Yazılmışlar 2
AKIL-SAF AKIL- SİYASÎ AKL’IN ELEŞTİRİ ve MUVAZENESİ
Günümüz
müslümanı artık, hayatı, toplumu, ekonomiyi, “akıl”ı, “saf aklı”
ve “siyasî aklı” vb. eleştirmekle yükümlüdür... Ancak bu eleştirileri
ilmî bir ruhla yapmalıdır. Yoksa Müslümanlar için bir “Uyanış”, “ilerleme”
ve “İslâm Dünyasının Birliği”nden söz etmek, yalnızca hayal ve
kuruntudan ibaret kalacaktır diye düşünüyoruz. Bahsettiğimiz mevzu içinde
akılların da eleştirisini ve muvâzenesini sağlarsak Allah Teâlâ’nın emri olan
ilâ-i kelimetullâh ve neticede İslâm’ın dünya üzerindeki hâkimiyetinin önü
açılmış olur. Eleştiri ve muvazene hususu üzerinde çok sözler söylenebilir.
Ancak basiret sahibi olmanın gerekliliği ve yanlış alınan kararların nasıl bir
zarar verici olduğunu görmek için şu hatırayı tekrarlayalım.
Hz.
Osman radiyallâhü anh döneminde ortaya çıkan yeni durum, görev süresinin "insanları
usandıracak ölçüde" uzamasıydı.
Yetmiş
yaşında bey'at edilen, yaşlı bir adamdı. - Şûra sırasında- onu genç Hz. Ali
bin Ebî Talib kerremallâhü vecheye yeğ tutanlar arasında, yalnızca ömrünün
yakında biteceğini bekledikleri için yeğlediklerini düşünenler vardı. Ama,
durum tamamen tersi olup, ömrü uzun oldu. Sorunlar katmerleşti,
anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Bir şekilde "kabile",
"ganimet" ve "akîde" de bunalım için "zorunlu
buluşma" ortaya çıkmadı. Bunun yanı sıra anayasa bunalımı da
doğdu. Halife, hem yaşı açısından, hem de karar alan ve kötü davranan
çevresindeki yakın grup ve çıkar sahipleri açısından eleştiriliyordu. Durumu
düzeltmek için yapılan nasihatlarda fayda etmiyordu. Çünkü halifenin
etrafındaki "baskı grubu" ve "karar vericiler",
vaadlerinden ve düzeltme sözlerinden onu nasıl döndüreceklerini çok iyi
biliyorlardı. (Emeviler) Öyleyse, halifeyi indirmek isteyenler ve
isyancıların önündeki tek seçenek kalmıştı, istifasıydı.
Ama
nasıl?
Ondan
sonra görevi kim üstlenecekti?
Sahabenin
tereddüdü işte buradan doğdu. Sonunda isyancılar halifeyi kuşatmaya aldılar ve
ayrılmasını istediler. Kabul etmeye yanaşmadı: Hangi "kanun"a göre
istifası isteniyordu, belli değildi? (Çünkü onu yetkili kılanlar, görevi
verirken sadece her şey için biat etmişlerdi.) Çözüm ancak kan
dökülerek çözülebilen bir anayasa bunalımına dönüşmüştü.
KANUN OLMAYINCA, SÖZ
KILICINDIR.
Hz.
Osman'dan sonra da müslümanlar yönetimde bu boşluklarla karşılaşmaya devam
ettiler. Çünkü iktidar, "zamanın sahibi" nden sonra
veliahdlerinden veya başkalarından halef olacak kişiye ancak ölümü durumunda
geçiyordu. Tabiî ölüm gecikince, çözüm zehirleme ya da başka bir yolla
hazırlanan ölümle sağlanacaktı.
Hata
o zaman nerede idi?
Önceden
olduğu gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve hem de Hz. Osman'a bey'at sırasında
(sınırsız yetki) tekrarlanmış olan bu yanlış hareket ve anlayış tarzı yani "halife"
nin görevlerinin belirlenmeyişi”, “anayasa boşluğu”, "iş"
(iktidar, otorite ve hilâfet), bu görevlerin anlam ve içeriğini çeşitli
yorumlara açık bırkınca tabii ki sorunların çıkmasımecburî olmuştu. (Hızır
kıssasında Allah Teâlâ hataların üçüncüsünde ayrılığı tahakkuk ettirmiştir.)
Haksızlık
vardı, ama, kimde?
Bunu
belirlemek vicdanlara kalıyordu. Bu minvalden Hz. Osman’a görevini
bırakmalarını isteyenlerin halifeliği verirken neyi teslim ettiklerini
belirlemediklerinden ondaki itirazın oluşmasına tahammül etmeleri gerekirdi.
Ancak bu şekilde olmamıştı. Hz. Osman radiyallâhü anhın anlayışında
"Hz
Osman’ın görevi ve yönetme görevlerini “kayıtsızlık gören anlayış” da
olunca isyancıların cevabı aynen şöyle oldu:
"Dediler
ki: Yemin olsun ki, ya yaparsın, ya azledilirsin, ya da öldürülürsün. Seçimi
sen yap.",
Hz.
Osman ise;
"Allah
Teâlâ'nın giydirdiği bir gömleği asla çıkarmayacağım." diyerek,
isteklerini yapmayı kabul etmeyip ve iktidarda kalmakta ısrar edince, kendisi
kırk gece kuşatma altında kaldı. Sonunda olay, Muhammed bin Ebî Bekir'in
önderlik ettiği bir grubun köşkünün duvarlarına tırmanmasıyla bitti. Hz. Osman
Kur'an okuduğu Mushaf elindeyken şehid oldu.”[1]
Bu
olayda bahsettiğimiz akıllar ile yetkilerin, her verilen kararda oldu bitti ile
kalmadığını, içtimâi ve ferdî sorunlar çıkardığını aşikâr etmiştir. Daha
sonraki zamanlarda da Müslümanlar siyasî sorunları tamamen ortadan
kaldırmak için "genel bir düşünce " olarak "Kim
güçlenirse, ona itaat gerekir" "İlâhî meşruluk" "kaza ve
kader" "İlahî irade" "Allah'ın önceki bilgisi"
"Allah'ın iradesi ve isteği" gibi tevillerle kaosa dönüşmüş
siyaset bilgisi içerisinde içinden çıkılmaz bir hal içine düşmüştü. Düşüncelerde
hep, “Siyasetle ilgili her yazı yanlı bir siyâsi yazıdır.”[2] icabınca
tarafgirlik içinde oluşunca zayıflamak ve sıkıntılar çekmekte mukadder olmuştu.
Bu nedenle her meselede dinin akıl ile olan arkadaşlığında sorun
çözücü olarak; düşünceler ve icraatlardaki, sevapları kabul etmek, hataları
eleştirmek, şüphe etmek ve güvenmek üzere kafa yormamız ve objektif olmamız
elzemdir.
Zorla
da olsa iktidarı ele geçiren kişinin zihniyetini görülüp gereği yapılmazsa iyi
ve dürüst olmanın, bu dünya nizamında zararda kalmaya sebep olduğunu
görmekteyiz. Allah Teâlâ kulları için merhametli olanı sever. Ancak gelecek
vadetmeyen ve sorun çıkaran iyiliklerde ısrarcı olmak özgürlükleri
kaybettiriyorsa bir sorun var demektir. (Nerede?) Buna göre bir meselede yüz
tane unsur varsa hepsini de ortaya koyup o şekilde hareket etmeliyiz. Mesela
Muaviye’nin
“Sopamın
yettiği yere kılıcımı koymam. Dilimin yettiği yere sopamı koymam...Bizim iktidarımıza
uzanmadıkları sürece insanların konuşmasını engellemem” [3] düşüncesi
gibi bir karar karşısında alacağımız tedbirler için daha dikkatli olmamız
gerekmektedir. Unutmayalım ki, "Hatanın ancak ikisine izin verilmiş,
üçüncüsünde ise kader tahakkuk etmiştir."
"Allah
Teâlâ’m her işimizde sana sığındık ve kendimizi sana emanet ediyoruz. Velimiz
ve vekilimiz ancak Sen’den başkası değildir."
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Bkz:
Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl; trc: Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl,
İstanbul, 1997, s.727
[2] Vecdi
Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.717
[3] İbn
Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, (I-II), el-Muessesetu'l-Mısrıyyetu'l-Amme li'l- Kitab,
Kahire 1963, c. I, s. 9; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm
Tarihi, c. II, s. 132; Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s.592; trc: Vecdi
Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.715
TEFRİKA’DA RAHMET OLURMUŞ
Her
zaman birlik olalım, birlikten kuvvet doğar deriz. Tefrika kötüdür, duyunca
aman aman deriz. Bir zaman gelir canımız sıkılır “Allah Teâlâ bu
Müslümanlara niye yardım etmiyor ?” diye düşünür cevabını bulamayız…
Eğer
benim duyduklarımı sizde duysaydınız, şeytanlar doğru konuşmazlar, ama nasıl
olurda hakikati ifşa ediyorlar derdiniz.
Biri
diğerine dedi ki;
-Yine
nerede hata yaptık?
-Evet.
-Müslümanlar
birbirine düşsünler dedik.
-Yetmiş
iki millete mezhebe böldük.
-Şimdi
ise hepsi bir havadalar.
-Hepsini
bir yola getirelim diyoruz derken, birini tutarsan, diğerini kaçırıyoruz.
-Bu
nasıl iş?
-Biz
nerede oyuna geldik?
-Oyun
içinde oyun var?
-Ehl-i
kitabı yedi düvelde bir kanala sokuyoruz. Müslümanları ise bir havaya
sokamadık.
-Bu
türlü anlamakta zorlanıyorum.
-Müslümanların
tefrikadan bile menfaat bulacaklarını hiç düşünemedim. Bu kadar çekilen emek
boşa gitti.
-Ah,
bendtlemiş su kokmaz mı?
-Evet,
ufak bir kaçağı da olsa küçük dere duran sudan temizdir. Hareket eder.
-Ey
Allah’ım ne kadar büyük ve yücesin…
-Fakat
Allah Teâlâ “tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
-….
-Biz
müslümanları aldatıyoruz diye sevinirken, onları cevval tutmak ve
yenilenmelerini sağlamak için Allah Teâlâ bizi kullanmış.
-Meğer
biz yıkıyoruz derken Sen yeni binalar yapsınlar diye onları canlandırmışsın.
-Şeytanlar
aldatma uzmanıdır. Kendi yaptığı işle bile aldatılması, Allah Teâlâ’nın
Müslümanları tutmasından başka ne olabilir ki ?
-Offffffff
-Aldatanlar,
unutmayın ne yaparsanız yapın Müslümanlar için çalışıyorsunuz. Onlar, mazlum
olsalar da, müzdaripte olsalar, günaha da batsalar her gün yeniden doğuyorlar.
-Allah
Teâlâ’nın “Hak geldi batıl yok olmaya mahkûmdur” “Salih kullarıma kimse
dokunamaz” buyurmasını 15 asır sonra ancak anlayabilmiş olduk.
-……
-Her
zaman müslümanlar kârlı mı olacaklar?
-Görülen
vaziyet açıkça bunu gösteriyor.
-Evet,
Duble oyunlar kursakta, hainlerimizi içlerine salsakta, onlar yine
kazanacaklar.
-Evet,
Müslümanlar her zaman galip gelecektir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
DİN(İ)DÂRLARIN ELİNDE YORULAN ve İHTİYARLAYAN DİN
Her insanın düşüncesinde temel ilke rahat ve
müreffeh bir hayat yaşamaktır. Allah Teâlâ bunu kullarından daha iyi bildiği
için dini yaptırımları en basit temeller üzerine inşa etmiştir. Ancak insan
bencillikle basit ve kolay olan dinini, nefsinin uydurduğu kanunlarla içinden
çıkılmaz zincirlerle sarmalamıştır.
O zaman ne oldu?
Menfaat ve zarar kapsamında insan hayatı öyle
girift hale gelmiştir ki, gün be gün hayalsiz yeni sorunlar çıkmıştır. Her
çıkan sorun karşısında çözüm üretmeye çalışan insanoğlu, çözdüm dediği şeyler
içinde bir daha boğulmuştur.
İslam yaşanılması en kolay bir dindir.
Mükellefiyeti
çok azdır.
Haramları sınırlıdır.
Zamanla İslâm, bağnazlık içinde korkuluğa dönmüş
Yahudilik, ruhbanlık içinde eritilmiş Hristiyanlık ile sanki bünyesinde
zayıflıklar barındıran bir dinmiş gibi bu eski dinlerden “kapışma” “edinme”
“aşağılık komplesksi” nevrozuna düşüp “yorulmuş”tur. Bir nevi
aktarımlara eski deyimle israiliyyatla iyilik namına harman edilmiştir. Bu harman ile bir takım kimseler aynîyle
temiz ve berrak din ırmağına kanalizasyon artığını bağlayıp bulandırmışlardır.
Bu işte başarılı olanlar içerisinde takva ehli bile bulundu. Onlarda dine daha
sıkı sarılayım diyerek alet olmuştur.
İşte “Genç olan din” birdenbire ihtiyarlama
vaktine erişmiş gibi sancılanmış kendini tedavi etmek isteyenlerin elinde
bulmuştur.
Hastane iyi ve güzeldi. Fakat doktorları ne kadar
mahirdi onu bilmek bugüne kadar mümkün olamadı. Çünkü tedaviyi uygulamaya
çalışan doktorlar o kadar şey denediler ki, kim doğru, kim eğridir diye
kendileri dahi söylemeye çekinir oldular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
zamanında “genç olan İslâm” şimdilerde ihtiyar aşılması zor bir dağ gibi
en üst tepesi bulutlar içinde kaldı.
Sonuçta çözüm arayanlar ve bulanlar eski ümmetler
gibi yetmiş üç fırkaya ayrıldılar.
Cemaatler şeklinde örgütleştiler. Her cemaat kendisindeki olan ile
övünmeye başladı. Bu övünüş o kadar
ileri gitti ki, din gitti yerine cemaat, hizip, tevil vb. geldi.
Niyet halisti.
Fakat din(i)dâr elinde din fitnelendi, yoruldu ve ihtiyarladı.
İNSANLARI TAŞIYACAK DİN, İNSANLAR TARAFINDAN
TAŞINMAYA BAŞLAYINCA BÜTÜN NOKSANLIKLAR HUZURSUZLUKLAR PEŞİNDEN GELDİ.
İşte Çözüm “Genç İslâm Dinin Esasları”
İMAM-I ŞAFİYE VE AHMED B. HANBEL radiyallâhü
anhümaya GÖRE
“İslâm’ın temeli üç hadis üzerine kurulmuştur.
Birincisi, “Ameller niyetlere göredir.”
İkincisi, “Helal ve haram bellidir.”
Üçüncüsü ise “Dine dinden ve sünnetten olmayan bir
şeyi katmak merduttur, reddolunmuştur” hadisleridir.
İmam-ı Şafii bu hadisin fıkıhtan yetmiş ayrı bâba
girdiğini ifade eder. “Dinden olmayan bir şeyi dine katan reddolunur” hadisi
ahiret işini, “Ameller niyetlere göredir” hadisi
de dünya işlerini tanzim etmiştir.
EBU DAVUD Radiyallâhü anhe GÖRE;
“Müsned’e baktım ve dört bin hadisten meydana
geldiğini gördüm. Sonra dört bin hadisin dört hadis etrafında döndüğünü gördüm.
Bu hadisler de
“Ameller niyetlere göredir.
“Helal bellidir, haram bellidir.”
“Allah güzeldir, güzeli sever.”
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi
İslam’ının güzelliğindendir”
hadisleridir.
Bu hadislere bazı ilim adamları
“Kendin için istediğini mü’min kardeşi için de
istemeyen kâmil mü’min sayılmaz” hadisini de eklemişlerdir.
Ayrıca bazı hadisçiler “Din nasihattir.”
“Dünyaya zahid ol ki, Allah seni sevsin; insanların
elindekine zahid ol ki, insanlar seni sevsin.”
“Ne zarar vermek var, ne de zarar görmek vardır”
hadislerini de bu hadislere ilave edilmiştir.
Sonsöz olarak “Ebrârarların iyilikleri mukarrebler
yanında günah yerindedir” hikmetini tekrar okumuş olduk.
İhramcızâde İsmail Hakkı
MÜSLÜMANLARIN ÜZERİNDEKİ RAHMANÎ GÖRÜNEN KOMPLOLAR
De ki: «Eğer (yeryüzün) de (insanlar gibi) sakin
sakin yürüyen melekler olsaydı biz ancak onlara gökden melek bir rasül
gönderirdik».
(İsra, 95)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı
yapılan mücadele kapsamında başarısız kalanlar kaleyi içten fethetmenin yolunu
yine İslâmî referansları kullanarak öyle bir sinsî mücadeleye girdiler ki, saf,
temiz ve iyi niyetli Müslümanları, kendi elleriyle kendini kesenlere
çevirdiler. Hedef konuları seçen hain niyetli ve Müslüman kimlikli kimseler
İslâm’ı dumura uğratmak için genel çerçevede müteşâbih konuları seçip harakete
geçtiler. Hz. Osman radiyallâhü anh ve Hz. Ali kerremallâhü veche döneminde
atılan siyâsî fitne tohumları ile Müslümanları yok edemeyenler, bu sefer
itikadî konularda taarruza geçip sağlam dinin duvarlarında kapanmaz delikler
açmaya çalıştılar. Yıllarca iyi niyetli Müslümanlar tarafından kapatılamayan bu
delikler, art niyetli hainler tarafından da sürekli olarak istismar edilerek
günümüze kadar geldiler. Bu gizli savaşın içinde hedeflerinden bazıları üzerine
yoğunlaşarak diyebiliriz ki;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem son
peygamber olduğunu iddiâ ediyorsa, onu
nasıl son rasül olmaktan çıkarabiliriz diye Hz. İsâ aleyhisselâmı göğe
çıkartıp, yere indirelim dediler. (Müslümanlarda bu konuda çaresiz kalınca İsâ
aleyhisselâmı Muhammed Ümmeti yaptılar) O da yetmedi bir de Mehdi aleyhisselâmı
da ilave ettiler. Komployu da tutturmak ve sahih hadis kitaplarına girmesini
sağlayabilmek için Tevrat nakillerini çorbanın tuzu misali olabildiğince olur
olmaz cümleler ilave ederek servis yaptılar. (Tutturmak içinde türlü cifir
hesapları da ayrı bir husus)
Mesela “bilgi teröristi” Yahya ed-Dımeşkî
(30-133/650-750) gibi bazıları devletin üst kademelerine sızmış alt yapıları
hazırlayıp kademe kademe ilerlediler. Bazılarıda siyâsî emelleri için Sahabe
efendilerimizin güzel adları ve ismetleri bu art niyetli ve komplo uzmanlarına
malzeme olması için ustalıkla kullandılar.
Daha önce Mehdi aleyhisselâm hakkında araştırma
yaparken şunu gördüm ki, “kim bir mehdi gelecek” demişse onun sonunda
kendisinin mehdi olduğunu iddia ettiğini görülmüştür. Hz. İsâ aleyhisselâm içinde
keza yine öyledir. Bu türlü yapılan gizli operasyonların amacında Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem olan düşmanlıktan başka bir şey görünmemektedir.
Aşağıda bir kısmını eklediğim Prof. Dr. Hüseyin YAŞAR Beyefendinin, Hıristiyan
Dünyasında Kur'ân Karşıtı Söylemin Tarihsel Kökleri isimli eserinde Hz. İsâ
meselesini okuyunca anlaşılacak ki, çok vahim bir durumlar vardır.
Aslında bir Müslümanın söylemesi gereken şudur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem İslâm dini
ikmal eyledi ve görevini tam olarak yaptı. Yani O’ndan sonra birisinin gelip
O’nun getirmiş olduğu İslâm’a ekstradan bir şey katamayacağı şekilde bilgi ve
uygulaması ile dini kemal üzere bıraktığıdır. Eğer bir kişi Mehdi veya İsâ
aleyhisselâmı inadına bekliyorsa bu apaçık İslâm Nebisine karşı açılmış olan
savaşın emperyalist emellerine hizmet edeceğini unutmamalıdır. “İsâ
aleyhisselâm gelecekse neyi getirecektir. Mehdi aleyhisselâm gelecekse
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yapamadığı bir şeyi mi başaracaktır.”
Sorusunu niye bir Müslüman kendine sormaktan çekinmektedir.
Eğer Müslümanlar olarak çalışmazsak, okumazsak,
gayret göstermezsek daha önceden de Mehdi’yim, İsâ’yım diye geldiğini iddia
eden bir çok emperyalist bir ajanın oyuncağı olur ve sömürülürüz.
Unutulmamalıdırki üzerlerimizdeki atalet, perişanlık dinden değil bizlerin
acizliği ve cahilliğimizdendir. İslâm açık ve bellidir ve üzerinde
anlaşılmayan bir mevzusu yoktur. Öyleyse Mehdi’yi veya İsâ aleyhisselâmı
zorla gökten indirmek hayaline niye müptela olmaktan kurtulamıyoruz.
Niye mi?
Tembeliz de ondan. İllâki bir kurtarıcı gelsin de
bizi kurtarsın, diye beklemekteyiz. (Çok bekleriz.)
Eğer Fatih Sultan Mehmet ve ve hocası Akşemseddin
hazretleri İstanbul’un fethi konusundaki efsaneye uysalardı (Mehdi alacak?)
Bugün üzerinde yaşadığımız İstanbul hala Bizans’ın elinde kalacaktı.
Uyanmak lazım, ama nasıl?
……..
Okumak, okumak, okumak……
Biraz şaka gibi gelecek ama, biraz Dedekorkut
Masalları okumanızı tavsiye ederim. Eskiden bir Türk dünyayı fethediyordu.
Şimdi ise çocuklarımız Harry Potter hikâyeleri ve insanüstü olmanın kolay
yollarına arayarak büyücülükten medet bekliyorlar. Öyle bir hale geldik ki
insanlar bir şey okusun diye, okuma başlıklarına “…..sır” “….esrarı” “……
şifresi” diye ilave yapmaktan başka çaremiz kalmadı.
İkrâ (Oku) ile başlayan bu din ancak okumakla
kuvvet bulur. Sonra diğer şeyler peşinden gelir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
ŞEYTANÎ DÖNMELER
Gün geçmez ki, “…..İslâm’a girdi”, “…….artık İslâm’ın taraftarı
oldu”, “………müjde” gibi haberler ile
Müslümanlar sevince gark olurken, dönme bir dönüşle dönmüştür ki, yıllarca
nesli Allah Teâlâ’ya kul olmuş kişiye, İslâm’ı öğretmeye başlamıştır.
Dönme dönmüştü, meğer Müslümanı döndürmek için
dönmüştü.
Neye döndürmek? Kendi inancı olan dine… Onun dinide
İslâm adını almış, yıllarca dine emek vermiş, dindâr kişilere karşı gizli
savaşın mücadelesini vermeye başlamıştı.
İnsanın zayıf noktalarından biri de “yenilikçi
olma arzusu” dur. Zayıf noktayı bilenler, “bıkma ve usanma yorgunluğu”
nu, bu şekilde kullanacaklar ve tatmin olmak isteyen kesimi uyuşturmak
suretiyle dönmeye yöneltilecekti. İslâm Yahudilik gibi, ırkî, milliyetçi bir
din değildir. Ancak dönmenin işbirlikçi tuzağını “feth” kavramı içinde
eritince, Müslümanı “aldanma tuzağı” na çekmeye başladı. Müslüman
duymadığı ve görmediğini devşirme ile çok güzel görüyordu. (Misal: İslam
tarihindeki felsefi tercümeler hareketi)
Dönme ve yandaşları hep tarih boyu aynı nakaratı
tekrarladılar.
“Atalar dini seni perişan kıldı”, “Kur’ân-ı
Kerim’den uzaklaşmışsın” “Ben dini kitabınızdan okudum, siz tabu yapmışsınız ve
okumuyorsunuz”,
Nedense bugüne kadar dinin gelmesine sebep olan “dönmenin
atası olmadığı ve dinin çilesini çekmiş hayatını gariplikten kurtaramamış
beğenmediği Müslüman” olduğunu görmüyordu.
Niye dönme, Müslümana, İslâm’ı öğretmek istiyordu
ve sebebi ne idi?
Söz burada çoğalır gider….
İslâm’a döndüm diyenlerin sırrını çözmek isteyen
biriysen, çok zaman alsa da bilmekte fayda vardır ki, sana söyleyebileceğim
birkaç husus şu olabilir;
Birisi “evlat, babanın sırrını taşır”
derler. Diğeri, dönmenin peşinden, para ve mevki de takip etmesidir.
Demek ki dönmede bir hile vardır. Mesela bir
zamanların şarkıcısına bakıyorsun ki, önce eşini boşuyor. Sonra İslâm’a döndüm
diyor. Sonra bir medyaya ortak oluyor.
Ne oluyor. Çünkü boşluk oluşacak, o boşluk dönmeyle
dolması gerekiyor da ondan. Daha sonra, doğruluklarla karışmış zehrini garip
Müslümana kusup duruyor. Zaman geçiyor,
toplum unutkan olduğu için, çilesini çekmediği davanın temsilcisi oluyor.
Yıllarca çile çekmiş Müslüman, çilesine bir çile daha katıyor.
Sözün burasında dönmeden, şeytan ne murat etti?
diye düşünürseniz, İblis avenesi ile aldatmaya çalıştığı toplumdan bazen usanç
duyarmış. Çaresi kalmazmış. O zaman dönmesine biraz katkıda bulunduğu (rüyalar
ile) ve yardım ettiği nadide elamanı ile kaleyi içten fethetmeye çalışırmış.
Bahsettiğimiz bu hile, şeytanın en son müracaat ettiği, zor başardığı bir
hilede olsa sonuçta en çok kazançlı olduğu ve denediği bir taktiktir. “Hüsn-ü
zan memuru” olan Müslüman bu kapıdan sokulur. Öyle komplo kurbanı olur ki,
dönme dahi bilemez. Dönme, bir zaman sonra bir dönüş ile dönerki yerinde yeller
eser, koynunda sevgilisi, parası ve hasretiyle kavuştuğu dünyasında acısıyla
ölür gider. Ancak sonunda onunda ciğerlerini dağladığı ve harap edip bıraktığı
bir Müslüman kalmıştır.
Ey kardeşim şüpheni bir yerde sakla, şüphe
etmediğin gün donuklaşır ve uyuşursun. Günümüzde şüphen senin tek sermayendir.
Allah Teâlâ’m, doğru diye gördüğümüz günahkâr
karşısında, bize ayıklık ver.
“Ey Rasül! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla “İnandık” diyenler
ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar yalan uydurmak için
(seni) dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimelerin
(ifade içindeki) yerlerini bildikten sonra yerlerini değiştirir ve şöyle
derler:
“Eğer size şu hüküm verilirse, onu tutun. O verilmezse sakının.”
Allah, kimin azaba uğramasını istemişse artık sen onun için asla Allah’a
karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi istemediği
kimselerdir. Onlara dünyada bir
rüsvaylık, ahirette ise yine onlara büyük bir azap vardır.” (Mâide, 41)
İhramcızâde İsmail Hakkı
BULANMIŞ TEVHİD EHLİ
Tâbî,
gayret etti, çalıştı son kapıya vardı. Kapı, bir kapı ki, tokmağını sağa
çevirsen başka, sola çevirsen başka açılıyordu.
Hazırlanmıştı, bekliyordu. Fakat beklediği olur mu olmaz mı, onu, kendisi de bilmiyordu. Ancak yol arkadaşı Hâdî ile son kapıda şu konuşma geçti. Her şey birdenbire değişmişti.
Hazırlanmıştı, bekliyordu. Fakat beklediği olur mu olmaz mı, onu, kendisi de bilmiyordu. Ancak yol arkadaşı Hâdî ile son kapıda şu konuşma geçti. Her şey birdenbire değişmişti.
Hâdî:
“Bizimle isen namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Hâlâ bu iş bitmedi mi, mecbur muyuz?”
Hâdî:
“Sonsuz emir var.”
…..
“Kılmak istemiyor musun?”
……
“Melekte olsan, ruh ta olsan, secde edip namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Biz arınmadık mı?”
Hâdî:
“Hem arındık ve hem de bulduk.”
Tâbî:
“Benim kalbimi temizlemedin mi?.”
“Daha namazın ne gereği var, Temiz bir insan olmadım mı?.”
Hâdî:
“En temiz yaratılanlar, melektir. Onların bile kimi rükûda, kimi kıyamda, kimi secdede.”
Tâbî:
“Allah Teâlâ’ya inanıp, rasülüne de iman etmedim mi?.”
Hâdî:
“Ettin.”
Tâbî:
“Hakikatin sırrına erdiğimi çok kere söylemedin mi?”
“Tasavvuf ehliyiz, dâimi salâta (namaza) ulaştık demedin mi?
“O zaman beş vakit namazın bizde iş ne?.”
“Hakikatte şeriat yoktur, diyen sen değil misin?”
“Hakikatin zirvesine ulaşan, Hakk’a yakîn onda beka olan, "kime namaz kılar" diye soran sen değil mi idin?”
…….
“Biz şeriatı bıraktık, ehl-i tarik olduk, demedik mi?”
“Ahâdiyete vardık. Namazın şekliyle bağlanmayız, resmiyetini aştık demedik mi?”
“Ne oldu?”
…
Hâdî, arkadaşı ve talebesi olan Tâbî’den usandı. Eliyle yetiştirdiğine sahip olamamış, ayağını tevhid mertebelerinde bulandırmıştı. Cehennemlik demeye özü varmasa da talebesini nefsine kul olmaktan kurtaramamış, şeytâniyete kaptırmıştı.
Hâdî söze şu şekilde devam etti.
“Sözü uzatma, manayı kaybettin. Ancak son söz olarak sana şöyle diyebilirim.”
“Namaz sakıt olmaz, ancak ne gördün, ne bildin ki kendini kulluktan düşürdün.”
“Allah Teâlâ’nın kulluğundan düşürdüğü ancak şeytan olur.”
"Namaz dinin gereği ve direğidir.”
“Namaz kılmayan kâfir değildir, ama kâfirler namaz kılmazlar.”
“Sen inkârda mı kaldın, ispata varıp Allah olduğunu mu sandın?”
“Ah….iki menzil arasında kalanlar.”
“Bizim sana yardımımız, uyarmak ve “kulluk et” demektir.”
“Ancak nefsine değil.”
“Bizim bu hususta, bir suçumuz yoktur. Senin telef olmanı ister miyiz!”
“Sen ‘fark’ edemeyip kulluğu kaybettin.”
Tâbî:
“Ne demek, bunca emeğim zayi mi oldu?”
Hâdî:
“İblis’te çok emek vermişti, meleklere hoca bile oldu diyorlar.”
“Ne oldu….Ayağı kaydı, şeytan oldu.”
Tâbî:
“Bu haksızlık olmuyor mu?”
Hâdî:
“Haksızlık yoktur. Haddini aşmak vardır.”
“Eğer, bir puta da kulluk etseydin, yine kurtulurdun.”
“Sen kendini anlamak istemiyorsun?”
“Cennetin yolu bir ama, gidişler farklı.”
“Senin işin cennete kapıdan değil bacadan girenlere benziyor.”
“Sen doğruyu arıyordun”
“Hakikati de buldun.
“Fakat şimdi kendini kaybettin.”
“Şimdi durduğun yer belli değil.”
“Haydi git.”
“Biraz da ‘inkâr’ lık çilesi mi, ne çekeceksin.”
“Demek ki, mahcupluk kaderinde varmış. Unutma ki, emeğin zayi olmaz.”
“Allah Teâlâ çok cömerttir.”
…..
“Eğer, bu durumda bir suç var, kimde diye düşünüyorsan.”
“Var, var…”
“Var ama, yolun evvelinde olsa idi, benden idi.”
“Fakat emekten sonra olduğu için, illâki sendendir.”
….“Kovuldun.”
….
“Hayır, Hayır kendini kovdurdun?”
“Benim tavsiyem, yine de umudunu yitirme.”
“Benim vefâm ise, seni unutmamaktır.”
“Ancak yine, ilk sözümüz senin için geçerli.”
….
“Kulluk işareti olan namazı kılacaksın.”
Tâbî:
“Namaz mı?”
Hâdî:
“Evet”
Tâbî:
“Offf….”
“Bizimle isen namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Hâlâ bu iş bitmedi mi, mecbur muyuz?”
Hâdî:
“Sonsuz emir var.”
…..
“Kılmak istemiyor musun?”
……
“Melekte olsan, ruh ta olsan, secde edip namaz kılacaksın.”
Tâbî:
“Biz arınmadık mı?”
Hâdî:
“Hem arındık ve hem de bulduk.”
Tâbî:
“Benim kalbimi temizlemedin mi?.”
“Daha namazın ne gereği var, Temiz bir insan olmadım mı?.”
Hâdî:
“En temiz yaratılanlar, melektir. Onların bile kimi rükûda, kimi kıyamda, kimi secdede.”
Tâbî:
“Allah Teâlâ’ya inanıp, rasülüne de iman etmedim mi?.”
Hâdî:
“Ettin.”
Tâbî:
“Hakikatin sırrına erdiğimi çok kere söylemedin mi?”
“Tasavvuf ehliyiz, dâimi salâta (namaza) ulaştık demedin mi?
“O zaman beş vakit namazın bizde iş ne?.”
“Hakikatte şeriat yoktur, diyen sen değil misin?”
“Hakikatin zirvesine ulaşan, Hakk’a yakîn onda beka olan, "kime namaz kılar" diye soran sen değil mi idin?”
…….
“Biz şeriatı bıraktık, ehl-i tarik olduk, demedik mi?”
“Ahâdiyete vardık. Namazın şekliyle bağlanmayız, resmiyetini aştık demedik mi?”
“Ne oldu?”
…
Hâdî, arkadaşı ve talebesi olan Tâbî’den usandı. Eliyle yetiştirdiğine sahip olamamış, ayağını tevhid mertebelerinde bulandırmıştı. Cehennemlik demeye özü varmasa da talebesini nefsine kul olmaktan kurtaramamış, şeytâniyete kaptırmıştı.
Hâdî söze şu şekilde devam etti.
“Sözü uzatma, manayı kaybettin. Ancak son söz olarak sana şöyle diyebilirim.”
“Namaz sakıt olmaz, ancak ne gördün, ne bildin ki kendini kulluktan düşürdün.”
“Allah Teâlâ’nın kulluğundan düşürdüğü ancak şeytan olur.”
"Namaz dinin gereği ve direğidir.”
“Namaz kılmayan kâfir değildir, ama kâfirler namaz kılmazlar.”
“Sen inkârda mı kaldın, ispata varıp Allah olduğunu mu sandın?”
“Ah….iki menzil arasında kalanlar.”
“Bizim sana yardımımız, uyarmak ve “kulluk et” demektir.”
“Ancak nefsine değil.”
“Bizim bu hususta, bir suçumuz yoktur. Senin telef olmanı ister miyiz!”
“Sen ‘fark’ edemeyip kulluğu kaybettin.”
Tâbî:
“Ne demek, bunca emeğim zayi mi oldu?”
Hâdî:
“İblis’te çok emek vermişti, meleklere hoca bile oldu diyorlar.”
“Ne oldu….Ayağı kaydı, şeytan oldu.”
Tâbî:
“Bu haksızlık olmuyor mu?”
Hâdî:
“Haksızlık yoktur. Haddini aşmak vardır.”
“Eğer, bir puta da kulluk etseydin, yine kurtulurdun.”
“Sen kendini anlamak istemiyorsun?”
“Cennetin yolu bir ama, gidişler farklı.”
“Senin işin cennete kapıdan değil bacadan girenlere benziyor.”
“Sen doğruyu arıyordun”
“Hakikati de buldun.
“Fakat şimdi kendini kaybettin.”
“Şimdi durduğun yer belli değil.”
“Haydi git.”
“Biraz da ‘inkâr’ lık çilesi mi, ne çekeceksin.”
“Demek ki, mahcupluk kaderinde varmış. Unutma ki, emeğin zayi olmaz.”
“Allah Teâlâ çok cömerttir.”
…..
“Eğer, bu durumda bir suç var, kimde diye düşünüyorsan.”
“Var, var…”
“Var ama, yolun evvelinde olsa idi, benden idi.”
“Fakat emekten sonra olduğu için, illâki sendendir.”
….“Kovuldun.”
….
“Hayır, Hayır kendini kovdurdun?”
“Benim tavsiyem, yine de umudunu yitirme.”
“Benim vefâm ise, seni unutmamaktır.”
“Ancak yine, ilk sözümüz senin için geçerli.”
….
“Kulluk işareti olan namazı kılacaksın.”
Tâbî:
“Namaz mı?”
Hâdî:
“Evet”
Tâbî:
“Offf….”
İhramcızâde
İsmail Hakkı
YOL VERENİN OLSUNDA, İSTERSE KÂHİN OLSUN
Kendine güvenini kaybetmiş bir adam sığınmak için
mağaraya girdi. Orada bir kâhinle karşılaştı ve konuştu. Bu görüşme sayesinde
bir şeyi bulmuştu.
Güven.
Adam, âdem
oldu.
Yalanda olsa, doğru da olsa kâhin bile bir adama
yol veriyordu. Öyle bir yol ki, kendisi için düşünemeyeceği kadar yüksek bir
yoldu.
Kâhin onu alçakken yükseltti ve yüceltti.
Meğer bahsettiğimiz adam ölümsüz olmak istemekte
imiş.
İnsan ya, ölümsüz olmak isteyebilirdi. Fakat nasılı
vardı. Kâhin onu bu nasıldan geçirecekti ve geçirdi, sonsuzluğa doğru seyrini
başlattı.
Adam, mağaraya niye geldiğini sorarak kâhinle söze
başladı.
Adam:
“Ben seçilmiş biri miyim?
“Bu Kaderim mi?”
Kâhin:
“Ben kâhinim.
“Kâhinim diyerek, görme gücümün bir lütuf olduğunu
düşünüyorsun,
“Ben seçilmek istemem mi?”
“Fakat gün senin için doğdu?”
Adam:
“Bu lütuf mu?”
Kâhin:
“Lütuf olduğu nasıl düşünülür? Geleceği görebiliyorum, fakat değiştirecek
gücüm yok.”
Adam:
“Niye, Ben?”
Kâhin:
“Annen inançlı bir kadındı?”
“Baban için çok söz söylemeye gerek yok, anne iyi
ise sen iyisin, demektir.”
“Nesilleri kıran annelerin iyiliği ve kötülüğüdür.”
Adam:
“Annem iyi idi, öyleyse, ancak tanrısı en ihtiyaç duyduğu zamanlarda
yanında yoktu.”
Kâhin:
“Bilemem”
“Ben ve sen aynı kaderi paylaşıyoruz. Sen
geçmiştekilerle ben ise yaşanacak gelecekle.”
Adam:
“O zaman gelecek tam olarak ayarlanmıyor veya
ayarlıyamıyor muyuz?”
Kâhin:
“İhtimalleri o kadar çok ki, geçti artık, hayatın
bir savaş için olacak. Sen seçildin?”
Adam:
“Bunca yıldır, ilgilenilmeyen biri gibiydim.
Şüphelerdeydim.”
“Beni buraya getiren o zaman şüphem midir?
Kâhin:
“Olabilir, Hayatında savaş yazılmış. Barışı bulmak
istiyorsun. Bunun için ne gerekirse, fedâ edeceksin.”
“Bedenin ölecek olsa da, zaferin öyle değil.”
Adam ve kâhin sustular…..
…….
Kâhin:
“Doğrulara şüphe duyarak ulaşabilirsin. Ancak senin
bir fazla bilgin var, o da zaferin senin yanında olacağını görüyorum.”
“Korkularını paylaşıyorum! Savaşmalısın. Savaşta sayının hiçbir önemi
yok. Sadece cesaret vardır.
“Bugün ve bundan sonra kader seninle”
“Rakiplerin çok sayıda ve güçlü diye senden üstün
oldukları aklına getirme. Onlar korkaklardır! Maskenin ardına saklanıyorlar! Onlar da senin gibi ölümlüler.”
“Sakın bu savaştan kaçma, onurunla savaş. Çünkü
onlardan senin bir fazlan var. Kazanacağın inancı. Onlarda ise bu yok. Bu büyük
bir kayıp.”
Zafer senin ve inananlarındır.”
Yukarıda geçen diyalog tarih sahnesinde onlarca
insanın başından geçmiş bir vakıadır. Büyük insan bildiğimiz kimselerin gücünde
bu türlü olaylar her zaman vardır ve bundan sonrada olacaktır.
Farz edelim ki bu anlattıklarımızın hepsi bir
efsane olsun. Öyle günler yaşıyor ki günümüz insanı, yalan bile olsa ona güç
verecek bilgiler sunan kişilerden yoksun olarak başıboş bir hayatın içine doğru
sürükleniyorlar.
“Ötekileri ve şüpheleri kalmayan toplumlar
yıkılmaya mahkûmdurlar.”
Yalan bile olsa bir inancı olmayan bir kişi ne
kadar güçlü olabilir ki;
Etrafınıza bakın şüphesi olmayan insanlarla
çevrilisiniz.
İnsanlar neyi kaybettiler ki, şüpheleri kalmadı.
Cemil Meriç’in düşüncesi üzerine “insanlar en
değersiz varlığı şüphelerini kaybederlerken ruhları kaybedeceklerini”
hatırlarına getiremediler.
Günümüz insanı şüphesini kaybetmiştir.
İnandığı şeyleri, kişileri tabulaştırmayı ne kadar
çok seviyorlar. Sonra da niçin, neden böyle oluyor? deyip duruyorlar.
Allah Teâlâ “düşünmüyorlar mı, akletmiyorlar
mı?” derken “şüphe etmiyor musunuz?” yani, “beni bile araştırıp
öyle bulun, yoksa günün birinde seni, adamla, parayla, mevkiiyle, fikirle vb.
şaşırtırlar” demek istemiştir.
Hiç düşündünüz mü?
Büyük şahsiyetlerin çoğunda (meczup) delirme
vakitleri bulunur.
Niye mi?
“Sorgulamış, cevabını bulamamış” ancak “çalıştığı ve gayret ettiği için Allah Teâlâ emeğini zayi
etmemiş, ona gerçek yüzünü göstermiş,” büyük olmuştur.
Ey gerçeği görmek isteyen kardeşim!
Bela, çile, iftira delhizlerine düşüp delirmeden
hakikat deryasına ulaşacağını mı sandın?
…..
Yok,
Yok…..
…..
“Ey yalancı kendinden bile korkuyorsun, gerçek sana
yüz açar mı?
İhramcızâde
İsmail Hakkı
MİSYONERİN AŞKI
“Taktik manevralar esnasındaki en
büyük başarınız
bu manevraları düşmandan saklamakta göstereceğiniz ustalıktır.
Manevralarınızı sakladığınızda düşmanın casuslarından
ve böylece düşmanın taktisyen beyinlerinden korunmuş olacaksınız .”
(SUN TZU-Savaş Sanatı)
bu manevraları düşmandan saklamakta göstereceğiniz ustalıktır.
Manevralarınızı sakladığınızda düşmanın casuslarından
ve böylece düşmanın taktisyen beyinlerinden korunmuş olacaksınız .”
(SUN TZU-Savaş Sanatı)
Vatikan
ve Kiliseler Birliği adına "Dinlerarası Diyalog" fikrini
ortaya atan misyonerler teşkilâtının lideri Louis Massıgnon'un
Misyonerler Zirvesi’nde yaptığı konuşma aynen şöyledir:
"Müslümanların
her şeyini tahrip ile mahvettik. Dinleri, inançları, ahlâkları, dine
bağlılıkları ve insanî duyguları mahvoldu. Onların millî-mânevî değerlerini
Batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslâmiyet'ten
uzaklaştırdık. İslamiyet'i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur'ân-ı Kerîm
öğrenmeyi suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu hiçbir şeye
tam olarak inanmıyorlar. Ehl-i sünnet îtikâdı başta gelen düşmanımızdır. Bu
itikadı geçmişte sapık inançlara kanalize ettik. Son yıllarda ise Müslüman
görünen bazı ilâhiyatçılarla, 14 asırlık dinlerini, itikatlarını, ibadetlerini
tartışır hâle getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük. Bundan sonra siz
misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize va'di, yurtdışında iş
imkânı hatta fuhşu kullanarak Müslümanları Hıristiyan yapınız..” (M.
Necati Özfatura- Türkiye Gazetesi)
Hampher,
“İslam’ı Nasıl Yok Edelim? de şu ifadelere yer vermiştir:
“…Müslüman
genç erkek ve kızlar arasında kayıtsızlık ve dinsizliği yaymalıyız.
İslâm’a yönelik şüphe ve kuşkular uyandırmalıyız. Kiliseye bağlı okullarda
ahlâka ve İslam’a uymayan kitaplar ve yayınlar dağıtılmalı, gayr-i ahlâkî
ilişkiler için spor merkezleri kurulmalı, gençlerin gayr-i müslim dostlar
edinmelerini sağlamalıyız. Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup gençlerin
katıldığı dernekler kurmalıyız. Mümkün olan her vesileyi kullanarak Müslüman
gençliği tuzağa düşürmeliyiz.”
“…Ailelere
nüfuz edilerek, baba-evlad ilişkileri, sömürü kültürünün etkisinde kalacak
şekilde düzenlenerek, artık büyüklerin nasihatlerinin dinlenmeyeceği derecede
bozulmaya çalışılmalıdır. Gençleri dinî inançlarının etki alanından
çıkararak din âlimleri ile ilişkilerine son vermek böylelikle mümkün
olacaktır…”[1]
Misyonerler
hakkında çok söze gerek yoktur, fakat görünen manzara şu şekildedir.
Onlar
artık içimizde sözü geçen, bir lider, bir hoca, bir şeyh, bir yardım kuruluşu,
bir okul, vb….uzuyan zincirin içinde hizmetin çeşitli adlarıyla faaliyet
göstermektedirler.
Neyi
nerede bulacağız, neyi soracağız?
Bilemiyoruz.
Dostumuz
dediğimiz hain değil ama, onların eline düşmüş, hizmet kuşu mu olmuş ne, dallar
ve budaklar arasında mı da, diyemiyoruz.
Kimi
kiminle kıyas edeceksiniz.
Edemezsiniz.
Cahiliz,
bilgimiz yok.
Düşman
içimize girince asalak ilacı alıp öldüreyim derken kendimizi öldürüyoruz.
Size
garip bir örnek vereyim, eskiden “dinler arası diyalog” diyorlardı. Tutmadığını
gördüler, şimdi tarikatları, tasavvufu ve en güçlü felsefesi “vahdet-i vücud”u
denemektedirler. Ne yazık ki göl maya tuttu, zannedersem. Öyle ki (kendim için
söylüyorum) bizim bile yazılarımız onların isteklerine uygun düşecek hale
geldi.
Futbol
sahasında kaleyi boş bırakmak yanlıştır. Ancak golleri kaleciler atıyor.
Sahadaki oyuncular ise mücadele ederken, golleri kaleci yiyor.
Kaleci
nasıl gol atar veya yer?
Nasıl
mı?
Tabi
ki; karşı takımın gizli oyuncusu olursa. (Penaltı tutarsın gol atmış olursun,
yersin, gol yemiş olursun)
Günümüzdeki
Müslümanlar artık kendi kalecisinden gol yiyor.
Takım
kurmak zor, yapılanmak zor.
İlk
vagonu kaçırmış tren yolcusu gibiyiz. Hiçbir şekilde ön vagona binemiyoruz.
Ne
yapmalıyız?
Bizlerde
onlar gibi tren vagonlarında seyahat etmeli miyiz?
Ne
zaman lokomotife ulaşırız…….
Ne
zaman olur bilemiyorum?
“Şüphe
elde kılıç gibidir, başkasını keser, seni de bazen kesebilir.
Şüphesi
oluşmayan bilgi ham bilgidir. Şüphesini taşıyarak kabul ettiğimiz inançlar daha
sağlamdır.
Şüphesi
olmayan imanlı sayısı çok fazla olsa da başkası tarafından şüpheye
düşürülünce çabucak yok olup gitmektedirler.
Hakiki
iman vardır. Fakat hakiki imana herkesin kavuşmasını bekleyemeyiz.”
Döne,
döne yaşadığımız bu dünya bazen birine bazen diğerine güler. Herkesin yaptığı
yanına kâr kalmaz, ancak lâkini vardır.
Fitne
kuyruğunu yutmuş yılan gibidir. Yılan, kuyruğu yutarım zannederse de kendini
helak etmekten kurtaramaz.
Ben
bir şey biliyorum,
“Ey
insanlık başıboş değilsin. Kâinat sahibinin celâli bir gün cemâlini yakalar.
Ucu hepimize dokunsa da O oyunu her zamanki gibi bozmaktadır.”
İhramcızâde İsmail
Hakkı
ATEİSTİN DİNDAR OLMA DENEYİMİ
Geçenlerde
dinsizim diyen biri yanımıza geldi. Kendince deliller yazmış sıralamıştı. Bende
ne söyledimse kâr etmedi. Ona dedim ki,
“Öyleyse
sana bir şey desem yapar mısın?”
“Ne gibi?”
“Bir rüya
görsen senin için neyi ifade eder?”, dedim.
“Pek bir
şeyde ifade etmez.”
“Aynı
rüyayı iki kere görsen yine senin için neyi ifade eder?”
“Yine bir
şey ifade etmez.”
“Tekrar
görsen neyi ifade eder?”
“Aynı şeyi
tekrar tekrar görüyorsam, şüphe ederim, belki,”
“Bende bir
cümle söyleyeceğim üç kere tekrarlayıp uykuya yatacaksın. Olur mu?”
“Olur.”
“Çok
kolay, birkaç kelime söylemek ile benim ne zararım ve kârım olabilir ki” dedi.
Bende
ondan söyleyeceğine dair söz aldım ve kelimeleri söyledim.
O da gidip
söylemiş ve sabaha kadar beklemiş, gördüğünü görmüş ve yanıma gelmişti. Hıçkıra
hıçkıra bana ağlıyordu.
Ne oldu
ki…
Burası
sana da bana da gizli kaldı.
Eğer bu
yazıyı okuyan bir dinsiz ve ateist kardeşimiz ise ona da söylüyorum;
“Sende
söyle bu cümleyi düşüne düşüne söyle görelim neler olacak.”
“Nede olsa
bir cümle duya duya söylesem benim için bir şey olmaz, de ve söyle.”
İşte
sonsuzluğun ve ebedî hayatın bereketli cümlesi.
“Seni ne
kadar çok özlemişim Ya Muhammed; ben seni bulamadım, Sen beni bulur musun?”
İhramcızâde İsmail Hakkı
ŞEVKET BABA’yı ÖZLEDİK
Özlem gidermek ne zordur.
Eskiden “zorla cennete sokulan kullar gibi” bir sebep zuhur eder yanına
muhakkak giderdik. O gitti. Kitabı
okuyanı çok severdi. Kaç tane kitap karaladık. Son yazılan bir kitap. Ruhu gördü ama, yeni çıkacak Amiş Efendim’i zahirende bir
görseydi.
Cihan’ının içinde yerimiz vardır. Ne var ki, devir devrederken dökülen
yapraklar arasında kaldık.
Demirli bahçeye girmek için zırhlı olmak gerekir, derler. Yollar engel,
zahir engel.. engel… engel..
Gücümüz yok.
Tek sermaye hasretlik. O da para etmiyor.
Şevket Baba!
Seni biz özledik. Yedirdiğin lokmalar içimizde telef olmadı. Ancak
hasretlik acısı kaldı.
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
Efendi “Geçmiş hayali cihan” derdi.
Cihan var ama, bize hep hayal kaldı.
İhramcızâde İsmail Hakkı
(TRANS) DEĞİŞİMİN TABİATI: ÖTELEME= YAYILMA = DEĞİŞİM
Toplum üzerine yapılmış olan ilmî sistematik
araştırmalar, çeşitli faktörlere bağlı olarak bütün insan topluluklarının
değişime uğradığını göstermektedir. Her toplumda, tarihi gelişim süreci içerisinde farklı
uygarlıklar, kültür ve dinlerle ilişki içerisine girmek suretiyle bünyesinde
sosyo-kültürel içerikli değişimler ortaya çıkmaktadır. Bilineceği gibi sosyal
bir sistem olarak toplum, toplumsal olgular veya kurumlardan oluşan bir yapı
olup, toplumsal yapı, kurumların
belirlediği sosyal ilişkilerden oluşmaktadır. Sosyo-kültürel değişimle ifade
edilmek istenilen ise, toplumun kültürü ve yapısında ortaya çıkan
değişimlerdir.
[İnsanlık tarihi bir değişim tarihidir. Değişimin olmadığı hiçbir mekân ve zaman olmamıştır ve olmayacaktır.
Zira değişmeyen tek şey değişimdir. Değişime direnç her düzeyde ve her
zaman var olmuş ama bu çabalar hep yenilmeye, mahkûm olmuşlardır. Değişim her
zaman bir süreç olayıdır ve bu sürecin hızı hep aynı olmamıştır.
Günümüzde değişim neredeyse baş döndürücü bir hıza
ulaşmıştır, insanın bu değişim olgusunu kabul edip, buna ayak uydurmaya çalışmaktan başka çaresi
yoktur. Değişime ayak uyduramayan, İster
istemez basamaklardan aşağı düşecek, sonra kendisini adapte etmeye başlayacaktır.
Ne var ki bu kez çıkış noktası diğerlerine göre daha altta olacağından yetişmek
için daha fazla çaba harcayıp, daha harcamak zorunda olacaktır.] (Değişim ve
Etik, CHANGE AND ETHICS, Hilmi ÖZDEN , Ömür ELÇİOĞLU Dr.Osmangazi Üniversitesi
Tıp Fakültesi Deontoloji ABD, Eskişehir)
İnsan ve toplum değişiminin olumlu veya tersi
olması çokta önemli değildir. Önemli
olan etkiye maruz bırakan faktörün doğru veya eğriliği olabilir. Ancak tarih
boyunca görülen değişim süreçleri için pek olumlu düşüncelere sahip olmamız pek
mümkünde değildir. Öyle ki kaderî bazda itilmişlikler vardır. Düşünün bir kere
Âdem aleyhisselâm Allah Teâlâ’nın “yeryüzünde halife yaratacağım” müjdesine mazhar iken cennetten çıkışında ve
değişime uğramasında bir zorlama olduğunu hatırlamak gerekir. Günümüzden misal
verecek olursak, İslâm’ın cihan hâkimiyetinden bahsederken dar bir dünyaya
sığınmaya yönelmesinden çıkarmak ve hareket geçirmek için, onu rahatsız edip
dış dünyaya açılmasında zahirden gelen “müceddid” (yenileyici) e muhtaç
olmuştur. Burada Mehdi veya İsâ
aleyhisselâm konusunu ele almak istemiyorum. Çünkü bu meselenin her tarafı
hakikat olsa da İslâm Dünyası’nı atalete düşürmüş ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme karşı yanlış yapmamıza sebep olmuştur. Dünyayı müslüman
etmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme layık görmeyen İslâm Dünyası’nı
bu “beklenti sendromu”ndan çıkarmanın da, ne kadar zor olduğunu da
söylemek gerekir.
Franz Kafka’nın “Değişim” isimli eserinde
gördüğümüz kadar, değişimin ev içinde dahi zor olduğunu göstermeye yeter ve
artar.
[“…hiç beklemediği inanılmaz ağrı sanki yer
değiştirirse kaybolup gidecekmiş gibi, ileriye doğru sürüklenmek istedi;…”
“…müstahdem göreviyle çalışmaya başladığından beri
davranışlarında açığa vurduğu bir dikbaşlılıkla, babası biraz daha masa başında
kalmak için diretiyor, ancak bu arada hep de uyuyakalıyor ve o zaman
sandalyesini yatakla değiştirmeye kendisini razı etmek için evdekiler akla
karayı seçiyordu….”
“…Gregor; çünkü birkaç hava deliği bırakılmış uygun
bir sandığın içine koyup onu, bir yerden bir yere kolaylıkla götürebilirlerdi;
ailesini ev değiştirmekten en başta alıkoyan, daha çok, kendilerini
kaptırdıkları tam bir umutsuzlukla bütün akraba ve eş dost çevresinde kimsenin
başına gelmeyen bir felakete uğradıkları düşüncesiydi. ..”] (Değişim, Franz
Kafka, trc: Kâmuran Şipal, Cem yayınevi, Kasım 1993)
Değişim zor iştir.
Doğu milletlerinde ise bu daha zordur. Hayat
şartlarının sertleştiği ortamlarda bu meseleyi daha bariz görürüz. Tahavvülatın
yavaş seyretmesi eski zamanlarda olumlu sonuçlar verse de günümüzde bu
beklentiye sabır tahammülsüzlük doğurmuştur. Yani tekkeye bir dervişi kırk yıl
alıp yetişsin diye bekletirsen ona en büyük zararı vermiş oluruz. Yine memleket
meselelerinden olan “Kürt Meselesi” de bu meyandan çıkmış işlerdendir.
Tahammülü, itaati sabrı çok fazla olan bir milleti değişime uğratmak için akla
hayale getirmek istemediğimiz şekillerle elektrik şokuna tutulmuş gibi
savurdular.
Sebep değişim, ama ne için değişim?
İşin merkezindeki niyetin ne olduğunu anlıyor gibi
olsak da zamanla gerçeği göreceğimiz için biraz daha bekleyeceğiz.
Önemli olan fert-toplum-millet-devletin “Zorla
değişim” e uğratılmasıdır. Bunun birçok menfi ve müspet sebebini
sayabiliriz. Ancak günümüzde emperyalist
güçlerin kıyamet beklentileri veya dünya düzenini kontrol edebimede daha hırslı
ve aceleci olmaları ile “hızlı hareket” e geçmeleri ile karmaşayı
insanlığa getirdiler. Öyleki kâhinlere söylettirdikleri tarihleri tutturmak
için uğraştılar. (Baba Vanga 2010’da üçünü dünya savaşı çıkacak dedi.)
Sonuçta bir gerçeği gördük. Biraz anlayışımızı aşsa
da dünyada hâkimiyetin ve değişimin insana ait olmadığı ve Allah Teâlâ’nın
hiçbir şekilde kullarına bırakmadığıdır.
“Eğer yerde ve gökte Allah Teâlâ'dan başka tanrılar
bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki
Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya, 22)
Bazen “iyi ki Allah Teâlâ’m sen varsın”
demek ne hoş geliyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar