konuşmak olur.
Neden deme? Allah Teâlâ dahi durmamış konuşmuş. Birçok şeyle teçhiz ettiği
akıl verdiği insana güvenemediği değil mi ki, önce saptıranı sonra
doğrulatanları göndermiştir. Demek ki sapıtırkende doğrulma yolunda olacağız.
Hayatın herşeyinde ortağız. Aşık oluruz, düşman oluruz…. bir şeyi
paylaşırız.
Konuşmak
Filozof köy kahvesinde konuşursa ne olur? -Filozof dediğimiz bir misal,
daha doğrusu bir fazla bilen kuleli-
Konuşur, dayak yer.
Peki konuşmasın mı?
Filozof köy kahvesinde konuşacak ve dayağını da yiyecek. Kuleli. Her zaman
dayak yiyen filozof çeker gider. Kaderidir. Fakat sözünü kahvede bırakmıştır.
Söz tırmalar köylü kafasını. Ne söyledi, neden söyledi…Neydi ki bu, neden
dövdük ?
Köylü; Filozofu kovduk, tamam da kafamızı karıştıran bu mereti neden kovamıyoruz?
Sorun ve çözüm burada başlıyor. Atamazlar, kovamazlar. Çünkü o söz kulak
rahmine düştü, mayalanacak, ta ki çocuk verene kadar. İşin kötü tarafı o zaman,
köylü aranacak duracak, filozofu da bulamayacaktır.
Filozofun derdi de bir başka.
Kuleden indi. Yerde ise kovuldu.
İnsanı bırakmayan kovulmalar. Birde kendi elinle olanlar. Rahatını
kaçırdılar, dönüşünde kalmamış.
Fazla bildin az bildin ne oldu?
Hepsi geçti gitti.
İnsanız. Ölümlüyüz. Bunu bilmenin büyük nimet oluşunu hissettiğimiz
zamanlarımız olur. Çok şükür öleceğiz.
Güzelde arkaplanında tekrar bir ölümsüzlük suru var diyorlar, işte bu kötü…
Sonsuzluk
Sözü buraya getiren kuleden inişimizdi. Bence kuleden inmek iyi olmuyor.
Yalnız kaldığınız kulede hapsolmuş olsanız da, yerdeki özgürlüğün sonu hep
kovulmakla bitiyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YALANLARIM SİZİ CENNETE BİZİ CEHENNEME GÖTÜRSEDE
İsa (aleyhisselâm) havariyyuna demiş:
Sizin bir kardeşiniz uyumuş olsa ve yel onun eteğini açsa,
keşf-i avret vaki olsa neylerdiniz?
Onlar demişler ki örterdik ve uyandırırdık.
İsa (aleyhisselâm) demiş:
Yok belki keşf-i avret ederdiniz. Dediler:
Subhanallah bu nice olur? Dedi:
Sizden biriniz bir kardeşinin ayıbını görse aşikâr ediyor.
Bu ondan daha çirkindir.
Yıllar geçti gitti. Çok şeyler gördük ve geçirdik. Destanı olmasa da
kısacık bir hikayeye sığabilecek hayatımızda doğruyu çok seven birileri
göremedik. Belimiz kırıldı. Hakk için dedik, “Kırılmayız”, ya
da “kırılmazlar” dedikse de. Doğrular söyledik, Değimiz gibi
de çıkmadı. Hepsi anlaşmışlar gibi, parçalandık/parçaladılar. Sonra doğru diye
yalanları çorba edip, yalanları bir bir bina ediverdik.
Neden?
Sorana, cevabını doğrudan verince kızıp gitti. Hem üzdük, hem üzüldük.
Dediğimiz doğru da sanki kader yazıcısı gibi, aynen çıktığında da iş
işten geçmiş oluyordu. Olmasın diye, yalanlar söyleyince, dostlarımız vefalı,
daha huzurlu ve yakın oldular. Öyle oldu ki, kendimiz dahi doğrularımıza
katlanamaz hale geldik. Başkasının eğrisini tam görürken, kendi eğrimize dahi
söz söyletmedik. Sonuçta doğruyu yalana galip kılamadık.
Mesela:
Sordular, “bu nedir?”, doğrusunu söylesen, kaderini eğriltecek
olurlar. Bizede yalan söylemek hoş oldu, belki kurtarırız dedik. Kurtuldular
da. Ancak hüküm Allah Teâlâ’nın, “yalan söylemeyin”
Sonuçta, hesabı bize kestiler, onlar ise babasından kalmış gibi helal
mirası yediler.
Düşününce;
Kıyamet günü cehenneme düşenlerin geneli, çok bilenler olacak gibi
görünüyor.
İlmin hakkı bu mu olacaktı?
Onlardan fazla bildikte iyi mi ettik?
Onların ferasetini, firasete çevirdik. Onlar atlarına binip gittiler. Biz
ise olduğumuz yerde donuk kalmak mı?
Birde meleklerin hesabını verecektir diye deftere kayıt düşmeleri mi?
Fitneyi doğrunun susturamadığı çağda yaşamak.
Yalanlara dayalı düzen kurmak.
Nasıl olur? Demeyin.
Çok kişiler tanıdım. Doğruyu söyledim. Çıkması için altı, dokuz veya
onsekiz yıl beklemem gerektiğini gördüm. Anda ise yani dediğim vakitte hak sözü
martaval gördüler. Bütün sözler unutuldu gitti. Ancak vakit geldiğinde horozlar
sabah için ötüyorlar. Gün doğmuş, ama iş işten çoktan geçmişti.
Olur… olur…he… he…
“Sen ne bilirsinler için”
dediklerim çıktıda iyi mi oldu? Çıksın diye yıllar geçmesi mi
gerekecekti.
Bir şey olmaz dediklerim içinse, o vakit içinde yalan söyledik. Yardımımı
istediler, bende söyledim, gitti.
Kendime soruyorum.
Doğruyu söylesem olmuyor, eğri olsam durmuyor. Bir de Hakk razı olmuyor.
Cam gibi kalpleri var, kırılıyor. Hangisi şey doğru dememe gerek yok ki, doğru
birdir.
İşte bu hal ile günlerimiz geçerken, bir gün ölmüşüm, zebaniler gelmişler,
“Haydi gidiyoruz”.
“Nereye?”
“Cehenneme”
“Hesap kitap yok mu?”
“Senin defter de doğru yok ki, hesap olsun, konuşma zamanında çok konuştun
herşeyi bilirmiş gibi, doğru cehenneme”
“Benim iyiliklerim çok olmalı, defterime bakabilir miyim? dedim.
“Çok mu merak ettin, al da bak”
Bakmaz olaydım, defterim kapkara, yalanlarım ile dolu idi. Kendim
için olmayan yalanlar, birde menfaatim olsa. Başkalarını kurtarmak için
söylediğim yalanlar. Meleklere sordum,
“Bu benim yalanlar ile çok kişi kurtuldu, biliyorum”.
“Olsun”“ Allah Teâlâ’nın emrini bilmiyor musun?”“Yolunu düz tutaydın. Ateş
seni bekliyor.” dediler,
Çaresiz düştük önlerine, yok mu denecek kadar arandım, bir yardım eden olur
mu? diye. Kimse yok…Sonra dedim ki,
“Ya rabbi sende mi beni terk ettin?”
Ses yok gidiyordum, ağlayarak. Çok kere döndüm arkama, belki biri,
bir şey diyen ama, yoktu. Gerçekten yoktu, kalmıştım yapayalnız, kurtardığım
dediklerimde..
Bu gerçek mi, hayal mi, uyandım. Sorumun cevabını veren, duyacağım bir ses
olmayarak. Tek bulduğum/bildiğim ,cehennem yolunda olan biri olduğum.
Hayat hikayemin yarıda kalan yerinde, bir karar almam gerekiyordu.
Ne yapmalıyım?.
Sonunda kararım.
İnsanları mutlu edecek yalanları bırakmamak olmasıydı. Buna derseniz
deyin. Aptallıkta dahil.
Doğruyu söyleyip kendimi kurtarabilirim. Fakat yalanımla bir kişi
kurtarırsam ve eğrilecek yolunu düzeltecek köprü olursam, daha doğru olabilir,
demekten vazgeçemiyorum. Onlar geçsin, bense, sıratta ayağı kayanlardan
olayım, gam yok, dedim.
Ben yanarım yane yane
Dost boyadı beni kane
Ne âkilem ne divane
Gel gör beni âşk neyledi.
Yalanla başlayan cennetten çıkışımız, öldük mü derken ölmeyip uyanışımız,
iyi bildiklerimizin birçoğunun kötü ve çirkin oluşu, kötülerinde gerçekte çok
kötü olmadığı bir dünyada, ateş yaranından biri olarak yaşamaya devam eden, bu
Allah Teâlâ kulu için acıyan biri çıkar mı?
Zannetmiyorum….
İhramcızâde İsmail Hakkı
“Söyleyemediğim şeyler hakkı için”
EZİYETİ ÇEKEN NEFS MÜKAFATI ALAN RUH MU OLMALIDIR?
Yıllardır, nefsin ve ruhun üzerinden bilinir ve bilinmezlik arasında
polemik yapılır. “Nefs şöyle kötü, ruh ise o kadar kusursuz” falan
gibi. Ancak ceza ve mükâfat kategorisinde her türlü hakaret ve eziyeten nasip
alan bu nefsin yerine ruha pay biçilir. O hale gelir ki başkalaşım
geçirmediği müddetçe nefs kötülenmeyle kalmadığı gibi birde cennete giremeyecek
kadar aşağılanmıştır. Bakınız: http://www.sorularlaislamiyet.com/article/14393/eski-filozoflarin-ahiret-hakkindaki-gorusleri-nelerdir.html
Önemli olan burada nefsin ruhla ilişkisinde gerçekten aşağılanması gereken
bir varlık olmaktan öte, değerli olması gerekmektedir. İnsanı, insan
sıfatlı yapan ruh değil, nefsdir. Eğer nefs olmasaydı meleklerden
üstün olamayacaktı.
Tasavvufun terbiye sisteminde ruh ve nefs ekolleri vardır. Görülen o ki
nefs terbiyesi ruh terbiyesinden üstün olmasıdır. Çünkü nefsde bir değişim
başkalaşımdan bahsetmek ruhtaki olandan daha reeldir. Ruhun değişimi ise
iyiliğinin derecelerinde olmasıyla bir üstünlük değil, varlık olma yürüyüşünde
olan üstünlük ve dahası gibi algılanmasıdır. Nefs, aşağılamış olarak yerinden kalkarak
iyiliğe doğru ve daha ilerisi ölüme varacak kadar azimli bir yolculuğu
seyretmesidir. Allah Teâlâ buyurdu ki:
“O Allah ki, sizi güçsüz (zayıf) bir şeyden (nutfeden) yarattı. Sonra
zayıflığın ardından (sizi) kuvvetli kıldı. Sonra (sizi), kuvvetin ardından
zayıf ve ihtiyar kıldı. O (Allah), dilediğini yaratır. Ve O; Âlim’dir (en iyi
bilen), Kaadir’dir (herşeye gücü yeten).” Rûm Suresi 54
Bu anlatılan nefsin evreleriyle asıldan alakalıdır. Misal olarak, bir insan
için yapılan her türlü nasihat ile şehveti terbiye edebilmesindeki zirve ancak
ihtiyarlık döneminde en yüksek mertebeye ulaşır. Genç iken zorlamalı va azimli
sabır takviyesi ile terbiyeli olma hali, ihtiyarlıkta iken zorunlu olmaktan çok
vasıf olarak gözükür. Burada ruh dediğimiz hususun bahtiyarlığıda nefsin
kemaliyle dolaylı olarak yücelmektedir.
Bir başka örnek;
Hacı Hasan Akyol efendimiz, şeyhi Tokatlı Mustafa Hâkî kuddise
sırruhu'l-âlî ile görüşme esnasında babasının hayatta olup olmadığı
sorulunca, “Efendim küçük yaşta kaybetmişiz” dediklerinde,
Hâki Efendi, “oğlum Allah Teâlâ seni bahtiyar yaratmış” buyurmuşlar.
Bu misalin benzeri küçük yaşta anne ve baba kaybetmenin gerçeği nefsin
terbiyesinde olan noksanlık değerlerinin azaltılması kaderi çizgiyle murat
edilmesidir. Tarihçi Arnold Toynbee, öğrencilik döneminde yurt hayatının tercih
edilmesini tavsiye eden görüşleri de belkide bu metefordan gelen bir ilham
olabilir. Nefsin yetişme çizgisinde geçirdiği evrelerdeki
düşkünlükler/noksanlıklar [öksüz-yetim kalmak gibi], kötülük olarak algılanmaktan
çok değişim ve karakter oluşumunda daha yüksek yerlere varmanın birinci
olmasada ikincil önermeleridir. Peygamberlerin hayatını incelendiğinde nefsin
terakkisinde insan için en fazla engel olan unsurlar olağan bir kader
içerisinde olumlu şekilde kaldırılmıştır. Bu şekilde Allah Teâlâ tarafından
ismet sıfatında zayıflık ve bulanma olmaması irade edilmiştir.
Hulasa ruh ve nefis denilen hususları ayrı birer cevherler olarak düşünmek
yerine bir madalyonun iki yüzü olarak kabule etmek uygun olan görüştür. Eskiden bu türlü düşünmek yerine
ayrıştırılmış varlık düşüncesi, günahların sebebi illetinde ruhun durumu yani
Allah Teâlâ ile olan ilişkisi ve safiyeti halel gelme korkusudur diyebiliriz.
Bu nedenle nefsi ayrı düşünmek insanlara kolay gelmiş olabilir. Ruhun Allah
Teâlâ’nın nefesi olarak düşünme telakkisi ile safiyetini korumak kaygısıyla
yapılan bu düşünce tarzı kendi içerisinde birçok zıtlıkları da beraberinde
getirmiştir. Çocukken ruhumuz ve nefsimizin temizliği gayret göstermeden
bulunuyorsa, ihtiyarlıktada aynı şekilde vardır. İhtiyarlıktaki
olan safiyet dahi bir gayretin sonucu ile değil, nefsin ihtiyarlığı ile
alakalıdır. Kutuplar için doksan yaşının baz alınmasının bir
hikmetinde yaş faktörü bulunması nefsin ihtiyarlığı ile alakalıdır. Yoksa ruhun
tam bir olgunlaşma vasfı değildir. Herkes için neden yok denilebilir. Buna da
cevap insanların nefsiyle olan bağlantı hususunu tekrar hatıra
getirebiliriz. Nefs ne hususta terakkiyi arzu ederse o yerde hatmiyete
kavuşur. Ruh insanın doğumu gelişimi ve ölümü ile hiçbir değişim
gösteremez. Ayniyeti ile gelir gider. Çünkü peygamberlik çalışma ile kazanılan
bir değer değildir. Allah Teâlâ’nın muradıdır. Yine Menkabelerde ruhun
hapsedilmiş gibi düşünülmesi, kafesten kaçış hikayelerini hatırlamak gerekir.
Kemalât ruhda zannedilir, halbuki her zaman nefs ile alakalıdır. Bu konuda
Vahdet-i vücüd muarızları meseleye nefs cihetinden baktıklarında vahdet-i
şuhudu isbat etmeleri de kolay olacaktır. Yine nefsin durumu ruhun rahmanın
nefesinden ayrılmış düşüncesini pasifize ederek Allah Teâlâ’nın hâlik sıfatının
isbatında ruhtan daha elyak olur ki, kul ve rabblik ilişkisine daha güzel
görünüm verebilmektedir.
Ruhun varlığı Hakk ile benzeşen karakteriyle hedefimiz olamaz. Bizler nefs
tarafımızla kulluğun tadını çıkarmaya bakalım.
Allah Teâlâ’nın razı olduğu nefs takdir edilmiştir. Ruh için bu türlü bir
bilgi yoktur. Ruh belki Allah Teâlânın kendinden bir parça görünümünde
olmayı hak edebilir. Bu ise Hakk katında bir övünç kaynağı değildir.
Terbiye olmuş nefs, rıza makamına ulaşmak için göstereceği seyr ile
hakikikatin gerçeğini bulmuştur.
ALLAH TEÂLÂ |
RUH |
|
Madde
değildir ve benzeri yoktur |
Madde
değildir. |
|
Mekânsızdır |
Mekânsızdır |
|
Allah
Teâlâ´nın âlem ile beraberliği Ne içindedir, ne dışındadır. |
Ruhun
bedene bağlılığı, ne bitişiktir, nede ayrıdır. |
|
Allah
Teâlâ, bilinemez, nasıldır denilemez |
Allah
Teâlâ, insanın ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratmıştır. |
|
Âlemi
varlıkta durduran, Allah Teâlâ´dır. |
Bedenin
her zerresini diri tutan ruhtur. |
|
Allah
Teâlâ anlaşılamayandır. |
Ruh nasıl
olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmıştır. |
Kaynak: Kutsi Duâ
İhramcızâde İsmail Hakkı
KIYAMET VAKTİNİN ÜÇ DEVRESİ VE YILI MI VAR?!!!!!!!!!!!!
Bu sene Hicri: 1437
Risale-i Nur Külliyatında Kıyamet bahislerinden
“Âhirzamandan haber veren mühim bir hadîs:
لاَتَزَالُطَائِفَةٌمِنْاُمَّتِىظَاهِرِينَعَلَىالْحَقِّحَتَّىيَاْتِىَاللّهُبِاَمْرِهِ
Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif
hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini
düşündüğüme binaen ihtar edildi.
لاَتَزَالُطَائِفَةٌمِنْاُمَّتِى
(şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek
nihayet-i devamına îma eder.
لاَيَعْلَمُالْغَيْبَاِلاَّاللّهُ
ظَاهِرِينَعَلَىالْحَقِّ
(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu
tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar,
gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın
îma eder.
وَالْعِلْمُعِنْدَاللّهِ * لاَيَعْلَمُالْغَيْبَاِلاَّاللّهُ
حَتَّىيَاْتِىَاللّهُبِاَمْرِهِ (şedde
sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1545 olup, kâfirin
başında kıyamet kopmasına îma eder.
لاَيَعْلَمُالْغَيْبَاِلاَّاللّهُ
Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini
göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette bin
beş yüz altı (1506)’dan tâ ‘42’ye, tâ ‘45’e kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı ayrı
zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.
Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil;
fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î
tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal
gelebilir.
Fatiha’da“sırat-ı müstakim”ashabının tâife-i kübrâsını târif
eden اَلَّذِينَاَنْعَمْتَعَلَيْهِمْ fıkrası,
şeddesiz bin beş yüz altı (1506) veya yedi (7) ederek, tam tamınaظَاهِرِينَعَلَىالْحَقِّ fıkrasının makamına
tevafuku ve mânâsına tetabuku ve şedde sayılsa لاَتَزَالُطَائِفَةٌمِنْاُمَّتِى fıkrasına üç mânidar
farkla tam muvafakatı ve mânen mutabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz
derecesine çıkarıyor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âniyede صِرَاطٌمُسْتَقِيمٌ kelimesi, bir mânâ-yı
remziyle Risaletü’n-Nur’a mânâca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile,
Risaletü’n-Nur şakirderinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın
âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’aten birden ihtar
edildi.”
لاَيَعْلَمُالْغَيْبَاِلاَّاللَّهُ * وَالْعِلْمُعِنْدَاللَّهِ
(Kastamonu Lahikası sh: 28)
Üç devre yani 1506 tarihi -yani o tarihe kadar galibane- miladi 2083
yılını; 1542 tarihi miladi 2118 yılını; 1545 tarihi ise 2121 miladi yılını
göstermektedir.
Bu son bahis, kıyametin vaktini yani son zamanlarını ima etmesi, fakat
kuvvetli iması, yani remiz derecesine çıkması ve bunu yazanın da eserlerini
sünuhat-ı ilhamiye (yani ilhamın en üst mertebesinde) yazdığını açıkca beyan
eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri olması, bize kesin kanaat vermektedir.
Risale-i Nur hizmeti ve Nurlarla imana, Kur’ana hizmet eden Nur Talebeleri,
önümüzdeki yüz küsur senedeki hem muvaffakiyetli, hem mağlubiyetli devrelerde
yani her devrede bulunacaklardır.
http://www.ittihad.com.tr/2010/01/27/kiyametin-kopmasi-ne-zaman-olacak/
Yukarıdaki bilgileri neden yazığımızı açıklamak istiyorum.
Herşeyden önce bilmemiz gereken husus şudur ki,
Allah Teâlâ kulların bilgisine göre bir tecellisi zuhur etseydi, Rabbliğine
halel gelirdi.
Yeri gelmişken komplo teorileri üreten insanların yaptıkları hilelerden
bahsedelim. En önemlisi tarihi şahsiyetleri kullanarak komplo üretmeleridir.
Teoriler ile zihinleri hadiselere karşı mesnedlerle hazırlayıp insanların
eylemci yönlerini pasifize etmeleridir. “Nasıl olsa olacaktı”.
Mesela http://aytuncaltindal.com/kehanetler_kitabi.html deki
bilgilerin doğruluğu ancak kendi yorumcuları tarafından yapılıyor. Bunun en
güzel açıklaması 17 Ağustos 1999 Depremi için sonradan “bakın
17. Cüzün Enbiya süresinde işaret edilmişti demeye başlayan bilgiçlerin çıkışı gibi.
Daha önceden kimsenin bir şey söyleyemediği deprem hakkında ortalıkta
zırvalar makamında sayıklamalar başlamıştı.
Günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti yıkılacak şu olacak bu olacak diye
ortalıkta fazlaca turfa müneccimler yine arttı. Nane mollalar uyduradursunlar.
Dedikleri olmayacaktır.
Hulasa; gaybı Allah Teâlâ bilir. Gelecekte bahsedilecek olay kafir hakkında
dahi olacak olsa bile. Seyyid Muhammed Şerif Efendi kuddise sırruhu'l-âlî
Efendimin birgün sohbetinde şu bahis geçmiştir.
-Efendim filan yerde bir şeyh filan gün öleceğim demiş, fakat ölmemiş.
Şeyhlerde yalan olmaz değil mi? Demişler.
Hz. Pir buyurdular ki;
-Canım, Şeyh doğru söylemiştir. Fakat Allah Teâlâ dilerse kaderi
değiştirir, bu türlü kerametlerden sakınmak gerekir.
Allah Teâlâ, kullarına yapacağı işleri danışacak ve onların istekleri ile
yapacak gibi aciz değildir. Eğer öyle olsaydı elimizi sallasak elliye değecek
mehdiler geldi gitti. Hepsi unutuldu gitti. Toprak oldu.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[2] “Kim evli değilse Şam’a göçsün, çünkü başka şehirlerde öyle karanlık
fitneler kopacak ki oralardaki halkın çoğunun kurtuluşu güç olacak” (aynı
Vasıyyetnâme’den terceme).
Sadreddin’in İstanbulda, Ayasofya Kütüphanesinde 4849 No. lu mecmuada Mehdî
hakkında bir risalesi vardır. Mecmuanın son – risalesi olan ve ciltte
sahifeleri karışan bu küçük risale (168. a – 180. a), Sadreddin, İbn-ül Arabî
ile Ekberiyye mensuplarının fikirlerini anlamak bakımından pek değerlidir.
Şeyh-i Kebîr, bu risalede,
İMÂM HASAN ALEYHİSSELÂM SOYUNDAN OLAN MEHDÎ’NİN 613 RAMAZANININ YİRMİ YEDİNCİ
CUMA GECESİ DOĞDUĞUNU (187. b),
654 HİCRÎDE KENDİSİ GÖSTERDİĞİNİ (168. b),
666 YILINDA, HALKIN, BİRÇOK ŞAŞILACAK ŞEYLERE ŞAHİD OLACAĞINI (180. a),
683 YILINA KADAR DA İSA’NIN İNECEĞİNİ BİLDİRMEDEDİR (179. b).
654 yılından bahsedilirken, “vaktimizden üç yıl önce” kaydı,
risalenin 651 de yazıldığını açıklar. Sadreddin’in bu risalesiyle İbn-i
Sina’nın risalelerini muhtevi ola bu mecmuada, “81. b ve 87. B” de 697 hicrîde,
yazılan, diğer bir nüshayla mukabele edildiğine dair iki kaydın mevcudiyeti,
mecmuanın değerini arttırmadadır. (GÖLPINARLI A. , 1985), s.235
KIYAMETÇİLER BULUNUR
Komplovâri fikirlerden biride akıllı insanları kapalamak için “kurtarıcı/kurtuluş
senaryosu ve kahramanları” üretmektir. Birinci Dünya Savaşı
zamanında olan “Mehdi-Kıyamet-Deccal” propagandası
bugünlerde tekrar alevlendi. Birkaç yıl önce göçen bir şeyh Efendi Şam’da Mehdi
çıkacak onun askeri olun diye müritlerine nasihat ederken, [Bir İngiliz ajanı
12 Bin Hüseyin çıkacak diye bağırıyordu] Durumu biliyorsunuz. Çıkanları da. Şimdilerde
bir şeyhde “Türkiye’de Kıyamet kopacak”, malınızı satın savın kaçın diye
müritlerine yol gösteriyormuş.[?]
Garibanın kaybedeceği bir canı var. Fakat zenginler bu türlü panikletici
hikayelerden etkilenerek korkarak kaçıyorlarmış.
Heyhat, sadece bu dünya mı var?
Bizim için önemli olan kafamızı çorba etmeyip, kulluğumuza
doğruluğumuza bakalım. Ebrehe’nin filleri gelecekse Kâbe’nin sahibi var diyen
Hz. Abdulmuttalib’in ve torunun [salla’llâhu aleyhi ve sellem] yolunda olan
bizler için korku, sadece kulluğumuz olmalıdır.
Ey Allah Teâlâ’m, ben seni biliyorum, kulların hayaliyle iş yapmazsın. Sırf
onlar doğru çıksın diyede bir tecelli zuhur ettirmezsin. Onlar söyleseler de.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TUZ BASANIM
Dervişin biri pirine geldi. Ağladı. An geldi, dem gitti. Himmet var
bilirdi, hepsi silindi. Yıllarca emeği hevâ, keder oldu.
“Ne oldu?” Dediler.
“Söyledikleri doğru değil mi, yoksa ben yanlış mı bilirdim. Hani” dedi.
Pir, boyun eğmiş, gözlerinden kan akıtır gibi tuz ekilmiş gibi kanlanmış
şekilde mahmur mahmur baktı. Sukût. Heyecan vermeyen sukût kaskatı
kesti beden duvarlarını.
Derviş ağlamaya başladı. Kime ne ki;
Diğer kardeşler geldi, bî-haber oturdular. Pir daldığı deryadan çıkan
dalgıç gibi kalbe düşen inci kelamını nakşetti.
Herkesin bir derdi var; Her derdin bir
acısı…
Acılar katlanılmaz değil ama, birde tuz basanı var….
Her aşkın bir hasreti var; Her hasretin bir çilesi…
Çile çekilmez değil ama bir de çektireni var.
Her aşığın bir sözü var; Her sözün bir söyleteni…
Söyleyecek çok şey var ama bir de susturanı..!!!
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî)
Gardaşlarım; “Tuz” a Arapçada “milh” derler.
Melâhat de tuzluluktur. Yemeğe tuz çeşni verdiği cihetle “Melâhat” “güzellik
ve alımlı” mânalarına gelir. Melâhat gerçekte "tuzluluk" anlamına
gelse de, “güzellik, şirinlik” diye anlarız. Azerbaycanlı gardaşlarımız "tuzlu
kişi" diye “güzel ve melih adam” yerine
kullanırlar.
Kainâtın sultanı Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz
hakkında İmam-ı Kurtubi hazretleri şöyle bildirmiştir:
"Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimizin güzelliği
büsbütün görünmemiştir. Eğer hakiki güzelliği görünseydi, Eshab-ı kiram O'na
bakmaya takat getiremezdi. Şayet hakiki güzelliğini gösterseydi, hiç kimse
bakmaya dayanamazdı."
Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize;
"Ya Rasûlu'llâh! Siz mi güzelsiniz, Yusuf aleyhisselam mı daha
güzeldir?" diye sordular.
Efendimiz cevap olarak;
"Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan “melihim”
(tatlıyım/sevimliyim). Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden
çoktur"
buyurdular.
…
Dervişler dinledi, ağlayanda sustu.
Sustular, ortalıkta bir hal kaldı. Sesler yutuldu. Soluklar durdu.
Sonra Pir ciğerden gelen sesiyle buyurdu ki:
Allah kimi dertle hasta etmek dilerse ona ağlayış kapısını kapatır.
Kimi de beladan kurtarmak dilerse, gönlüne sızlanma ve ağlayış verir.
Bırakacağın eli hiç tutmayacaktın, Tuttuğun eli hiç bırakma.
Sahte sevgilere gül olmaktansa, gerçek sevgilere diken ol !!
Kimden kaçıyorsun, kendinden mi?
Ne olmayacak şey! Kimden kaçıp kurtarıyoruz, Hakk’tan mı?
Ne boş zahmet.
Eğer, şehvetin ve nefsin hevesine kapılır gidersen,
Haber vereyim ki, eli boş, nasipsiz gideceksin..!
Daha ne kadar ihtiyaçlar içinde çırpınan canı düşüneceksin?
Ne vakte kadar sıkıntılarla, kavgalarla dolu dünya için tasalanıp
duracaksın?
Dünyanın senden alabileceği ancak bu bedendir; sen böceklere yem olacak bu
et yığınını bir çöplük say da, bu kadar düşüncelere dalma…
Üzülme!
Görebiliyorsan, dokunabiliyorsan, nefes alabiliyorsan, ne mutlu sana!
Elinde olmayanları söyleme bana.
Elinde olanlardan bahset can!
Geceler hep kimsesiz mi geçecek?
Gidenler dönmeyecek mi?
Yitirdiğin; bir bakarsın yağmurlu bir gecede Veya bir bahar sabahında
karşına çıkmış.
Bil ki güzellikler de var bu hayatta.
Gel Git’lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?
Hüzün olgunlaştırır, Kaybetmek sabrı öğretir.
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî)
Pir, devamla..
Ey derviş, seni adam yerine değil, âdem yerine koydular. Cevherin olmasaydı
sana hizmet ederler miydi?
Derdim var diye ağlamana kim bakar ki, senin için her ağlamana sus der
gibi, bir tuz basanın var. Tuzlu kişi olmak isteyen sen değil miydin, gam sana
yakışır mı?
Derviş:
Ey tuz basanım isyanımı affet, rehni kalkmayan vakti öne neden aldım, keşke
çocuk kalpli olabilseydim.
Dedi.
Sevgilinin emri ile olan kötülük,
bütün âlem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme,
onda yüz binlerce inci vardır.
Bu sözün sonu gelmez,
dön de padişaha gel.
Doğan kuşuna benze.
Halis altın gibi dükkâna çık da ilenmeden,
kınamadan kurtul.
Bir suret, gönüle girdi mi insan,
sonunda nedamete düşer,
o suretten bezer.
Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder,
fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker.
Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür,
yükünü o tarafa çeker.
Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar.
Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz ektirir.
Yine zanna, tamaha düşer,
derhal kendisini o ateşe atar.
Yine yanar, sıçrar.
Fakat yine gönlündeki hırs,
kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.
Mesnevi, c.VI, b. 340-349
Sende bu dert, O’nda bu sevda oldukça, hikayemiz bitmez.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BİR YAZININ İZİNDE
ÖNCE KUŞ VARDI
19 Mayıs 2016 Perşembe
Bir bakıma en çok da onlara güvenirdim; ses taklidi kelimelere,
yinelemelere. Zırıltı, patırtı, hav, miyav, tıkır tıkır, vesaire. Irmağın
kenarındayken suyu dinlemezdim, yansılaması belleğimde mevcut olurdu. Duyumum
kelime tıkacıyla sahih sesten korunurdu. Akıştaki özgünlüğe, çevresel
koşulların o andalığına falan takılmazdım. Elimde “şırıl şırıl” vardı; onu alır
kullanırdım.
Bütün gün kuşları dinledim. “cik cik” değil daha çok “cib cib” diyorlar.
Bir anlığına kuş, “cik”ten önce var oldu. İlk defa dinledim.
Artık dilimize güvenmiyorum.
Erişim: http://eski-tas.blogspot.com.tr/2016/05/once-kus-vardi.html
Kelimeler vardır. Her ağızda var olur. Fakat bazı kişilerde ise gerçekteki
güzelliğini bulmuştur. Az sözle çok şey anlatabilmek Allah Teâlâ'nın ve
peygamberliğin vasfıdır. (Cevami-ül Kelim)
ÖNCE KUŞ VARDI, yazısındaki ikâz ile kuş sesinde "cik" ve
"cib" farkı var mıdır diye düşünüp, küçük oğluma, yazının
farkındalığı ile sordum.
Kuşlar ne diyor?
O da yazıdaki gibi "cib" diyor deyince, şaşırdım. O zaman
yazanlar "cib"i, neden "cik"e çevirdiler?
Bunun bir sebebi olabilir mi?
Gerçek duyanlar ile duymayanlar, aktaranlar arasında bu kopukluk nasıl
oluşuyor?
Neden?
Bunun cevabı için bir çok söz bulunabilir. Arşivimde bulunan sözlüklere
baktığımda en garibi olan belki, Hakasça sözlükteki, mana oldu. [Başka
yorumlarda olabilir.]
çik (ı.) s. 1. Alçak, rezil: “-Yo-o."yo-o-o,çiktin
adayı.” V. Kobyakov (Yoo,yoo... alçak köpek.)
Sonuçta bizi uyandıran aşkın kardeşimize teşekkür etmeliyiz. Bizleri,
"cik cik" diye şeytanı yad etmekten kurtardılar.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Ankara ağzında
Cib: Jib
Cik (sırtüstü yatış şekli)
Divanı lügati-t Türk
Çik çik: oğlağı çağırmak için söylenen söz
Hakasça sözlük
çîk 1. Dikiş yeri. 2. Yarık, aralık, çatlak:
“Hanca kızî ködirgem
çikterden,oymahlardan, duvallardan."
V. Şulbayeva (Nice insan taşıdım yarlarda,
çukurlardan, siperlerden.)
çik (ı.) s. 1. Alçak, rezil:
“-Yo-o."yo-o-o,çiktin adayı.” V. Kobyakov (Yoo,yoo... alçak köpek.)
2. Şeytan, iblis,
çik (ıı.) Kusur, özür.
Mahalli kelimeler sözlüğü
CİB ( isim ) : Pek, bütün, tamamen. “Ne
cib uzun olmuş, ne cib kısa olmuş..’ Bkz: Cip.
CİP (isim ): Tamamen, çok, fazla.
Örnek: Tüccar olan ava gitmez
Sen Karabey’in oğlusun
Adam bacıya küser mi?
Kele Cabbar cip delisin
Sırpça Sözlük
cık: - - onom, pticjeg cvrkutanja; -
-ötmek cvrkutati
B. Türk lugatı.
-
cık ; söylediğim söze ne dedi?
cık; edatı tahkir - (mecazen menfi)
-
cık dedi yari hayır dedi
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar