Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 21





KARIŞIK BİR RÜYANI TABİRİ

Ömrümüz böyle olmamalıydı, Elâgözlüm
Bir vakitsiz meyve dilemeliydik Tanrıdan
Uzun hasretlerin arifesinde
Ellerim böğrümde kalmamalıydı.

Turgut UYAR

RÜYAMIZ

 

Dokuz yaprak.

başları dokuz kuşa dönmüş bir dokuz yaprak daha.

Üzerlerinde uçan beyaz bir güvercin

ve uzaktaki kuşlar.

üç yumurta, ekmek

ve bir bardak su.

 

Eskilerden kalan bir hikmet  “Yorumlanmamış rüya okunmamış mektup gibidir”  denilmiştir. İmam Nâbulusî de "Rüyâ uçucu bir kuşun ayağı üzerindedir, tabir olunmadıkça onun için istikrar ve karâr yoktur”

Talmud’da ise “Rüya, kendisinin yorumudur” geçer. Yani rüyayı kendisinden başkası tarif edemez, tam manasıyla çözemez.

Rüyadaki dokuz sayısı:

rüya dokuz tabakada tabiri biliniyorsa kâmil ve tam teşekküllü tevil edilmiştir. Bu nedenle İmam Cafer Sadık aleyhisselâm sembolleri kâmilen dokuz vecihde yorumlamıştır.

"Dokuz eskilerden beri "büyülü sayı" sayılır. Geleneksel sayı sistemine göre bu, diğer birçok anlamının yaranda tam üçlemenin üç katıyla tam biçimini simgelemektedir. Maça dokuzlusunun rengi siyah, yani ölümün, yaşamın yokluğunun rengidir. Her ne kadar oyun kağıtlarında maçanın biçimi bir yaprağı andırırsa da renginin doğal, canlı ve yeşil olacağına ölüm gibi siyah olması etkindir. Ama maçayı ters çevirirsek o zaman da bir kalp ortaya çıkar ama bu ölü yani duygusuz hale gelmiştir. Böylelikle kişinin durumunu karakterize eden kafayla kalp arasındaki içsel aykırılık belirtilmiş olur." [Jung, İnsan ve semboller]

Bu arada Yusuf aleyhisselâm,  zindan arkadaşlarının  kurtulacağını  zannettiğinde, onlara çıktıkları  zaman  efendisine  kendisini söylemesini  tembihlemişti.  Ancak şeytan  ona  Rabbinin  ismini  unutturduğu  için  zindanda yedi veya  dokuz  yıl  daha kalmıştı. Bu nedenle rüya tabirlerinin çıkışı dokuz saat, dokuz gün, dokuz ay, dokuz yıl, olmazsa doksan yıla varır. Bazen çıkmaz. Öyleki  tabir katı çok olunca zuhuru ahirete kalacak gibidir.

Yapraklar;

Doku gizemi üzerinden bakılınca Hz. Mevlana'nın dokuz yüz kat insan tabirini işaretle dokuz yaprak [yüz] katı anımsatır.

Yapraklar

Kuşlar çıkan yapraklar; olgunlaşamaya, çıkmayanlar ise zamanla olgunlaşacaklar demektir.

Yapraklardan kuş çıkması her yaprağın/dönemin doğuşunu simgeler. Eğer yaprağın karnından kuş çıkıyorsa, doğuma/doğuşa işaret ederek hayatın devamını bize hatırlatır.

Tek başına uçan beyaz kuş

İnsan-ı Kâmil, ruhtur.

Kuşların  çıkardıkları  muhtelif  sesler  ise  onların dilinin lugatı,  sırları ve manalarıdır.

Kuşların uçması;

bir gezi değil, aynı zamanda kurtuluşu örnekleyen herhangi bir hareketi de temsil eder.

Kuş gibi uçmak demek, istediği  yerlere  engelsiz  gitmesi,  görmesi ve  meleklerle  konuşmaya  başlamaktır. 

Bu makama çıkan bulunduğu yerden   bir üst makama geçecek demektir.

 

Üç yumurta doğum;

Ruh, hayat ve ölüm; çocukluk gençlik ve ihtiyarlık; neticede yaşanılan üç devredir.

Simgesel bağlamda ekmek ve su âdemliğin temeli ve "İsa aleyhisselâmın ardından gitme" dir.  Buna yeniden doğuş ya da diriliş de diyebiliriz?

Ekmek vücuttur. Onu yalayan ve besleyen sudur.  Hikmeti en eski ölümcül günahtan temizlenme işlemi, gerçek vaftiz olgusunu gösterir.

Başka tabirlerde vardır, tabirden içeri.

İhramcızâde İsmail Hakkı


VAKİTSİZ UYKULARDAN

vakitsiz uykulardan uyandır beni

kara üstüne kara gök üstüne gök

şimdi herkesin dolaştığı bu yerde

bir taşra öğlesini yoğunca yaşıyorum

uzayıp gidiyor yorgun bir kamyon

elbette vakitsiz yıl sonu yaklaşıyor

sakın sana ne deme sakın deme

göğün toprağın denizin olduğu her yerde

demek ki insanlara yurt olan her yerde

saatin adı eşit her yerde

koy verme beni vakitsizdir mutlaka

uyandır çürüyenlerimi bir bir tazele

en sert sesini edin en zorlu tavrını al

kayayı çıkartmıştık tepeye kadar

ufacık ufacık bir şey

itecek kadar.

Turgut UYAR

 

TANRI KARADIR


Gelir söyler, gider söyler
Dilân Durdurmaz

Pir-i Muganın huzurunda oturuyorduk. Zelil ve zebun bir âşık gelmişti. Ağlamaktan pınarları kurumuş gözler, diriyken gömülmüş bir dille yorgunca huzura düştü. Çok sözler söylemek istedi. Gerek yoktu. Hali anlatıyordu. Pir sordu.

-Niçin bu kadar üzülüyorsun?

Üzülmene sebep senin güzelliğin, doğruluğun, fıtratın elvermiyor ki, karşındakine ifade edemezsin, varlığını.

-Efendim.. tükenme noktasına gelmem de suçum var mı?

-İyi olmak suç değilse de, kişilik dışı karşısında sende suç olmuş. Cinsini bulamayan bülbülü kargayla beraber etmek gibi. Varlığında olmayanı aramak insanın vasfıdır. Bulduğu zamanda katmak ister, karşılık ister. Bal gibi olanın yaratılışına sirke katılmaz ki.

-Arıyordum.

– Kadın içindeki erkeği, erkekte kadınını arar. Hep aradıkları bu dur. Kendinde olan eş-kendini. Başkası değil. Fakat yollarda erkekler tavşan, kadınlar kaplumbağa gibidir. Meşhur  hikayedeki metafor bunu anlatır. Erkek çabuk olsun dediği halde yolundan kalır. Kadının yavaş ve kudretsiz haline aldanınca gaflete düşer.

-Kurtulmak istiyorum.

-Sevdiğinden bedenini kurtarırsın. Ancak için başka söylemini düzeltmek gerekiyor. Sen gelmeden önce ruhun buraya geldi. Ruhunla konuştuk. Ruhunun söyledikleri ile beden dilin farklı konuşuyor. Tamam olur, denilen bir husus oldu. Halledilsin bu mesele denildi. İtiraz ettin. Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) gibi “bilmiyor” dedin. Hallaç gibi idama razıyım dedin. Benim elimden dilimden kimseye bugüne kadar zarar gelmedi ki, şimdiden sonra olsun.

Dışın herşeyin tersini isterken, içinde neden ısrar ediyorsun? Çünkü verdiğin ahdler ve sözler varmış. Yalan da sende olmayınca, dönülmez yolun yolcusu gibi, zahmet ve figan içine düşüyorsun. Çok anlattık, çok konuştuk, bir türlü için kabul etmiyor. Geçmişin hatıralarına.

-Ben bu kadar iyi olduğum halde ötekinin kötülüğü nedir?

-Karşındaki yol düşkünü. Aynı yola çıkmıştınız, fakat yoldaki hızınız aynı değildi.  Kadının yavaş ve düşük hızıyla kazandığını, erkek yüksek ve fazla hızıyla erişemez olsa bile. Bilirsin, kadınların buluğ çağı düşüktür. Erkekler kırkına dayansa ancak buluğa erebilir. Kırkını bulupta erkek olamayan çoktur.

-Ruhum benden ayrı düşünmesi nasıl olur. İçten de nefret ettiğimi düşünüyorum.

-Hayır. İç vardır, birde için içi. En içte hakikatin sana yön veriyor. Saf iyiliğin razı olmayınca kader ve keder bedeni yıpratsa da razı olup  duruyorsun.

-Ne yapmalıyım?

-İçinden ayrılığı yazamazsın. İnsan için verilmiş olan en büyük hakikatten biri unutmaktır. Elest-i unuttuğu gibi. Unutmak ve uyumak insan için özür değil, bir lütuftur.

İnsan-unutandır. Sen unutamazsan karşındaki hiç unutamaz.

-Ümidim yok mu?

-Ümidimizin var oluşu daha çok aklı korumak içindir. Sonuçta kader neyi çizdiyse oraya doğru yavaş yavaş gidiyoruz.  Şahsiyetlerimizin tanınmasında kendimizden saklandığımız o kadar çok şey var ki. Onun için ben ihtiyarlığımı çok seviyorum. Hem de ne çok. Üzüldüğümde istediğimi unutmayı kolayca yapıyorum. O kuvvetli dediğime karşı,  bir şey yapamam diye çekiniyorum. Kulaklarım zayıflamış, çok şeyi anlayamıyorum, gözlüklerim olmadan okuyamıyor olsamda.

-Ben ihtiyar olmadığıma göre,

-İhtiyar değilsin. Ancak gönül çökünce daha eylemsizdir. Tad ve tuzsuz yemek gibi. Hayat, olsa da bir olmasa da. Beni dinlersen içine bugün şunu söyle, ayrılmak yazıldıysa eğer, kavuşmakta yoksa birazda tanrılaş. Tanrı yalnızlıktır. Tanrılık verildi demek, yaratıcı tanrı olmak değildir ki. Bu duyumsal bir haldir.

Tanrılar yalnızdır ve yalnız kalacaktır. Umutları olmayan durgunlaşan karanlık bir sessizlik.

Rasûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme sordular, “bu alemler yaratılmadan önce Tanrı nerede idi” cevap verdi.

” A’ma  da idi. -Altında ve üstünde hava olmayan-” demek bu.  Tanrı Kara  idi.

Bir âlime sormuşlar, “âlemleri yaratmadan önce Tanrı ne yapıyordu”, cevabı ise, “bir şey yapmıyordu.”

Şimdi sana da tanrılık hali göründüyse sonun kara olacaktır. Karayı seven, beşer olmaz. Kara tanrılarındır. Kara hayattır. Onda her şey saklanmıştır.

–Tanrı Kara mıdır?

– Tanrı Karadır. Kara gönülde misafirdir, Sonradan yaratılmış olman senin tanrılığına engel değil. Tanrı, tanrılar yaratır. Yaratması gereği. Ancak onlarda mahluktur. Tanrı olmak demekle Onun yüceliğinin sahibi olamayız.

Nefsini tanrı edinenleri görmedin mi? yi hep yanlış anlıyoruz. Nefisler tanrılaşır demektir. Bu nedenle yalnızlaşan bedenlerimiz ve ruhlarımızın çektikleri buradan gelmektedir.

-Ne yapabilirim.

– Yapman gereken ‘ölmeden önce ölmektir’, dediğimiz kutsal ölüm olan intiharımızdır. Dur deriz bedenimize, ruhumuzun iştiyaklarına. Çürümüş bedenimizden önce ruhumuzun ölmesi.

-Ruh ölmez ki?

-Yaşadığından zevk almayan ölmemişte nedir? Ruhumuzun acılarını dindirmek için içimizdeki olan geçmişe dur demeliyiz. Bu bir ölümdür. Geçmişin duruşu da an’da olmadığına göre yapılacak tek şey kalıyor. Bedenimize dönmek ve ondan yardım istemek.

-Beden ruha nasıl yardım edebilir ki?

-Unutarak.

-Yapamıyorum.

-Onu yapamayacak kadar güç bulamıyorsan yokluğa bürünüp kalender ve melâmi ol. Bir engel kalmaz. Kim ne derse desin.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

Yar yüreğim yar, gör ki neler var,

Bu halk içinde, bize güler var.

Ko gülen gülsün, Dost bizim olsun,

Gâfil ne bilsin, Hakk’ı sever var.

Girdik bu yola aşk ile bile,

Gurbetlik ile, bizi salar var.

Bu yol uzaktır menzili çoktur,

Geçidi yoktur, derin sular var.

Gözleri giryan, ciğeri biryan

Olmuşlar hayran, divâneler var

Her kim aşıktır yolda sadıktır

Sâdık olana, anda neler var

Her kim merdâne gelsin meydane,

Kalmasın yâne, kimde hüner var.

Yunus sen bunda meydân isteme,

Meydan içinde merdâneler var.

 

 


HANGİ VARLIK YOKLUĞA SIĞAR Kİ

 

Bugün çok sevinmiştim. Ancak ne zaman sevinsem birileri halime tuz basarlar, bende hep düşünürüm.

Ey hayat kıskanç olabilirsin, bu nedir? Desem de,

cevap bir yerden gelmez.

Canım dostum hoşluk dağıtırken, biri avcı olmuş uçan can kuşunu indirmeye çalışıyordu.

Ey Avcı!

Kuşu indirmek için tüylerin donarken kış yoluna düştün.

O kuşu vurdun mu?

Vurdum, dedin, baktın. Düşmüştü, bir şey. Doğru düşmüştü, düşen kuşun gölgesi. Gölgeler yere düşer, ancak kuş nerde, diye çok arandın. Olamaz demeye cesaret edemeden bakındın. Gururun vardı, elin barut kokuyordu. Kurşun uçmuştu ve değmişti, ancak  düşen kuş yoktu.

Yerler yetmedi göklere dahi baktın. Gördüğün duyduğun hep hayal âlemi. Düşen olmak başka değmek başka. Hayale taş değer mi, o halde atılan ve tutulan nedir? dedin.

Sevdiğini kaybedenler ve bulanlar arasında, farkı bulmak, sende değil, beğenmediğin basit gördüğün yolcunun peşine takılmaktadır. Onlar avcıları avlayanlardır. Diyarlarına yolun düşmesin senide tutarlar.

Neden onu üzdün ki, tanımadığın biri de. Onlar üzülürler ancak seni ele alırlar. Senide alıp tutacaklar.

Her taraflarından altın sızan gök konuları tanırım,. Onları tanımak için gayret gösteririm, onlarsız hayat can bulamaz. Bazıları vardır, kendi havanında hikmet döverler. Söyledikleri hikmetleriyle ancak kendileri erirler. Hikmetler yaprakalr gibidir, bir ağaçları varsa dururlar., yoksa  hayat herşeyi yavaş yavaş yok ediyor.

Bir güzel tanıdım, hakkıyla güzel. Onun yerine bakanlar, bulmak şöyle dursun varamazlar. Huyu huydur, kendi çok güzel.

Ey gözünü tepeye dikmiş olan, sor kendine çilenin hangi yurduna uğradın. Kan gibi gözlerin oldu mu? Yanmış kalbin, susuz dudakların?  Olmadıysa, nasıl anlayacaksın?

Dertlerdir yol açanlar.

Tinden  dünyanı kurutmak için aşkın alevi gerekir. Ancak nerde ateş, nerde sabır sadece gördüğün benliğin ile yalnız kalmaktır.

Gel yalnızlığın kaderini taşıyana hakkını ver de,  anlamayanları, anlayanlar hakkına.

Dünyada tek bir hayat vardır. O da bir gönüle girmek imiş. Bunu ikincisi yoktur. Var dersen, ikiyi unut. Seni unut, önceyi unut. Unutma ki hala o avcı vurduğu kuşu arıyor. Fakat bulamayacak. Çünkü kuş yoklukta kaldı, avcı varlıkta. Hangi varlık yokluğa sığar ki.

İhramcızâde İsmail Hakkı


TANRIYI BULMAK İÇİN

“Tanrı, herşeye cevap verseydi,
insanlar daha çok soracak ve inkâr edecekti.
O susmayı tercih etti.
İnsan, bu susma karşısında iki şey arasında kaldı.
İnkâr ve iman. Bu gerçek rahmetin kendisidir.
Eğer her soruya cevaplar gelseydi,
yüce kudret bize yaşama hakkını bir daha tanımazdı.
Bu ise insanın doğuştan şanslı yaratılışıdır.”

Çocuk okula yeni başlamıştı. Cin gibiydi. Sürekli kafası olur olmaz düşüncelere dalardı. Bir kere kafayı tanrıya takmıştı. Sürekli nedenli soruları vardı.

Neden basit bir sebeple Adem  cennetten kovuldu, İsa'yı çarmıkta kurtarmayıp göğe çıkardı diye hesap soruyordu. Peygamberleri için neden yardımın geç bıraktı.. diye aklın son vuruşlarını yapıyordu. İleride dinsiz olur dedikleri kadar kafası karışıktı. O soruyordu, karşılığında cevap bulunamıyordu. Bir nevi herşey cevapsız kalışında gizliydi. Çünkü tanrı onun için bir türlü cevap vermedi. Vermezdi de. Bu çocuk büyüdü üniversiteye başladı. Sorgulamaya devam. Çünkü eleştiri için yaratılmış yapısı onu her meselede göz önüne çıkıyordu. Tanrı işi bitmişti. Bu sefer insanları, sistemi eleştirmeye başladı. Ancak sistem onu kabul eder mi. Tıktı kodese… Orada aç ve susuz… hücreye de koysalar bağırıyordu. Hani adalet, hani insanlık? Gücünüz bana mı yetiyor? Dışarıda iken böyle söylemiyordunuz. Ben tanrıya o kadar attım tuttum, bir şey olmadı. Yoksa "gerçekten siz tanrı mısınız" demeye başladı. Evet tanrısı ölmüş olan Nietzsche'nin gibi, onun tanrısı ölmüştü… ancak hapisahanenin tanrısı ölmemiş, onu oradan buraya savuruyordu.

Gücü yetemeyen değildi. Dili ile herşeyi çözerdi. Ancak bu yerin tanrsısı hesap sorunca…karar verdi… ben bu tanrıya kulluğumu yaparım dedi. Yıllarca sisteme çalıştı. Ancak sistem onun herşeyini aldı. Vermemesince. Ölüm vaktini bilmiş gibi …bir gün Öldü. Taptığı tanrı onu bırakmıştı. Bir çukura attılar. Taptığı tanrı onu bırkamış ve onu inkar ediyordu.

Bundan önce yoktun, şimdide yoksun.

Soru burada başlıyor. Tanrıyı inkâr eden öldü. Cevapsız soruları ise kaldı. Eğer cevap verilecek olmuş olsa veya gerekseydi… neden verilmedi diyebiliriz.

Tanrı neden susar.

Yahudilerin dediği gibi "Tanrı neden tutulur"

Bunun cevabını kolay veremeyeceğimiz kesin.

Bütün mesele küçüklüğümüzde açken neden ağlıyoruz, bir ebeveyn neden çocuğunu aç olduğunu düşünür ve büyütmeye çalışırla başlıyor.

Bunun cevabı kesin olamaz. Zayıf geldiğimiz dünyada muhtaç olarak başladığımız hayat mahkumiyetimizin başlangıcı. Çocuk annesinin bakmadığını değil bakacağını düşündüğü bir eylemle ağlarken anne neden itiraz etmiyor. Olumsuzluk yok…Olması düşünülemez. Bir bağ ki izahı bizce mümkün değil.

Kulda arada bir zırlayabilir. Sen yoksun falan niyetine. İnkar eden için tanrı yoktur.. Olması da gerekmez. Ancak dünyada önceden ve sonradan bir ölüm ilkesi varsa ve evrimsel deneyimleri kabul varsayalım, hala nesli tükenen binlerce ırk varken hala değişime uğrayan olmayıp birer birer dönüşsüz ölürken, cevapsız kalan soruları kendimizde cevaplayamayınca güvenli kipte aklı tekrar çalıştırmak gerekiyor mu?. Virüsün olmadığı ortam. Ancak fazla iş yapmaz. İşte bu ortamın tek cevabı "ya varsa…" o da ya "ya yoksa…" dediğimizde tek çözüm iman etmek mi olacaktır?

Bilinmeyene yönelişte korku bizi zorlar. Karanlık odada her zaman bir çıkış vardır. Bu çıkışı görmek için bir ışığı bulmak gerekiyor. Bu ışık kendimiz tarafından yanmayacağına göre bir bilen veya tanrı olmalı. Bunu bizim bulmamız değil, onun bizi bulması gerekiyor. Unutmayalım ki tanrı bizi bulmasa idi… bizim onu bulma imkanımız hiçbir zaman mümkün olmayacaktı...bunun nedeni elçiler gelmesiyle açıkça görüyoruz. Bazıları elçileri sahtekar olarak düşünebilir. Sonunda ben bir görevliyim, ile işe başlamaları bir incelik konusudur.  Bu nedenle unutulmuş olmak…eğer tanrı unutursa bizim onu bulacağımız kesinlikle düşünülemez.

Yüce gücün karşısında ezileceğimiz kesin. Neden mi, biz ölünce dünya hala duruyor. Biz dünyaya gelmeden durduğu gibi. Demek ki, dünya bizimle bir kazanca sahip olmadığı gibi gidişimizle de çok bir şeyi eksiltmeyeceğimize göre, -onu bulmayı kendi içimizde kolay başaramadığımızda kesin- iyi bir insan olmayada mecbursak-çünkü bir güçler sistemi bizi hemen mahkum ediyor. Ancak iyi insan olmak ile sisteme biraz yakın olacağımız kesin, görünüyorsa, sistemde gizli bir güçtür. O halde tanrıda güçlerin içinden ayrılmış olan aşkın bir güç olacağı kesin...Güç dediğimiz şeyin izahını yapmakta zorlancağımız kesin. Vasıfları ve sıfatları ancak kendi tarafından belirlenecekse, duyulan ve bildirilenlere uymak gerekiyor. Bu gücü denemeninde bir faydası yoktur. Sineğin dağla mücadelesi gibi. Mesela, Darwin gibi tanrıyı denemeye gerek yoktur. Zayıfın güçlüyü denemesinde olumlu cevabın alınacağını kestiremeyiz.

1850 Haziran’ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851’de Annie’nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı’ya olan tüm inancını kaybetti.

Hasta kızı için kilisedeki duasında Darwin’in Tanrı ile olan pazarlığı şu şekilde geçmektedir.

“Efendim tüm alçak gönüllüğümle karşınızda diz çöktüm.

Tanrım eğer ellerinde kızımı kurtarmaya yetecek güç varsa ömrümün kalanını sana inanarak geçireceğim.

Eğer birini alman gerekiyorsa beni al,  ama ona dokunma.

Bildiğin üzere kendisi küçücük bir kız.

Bu isteğimi senin ve benim çocuğum adına, hatta tüm çocuklar adına yapıyorum.

Sana şükürler olsun.

Âmin”

Ancak cevap olumsuz oldu. Kızı öldü. Sonra “Türlerin Kökeni Üzerine” kitabını yazdı. Fakat yinede inkar ettiği tanrısına kararı kendisi veremedi. Cennetinden çıkması için Havvası yardım edecekti.

 

Charles Darwin kitap bittikten sonra kitabın ve fikrinin kaderi eşi Emma’ya terk etmesidir.

“Bitirdim.  Bitirdim.

– Seçimi sen yap

– Ne seçimi?

Bunu (Türlerin Kökeni Üzerine Kitabı)

Ne yapacağımızı seç.

“Birisi Tanrı’nın tarafına geçmeli.”

Bu kişinin Innes olmasındansa senin olmanı yeğlerim.

(Eşi) Yani bana kalırsa bunu yok etmemiz mi gerekecek?

“Neyin doğru olduğunu düşünüyorsan öyle yap.”

Önce bir oku Emma?”

Karar verildi. Emmanın itirafıdır.

“Böylece nihayet beni de suç ortağın yapmış oluyorsun. Tanrı ikimizi de affetsin.”

 

Darwin'in Havvası, Emma onu yoldan çıkardı.

Bu olaydan çıkarılan sonuç, Darwin bir fikri ortaya attıysada âlemdeki düzende bir değişme olmadı. Herşey yerli yerince çalışıyor.

Neticede Allah Teâlâ kulların keyfine göre cevap verdiğini tarihte duymadık. Bundan sonrada olacağı şüpheli. O vermek isterse…bunu bizim bilmemiz ve vaktini tayin etmemiz mümkün değil. İnanmak belki en iyi çözüm olacaktır. Ancak alay etmeden. Büyüklerin adetidir. Allah Teâlâ da alay edenleri ve şımaranları sevmez. Koyduğu sisteminde ve kanunlarında aceleci olmadığı gibi biz istiyoruz diye değişikliği de gitmeyecektir. Bizim gibi öleceklerin yargılarıda kendimizle yok olacağını düşününce, boyun eğmek mecburiyetinde oluşumuzu bilmemiz gerekiyor.

Tanrıyı delillerle de ispat etmek bir yerden sonra son bulduğunu bildiğimizden inkar edenler için en son cümle, biraz sonra bir yiyeceğe ihtiyaç duyup mahkum olduğu hayatta susmayı tercih etmesi daha uygun olacaktır. Güç kendini gösterdiğinde susmak nasıl mecburiyetimiz ise…

Ey insan… cevabını bulamadığın onca soru içinde seni yaratanı sorgulamayı bırakmalısın. Çünkü önceden de yoktun… sonrada yok olacaksın. Dünya sensiz yine yoluna devam edecektir. Yok dediğin tanrı hala birileri tarafından var ve yok arasında bilinecek ve sende olmayacaksın. Ancak her şeyin bir hesabı olacağını unutmamalıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı 


ÖLMELİ İNSAN ÖLMELİ

Son zamanlarda insanların, sosyal hesaplar ile tatmin olmasına, düşünürlerin dahil olması, demirci körüğündeki demir işine döndü. Azıcık bir cümle ile dünyaları anlatmanın peşinde olmak, anlayanı, anlamayanı belli olmayan, sonuçlar, takip ediyor görünüpte takip edilmeyenler…sonuçta boşa geçirilmiş vakitlerin acısını hissettiriyor. Barajların dolmuşluğu küçük kapaklar ile boşaltılarak, heyecanlar ve isteklerin sonucu oluşacak devler, cücelere döndürülüp, kaybolma yolundalar.

Önceden yapmadığını yapmaya başlayan sürgün filozoflar, kendilerini kaptırmış gidiyorlar.

Bu kadar doluluğun içinde gerçek yüzünü gördüğümüz kaç kişi kaldı?

Çok olmadığı kesin.

Bir fikir hakkında sadece yalakalanmak öteye gitmeyen, itirazsız, hormonulu hikmetler, kalbimizin perdelerini çok açtığımızı zannetmiyorum. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yapmadığını yapmaya çalışmak. Bugün bir filozof kafa gördüm. Bedeninden kesik resmine istinaden, kulakları küpeli. Kölesiyim Tanrının, diyeni mi taklit ediyor? Kölemi…neyin… entelektüel jargonun bilinmeyinde kendine hava mı vermeye çalışıyor.

Gün ve devran döner, hayat hepimiz için biter. Ortada kalan ölümüne sebep olduğumuz yüzlerce fikrin yanında birilerininki de  eklenir.

Kalmak… yanında bulunduğumuz istekler dünyasında… kaç kişiyi hidayete erdirmenin zevkini yaşadı ki?

Ya anlaşılmaz fikirler ile ölümüne intiharına yol verenler, ya da boğulsun diye biraz ilave su doldurulan, küçük bardaklarında ölen insanlar.

Ölünmez denen ferahlıklarda ölüşler var.

Bereketsiz zevksiz olmak bir kazanç kapısı. Yazamak için yazmak, tatmin olmak bir hastalığı. Bende varım diyerek… neyinde varız, neyinde yokuz değimiz… sözlerin arkasında sadece bir boşluk… görülmesi gerekirken günü güne takılmış bir fırtına arakasında, gidip gelmelerin sonuçlarında, hep huzursuz bir gözle ben neyimden çıkmış… kırk defa pişman olduğumuzu tekrar yapmışlar.

oğru olanı söylemenin suçlandığı zamanlarda yalan söylemeyi beceremeyene acımak gerekiyor. Hayat bu kadar çekilmez  olmalı mıydı?

Ben olsun, biz olsun bitip.. o olsuna ne zaman dönüş yapacağız. Benlik asarından çıkmak, hiçlik kaçıp, bir tanrının karşısında olduğunu bulmak.

Bunu öğretecek insanlar biliyordum. Kalkamayacak kadar yorgun bitkin bıraktılar. Bir nevi öldürdüler. 

Ölmeli insan… kendi ölmeyi beceremiyorsa birileri yardım etmeli ve ölmeli. Ölünce olan çok bir şey olmasada.

Ölmeli, sahip olduğumuzu zannettiğimiz dünyada.

Cebimiz para, etrafımız hayranlarla yaşamak varken neden ölmeli?

Geleceğini bildiğini beklemek cesaretini bulamıyorsa ölmeli.

Ölüm canın çekilmesi değil ki, ölüm… kendinin çekilmesi.

Öyleyse…koşmaktan vazgeçenlerin yanından göçmeli.

Ölümlü olan öleceğini baştan bilmeli.

Birbirimizden uzaklaşarak benim bildiğime, senin bildiğine, takılıp kalmaktansa ölmeli…

Kim çok biliyor ki bir adım ötesini.

İhramcızâde İsmail Hakkı


SENİ SEVİYORUM ALLAH'IM DAKİ HUZURU BULMAK

 “Ben göklere ve yere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.”

El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.

Korku ve sevginin arasını bulmak.

Zıt iki şey bir anda bulunması bir kalpte olması muhaldir.

“Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır,…” (Ahzab, 33/4)

Seven ve korkan kalp.

Biri gelince diğeri gidecek, dememektir.

Sevginin makamı gönül, kalp, fuad .. gibi çeşitli şekillerde tabir edilsede hepsinin buluştuğu mefhum aşk ve sevgidir.

Çocuklarımız bebek iken karşılıksız sevgi ile gelişirken daha sonra… bu sevgi, yavaş yavaş korkuya dönüşümlü bir hal gösterir. Çünkü terbiye fıtratın değişimiyle alakalıdır.

Manevi terbiyede vesvesenin makamı kalptir. Kalp ise çok zaman şeytanın üfürmesinden emin değildir. Şeytan onlarla çocukların top oynadığı gibi oynar denilmiştir.

Çocukluk döneminde olan birine sevgi ve korkuyu aynı derecede vermenin imkansızlığı bulunmaktadır. Bu nedenle suç anında cezalandırılma faktörünü dereceli planla beraber tutarız.

İnsanların çocukluk, gençlik çağları, olgunluk ve ihtiyarlık evreleri manevi boyutta da geçerlidir. Mesela 23 yıllık tebliğ döneminde hadler/cezalar son yıllara kalmış en son yasaklananın faizin olması da, paranın insan dünyasında en son terk edeceği sevgiden  olmasıdır.

Tasavvuf büyükleri intisap eden dervişlerin ilk dönemlerinde  kalbi faaliyetler ön planda olduğundan, sohbet ve terbiye literatüründe kullandıkları araçlar ve kelamları gönül makamına uygun tutmak zorunda kalmışlardır.

Ehl-i dil, yaratanı sevmeyi, yaratılanı sevmekle eşleştirince, gönlün ilk etapta ele alınması mecburi olmuştur.  Mesela, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi hazretlerinin ihvanlarına söylediği bir sözü dile getirelim.

"Biz Allah Teâlâ'dan korkmayız, ancak gönülden korkarız"

Bu sözden murat kendi nefsimiz açısından Allah Teâlâ'ya karşı bizde bir sıkıntı yoktur, ancak sizleri ve gönüllerinizi zayi etmeden kazanmak ve terbiyenizi tamamlamak bizi tedirgin etmektedir. Korkmaktayız. Bir başka yerde "verilmiş bir sözümüz vardır. Bize teslim olan ihvanı tertemiz etmeden cennete girmek haram olsun" demişler…

Hz. Musa aleyhisselâmın gönül tahtını izah eden Allah Teâlâ'yı davet etme konusunda meşhur bir kıssası vardır. Hatırlayalım.

Hz. Musa aleyhisselâmın ümmeti:

- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa aleyhisselâm, onları azarladı.

«Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa aleyhisselâm: 

«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

Allah Teâlâ: 

«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: 

«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. 

Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah Teâlâ gelecek, dedi.

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:

- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

«İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.

Gönül, Allah Teâlâ'nın dünyaya tecelli ettiği ve hiçbir yere sığmam ona sığarım dediği makamdır. Bu nedenledir büyüklerimiz terbiyede kendi kontrolümüz konusunda kimseye incinme, kimseyi incitme ilk ders olarak vermişlerdir. 

İncitmemek kolay, fakat incinmemek… zor husus olduğundan yolun kesesini tercih ederler. Gönüller yapmaya geldim, denilen hususta budur.

Bu meyanda korku, peşinde öfke ve hatayı çabuk getiren, bir fiildir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin miraca çıkmadan önce kalp ameliyatında korku damarlarının alınma nedeni de budur. Korkusuz olarak, sevgiyle miraca çıkmıştır. Eğer korku meleke olarak bünyesinde bulunsaydı miracın vaki olması belki mümkün olmayacaktı. Çünkü aklının dünyevi karşılığı olmayan bilgiyi ilk tahammülünde zorlanacağı çok şeyle karşı karşıya kalacağı bilinmekteydi..Vahiy esnasında Efendimizin kriz şeklindeki nöbetleri delil olarak söyleyebiliriz.

Bazı kardeşlerimiz diyebilir ki, Allah Teâlâ benden hakkıyla  korkun bunun manası nedir?

Burada korkuyu dar içerikten çok, sevdiğinizi yani beni kırmaktan, isyan etmekten, kulluktan kaçınmaktan korkun demiştir. Ben zaten münezzehim.

Nuh aleyhisselâm tenzih ve teşbihi orta yollu tutmayı başaramadığında kavminin helak olmasına neden olduğunu İbn Arâbi kuddise sırruhu'l-âlî beyan etmektedir.

Bilmeliyiz ki, rıza makamında, Allah Teâlâ'nın zat-i ilahisinin tecellisi ve kulun muhabbeti vardır.

Rıza makamı, bütün makamlarının üstündedir. Bu yüksek makamın ele geçmesi ise, terbiyede kemale kavuştuktan sonra olur.

Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;

“Oğlum sizler Allah Teâlâ’dan razı olunuz. Yoksa Allah Teâlâ sizlerden razıdır. Öyle olmasaydı -Bu âlemi bizimle paylaşmazdı- bir saniyede herkesi helak ederdi!” 

Yine burada bilmemiz gereken bir hususta Allah Teâlâ ben kulumun zannı üzereyim demesidir.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu. Genç, "Ben Allah' (ın affın)ı umarım Yâ Resûlâllah! Ve günahlarımdan da korkarım." dedi. Bunun üzerine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki,

"Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)

Başka bir hadisi kutside "Allah Teâla Hazretleri diyor ki:

"Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." [Buharî, Tevhid 15;  35; Müslim, Zikr 2, (26 75), Tevbe 1, (2675).]

Hulasa fikirlerimizi korku temelinden çıkarıp sevgi yönüne çevirmeyle olan kazancımız, bela anında açık kapılarımızın bulunmasını sağlamaktır. Korku, bütün kapıları kapatır. Günümüz insanın korku ile sömürülmesi ve güvenlik temelli fazla tedirgin oluşundan bunu daha iyi  anlayabiliriz.

Çocuğumuzun ve sevdiklerimizin affına meyyal olduğumuzu bildiğimizden, kendi iç dünyamızdaki huzurda… korku ve ümit arasındaki duruşumuzun sarkacını sevgi tarafına dönük olması münasip ve elzemdir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Genç yaşta saçlarımı boşuna ağartmadım


KÖTÜLÜĞÜ İYİLER YAPMASIN

Kızdığımız insanlar vardır. Hak ederler. O şekildedirler ki yüreğimiz soğumaz, yüzlerce kez kızarız.

Kızmak zor olanı başarmaktır. Düşünün, biri gerçekten çok kötü, kızınca içinizden söylenen gizli sesi çıkarıp ona yönelttiğinizde o kişi belini bir daha doğrultamaz. Kötülüğünün üstüne bizim nedenimizle karlar yağar. Bu dağları oluşturur. Güneş'de buz dağlarını eritemeyince o kişi kötülüğünden çıkamaz. Anlatılır:

İtaatsizlikte bulunan çocuğundan şikâyete gelen bir babaya Abdullah İbn-i Mübârek sordu:

“Sen oğluna hiç beddua ettin mi?”

“Evet, canımı çok sıktığı zamanlarda ettim.”

“Sen kendi elinle kötü yapmışsın çocuğunu. Baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası ret olunmaz.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem mübarek dişini kıran kavmine:

“Yâ Rab, kavmime hidayet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye dua etti. Sen de böyle bir anlayış içinde olsaydın; ziyan etmezdin. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin bu sabrı ve metaneti, ziyan getirmedi, sonunda kavminin imanlarına sebep oldu.” der.

Bu nedenle kötü anarken iyiye dönmesini sağlayacak ifadeler kullanmak daha doğru olacaktır.

Ayrıca kızmamızla kötünün şerride azalmayacaktır.

Yine Abdullah İbn Mubarek anlatıyor:

Şeyhim Abdulaziz Debbağ kuddise sırruhu'l-âlî Efendime bir gün sordum, dedim ki:

—       Efendim, zulüm ehlinden bir kısmının büsbütün tuğyanı şiddetlendi, inatları fazlalaştı, halk onlardan hoşlanmaz oldu. Herkes kendini onlardan uzak tutmaya çalışıyor. Böylesine beddua etmez misiniz?

Allah kendisinden razı olsun, dedi ki:

—     Sözünü ettiğin zulüm ehlinin şu anda cehennemdeki sarayları henüz tamamlanmamıştır, geriye daha birçok sarayları da vardır, onlar tamamlanmadan ölmezler.

Evet Şeyhimiz vefat etti, ama o zâlim adam hâlâ yaşıyor. Böylesine bir akıbetten Allah'a sığınır, Ondan selâmet dileriz. Allah daha iyisini bilir.

Yine şeyhimden bazı zulüm ve tuğyan ehlinden sordum ki onlardan biri bulunduğu makamdan azledilmişti, insanlar da bu duruma oldukça seviniyorlardı. Şeyhimle bu konuyu görüştüm. Bana şöyle buyurdu :

—       Bırak onu, çünkü onun nisabı (devresi ve payı) henüz tamamlanmamıştır.

Nitekim Şeyhimin buyurduğu gibi o zâlim tekrar makamına geçti, eski hâlini buldu, şimdi hicri 1136'nın ramazanında bulunuyoruz, o zâlim hâlâ yaşıyor ve makamını koruyor. (Çünkü cehennemdeki sarayları daha tamamlanmadı, onun tamamlanmasını bekliyor.) (Kitab-ul İbriz, cilt, II, sh, 528)

Kötünün işinin rast gittiği düşüncesi de hakimdir.

Bir gün Davut aleyhisselâm kendisine zulmeden birine beddua etmiş icabet geç olmuştu. Davut aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü. Allah Teâlâ

“Ey Davut! Sende bir kimseye zulmedersen, o da sana beddua ederse; Ben sana geç icabet ettiğim gibi onada geç icabet edeyim diye, isteğine geç cevap verdim”

Kul Allah Teâlâ´dan bir şeyi ister. Allah Teâlâ;

“Peki, fakat ben bunu sana, gerektiği bir vakitte vereceğim” der. Bu ya dünyada veya ahirette olur. Ahirette olan ise daha makbuldür. Çünkü ahirette isteme makamı olmayıp ceza ve mükâfat makamı vardır.

Bazı kötülüklerde hayra vesile olur, bunun nedenini de bilemeyiz.

[Evliya derecesini bulmuş bir zat varmış. Kürsüye çıkıp vaaz ederken daima:

“Yâ Rabbî, hırsızlara haramilere rahmet kıl!” Diye dua edermiş. Sebebini sormuşlar. Cevaben:

“Ben Bağdatlı bir tüccardım, çok zengindim ve iyiden iyiye dünyaya dalmıştım. Bir gün sahradan geçerken, kervanımın birini haramiler soydu. Bu vak’adan biraz aklım başıma gelir gibi oldu. Bir başka geçişte, malımın bir kısmını daha gasbettiler. Üçüncüde ise, tîg u teber şâh-ı levend on parasız kaldım. Bu suretle aç ve bî-ilâç kalınca bir tekkeye iltica ettim. İşte orada Allah’ım bana bir kâmil mürşit ihsan etti ve bu devlete nail oldum. Bu nimete o haramîler yüzünden eriştiğim için onlara hayır duâ ediyorum,” demiş.] (Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl: Sâmiha Ayverdi, İst, 2000, s.86)

 

Hâkimest yef‘alullah-ı mâyeşâ

O zi ayn-ı derd engîzed deva

 

“Allah Teâlâ hâkimdir, istediğini yapar; o, derdin içinden deva çıkarır” (AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.10)

Allah Teâlâ kulun hakkında ceza vermek murat etse bile cedlerine ve nesillerine nazar ederek çok zaman bağışlamıştır. Onun için insanların kendi aralarındaki muamelelerinde sabırlı olması gereklidir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar