Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 2

Bunlarada Bakarsınız




AKIL-SAF AKIL- SİYASÎ AKL’IN ELEŞTİRİ ve MUVAZENESİ


Günümüz müslümanı artık, hayatı, toplumu, ekonomiyi, “akıl”ı, “saf aklı” ve “siyasî aklı” vb. eleştir­mekle yükümlüdür... Ancak bu eleştirileri ilmî bir ruhla yap­malıdır. Yoksa Müslümanlar için bir  “Uyanış”, “ilerleme” ve “İslâm Dünyasının Birliği”n­den söz etmek, yalnızca hayal ve kuruntudan ibaret ka­lacaktır diye düşünüyoruz. Bahsettiğimiz mevzu içinde akılların da eleştirisini ve muvâzenesini sağlarsak Allah Teâlâ’nın emri olan ilâ-i kelimetullâh ve neticede İslâm’ın dünya üzerindeki hâkimiyetinin önü açılmış olur. Eleştiri ve muvazene hususu üzerinde çok sözler söylenebilir. Ancak basiret sahibi olmanın gerekliliği ve yanlış alınan kararların nasıl bir zarar verici olduğunu görmek için şu hatırayı tekrarlayalım.
Hz. Osman radiyallâhü anh döneminde ortaya çıkan yeni durum, gö­rev süresinin "insanları usandıracak ölçüde" uzamasıydı.
Yetmiş yaşında bey'at edilen, yaşlı bir adamdı. - Şûra sırasında- onu genç Hz. Ali bin Ebî Talib kerremallâhü vecheye yeğ tutan­lar arasında, yalnızca ömrünün yakında biteceğini bek­ledikleri için yeğlediklerini düşünenler vardı. Ama, durum ta­mamen tersi olup, ömrü uzun oldu. Sorunlar katmer­leşti, anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Bir şekilde  "kabile", "ganimet" ve "akîde" de bunalım için "zorunlu buluş­ma" ortaya çıkmadı.  Bunun yanı sıra anayasa bunalımı da doğdu. Halife, hem yaşı açısından, hem de karar alan ve kötü davranan çevresindeki yakın grup ve çı­kar sahipleri açısından eleştiriliyordu. Durumu düzelt­mek için yapılan nasihatlarda fayda etmiyordu. Çünkü halifenin etrafındaki "baskı grubu" ve "karar vericiler", vaadlerinden ve düzeltme sözlerinden onu nasıl döndüreceklerini çok iyi biliyorlardı. (Emeviler) Öyleyse, halifeyi indirmek isteyenler ve isyancıların önündeki tek seçenek kalmıştı, istifasıydı.
Ama nasıl?
Ondan sonra görevi kim üstlene­cekti?
Sahabenin tereddüdü işte buradan doğdu. So­nunda isyancılar halifeyi kuşatmaya aldılar ve ayrılmasını istediler. Kabul etmeye yanaşmadı: Hangi "kanun"a göre istifası isteniyordu, belli değildi? (Çünkü onu yetkili kılanlar, görevi verirken sadece her şey için biat etmişlerdi.)  Çözüm ancak kan  dökülerek çözülebilen bir anayasa bunalımına dönüşmüştü.

KANUN OLMAYINCA, SÖZ KILICINDIR.

Hz. Osman'dan sonra da müslümanlar yönetimde bu boşluklarla karşılaşmaya devam ettiler. Çünkü iktidar, "zamanın sahibi" nden sonra veliahdlerinden veya başkalarından halef olacak kişiye ancak ölümü durumunda geçiyordu. Tabiî ölüm gecikince, çö­züm zehirleme ya da başka bir yolla hazırlanan ölümle sağlanacaktı.
Hata o zaman nerede idi?
Önceden olduğu gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve hem de Hz. Osman'a bey'at sırasında (sınırsız yetki) tekrarlanmış olan bu yanlış hareket ve anlayış tarzı yani "halife" nin görevlerinin belirlenmeyişi”, “anayasa boşluğu”, "iş" (iktidar, otorite ve hilâfet), bu görevlerin anlam ve içeriğini çeşitli yorumlara açık bırkınca tabii ki sorunların çıkmasımecburî olmuştu. (Hızır kıssasında Allah Teâlâ hataların üçüncüsünde ayrılığı tahakkuk ettirmiştir.)
Haksızlık vardı, ama, kimde?
Bunu belirlemek vicdanlara kalıyordu. Bu minvalden Hz. Osman’a görevini bırakmalarını isteyenlerin halifeliği verirken neyi teslim ettiklerini belirlemediklerinden ondaki itirazın oluşmasına tahammül etmeleri gerekirdi. Ancak bu şekilde olmamıştı. Hz. Osman radiyallâhü anhın anlayışında
"Hz Osman’ın görevi ve yönetme görevlerini “kayıtsızlık gören anlayış” da olunca isyancıların cevabı aynen şöyle oldu:
"Dediler ki: Yemin olsun ki, ya yaparsın, ya azledilirsin, ya da öldürülürsün. Seçimi sen yap.",
Hz. Osman ise;
 "Allah Teâlâ'nın giydirdiği bir gömleği asla çıkarma­yacağım." diyerek, isteklerini yapmayı kabul etmeyip ve iktidarda kalmakta ısrar edince, kendisi kırk gece kuşatma altında kaldı. Sonunda olay, Muhammed bin Ebî Bekir'in önderlik ettiği bir grubun köşkünün duvarlarına tırmanmasıyla bitti. Hz. Osman Kur'an okuduğu Mus­haf elindeyken şehid oldu.”[1]
Bu olayda bahsettiğimiz akıllar ile yetkilerin, her verilen kararda oldu bitti ile kalmadığını, içtimâi ve ferdî sorunlar çıkardığını aşikâr etmiştir. Daha sonraki zamanlarda da Müslümanlar  siyasî sorunları tamamen ortadan kaldırmak için  "genel bir düşünce " olarak  "Kim güçlenirse, ona itaat gerekir" "İlâhî meşruluk" "kaza ve kader" "İlahî irade" "Allah'ın önceki bilgisi" "Allah'ın iradesi ve isteği" gibi tevillerle kaosa dönüşmüş siyaset bilgisi içerisinde içinden çıkılmaz bir hal içine düşmüştü.  Düşüncelerde hep, “Siyasetle ilgili her yazı yanlı bir siyâsi yazıdır.”[2] icabınca tarafgirlik içinde oluşunca zayıflamak ve sıkıntılar çekmekte mukadder olmuştu. Bu nedenle her meselede dinin akıl ile olan arkadaşlığında sorun çözücü olarak; düşünceler ve icraatlardaki, sevapları kabul etmek, hataları eleştirmek, şüphe etmek ve güvenmek üzere kafa yormamız ve objektif olmamız elzemdir.
Zorla da olsa iktidarı ele geçiren kişinin zihniyetini görülüp gereği yapılmazsa iyi ve dürüst olmanın, bu dünya nizamında zararda kalmaya sebep olduğunu görmekteyiz. Allah Teâlâ kulları için merhametli olanı sever. Ancak gelecek vadetmeyen ve sorun çıkaran iyiliklerde ısrarcı olmak özgürlükleri kaybettiriyorsa bir sorun var demektir. (Nerede?) Buna göre bir meselede yüz tane unsur varsa hepsini de ortaya koyup o şekilde hareket etmeliyiz. Mesela Muaviye’nin
“Sopamın yettiği yere kılıcımı koymam. Dilimin yettiği yere sopamı koymam...Bizim iktidarımıza uzanmadıkları sürece insanların konuşmasını engellemem” [3] düşüncesi gibi bir karar karşısında alacağımız tedbirler için daha dikkatli olmamız gerekmektedir. Unutmayalım ki, "Hatanın ancak ikisine izin verilmiş, üçüncüsünde ise kader tahakkuk etmiştir."
"Allah Teâlâ’m her işimizde sana sığındık ve kendimizi sana emanet ediyoruz. Velimiz ve vekilimiz ancak Sen’den başkası değildir."
İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] Bkz: Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl; trc: Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.727
[2] Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.717
[3] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, (I-II), el-Muessesetu'l-Mısrıyyetu'l-Amme li'l- Kitab, Kahire 1963, c. I, s. 9; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, c. II, s. 132;  Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s.592; trc: Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.715

TEFRİKA’DA RAHMET OLURMUŞ


Her zaman birlik olalım, birlikten kuvvet doğar deriz. Tefrika kötüdür, duyunca aman aman deriz. Bir zaman gelir canımız sıkılır “Allah Teâlâ bu Müslümanlara niye yardım etmiyor ?” diye düşünür cevabını bulamayız…
Eğer benim duyduklarımı sizde duysaydınız, şeytanlar doğru konuşmazlar, ama nasıl olurda hakikati ifşa ediyorlar derdiniz.
Biri diğerine dedi ki;
-Yine nerede hata yaptık?
-Evet.
-Müslümanlar birbirine düşsünler dedik.
-Yetmiş iki millete mezhebe böldük.
-Şimdi ise hepsi bir havadalar.
-Hepsini bir yola getirelim diyoruz derken, birini tutarsan, diğerini kaçırıyoruz.
-Bu nasıl iş?
-Biz nerede oyuna geldik?
-Oyun içinde oyun var?
-Ehl-i kitabı yedi düvelde bir kanala sokuyoruz. Müslümanları ise bir havaya sokamadık.
-Bu türlü anlamakta zorlanıyorum.
-Müslümanların tefrikadan bile menfaat bulacaklarını hiç düşünemedim. Bu kadar çekilen emek boşa gitti.
-Ah, bendtlemiş su kokmaz mı?
-Evet, ufak bir kaçağı da olsa küçük dere duran sudan temizdir. Hareket eder.
-Ey Allah’ım ne kadar büyük ve yücesin…
-Fakat Allah Teâlâ “tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
-….
-Biz müslümanları aldatıyoruz diye sevinirken, onları cevval tutmak ve yenilenmelerini sağlamak için Allah Teâlâ bizi kullanmış.
-Meğer biz yıkıyoruz derken Sen yeni binalar yapsınlar diye onları canlandırmışsın.
-Şeytanlar aldatma uzmanıdır. Kendi yaptığı işle bile aldatılması, Allah Teâlâ’nın Müslümanları tutmasından başka ne olabilir ki ?
-Offffffff
-Aldatanlar, unutmayın ne yaparsanız yapın Müslümanlar için çalışıyorsunuz. Onlar, mazlum olsalar da, müzdaripte olsalar, günaha da batsalar her gün yeniden doğuyorlar.
-Allah Teâlâ’nın “Hak geldi batıl yok olmaya mahkûmdur” “Salih kullarıma kimse dokunamaz” buyurmasını 15 asır sonra ancak anlayabilmiş olduk.
-……
-Her zaman müslümanlar kârlı mı olacaklar?
-Görülen vaziyet açıkça bunu gösteriyor.
-Evet, Duble oyunlar kursakta, hainlerimizi içlerine salsakta, onlar yine kazanacaklar.
-Evet, Müslümanlar her zaman galip gelecektir.
İhramcızâde İsmail Hakkı


DİN(İ)DÂRLARIN ELİNDE YORULAN ve İHTİYARLAYAN DİN


Her insanın düşüncesinde temel ilke rahat ve müreffeh bir hayat yaşamaktır. Allah Teâlâ bunu kullarından daha iyi bildiği için dini yaptırımları en basit temeller üzerine inşa etmiştir. Ancak insan bencillikle basit ve kolay olan dinini, nefsinin uydurduğu kanunlarla içinden çıkılmaz zincirlerle sarmalamıştır.
O zaman ne oldu?
Menfaat ve zarar kapsamında insan hayatı öyle girift hale gelmiştir ki, gün be gün hayalsiz yeni sorunlar çıkmıştır. Her çıkan sorun karşısında çözüm üretmeye çalışan insanoğlu, çözdüm dediği şeyler içinde bir daha boğulmuştur.
İslam yaşanılması en kolay bir dindir.
Mükellefiyeti  çok azdır.
Haramları sınırlıdır.
Zamanla İslâm, bağnazlık içinde korkuluğa dönmüş Yahudilik, ruhbanlık içinde eritilmiş Hristiyanlık ile sanki bünyesinde zayıflıklar barındıran bir dinmiş gibi bu eski dinlerden “kapışma” “edinme” “aşağılık komplesksi” nevrozuna düşüp “yorulmuş”tur. Bir nevi aktarımlara eski deyimle israiliyyatla iyilik namına harman edilmiştir.  Bu harman ile bir takım kimseler aynîyle temiz ve berrak din ırmağına kanalizasyon artığını bağlayıp bulandırmışlardır. Bu işte başarılı olanlar içerisinde takva ehli bile bulundu. Onlarda dine daha sıkı sarılayım diyerek alet olmuştur. 
İşte “Genç olan din” birdenbire ihtiyarlama vaktine erişmiş gibi sancılanmış kendini tedavi etmek isteyenlerin elinde bulmuştur.
Hastane iyi ve güzeldi. Fakat doktorları ne kadar mahirdi onu bilmek bugüne kadar mümkün olamadı. Çünkü tedaviyi uygulamaya çalışan doktorlar o kadar şey denediler ki, kim doğru, kim eğridir diye kendileri dahi söylemeye çekinir oldular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin zamanında “genç olan İslâm” şimdilerde ihtiyar aşılması zor bir dağ gibi en üst tepesi bulutlar içinde kaldı.
Sonuçta çözüm arayanlar ve bulanlar eski ümmetler gibi yetmiş üç fırkaya ayrıldılar.  Cemaatler şeklinde örgütleştiler. Her cemaat kendisindeki olan ile övünmeye başladı.  Bu övünüş o kadar ileri gitti ki, din gitti yerine cemaat, hizip, tevil vb. geldi.
Niyet halisti.  Fakat din(i)dâr elinde din fitnelendi, yoruldu ve ihtiyarladı.
İNSANLARI TAŞIYACAK DİN, İNSANLAR TARAFINDAN TAŞINMAYA BAŞLAYINCA BÜTÜN NOKSANLIKLAR HUZURSUZLUKLAR PEŞİNDEN GELDİ.
İşte Çözüm “Genç İslâm Dinin Esasları”

İMAM-I ŞAFİYE VE AHMED B. HANBEL radiyallâhü anhümaya GÖRE
“İslâm’ın temeli üç hadis üzerine kurulmuştur.
Birincisi, “Ameller niyetlere göredir.”
İkincisi, “Helal ve haram bellidir.”
Üçüncüsü ise “Dine dinden ve sünnetten olmayan bir şeyi katmak merduttur, reddolunmuştur” hadisleridir.
İmam-ı Şafii bu hadisin fıkıhtan yetmiş ayrı bâba girdiğini ifade eder. “Dinden olmayan bir şeyi dine katan reddolunur” hadisi ahiret işini, “Ameller niyetlere göredir” hadisi de dünya işlerini tanzim etmiştir.

EBU DAVUD Radiyallâhü anhe GÖRE;
“Müsned’e baktım ve dört bin hadisten meydana geldiğini gördüm. Sonra dört bin hadisin dört hadis etrafında döndüğünü gördüm. Bu hadisler de
Ameller niyetlere göredir.
“Helal bellidir, haram bellidir.”
“Allah güzeldir, güzeli sever.”
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi İslam’ının güzelliğindendir” hadisleridir.

Bu hadislere bazı ilim adamları
Kendin için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen kâmil mü’min sayılmaz” hadisini de eklemişlerdir.
Ayrıca bazı hadisçiler “Din nasihattir.”
“Dünyaya zahid ol ki, Allah seni sevsin; insanların elindekine zahid ol ki, insanlar seni sevsin.”
“Ne zarar vermek var, ne de zarar görmek vardır” hadislerini de bu hadislere ilave edilmiştir. 
Sonsöz olarak “Ebrârarların iyilikleri mukarrebler yanında günah yerindedir” hikmetini tekrar okumuş olduk.
İhramcızâde İsmail Hakkı

MÜSLÜMANLARIN ÜZERİNDEKİ RAHMANÎ GÖRÜNEN KOMPLOLAR

De ki: «Eğer (yeryüzün) de (insanlar gibi) sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz ancak onlara gökden melek bir rasül gönderirdik».
(İsra, 95)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı yapılan mücadele kapsamında başarısız kalanlar kaleyi içten fethetmenin yolunu yine İslâmî referansları kullanarak öyle bir sinsî mücadeleye girdiler ki, saf, temiz ve iyi niyetli Müslümanları, kendi elleriyle kendini kesenlere çevirdiler. Hedef konuları seçen hain niyetli ve Müslüman kimlikli kimseler İslâm’ı dumura uğratmak için genel çerçevede müteşâbih konuları seçip harakete geçtiler. Hz. Osman radiyallâhü anh ve Hz. Ali kerremallâhü veche döneminde atılan siyâsî fitne tohumları ile Müslümanları yok edemeyenler, bu sefer itikadî konularda taarruza geçip sağlam dinin duvarlarında kapanmaz delikler açmaya çalıştılar. Yıllarca iyi niyetli Müslümanlar tarafından kapatılamayan bu delikler, art niyetli hainler tarafından da sürekli olarak istismar edilerek günümüze kadar geldiler. Bu gizli savaşın içinde hedeflerinden bazıları üzerine yoğunlaşarak diyebiliriz ki;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem son peygamber olduğunu iddiâ ediyorsa,  onu nasıl son rasül olmaktan çıkarabiliriz diye Hz. İsâ aleyhisselâmı göğe çıkartıp, yere indirelim dediler. (Müslümanlarda bu konuda çaresiz kalınca İsâ aleyhisselâmı Muhammed Ümmeti yaptılar) O da yetmedi bir de Mehdi aleyhisselâmı da ilave ettiler. Komployu da tutturmak ve sahih hadis kitaplarına girmesini sağlayabilmek için Tevrat nakillerini çorbanın tuzu misali olabildiğince olur olmaz cümleler ilave ederek servis yaptılar. (Tutturmak içinde türlü cifir hesapları da ayrı bir husus)
Mesela “bilgi teröristi” Yahya ed-Dımeşkî (30-133/650-750) gibi bazıları devletin üst kademelerine sızmış alt yapıları hazırlayıp kademe kademe ilerlediler. Bazılarıda siyâsî emelleri için Sahabe efendilerimizin güzel adları ve ismetleri bu art niyetli ve komplo uzmanlarına malzeme olması için ustalıkla kullandılar.
Daha önce Mehdi aleyhisselâm hakkında araştırma yaparken şunu gördüm ki, “kim bir mehdi gelecek” demişse onun sonunda kendisinin mehdi olduğunu iddia ettiğini görülmüştür. Hz. İsâ aleyhisselâm içinde keza yine öyledir. Bu türlü yapılan gizli operasyonların amacında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olan düşmanlıktan başka bir şey görünmemektedir. Aşağıda bir kısmını eklediğim Prof. Dr. Hüseyin YAŞAR Beyefendinin, Hıristiyan Dünyasında Kur'ân Karşıtı Söylemin Tarihsel Kökleri isimli eserinde Hz. İsâ meselesini okuyunca anlaşılacak ki, çok vahim bir durumlar vardır.
Aslında bir Müslümanın söylemesi gereken şudur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem İslâm dini ikmal eyledi ve görevini tam olarak yaptı. Yani O’ndan sonra birisinin gelip O’nun getirmiş olduğu İslâm’a ekstradan bir şey katamayacağı şekilde bilgi ve uygulaması ile dini kemal üzere bıraktığıdır. Eğer bir kişi Mehdi veya İsâ aleyhisselâmı inadına bekliyorsa bu apaçık İslâm Nebisine karşı açılmış olan savaşın emperyalist emellerine hizmet edeceğini unutmamalıdır. “İsâ aleyhisselâm gelecekse neyi getirecektir. Mehdi aleyhisselâm gelecekse Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yapamadığı bir şeyi mi başaracaktır.” Sorusunu niye bir Müslüman kendine sormaktan çekinmektedir.
Eğer Müslümanlar olarak çalışmazsak, okumazsak, gayret göstermezsek daha önceden de Mehdi’yim, İsâ’yım diye geldiğini iddia eden bir çok emperyalist bir ajanın oyuncağı olur ve sömürülürüz. Unutulmamalıdırki üzerlerimizdeki atalet, perişanlık dinden değil bizlerin acizliği ve cahilliğimizdendir. İslâm açık ve bellidir ve üzerinde anlaşılmayan bir mevzusu yoktur. Öyleyse Mehdi’yi veya İsâ aleyhisselâmı zorla gökten indirmek hayaline niye müptela olmaktan kurtulamıyoruz.
Niye mi?
Tembeliz de ondan. İllâki bir kurtarıcı gelsin de bizi kurtarsın, diye beklemekteyiz. (Çok bekleriz.)
Eğer Fatih Sultan Mehmet ve ve hocası Akşemseddin hazretleri İstanbul’un fethi konusundaki efsaneye uysalardı (Mehdi alacak?) Bugün üzerinde yaşadığımız İstanbul hala Bizans’ın elinde kalacaktı.
Uyanmak lazım, ama nasıl?
……..
Okumak, okumak, okumak……
Biraz şaka gibi gelecek ama, biraz Dedekorkut Masalları okumanızı tavsiye ederim. Eskiden bir Türk dünyayı fethediyordu. Şimdi ise çocuklarımız Harry Potter hikâyeleri ve insanüstü olmanın kolay yollarına arayarak büyücülükten medet bekliyorlar. Öyle bir hale geldik ki insanlar bir şey okusun diye, okuma başlıklarına “…..sır” “….esrarı” “…… şifresi” diye ilave yapmaktan başka çaremiz kalmadı.
İkrâ (Oku) ile başlayan bu din ancak okumakla kuvvet bulur. Sonra diğer şeyler peşinden gelir.
İhramcızâde İsmail Hakkı 

ŞEYTANÎ DÖNMELER


Gün geçmez ki, “…..İslâm’a girdi”, “…….artık İslâm’ın taraftarı oldu”, “………müjde”  gibi haberler ile Müslümanlar sevince gark olurken, dönme bir dönüşle dönmüştür ki, yıllarca nesli Allah Teâlâ’ya kul olmuş kişiye, İslâm’ı öğretmeye başlamıştır.
Dönme dönmüştü, meğer Müslümanı döndürmek için dönmüştü.
Neye döndürmek? Kendi inancı olan dine… Onun dinide İslâm adını almış, yıllarca dine emek vermiş, dindâr kişilere karşı gizli savaşın mücadelesini vermeye başlamıştı.
İnsanın zayıf noktalarından biri de “yenilikçi olma arzusu” dur. Zayıf noktayı bilenler, “bıkma ve usanma yorgunluğu” nu, bu şekilde kullanacaklar ve tatmin olmak isteyen kesimi uyuşturmak suretiyle dönmeye yöneltilecekti. İslâm Yahudilik gibi, ırkî, milliyetçi bir din değildir. Ancak dönmenin işbirlikçi tuzağını “feth” kavramı içinde eritince, Müslümanı “aldanma tuzağı” na çekmeye başladı. Müslüman duymadığı ve görmediğini devşirme ile çok güzel görüyordu. (Misal: İslam tarihindeki felsefi tercümeler hareketi)
Dönme ve yandaşları hep tarih boyu aynı nakaratı tekrarladılar.
“Atalar dini seni perişan kıldı”, “Kur’ân-ı Kerim’den uzaklaşmışsın” “Ben dini kitabınızdan okudum, siz tabu yapmışsınız ve okumuyorsunuz”,
Nedense bugüne kadar dinin gelmesine sebep olan “dönmenin atası olmadığı ve dinin çilesini çekmiş hayatını gariplikten kurtaramamış beğenmediği Müslüman” olduğunu görmüyordu.
Niye dönme, Müslümana, İslâm’ı öğretmek istiyordu ve sebebi ne idi?
Söz burada çoğalır gider….
İslâm’a döndüm diyenlerin sırrını çözmek isteyen biriysen, çok zaman alsa da bilmekte fayda vardır ki, sana söyleyebileceğim birkaç husus şu olabilir;
Birisi “evlat, babanın sırrını taşır” derler. Diğeri, dönmenin peşinden, para ve mevki de takip etmesidir.
Demek ki dönmede bir hile vardır. Mesela bir zamanların şarkıcısına bakıyorsun ki, önce eşini boşuyor. Sonra İslâm’a döndüm diyor. Sonra bir medyaya ortak oluyor.
Ne oluyor. Çünkü boşluk oluşacak, o boşluk dönmeyle dolması gerekiyor da ondan. Daha sonra, doğruluklarla karışmış zehrini garip Müslümana kusup duruyor.  Zaman geçiyor, toplum unutkan olduğu için, çilesini çekmediği davanın temsilcisi oluyor. Yıllarca çile çekmiş Müslüman, çilesine bir çile daha katıyor.
Sözün burasında dönmeden, şeytan ne murat etti? diye düşünürseniz, İblis avenesi ile aldatmaya çalıştığı toplumdan bazen usanç duyarmış. Çaresi kalmazmış. O zaman dönmesine biraz katkıda bulunduğu (rüyalar ile) ve yardım ettiği nadide elamanı ile kaleyi içten fethetmeye çalışırmış. Bahsettiğimiz bu hile, şeytanın en son müracaat ettiği, zor başardığı bir hilede olsa sonuçta en çok kazançlı olduğu ve denediği bir taktiktir. “Hüsn-ü zan memuru” olan Müslüman bu kapıdan sokulur. Öyle komplo kurbanı olur ki, dönme dahi bilemez. Dönme, bir zaman sonra bir dönüş ile dönerki yerinde yeller eser, koynunda sevgilisi, parası ve hasretiyle kavuştuğu dünyasında acısıyla ölür gider. Ancak sonunda onunda ciğerlerini dağladığı ve harap edip bıraktığı bir  Müslüman kalmıştır.
Ey kardeşim şüpheni bir yerde sakla, şüphe etmediğin gün donuklaşır ve uyuşursun. Günümüzde şüphen senin tek sermayendir.
Allah Teâlâ’m, doğru diye gördüğümüz günahkâr karşısında, bize ayıklık ver.
“Ey Rasül! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla “İnandık” diyenler ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar yalan uydurmak için (seni) dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimelerin (ifade içindeki) yerlerini bildikten sonra yerlerini değiştirir ve şöyle derler:
“Eğer size şu hüküm verilirse, onu tutun. O verilmezse sakının.”
Allah, kimin azaba uğramasını istemişse artık sen onun için asla Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimselerdir.  Onlara dünyada bir rüsvaylık, ahirette ise yine onlara büyük bir azap vardır.” (Mâide, 41)
İhramcızâde İsmail Hakkı

BULANMIŞ TEVHİD EHLİ

Tâbî, gayret etti, çalıştı son kapıya vardı. Kapı, bir kapı ki, tokmağını sağa çevirsen başka, sola çevirsen başka açılıyordu.
Hazırlanmıştı, bekliyordu. Fakat beklediği olur mu olmaz mı, onu, kendisi de bilmiyordu. Ancak yol arkadaşı Hâdî ile son kapıda şu konuşma geçti. Her şey birdenbire değişmişti.
Hâdî:
“Bizimle isen namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Hâlâ bu iş bitmedi mi, mecbur muyuz?”
Hâdî:
“Sonsuz emir var.”
…..
“Kılmak istemiyor musun?”
……
“Melekte olsan, ruh ta olsan, secde edip namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Biz arınmadık mı?”
Hâdî:
“Hem arındık ve hem de bulduk.”
Tâbî:
“Benim kalbimi temizlemedin mi?.”
“Daha namazın ne gereği var, Temiz bir insan olmadım mı?.”
Hâdî:
“En temiz yaratılanlar, melektir. Onların bile kimi rükûda, kimi kıyamda, kimi secdede.”
Tâbî:
“Allah Teâlâ’ya inanıp, rasülüne de iman etmedim mi?.”
Hâdî:
“Ettin.”
Tâbî:
“Hakikatin sırrına erdiğimi çok kere söylemedin mi?”
“Tasavvuf ehliyiz, dâimi salâta (namaza) ulaştık demedin mi?
“O zaman beş vakit namazın bizde iş ne?.”
“Hakikatte şeriat yoktur, diyen sen değil misin?”
“Hakikatin zirvesine ulaşan, Hakk’a yakîn onda beka olan, "kime namaz kılar" diye soran sen değil mi idin?”
…….
“Biz şeriatı bıraktık, ehl-i tarik olduk, demedik mi?”
“Ahâdiyete vardık. Namazın şekliyle bağlanmayız, resmiyetini aştık demedik mi?”
“Ne oldu?”

Hâdî, arkadaşı ve talebesi olan Tâbî’den usandı. Eliyle yetiştirdiğine sahip olamamış, ayağını tevhid mertebelerinde bulandırmıştı. Cehennemlik demeye özü varmasa da talebesini nefsine kul olmaktan kurtaramamış, şeytâniyete kaptırmıştı.
Hâdî söze şu şekilde devam etti.
“Sözü uzatma, manayı kaybettin. Ancak son söz olarak sana şöyle diyebilirim.”
“Namaz sakıt olmaz, ancak ne gördün, ne bildin ki kendini kulluktan düşürdün.”
“Allah Teâlâ’nın kulluğundan düşürdüğü ancak şeytan olur.”
"Namaz dinin gereği ve direğidir.”
“Namaz kılmayan kâfir değildir, ama kâfirler namaz kılmazlar.”
“Sen inkârda mı kaldın, ispata varıp Allah olduğunu mu sandın?”
“Ah….iki menzil arasında kalanlar.”
“Bizim sana yardımımız, uyarmak ve “kulluk et” demektir.”
“Ancak nefsine değil.”
“Bizim bu hususta, bir suçumuz yoktur. Senin telef olmanı ister miyiz!”
“Sen ‘fark’ edemeyip kulluğu kaybettin.”
Tâbî:
“Ne demek, bunca emeğim zayi mi oldu?”
Hâdî:
“İblis’te çok emek vermişti, meleklere hoca bile oldu diyorlar.”
“Ne oldu….Ayağı kaydı, şeytan oldu.”
Tâbî:
“Bu haksızlık olmuyor mu?”
Hâdî:
“Haksızlık yoktur. Haddini aşmak vardır.”
“Eğer, bir puta da kulluk etseydin, yine kurtulurdun.”
“Sen kendini anlamak istemiyorsun?”
“Cennetin yolu bir ama, gidişler farklı.”
“Senin işin cennete kapıdan değil bacadan girenlere benziyor.”
“Sen doğruyu arıyordun”
“Hakikati de buldun.
“Fakat şimdi kendini kaybettin.”
“Şimdi durduğun yer belli değil.”
“Haydi git.”
“Biraz da ‘inkâr’ lık çilesi mi, ne çekeceksin.”
“Demek ki, mahcupluk kaderinde varmış. Unutma ki, emeğin zayi olmaz.”
“Allah Teâlâ çok cömerttir.”
…..
“Eğer, bu durumda bir suç var, kimde diye düşünüyorsan.”
“Var, var…”
“Var ama, yolun evvelinde olsa idi, benden idi.”
“Fakat emekten sonra olduğu için, illâki sendendir.”
….“Kovuldun.”
….
“Hayır, Hayır kendini kovdurdun?”
“Benim tavsiyem, yine de umudunu yitirme.”
“Benim vefâm ise, seni unutmamaktır.”
“Ancak yine, ilk sözümüz senin için geçerli.”
….
“Kulluk işareti olan namazı kılacaksın.”
Tâbî:
“Namaz mı?”
Hâdî:
“Evet”
Tâbî:
“Offf….”
İhramcızâde İsmail Hakkı

YOL VERENİN OLSUNDA, İSTERSE KÂHİN OLSUN


Kendine güvenini kaybetmiş bir adam sığınmak için mağaraya girdi. Orada bir kâhinle karşılaştı ve konuştu. Bu görüşme sayesinde bir şeyi bulmuştu.
Güven.
Adam,  âdem oldu.
Yalanda olsa, doğru da olsa kâhin bile bir adama yol veriyordu. Öyle bir yol ki, kendisi için düşünemeyeceği kadar yüksek bir yoldu.
Kâhin onu alçakken yükseltti ve yüceltti.
Meğer bahsettiğimiz adam ölümsüz olmak istemekte imiş.
İnsan ya, ölümsüz olmak isteyebilirdi. Fakat nasılı vardı. Kâhin onu bu nasıldan geçirecekti ve geçirdi, sonsuzluğa doğru seyrini başlattı.
Adam, mağaraya niye geldiğini sorarak kâhinle söze başladı.
Adam:
“Ben seçilmiş biri miyim?
“Bu Kaderim mi?”
Kâhin:
“Ben kâhinim.
“Kâhinim diyerek, görme gücümün bir lütuf olduğunu düşünüyorsun,
“Ben seçilmek istemem mi?”
“Fakat gün senin için doğdu?”
Adam:
“Bu lütuf mu?” 
Kâhin:
“Lütuf olduğu nasıl düşünülür?  Geleceği görebiliyorum, fakat değiştirecek gücüm yok.”
 Adam:
“Niye, Ben?”
Kâhin:
“Annen inançlı bir kadındı?”
“Baban için çok söz söylemeye gerek yok, anne iyi ise sen iyisin, demektir.”
“Nesilleri kıran annelerin iyiliği ve kötülüğüdür.”
Adam:
“Annem iyi idi, öyleyse,   ancak tanrısı en ihtiyaç duyduğu zamanlarda yanında yoktu.” 
Kâhin:
“Bilemem”
“Ben ve sen aynı kaderi paylaşıyoruz. Sen geçmiştekilerle ben ise yaşanacak gelecekle.” 
Adam:
“O zaman gelecek tam olarak ayarlanmıyor veya ayarlıyamıyor muyuz?”
Kâhin:
“İhtimalleri o kadar çok ki, geçti artık, hayatın bir savaş için olacak. Sen seçildin?” 
Adam:
“Bunca yıldır, ilgilenilmeyen biri gibiydim. Şüphelerdeydim.”
“Beni buraya getiren  o zaman şüphem midir?
Kâhin:
“Olabilir, Hayatında savaş yazılmış. Barışı bulmak istiyorsun. Bunun için ne gerekirse, fedâ edeceksin.”
“Bedenin ölecek olsa da, zaferin öyle değil.” 

Adam ve kâhin sustular…..
…….
Kâhin:
“Doğrulara şüphe duyarak ulaşabilirsin. Ancak senin bir fazla bilgin var, o da zaferin senin yanında olacağını görüyorum.”
“Korkularını paylaşıyorum!  Savaşmalısın. Savaşta sayının hiçbir önemi yok.  Sadece cesaret vardır.
“Bugün ve bundan sonra kader seninle” 
“Rakiplerin çok sayıda ve güçlü diye senden üstün oldukları aklına getirme. Onlar korkaklardır! Maskenin ardına saklanıyorlar!  Onlar da senin gibi ölümlüler.”
“Sakın bu savaştan kaçma, onurunla savaş. Çünkü onlardan senin bir fazlan var. Kazanacağın inancı. Onlarda ise bu yok. Bu büyük bir kayıp.”
Zafer senin ve inananlarındır.”

Yukarıda geçen diyalog tarih sahnesinde onlarca insanın başından geçmiş bir vakıadır. Büyük insan bildiğimiz kimselerin gücünde bu türlü olaylar her zaman vardır ve bundan sonrada olacaktır.
Farz edelim ki bu anlattıklarımızın hepsi bir efsane olsun. Öyle günler yaşıyor ki günümüz insanı, yalan bile olsa ona güç verecek bilgiler sunan kişilerden yoksun olarak başıboş bir hayatın içine doğru sürükleniyorlar.
“Ötekileri ve şüpheleri kalmayan toplumlar yıkılmaya mahkûmdurlar.”
Yalan bile olsa bir inancı olmayan bir kişi ne kadar güçlü olabilir ki;
Etrafınıza bakın şüphesi olmayan insanlarla çevrilisiniz.
İnsanlar neyi kaybettiler ki, şüpheleri kalmadı.
Cemil Meriç’in düşüncesi üzerine “insanlar en değersiz varlığı şüphelerini kaybederlerken ruhları kaybedeceklerini” hatırlarına getiremediler.
Günümüz insanı şüphesini kaybetmiştir.
İnandığı şeyleri, kişileri tabulaştırmayı ne kadar çok seviyorlar. Sonra da niçin, neden böyle oluyor? deyip duruyorlar.
Allah Teâlâ “düşünmüyorlar mı, akletmiyorlar mı?” derken “şüphe etmiyor musunuz?” yani, “beni bile araştırıp öyle bulun, yoksa günün birinde seni, adamla, parayla, mevkiiyle, fikirle vb. şaşırtırlar” demek istemiştir.
Hiç düşündünüz mü?
Büyük şahsiyetlerin çoğunda (meczup) delirme vakitleri bulunur.
Niye mi?
“Sorgulamış, cevabını bulamamış” ancak “çalıştığı ve gayret ettiği için Allah Teâlâ emeğini zayi etmemiş, ona gerçek yüzünü göstermiş,” büyük olmuştur.
Ey gerçeği görmek isteyen kardeşim!
Bela, çile, iftira delhizlerine düşüp delirmeden hakikat deryasına ulaşacağını mı sandın?
…..
Yok,
Yok…..
…..
“Ey yalancı kendinden bile korkuyorsun, gerçek sana yüz açar mı?

İhramcızâde  İsmail Hakkı
 

MİSYONERİN AŞKI


“Taktik manevralar esnasındaki en büyük başarınız
bu manevraları düşmandan saklamakta göstereceğiniz ustalıktır.
Manevralarınızı sakladığınızda düşmanın casuslarından
ve böylece düşmanın taktisyen beyinlerinden korunmuş olacaksınız .”
(SUN TZU-Savaş Sanatı)
 Vatikan ve Kiliseler Birliği adına "Dinlerarası Diyalog" fikrini ortaya atan misyonerler teşkilâtının lideri Louis Massıgnon'un Misyonerler Zirvesi’nde yaptığı konuşma aynen şöyledir:
"Müslümanların her şeyini tahrip ile mahvettik. Dinleri, inançları, ahlâkları, dine bağlılıkları ve insanî duyguları mahvoldu. Onların millî-mânevî değerlerini Batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslâmiyet'ten uzaklaştırdık. İslamiyet'i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur'ân-ı Kerîm öğrenmeyi suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu hiçbir şeye tam olarak inanmıyorlar. Ehl-i sünnet îtikâdı başta gelen düşmanımızdır. Bu itikadı geçmişte sapık inançlara kanalize ettik. Son yıllarda ise Müslüman görünen bazı ilâhiyatçılarla, 14 asırlık dinlerini, itikatlarını, ibadetlerini tartışır hâle getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük. Bundan sonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize va'di, yurtdışında iş imkânı hatta fuhşu kullanarak Müslümanları Hıristiyan yapınız..” (M. Necati Özfatura- Türkiye Gazetesi)
Hampher, “İslam’ı Nasıl Yok Edelim? de şu ifadelere yer vermiştir:
“…Müslüman genç erkek ve kızlar arasında kayıtsızlık ve dinsizliği yaymalıyız.  İslâm’a yönelik şüphe ve kuşkular uyandırmalıyız. Kiliseye bağlı okullarda ahlâka ve İslam’a uymayan kitaplar ve yayınlar dağıtılmalı, gayr-i ahlâkî ilişkiler için spor merkezleri kurulmalı, gençlerin gayr-i müslim dostlar edinmelerini sağlamalıyız. Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup gençlerin katıldığı dernekler kurmalıyız. Mümkün olan her vesileyi kullanarak Müslüman gençliği tuzağa düşürmeliyiz.”  
“…Ailelere nüfuz edilerek, baba-evlad ilişkileri, sömürü kültürünün etkisinde kalacak şekilde düzenlenerek, artık büyüklerin nasihatlerinin dinlenmeyeceği derecede bozulmaya çalışılmalıdır.  Gençleri dinî inançlarının etki alanından çıkararak din âlimleri ile ilişkilerine son vermek böylelikle mümkün olacaktır…”[1]
Misyonerler hakkında çok söze gerek yoktur, fakat görünen manzara şu şekildedir.
Onlar artık içimizde sözü geçen, bir lider, bir hoca, bir şeyh, bir yardım kuruluşu, bir okul, vb….uzuyan zincirin içinde hizmetin çeşitli adlarıyla faaliyet göstermektedirler.
Neyi nerede bulacağız, neyi soracağız?
Bilemiyoruz.
Dostumuz dediğimiz hain değil ama, onların eline düşmüş, hizmet kuşu mu olmuş ne, dallar ve budaklar arasında mı da, diyemiyoruz.
Kimi kiminle kıyas edeceksiniz.
Edemezsiniz.
Cahiliz, bilgimiz yok.
Düşman içimize girince asalak ilacı alıp öldüreyim derken kendimizi öldürüyoruz.
Size garip bir örnek vereyim, eskiden “dinler arası diyalog” diyorlardı. Tutmadığını gördüler, şimdi tarikatları, tasavvufu ve en güçlü felsefesi “vahdet-i vücud”u denemektedirler. Ne yazık ki göl maya tuttu, zannedersem. Öyle ki (kendim için söylüyorum) bizim bile yazılarımız onların isteklerine uygun düşecek hale geldi.
Futbol sahasında kaleyi boş bırakmak yanlıştır. Ancak golleri kaleciler atıyor. Sahadaki oyuncular ise mücadele ederken, golleri kaleci yiyor.
Kaleci nasıl gol atar veya yer?
Nasıl mı?
Tabi ki; karşı takımın gizli oyuncusu olursa. (Penaltı tutarsın gol atmış olursun, yersin, gol yemiş olursun)
Günümüzdeki Müslümanlar artık kendi kalecisinden gol yiyor.
Takım kurmak zor, yapılanmak zor.
İlk vagonu kaçırmış tren yolcusu gibiyiz. Hiçbir şekilde ön vagona binemiyoruz.
Ne yapmalıyız?
Bizlerde onlar gibi tren vagonlarında seyahat etmeli miyiz?
Ne zaman lokomotife ulaşırız…….
Ne zaman olur bilemiyorum?
 “Şüphe elde kılıç gibidir, başkasını keser, seni de bazen kesebilir.
Şüphesi oluşmayan bilgi ham bilgidir. Şüphesini taşıyarak kabul ettiğimiz inançlar daha sağlamdır.
Şüphesi olmayan imanlı sayısı çok fazla olsa da başkası tarafından  şüpheye düşürülünce çabucak yok olup gitmektedirler.
Hakiki iman vardır. Fakat hakiki imana herkesin kavuşmasını bekleyemeyiz.”
 Döne, döne yaşadığımız bu dünya bazen birine bazen diğerine güler. Herkesin yaptığı yanına kâr kalmaz, ancak lâkini vardır.
Fitne kuyruğunu yutmuş yılan gibidir. Yılan, kuyruğu yutarım zannederse de kendini helak etmekten kurtaramaz.
Ben bir şey biliyorum,
“Ey insanlık başıboş değilsin. Kâinat sahibinin celâli bir gün cemâlini yakalar. Ucu hepimize dokunsa da O oyunu her zamanki gibi bozmaktadır.”
 İhramcızâde  İsmail Hakkı

ATEİSTİN DİNDAR OLMA DENEYİMİ

Geçenlerde dinsizim diyen biri yanımıza geldi. Kendince deliller yazmış sıralamıştı. Bende ne söyledimse kâr etmedi. Ona dedim ki,
“Öyleyse sana bir şey desem yapar mısın?”
“Ne gibi?”
“Bir rüya görsen senin için neyi ifade eder?”, dedim.
“Pek bir şeyde ifade etmez.”
“Aynı rüyayı iki kere görsen yine senin için neyi ifade eder?”
“Yine bir şey ifade etmez.”
“Tekrar görsen neyi ifade eder?”
“Aynı şeyi tekrar tekrar görüyorsam, şüphe ederim, belki,”
“Bende bir cümle söyleyeceğim üç kere tekrarlayıp uykuya yatacaksın. Olur mu?”
“Olur.”
“Çok kolay, birkaç kelime söylemek ile benim ne zararım ve kârım olabilir ki” dedi.
Bende ondan söyleyeceğine dair söz aldım ve kelimeleri söyledim.
O da gidip söylemiş ve sabaha kadar beklemiş, gördüğünü görmüş ve yanıma gelmişti. Hıçkıra hıçkıra bana ağlıyordu.
Ne oldu ki…
Burası sana da bana da gizli kaldı.
Eğer bu yazıyı okuyan bir dinsiz ve ateist kardeşimiz ise ona da söylüyorum;
“Sende söyle bu cümleyi düşüne düşüne söyle görelim neler olacak.”
“Nede olsa bir cümle duya duya söylesem benim için bir şey olmaz, de ve söyle.”
İşte sonsuzluğun ve ebedî hayatın bereketli cümlesi.
“Seni ne kadar çok özlemişim Ya Muhammed; ben seni bulamadım, Sen beni bulur musun?”

İhramcızâde İsmail Hakkı

ŞEVKET BABA’yı ÖZLEDİK


Özlem gidermek ne zordur.
Eskiden “zorla cennete sokulan kullar gibi” bir sebep zuhur eder yanına muhakkak giderdik.  O gitti. Kitabı okuyanı çok severdi. Kaç tane kitap karaladık. Son yazılan bir kitap.  Ruhu gördü ama,  yeni çıkacak Amiş Efendim’i zahirende bir görseydi.
Cihan’ının içinde yerimiz vardır. Ne var ki, devir devrederken dökülen yapraklar arasında kaldık.
Demirli bahçeye girmek için zırhlı olmak gerekir, derler. Yollar engel, zahir engel.. engel… engel..
Gücümüz yok.
Tek sermaye hasretlik. O da para etmiyor.
Şevket Baba!
Seni biz özledik. Yedirdiğin lokmalar içimizde telef olmadı. Ancak hasretlik acısı kaldı.
İhramcızâde  İsmail Hakkı Toprak Efendi “Geçmiş hayali cihan” derdi.
Cihan var ama, bize hep hayal kaldı.
İhramcızâde  İsmail Hakkı

(TRANS) DEĞİŞİMİN TABİATI: ÖTELEME= YAYILMA = DEĞİŞİM


Toplum üzerine yapılmış olan ilmî sistematik araştırmalar, çeşitli faktörlere bağlı olarak bütün insan topluluklarının değişime uğradığını göstermektedir. Her toplumda,  tarihi gelişim süreci içerisinde farklı uygarlıklar, kültür ve dinlerle ilişki içerisine girmek suretiyle bünyesinde sosyo-kültürel içerikli değişimler ortaya çıkmaktadır. Bilineceği gibi sosyal bir sistem olarak toplum, toplumsal olgular veya kurumlardan oluşan bir yapı olup,  toplumsal yapı, kurumların belirlediği sosyal ilişkilerden oluşmaktadır. Sosyo-kültürel değişimle ifade edilmek istenilen ise, toplumun kültürü ve yapısında ortaya çıkan değişimlerdir.  
[İnsanlık tarihi bir değişim tarihidir. Değişimin olmadığı hiçbir mekân ve zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Zira değişmeyen tek şey değişimdir. Değişime direnç her düzeyde ve her zaman var olmuş ama bu çabalar hep yenilmeye, mahkûm olmuşlardır. Değişim her zaman bir süreç olayıdır ve bu sürecin hızı hep aynı olmamıştır. 
Günümüzde değişim neredeyse baş döndürücü bir hıza ulaşmıştır, insanın bu değişim olgusunu kabul edip,  buna ayak uydurmaya çalışmaktan başka çaresi yoktur.  Değişime ayak uyduramayan, İster istemez basamaklardan aşağı düşecek, sonra kendisini adapte etmeye başlayacaktır. Ne var ki bu kez çıkış noktası diğerlerine göre daha altta olacağından yetişmek için daha fazla çaba harcayıp, daha harcamak zorunda olacaktır.] (Değişim ve Etik, CHANGE AND ETHICS, Hilmi ÖZDEN , Ömür ELÇİOĞLU Dr.Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji ABD, Eskişehir)
İnsan ve toplum değişiminin olumlu veya tersi olması çokta önemli değildir.  Önemli olan etkiye maruz bırakan faktörün doğru veya eğriliği olabilir. Ancak tarih boyunca görülen değişim süreçleri için pek olumlu düşüncelere sahip olmamız pek mümkünde değildir. Öyle ki kaderî bazda itilmişlikler vardır. Düşünün bir kere Âdem aleyhisselâm Allah Teâlâ’nın “yeryüzünde halife yaratacağım”  müjdesine mazhar iken cennetten çıkışında ve değişime uğramasında bir zorlama olduğunu hatırlamak gerekir. Günümüzden misal verecek olursak, İslâm’ın cihan hâkimiyetinden bahsederken dar bir dünyaya sığınmaya yönelmesinden çıkarmak ve hareket geçirmek için, onu rahatsız edip dış dünyaya açılmasında zahirden gelen “müceddid” (yenileyici) e muhtaç olmuştur.  Burada Mehdi veya İsâ aleyhisselâm konusunu ele almak istemiyorum. Çünkü bu meselenin her tarafı hakikat olsa da İslâm Dünyası’nı atalete düşürmüş ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı yanlış yapmamıza sebep olmuştur. Dünyayı müslüman etmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme layık görmeyen İslâm Dünyası’nı bu “beklenti sendromu”ndan çıkarmanın da, ne kadar zor olduğunu da söylemek gerekir.
Franz Kafka’nın “Değişim” isimli eserinde gördüğümüz kadar, değişimin ev içinde dahi zor olduğunu göstermeye yeter ve artar.
[“…hiç beklemediği inanılmaz ağrı sanki yer değiştirirse kaybolup gidecekmiş gibi, ileriye doğru sürüklenmek istedi;…”
“…müstahdem göreviyle çalışmaya başladığından beri davranışlarında açığa vurduğu bir dikbaşlılıkla, babası biraz daha masa başında kalmak için diretiyor, ancak bu arada hep de uyuyakalıyor ve o zaman sandalyesini yatakla değiş­tirmeye kendisini razı etmek için evdekiler akla karayı seçi­yordu….”
“…Gregor; çünkü birkaç hava deliği bırakılmış uygun bir sandığın içine koyup onu, bir yerden bir yere kolaylıkla götürebilirlerdi; ailesini ev değiştirmekten en başta alıkoyan, daha çok, kendilerini kaptırdıkları tam bir umutsuzlukla bütün akraba ve eş dost çevresinde kimsenin başına gelmeyen bir felakete uğradıkları düşüncesiydi. ..”] (Değişim, Franz Kafka, trc: Kâmuran Şipal, Cem yayınevi, Kasım 1993)
Değişim zor iştir.
Doğu milletlerinde ise bu daha zordur. Hayat şartlarının sertleştiği ortamlarda bu meseleyi daha bariz görürüz. Tahavvülatın yavaş seyretmesi eski zamanlarda olumlu sonuçlar verse de günümüzde bu beklentiye sabır tahammülsüzlük doğurmuştur. Yani tekkeye bir dervişi kırk yıl alıp yetişsin diye bekletirsen ona en büyük zararı vermiş oluruz. Yine memleket meselelerinden olan “Kürt Meselesi” de bu meyandan çıkmış işlerdendir. Tahammülü, itaati sabrı çok fazla olan bir milleti değişime uğratmak için akla hayale getirmek istemediğimiz şekillerle elektrik şokuna tutulmuş gibi savurdular.
Sebep değişim, ama ne için değişim?
İşin merkezindeki niyetin ne olduğunu anlıyor gibi olsak da zamanla gerçeği göreceğimiz için biraz daha bekleyeceğiz.
Önemli olan fert-toplum-millet-devletin “Zorla değişim” e uğratılmasıdır. Bunun birçok menfi ve müspet sebebini sayabiliriz.  Ancak günümüzde emperyalist güçlerin kıyamet beklentileri veya dünya düzenini kontrol edebimede daha hırslı ve aceleci olmaları ile “hızlı hareket” e geçmeleri ile karmaşayı insanlığa getirdiler. Öyleki kâhinlere söylettirdikleri tarihleri tutturmak için uğraştılar. (Baba Vanga 2010’da üçünü dünya savaşı çıkacak dedi.)
Sonuçta bir gerçeği gördük. Biraz anlayışımızı aşsa da dünyada hâkimiyetin ve değişimin insana ait olmadığı ve Allah Teâlâ’nın hiçbir şekilde kullarına bırakmadığıdır.
“Eğer yerde ve gökte Allah Teâlâ'dan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya, 22)
Bazen “iyi ki Allah Teâlâ’m sen varsın” demek ne hoş geliyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı


[1] Şule Kolay, “Takip Ettikleri Metotların Odak Noktaları”, Şebnem Dergisi, S. 16, s. 41.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar