Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 18

Bunlarada Bakarsınız






VÜCUT İKLİMİNDE “İLAHİ MAHKEME”

“Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar.”
 (Enbiya-23)

İkaz: iilhan | 29 Kasım 2012 tarihli hikâyesinin olmasını düşündüğümüz şekli ile yeniden dizayn edildi.

Orijinal hikâyedeki tanrı, adamın ruhu olmalıdır..

İhramcızâde İsmail Hakkı

Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün?

Yargıç kürsüsünde nefsi oturuyor.

Tanık sandalyesinde ise ruhu yerini almış.

Adam şaşkın,

“Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Ben nefsimin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hâkim olarak bir nefsim oturuyor.”

Ruhu gülümsemiş,

“Ben hiçbir zaman, nefsin karşısında zaten yargılayıcı olamam. Sonsuz sevgimle, o ne yapmayı seçtiyse, seçiminde özgür bırakmıştım. Bana yargılamak değil, sevilmek/sevmek yaraşır. Çünkü ben saf sevgiyim. Onu ve beni, tanrı kendinden yarattığı için yargılanmamız tanrıyı yargılamak gibi olur. Ben bu işi yapamam. Ayrıca benim yargılanmama ne gerek var ki? Her şeyi bilenin huzurunda sadece burada tanıklık edebilirim. Burada da olduğu gibi, dünyada da nefsin elinden ben yargılanıyordum. Birazdan salonu hayattayken, nefsinin zarar verdiği, hoşgörülü davranmadığı, yargıladığı, kalplerini kırdığı insanlar dolduracak. Asıl hâkim olmuş nefsin onlara kendini affettirmeye çalışacak olmasıdır. Onlar nefsi affederlerse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor. Benim içinde sorun burada” demiş.

Nefs merakla sormuş: “Hâkim olan benim,  affetmezlerse ne olabilir ki?

Ruh yine sevgiyle gülümsemiş,

“Ben ve sen cenneti de, cehennemi de yeryüzüne gelmekle bulduk. Adamla beraber bizi tekrar yeryüzüne gönderseler. Orada öyle bir yaşam süreriz ki, tüm yaptığımız kötülükler, verdiğimiz zararları aynen tekrar tekrar yaparız. Ben de sana yine uymak mecburiyetinde kalırım. Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Mu'minun-99)

Çünkü sen değişemeyeceksin. Ama bu yargılanmanın nedeni belki bana ceza vermek değildir. Sadece hatırlayıp hissettiklerin bizzat yeniden yaşayıp, anlamak, yaptığımız kötülüklerin bilincine varıp, suçlunun Tanrı olmadığını anlamamız için gerekiyor. İşte o zaman belki kendimizi affetmiş olabiliriz.”

Nefs bir süre düşünmüş, Ruh’a “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş.

“Cennet, dedikleri birkaç köşk birkaç huri. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yaratılmış canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilenler var ya, işte onlar, dünyada cenneti oluşturmaları için gönderilen temiz ruhlardır. Onları örnek almamız gerekiyor. Cennet de cehennemde dünyada başlayıp, ahirette bitiyor.” demiş Ruh.

“Ama kutsal kitaplar bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış nefs.

“Kutsal ve var olan tek şey Tanrı’dır. Kitapların kutsallığı Tanrının sözü oluşuyladır. Önemli olan kitaptakileri yaşamaktır. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan, en büyük ibadeti kulluğu yapmıştır.” demiş Ruh.

“Peki dünyaya dönebilseydim doğru yola görmemde yardımcı olmaz mıydın?” diye sormuş nefs.

Ruh: “Ben senin içinde “vicdan” denen bir pusulayla hep beraberdim. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğün kalın bencillik duvarlarını, Tanrı korkusuyla yıksaydın, vicdanınla yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirdin. ”

“Sen o kadar yakınımda bulunuyor muydun?” diye sormuş nefs.

“Evet, hem şah damarından daha yakın, hem de düşmanınmış gibi o kadar senden uzaktım.” “(Adamın) Düşman gibi gördüğünde, nefsin olan yine Ben’dim. Ruhun olarak yine Sen’im. Bir madalyonun iki yüzü gibi” demiş Ruh.

Nefs: “Mahkeme salonunda bulunan insanlara hiç mi hesap sormayacak mısın Ruh’um?”

“Sadece iki sorum olur tüm insanlara.” diye gülmüş ruh.

“Dünyada ne kadar sevmeyi öğrendiniz? İnsancıl zannettiğiniz çok az bilginizle, Tanrıya ne kadar kulluk yapabildiniz?

Susmuşlar….

Mahkeme bir sonraki tarihe bırakılmış.

Adam var ve yok arasında kaybolmuş. Ta ki….

….

Cennetin de cehennemin de bu vücutta her zaman olduğunu ve mahkemenin hala devam ettiğini düşünmeniz için bu hurufat tekraren hakikat üzere dizilmiştir.

Not: Hikâyenin orijinal şeklini okumanız için.

http://www.hatunca.net/yazarlar/inci-ilhan/ilahi-mahkeme/


 

CAN KUŞUM ÇIRPINIYOR

Mecliste

Hiçbir şeyle kayıtlı olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordular.[1]

Pir dedi ki:

Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.[2]

Özgür olmak isteği ne kadar artarsa artsın çıkmaya çalıştıkça beden ondan sızlanır durur.

Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.

Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür.

Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel, güzel hikâyeler söylerler.

Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı!

O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da… böyleyken kafesi açıversen ne yapar?

O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka olmuş kuşa benzemez ki.

Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı ister mi o ?

Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz tane kafes olmasını ister. [3]

Hikayelerini dinlediği anavatanı için ağlayıp sızlansa da, yine de kafesin saadeti onu dışarı çıkmaktan ayrılmaktan men eder. Bağlanmıştır, öz yurdu gibi bedene. Kafesinden çıkarsalar asıl vatanına gitse de duramaz geri döner, hasretler diyarı kafesine. Velevki sahibine isyan etmişçesine. Beden kafesini yanında beraber götürmek ister.

Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?[4]

Ayrılığı kendi eliyle başaramayan can kuşu, adını duyduğunda titrediği ölüm meleğinin gelmesi için nâmeler dizer, şarkılar söyler. Gelsin de koparırsın bütün bağlarını eliyle. Bütün dileklerini umutlarını peşinde bırakarak. Kendini İsmail gibi teslim eder. Sonra İsrafil surunu çalsın, tekrar bedenine kavuşmanın umudunu diler. Sonunun ateş mi, gülistan mı olacağını bilmeden. Olsun, bitsin, bedene diken olan can tekrar birleşsin, diye

Pir dedi ki;

Ayrılığın olmadığı bir hayat gerçekten çok güzel. Yurdu cehennem olsa bile.

Sordular:

Bize tanrıdan bir parçayız diyorlar. Pir:

Biz Tanrıdan ayrı değiliz, ama parçası da değiliz. Aynada gördüğün suret hiçbir zaman ayna oldu mu? Sadece var oldu. Birde gördüğün suret, O’nun aydınlığına muhtaç. Canı bedende seni sende O kıldı.  Rahmeti bol olan Tanrı can kuşunun bedene aşkını bildiği için tekrar diriltip ölümsüzlüğü ona ikram etti.

Ey ölüm meleği kafesimi parçala beni bir an önce al. Ayrılığı olmayan yolculuklar istiyorum. Çünkü varlığa çıkma şansımı kazandığım bu hayat ile, Tanrının bir yurdunda, ruhumu dinlendirecek kelamlarını duymak istiyorum.

“Kulum seni cehenneme atacağım” sözünü dahi duymak en büyük saadetimdir.

Ne mutlu bana varlık olma şansını verdiği için.

….

Herşey sustu ve

Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı.[5]

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

 

MUM SÖNDÜ

“Mum, sönmezden önce, alevi son bir kez daha parlar.
 Bir düşünce çağının fırtınasında kaynayıp gitmezden önce son bir kez gücünü kanıtlar.”

Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem gibi gölgesi olmaz.

“Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir.

Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz.

Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu, ışığına sığındı.

Mumu döken muma der ki:

“Seni yok olmak için döktüm.” O da,

“Ben yokluğa kaçtım” diye cevap verir.

Bu var olan ışık, lazım olan bir ışıktır, geçici yani sonradan kazanılan ışık gibi değil.

Mum ateşte tamamı ile yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık!

Suret ateşi karanlığı gidermek için mum suretinde durur.

“Beden mumu” şu görünen mumun aksine; yok oldukça “can nuru” artar.

Bu ebedi ışıktır, mum ise geçici. Can mumunun alevi, Tanrı’ya aittir.

Mesnevî-i Şerif, c:V, b:671-680

 

[Bu sırdan ki] Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.

Mesnevî-i Şerif, c.I, b:34

Dal, ağlayan buluttan yeşerir, tazeleşir. Çünkü mum, ağlamakla daha aydın bir hale geleceğini [bilir].

Mesnevî-i Şerif, c. II, b.480.

Ancak aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki aydınlıklar aydınlığıdır.

Mesnevî-i Şerif, c: III,  b:3920.

Ey seyyâr!

Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk,

Ey kul, mihrap önündeki mum gibi dinelsene.

Başı kesilmiş mum gibi bütün gece arayıp isteme yüzünden ağla, gözyaşları dök, yan dur.

Mesnevî-i Şerif, c:V, b: 1728-29

Mum gibi daima gözyaşı dökersen evi/beden binasını aydınlatmış olursun.

Mesnevî-i Şerif, c:VI, b:1582

….

Ey Sâil!

Uzun ömürlü olduğumuzu zannettiğimiz bu hayat ve demlerinin nasıl bir bitişle bittiğini anlamak istiyordun. Öyle ise kendine bir nazar kıl. Her an için değişen düşüncelerin vardı. Ancak bir gün parlak bir hal aldı. Beğenilmeye saygı duyulmaya başlandı. Sonra kendini de beğenirdin. Sonra “Tamam oldu” dedin. 

Parlamıştın. Çok sevinmiştin…

Parlayışın bitişin mi tükenişin mi habercisidir?

Hataların bitip, tecrübeler kazandım derken, bu son parlayış. Yoksa beden mumun son parlayışı ölümün bir habercisi midir?

Haber, hakikatten haber.

İşte bu haberi verecek kim?

Bil ki mumun sahibi.

Mum aşkıyla yansa da ebedî değildi. Hayatının son parlayış ile biteceğini unutması beşeriyetindendi. Ölümlü mumun aleyhine birisi çalışmış "aleyhine çömlek kaynatmış" olsa bile.

[Büyücüler insan şeklinde mumdan bir şey yaparlarmış, su dolu çömlek içinde kaynatırlarmış, ölümünü istedikleri adam da bu mumun eriyişi ile erir, ölürmüş. Yine içine yazılar yazılan, yahut dualar, acayip şekiller yazılmış kâğıtlar atılan çömleklerde su kaynatılır ve bir adamın işlerinin karmakarışık bir hale gelmesi temin edilirmiş.]

Ey kader katibinin yazgısına mahkum olan sâil!

Birkaç harftir yazdın. Taşlar bile o harflerin sevgisiyle eridi muma döndü.

Mesnevî-i Şerif, c V: b: 310   

 Unuttuğun ölümümün kendini bulduğunu görünce neden ağladın ki?

Eriyen ve ağlayanın bir olduğu mum neden yandı? diyorlar

“Yandı da ne oldu, sonunda olacağı buydu”

Mum söndü.

 

….

Aydınlık vardı.

Aydınlığımız mumun yanması mıydı?

Ey mum!

Seni eritenlerin arasında [sevenlerin kadar haset eden] kişileri duydun diye mi ağlıyorsun?

Derdin bu mu?

Mum da ağlaya ağlaya der ki: Benim başım yandı, artık başkasını nasıl aydınlatabilirim?

Mesnevî-i Şerif, c:V, b:345 

Son bir âh ile “Gitti, gitti”.

Dediler ki;

Mumluk davasına kalkışma, pervane ol.

Mesnevî-i Şerif, c:V, b:413

Yoksa siz üfleyenlerden misiniz?

Unutmayın ki, Kim Tanrı mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.

Mesnevî-i Şerif, c:VI, b:2083

Bazı veliler, Tanrı hükümlerine razı olurlar.

“Yarabbi, bu hükmü çevir” diye niyaz etmezler

Mademki mumsuz da aydınlık varsa, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsunuz ki?

Mesnevî-i Şerif, c. III, b:1875-76

 

İhramcızâde İsmail Hakkı


PİERRE LOTİ’NİN CİNLERİ

Bugün arkadaşlarım davet etmişlerdi. Bizde mekân değişikliği nedeniyle İstanbul’dan ayrılacağımızdan isteklerini kıramadık, onlara tabi olduk. Akşam yemeğimizden sonra Eyüp Sultan  Mezarlığının üst tarafına bitişik olan Pierre Loti namıyla meşhur yerde bulunan çay ve sohbet mekanlarına götürdüler. Lebalep dolmuş yerlerde insanların çehresinde karanlık gölgeleri ile oturuşları garipsenecek bir durumdaydı. Neyse bir yer bulundu. Çay ikramı yapılmıştı. İçtim içmesine fakat içmez olaydım, acıydı. Halk arasında cinler işemiş mi nedir dedikleri bir tad vardı. İçimden,  bu da ne böyle demek geldi. Mezarlığın kendine has kokusuyla karışmış insan nefeslerini hırpalayan gizli bir ses duydum. Duydum ki, ta içimden…

Guluhiyenin cinleri

Pırpır gelip gidiyorlardı. Duyarsan çok söz vardır. Duymazsan söz olmaz ki. İki cin sohbet ediyorlardı..

“Buraya gelip gaflet edenler, buraya gelip aşk masalları okuyanlar, buraya sevgilisini çıkarıp hayal kuranlar, ipini koparıp gelmiş olanlar, taşlar üzerinize olsun.”

“Kimden kime kaçıyor ve sığınıyorsunuz. Burası gaflet yatağınız olmayacak, uyanacağınız son kapı, ancak geleceğinizi mahveden ateşlerinizi neden yakıyorsunuz. Bilin ki, Allah Teâlâ’nın nefret ettiği üç gülme vardır.

1 - Cenazenin arkasından giderken gülmek,

2 - Zikir meclisinde gülmek,

3 - Mezarlıkta gülmek.

Mezarlık yanında sohbet ediyorsunuz. Her şeyi unutuyorsunuz birde ölümü. Ölümü unutmak. Birde öldüğünüzü unutturan mezarlıkta gülmeniz yok mu, sizi perişan edecek.”

Guluhiyenin cinleri bunları konuşurken, kendime dedim ki, “eyvah” “içeceğimiz birdak çay, bir dahası da olmasın” cinlerin bu kadar konuştuğunu melekler daha fazlasıyla acaba neyi anlatırlar dedim.

Bir bardak çaya kaybettiğim zaman belki en uzun geleceğin çarpılmasına neden mi olacak dedim.

İfritler yok mu, çığlıklar attılar.

“Ne sanıyorsunuz güle güle geldiğiniz yerden çarpıla çarpıla gidiyorsunuz, kaçınızın başına bela düğümleri bağlıyoruz, keşke bir bilseydiniz” deyişleri kulaklarımda

Korkmadım değil. “Rabbim affet beni, bilerek yapmadım, fakat uyarıldım ise tevbe ederim” dedim.

Bir daha mı mezarlık komşusu yerde boş laf konuşmak. Birde keyf olsun diye sohbeti dünyaya dalmak. Tevbeler tevbesi

İhramcızâde İsmail Hakkı


HERKESİN KONUŞTUĞU ZAMANDA SUSMAKTA OLMUYOR

Mülkün sahibi vardır deriz. Mülkü sahipleniriz.  Ölümü biliriz, ölümsüz gezeriz. Sonra bir şey olduğunda "neden oldu?" diye soruveririz. “Olmuş olan, olmuştur. Olacak olan da olmuştur”

Sorun nerede başlıyor ve bitiyor da kalamıyoruz.

Çaresizliğimizi öğrenmek için daha kaç kere deneme yapacağız ki?

Dersini almayan insanın dünyayı kaosa sürüklerken, şeytan denilene ihtiyaç kalmadığı zamanlarda yaşamak zor oluyor. Hırsların savaşı, harslara dönüştürülüşü, doğrular aracı kendilerine göre yolcu almaya başladığında, yol üstünde kalanlarda ezilenler olacaktır. Sonrada bu ezilenlere paye vererek onurlandırmak güzeldir. Ancak olmasaydı diyenin çıkmaması garip değil mi?

İnançların kendilerini sorguladığı zamanlar olur, birde savaştığı. Ancak Habil ve Kabil sünneti çıktığında Ebuzer'in çöldeki yalnızlığına acınacak mı, acınmayacak kadar değersiz mi kalacak? Evinin bir köşesinde gözleri kan çanağı olan Ali'nin dert ortağı toprak altında olunca teselli vereni de olmaz biliriz. Fitne kar be kar olarak yağarken beyazlığını göstermek, çözüm üretmek değildir. Fitne rahmet yağmuru yağdırmaz. Seller gönderir. Seller ise iyi kötü ayrımından uzaktır.

Sahip olduğumuz şeyler sahip olmadığımız gibiyse, emekler ve gayretlerin sevindiriciliği aldatıcı mıdır?

Akıl cümleyi mantıksızlık ile kurmayı adet ediniyorsa, silahını kendine çevirmiş intihar ediyor demektir. İnsanlar olaylarda güne bakmak yerine yıllar öncesine bakmak cesaretini göstermiyorsa çözümleri, ortaoyununda sadece pişekarda kalır.

Dünyanın suya ihtiyacı mı vardı, ağlayanların gözyaşına muhtaç olduk. İsa'yı Barabbas'a tercih etmek için dizilen halk neyin farkını tercih etti ki?

Halk bu su misali akarya, bir yanda ne öbür yanda angarya, der gibi akıp gidiyoruz. Sonuç ezilenler, ezenler ve geçinenler arasında bulunduğumuz yeri bulmak için karanlıkta biraz eğlenip, gözümüz alışıncada, az bir ışıkla işte kurtuluş burada diye mağaradan çıkmak mı gerekiyor.

Kader sonu, kıyamet senaryolarıyla sonlandırılır. Nostradamus kehanetleri gibi günü elimize alırız, öngörmez görüleri sayar dökeriz. Sonuç ölümler ve acılar ve geçmiş vakitleri payelerle onurlandırırız.

Hannah Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı" ile gerçeğin acı yüzünü ifşa ederken Yahudiler tarafından itilmişlikle cezalandırılışında, ağlayanlar ve kahkaha atanlar,  suçlar/suçlular, tarihi geçmişi değiştirmedi, Sadece üzülmüşler ve düzülmüşler sayısında yapılmış ihanetlerin düşüncesizlik gölgesinde kullanıldık ve doğru olan biz değil miydik, haklı olan kazanır ninnisiyle dört duvara çevrilmiş, dünya hayatımız ve insanları yorulmuştur.

Allah Teâlâ doğruların yardımcısıdır. Ancak hangi doğruların?

Doğrunun çoğaldığı zamanda doğruluk aramayınız. Çünkü o kadar çok, yalan ve yanlış yok gibi. Şimdi unutulan ne var diye düne dönüp bakmamız gerekirken, ne olacağına bakıyoruz. Düşüncelerimizi zehirleyen olaylar selinde bindiğimiz gemi tufandan çıkamazsa, işte o kötü diyeceğimiz zamanlar.

Reçete nedir?

Yalan söylemeyi bırakma zamanıdır. Bizler başkalarına değil kendimize yalan söylüyoruz. İnsan kendine yalan söylemeyi bıraksın diye, günde beş vakitte takliden sözler söylettiriliyor. Taklid faydalıdır. Bir gün gerçek olur belki.

Biricik ömrümüzü sevdiklerimizin ağlayışlarını duymakla kederlendirmemek için duruşumuzu Hakk'ın yönüne çevirip huzurla durmayı adet edinmeliyiz. Katil ve maktül, ikiside huzuru ilahide suçlu olarak çıkar. Bunun hangisini tercih etmemek için "uzak dur" dan gayri ne vardır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

HİÇ OLMAZSA EVDE VE GECELERİ YATARKEN KADINLAR SAÇLARINI ÖRTMELİ

İslâm'ın kadınlar için koyduğu emirlerden biride örtünmedir. Ancak Günümüz kadınında örtünme bir sorun haline gelmiştir. Ümmi boyutta [herşeyin sâfi olduğu ilim] bazı şeyler mecburiyet hasıl ettiğinden örtünmeyi gerektiren bir durumu sizlere açalım.

Bir kardeşim vardı. Çok evvel vakit bana rüyasını tabir ettirmek istemişti. Bizde "bildiğimizin ârifi olarak oluruz" dedik. Rüya başlangıcında birde beni görmüş, "hemen saçını ört", diye teklifimin peşinden üç ruhaninin gelişiyle vizyon devam edip bitmişti.

Ben rüyayı tabir ederken dedim ki;

"siz yatarken saçlarınız açık mı uyursunuz?". [Normal zamanda saçları kapalı bir bayan]

"Evet" dediğinde, "ruhâniler saçı açık kadının yanına gelmezler. Ben seni ondan dolayı uyarmışım. Başka türlü olmuyor."

Bu rüyayı destekleyen başka bir olayda bugün gerçekleşti.

Bir kardeşimizle astral seyahat uygulaması yaparken, bir veli ile karşılaşılmıştı. Fakat bu kardeşimizin, bayan olması ve o an için başı açık olduğu bir halde bulunmaktaydı.

"Nasıl o veliyi görebildiniz mi?" dediğimizde "sırtı bana dönük duruyor", dedi. Ben durumu anladım, acele bir başörtüsü getirttim. Başını örtünce vizyonda ruhaninin yüzünü gösterdiğini beyan etti.

Başörtüsü meselesinde Hz. Hatice aleyhisselâm annemiz ve Peygamberimiz  salla’llâhu aleyhi ve sellemin ilk vahyin sıhhatli olup olmadığı tetkikatı meşhur rivayettir. [*]

Bu meyanda geri kalan sohbetimizde dedim ki, "evde yalnız kaldığınız ve uyduğunuz zaman rahat etmek için muhakkak başınızı örtünüz", dedim. O evdeki örtünmeyi kabul etti. Fakat dışarıdaki için ise "örtünmeyi başarmak benim için zor olur", dedi.

Bizde evde örtünme psikolojik rahatlık için, dışarıdaki örtünme emir ise dini uygulamak için gereklidir. Ancak ev içinde örtüyü hiçbir şekilde terk etmemek gerekir dedim. Dışarıdaki örtünmeyi terkte belki günahkarlık durumu ağır olur, ancak aklın zayiliği için bir tehlike söz konusu olmaz, diye söyledik.

Ruhaniler saçı açık kadınlara yardımlarını tam yapamadıklarını anlatmış olduk. Günümüzde bilhassa soyut bilgilerin pozitivizm etkisiyle maddi deliller ile desteklenmesi için tecrübi bir hadiseden çıkardığımız sonuç bu olmuştur.

Saçı açık medyum hanımların ruhlarla konuştuğunu iddia ettiklerinde, onların gerçek ve yalan arasındaki çizgisi saçları açık celseleri varsa, gelenler süfli cinlerden başkası değildir. İspritizma deneylerinde de saçı açık kadınlarla yapılan oturumlarda gelen ruhaniler şeytani ekipten oldukları açıktır.

Ümmi bilgide dışarıda açık gezmenin ruhsat tarafını tutanlar şunu bilmelidir. İnsanların büyük bir kısmı kemal seviyede aşağı mertebelerde kalmalarından dolayı hayvanlar suretindedirler.. Bu nedenle hayvanlara karşı örtünme gerekli değildir. Ancak eğer bu hayvan koyun tipi değilde ayı, köpek cinsi şeklinde ise o zaman şerrinden emin olmak mümkün değildir.  Hayvanların şerrinden emin olmakta, kadınlarda örtü arkasına gizlenmesi ile olur ki, hayvanlar, örtüsünü hakikat üzerine örttüğünde o kadın göremezler. Örtü tipinde çarşaf en ileri seviyededir. Bunun hikmetini bilen Hristiyan âlimleri rahibelerini çarşafın benzeri ile örtmüşlerdir.

Erkelerde ki örtünme bütün ehl-i kitap ve Müslümanlarda aynıdır. Bunun bariz örneği din adamlarında görme imkanımız vardır.

Sonuç olarak, örtünmekteki kâr ve zarar ilişkisine bakmaklıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

-----------

 

Soru

Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize ilk vahiy geldikten sonra Hz. Hatice'nin yanına gidiyor. Sakinleştikten sonra başından geçenleri Hz. Hatice'ye anlatıyor. Hz. Hatice'de onu tekrar gördüğünde kendisine haber vermesini istiyor. Hz. Peygamberimiz Cebrail'i gördüğünde Hz. Hatice'ye haber veriyor ve Hz. Hatice Peygamberimize şuraya otur vs. yönlendirdikten sonra saçını açıyor ve "Onu hala görüyor musun?" diye soruyor. "Hayır" cevabını alınca

"Ey amcamın oğlu! Sebat et! Müjdeler olsun ki, vallahi, bu sana gelen melektir; şeytan değildir!"

diyor. Bu hadisin sıhhat derecesi nedir? Bu olayı anlatarak, 'kadınların başları açık olduğunda eve melek girmez' diyorlar. Doğru mudur?

…..

Hz. Peygamber ilk vahiy aldığı zaman İslam’da örtü meselesi diye bir şey söz konusu değildir. Tesettür emri ilk vahiyden yaklaşık 17-18 sene sonra emredildi. Buna göre, Müslüman kadınlar bu dönem içerisinde başlarını istedikleri zaman açabiliyorlardı. Bu hüküm Hz. Peygamberin eşleri için de geçerlidir.

Bununla beraber, Hz. Hatice’nin peygamber efendimize gördüğünün kim olduğunu test etmek üzere başını açması ve meleğin kaybolması hadisini Taberani el-Evsat’ta rivayet etmiştir. Hafız Heysemi, bu rivayetin hasen olduğunu belirtmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid,  8/256; h. no: 13935)

http://www.sorularlaislamiyet.com/soru/211154/kadinlarin-saclari-acik-oldugunda-melek-gelmez-mi.html


ÇİRKİN SESLİ EŞEK, BİR BİNEKTİR

Normalinde sesim ÇOK çirkin değil, ama çocuklarım bir şey mırıldansam "baba sus" derler. Yine bugün aynı şey zuhur etti.

"Baba susar mısın?"

Ben de sustum ve söylendim.

"Ey Rabbim! Senin mülküne irademle gelmedim. Sesimide tayin etmedim.

Sevmeseydin beni dünyaya getirmezdin. Sesimi de hoş etmedin. Yoksa beni paylaşmaktan mı kıskandın?"

Nasıl bir durum ki, Rabbim beni paylaşmaktan kıskanmış olabilir, dedim. En  çirkin ses eşeklerin sesiyse, o diğerlerinden kıskanılır mı? Anlatırlar:

Sahibi, deveye,  öleceği zaman helallik istemiş. O da

"hakkımı helal etmeyeceğim" demiş. Neden, dediğinde

"senelerce kervanı eşeğin peşinde sürdürdün, bize değer vermedin".

Deve sahibi de

"yol bilmezsin iz bilmezsin, çöl geçersin, yük taşırsın amma, bir bedevin güzel sesine kendini kaybedersin, sonra nerden gelip gittiğini bilmezsin."

"Eşek yol bilir, iz bilir," "Şimdi suçluyorsun ama hakikat budur" demiş.

Doğrusu da bu, eşek, çirkin sesiyle itilsede, yolu deveden iyi bilendi.

Eşek deveden fazla biliyordu. Bileni Allah Teâlâ kıskanır, sesine çirkin dese de.

Hz. Musa aleyhisselâmda kekeme idi, Harun kardeşi onun yerine konuşurdu. Ancak Musa  bu ses ile. Tur Dağında yalnızlık vadisinde Rabbiyle başbaşa kalmış ve kekemeleşen sesiyle konuşmuştu. Kitabın sahibi olmak Hz. Musa yazgı iken, güzel sesli Harun aleyhisselâma ancak okuması nasip oldu. Sonuçta çocuklarım sesimi dinlemediler, fakat bildiğimin peşinden gitmeden de edemediler.

*BİNEK: f. Gözbebeği, hadeka.

HADEKA: Gözün siyahlığı, gözbebeği
İhramcızâde İsmail Hakkı


BAŞIMIZI BELAYA SOKAN ÖLÇÜLER

İnsanın başını derde sokan kullandığı ölçülerdir. Bu ölçüleri nerde ve nasıl kullanacağını şaşırmış insan, sonunda başına olmadık şeyler getirir. Tüy için kg, taşı ölçmek için miligram kullanmakta ısrar ederse, terazinin kefesini denge tutmak için uğraşır durur. Sonunda gurur ve isyan bayrağını çeker. “Bu olmuyor, uymuyor”deyip çıkıverir. Ölçülerimiz bize göre uyumlu olabilir. Fakat büyüklüğünü tahmin edemediğimiz şeyler hususunda, yenik düşen ölçümüz yüzünden inkara varan düşüncelerimizin çıkış nedeni budur.

Yaratılmış olmak.

İnsan yaratılmıştır. Doğduğu günü bilmez, öleceğini de. Önceden bildirilen bir konuya inanç duyarken, ölçmeye başladığında, kudret ettiği husus onu çok zaman yarı yolda bırakacaktır. Çaresizliğini kendine yediremeyince de, yıkım sürecini başlatan zulme yönelmek mecburiyetinde kalacaktır.

“Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.”

(İbrahim, 34)

Kabul etsekte, etmesekte, Allah Teâlâ, Âdem’e bildirmese idi, insan kaç meselenin köküne ilerleyecek, düştüğü karanlık delikten ışığa çıkaracak yolu bulabilecekti ki?

İnsan özgür yaratılmıştır. Ölçülerini kendisi ayarlama hakkı da vardır. Fakat hakikat bizim ölçülerimize uyumsuz geldiği vakitler de, ancak ilâh yardım gelmezse yıkılacağımız kesindir.

“Rabbin seni yalnız bırakmadı” (Duhâ,3) ile bildirilen haber “Ben yere göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.”hadisi kutsisine işaret eder. Bu sığış Allah Teâlâ’nın kulun kalbine fehmine nüfüz edişi ile onun inançlı olmasına yardım edişidir. İşte batıla dalan filozof kafaya Allah Teâlâ yardım göndermeyip azametiyle tecelli edince, filozof akıl şişmeye başlar. Bu öyle şişiştir ki, gururu ile süslenir. Her bir şişkinliği onun zalimliğini artırır. Diyeceği son söz “yok”un türevleridir. İnsan saymaya çalıştığı ve ölçüşüne sığdırmaya uğraştığı husus sığmazlığa eriştiğinde inkar etmek zorunda kalır.

“Dünya hayât bir aldanış metâından başka bir şey değildir.”

(Hadîd, 20)

Bütün gayretleri ile bulduğu sonuç yıkılmış bir beden ve yorulmuş akıldır. Varacağı son noktada uyduğu ölçünün onu aldatmış olmasıdır. Bu benlik onun dünyasında değişime sebep olmuştur. O da ancak kendisi ve avanesidir.

Kulluğun başladığı ve bittiği yerde haber vardır.

Bu haberi ben bulacağım diye uğraşan çok olmuştur/olacaktır. Bilinmelidir ki, bu kazanılma ile ele geçen bir şey değildir.

Sorulursa yalan söyleyenler olmadı mı?

Evet oldu. Fakat Allah Teâlâ yalancıların ipliğini herzaman bozmaktadır. Bu bozuşun uzun vadeli olması olması ise mekr-i ilâhinin tecellisidir.

Düştüğüm sıkıntıdan ben kendim kurtulmak istiyorum, aklım bana kâfi gelmez mi dersen, ölçüler sisteminde tüyünü tonla tartmaya devam ederse bir kişi, sonuç alamayacağı kesindir.

Gururunu yen ey insanoğlu, eğer bir ölçü arıyorsan, bütün bildiğin ölçülerden en küçüğünü seç. O da kendi zayıflığındır. Kâinata kendi zayıflığınla bak. O zaman kalbine Tanrının sığdığını, sığındığını göreceksin. Tabiat Tanrının sana yüzünü açtığı vizyondur. Tabiatı anlamaya çalışırken de ona Tanrıyı feda etmeyip, Tanrıda onu yok edersen, karşında kala kala bir sen ve O olacaktır.

Zayıflığını kabul edip, çaresizim dediğin zaman gurur perdelerimiz yıkılıyorsa, her şe’nde indirdiği gibi Allah Teâlâ vahyini senin içinde indirecektir. Bu indiriş, gelmiş olan hakiki haberi kabullenmekte kalbinin iştiyak ve elyak oluşuna bağlanmıştır. Taşlardan su çıkaran Rabbim katılaşmış kalbini yumuşatacak ve sana haberini getiren peygamberini sevdirecektir. Ölçülerin kurbanı olmadan Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin haberlerine dönüş yaparak kurtuluş yolunu kolayca bulacaksındır.

Sonunu ölümle bağladığımız fani hayatta, bâki kalan ancak Allah Teâlâ’dır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

FİKİR EDEBİ İNSANI EZMEK MİDİR? DEĞİLDİR.

Allah Teâlâ’nın özenerek yarattığı biricik varlık.

İnsan.

Peki. Onlar ve bunlar denilen O’nsuzlar bunun neresindeler?

Onlar ve bunlar, insanı, insan gibi görmedikten, düşenini elde değil, dilde yalnız bıraktıktan, arka arkaya, mecazlı muammalı kafayı yoran harfleri dizdikten sonra çok bir şey mi yapmış oluyorlar?

 Allah Teâlâ, gününü haklıya haksıza ikram ederken, ölümlü kurduğu tahtta kendini muvakkat bilmeden, benim bildiğim kadar bilmezsen, bunu talim etmezsen iskambilden yaptığın evini yıkarım, atarım, dönüp de bakmam, derse, çok mu bir şey yapmış olacaktır?

Değişen ne oldu, kaç tane hafızayı beşere kazınmış, bir hatıra bırakacak insanın potadan dökülmesine yardımcı oldular? Yahut, birçoğunu ele geçmiş dilenci parası gibi harcayıp attılar?

Yazan Allah, çizen Allah olsa da, bu bize uymaz, racona muhalif düşer, ihlaslı müşrikîn edasıyla kaç insanı silinmeye mahkûm ettiler?

Sahte yüzlerle çileye, eğrinin tepesine çomak vuramasan da, sende uzak dur denilemeden.

Vermediğini istemeyen Allah Teâlâ dahi, kuluna karşı saygılı iken, kendi uzak kalmış kurak vadide, çöl dağlarında, bir rüzgarla dağılacaklarını unutmuş, hayal tacirleri!

Küflenmiş duvar diplerinde çözüm aramadıkları gerçek insanlığın, harici zihniyetle düşmanı olmuştur.

İlke, batan güneşlere sevinip, doğan ayları üste tutarak, insanları oradan buraya savurmak değildir. Ucu insana dokunmuyorsa dik dağları üstünde oturmak hiç değildir. Rabb'in neden yüz çevirdin diye ikaz ettiği Nebisi de bu hali takdir etmeyecektir?

Şu dünyada insanı aşağılayanlardan kimi gördümse, hepsi iyi adıyla damgalılar arasındaydı.

Bu garip değil midir?

Hani iyi insan?

Kötü dediklerimizden özür dilerim. Kötüyüm benden bu kadar diyenin kulu kölesi olurum. Aşağılanmış insanın en son ineceği makam yine insanlıktır. Hayvan olacak değiller ya.İnsanı hayvanlardan aşağıya indirmek hakkı ancak Allah Teâlâ’ya aittir.

Uçmak için tüylenmeye çalışan kuşu, birde şişirip deve kuşu yapıp semanın derinliklerinden mahrum ettirenler, ancak haince düşünen egoist şeytaniyettir. Bu da kâmil insana yakışmayan bir özelliktir.

Din bellidir. Haramını helalini açıklamıştır. Bırakın biraz bu kulları, sazında özgür olsun. Tekrar düşünceyi sınırlayan bir yükü de sırtlarına takıp insanları boğmanın gereği yoktur.

Hayat kısadır. Kocakarıya dünya ihtiyacı iki şey olarak kalıyorsa, yarın için aynı şeyler hepimiz içinde olacaktır.

Sevmeyi unutmuş benlik, senden nefret ediyorum. Yüksek yerlerde anılıp şaheserleri var diye anılmaktansa yârin kapısında köpek olmayı candan yeğliyorum. Bu çok fazla bir niyaz da değildir.

Onlar için ebedilik çamurlu ve bulanıktır. Azını buldun mu sevinen, çoğunu bulunca üzülen peygamber neslinden olarak kaderin dolambaçlı yollarında, dilinde ve elinde –Hakk’ı üzmek demiyorum- Hakk’ın üzülmediği bir yerde kalmak şerefi, ne güzeldir.

Çıktığımız yerler bize korku neden verir ki, yerde gezmek dururken. Yüksekler, çalışmayla kazanılmış görünür. Aslında yükseklik ve üstün olmak ancak O’nundur. Biz  “kul olmanın hakkı”sını bilmeliyiz. Yoksa hepimizde az da olsa, çokta olsa bir insanın hayatına mal olacak gizli hatalardan ayrı olmadığımıza göre, bu gururdan Allah Teâlâ’ya sığınmalıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı


KAMİL İNSAN OLMADA İLK VAZİFE İNCİNMEMEKTİR

İnsanın kemâlat yolunda geçirdiği evrelerin, evvelinde ve sonunda incitmek/incinmek mevzuu bulunur. Kulluk, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar ibadet etmek, hayratta bulunmak demek değildir. Çünkü bunlar bendelik icaplarıdır. Asıl insanlık, incitmemek/incinmemektir. İşte bu mertebeye vasıl olan kimse insân-ı kâmildir.

İnsanı kemal yolunda yetiştirmek hedefi olan tasavvuf mesleği bu konudaki inceliği esas almıştır.

“Tasavvuf mesleği ise incitmemek ve incinmemektir. Bu nedenle incitmemeye değil asıl incinmemeye alışmak gerekir ki bu husus hakikatiyle zordur.

İnsanların ekserisi bu hususta mağlup olmuştur.”

Büyüklerimiz ibadetlerin yapılmasında azimet sahibi olmayı tavsiye etmekle birlikte, aşırı/azimete râm olup, insanları incitecek bir hâlin bulunmasına razı olmazlar. Fakat incinmede görünmeyen bir husus olan Allah Teâlâ’nın insanların eliyle sana eziyet vermesine müsaade vermesinin nedeni insanlara güvenmemek içindir. Bu hikmete binaen insanın bazı şeylerden incinmesinin nedeni onlardan uzak kalmaları ve kendi iç benliğini sorgulamasıdır. Netice “eden eyleyen Allah Teâlâ’nın bizzat kendisidir”.

İmam Gazzâlî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;

“Karınca, kâğıt üzerindeki yazıları görünce, bunları kalem yazıyor, der; çünkü başını kaldırıp yukarıdaki parmakları, eli ve bunları harekete geçiren iradeyi, insanı, sonra insanda irade, kudret yaratanı görmez. İnsanların çoğu da, en aşağı, en yakın sebebi görmektedir.”  [6]

Büyüklerimiz buyurdular ki;

Hz. Niyazî-i Mısrî kuddise sırruhu'l-âlî Efendim:

Velî ârif olan lutfa sevinmez kahre incinmez,
Eyü kim cümleten halka âtâsın ol amim etmiş.

Velî ârif olan lutfa sevinmez kahre incinmez,

İyi ki hepsini o halka ihsanlarını umumî etmiş.

 

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak kuddise sırruhu'l-âlî Efendim:

“Gardaşım!

Erkek ihvanın ilk vazifesi incinmemek ve incitmemek, (Evli ise) kadın ihvanların ilk vazifesi kocasının nefsine (aile hukukuna ve varsa çocuklarına)  hizmet etmesidir.”

Bu beyanların mücmel izahı  ibadet/zikir her şekilde ahlakın gerisinde kalan bir durum olmaktadır.

Bu mevzuda dikkat etmemiz gereken diğer bir husus, velilerin sabrı ölçüye girmediği gibi imtihan edilmemesidir. Neticede “Ehl’u-llah incinmezler. Fakat Allah Teâlâ razı olmaz.” [7]

Yani,  sahibi olan Allah Teâlâ ise bu konuda onun hakkını savunur. “Kim benim velime eziyet ederse bana açıkça harb ilan etmiş olur….”   [8]

Sultan Veled'in ifadeleri ile Belh’ten Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin Cengiz Han'ın (617/1214) yılındaki istilasından önce olma sebebini şu şekilde açıklar. Sultan Veled ise göçü şöyle anlatmaktadır:

“O padişahın gönlü Belh'lilere kırılınca Allah Teâlâ'dan ona

“Ey kutupların ulu padişahı mademki bunlar seni incittiler, tertemiz gönlünü kırdılar, bu düşmanların arasından çık. Çünkü ben onlara azap ve bela göndereceğim.” diye nida geldi. Allah Teâlâ tarafından bu hitabı işitince öfke ipliğini eğirdi, Belh'ten Hicaz'a hareket etti. Daha yoldayken o sırrın eserinin zuhur ettiğine dair haber geldi. Tatarlar onlara saldırmış, İslâm ordusu bozulmuştu. Belh'i almışlar o kavimden sayısız adam öldürmüşlerdi.”   [9]

Üftade kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurdu ki;

Meşâyihda gazap kuvveti gayet güçlüdür. Kızdıkları zaman bu âlemi tahrip etmeden teselli olmazlar. Beldenin birinde bir şeyhin müridini katlettiler. Şeyh o beldeyi etrafındaki beldelerle birlikte tahrip etmeden teselli olmadı. Fakat kemâl, gazabı yenmektir. Zira bir cemaatin ihlakine kadir olan, ıslahına da kadir olur. İhlâk olmaları yerine ıslah olmaları için dua etseydi daha hayırlı olurdu. Müşrikler Nebî sallallâhü aleyhi ve sellemin başını yardıkları ve dişini kırdıkları hâlde o: “Allahım kavmime hidâyet et zîrâ onlar bilmiyorlar” [10] diye dua etti.[11] 

“İsteyen Tanrısını bulur. Kim ki bir şeyi talep eder ve gayret ederse bulur.”   [12] 

Neticede olanda hayır vardır, demeli,  Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-âlî Efendimin kelâmını dustur eylemeliyiz.

“Olmuş olan, olmuştur. Olacak olan da olmuştur”

Hikâye

Meşâyıhdan birisi şerli bir kimse arkası üzere yatarken yanına varır dikkat ile bakar görür ki hem solak hem kötürüm hem kötürüm hem cüzzamlıdır ki;

“Sübhâna'llâh yâ Rabbî bütün kahrına bunu mazhar mı ettin?

Deyince ol kimse işidir dir ki

“Ey işsiz ve güçsüz benimle Rabbim arasına girme”

“Bu derdlerin benden kaldırılmasını isteme. Bu derdin her birinin karşılığında bana bir ihsanı vardır Rabbımın ki,

 “Afiyet ehli bin yıl ömrü olsa sa'y etse eline girmez afiyet ve sıhhat gönül âfiyetidir sen beni kayırıp yolundan kalma” diye şeyhi delil getirerek susturmuş.. [13] İhramcızâde İsmail Hakkı

Kaynakça

 

https://youtu.be/GRgqP-oQM8I

 

Âlemi sen kendinin kölesi kulu sanma

Sen Hakk için âlemin kölesi ol kulu ol

*

Nefsin hevâsı ile mağrûr olup aldanma

Yüzüne bassın kadem her ayağın yolu ol

*

Garazsız hem ivazsız hizmet et her cânlıya

Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol

*

Allâh için herkese hürmet et de sev sevil

Her göze diken olma sünbülü ol gülü ol

*

İncitme sen kimseyi kimseye incinme hem

Güler yüzlü tatlı dil her ağızın balı ol

*

Nefsine yan çıkıp da Ka'be'yi yıksan dahi

İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol

*

Güneş gibi şefkatli yer gibi tevâzu'lu

Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol

*

Gökçek gerek dervişin sanı yoksula baya

Suçluların suçundan geçip hoş görülü ol

*

Varlığından boşal kim yokluğa erişesin

Sözünü söyle gerçek Hulûsî’nin dili ol

*****

Çalış tefeyyüz eyle yücel temeyyüz eyle

Fazilette sehâda örnek insan ol örnek

*

Doğruluk kârın olsun vefâ şiârın olsun

Sadâkatta vefâda örnek insan ol örnek

*

Şol müselsel turrene bendeylemiş tâ ezel

Tarîk-i Mustafâ’da örnek insan ol örnek

*

Neylesün yok kurtuluş gönlüm dîvâne olmuş

Hakk’a hamd ü senâda örnek insan ol örnek

*

İhlâs ile amel kıl hâlini mükemmel kıl

Keremde ve atâda örnek insan ol örnek

*

Allah’a itaat kıl her veçhile tâat kıl

Tevekkülde rızada örnek insan ol örnek

*

Hulusi kalb ile örnek insan ol örnek…

Hüdâya bin şükür bir müminiz  Allahımız vardır

*

Şehadet eyleriz: Ancak Rasulûllâhımız vardır

Tahiyyat u selam olsun Âna hem âl’u sahbına

*

Ki şer-i pâkine münkad dîli âgâhımız vardır

Ol şahı Nakşıbendin bendesiyiz bab-ı lütfunda

*

Sırat-ı mustakiyme muttasıl dergâhımız vardır

Bihamdillah !

*

Bizim kaygı gününden bakimiz yoktur

Şefi-i rûz-i mahşer çare sâz-ı râhımız vardır

*

Reh-i aşkın gerçi Ânın avare bir salık

Cenab-ı Pir-i Ruşen dil Garibullâhımız vardır

*

Mukavves kaşlarından gayrı bir mihrabımız yoktur

Bizi tân eyleyen namerde eyvallahımız vardır

*

Ne derlerse desinler bigânelerden ictinâbım yok

Harim-i yâre mahrem dilde resm-i râhımız vardır

*

Hulusi! kûy-ı yâre kazsalar mezarımız dostlar

‘’Yolunda öldü ‘’ derler başka ne günahımız vardır

Seyyid Osman Hulusi Ateş kuddise sırruhu'l-âlî


MASUM, MASUM GİTTİ

İsimler vardır, kaderi çizer.

İsimler vardır, kalbimizi yıkar gider.

Masum gelip masum gitmenin zor olduğu bir zamanda masum kalanlar vardır.

İnsanlar;

Masumu, sever gıpta ederler.

Masum olmak ve masumlaşmak.

Ölümlü hayatta kazanılması gereken bir husus ise, geç gelip erken gitmek değişiktir.

Duyduğumuz sesler, sevdiğimiz teranelerin hepsi, bizim algılamamız kadarsa, masum sesini içimde duyduğum gün, kaybettiğimdeki çaresizliğimi giderecek bir yardımda gelmedi.

Gözümün önünde bir gidişin vardı. Buz tutmuş gibi. İçimden, çağlayan feryatlar beni teskin etmek için “üzülme kader onlara daha büyük daireler çizdi” dese de, borcun ödemesini erken yapan iyi bir insan gibi, Masum, masum gitti.

Şimdi o, ağlayanlara bakarken, erken gittiği için sevinen biri  olsa da, bu ayrılık acısı başka bir şeydi.

Bir gidişi vardı, tozu dumanı olmadan. Bir ayrılışı vardı, sessizlikte kalan. Ağlamak için fırsat dahi vermedin. Uzun acılar çekip “o çok çekiyor, kurtulsa” dedirmeden. Geldin ve gittin.

Masum gönlün ayak sesleri yoktur. Hani duysan bir şeyi var mı dersin. Duydurmadan, duyulmadan var olmuş gibi değil, evvelinde yokmuş gibi gittin.

Seni duyanlar, seni soranlar, kalemin ucunu incitmeden adını yazarken yedi beyza, ayrılığı önceden yazmıştı kader defterine.

Bu taze fidan, çabuk gidecek diye. Masum kalmak, hayatta çok zor olsa da, gitmek acı verse de, mecburen gittin.

Üzülmek ve ağlamak masumlara değil, sevgimizi doyuramadığımız için  bize yakışıyor.. Masum gelip masum gidenlere selam olsun.

Huzurunda saygıyla eğiliyoruz. İhramcızâde İsmail Hakkı

İZ SÜRÜCÜ’YE

Kendimi arıyorum, gören var mı?

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri

Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,

Değil irfân,  filân ibn-i filânı,

Yerin terk edenin yoktur mekânı,

Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.

 

İzi yoktur ki izinden biline,

Dahi tozmaz ki tozundan biline,

Sen anı sanma sözünden biline,

Hakikât ehlinin olmaz nişânı.

 

Ne denli var ise âlemde evsâf,

Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,

İnâd ehli değilsen eyle insâf,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,

Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,

Bilindi kim nişânını ararsın,

Hakikât ehlinin olmaz nişânı.

 

Kubâb-ı Hakk-ta mestur olan erler,

Sıfât-ı halk içinde görünürler,

Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Gazab şehvet iki ayaktır anlar,

Binip üstünde seyyâh oldu canlar

Bunlarla çıktılar arşa çıkanlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,

Vücûdunda da olmaz anı sârif,

Anın için der bunu ehl-i maârif,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,

İçinden de biri olsa mukâbil,

Yakına yardım eyle olma hâ’il,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Anı uran urur ağlatmak için,

Ya gayret gösterir darlatmak için,

O da ağlar darılır çatmak için,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,

Nefes de harfe boyanır arılmaz,

Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,

Bulunmaya içinde ehl-i irfân,

Olur mevsûf sıfatlar ile her an,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Kimi şâdân,  kimi nâşâd olurlar,

Kimi üstâd,  kimi nerrâd olurlar,

Niceler sûretâ cellâd olurlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Şerîatle olursa ger ol ef’âl,

Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,

Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,

Ger işlense kamu yerli yerinde,

Bahâne bulamazlar hiç birinde,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,

Görünür cümle a’râz ve cevâhir,

Nişâniyle olur herbiri zâhir,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem miraç için yola çıktığında izlerin haberdârı idi. Fakat yolun yine de bir klavuzuna muhtaç idi. Cebrail aleyhisselâm yolun izlerinden birer birer bahsetti. En son geldiği yer Sidretü’l Müntehâ’da durdu. İz vardı, bilirdi, fakat geçmesine izin verilmemişti.

Bildiğin ile bilmediğinin şeyin eşitlendiği durumda, izin varlığı ve yokluğu değersizdi. Bulmak ise fayda vermeyecek bir durumdu. Azâzil izleri takipte usta idi. Birşeyi önceden farketmiş, ilk asiye laneti kendi kendine farz etmişti. Kendine lanet eden olmak ve pişmanlığı hep içinde hissetmek ise ileride çok üzmesi ve lanetinin intikamını almak için küfrü seçmişti. Arkadaş arıyordu yaptığı hatası için.

Yalnız gitmek, bir izin peşinde olmak.

Sormak gerekir. İnsan hangi şeye kavuştu ki, kendini vasfından ayırma imkânı onu sarmalardı.

İnsan değişmeyen yerinde döndüğünü hissettiğinde acizliğini tekrar tekrar görmesi değil mi, kuyusuna düşmüş karanlığında boğulur gibi ağlamaktan öte hiçbir eylemi kalmazdı. Tanrısını öldüren Nietzsche bulduğu hiçliği de onu memnun etmediği gibi, ölümün zevkini de bulamadı. Çünkü izini kaybetmiş çöl yolcusu gibi, etrafında döndü dolaştı. Dolaştığı yer ona huzur vermedi.

İzler aradığımız izler, bizi bizden uzaklaştıran izler.

Ne kadar çok bir iz bulduysak –sayısızdır- mutlu etmediği kadar, çaresizliğimizi bize hatırlattıkça dünyamızı daralan dört duvar gibi kasvetini içimize bıraktı. Sızdığını zannettiğimiz ince bir ışık  ve yollar umutlarımızı izle yakınlaştırmadı. Uzaklaştırdı.

İzi yok izinden biline.. de olan biri olmak, Janus’un ağlatıcı ve güldürücü veçhesinden biirni tercih etmek, hangisi bize uygun düşer demeye gerek kalmadan, kısa bir ömür için bulduğumuz fazlalıkta rahatsız edici oldu.

Umutlar bulununca biter. Bulmadıklarımız değil mi ki bize hayat vermektedir. İnsan buldukları ile çok mutlu olduğunu kabul edememektedir. Bu hayat tarz değil mi ki, insan arayış içindedir. En son bulduğu iz, bir sonraki izin varlığını istemeyerek sürekli göstermektir. Bıktırırcasına.

Öteki dünya hayatında bu insan cennetle doyacak deniliyorsa, doymayacağı kesin, kendi yaratanını görmekten gayri ile itminan olmayacaktır.

Hakkı görmek.

Hangi veçhesiyle olursa olsun insanın doyuruculuğunu nispeten hissedeceği bir husustur. Köşk huri ve gılman benzeri hediyeler dünyada tatmin olmayan insanı biraz oyalayabilir. Fakat sonunda o da “bu değil, bu değil” diyerek arıyoruma düşeceği kesindir.

Tanrının izini bulmak ve sonuçta ona varmak ve onda kaybolmak.

Bu daha doğrusu yok oluşun bir derdidir. Suyun aradığı yine su ise –büyük ve küçük - çektiği gayret neyedir?

 Biz kimi arıyoruz?

Hangi izi arıyoruz?

Biz bizi arıyorsak, neden arıyoruz?

Bizim içimize sardıran bu kaçınılmaz isteğimizde, bulduğumuz kendimiz ise, neden bu kadar acı çekiyoruz?

Bizi bizde bulmak için, beni bende aradığımız şeylerin hikayesini kaç kerre yazacağız.

Bir bahçenin başını bekleyin. Çiçek yok olmak için büyürken, tekrar var olmanın yokluğunu tatmak için, kaçıncı denemeyi yapması gerekecektir. Her var oluş bir yokoluşu bize ihsan ediyorsa var olmak, yok olmak arasındaki, izin işaretlerini çok bilmek, bir yerde haberi olduğumuz uzun yolun, bir çöl ile bitişi varsa bu yürümenin zevki mi olur, yoksa acıların canımadamı olup sarsıla sarsıla yıkılmak korkusuyla yaşar durmaya çalışıyoruz.

Var olurken neden var olduğumuzu anlatamadığımızı, yok olurken engelleyemediğimizi, kısacık hayatımızda yokluğu kendimize yakıştırmayıp, tanrının mülkünde çirkince bağırmak güzel olsa gerektir. Bunu en güzel yapan ise hayvanatın içinde eşeklerdir. Eşek bu hikmeti bildiğinden, ağlayışın çirkinleşen böğürtüsünü duyuruşu değil mi ki, “onlar kitap yüklü eşeklerdir” diye beyan edilirken, bilenler hakkında bu temsil verilmiştir.

Bildiklerimizin verdiği sıkıntı ile olur ve olmaz dedikleri hayatı irdelerlerken bizler, sürekli sorguladığımız Tanrıya çok zaman itiraz ettik.

İzlerin kaybolması ve hatırlatıcıların çok gelişi ile değişen hiçbir şey yoktu. Tekrar tekrar olan bu sorun bitmiyor belki, canları yandığından isyan bayrağını çeken şeytana yakınlığı artırdılar.

Şeytan izlerin kaybolduğu yerleri bulmaya çalışılırken değişen hükümlerin tekliğini, çoklukla karıştırınca insan itiraz edecektir. Bulduğumuz bir önceki ile aynı veya değildi. Tercih edeceğimiz her şey bizi bizden uzaklaştıracaksa, bizi bulduracak olan nedir sorgulamasına cevap bulamıyoruz.

Sonuçta ne olacaktır?

Sorusuna verilecek cevap gerçekte bir söz ile bitecek. Ölümden başka her şey yalan.

Öleceğiz.

Bu dünyada ölümü istekli ve isteksiz kabul edeceğiz.

Öteki dünyada ise ölüm, bizi terk edecek deniliyorsa, bu ölümsüzlüğü kabullenmekse zorluktan maada Yunan tanrıları gibi bir kaos ortamına düşülmeyeceği de haber veriliyorsa, ve bahsedilen sonsuzlukta, Allah Teâlâ’nın sonsuzluğu gibi de olmayacağına göre, bir yerde bir nokta olması gerekiyor.

İşte o nokta, bizim ulaşacağımız izin başladığı ve bittiği yerdir.

Bütün aradığımız iz, hep bu küçük noktanın içinde kalıyorsa, üzüldüğümüz ve sevindiğimiz şeylerle bezenmiş hayatımız, anılmaya değer olmayacak kadar basit ise;

Bu noktayı, biraz aramaktan vazgeçmek huzurumuzun kaynağı olacağını düşünüyorum.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

ŞEYH ÖLDÜ

2 Ağustos 2016

Bir zamanlar bir şeyh varmış. Celâlli imiş derler. Celâlli melâlli, gam yok. Talebelerinin önünü çabuk açar, yetmiş yıllık işi yetmiş günde ikmâl eder, bir anda kuş yuvasından uçsun der gibi aceleciydi.

Talebelerde vefalı olan az olur derler, onunda yetiştirdikleri şeyhlerini birden beğenmez olmuşlar. Şöylenin böylenin olmazsa olmazında kalmışlar.

Şeyh, iyi adamdı, canımadamdı, onlara tuzak kurmazdı. Fakat talebeleri ona erken tuzak kurdular. Çünkü talebe yetişmek için girer bir yola, o da olmanın peşindedir. Olmak ve olmamak tercihinde, nefse hoş olanı bulmak fıtratından ayrılığı gözlemişlerdi.

Şeyhin öğretmediği bir ince yolu vardı. Onu yalnız o bilirdi. Öylede gerekliydi. Tabutunda saklı duranı kim bilirdi ki?

Talebeler olduk gölgesinde, kendi başlarına kaldılar. Ayrılmışlardı. Aldatan ayrılık değil, yolun çok geniş ve kolay oluşuydu. Bilmiyorlardı, bol gibi görünenin geleceği dardı, duymuş olsalar da unutmuşlardı..

Talebeler şeyhe ölmüş dediler. Ölmese de öldürmüş gibi.

Her şeyi öğrendik, o da uyuyor, fazla bildiği neydi ki? dediklerini şeyh duyardı, bir şey söylemezdi. Ancak bir gün şeyh ölmüş denilen sözle gitmişti. Nerde kaldı o güzel imalar, hoş sözler, göz önünde ayan, cahile saklı sırlar. Hepsi bitmiş birden tükenmişti. Kaldılar. Yalnız kaldılar. Onların yolu karardı. Sancıları arttı, dindirecek bir söz söyleyenleri de kalmamıştı.

İşin garip tarafı hayvanlar da ağladı. Eşekler bile “Şeyh öldü, şeyh öldü.” dediler.

Bir daha gelir mi umuduyla bekleyenleri olsa da, şeyh bir ölüşle ölmüş idi.

Şeyh öldü.

Ebedi yaşayacakmış zannettikleri şeyh öldü.

Bitmeyen sonsuzlukta güller ve dikenlerle olsan, bülbülsüz bahçenin neşesi kalır mı?

Şeyh öldü.

Şeyhin hatırası tozlandı, külünü rüzgârlar savurdu. Gelmemiş gibi, kalmamış gibi.

Talebeler üzüldü. Belki buluruz. Bir başka şeyh diye, aramaya gittiler. Ne bulsunlar buldukları asıl şeyhlerinden kalmış ve çalınmış bir mirasın parçalarıydı. Tamı varken, olur mu parçalar ile idare etmek. Fırsat varken kaçırmak.

Şeyh öldü veya ölmedi, ne önemi var ki. Onlar şeyhin yolunda değillerdi.

Aradılar, bulmak için çok uğraştılar. Düşünüyorlardı, belki şeyh yerinde kuyusunda oturuyordu. Gitmeliydi. Ancak kuyu korkunç bir karanlık içindeydi. Yanına gitmek mi? Hangi cesaretle, önceden ışık vardı, yardımda. Şimdi ise hepsi kaybolup gitmişti. Öldü dedikleri şeyh ölmüş olsa belki daha iyiydi. Bu ayrılık ise ölümden beter idi. Geçekten şeyh ölmemişti. Ancak var mı, yok mu arasında bir yerdeydi.

Ağla sen, gül sen, değişen bir şey yok, şeyh durmuş, ölmüş çok mu önemliydi.

Herşey bir rüya.

Uyandığında dört duvar ve karşıda duran bir saat ve başı ağrıyan bir beden vardı. Talebe kalktı, pencereyi açtı. Düşündeki şeyh ölmüştü. Ötesindeki ise o şeyh duruyordu. Her zaman olduğu gibi bir daha gitmeyeceğim, gelmeyeceğim, diye karar verdiği canımadam gerçekten ölmüş müydü? Bir ses duyuyordu. Ötelerden gelen….

İhramcızâde İsmail Hakkı.

 




[1] Mesnevî-i Şerif, c:I, b:1447

[2] Mesnevî-i Şerif, c:I, b:1849

[3] Mesnevî-i Şerif, c:III, b:3951-3959

[4] Mesnevî-i Şerif, c:VI, b: 2965.

[5] Mesnevî-i Şerif, c:I, b:39

 

[6] Gazzâlî, İhyâ., cilt: I, s. 34. Aynı örnek için bkz. Gazâlî, Kimya-yı Saâdet, s. 42.

[7] (ALTUNTAŞ, 2007)Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)

[8] Ebu Nuaym, Hilye. VIII/318

[9] Sultan Veled, İbtidânâme, 4180

[10] Buhârî, Enbiyâ, 54

[11] (BAHADIROĞLU, 2003), s.105; (HÜDAYİ), c.I, v.20b

[12] (BAHADIROĞLU, 2003), s.132; (HÜDAYİ), c.I, v.11a

[13] (MISRÎ, 1223),  v. 48a

Hikâyetde gelmişdür ki meşâyıhdan birisi şerir bir kimse arkası üzre yatur yanına varur dikkat ile bakar görür ki hem solak hem muk'ad hem a'mâ hem meczumdur ki

sübhâna'llâh yâ Rabbî cemî' kahruna bunı mazhar mı itdün? diyince ol kimse işidür dir ki

“Ey battal benümle rabbüm arasına girme”

“Bu derdlerin benden ref’ini isteme. Bu derdin her birinün mukabelesinde bana bir ihsanı vardur rabbümün ki,

 “afiyet ehli bin yıl ömri olsa sa'y itse eline girmez afiyet ü sıhhat gönül âfiyetidür sen beni kayırup yolundan kalma” diyü şeyhi ilzam itmiş

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar