Yazılmışlar 19
SEVGİLİ HIRSIZIMA
Hâkimest yef‘alullah-ı mâyeşâ
O zi ayn-ı derd engîzed deva
“Allah Teâlâ hâkimdir, istediğini yapar;
o, derdin içinden deva çıkarır”
(Sâmiha AYVERDİ,
Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.10)
Hakikât ehl-i her yaptığı şeyinde hayır zuhur eden demektir. Onun hayrı
zaten hayırdır, hatalı işi de hayra döner. Onlar bülbül gibi tuzağa düşerler.
Ancak evin başköşesinde yer tutarlar. Bülbül, düştüğünde düşüreni bilir,
üzülmez namelerini yazar durur. Eğer onu eve aldıysa biri dinlemek için
susuverir.
Ey gizli gizli gelen hırslı nefis, helalinden haramından gıda yersin,
ama yemek zevki bir çiğnemde bitmiştir. Sonra karnın ağrıyınca atmaya
kalkarsın.
Hakikât ehl-i dünya geldi, fakat eğlenmediler. Derdin içinde dermanı
gördüler. En büyük tuzak kurucu Allah Teâlâ dır. Kulundan hiçbir zaman
vazgeçmez, gönüllerinde tuzak kurar. Hakikât ehl-ide adamları olunca, kullarına
yardımda bilerekten bilmeyerekten bu tuzaklarda yem olurlar. Kimine yoldan,
kimini karşıdan. Eğer biri onlara bulaşırsa, kokucu dükkanına giren adam
gibi olur. İllaki kalplerine bir sevda düşer.
Sâdi Şirâzî Gülistanda der ki,
Bir gün hamamda sevgili dost,
Bana bir parça güzel kokulu kil verdi.
O kile “Misk misin yoksa anber mi?
Kokunla kendimden geçtim” dedim.
Kil bana şöyle cevap verdi:
“Ben adi bir kil idim. Bir zaman gülle haldaş oldum.
Güzel kokusu bana sindi.
Yoksa bildiğin basit bir toprak parçasıyım.”
Allah Teâlâ günlerce kulunu ezanla çağırır gelsin diye. Gelmeyeni Allah
Teâlâ bile zorla getirmez. Ancak bu kullarıyla tuzağa düşürür. Onlarda ayağıyla
gelene de neden yok desin ki. Gelsin ona da bulaşsın bu gül kokusu derler.
Hırsız eve girdimi, mahremi gördü mü gerdeğe girmek isteyen damat gibi aklı
başından gider. Düşünmediğini düşündüren o güzel kokuya kendi de kaptırır
gider. Neden girdim ki, evin içinde dünya malı eden bir şey yok, makam yok,
bomboş, birde üstüme bu koku sindi der, durur.
Bu dünya üzerinde çeşitli müşküllerin görülmesi, perde arkasından hakikâtin
suretlerinin gidip gelmesi hadisesidir. Dışarıdan bakanlar, suretin hareketine
irade isnat ederler. Ama duruma vâkıf olanlar, hemen her meseleyi ilâhî iradeye
havale eder, tedbir alma sıkıntısından halâs olmuşlardır. Vakti gelince zarurî
olarak sıkıntılar gelir gider, engel olmak mümkün değildir.
Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.
Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır
Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Şeyh Galib kuddise sırruhu’l-azîz
Evliya derecesini bulmuş bir zat varmış. Kürsüye çıkıp vaaz ederken daima:
“Yâ Rabbî, hırsızlara haramilere rahmet kıl!” Diye dua edermiş. Sebebini
sormuşlar. Cevaben:
“Ben Bağdatlı bir tüccardım, çok zengindim ve iyiden iyiye dünyaya
dalmıştım. Bir gün sahradan geçerken, kervanımın birini haramiler soydu. Bu
vak’adan biraz aklım başıma gelir gibi oldu. Bir başka geçişte, malımın bir
kısmını daha gasbettiler. Üçüncüde ise, tîg u teber şâh-ı levend on parasız
kaldım. Bu suretle aç ve bî-ilâç kalınca bir tekkeye iltica ettim.
İşte orada Allah’ım bana bir kâmil mürşit ihsan etti ve bu devlete nail
oldum. Bu nimete o haramîler yüzünden eriştiğim için onlara hayır duâ
ediyorum,” demiş.]
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl: Sâmiha Ayverdi, İst, 2000, s.86)
Hakikat ehli hırsıza neden dua etmesin. Hırsızlar yapılması zor işi
yaparlar. Allah Teâlâ ellerini kesin dediği, maddî heveslerini kesin
demektir. Bu hırsızlıkla manevî tarafları kalmıştır. Allah Teâlâ’nın kaderini
kimse değiştirmez. Ancak onların himmeti Hazreti Pirimin Mesnevi´de buyurduğu
gibi;
“Allah Teâlâ canibinden evliyanın öyle bir kudreti vardır ki atılmış oku
yolundan çevirirler.”
(Mesnevî-i Şerif, c. I, b. 1669)
Hırsızıda mürid ederler. Hangi eğri adam doğrunun kapısına varmak ister ki,
hiç sarhoş gördün mü mollayla arkadaşlık edebilsin.
Ey zahid meyhanenin yolunda durmazsan kaç tane sarhoş arkadaşın olur ki.
Bir kişiyi kurtarmak bütün dünya insanına hayat vermek değil mi? Zahitlerle
arkadaşlık kolaydır, itibarı vardır. Nefsin dahi hoşuna gider. Ancak
düşmüşlerin derdini kim dinleyecek ki?
Hâfız, meyhanede Pîr-i Mugân'a boşuna hizmet etmedi. Günahkârla beraber
günaha batsa da de o geldiği yolu bilirdi. Sarhoş arkadaşını kendine sevgili
yaptı peşinden de çıkarıverdi. O da onunla daha önceden bilmediğini öğrendi/
başkalarına öğretti. O beyazı siyahı da iyi bilirdi.
Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.
Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer, yer kararır, kızarır.
Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlamaya
başlar ve “ Aman Yarabbi” demeye koyulur.
Fakat bir adam, günahta ısrar eder, kötülüğü kendine sanat edinir, düşünce
gözüne toprak saçarsa, artık tövbe etmeyi bile aklına getirmez; o suç gönlüne
tatlı gelir; böyle böyle nihayet dinsiz olur gider.
O pişman oluş, o “Yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü
beş kat pas örter.
Paslar, demirini yemeye gevherini yok etmeye başlar.
Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur.
Yazılı kâğıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan
yanılabilir.
Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı her iki yazı da
körleşir, hiçbir mânası kalmaz.
(Mesnevî-i Şerif, c.II ,3375-3389)
Ey şeyh, hased edeninde çıkar, seveninde. Davud'un adı peygamberlikte
yazıldığında demirciydi. Sanatı ona yazılmış bir kaderdi. İnsanlar o haliyle de
onu sevmişlerdi. Peygamber olunca da.
Demirci, demir döverken yırtık pırtık bir elbiseye bürünse halk yanında
itibarı eksilmez ki.
Şu halde kibir elbisesini bedeninden çıkar.
Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.
Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir.
Sanat bellemenin yolu işle.
Yokluk istiyorsan o, konuşup görüşmeyle kaimdir.
Bu hususta ne dilin işe yarar ne elin.
Can yokluk bilgisini bir candan beller.
Bu bilgi ne defterden bellenir, ne dilden!
(Mesnevî-i Şerif, c.V, b.1060-1064)
İhramcızâde İsmail Hakkı
Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân, filân ibn-i filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.
İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Kubâb-ı Hakk-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
Anın için der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâ’il,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe boyanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Kimi şâdân, kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd, kimi nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
ARAMIZDAKİ SÖZLÜK
Bir kardeşimi çok sevmiştim. İçimin bir nedeni onu bırakamazdım. Gerçi o,
arada bir üzüldüğüm, nazlı olmasa da titiz ve kuralları olan biriydi. Buna
rağmen vazgeçemediğim bir sevgiyle onu severdim. Mutlu olmasından çok hoşlanır,
sebebini bilmeden onunla ilgilenmek, çaresiz kalmış bir şekilde dimağdan kalbe
kadar, sırlı ve kafesler içinde saklamaya çalışırdım. Unutamazdım. Yine de
cevapsız sorularım olur, canıma sorar dururdum. O ketum varlığı hiç
sızdırmazdı. O dostum benim çırpınmalarıma pek değer vermez gibi görünse de,
yine sebeplere döner, yıllanmış koca çınarın haliyle kuşlukta güneşinin insanı
sevişi gibi, bana nimi mahmur bir nazarı vardı.
Nedeni ve karşılığı olmadığı halde ona ilgi duyuşuma, gereksiz bir şekilde
içimden iltifat etmesini ısrarla beklerdim. Dediğim gibi bu halimi hala anlamış
değilim.
Dün içime bir haber geldi.
-"Sen, Şeyh Şerafeddin Bingöl hazretlerini çok seversin. O,
Dağıstan'ın kartalıdır. O da seni çok sever. Birde hazreti şeyhin sevdikleri
vardır. O sevdiğin kardeşinin atalarını çok severdi. Onun için sende ona alaka
duyuyorsun," dediler
Benim uzaktan ve görmeden, etkileyen bu sevgi kudretinin yıkılmayış nedeni
bu muydu? Meğer dimağıma kadar dolmuş bu muhabbetin temelinde büyüklerin bir
sevgisi vardı.
Büyükler sevdiler mi, tam severler. İnsanın geçmişinden geleceğine
hükmederler. Kaçmak yok, göçmek yok. Onlar her an vardırlar. Bugün de
sevdiklerimize olan muhabbetimiz de sadece bizim duruşumuzla ilgili değildir.
Öyleyse, zincirlerin kopmasına imkân vermeyen bu iletişim bağları kendince
sürekli devam edecek görünüyor.
Ey Şeyhim!
Bu bağlarımızı sen bağladın ve bu sevgiyi de verdinse, bizim bu konuda
varlığımızın da bir değeri yoksa, bunun sırrı nedir?
-Bunun hakikati Allah Teâlâ'nın kullarına rahman sıfatıyla olan
tecellisidir. Ayrıca Allah Teâlâ bazı kullarını da diğerlerinden çok sever.
Onlara yardımlar/yardımcılar hazırlar. Bu yardım insanlara son demin çığlığına
kadar sürer gider.
Ey benim tarif edemediğim sevgi yumağım, seni benden daha çok seven
birileri var, desem, bana ne derdin, diye düşünür, dururum. Sen yine bir şey
demeyeceksin. Yine elimde olmayan ve beni yönlendiren güçle, karşılığını
bulmamak şartıyla, ağlayarak, hüzünlenerek sana yardım etmek için çırpınacağım.
Ancak bir sorunum var, benim de tükendiğim anlarımı, büyükler bildikleri halde,
başka başka bir yarenler karşıma çıkarıp, kendi derdimi unutturmaları,
bir türlü çözemediğim esrarımdır. O zaman benim derdim, sana olan düşkünlüğüm
bir kenarda kalmış, ayrı kalacağım diye çok korkarım.
Büyüklerim, siyahlar giymiş bana, karanlıklar üşüşmüş dostuma, ışıklarını
saçacak bir sevinç bağışlayamazlar mıydı?
Bence bu, kendisiyle mutlu olamayan, son kalan eczasını
tüketmiş, ışığının kalmadığı bilinen, terk edilmişlerin haliydi.
Dostumun acı tebessümleri beni yıksa da azıcık bir sevinç için, onu mutlu
etmeye çalışıyorum.
Ey benim Dağıstanlı dostum, seni benden çok seven bir Allah Dostun var.
Onlarca sevildiğini bilmeni isterim. İyilerin kalbinde ruhunda yer buluşunun
nedenini tam olarak bilmesemde. Ama benim bildiğim şey onların sana
yönlendirmeleri ve benim için bir nefes oluşundur. Bunu paha biçilmez mücevher
gibi taşıyacak ve kölen gibi sana hizmet edeceğim.
Kaybolmayan geçmişin sevgisi ile yıllar sonra olsa da, bu kulunun bir dileği
vardır. O da senin mutlu olmandır. Farklı insan olduğunu kabul edebilirsin.
Ancak asalet ve fıtratın değişmesi mümkün değildir. Aramızda silinmeyen
harflerden oluşan bu sözlüğümü, ben ezelden vermişim. Harfleri silinmeden
tekrar güzel kelimeler yazacağım.
İstesen de istemesen de ezeli ve ebedi olarak aramızdaki sözlük bakidir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
PEYGAMBER RUHLU OLMAK
İnsanlar vardır. Bir de gerçekten insan olanlar vardır. Bende bu zamanda
bir peygamber ruhlu bir insan tanıdım. Gerçekten sevilmeye, övmeye layıktı. Ne
güzeldi. Hayran olunası. O güzeller güzeli, Mısrî Niyazi Efendimin buyurduğu
üzereydi. Efendim derdi ki;
"İnsanlar birbirleriyle muamelelerinde dört hal
üzeredirler:
Bir kısmı iyilik edene iyilik eder. Bu, eşek huyludur.
Bir kısmı kötülük edene kötülük eder. Bu da köpeklerin
ve yırtıcı hayvanların huyundandır.
Bir kısmı iyilik edene kötülük eder. Bu da yılan
huyludur.
Bir kısmı da kötülük edene iyilik eder. Bu da
Peygamberlerin, velilerin ve salihlerin ahlakındandır. Şimdi bu söylenenleri
duydunsa artık kendine hangisini uygun görürsen onu seç.
Kötülük, insan sınıfında olanın yapamadığı/yapamayacağı, zihin ve gönül
haritasında adının dahi anılmadığı, eylemlerinde ise iyilikten başka şey
sızmayan, o güzellik insanını, bulmak ve tanımak benim en büyük şansımdı. O
fikirlerin inceldiği noktalarını bildiği gibi, hareketlerinde, kötülüğe ve
eziyete karşı, kendine zarar verecek kıvama gelsede hep iyilik yapardı.
Onun için olacak tek vasfı var. Saf ve aşkın iyilik.
Zor olanı başaran bu güzel insan yoksa zamanın peygamberi midir? Aslında
Peygamberlik Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem ile bitse de nübüvvet nuru
ve ışığı bu insanla/insanlarla içten içe devam ediyor.
Taif dönüşü bir ağacın gölgesine oturan Allah Rasûlü’nün
ayakkabıları kanla dolmuştu. Sığındığı bağda biraz dinlendikten sonra kalktı,
iki rekât namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırarak Rabbine yalvarmaya, dua
etmeye başladı:
“Ya Rabbi!
Kuvvet ve kudretimin en zayıf hâliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en
basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim değersizliğimle Sana yalvarıyor,
Sana sığınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen benim de Rabbimsin.
Beni kimlerin eline bırakıyorsun?
Bana kaba ve sert davranan bir yabancıya mı, yoksa bana üstün kılacağın bir
düşmana mı?
Eğer Sen bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve
işkencelere aldırmam. Ancak Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha
hoştur. Öfke ve gazabına uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret
işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Sadece Sana sığınır ve Senin
rızanı dilerim. Senden başka kuvvet ve kudret yoktur!”
Bu sözler Allah’ın salih ve sevgili kulunun samimiyet ve duygu yüklü
sözleriydi. Bu dua hiç bir dünyevi menfaat gözetmeksizin, gece gündüz insanları
Allah’a çağıran, fakat horlanan, üzerine taşlar yağdırılan mazlum bir
davetçinin duasıydı. Allah celle, sevgili kulunun duasına icabet etmez miydi!
O gün Nebi aleyhisselâm’ın yaşadığı en acı gündü. Yıllar sonra hanımı Hz.
Âişe; Uhud’dan daha şiddetli bir zorluk yaşayıp yaşamadığını sorduğunda,
Rasûl-i Ekrem Tâif’te başına gelenleri hatırlamış ve en büyük sıkıntıyı o gün
çektiğini söylemişti.
Yaşadığı bütün sıkıntılara, çektiği acılara rağmen Allah Rasûlü’nün yüreği
hala sevgi ve merhamet doluydu. Rabbine durumunu en samimi şekilde arz ettikten
sonra Mekke’ye doğru yola çıktı. Karnu’s-Seâlib mevkiine geldiğinde gökyüzüne
baktı. Bir bulutun içinde Cebrail’i gördü. Cebrail, Efendimize bir
başka meleği, Dağlar Meleği’ni gösteriyordu. Dağlar Meleği, Efendimizin mübarek
dilinden çıkacak bir söze bakıyordu. Eğer isterse Ebû Kubeys ve
Kuaykıan Dağları’nı harekete geçirir ve zalimleri yok ederdi. Ama âlemlere rahmet
olarak gönderilen Sevgili Nebi, bunu istemedi ve şöyle buyurdu:
“Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet eden ve
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir neslin yetişeceğini ümit ediyorum.”
On yıl boyunca kavminden eza ve cefa gören davetçi, üzerine yağan
taşlardan, vücudundan akan kanlardan sonra hâlâ kavminin hidayetini istiyor;
onların helâkine, azaba uğramalarına gönlü razı olmuyordu.
Benim tanıdığım peygamber ruhlu insan da Efendimiz gibi eziyet edene karşı
merhamet etmenin gereğini bizlere içinden gele gele dilemiştir. Ancak
anlamadığım bir nokta olmuştu. Kulun sahibi Rahman bu kötülüklere razı oluyor
muydu?
Bu düşünceler ile bir hikmet bana kendini açığa vurdu.
"Küfre sapanlar, onlara süre tanımamızın
kendileri için hayırlı olduğunu asla düşünmesinler. Onlara, biraz daha günah
işlesinler diye süre veriyoruz. Yere geçirecek bir azap var onlar için." Âl-i İmran, 178
Eziyet gören peygamber ruhlu o güzel insan, derdine dert katana karşı
sabrını bazen yitirse de yaratılışının güzelliği ile hep iyi olmayı kendine
vazgeçilmez bilirdi. Son çaresi kalmadığında, bir hikmeti hep kendine yakın
ders tutmuştu. Çünkü O hep yüksek aliyyünun bilgisine sahipti. O
kötüyü/kötülüğü benliğine kendisinin yaklaştırdığını ve yolverdiğini kabul
etti. O affedecekti. Derdi ki "kendimi affetmem gerekiyor" "ben
kendimi affedersem, o kötüyü de unutmuş olabilirim"
"Unutmak" açık kapıları kapatmak değil mi?
Peygamber ruhlu insan unuttuğu zaman bir şey yapmıştı. O kötüyü varlıktan
silmişti.
Peygamber birini unutsa?
Unutulmak, yok gibi görmek kötüye karşı verilmiş en büyük cezadır. Değerli
bir şeyi kim terk eder ve unutur ki?
İyi bir insanın kalp dünyasında unutulan tek bir husus olabilir. O da
kötü/kötülerden olmaktır.
Ey Allah Teâlâm, celalinden cemaline sığınırız. Peygamber ruhlu o güzel
insanın/insanların yanında bize de yer vermeni, gönüllerine girmeyi diliyoruz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
KÖLE Mİ OLDUN?
Dün meleğin birini köle etmişler gördüm. Dedim ki;
-Harut ve Marut mu oldun? Ne yaptın ki, seni köle
ettiler? Meleklerden köle olmaz, yoksa sen mi talep ettin?
- Ben talep ettim diyemem, fakat kırık gönlüm bende
olduktan sonra, kölelik yazgısı çok mu önemli? Köle olmuş bedenler ile ruhların
köleliği eş değildir. Bedenim hürriyeti duyduğum iştahayla, ruhumu ne
zaman yüceltti? Her gün bir karanlığa iteleyip dururken, gökyüzünde seyran eden
kanatlarımın çırpınışı ve süzülüşünden çıkan incelmiş notaya gelmeyen sesler,
beni benden daha çok uzaklaştırdı. Sinemin zevksizliği beni yordamsız bıraktı.
Kanatlarım büzülse de beni yerlere düşürse, gamsızım artık. Bir zamanlar yârin
sarayını tavaf ederken, sevgilim çağırır mı diye beklediğim niyetlerden umudum
kalmadı. Şimdi boynum da palanga ayağım pranga artık bana yük değil. Yıllarım
yalnızlıkla geçti. Şimdi demi devrandan da mutlu değilim. Birde dost
meclislerini kaybetmişim.
-Gelenlerin çoktu senin.
-Çok diye gördüğün yaran bedenimin yalnızlığında bir
şeye yaramıştı. Ruhumun yalnızlığına benden ötede ne verdi? Ona ulaşamıyorum?
Anlamadığımı ve nerden nereye gittiğimi bilmeden, muştusuz günlerin acısına
katlanmak zorunda olmaktan usandım.
Gelip gittiğim her yer onsuz, varlığın değersiz demeleri gam değil. Hamal
yükünden şikâyet etse, yükünü indirmezler. Taşı, olmazsa "öl"
diyorlar ?
Dün gece melekleri gördüm, meyhane kapısını çaldılar; Âdem’in balçığını
yoğurdular, o balçıktan şarap kadehi yaptılar.
Ben şu toprak yeryüzünde oturduğum halde gizlilik hareminde, Melekût
âleminin tertemiz sahasında oturanlar, benimle hemdem oldular, sarhoşçasına
şarap içtiler.
Gök bile emanet yükünü çekemedi de bu işi görmek için kura çektiler; bu
divaneye isabet etti!
Yetmiş iki milletin hepsini de mazur gör. Çünkü hakikati görmedikleri için
masal kapısını çaldılar!
Şükrolsun, aramız düzeldi, barıştık. Sofiler, buna şükür olarak raksede ede
şarap içmeye koyuldular.
Şulesine mumun bile güldüğü ateşe ateş demezler. Ateş, pervaneyi yakıp kül
eden ateşe derler.
Sözün saçı, kalemle taranmaya başlandığı gündenberi hiç kimse Hâfız gibi
düşünce yüzünden örtüyü açmadı; hiç bir şair onun gibi şiir söyleyemedi [1]
Ey kapında umutla beklediğim
"Sen, huylarının güzelliği bakımından başka bir âlemdesin, bana vefa
edeceğine dair söz vermiş, ahdetmişsin, onu da unutmazsın, değil mi?"[1]
İhramcızâde İsmail Hakkı
--
1-Düş didem ki melâik der-i meyhane zedend
Gil-i adem bisiriştend-u be peymâne zedend
127. Kaynak: HÂFIZ DİVÂNI ŞİRÂZÎ Çeviren:
ABDÜLBÂKIY GÖLPINARLI, MEB, 1992, İstanbul
2-163.Gazel
KELİMELERİN PEŞİNDE
…..
Çocukluğumda bulunduğumuz bölgede vefat eden kişi için "
saklandı" veya " geçindi" derlerdi.
Çocukken bunların manalarını anlayamazdım. "Saklambaç oyunu" aklıma
gelirdi ve ölümü bir oyun zannedip " peki ebe kim ? " diye
sorardım. Rahmetli babannem de "o öte dünyaya saklandı , biz de
ayni yere saklanacağız o zaman onu buluruz inşallah " derdi.
" geçindi " tabirini sonraları kendim düşünmüştüm. Bu dünyada geçinmek ya beraber
yaşadığın kişilerle anlaşmak uyuşmak ya da parasal olarak yeterli bir gelire
sahip olmak manasında kullanılır. Öldüğümüzde dünya ile bir alışveriş kalmıyor
kısacası sosyal geçim ne maişet derdi kalmıyor. Neden kullanılıyordu bu
tarif. bu manalandırma doğru oluyor mu ?
Konu dışı bizim oralarda bir de şöyle bir adlandırma vardı: zihni
melekeleri biraz azalmış yaşlılar için " bunak, bunamış " denmezdi
de " tatlandı " denirdi.
Bunlar arif ve zarif eski insanların kelamlarıdır.
……
"Geçindi" ise 'âşa [#'ayş]
yaşadı, geçindi" 'maişet bulduğu bu hayatta durdu, şimdi diğer âleme geçiş
ediyor'a işaret edilmiştir diyebiliriz.
Bunamış insanlar için "tatlandı" denilmesi
için şunları söylemek mümkündür.
Tatlı Bela : Sevildikleri için
verdikleri sıkıntı ve üzüntü katlanılan (kimse), Tatlı Belâ, evlad
için kullanıldığından bu tür hastaların çilesine katlanılır manasında iyi
düşünceler güdülmüştür.
Önceleri kutsalı çağrıştıran, kudur[mak, kutur-
delirmek < Türkçe=küt rahmet, bereket" kut
Hayâtın ikinci yüzü ölümdür. Eskiler ölümü
uykunun kardeşi olarak kabul etmişlerdi. İslâm’a göre ölüm, bir ot gibi çürüyüp
gitmek, yok olmak, yitmek-bitmek değildir. Ölüm, yeni bir dünyaya doğmaktır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki:
“Her nefis, ölümü tadıcıdır. Sonra da
ancak, Bize Allah’a döndürülürsünüz”
İslâm ulularının eserlerinde, ölüm bir
kadife yumuşaklığıyla anlatılmıştır. Meselâ Hz. Mevlâna’ya göre “ölmek,
şeb’i arus’tur, yâni sevgiliyle buluşmak-kavuşmak gecesidir. Sevgililer
sevgilisi de Allah’tır”.
Hz. Mevlâna’nın sandukası üzerine yazılan
9 beyitlik gazelinde ölüm, tam bir İslâm inancıyla anlatılmıştır. Hz. Mevlâna diyor ki:
“Öldüğüm gün, benim tabutumu omuzlar
üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma!
Bana ağlama!
Yazık yazık, vah vah deme!
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vahm sırası
o zamandır.
Yazık yazık o zaman denir. Cenâzemi
gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme.
Benim buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ, elvedâ deme.
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneş’le Ay’a, batmadan ne zarar gelir ki?
Sana batma görünür ama, o doğmadır.
Mezar hapishane gibi görünür ama, canın
hapisten kurtuluşudur.
Yere hangi tohum ekildi de tekrar bitmedi?
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek
zannına düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu
olarak çıkmadı?”
Mevlevîler, kat’iyyen öldü, vefât etti,
yitti gitti demezler. “Hakk’a yürüdü” derler. Ne güzel, ne sıcak
bir ifâde. “Hakk’a yürüdü”. Dünyada doğumu ve ölümü, aynı zamanda bir Mevlevi
şeyhi olan şâir Arif Nihat Asya kadar, acaba kim yumuşak ve güzel
anlatabilmiştir. Arif Nihat Asya bir mensur şiirinde diyor ki:
“Bir yanağından öptüm söyle ey Dünya, öbür
yanağından da öpmek için, kaç günlük yol yürümeliyim?”
Mevlevî Arif Nihat Asya doğumu, dünyanın
bir yanağından Öpmek olarak kabul ediyor. Ona göre ölüm, Dünyanın öbür yanağını
öpmektir. Ne güzel, ne rahat, ne yumuşak bir söyleyiş.
Şimdi, zaman zaman alkışlarla kaldırılan
cenazelerimiz için radyolarımız, televizyonlarımız, gazetelerimiz “yaşamını
yitirdi” ifâdesini kullanıyorlar.“Yaşamını yitirdi” ne
kadar çirkin, ne kadar zavallı, ne kadar cin çarpmış bir sarsak cümle.
Dünkü zengin Türkçemizde, ölüm gerçeğini
anlatan yüzden fazla ifâde vardı. İşte onlardan bazıları. Bir kimse dünyasını
değiştirince ondan sadece “öldü” veya “yaşamını yitirdi” diye bahsedilmiyordu.
Şu güzel, şu zarif şu ince, şu pırıl pırıl kelimeler, deyimler kullanılıyordu.
Meselâ şöyle deniliyordu:
Can kuşunu uçurdu, Cennete kavuştu,
Cennetlik oldu, Canını kurban etti, Dünyasını değiştirdi, Dâr-ı bekaya irtihal
etti, Ecel şerbetini içti, Ebediyete göçtü, Gerçek hayata uyandı, Hak’ka
yürüdü, Hak’ka kavuştu, Kalıbını dinlendirdi, Kulağının dibi sarardı, Kuş gibi
uçtu gitti, Merhum oldu, Mevlâsma kavuştu, O dünyaya gitti, Ömrünü size
bağışladı, Ölüm kapısını dövdü, Ömür defteri kapandı, Rahmet-i Rahman’a
kavuştu, Rahata erdi, Ruhunu teslim etti, Şehit düştü, Sizlere ömür oldu,
Topraktan geldi toprağa gitti, Ukbâya irtihal eyledi, Yatağından kalkamadı,
Yensiz gömlek giyindi, Vefât etti, Azrail sinesine kondu, Bir varmış bir yokmuş
oldu, Gor’a gitti. Ve daha niceleri, ve daha niceleri…
Bir de istenmeyen, sevilmeyen kimselerin
ölümlerini anlatan deyimler, kelimeler var ki onları burada saymak istemiyorum.
Geberdi, Zıbardı,
Nalları dikti, Gorbegor oldu, Tahtalı köye
gitti… gibi ifâdeler. Şu dünkü Türkçe’mizin zenginliğine, dünkü insanımızın
inceliğine dikkat buyurun. Bir de bugünkü basitliği, çirkinliği, kuruluğu,
yavanlığı düşünün.
Ne olmuş ne olmuş?
-Yaşamını yitirmiş!
-Haydi oradan zavallı adaml Yiten-biten bir
şey yok yitirilmek bitirilmek istenen Türkçemizin zenginliği ve güzelliğidir.
“Yaşamını yitirmiş”miş! Yitirilen,
kaybedeline bir şeyi bulmak ihtimali varolduğuna göre, ‘‘yaşamını yitirenlerin”
yakınları, yitirdikleri yaşamları arasınlar biraz. Şurada-burada bulabilirler
(!) belki.
(sh:51-53)
Kaynak:
Yavuz Bülent BÂKİLER, Sözün Doğrusu,
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17.Baskı,
2011, İstanbul
KADER DEĞİŞMESEDE
"Onlar dedi de mi oldu, olacağı için mi söylediler."
Sevenler vardır. Sevilenlerde. Acılarda sevinçlerle. Hepsi kaderin
pençesindedir, elimizden bir şey gelmez. Hayatımız kaderin dediği gibi
olmaktır. Kabul etsekte etmesekte. Bu kabulculüğün ortamında, incinen/inciten
hayatlar bulununca bizim söylemek istediğimiz, bildiklerinde ısrar edenler ile
duymamakta kararlı olanlar hakkındadır.
Allah'ın bir garip kulu, çıkılmasına imkân olmayan bir dalışla, kaderin
çarklarına elini sokar, aldırış etmeden, kınanmadan korkmadan "Düzeltmek
sana mı kaldı", "bir göreceğine bin görsün", sözlerine
aldırmadan..
Kader gelecektir, onu Allah Teâlâ bilir. Ancak bazı kullar vardır,
dedikleri çıksın diye, hayatı etkileyen, dinlemeyen, dinletemeyen, kader kendi
çarhın başına almıştır.
Burada dinlemeyene cahil, dinletemeyene aciz diyebilir miyiz?
İtham olunmayan kader, olması gerekene doğru akarken, nerede insanoğlu
kazasını yapar ki? Belki de olmuş olması yazgısı mıdır?
Söz Hakkındır, doğruluğunu gösterir. Kader rüzgârı, varlık kapılarını
ardına kadar açmadan önce kelâm vardı. Açılmış olanları da karanlıklara katmak
kadere mi bağlandı?. Her şekilde hayata varlık ve yokluk ile girer yüzünü
gösteren ışık kayboldu. Hayat, bir film değil ki, tekrar aynı kareyi seyretme
fırsatını bizlere versin. Bir kere oynamak hakkımız olan bir hayatımız var.
-Değişmez mi?
-Kader anın içinde anlar ile değiştirilir, değiştirmek isteyeni varsa.
Ancak ısrarlar vardır haklı ve haksızcasına, birde olsun/olmasın dediğimiz
prensipler.
Kader bilginin/anlayışın doğru ve yanlış ile alakalı bir husus olsa idi,
hep iyilerin kazanması gerekirdi. Kötülerin en çok kazandığı bir dünyada
yaşıyorsak, bu demek ki, kötülük ve iyilik kaderin çok etkilendiği bir şey
değildir.
Burada söylemek istediğimiz kadere bağlı sırlara vakıf olan ajanlardır.
Onlar görüneni başka, geleceği ise başka türlü bilenlerdir. Onların Allah Teâlâ
ile bir alışverişleri, yakınlıkları vardır ki melekler dahi buna hayret
ederler. Onlar tanrı değil, ortak değil, hiçbir şey değil gibi dünyada
yaşarlar. Seçildiklerini bilinmemecesine, seçilmişlerdir.
İşte Allah Teâlâ'nın bu kulları kaderi etkilerler. Bunlar kalbur
gönülleriyle, iyide kötüde tecelliye mazhar olmuşlardır. Bunun en garip örneği
de şeytanın varlığıdır ki, Rabbini en iyi bilen ve isyanına binlerce dayanak
bulandır. Bilir ve sürekli isyan eder. Bu onun kader etkisinde
bulunuşunun işaretidir. Onun durumu yani kötülüğe teşvik edişi bilindiği halde
Allah Teâlâ izin vermiş, o da isyanıyla sebatından vazgeçmemiş, kaderin topunu
meydanda çeviri durmaktadır. Onun tersi Hızır ve ekipleri sınıfında gibi iyi
kullar vardır. Onlarda kötülüğün bertarafı için çalışırlar.
Hayat kötülüğün ve iyiliğin bir savaşı mıdır?
İyiler neden kabul edilmekte son sıralarda kalır, kötüler doğruları
geçmektedirler?
Yaratılmışların hayat refleksleri, olağan şeylerin vasıflarındaki ince
çizgilerin üzerindeki hareketi ve imkan ve imkansızlığı bir karışıklık
sebebi midir?
Bu dünya cümbüşünde kader, orta oyunu içinde tuluat eden pişekarın
haline benzer. Seyirciye gözünün takılıp irticalen söylemek istediğinin gayrısı
bir sözü söylemesi gibidir. Oyun oynanır, sonuç değişmez. Fakat kelimeler
cümleler yerlerinden çıkmış, alakasız bir şekilde söylenmiş gitmiştir.
Sorulduğunda "o sözleri neden söyledin" dediğimizde cevap, "sevgilim
gelmişti, bana bir nazar attı, bende ona bir nükte ile cevap göndereyim dedim,
replikler karıştı, toparlanmam biraz değişik şekilde oldu. Yoksa o zamana kadar
ne onu düşündüm, nede hazırlık yapmıştım. Olsun, sonuçta yine hikâye önceden
bildiğimiz ve kurguladığımız gibi bitti." İçerik değişir gibi olsa da
sonuçta hedeflenenle aynıydı."
-O karışıklık istenilen bir şey miydi?
Sevdiğimiz emek verdiğimiz birini düşünelim. Ne yaparsak yapalım, kaderini
değiştirmek mümkün olmuyor/olmayacaktır. O olacağına doğru giderken kalitesiz
yakıt almış arabaya iyi yakıt ilave etmeye benzer. O iyi yakıttan araba
etkilenmez. Araba, tekleye tekleye gitse de yolundan çıkmayacak ve mecburen
gidilmesi gereken yere gidecektir.
Yıllar geçip, geriye döndüğümüzde "neden o sözü tutmadım" diyecek
çok insan tanırsınız. Onlar bunu söylerken pişmanlıklarını değil kendilerinin
anlayışsızlarına bağlarlar.
-Pişman olacak kimseler kimlerdir?
-Hiçbir menfaati olmadan hayatınıza girmiş, zamanını harcamış, vaktini size
hibe etmiş insanları incitenlerdir. Eğer böyle birisi ile karşılaştıysanız
korkun. Onun bütün söyledikleri çıkacaktır. Çünkü o insanın harcadığı zaman,
aslında Hakk'ın harcandığı ve feda edildiği mevhibelerdir. O harcanan o kişi
değil, Hakk'ın bizzat kendisidir.
Hakk, gelecekte kulunun mazeretine açık kapı bırakmaz/bırakmak istemez.
Derki, "ben uyarıcılar gönderdiğimde, dinlemediğin o sözler sana
karşılıksız söylendiğini mi zannediyordun. Onların bugün karşılığı alınacaktır.
On yıllar geçse de hiçbir menfaati olmadan sana yönelen o iyi kalbin bedeli
senden alınmayacak mı? Olacak bütün şeyler olacaktı. Fakat bir şans tanındıysa,
bunu da anlaman gerekirdi. Sen ise çıktığın ulu dağların tepelerinde, bencil
davranışların nefsinin taşkınlığına sebep olup, seni aşağılara itip
bıraktı."
"İnsanın bir kaderi vardır ve değişkenide yoktur. Mesela ölümlü olmak
onun kaderidir. Ancak kendisiyle devam eden bir silsileyi kırması/kırmaya
çalışması onun zarara bulaşmasına neden olur. Dünyaya gelişine sebep olan
zincirin halkası sayemizde kırıldıysa, yüzyılları taşıyan bir emeğin semeresi
kopmuş demektir. Bir de yalnız kalan halkayı, bağlamak yerine toprağa gömüp
kaybetmeye çalışıyorsan, o daha ayrı bir kötülüktür. Toprak insanın ölümüyle
sevinmiş olsaydı, defnedenleri üzerine bastırmazdı. Hangi defineci gelip sırladığın
o halkayı yerinden çıkaracak ki? Bu olmayacak. Kaç umuduna kavuşmuş defineci
görüldü ki?
Kırılan zincirin, yeni baştan dizilmesi için yaratılış kanunlarını hareket
ettirmek, kaybedilen zamanın hesabını sormak ve ceza vermekle sorunlar
çözülecek, düzen geri gelecek mi?
-Gelmeyecek."
Burada mahcubiyetle karışık infilak eden bir çığlık vardır. " Ben
nerede hata yaptım". "Böyle olsun istemiyordum", der gibi. Ancak
günümüz insanı geçmişinden kopuk yaşıyor. Doğruları bulmak için geçmişin
tecrübe edilmiş bağlarına artık itibar etmiyor. Bulundukları konumlarında
doğruluk ve eğrilikle değil, hakkın sırlarına kavuştuğu kadarıyla isim bulan
varlıklar, kaderin ölüm fermanını imzaladığında, dönüşü olmayan karanlık yurdun
gölgeleri gibi gelip geçiyor.
İyi ve kötünün tercihinde insan kendini nerede görmek isterse istesin,
takım tutar gibi uç noktayı bulanların peşine düşmeyi benliğinde ihtiyaç duyar.
Eksik yönünü tuttuğu ile tamamlar. Her neyi tamamlarsak tamamlayalım, bir şeyin
farkında olmalıyız. O da kaderin muammalı cilvesi ve en büyük şansızlığı,
yardım edici diye bahsettiğimiz insanlarla karşılaşmaktır. Onlar kaderi
bilmeden, doğrusuyla söylemişlerdir. Söyledikleri kaderde olmasa bile, onlar
doğru çıksın diye, Allah Teâlâ eylemleri yaratmış, iyilikleri ve kötülüğü var
etmiştir. Bu karşılıksız yapılan işlerin bir nevi tahsilidir.
Bu kişileri dinlemenin karşılığı, uymak veya uymamak seçeneği ile önünüze
geldiğinde, nefsinize ağır gelen her husus, muhakkak hayra açılan bir kapıdır.
Nefis ise rahat ve gaflet olan herşeye rağbet eder. Bazı şeyler iğne deliği
gibi görünse de deveye geniş gelir, bu nefsin ayaklar altına alınmasıyla elde
edilmiş kabiliyettir.
Neticede Hakk dostlarını bulmak, şerefine ulaşmak iyiliği, teslimiyyet ile
birleşmektir.
Hakk dostunu tanımak istiyor musunuz?
Onların bakışları dünyaya çevrilmediğinden, maddi şeylerle bulamazsınız.
-Peki…
Gelecek, günümüzde bizimledir. Geleceği gelecekte bulmak yerine, bugün bir
atılım yapmalı, ayan olan hakikatin sahibi olmak için, söz dinlemeyi
kabullenmeliyiz. Daha önce dediğimiz gibi dinlesekte yine kaderimiz
değişmeyecektir. Ancak ölümden sonraki hayatta kendimizi savunacak bir
desteğimiz delilimiz olsun. O da "Ya Rabbi bir kul olarak bu kadar
yapabildim" diyebilecek kadar.
Ötelerden haber gelmiyor, diye her şeyi inkâr etmeninde bir gereği yoktur.
Nasıl geldiğimizi bilemeyerek başladığımız bir hayatın, bitişi de nasıldır,
demenin manasız oluşu gibi. Öncesiz ve sonsuzluğun arasında bulduğumuz
karşılıksız fırsatları, hafakanlar ile geçirmemeli, gizemli olmaktan
kaçınmalıyız. Bir gün bu sayfaları dürecek saatin geleceğini bildiğimize
göre, ya varsa denilenlerle, hep bir gün sonrasında, kazancımızın ne olacağını
bilemediğimiz varlığımızı, bugünün literatüründe iyiler diye anılan sınıfta
adımızı andırmaya çalışmalıyız..
Belki "İyilerden" yazarlar diye…
İhramcızâde İsmail Hakkı
NE SÖYLERLER, NE BİR HABER VERİRLER
https://youtu.be/21Cu45CUEDY
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü türlü otlar bitenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum, kimi güzel yiğitler
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Kimisi dördünde, kimi beşinde
Kimisinin tâcı yoktur başında
Kimi altı, kimi yedi yaşında
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Kimisi bezirgân, kimisi hoca
Ecel şerbetini içmek de güç a
Kimi ak sakallı, kimi pir koca
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Yunus der ki gör takdirin işleri
Dökülmüşler kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler, ne bir haber verirler
KARANLIKTAYIM ÇIKIŞIM ÖLÜM OLMASIN?
Derdin başladığı ve bittiği yer, insan.
Nice dertleri vardır, anlatılamaz, yazılamaz.
-Hangi dert?
-Ölümün ikiz kardeşi.
-Ayrılmak/ayrı kalmak.
Bütün bedeni saran, arkadaş olunamayan bir yalnızlık. Dönüşü olmayan yolda,
söylenilmeyecek kadar olan bu derdin, gizemli yalnızlığın birde kötülenmiş
çehresi varsa.
Yalnızlığın ağlayan kalbi, dinmeyen gözyaşları vardır. Kalbin üzerine
böcekler üşüşmüş, dili lal olmuş, içtiği zehrolan yalnızlık. Rahat bulsun diye,
böceklerine zehirler verilse, yine içine mi dökülecek. Kafesini açsa, denilse
böcekleri kaçsa, çirkinleşmiş, kokuşmuş bir karanlık mağaradır, yalnızlık. Işık
tutsalar görünsün her şey diye, olmaz mı utandıran bir aydınlık. Benim diyemeceğin
sahiplenemeyeceğin bir yalnızlık.
_Onlar/düşünceler/duygular orada yok mu?
-Var. Bende olduğu gibi, bir kimsede bunlarda var.
Ben biliyorum. Bir şeyleri saklamadan istiyorum. Onlarsa benim gibi
olmadıkları için utanıyorlar, bu yüzden benide istemiyorlar. Beni yalnızlığına
iten duyguların çilesine katlanmak zor gelmiş olsa da, kalbin titrediği yerde
dostun yardımını beklemek, bir kurtuluş olur mu?
-Olur!
…
Günlerini yorgun geçirmiş kalp sahibi. Yardım ararken açıldığı dostun
deryasında çözümsüz kalmış haliyle, yine aramıştı. Bir çıkış yolu var mı diye?
Dost dinler bulsam/bulunsam diye. Ancak ifadesinin de yetmediği o yerde,
kalan bir yalnızlık vardı.
"Derler.." in bittiği ârın gittiği yer.
Çaresizlik.
Güneşin batışına bakarken, özlemini çektiği hayatı kaybetmiş birisi için
günah kimindir, çıkışı bulamayan dost mudur diye, düşünürsünüz.
Bulduğu olmadı, bulacağı kalmadı ise, beklediği zaman onu boğuyorsa,
"ne yapacağım" diyen kalbe yardım edemediğimiz zamanlar geldiyse, bu
hayatın hangi iyiliğinden bahsedebilir, hangi iyilerdeniz diyebiliriz ki.
Elemiyle çarpılmış, titreyen kalbin, dinmeyen namelerini, harflerle ifade
edemezken, çıkamayacak kadar korkmuş halleri, düzelmeyecek, derdine bir
kafiyeli şiir dahi yazılamayacaktır.
-Ah ile biten, bir kalbin incindiği yerde, tanrı için dualar geri edilmez
mi?
Sevinçlidir diye gördüğümüz, sinesine kan dökülen bitmiş yürek sahibine
"bizde aciz kaldık" demek gerçekte manasız söz değil mi?
Yine sonsuzluğu çağıranın ciğerden sesi gelmişti
-"Karanlıktayım çıkışım ölüm olmasın"
Bu sesin incelmiş bağını hayata bağlamak için, tanrı olmaya gereken var
mıydı?.
Kolaydı….
-"Kabullen ve git" demek
Geç git, demek. çok kolaydı.
Yalnız kaldığı yerde, duymadan, çektiği acıyı tadamadan "geç
git" demek.
"Zamanı sayılardan kurtardım" diyen bir saatçi tanıyorum. Saati
durdurmayı öğrenmişti. Zamanı kırmış sayısız bırakmıştı.
Nasıl denir, yalnızın içinde zaman kaybolsun, diye.
Zaman, ilaç olmuyor. Yoksa dert zamana yapışık olduğu için mi daha içimizi
sarsıyor.
Umudunu yitirmiş, söylediğinde derdini, yıkıma uğramış kaç kalp var?
Biliyormuyuz.
"Tanrım ben neden böyleyim. Suçsuz olduğum yerde suçlanacağım, elimde
olmayan bu halimle yaşamaktan çok yoruldum" Tek bir sözü kalmış için.
Dostunu aramış. Yaşama kuvvetini bulmak umuduyla; o da olmazsa.
Karanlık yalnızlığında yalvarırken "tanrım, beni bende tutanı
alma" "o yok olunca, acım/günahım sevabım olsa"
"bende mutlu değilsem" bu çözüm müdür?
Onlara kötü diyorlar. Onlar ya kötü değillerse.
-Ey Tanrım, "Karanlığımdan çıkışım ölüm olmasın" diyenin
sonlara gelmiş kurgusunda sorumluluğunu alacak birini arıyorum. Sen olur musun?
Çünkü sana hesap soracak kimse olmayacaktır.
«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin yaptıklarını kabul
eder, yalnız onu yarlıgarsan,
aşâğılık kişi, suçlu kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin»
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî)
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar