Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 20





 

HERŞEY ALLAH’TAN AMA SİNEME DOKUNUYOR

Alâeddin (Çelebi).

Mevlânâ Celâleddin Muhammed’in ikinci oğludur. Sultan Veled’le anaları birdir. Doğum tarihini bilemiyoruz. Eflâkî, «Sultan Veled ve Alâeddin, 623 yılında o hâtûndan vücûda, geldiler» diyor (I, s. 26). Bu tarih, Sultan Veled’in doğum tarihi midir, Alâeddin Çelebi’nin mi? İkiz doğduklarına dair bir kayıt yok. Hattâ Eflâkî, Alâeddîn’in, Sultan Veled’den bir yaş büyük olduğunu kaydediyor (s. 303). 623 târihini, Sultan Veled’in doğum târihi olarak kabul edersek Alâeddîn’in 622 de (1225) doğmuş olması gerek. 660 Şevvalinin sonlarında Vefât ettiğine göre (1262), vefatında kırkyedi – kırksekiz yaşlarındadır.

Eflâkî, Şems’in şehâdetine sebeb olanlara uyduğu için, Mevlânâ’nın, onun cenazesine gelmediğini, namazını kılmadığını rivayet eder (II, s. 686, 766). Bir gün, babasını ziyarete gittiği zaman, oğlu Alâeddin’in kabrine

«Senden yalnız ihsan ıssı umarsa, peki, suçlu nereye sığınsın» metninde arapça bir beyitle,

«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin yaptıklarını kabul eder, yalnız onu yarlıgarsan, peki, aşâğılık kişi, suçlu kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin» metninde farsça bir beyit yazdığını söyler (I, s. 523).

Bu beyit, «Mesnevi» nin ikinci cildindedir (Keşf-al Abyât’lı Mesnevi; Teh ran — 1299 h. s. 112, satır. 24). «Mesnevi» nin ikinci cildine 662. de başlandığına göre Mevlânâ, bu beyti, oğlunun mezarına, onun ölümünden iki yıl sonra yazmıştır.

Sh: 220

 

Kaynak: MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN – MEKTUPLAR, Türkçeye Çeviren Hazırlayan : Abdülbakıy GÖLPINARLI, 1963, İstanbul


 

KARA TREN YOLUNDA

Bacasından nur gibi dumanlar saçarak, çılgın düdüklerini haykıra haykıra istasyona doğru yol alıp gelen ve giden "Kara Tren"

Kara tren, bizim diyarımıza hep gece uğrar, zifiri karanlıkta biraz eğlenirdi. İhtiyaç olurmuş gibi, durur, yoluna devam ederdi.

Ben ise gecenin köreldiği saatte, tepede onu bekler, doyumsuz gözlerle bakar dururdum.

"Ne olurdu" derdim. Bu tren bir gün gündüze kalsa da, makinistini bir görsem deyü. Ağladığımda olurdu. Koca trenin her gün, saatini şaşırmadan gelişi ve gidişi beni tüketme noktasına getirmişti. Ancak dualarım kabul olmuş. Olmuş ki, tren bu cuma gecesi durdu. Gitmiyordu.

Ne güzel tren durdu.

Merak ettiğim o insanı görecektim. O kara lokomotifte tren katarlarını götüren makinisti. Hayal ediyordum. Çok kuvvetli biri olmalı, onca vagonu peşine takan lokomotife can vereni.

Gün ağardı. Rayların üzerinde karalar bağlamış lokomotif, peşinde katar katar vagonlar. Bakıyordum. Lokomotiften biri indi. Yüzünü isler hafifçe perdelemiş, terin aktığı çizgiler yüzünde bir hurufat tablosu çizmişti. İneni görünce çok şaşırdım. Bu treni bu ihtiyar yürütebilir mi dedirtecek kadar, yaşlı biriydi.  

"Olsun her gün bu tren buradan geçiyor ve gidiyorsa, bu ihtiyarda gizli bir kuvvet vardır" dedim. Koştum. "Efendim" diyerek eline sarıldım. Yıllar geçirmiş, hasret çekmiş, sevgilisine kavuşmuş bir aşık gibi.

Şöylece bir öfkelendi. "Dur" dedi. Durur muyum, vardım eline...

"Neyse" dedi. Biraz eğlendi. Sonra "oturalım", der gibi bir kenara çekilip, bir başımıza, sukutun dahi konuşmadığı bir zaman geçirdik.

Gözümü açınca, güneş ışıklarını üzerimize çevirmiş sanki bize can vermeye çalışıyordu. İhtiyar makinist konuştu.

-Oğul, her gece buradan geçerken, gözlerinden çıkan ışığı görmediğimizi sanıyorsun. Bizi burada sen durdurdun. Bekleyenleri olsa da şu insanların, senin beklediğin başka biri idi. Bir hayalin vardı. O hayalin gerçek olsun istedim. "Nasıl" dediğin, o kişi benim. Hiçte beklediğin gibi de değilim, değil mi? Fakat bu tren bizimle yol alır, bizimle durur. Bu bizim işimizdir. Biz ateşin önünde ter dökerken, gönlümüzle durur bir an gaflet etmeyiz.

Uyumak bize haramken, sırtımıza aldığımız vagonlarda, aşklar yaşanır, gurbetin acılarında pişmiş ayrılıklar, vuslat şarkılarıyla memleket memleket hicret eder. Hayalinin almadığı kadar sevdalar ve hicran vagonların içinde vardır. Her birinde unutulmaz bir seferim oldu, yurduma kavuştum sevincine varan güzellikler ve ayrılık hicranı duyanların ateşleri duyulur.

Her şeyiyle yolculuk güzeldir. Fakat sonuçta hepsi vagonda kalır, katar kendini alır götürür. Biz ise isli ocağın karşısında parlak dumanlarına karışmış gözlerimizle bu mutluluğu seyretmekten ancak mutluluk duyarız. Ne var ki, kara trenin makinisti bir gün ölürse, hiçbir yolcusu onu tanımaz, sadece öylesine "bir garip öldü", derler. İşte oğul, o ölülerden biri dedemdi. Şimdi ise biz. İs kokan cehennem zebanileri;

sevilir mi?

Sevilmez.

Bizde onlara biraz benziyoruz, değil mi?.

Oğul, sen trene ve yoluna aşık ol.

Sen treni ve yolunu sev. Fakat bize gönül verme. Bizim işimizde ateş var yorgunluk var, ızdırap veren dertler var. Her ocağın yanışında, odun ve kömür ciğerimize ateş düşürür. Buhar olan ateşin sesinde yanda gör, tütte gör, seyret gör; der.

Sevinçler vagonda, vuslat demlerini yudumlarken, yanan biz miyiz, ağlayan yine biz miyiz?.

Oğul hikayemiz hep aynı şekilde tekrar eder durur. Sen gel heveslenme bu işimize. Var sende bir yolcu ol. Nasıl olsa seni götüren bir kara tren bulunur.

Sözler bitmezdi ama bir susuşla durdu ihtiyar. Gördüğüme sevineceğim derken içime bir üzüntü düştü. Anladım ki, bu hal benim bildiğim gibi değil.

Var git yoluna, kara tren katar katar akarken seyrettiğim o güzellik, göründüğü kadar hoş değilmiş.

Başlamışken biten sözlerin yeniden başladığı yerde içimi bir hüzün kapladı. Tren tarafından bir acı düdük sesi ve canlanan buhar ayrılığımıza işaret oldu. İhtiyar gidiyordu. Bense bakıyordum. Hani peşinden gitmek istediğim aşklar, hani o sevdalar. Demek ki, …değilmiş.

Kara tren sen yolunu değiştirmedin, fakat duruşunla beni değiştirdin. Makinist olacağıma yolcu vagonunda belki seni takip edebilirim, diyecek kadar aciz olduğumu öğrettin, dediğimde..

Epeyce ilerleyip uzaklaşmış  ihtiyar bir an durdu, geri döndü dedi ki:

Kara trende, makinistte, yolcuda aynı yere gider. Sen vagonda olmakla bir şey kaybetmezsin. Yeter ki bu trene bin, sonuçta aynı yere gidersin gelirsin.

Gitti.

Bir daha göremediğim ihtiyar gitti. Ben ise o trenle onun gittiği her yere vardım. Onun duyduğunu duydum, gördüğünü gördüm.  Ancak bir farkla. Ben hep yolcu idim.

Yolcu yolunda kalır. Bende hep "Yolda kaldım. "

İhramcızâde İsmail Hakkı

https://youtu.be/LFZaLjhUs88


ŞEYTAN DAHİ CİMRİLERLE ARKADAŞLIK YAPMAZ

 

"Akılsızlar hırsızların en zararlılarıdır.
Zamanınızı ve neşenizi çalarlar."

Johann Wolfgang von Goethe

Allah Teâlâ cömertleri sever.

Materyalist kafa yapısına sahip olduğumuz değil mi ki, cimriliği maddî açıdan düşünme sebebimiz olmuş ve biz insanları kısır ve bereketsiz kılmıştır. Aslında cimrilik maddede değil manevi kısımda ve ahlakta tehlikelidir. Cimriliğin ahlaktaki çirkin kokusuna şeytan dahi tahammül edemez ve yanlarından kaçar gider. Ayrıca cehennem yolunda ilerleyişinde kendini sorumlu tutmak istemeyişi de vardır..

Cömertlik, malda değil gönülde olandır. Mal sahibi mülk sahibi üzerinde en güzel konuşan Yunus Emre, aslında neyi anlattığını tefekkür etmeliyiz.

Biz neyin sahibiyiz?

Derken neyi işaret ettiler.

Hırsızlar bir şey saklanıyorsa onu değerli kabul eder ve çalmak isterler. -Kalp hırsızları vardır. Bunlar konusunda kimse çok konuşmak istemez. En can alıcı hırsızlık budur.-

Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk adlı o büyük eserinde, Mevlânâ'ya âit olan mısrâları kullandığında ya da 'esinlendiğinde', - herhalde itiraz edenler olmuş ki- şu meşhûr beytiyle açıklar:

" Esrârını Mesnevi''den aldım

Çaldımsa da mîrî malı çaldım

Fehmetmeğe sen de himmet eyle

Ol gevheri bul da sirkat eyle

Bu iki beyt günümüz Türkçesiyle:

"Sırlarını Mesnevi''den aldım. Hırsızlık ettimse de beylik malı çaldım. Sen de artık anlamaya çalış, o cevheri bul da sende çal."

Can Yücel'e atfedilen bir söz vardır:

İki şey çalmak günah değildir: Ekmek ve kitap.

Bilmesekte, kitap "kamulaştıranlar" bu "fetvâ"ya mı dayanırlar? Belki de Lenin'in "Kitap ve çiçek hırsızları hırsız değildir" e bağlayanlar olsa da eskilerde talebelerin kitap çalmasına göz yumardı.

Bir Arap atasözü şöyle der:

Kitabı emânet veren büyük deli, geri getirense en büyük deli..dir

Gandhi’ ise : "Sattığı mala aşırı fiyat koyan adam hırsız değil de nedir?" derken bize konuya başka açıdan mı değerlendirme yapıyor.

http://blog.milliyet.com.tr/caldimsa-da-m-r--mali-caldim/Blog/?BlogNo=357608

Hırsızlık aslında cimriliğin bir getirisi olurken, ilimde saklanılan her şey bir yerde cahilliğin ilerlemesine neden olacak kadar acı gerçektir.

Paylaştığımız şeyler hususunda Şeyh Bedreddin'in

"yarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!" olmak şiarımız olmalıdır.

Yıllardır internet üzerinde serbest dağılımı olan çok kitap var. Belkilerini tatmin etmek için, insanlar onları kopyalar arşivlerine atar. Sonuçta çoğu okunmadan arşivde çöp olarak kalmıştır. [Benim bir kitap arşivimin adı "kitap çöplüğü" olarak geçiyor.] Çekiciliği kalmayan her kitap onları birileri için toplasanızda–kendinizde olsanız- değersiz kalmıştır. Klasik eserler dahi çöplüğe düşmeden nasiplenirler.

Yeni yetmeler yıllarca çalışır, bir eser üretir. Sonra üzerlerine misafir bir sinek konduğunda onu kovmaya çalışırlar. Bilmez ki ilk eserler ulaşabildiği yere kolay ulaşması gerekirdi. Hatırlarım, şimdilerde meşhur bir sanatçı ilk kasetini piyasaya sürdüğünde, kasedim çok satıldı imajı için, alışverişi birşeyi andırıyor. Kendi eserine kendi değer verme yolunu da eliyle açma isteği.

Zaman zaten cevherin tozlarını ve cürufunu kaldırıp atacaktır. Allah Teâlâ bilgiyi saklasaydı ve Âdeme isimleri öğretmeseydi, kendi katında büyüklüğüyle kendince övünseydi, bir zevk alamayacağı kesindi. Bu nedenle bütün bu varlığı yarattı. "Ben varım" dedi.

Saklanılan ve çalınan şeyler ile aramızda koyduğumuz sınır varlık âleminde hırslarımızın ve egomuzun tatmin olmayışıyla alakalıdır. Kamuya açık mekânlarda ortaya bırakılan araçlar değer açısından cazip olmayışları değersizlikleri ile değil, düşüncelerimizle oluşmaktadır. Bir zaman evime hırsız giripte –hepsini dağıttığım-kitapların hiçbirini çalmayışında, en çok tuhafıma giden şey kitabın değersiz oluşumuydu? Hayır. Biliyorum ki, kitap hırsızı varsa o yalnızca yazar tayfasından başkası olamaz. Yazarda kitaptan ekmek yediği içindir. Çaldığı yine kendi açlığı olan ekmeğidir. İnsan yemek ve doymakla bütünleşir. Ekmek çalmak açlığı gidermek için olduğunda, Hz. Ömer radıya'llâhu anh kısas uygulamamıştır.

Açlık dünyada iki şey için hırsa döner, denilmiştir. Biri cimrilik diğeri cömertlik için. Cimrilik için olan mal biriktirmek, cömertlik için olan ise, ilim yapmak âlim olmak içindir. İlim ehli eğer bir şeyi bulmak için yola düşüyorsa, cahil bir sokak adamın ağzından da hikmeti alır, çalar ve haysiyet sahibi yapmak için onu tezyin edip sunar. Sokak adamı sattığından habersiz, alanda hırsızlık malı olduğunu hiç düşünmez.

Ahlakın güzel oluşu kendimize verdiğimiz değerle alakalı olduğu kadar cömertliğimiz ile tam manada bağıntı kurmuştur. "Ben bildim", "hakkım olanı helal etmiyorumla" uğraşmak yerine çalınmayacak kadar orijinal bir eser üretelimde bu gerçekten onun/şunun desinler. Yoksa duyduğu melodiyi tırtıklayıp ilahi yapan FM sanatçıları gibi, satanist şarkıyı, ilahi formunda terennüm ederken, doğrusu işi bilenler için gülme konusu olduğunu bilmekteyiz.

Hırsızlık mesleği gök kapılarında başladığında, şeytanlar değer sisteminin ilk kurucusu oldular. Bilgiyi çaldılar. Fakat Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemden sonra bilgi hırsızlığı kapatıldı denilmesi "en büyük hikmetin" O'na indirilmesidir. Yoksa şeytan hırsızlığından vazgeçip şihaplardan korkarak huyundan vazgeçti demek değildir.

Cehennem olacak bütün sonuçlar Efendimizle belirtilmişken sonsuzluk hırslı insan için tek bir bilgi vardır. "Benlik. Her şeyde ben her yerde ben." Bunun kötü geleceğini bilmek, sen ve ben kavgasında inancın değil cimrilik ve cömertliğin erdemi vardır. Cimriler sonuçta cehennemî yollarında sıkıntı ile kıvranırken –şeytan bile bile sorumluluk almamak için onları terketmişken-cömert huzuru kalp ile hayat çöllerini aşar gider. Çünkü cömertin bildiği sır "ölümlü" olduğunu bilmesidir.

Sonuçta mal ve mülk sahibi hikâyesinin başına döneriz.

Öyle ise bizler, Hakk'ın mülk hırsızları olarak kaç kere kesilecek elimiz, kesilecek dilimiz, kesilecek kalplerimiz olmuştur. Kaç kere. Sahip olmadığımız şeylerle övünüceğimize;

Kaybedecek neyimiz var?

Kazandığımız neydi ki?

Dediğimizde cevabımız koca bir Hiç….. olacaktır.

Sözü Hz. Mevlana kuddise sırruhu'l-âlî Efendimin menkıbesi ile bağlayalım.

Sahip İsfahani"nin hanında çok güzel bir fahişe kadın ve yanında da çalışan birçok kız vardı. Mevlana bir gün bu hanın önünden geçiyordu. Rabia adındaki bu kadın kızları ile birlikte gelip Mevlana"nın ayağına kapandılar. Mevlana :

“ Siz ne büyük pehlivanlarsınız, ne büyük pehlivanlar. Eğer siz bu kadar yükleri çekmeseydiniz, azgın nefisleri kim yenerdi?

Siz olmasaydınız, iffetli kadınların iffet ve namusları nasıl anlaşılırdı?”

buyurdu. Bunu işiten devrin büyüklerinden birisi "Mevlana, büyük adam fakat fahişelerle ilgilenmesi manasızdır", dedi. Bunun üzerine Mevlana,

“Eğer sen de erkeksen, onlar gibi ol, için dışın bir olması için ikiyüzlülüğü bırak” dedi (Eflâki II: 127).

Yeryüzünde cömertlik hususunda fahişe kadınları aşan bir varlık gelmedi. Kalaycı Mehmed Emin Özlü Efendim, mahcubiyetle "onlardan daha cömert kimseler görmedim" dediğinde zühd ve takva sahiplerinin iç hallerinde gizledikleri benlik be cimriliklerinin sırıtışını beyan eder.

"Günah başka, cimrilik başka bir şey ", "zahidde olsa şeytanın dahi cimriler ile hiçbir işi ve arkadaşlığı yoktur", "cimriler yalnız kalmaya mahkumdurlar" deriz.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

ÂŞK GELDİ Mİ?

Dostum'a

Âşk, başa geldiğinde, benlik zincirleri çözülür. Seni, ötekilere gizli sırlarını fâş etmeye zorlarken, derûni isteklerini artıran dış fitneler, başa gelegân olur.

Sonra mecnunî coşkunluk ile savrulur durursun..

Âşık dildâr’ın dîdârına meftun olarak konuşurken, bütün varlığın dilinde hep maşuku duyar, anlayamayınca/anlatamayınca «Keşke varlığın diline sahip olsaydım»«acaba dil, gerçeğin örtüsünü açan değil midir, yoksa âşk zarif ve hassas manaları kapsayamıyor mu?" diye iniler durur.

Sen hiç gördün mü âşkı kalbine davet eden birini?

O geldi mi gönlün yıkılmasını kim önleyebilir ki?

Kuş gibi çırpınan kalbin, büyük bir gayretle tutulduğu kafeste, mecnunî ateşin yangınını akıl suyuyla söndürmek kolay mı zannediyorsun?

Kalbin söz’süz konuşması, bede nin kulaksız işitmeleri vardır. Birde sevgiliye erişmek için gönül kuşunun çırpınışını duyanlarının sana acıyacaklarını mı zannediyorsun?

Zahidler itaat ve edep istemekte; sırları ehlinden bâşkasına söylemeyin; şekeri sineklerin önüne dökmeyin ve ötekileri muhatap almayın demekteler.

Âşık olmuşsun, deryaları zihninde coşmuş, seli akılın üstüne çıkmakta; gizliden gizliye saran serkeşliği; çok zaman kendin söyleyip, kendin dinlemekteyken, ne zaman bir mahreminle karşılaşsan ve onun tarafına yönelip, derdini dinletmeye çağırsan, anlar mı zannediyorsun?

Mahremlere de sınır koy, dilini ve sırlarını çok fazla faş etme.  Onlar senin merdivenine tırmanmaya çalışan develer gibidir. Düşerler giderler.

Bazen de hüzne kapılmakta vesözleri gönülsüzce söyleyişinde yarım kalışın vardır. Sen yine de  dayanamayıp sabır zincirlerini kırıp mahbubun adını açıkça söyleme, yoksa kınarlar seni.

Bazen de deryana dalar gider kendinden geçersin. Sabaha kadar söylenip durduğun halde söyleyeceklerinin bitmez. Fakat dinleyen birini bulacağını umut edemiyorum.

Bir an gelir ki ak suların bulanmış, çamur karışmış, düşünce güneşini bir bulut örtmüş olabilir. O bulutunun çekip gitmesi için bir kenara çekilip, suskunluğu seç ve konuşmak için Allah'ın yardımını beklesen iyi olur.

Ötekilerin kıskançlıklardan çekinip sözlerini yuttuğunda, rahat olduğunu düşünemiyorum. Onların gizli cazibeleri, farklı anlayış ve inançları vardır. Onların kınamaları ve susmalarına da aldanma. Ama çok şükür ki âşıklar, o kınamalara ve anlayışsızlıklara kulak asmaz. Onların gürültülerine kapılıp sevdâ kervanını yolundan alıkoymaz. Sende onların yıkıcı hallerine gülümse;, onları oyunlarıyla baş başa bırak, yoluna devam et.

Sana soruyorum…

Sırlarını yüreğinde saklayıp beraberinde mezara götürsen, ne olur? 

Coşkulu ve âb-ı hayat olan sözlerin duymasalar ve anlamasalar da seni;

Âşkın, sevdiğine kavuşturmasa da seni ihya edecektir. Hayat bağışlayan Mesihvâri canını göğe yükseltecektir.

Gönlündeki hallerinden dolayı suskunluğu tercih et, umulur ki meleklerle kaynaşır durursun. Ötekilerin nazarında, hayatın, gerçek olmaktan çıkıp mecaz olsa; figan ve efsaneye dönüşsen de, aşkın zikir ehlinin dilinde sermaye olacaktır.

Seni yıkan mahzunluğun arifane gamdan ziyade, bir ayrılık idi. Bu da gönül ve dilin zincirleri çözüp, seni söz söylemede özgür ve edepsiz hale getirmişti.

Aşık ve maşukun arasında edep aranmaz ki..

Dostum

Yoluna baş koymuş bu aşığının, dairende olması mümkün değil mi, "anılmaya değmezdi" dediğini duyuyorum. Oysa ben kapını bekleyeceğim. Bir gün açılır , nazarın üzerimize lutf olur diye..

İhramcızâde İsmail Hakkı

https://youtu.be/q3L1X5Nnptc

 

Erler demine destûr alalım

Pervâneye bak ibret alalım

Aşk ateşine gel bir yanalım

Dost dost diyerek arşa varalım

Devrâna uyup seyrân edelim

Eyvah demeden, Allah diyelim

Günler geceler durmaz geçiyor

Sermâyen olan ömrün bitiyor

Bülbüllere bak feryâd ediyor

Ey gonca açıl mevsim bitiyor

Devrâna uyup seyrân edelim

Eyvah demeden, Allah diyelim

Âşıksan eğer gel birleşelim

ġeyhin izine yüzler sürelim

Tâ fecre kadar zikreyleyelim

Feryâd edelim efgân edelim

Devrâna uyup seyrân edelim

Eyvah demeden, Allah diyelim

Ey yolcu biraz gel dinle beni

Kervan yürüyor sen kalma geri

Nusret denilen deryâ gezeri

Hatmetti bugün seyr ü seferi

Devrâna uyup seyrân edelim

Eyvah demeden, Allah diyelim

Kaynak: Fatma Sena Yönlüer, Yüksek Lisans Tezi

http://islamvetasavvuf.org/content/mehmet-nusret-tura-u%C5%9F%C5%9Faki


 

İYİ OLMAKLA DA DEĞİLMİŞ

İnsanlar kırılmaların olduğu bir dünyada iyi olmakla herşeyi bitiremiyor. Meğer karşımızdaki de iyi olmalıymış. Bunun bir benzeri trafikteki akışta iyi şoför olmanın kazadan emin kılmadığı gibi. Birde eskiden miras bir söz vardır "büyükler ile olmak ateşi suzân" [yakıcı ateş] dır. Buna bardaktaki suyun taştığı yer dense sezadır.

İyiler ile olmak çok güzeldir. Şartı da edeptir derler. İnsan, her edebi takınsa gönlünü onların yanında korumaları gerçekten çok zor oluyor. İyiler sabır ehlidir. Gönüllerine, nefislerine hâkim olurlar. Fakat bazen kabak hikâyesindeki gibi sahibinin razı olmadığı bir işe giriftar olmamız bize müptelayı gâmdır.

Vaktiyle Kalenderiyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücahede makamının sonuna gelir.  Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderilik makamıdır.

Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.

Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir...

Saç, sakal, bıyık, kaş. ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.

- Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının saç kısmı tamamen kazınmıştır.

Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.

Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden.

Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa başlar.

Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:

"Kabak aşağı, kabak yukarı."

Nihayet traş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.

Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.

Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür.

Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar:

- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..

Bu meyanda iyilik ve kötülüğün arasında kalmak nasıl oluyor? Kabak hikayesinden alacağımız dersin  doğrusu nedir?

Herkese bir söz düşse de, cevabı pek görünmüyor.

Sorular

Çokluk ve birlik.  İyilik ve kötülük

Bütün, parça ve basit.

Her biri diğerini yok edercesine var olan bu şeyleri, nasıl yorumlanmalı?

Yoksa  iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin de böyle mi?

Kime ve neye göre?

İyilikte,  kusursuzlukta, bir eksiklik hâli mi var?

İyilikte, hata bakımından bir yoksunluksa, tam bir mükemmellik olabilir mi?

Yoksa hata aradığımız gerçeği var edebilecek tek şey mi?

Peki ya günah dediğimiz bilinçli bir fiil olabilir mi?

Hatayı bilerek işleyebilir miyiz?

Kusur/iyilikte tam bir netice olmuyor gibi?

Öyle ise tam doğru nerde?

Aradığımız herşey bir noksanlığa maruz kalıyorsa yolumuzu nasıl çizmeliyiz?

Burada sonuç yine kendi merkezimizde, Hz. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“Bir kimse İsâ aleyhisselâm’a gelerek:

“Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allâh Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu.

İsâ aleyhisselâm:

“–Bu kolay bir iştir: Allâh Teâlâ’yı cân u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sâhibi [Bütün günahlardan kendini korumuş ve güzel insan] olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59)

İhramcızâde İsmail Hakkı


MELEKLER ve CİNLER RAHATSIZ EDİLMEMELİ HAKK-SES ÖZGÜR OLMALI

Bizim görünmeyen arkadaşlarımız, melekler ve cinler. Onlarla olan yegane bağımız seslerdir.

Cinlerin şeyhi dedi ki,

Cin suresininin ilk ayetleri işitmeyi ve sesi işaret eder ve surede vakıf [duruş] azdır. Sürekli bir sestir.

" De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu;"

Onlar şöyle demişlerdir;"Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz'e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız."

Eğer ses ile olan bağa izni verilmeseydi, cinler ve melekeler ile temas kurulamazdı. Cinleri çalıştıranlar ve meleklerden hüddam tutanlar belirli sesleri tekrar ederler. Ve oluşturdukları enerji ile onları etkilerler.

 Ses, insan sesi. 

Allah Teâlâ'nın insana emanet verdiği ruhun canlılık alameti. Ses varsa, hayat vardır. Kainatta canlılık sesle başladığından, bir de itminan sebebidir. Her şeyin bir musikisi vardır. Rakib olunduğumuz biz ve her şey, hep sesler ile alakalıdır. Geçenlerde İsrailin ezan yasağı gibi bir karara yönelişlerinde ve takip eden ormanların yanmasında  bize gelen cinnî bilgisi, sesin rahatsızlığıdır. Ses sebepleriyle doğurduğu meleklerinde huzursuzluğu çağrıştırınca, ateşin fevri hareketine etken oldu. Melekler giderse, cinler ortama hakim olur, bu ise ateşin meydana çıkışı demektir.  Cehennem ehlinin ekserisinin cinler oluşu ve ateşin fazlalığıda buna işarettir. Meleklerin azalmasına neden olmak fesadın yayılmasına yardım etmektir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem hadislerinde buyurur ki,

"Allah  Teâlâ'nın bir meleği vardır. Bir kanadı doğuda, diğer kanadı batıdadır. Başı Arş'ın altında, iki ayağı yedi kat yerin dibindedir. Üzerinde mahlûkat sayısınca tüy vardır. Ümmetimden bir erkek veya kadın bana salâvat okuyunca, Allah Teâlâ o meleğe Arş altındaki nur denizine dalmasını emr eder. Her tüyünden bir damla damlar. Allah'u Teâlâ her damladan bir melek yaratır ve kıyâmete kadar onun için istiğfar eder, buyurdu.” [ Huccet'ül-İslâm, (İmâm-ı Gazali), s. 58-59; Mir'ât-ı Kainât, Cild 1, s. 60]

Güzel sözler meleklerin yaratılış sebepleri olduğuna göre kim ki bu seslere karşı cephe alırsa kendini korumasız bırakıyor demektir. İslam'da ezan sesine olan ihtiram o sesin ulaştığı yer kadar huzurun gelmesine neden oluşudur.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu.

“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan ezanı duymamak için arkasını dönüp yellenerek kaçar. Ezan bitince tekrar geri gelir. Namaz için kamet edilince yine arkasını dönüp kaçar. Kamet bittiğinde yine gelir ve kişi ile nefsi arasına sokulur ve ona: Filân şeyi hatırla, filân şeyi hatırla diyerek, namazdan önce aklında olmayan şeyleri hatırlatır da, neticede insan kaç rek’at namaz kıldığını bilemez olur.”

[Buhârî, Sahih, Ezân 4, Amel fis’–salât 18, Sehv 6, Bed’ü’l–Halk 11; Müslim, Sahih, Salât 19, Mesâcid 83. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, Salât 31; Nesâî, Ezân 20, 30; Dârimî, Sünen, Salât, 11; Mâlik, Muvatta’, Salât/Nidâ, 6]

Musikinin de etkileyiş sebebi, nefis taşımayan aletlerdeki ilk yaratılıştaki -saflık halleri- Allah Teâlâ'nın "ol" sesinden kazandıkları nisbet iledir. Bu sesler aslımız olan toprağın barındırdığı temel yapının cüzleridir. Bizimde mayamızda mevcuttur. Müzik forumlarındaki düzenlemeler yalnız olmadığımız dünyadaki durumumuzu gösterir. Bunu en iyi dinlediğimiz musikiden çıkarabiliriz.

Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi diyor ki:

“Müzikle tedavide hastanın bulunduğu ortam çok önemli, sessiz sakin bir yer olacak. Müzikten başka en fazla su veya kuş sesi olacak. İcra edeceğiniz müzik asla güfteli olmayacak. Sözlü müzikle tedavi olmaz. Her söz insanın beynine bırakacağınız mayın olur. Ona hastalığının sebebini hatırlatır, zarar verir.”

 [http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/insandan-once-ses-vardi-2090168]

Sonuç olarak sesten rahatsız olmak cinleri ve melekleri çarpıştırmak olur ki, insanlar bundan dolayı rahatsız olup, başlarına felaketlerin gelmesine neden olacaklardır.  Şeytanî guruplar kurbanlarını sesin gizlenmiş ayinlerinde feda ederlerken, çıkarmak istedikleri kaos dünyamıza zarar vermekte ve fitne sebebidir.

Güvendiğimiz ve vekilimiz Allah Teâlâ bütün işlerinde, emrinde galip ve kadirdir. Onların hilelerine karşı bizlere yardım eder.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

HIRSIZLARIN ELLERİ KESİLMELİ

"O'nun ardından"

Gösterdiler, ruhunu;

" Ey Melek, seni de anlamadılar, değil mi" dedim.

-Onlar yüksek kelimelerini yere indirdiler, fakat beni ezdiler. Derdimin üstüne kül değil ateşler attılar. Bense serkeş atlar gibi, onlarsa çivili sopalarıyla, dürttüler. 

Suçlu olmam, onlarla, olmamak mı?

"Beş sayfalık şiir yazmıştım. Silgi attılar."

"Nedir dediğimde, açılmayan anlaşılmayan cevaplar, hoyrat nefislerine yenik düşmem, mutlu olmaları, şaraplarına meze yapılmak mıydı?"

"Doyulmaz sevgim var, ancak düşman gibi beni yerlere serdiler."

"Huzur vermeyen sözcükleri dizmek mi maharettir?"

"Yıkıldığım yer, üstüne yıkılan değerlerimi, bana vermediler."

"Yalnızlık benim, üzülmem."

"Şimdi gidiyorum, sizde geleceksiniz"

"Gitme, dememeleri yok mu, vefasız oluşları"

"Öldü derlerse çok mu?  İltifat mı, yoksa zehrini kusmuş çıyanın elemini çekmek mi?"

"Ağlamayın,  anlatamadığıma ağlayın."

"Anlaşılmaz bir sırmış, sarmaşık canından mı?"

….

Derdime dert katan ruhun sonsuz kelamını dinledim. Dedim ki;

"Ey nefsini yer eden, üstüne kara toprağı ektiren, onlar da bir şey kazanmazlar, seni neden kaybettik ki?"

Nil, gün kadar açık mavi Marmara mor akşamları görmeseydi.. Üstüne yığılmış kara yazılarını okuyan filozof serkeş kafaya bir şey mi öğretmek istedin?

Kısacık bacaklarla uzuncuk kollar birbirlerini görmeden mavi taşları ufaladılar.

Yavaşça yavaşça ve umutsuzca devindikleri için, sözcükler sayfalarda böylesine zorlukla yer edinebildiler.

Sonsuz bir mevsimdi.

Zaman yerin uç ışığında beliriyordu gümüş rengi ve kaygan bir im olarak.

Çarpık ve bildik güzler geçmişti, ay mezarlığının duvarları yapılıyordu.

Ama soru hâlâ bitmemişti. "Katil kimdir?" ve onun türevi: "Katledilen kim?" Ceset belli mi? Denizin içini oluşturan büyük ceset kim?
"Kırmızı Kahverengi Defter"

 

Onların horuldayan pis nefeslerinden ancak ateş çıkar. Leş yiyici kargalar, baykuşun yanında yol bulamazlar. Işıkları sönmemiş ateş böcekleri olsalar, ne yazar. Kebirler tanırım, derya diye gezdiği çukurlarında, larvalardan aldıkları ilhamı okyanus hikâyeleri gibi anlatırlar.

Pis böcekleri. Macerası bir atım gübreye basılmış, kusmuklu sarhoş ayıklığı.

Canını feda edenlerim için değerliler, gel gör ki saf çocuklarımı birer birer çaldılar. Bu hırsızların ellerini kesmek geliyor içimden. Allah Teâlâ boşuna dememiş hırsızların elini kesin diye, meğer bu kesilecek hırsızlar, bunlar, yol hırsızları, gençlerin zihinlerini fikirleri çalanlar.

Elleriniz kesilsin.

Kesilsin; dilinizle beceremediğiniz hiyaneti ellerinizle çok iyi becerdiniz.

Ey hainler, ellerinizle yapamadıklarınızı yazdıklarınızla yaptınız. Sizlere acımıyorum. Ağladıklarım için siz ağlamazsınız. –Kısa bir yazı üstüne çizgi atacak kadar-

Yolu yolsuza uğramış, peygamber ruhlu insanlar, gidiyor, dolanı gelmiyor. Gittiği yerde bilinmiyor. Eğer bir gün toprağa bastığınızda bir garip ses duyarsanız, duyduklarınız vaktinden önce gidenlerin eyvah sesleridir.

"Aldattılar, neden?"

Onlara çok görmüyorum. Yollarını çaldı eşkıyalar, kanlarını emdi vampirler. Tuzaklarından kurtulmaları kolay değildi. Rahman sıfatlı sevgili, onların bir günahları varsa bu eşkıyaların sırtına yükleyeceğini biliyorum.

Bulanıklık olsa gerek sevgilim / bulanıklık. Işık korkutuyor kaçırtıyor. Ne, bir vampir mi ne? Sarımsaklar asın bahçelerinize, kazıklar saklayın, nallar ikonlar, maydanozlar, herdem çekirdek bir taze kolay küpler, küreler, prizmalar, yeldeğirmenleri, kekikler, keklikler, duman acıları, kutu yosmaları. Saklayın ve sakının. Adım başı adam başı adem başı yüceltilen bu çürük elmalara inanın, ve sakının vampirlerden!




Göğünü yitiren yıldız

Kumsal falına bakar

gök kuma mı yazılmış

 

Cinler çarpmıştı

ayna piri almıştı içeri beni

büyükannem söylerdi bakma aynaya

derdi ayna cinleri rahat bırakmaz

sonra seni, ayna piri içeri

alır seni!


"Kırmızı Kahverengi Defter"

Ey sevgili dara düşmüş kullarının karşısına İsa nefesli Mevlanalar çıkar. Onlar hayat verirler. Onlar beslerler, beslenmezler. Ne mutlu ki bize Meryem'i de bulduk, İsa'yı da. Ancak biz kaybetmeden "kış uykusundaki melekler"inde bulmasını istiyoruz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Alıntılar için kaynak: Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, Yayına Hazırlayan: Gülseli inal, İkinci Basım, Eylül 1994, İstanbul


 

İYİDE NE KÖTÜ

 

İyi insanlarla dost olun derler.

Evet, iyi insan dediğimiz -kendimize göre ve seçtiğimiz kritere uygun- dostlar edinmek isteriz. Ancak şu kıskançlık bir olmasa. Bugün fıtratımız gereği bir dost temin etmeye çalıştığımızda, engellendiğimiz nedeni , birçok iyi bir insan ile olan bağımızdır.

Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî) Efendim, Şems-i Tebrizi ile dost olunca, diğer yaran kıskandılar ve dostun ölümüne kadar uğraştılar. Oğul Alaaddin'i  dahi entrikaya karıştırdılar. Dahil ettilerde ne oldu, hikayeleri kaldı. Ancak yanmış bir yüreğin çıkmayan dumanlı külü hala kırgın ve üzgün bir şekilde, hasretini çekmekte değil mi.

İyi insanları sevmek için kendimize fırsat tanıyorsak, başkalarıyla onları paylaşmayıda öğrenmemiz gerekiyor. Ancak kötülerde haset, iyilerde kıskançlık dünyayı çekilmez kıldı.

Böyleyken iyi olmanın suç, kötü olmanın kudret olduğu günlerde kendimizin dinleneceği bir çınar ağacı gölgesinde duyacağımız iki kelamı neden birbirimizden esirgiyoruz. Bir veli hacda Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi ziyaret ederken dediği şu söz "seni kıskanmamak elde değil, bu kadar sevenin arasında bana yer kalmadığı gibi, katında adımda nasıl anılsın."

Acaba Efendimiz orada ne cavap vermişti, diye düşündüğümde "iyilerin gölgesi olmadığını unuttun mu, herşey açıkta, gölgeni bırak gel, burada sana da yer vardır. Ancak sadece benim olsun dediğin iyinin diğer dostlarını kendine engel edip aşkını zedeleme" "Bir torba pirincin içinde hepsi pirinç olmanın,  yanında birkaç beyaz taş karışmıştır. Onlar bana zarar verecek diye, torbadan çıkmaya çalışma" "neticede herşeyin bir sahibi var, sevende sevilende Ondan başka değil."

Sevmek ve sevilmek arasında kalmış dünya ehlinin birbirine layık görmediği bu hal ancak ehl-i meyhanede  kırmızı şarabın önünde son bulurken, neden mescidin mihrabında kıskançlığın hikayelerini anlatan vaizler var ki.

Tarihin içinde "benimle" derlerken babasına hasret giden kızlar, oğlunu asılırken seyreden anneler, gurbette tapınak içinde gömülen kadınlar hep iyi dediğimiz insanların kıskançlığı nedeniyle olmuştur.

Ey iyiler kıyamet günü utanç denen bir bela sunulacak olursa bu ancak cennette olanlar için var olur. Çünkü cehennemde utanılacak ne kaldı ki, herşey ortaya saçılmıştır. Bazen cehennemde yanmak kıskançlığın zehrini içmekten daha iyi olduğunu söylenebilir. Sevenlerin arasına konmuş engeller.

Aklı midede olanın derdi doymak boşalmak, olunca ondan yemek ihtiyacından gayri ne olur ki? Öyle iyiler vardır, onlar ile âlem huzur bulur. Onların iyiliğini sadeceleştirip, benim olsun dediğimizde kimin neyi fazlalaşacak. Buğdaysan buğday olursun, çınarsan çınar, güneşin altında yıllarca kalsan aslın değişir mi? Bunu bilmeyip değişmek istiyorsan veya suçlu birini arıyorsan onu ezelde tayin eden yaratıcın olan Allah Teâlâ'ya sor, Cevabın verilmeyeceği bir soru ancak seni senden uzaklaştıracaktır. Küsersen, kalırsın. Herşeyin bir kaderi var, bir iyi buldun mu sarıl, ancak onun gibi olmaya onu kıskanmaya varan bir hale giriftar olma. Nedeni olmayan bir hayatın nedensiz bitişinde sen ve ben kalmayıp sadece O kalacaktır.

Ya Rabbî herkes kötülere fırsat verme diyor,

Bense iyilere

İyiliğin içindeki saklanmış çirkinlik

görünen kötüden kötü

Dostu dosttan ayıran

Şems'i indirenler,

Mevlana'nın yanındaki iyilerdi.

Allah'ım iyiler yanındaki iyilerden bizi koru

İsa'yı çarmıha gerdiren

Son akşam yemeğindeki iyi denilendi.

Ali'yi şehid edende birinci saftaydı

Anlarsan böyleyken böyle

İhramcızâde İsmail Hakkı


İÇİ BOŞUN  DOLU NOKTASI

Sevginin karşılık bulduğu husus karşındakinin sana yönelişi ile bir oluyorsa, bizim düşüncemizde olan onda da oluyorsa, bu sevginin çıkışı, karşımız mı kendimiz miyiz, sorusunun cevabını vermek için, hangi doğru soruyu soracağız.

Doğru soru diye bir şeyin olması ancak doğru cevap verilince açığa çıkar. Doğru cevapta bizim kendimize göre ise, hangi cevabı bulmak istiyorsak, o soruyu sorduğumuzda, isabet edemiyorsak, cevabın hatalı ve doğru olmasının bir manası yoktur.

Doğru cevabı bulmak mümkün olmadığı zamanlarda neyin eğrisini doğru tutmaya çalışalım. Bir çocuğun aşkı bir büyük için doğru olmadığına göre, küçük ve küçüklüğünü bilmeyen çocuk, kimine göre doğru kimine göre yanlış yapmış olacaktır.

Allah'ın kulunu sevmesiyle kulun sevmesinde doğru olan yani hangisinin önce olduğunu düşünelim. Öncelik Allah Teâlâ'ya aitse, kul sevmediğinde suç ve yanlış kulun olmayacağına göre doğru cevabı vermek için hangi tercihi yapmak hatalı/doğru olacaktır.  Allah Teâlâ'yı sevemedi denilen kul hata ve yanlış yapmaktan çok, doğru olanı yapınca kovulması neden hatalı oluyor?

Birini sevdiğinizi düşünün o sizi seviyor veya sevmiyorundan çok sevgi bize ait olan üzerinde olmalıyız. Karşımızdakinin verdiği değer bizimle alakalı göründüğünü düşünmekten çok tercihimizi karıştırmaktan çok kirlenmeyen düşüncemizi sevdiğimizle temizlemek çaremizdir. Onlu ve onsuz olamamak suçu bizi yok etmeden kendimizi yok etmek doğru olacaktır. Tüketen ve tükenen arasında kaldığımızda, -benzer olarak- güneşe karşı çıkan su ne kadar buz olsa da erimeye mahkumdur. Güneş erittiği buzu su eder, peşinden buhar kılar daha sonra buhar ve bulut olan su gölge etmek için güneşin karşılığına geldiğinde, güneş onu suya çevirdiğinde veya sebeplerinden biri olunca bu gidiş gelişin arasında olan bütün olaylar bir yerde güneşin varlığını inkar ettirmese de varlığınıda isbat etmeye değerli olamaz. Sonuçta su yaşadığı bu hikayeden haberli döngüsünde gidiş gelişinden güneş habersiz gibi gaflet içindeyken ağlayan gözü dindirmeye çalışan su hangi amaçla gözden ayrılmayı düşünür ki? Gözyaşı ayrılacağını bildiği gözünden neden ayrılmak istemiştir, ayrılmak istenilen husus değildi.

Ayrılığın durdurulması gereklidir. Bunda sebep olmanın değil, nedeni kaldırmak büyük olana aittir. Büyük küçüğün karşısında hep suçlu konumundan kurtulması gerekir. –nedensizlikler bizi yıkıyor- Eğer bir sonucu yoksa neden sevgi denen alışveriş sebepli veya sebepsiz başlayıp inatla devam etmektedir. Doktorun verdiği ilacın acı değeri olmadıktan sonra vitamin gibi şeker ilaçlar etki etmedikleri gibi aldanmanın bir işaretidir.-tatlı sözler- Acı ilaç içmeye alışmış diye doktorun oralı olmaması ise hastayı yıkar gider. Bazen beklenenin tersini yapmak doğru olan hareket değil mi, olmasını beklediğimiz hareketi karşımızdaki anlar/anlamaz olduğu halde; lakin biz onu anlamadıktan sonra karşımız bize uzak ve yakın olması çokta değerli değildir. Bize düşen hisse karşımızdakinin sırlı ve gizli dünyasından çok kendimizdekinin gerçeğine varınca onun alemi kendimizde kaybolup gider. Benim dediğimiz bütün şeyler bize ait olmaktan çok ortak olduğumuz şeyler olduğunu bilince merhametli olmak en güzel yoldur.

Acıdığımız veya sevdiğimiz her şey bir ayrılık ve birleşmenin arasında kaybolacaktır. Hepimizin birbirine yakın olması düşünülmez. Ancak birleştiğimiz sevgide buluşma bize ait olmaktan çok Allah Teâlâ'nın muradı olunca bazı sevgilerin ifadesinin gerçeğini tam bulmadığımızda suçlunun kim olduğunu ararsak, o hakikatte yine Allah Teâlâ'ya ait gibi görünecektir. Çünkü  o da bazen kıskanır, bu kıskançlık nedeniyle kendinden uzaklaşmasını istemediğini, istediğinden uzak tutar. Ancak bu bazen yine onun iradesiyle askıdan indirilirse de herşey olduğundan çok değişik durum gösterince, sevgililer birbirlerini arar olsa da bir engel onları sürekli buluşturmaz. Bu sevgi ile oluşan şuleler bedenleri kavururken aslında birleşme yolunu açığa  çıkarmıştır. Çünkü aşk ateşi bedenleri yakarken çıkan küller birbirine muhalif olmadan bir tas içinde birleşir. Bu birleşmeyi ayıran rüzgarlar onları dağıtsada her zerrede onları buluruz.  Her şey bitmiştir. Birleşme olmuş ayrılma olmuş kalan ise yine ilahi yalnızlıktır. Diyorum ki, bütün bunlar olacağını bilirken sevenlerin uzak kalmasının unutmanın bir değeri var mıdır?

Ey dostum ey sevgilim sözleri her şekilde yalan olacağını bildiğimizden içi boş noktayı doldurmaktan vazgeçersek, kara veya ak deliğin içinde kaybolacağımız işaretini gördüğümüzde ne yapmalıyız?

 İçi dolu ile içi boş nokta birleştiğinde yine nokta kalıyorsa ayrı durmanın gereği yoktur.

İhramcızâde İsmail Hakkı

LEN TERANÎ

Ağacın dilinden onu duydu.

Sevgiliye ağıtlar yaktı.

Her gün olmasa da bir şeyler sordu, onu gözledi.

Sevgili yüzünü gösterir mi? diye.

Ancak Hz. Musa aleyhisselâm bir türlü Allah Teâlâ'yı ikna edemedi.

O, her türlü çabasına karşın yüzünü göstermedi.

Sonunda bir kerecik (biran-isteğini yıkmak için) razı oldu.

Onunla arasına koca taşı koydu.

Taş görsün/görürse, sonra belki dedi.

Taş nasıl görecek ki, taş kendini kaybeder toz olur.

Bugün onu gözlere sürme çekiyorlar.

Hz. Musa toz olan ile kendini bir yerde bulduğunda,

korkuyla sinesine gömüldü.

İsteği gitti, bir  ayrılık acısı kaldı.

Düşündü ölmem mi gerekiyor,

öldükten sonra görmenin zaten bin türlüsü var dedi.

Ey Sevgili! dünyada seni görmenin olmayacağını anladık. Fakat bu sevginin perdesinde nice âşıkların,

ölüp ölüp gidiyorlar.

Duymasaydılar, işitmeseydiler, bilmeseydiler, denilmeden.

Bu elem çekilir mi?

Çok peygamberler anılır. İçlerinde en çok görme arzusunu duyan Hz. Musa aleyhisselâmdır. Hz. Musa dünyanın türlü türlü çilesini gördü şikayet etmedi. Ancak görme iştiyakını bir türlü yenemedi.

Seni istedi, ona neden bu görmeyi çok gördün ki?

En kötü dediğin şeytan bile özel meclisinde bulundu, bilmiyoruz ama (bilgisi bizde yok) Seni gördü.

Sevdiklerin için bu ayrılık biraz çok değil mi?

Sormak gerekir, yüzünü göstermeyerek ve naz ederek neyi murat ettin ki?

Kapına gelen, senin için ağıtlar döken peygamber çok şeyde istememişti.

"Göremezsin" "olmaz", için hukema çok şeyler sıraladılar, bence hangisi doğru ki?

Gösterseydin yüzünü peygamber davasından vaz mı geçecekti?

Benliğini kaybedip eriyip mi gidecekti.

Yahut herşey bunun için mi diyecekti?

Hayır!

Allah'ın zâtında  da bu işten üzüntü duyduğun aşikar ki, bu vak'ayı hikaye etmek istedin.

Musa'yı biraz üzdük, dercesine,

unutulmasın sevgilinin nazı  mı dedin?

kıyamet günü uyananların ilki Hz. Musa aleyhisselâm mı diye şüphe eden Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem belki bunu bize hatırlatıyordu.

Çünkü hasretle gidenin ruhu uyur mu, sakin olur mu?

Len terânî [göremezsin] denilen yerden, yerin içine doğru geçildiğinde peygamberin hasretten kavrulmuş bütün varlığı paramparça olmuş, tozlaşmış, her yerde yine görmekten vazgeçmeyişini üzülüşünü düşünebiliyorum.

Büyüklerimden duydum, bazen Allah'tan olmayanı istemek gerekirmiş,

inlemekte bitmez ve vermediğinde acı olur.

Ey Allah'ım! artık yüzünü gösterme vaktinin günü, bize doğamayacak mı?

Herşeyi içinde biter/sonlu yarattın. Ayrılık tohumları ektin.

Onlar peygamberdi, biz değiliz. Kabullendiler, ancak biz kabullenemiyoruz.

Hep böyle yüzünü göstermeden, sesini işittirmeden uzak tutarsan,

kulun çok dayanıklı çıkmadığında suçu ona mı yükleyeceksin?

Telef olup gidecek, dönüşü de yok ki

tekrar tekrar gelsin diyeceğin.

Yüz göster bu ayrılığa son de.

Kilisenin çanında, havranın şofarında, caminin salâsında duyulursa, biri öldü diye,

 onu ben bil, çünkü ben her gün ölüyorum.

Bir gün, o bir gün, bugün diye.

Ayrılığın kalmadığı yerde tek sen varsın.

Bu işe artık bir dur deyiversen.

İhramcızâde İsmail Hakkı


 

HAC YOLUNDA EFENDİMLE

 

Efendim ile sohbetimizde konu içinde konu oradan buradan konuşurken teklif edilmeyen nafile ibadetlerin yorgunluğundan bahsedildi. İbadet etmedeki hazzın hak ve batıl cihet ile alakalı olmayıp kişinin kendi gayretiyle/yaratılışıyla alakalı oluşu yanında, tesiri vücudunda olan hikmetler kişiyle ilişkili olduğuna dikkat çekildi. İnsanın her yaptığı fiilin bir getirisi var. Ancak onların iç dünyamızda bize bırakacağı tesirler çok farklı zeminde hareket etmektedir.

İşte bu ahval ile tefekküre dalmışken önümüze gelen Budistlerin inançlarında olan hac ziyaretine verdikleri değer müslümanlardan çok farklı olmadığını gördük. Aynı şeyler bizde de onlarda da var. Çocukken hacca yürüyerek giden insanlardan Saçlı Babayı tanıdım. Kırk küsür yaya olarak haccı vardı. Tarihten ise İbrahim Ethem hazretlerinin bu şekilde hac yaptığını işitince, manevi dünyada bedeni fedakârlıkların insanın iç dünyasında sevgiliye sunduğu hediyelerin çeşitliliğini ve farklılığını izah etmeye yetecektir.

Bu konuda efendim bana buyurdular ki;

"Aslolan yolculuğun kendisidir. Menzile yolu feda etmeyeceksin. Yol değerlidir. Yolu idrak ettiğinde, yol seni yol ediyorken henüz madden herhangi bir yere ulaşmadan bir başkalaşıma uğruyorsun.

Yol boyunca hala başlangıçta yola çıktığın adamsan, esasında hiç yola çıkmamışsın demektir. Bir de gizliden şu soru kükremeli içimizde, yol boyu ne kadar safra (sıkıntı, tedirginlik, kötü tarafları) attım? Benim hac yolu konusunda gözlemim o oldu ki, haccın neticesinde pek çok insan safra atmak bir yana ağırlaşarak dönüyorlar. Kendini taşlaması gerekirken, kendini taşa çalmalıyken suçu bir acayip duvara yükleyip onu fiskelemek ne acı, bir dönüş oluyor."

Efendimin bu izahı karşısında dilim tutuldu. İbadetlerin aslında bir görev mahiyetinden çok bizde olması gereken değişimleri zuhura getirmesi gerektiğini ve bu şekilde olgunlaşmanın daha çabuk olacağını anladım.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

Ek okumalar

İbrahim Edhem rahmetullahi aleyh ondört yılda güçlükle Kabe-i şerife vardı. Yolda giderken her adımına iki rekat namaz kılardı.

 Çün Kabeye erdi, Kâbe anda yok. Birkez ah eyledi.

" Aceb bu ne haldir, gözümde halel vardır?"

dedi. Hafiften bir avaz işitti ki:

"Ya İbrahim ! Senin gözünde halel yok amma bizim bir firavuşumuz (kul, cariye) vardır, bize yüz tuttu. Biz de Kâbe'mizi ona karşı gönderdik" dedi. İbrahim Edhem gayretlendi. Ve:

"Bu ne türlü avret ola ki mertebesi ve nazı Çalab dergahında böyle ola"

dedi. Geri yürüdü. Gördü ki Rabia gelir, Kâbe yerine gelmiş. İbrahim Edhem Rabia'yı görünce:

"Ya Rabia! Bu ne haldir ki cihanı hayrete saldın. Ondört yılda nice türlü meşakkatlerle, her adımda iki rekât namaz kılarak, Kâbe'nin aşkına geldim, Kâbe sana karşı gelmiş" dedi. Rabia:

"Ya İbrahim ! Sen namaz eyledin, ben niyaz eyledim" dedi. Rabia haccı tamam eyledi, yine Basra şehrine gelip ibadetle meşgul oldu. Bir yıl sonra Kâbe'yi yine arzuladı. Ve evvelki yıl hac bana karşı geldi, bu yıl ben hacca karşı varayım dedi. Yola girdi.

 

Kaynak: http://www.tezkiretulevliya.net/65-rabiatuladviye.html

Hz. Pir Şeyh Abdülkadir Geylani kuddise sırruhu'l-âlî:

– Ben, İbrahim Ethem Hz.'in zamanında olsaydım; ona tacını, tahtını terkettirmeden seyyahlıkta geçireceği halleri on sekiz sene sırtıyla odun çektiği, o ibtilâları manen geçirtir, kendini sarayında irşad ederdim, buyurdu.


 

EY SEVGİLİ MİRAÇ'TAN DÖNMESEYDİN NE OLUR DU HALİMİZ

Bugüne kadar Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin Miraç hadisesini algılarken hata yaptığımız düşünüyorum. Bu olay aslında rahmet peygamberinin dünyayı terki- bir nevi ruhunu Allah Teâlâ'ya teslim edişi idi. Yani İdris aleyhisselâm gibi dönüşü olmayabilirdi.

Büyük mutasavvıf İmâm-ı Rabbânî kuddise sırruhu'l-âlî miracı şöyle anlatıyor:

"O'nun (salla’llâhu aleyhi ve sellem) mirac gecesinde Rabbini görmesi, dünyada değil, âhirette vaki olmuştur.

Çünkü O (salla’llâhu aleyhi ve sellem), miraç gecesi mekân-zaman dairelerinin dışına çıkınca ve imkân âleminin darlığından kurtulunca ezel ve ebedi bir an olarak buldu, başlangıç ve sonu bir nokta olarak gördü..." (C. I, 283. mektup).

Hüzün senesi dediğimiz olaylar zincirinde [Hz. Ebu Talib'in ve annemiz Hz. Hatice aleyhisselâmın vefatları akabinde] Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem için Mekke'deki hayat çekilmez olmuştu. Hz. Ebû Talib’in sağlığında Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme yaklaşamayanlar, bir canavara dönüşmüşlerdi. Yüzüne tükürüyorlar, öldüresiye dövüyorlar, Mescid-i Harâm’da boğmaya çalışıyorlar, secdede iken üzerine deve işkembesi koyuyorlar, yapılmadık işkence, edilmedik hakaret bırakmıyorlardı. Efendimizin bir nevi kolu kanadı kırılmış, Mekke'de yapayalnız kalmıştı.

"Ben mağlubum, ben mağlubum, Yüce arkadaşım yardımın nerde?" diyerek üzgün halini tarif edemiyordu.

Acıları tarif edilmeyecek bir vukuat yeri Taif'te bu ahvalin tuzu biberi oldu. Tâif halkı misafir gelen Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi taşladı. Öyleki geçtiği yolun iki tarafına dizilip taşlar yağdırdılar. Efendimiz yaralanmış,  bastığı zaman toprağı incitmeyen mübarek ayakları kanamaya başlamış, düşe kalka kurtulmaya çalışıyordu. Hiçbir zaman olmamış gibi toprak o gün yarılıp O'na sarılmak için Rabbinden izin istemişti. Efendimiz, düştüğünde zalimler kollarından tutup kaldırıyor, yürümeye zorluyorlar ve O yürüyünce taş yağmuru yeniden başlatıyorlardı. Birde  kahkaha ile gülmeleri yok mu, acıların en acısı..

Yanında yol arkadaşı evlatlığı Zeyd b. Harise ile yaşadıkları bu acı hadise den sonra Efendimiz;

“Ya Rabbi! Kuvvet ve kudretimin en zayıf hâliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim değersizliğimle Sana yalvarıyor, Sana sığınıyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi!

Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen benim de Rabbimsin.

Beni kimlerin eline bırakıyorsun?

Bana kaba ve sert davranan bir yabancıya mı, yoksa bana üstün kılacağın bir düşmana mı?

 

Eğer Sen bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Ancak Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Öfke ve gazabına uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım!

Sadece Sana sığınır ve Senin rızanı dilerim.

Senden başka kuvvet ve kudret yoktur!”

Dediğinde Cebrail aleyhisselâm geldi. Taif halkının helak olmaları için izin istedi. Efendimiz bu zor durum halinde dahi, bu cezaya razı olmadı.

Hadise uzundur. Efendimiz umutla geri Mekke'ye döndü. Mekkeliler onu içeri almadılar. Hiçbir dayanağı kalmayan Efendimiz son olarak ‘amca’ diye hitap ettiği hala müşriklerden olan Nevfeloğullarının lideri Mut’im b. Adiyy’e kendisini himaye etmesi için haber gönderdi. Mut’im b. Adiyy, oğullarıyla birlikte silahlanarak derhal harekete geçti ve Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellemi Mekke’ye getirdiler. Ne var ki, hayat tadını kaybetmiş, Efendimiz çok üzgün bir kapı açılmasını bekliyordu.

Bu zaman aralığında her şey bitsin dercesine Allah Teâlâ kulunu katına çağırdı. Aslında bu gidiş bir ayrılığın gidişi idi. İnsanlığın rahmeti gidiyordu. Melekler ve âlem ayrılığın korkusu hissettiler.

Ya geri dönmezse?

Evet Allah Teâlâ'nın sevgilisi geri dönmezse, ne olacaktı?

Allah Teâlâ kulunu koruyamayacak ve zalimlerin eline mi bırakacaktı? 

-Sevgilimi alın getirin, emr-i fermanı herşeyi alt üst etmişti.Cebrail aleyhisselâm o anda hayatının en dehşetli günlerini yaşıyordu. Efendimizi hazırladı, huzara kadar arkadaşlık etti ve götürdü. Efendimize Has odanın bilmediğimiz yerleri açıldı.

Konuşuldu, kalbin dahi duymadığı bir derinlikte.

Mâhasal ol anda doksan bin kelâm

Sebk idüp bulduktan encâm ü hitâm

Allah Teâlâ, Efendimizden izin istedi.

-Sevgilim seni daha göndermek istemiyorum. Efendimiz:

-Aman Ya Rabbi! Ümmetim ne olacak. Beni seven daha doğmamış kullar var, onlar ne olacak dedi?

-Seni üzdükleri zaman ben üzülüyorum, sana zarar verdikleri zaman ben zarar görüyorum.

-Ya Rabbî, takdir ettiğin ve ruhu var olup beni seven sonradan doğacak kulların ne olacak?  Bu geliş kapısı kapanmasın ben ve ümmetim sana kulluk ederiz. Niyaz ederiz. Namaz kılarız.

……

-Elli vakit olsun, sık sık görüşmemiz olur, bu niyazla.

Allah Teâlâ'yı razı eden Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem dönüşte Hz. Musa aleyhisselâm ile görüştü. Ümmetini düşünen nebiye hayranlıkla

-Nasıl olsa, geri dönüş için izin verildi, namaz konusunda bir müracaatta bulun, ümmetin buna takat getiremez, belki,  dedi.

Sonunda beş vakit hediyesi ile Allah Teâlâ'yı razı eden Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem dünyaya geri döndü. 

İnsanlar beş vakti Allah Teâlâ emretti zannediyorlar. Hayır, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Allah Teâlâyı razı etmek ve dünyaya bizim için geri dönebilmek için bedel olarak istedi.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem dünyada üç şey sevdirildi dediklerinden biri olan namazı herkesten daha fazla kıldı.

Gözümün nuru diye övdüğü namazla hayatını yaşadı, son gidişinde de ise isteği "namaz kılın" oldu.

Ey Miraç,  bizi sevgilimizden ayırmadın. Bedel olsun diye hediyeni her gün bu anı anmak için beş defa namazı eda etmeye çalışıyoruz.

Ya Rasûlu'llâh! (salla’llâhu aleyhi ve sellem)

Sana minnetimiz sonsuzdur.

Eğer göklerden dönmeseydin, varlık âleminde bugün bizler olmayacaktık.

Sana teşekkür ediyoruz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


TOPRAĞIM,  AYNA MI OLDUN?

 Tekkede çirkin yüzlü bir derviş vardı. Geçirdiği günleri çekilir de değildi. Arkadaşları onu hiç sevmediler, sonunda tekkeden kovuvermişlerdi. Dervişin son sığınağı, tekkede kapılarını kapatmıştı. Sohbetlerinde merhametten, sevgiden, aşktan bahseden şeyh, bu duruma görmezden gelmişti.

Derviş, ” Allahım, hiç acımadın mı? Sevgi nişanesi dediğin dostların dahi bana sahip çıkmadı ve kovdular” diyerek dağlana dağlana yollara düşmüştü. Dostları yoktu, evler zaten kapalıydı. Yoktu.. Hayata küstü, son sığınacak bir yer aradı, derviş ölümü beklermiş gibi, mezarlığa gitti. Eski bir lahdin içine sığındı. Günler geçer mi, geçiyordu. Ziyaretçileri de vardı. Uyuz köpeklerdi. Soğuk günlerini kabirde onların sıcağına sıvışarak beraber geçirirdi. Ana rahmindeki bebekler gibi, toprağın sıcaklığını hissettikçe gönlüne bir ferahlık gelir “aşkım, sevgilim” diye sarmalanırdı. Toprağa çok muhabbet duymuştu. Nasıl duymasın, çirkinliğini yüzüne vurmayan kadim dostu, sevgili topraktı.

Bir gün rutubet kokan elbiselerini silkeleyerek kabirden çıktı. Hoş bir esinti. Kalbe huzur veriyordu.  Hava da nemliydi. Yol boyunca yürüdü. Her şey ne güzel diyerek göğe ilk defa bakar gibi baktı. Huzur yeri olan göğe bakılmaz mı, çokça baktı. Bir huzur, tarifsiz.

Derviş göğü sevmiş olsa da, toprağa meftundu. Çirkin yüzüne o hep olgunlukla bakmıştı. “Dostu olmayan toprağa bakar”.

Toprak, dervişin dostuydu. O hep dost kalacaktı.

Bu dostluğu ve sessizliği bir ah yırtarak deldi, geçti. Aralarına su girmişti.

Su toprağı parlatıp doyurmuş, üzerinde akisler dağıtan cilalı bir kara aynaya çevirmişti.  Derviş, uzun zamandır unuttuğu yüzünü gördü, çirkinliğini hatırladı.

“Ey yokluk aynası, şimdi ayıplar aynası mı oldun?

Dervişin çirkinlikten gönül aynası paslanmıştı.

Parlatıp açığa çıkartmak mı istiyorsun?.

Varlığın şekli, aynanda yokluğu anlatırdı;

Her kaçan senin yokluk aynanda hayat bulurdu”.

Şimdi parlak kara yüzün, ayna olmuş can kesiyor.

Dosttan ayrılmak ister gibi.

Her renkten ayrılmış, paslı dururken bir aşkı,  

silmeye mi çalışıyorsun?

Yokluk aynamız güzel değil miydi?

Derviş güzel değildi ama, senin karan sayesinde rahat ediyordu.

Gönül aynasında onun yüzü ve senin yokluğun vardı.

Neden  vazgeçiyorsun?

Derviş seninle yokluğa dalar, şarabı kadehinden kana kana içerdi.

Gönül işlerine  bigâne değildin.

Sende yüzlerce saklı sırlar anlatırdın.

Dervişin çirkin yüzünü  göstermek için mi, suyla birleştin?

-Aşk yoluna düştü , başına fitne ve belalar  gelmesi gerekir mi? diye.

Dikkat et, bu kırılma ile aranıza gurur ve varlık sevdası düşmesin.

Çünkü o katre, sen deryasın, onun itibarı yok ki?

Gece gibi kararmış, ağaç gibi güz yelleri yüzünden beti-benzi sapsarı olmuşken, o seninle hayat bulmuştu.

Biliyorsun, onun gönül dumanı  çok eziyetler etti,

Şimdi sende ondan vaz mı geçiyorsun?

Derviş saman çöpüne dönmüş, yere basacak hali kalmamıştı. Yalım yalım esen rüzgarın önünde savrulmuş, kurumuştu. Yokluğun ve varlığın nedeni olan ateşi,  ta ciğerinde hissetmişti. Derviş elem ateşiyle yanıp kül oldu.

Toprak ona seslendi:

“Ey derviş bende karayım, senin yüzünü göstermek ister miydim?  Ancak aramız giren su senide, beni de aldattı. Sen suyun yüzünden toprak kadehimi cilalı buldun, falcılar gibi kendini gördün. Yoksa ben aynı karayım,” dedi.

Toprak yokluğun, kendinden kendine varacağı son noktadır.

Su ise, arada bir havalara çıkan gelgit dünyası.

Derviş öldü.

Kül oldu.

Hayalleri vardı, sevgileri de.

Nerde bir rüzgar ve toz bulutu görünse, duyana, toprağa aşkı yüzünden ölen dervişin aşk namelerini anlatır. Su ise yaptığı hatadan dolayı gökte hiçbir zaman karar etmek istemez. Ayrılığa neden oldum diye üzülür, hep toprağa düşer.

Su, dervişin gönlü ferahlasın diye gökten yere düşerken  rahmet diye anıldı.

Derviş bir kere öldü. Su  hala düşüyor.

Dervişi sevgilisine kavuşturdu diye, Allah, su'ya rahmet eylesin.

Amin

İhramcızâde İsmail Hakkı

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar