Yazılmışlar 3
İNKÂRCILARIN ŞEYTÂNİ MÜCADELESİ
İnkârcıların inkârı Allah Teâlâ değil, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme olan inkâr ve düşmanlıklarıdır. Allah Teâlâ’yı
inkâr etmek veya inanmak insan için elem vermez. Çünkü Allah Teâlâ çok büyük ve
inanılmaz olabilmektedir. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi inkâr
etmek, alaya almak, inkârcıya zevk ve şehvet duygusunda en yüksek
ulaşılabilecek beşerî cinsel hazzı vermekte olduğunu hallerinden anlamaktayız.
Öyle ki inkârcı bu inkârı ile gizil cinsel birleşme zevklerini tadar. Zahiren
kavuşulamayacak kadar olan bu zevkten aldığı tatmin olma duygusunu bir daha
karşı cinsinden alamadığı için, sapık düşünceleri ve görüşleri ile yuvarlanıp
gitmeye mahkûm olmaktadır.
Bilinmelidir ki, İblis Allah Teâlâ’yı inkâr etmedi
ve etmez de. Onun bütün sorunu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan
itaattir. Bugün dinsiz geçinenlerinde sorunu da aynı şekildedir. Onlarında ilah
sorunu yok itaat sorunu vardır.
İnkârcıda bütün inkâr tevilleri ve düşünceleri tek
bir yerde birleşir. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan aykırılık
ve itirazdır. İtaat kapısı ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan
bağlılıktır. Eğer bir insanda inkâr kokusunu hissetmek ve aramak istiyorsanız,
onların rasül bağlantılarına bakabilirsiniz. Ve göreceksiniz ki bağının çoğu
kopmuştur.
Dinsizlik mektebi müdavimleri ve şeytanın
talebelerinin ilk aldıkları ve mezun oldukları ders, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi bir şekilde inkâr etmektir. Şeytanın gayret gösterdiği ve
bitmez tükenmez davası yalnızca rasülü inkâr üzere olduğunu anlamış olduğumuza
göre, kendi durumumuzu ona göre tayin edebiliriz. Biz bunun neresindeyiz.
Allah Teâlâ’ya herkes inanır olsa da bütün insanlık
“Muhammedürrasûlüllah” ta birleşememektedir. Zikir ehlinin günümüzdeki
zikri ise “La ilâhe illâ’llâh Muhammedü’r-rasûlüllah” olmalıdır. Bunun
dışındaki zikirlerin vereceği hiçbir fayda kalmamıştır. On defa “La ilâhe
illâ’llâh Muhammedü’r-rasûlüllah” zikrinin vereceği menfaat, binlerce “La
ilâhe illâ’llâh” zikrinden üstündür.
Sonuç olarak, günümüz Müslümanlarının çektiği
sıkıntılar ve belanın temelinde Allah Teâlâ ve rasülü arasında yaptıkları
ayrımdan başka bir şey olmadığını bilip, Muhammed sallallâhü aleyhi ve
selleme sonsuz itaat etmeninin gereğini bir daha açıklamış olalım.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BİZİM YENGE’nin DİYALOG ÇALIŞMASI
Yapımcılığını Erol Avcı’nın, yönetmenliğini Aydın
Bulut’un üstlendiği, Şebnem Bozoklu, İlker Aksum, Tülin Özen, Yetkin Dikinciler
ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun rol aldığı Kanal D’nin yeni komedi dizisi, “BİZİM
YENGE”, de neler oluyor?
Evet, ne oluyor.
İstanbul’u bu dizide daha değişik bir şekilde
görebilirsiniz. Meşhur minareli siluetini görmek için kaç bölümünü izledim,
yoktu. Ancak bir şeyi farkettim. O da Fener Rum Patrikhanesi bir ömür
televizyonda görmediğim kadar görmüş olmaktı.
Eğer sizde benim gibi görmek istiyorsanız cumartesi
günü akşamı bu ziyafete kavuşabilirsiniz.
Dizide 10 dk bir Fener Rum Patrikhanesi arka planda çıkıp duruyor. Arada
bir küçükcük minare görünürse de tadımlık görüntü veriyor.
Dizide ne zaman bir sorun varsa o da evin çatısına
çıkılıp patrikhanenin gölgesinde sonuca kavuşturulmaya çalışılıyor.
“Gelin
Filiz” Antakyalı “Damat Bahri”
İstanbulludur.
Düşününce akla olmadık şeyler geliyor.
Mesela bu gelin Antakya’daki patrikliği, damatta
Fener Rum patrikhanesini temsil ettiğini düşünürsek dizideki diyalog çalışması
üzerinde çok kafa yorulmuş görünüyor.
Konuyu biraz açalım.
[“Ekümeniklik,
günümüzde genellikle, daha büyük bir dinî bir birliği ya da dinlerarası
işbirliğini sağlama amacını güden girişimleri ifade eder.
En geniş anlamıyla, dinî birlik veya dinî
işbirliğinden maksat, üç İbrahimî din olarak İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik
dinlerinin ortak manevî değerlerine vurguda bulunan dünya kapsamında bir dini
birliktir. Daha çok bilinen dar anlamıyla ekümeniklik, bu üç dinin herhangi
birinin mezhepleri arasında işbirliği anlamına gelir.
Kavram, Grekçe (oikoumene) kelimesinden gelir,
anlamı "yerleşilmiş dünya" dır ve bununla Roma İmparatorluğu
kastedilirdi. Günümüzde bu kavramla, birbirinden tarihsel, doktrinel ve
uygulama açısından ayrılan Hıristiyan mezhepleri ve Hıristiyan kiliseleri
kastedilir. Bu anlamıyla ele alındığında ekümeniklik Hıristiyan birliğini sağlama
gayesini ifade eder ve bu anlam şu idealle ifade edilir: Sadece tek çeşit
Hıristiyan Kilisesi kurumu olmalıdır.
Ekümenik kavramının Türkiye'de ilk kez gündeme
gelişi 1517 yılında Yavuz Selim'in, Mısır'ı fethettiğinde, İskenderiye ve
Antakya Patrikhanelerini, İstanbul'daki Rum Patrikhanesi'ne bağlaması ve
patriği de 'Ekümenik' (yani 'Cihan patriği') ilan etmesiyle ortaya çıktı. Bugün itibariyle, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un dış ilişkilerinde "Yeni
Roma'nın ve İstanbul'un Başpiskoposu ve Evrensel Patriği" unvanını
kullanması -Lozan Antlaşmasıyla hukuki ve siyasi konumu kaldırılan bu unvanı
tanımayan- Türkiye Cumhuriyeti'yle sürtüşmelere yol açmaktadır. Türkiye’de
ekümenik kavramı Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin (Fener Rum Patrikhanesi) muhtar
ve eşit Ortodoks kiliseleri arasında onursal önceliğini anlatmak için
kullanılır. Ortodoks Rum Patrikhanesi ekümenik unvanı ile Ortodoks
kiliselerinin birliğini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Geçmişte Ortodoks
kiliseleri birbirlerinin üzerinde değil, yan yana ve ayrı ayrı
örgütlenmişlerdi. Bu yüzden aralarında bir hiyerarşi yoktur. Fener Rum
Patriğinin Atina Başpiskoposu veya Moskova Ortodoks Patriği üzerinde bir
yetkisi yoktur. Ancak onların kabul ettikleri kapsamda bir birleşmeyi
gerçekleştirebilir. Uygulamada güçlükler çıkmaktadır. Örneğin ABD'daki Rum ve
Rus Ortodoksların örgütlenmesinde İstanbul ve Moskova Patrikhaneleri aynı
görüşte değildirler. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin ekümenikliği hususuna Atina
Başpiskoposu, Türkiye Cumhuriyeti'nden daha fazla karşı çıkmaktadır. Geçmişte
ekümeniklik, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının coğrafî ve siyasi
bütünlüğüne dayanmıştır. Bugün böyle bir temel
yoktur.](http://tr.wikipedia.org/wiki/Ek%C3%BCmeniklik)
Bu açıklamalardan sonra söylenecek şudur ki,
insanlara anlatın, anlamayacakları veya kabul etmeyecekleri bir hususları varsa
onu da diziler veya filimler gibi gizlice beyinlerine işleyin. Sonuçta her
çalışmanın bir kazancı vardır.
Çalışan kazanacaktır. Fakat “Lakin”leri bol
olan düşüncelere karşı biraz daha duyarlı olmalı “şüpheci ve araştırmacı
tavrımızı” elden bırakmayalım.
Yoksa yutulacak balık sayısı her gün
artmaktadır. İsmail Hakkı
KADER AFFETMEZ, İYİ OLMAYA MECBURUZ
Allah Teâlâ her an tecelli eder. Ancak
tecellilerini de aynı şekilde ve bir daha tekrar etmez. Fakat bazı tecelliyatı
kader planı üzere takdir ettiği için ayniyet gösterir gibi olsa da yine bizim
farkına varamadığımız tekrarı olmayan şekildedir.
Tecelliyat, zât, sıfat ve ef’alin perdeleri
arasından süzülür. Bunları zahir ve batın olarak görmek arzu etsek de nasibimiz
miktarını aşmak mümkün değildir.
Konu üzerinde düşünürken hatırlayacak olursak
Hristiyanlar hakkında buyrulan ayette [1]
tecelliyatın parçalanması haber verilmektedir. Parçalamadan ve parçalanmadan
neticeye varmak zordur.
Konuyu biraz daha açacak olursak, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır.
Allah Teâlâ’nın gadabı anne ve babanın gadabındadır.”[2]
Bir çocuk dünyaya gelirken bazı hususlar yönünden
rabbâni tecelliler ana ve babasından zuhur edecek demektir. Yani ilâhı anne ve
babası olacak demektir. Kader gereği anne-baba, sıfatların gereği meydana gelen
bebekte Allah Teâlâ’nın sıfatlarını icra ederken, Zât’ın rahman ve rahimini
üzerlerinden aşikar kılacaklardır. Ta ki bebek, çocukluktan büyüyüp nefsini
ilah edene kadar. Ne zaman ki evlat, kendinde tecellileri “fark” edip ebeveynin
sıfatlarını isteyince “Allah Teâlâ’dan başka ilahlar edinmeyin” sınırına
varmasıdır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ana ve
baba rızasını Allah Teâlâ ile eşleştirme hikmeti budur. O’nun “Rabbim beni
terbiye etti ve edebimi en güzel şekilde yaptı.” [3]
demesi ile sınırları hiçbir zaman aşmadığını, kader bazında babasını doğmadan,
annesini rüşt çağına ermeden “ismet”inin Allah Teâlâ tarafından korunduğuna da
işaret etmiştir.
Büyükler arasında babasını küçük yaşta kaybedenlere
“Allah Teâlâ’nın bahtiyar kulları” denilmesi çok meşhurdur. Annenin
küçük yaşta kaybedilmesi için bu sözün kullanılmaması insanın yaratılışında “zayıf
yaratılış” yönündendir.
Bu izahattan sonra insanın ana-baba hakları ve
cemiyette nasıl davranması gerektiğini anlıyoruz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
buyurdular ki;
“Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu
hicabı da aşar.” [4]
“En iyi iyilik, babasının vefatından sonra, onun
dostlarını yoklamaktır.” [5]
“Babanın dostluğunu koru, dostlarıyla dost ol.
Şayet babanın dostluğunu korumazsan, Allah Teâlâ da senin nurunu söndürür.” [6]
“Baba dostuna iyilik, babaya iyilik demektir.” [7]
“Allah Teâlâ, Musa aleyhisselama “Âsi olanın
sözünün ağırlığı, dünyadaki bütün kumların ağırlığına eşittir” buyurunca,
Musa,
“Ya Rabbi, bu âsi kimdir” dedi. Allah Teâlâ,
“Ana babasının sözünü dinlemeyendir” buyurdu.” [8]
Yukarıda geçen hadis-i şeriflerde ataları dost iken
birbirine haksız düşman olan çocukların durumlarının vahametini de
göstermektedir. Her ne şekilde olursa olsun Habil ve Kabil meselesinde isyan
eden çocuk zarar etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ zalim, isyan eden, baği, eşkıya,
hain … kulunu sevmez ve yardım etmez. Hatırlayalım;
“Vahşî,
Mekke’nin fethinden sonra korkudan Tâif’e kaçıp yerleşti. Fakat daha sonra
Tâifliler topluca Medine’ye gidip İslam’ı kabul ettikleri zaman yeryüzü
kendisine dar geldi. Oradan Şam ve Yemen taraflarına kaçmayı düşündü. Ancak
birisi kendisine,
“Ne üzülüyorsun? Vallahi o, dinine giren tek bir
kimseyi öldürmemiştir.” deyince,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna çıkmaya karar verdi.
Medine’ye gitti ve şehadet getirip Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem,
“Vahşî, otur ve bana Hamza’yı nasıl şehit ettiğini
anlat.” dedi.
Vahşî’nin sözü bitince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem kendisine,
“Yazık, gözüme görünme!” dedi. Çünkü o şefkatli rasül, onu gördüğünde sevgili amcasını
hatırlayacak, müteessir olacaktı. Vahşî de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin emrine uyarak bir daha gözüne görünmedi.” [9]
Dinimizde tövbe kapısı açıktır. Ancak şer olmanın
sineleri deşen bir yara olarak devâmiyeti vardır. Gönülleri fethetmeden kanla
elde edilen kazançlar gırtlakları ve cemiyeti parçalar. Yaptık oldu, unutulur,
diye diye düşündüğümüz çok işlerimiz yarın önümüze geldiğinde mahcup olacağımız
azapların en elimidir.
“Dedenin yediği elmadan torunun dişi gıcırdar” sırrına erenler için hayatı idâme etmek
çok zor olmuştur.
“Bir gün Hz.Musa
aleyhisselâm Allah Teâlâ'ya yalvararak İlahî adaletin tecellisini
gözüyle görmek ister. Allah Teâlâ'ya dua ederek böyle bir olaya şahit olmak
ister. Duasını kabul eden Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya:
"Falan sahradaki çeşmenin yanına git, bir
tarafa gizlen, hikmet ve adaletimi seyret" buyurur. Hz. Musa aleyhisselâm,
sahraya varır, çeşmenin bulunduğu yerde bir ağacın arkasına gizlenir, beklemeye
başlar. Sahranın bir ucundan genç bir atlı çeşmenin başına gelir. Atından iner,
suyunu içer, koynundan bir kese altın çıkararak çeşmenin başına bırakır. Biraz
dinlendikten sonra atına atlayarak yoluna devam eder fakat altın kesesini
koyduğu yerden almayı unutur. Biraz
sonra suyun başına bir delikanlı gelir. Suyunu içip dinlendiği sırada çeşmenin
yanında bir kese altın görür. Keseyi alır, oradan ayrılarak kaybolur. Yoluna
koyulur. Bir müddet sonra çeşme başına
bu defa da kör bir adam gelir. Abdest alarak namaz kılar, yorgunluğunu çıkarmak
için bir tarafa oturur. İşte tam bu sırada altın kesesini unutan genç gelir.
Bıraktığı yerde keseyi görmeyince kör adama çıkışır.
"Altınlar nerede, ne yaptın" der ve keseyi adamın aldığını düşünerek onu sıkıştırır. Adam almadığına
dair her ne kadar yemin ettiyse de inandıramaz.
Sonunda delikanlı belinden kılıcını sıyırdığı gibi kör adamın başını
gövdesinden ayırır. Adamın üzerini ararsa da bir şey bulamaz ve çekilir,
gider. Hz. Musa, gördüğü ürkütücü
manzara karşısında hayrete düşer. Olayların gerçek hikmetini öğrenmek için
Allah Teâlâ'ya duada bulunur:
“Allah'ım” der. "Azamet
ve Kibriyan(büyüklüğün) hakkı için beni bu hikmet ve ibretten haberdar
et." O sırada Cenab-ı Hakk,
Hz. Cebrail'i gönderir. İlahî fermanı açıklamasını emreder. Olayların gerçek
sebebini ve hikmetini Hz. Cebrail teker teker anlatır:
"Ya Musa gözlerinle görüp de bir mana
veremediğin olayın hikmeti şudur: Çeşme başında altınları görüp de alan gencin
babası, altını bırakan gencin babasının yanında birkaç sene işçi olarak
çalışmıştı. Fakat haksızlık ederek ücretini vermemişti. Adam hakkını ne kadar
istediyse de alamamıştı. İşini yaptıran adam bir Müslüman'a zulmederek hakkını
zimmetine geçirdi. Öldükten sonra da işçinin hakkı olan para oğluna miras
kaldı. İşte, çeşme başında gencin aldığı bir kese dolusu altın, babasının hakkı
olup da alamadığı altın kadardı. Bu suretle Cenab-ı Hakk seneler sonra hak
sahibine hakkını vermiş oldu. O kör adam
ise gözleri varken, altınları çeşme başında unutan gencin babasını öldürmüştü.
O zamanlar bu genç, çocuk yaştaydı. İşte babasının katilini öldürerek kısası
yerine getirmiş oldu. Allah'ın takdiri de zaten bu şekildedir."
Böylece bir nesil sonra kaderin adaleti tecelli
etmiş oldu. Zalim cezasını çekti, hak sahibi de hakkına kavuşmuş oldu.
Sonuçta hallerimizde şerrin zuhur ettiği unsur
olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınmalıyız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“BEN”İ NASIL BULACAĞIZ?
İnsan “ben”in temelinde gizlidir.
“Beni”
bulmak insan için bir sorun mudur?
“Ben”i
anlamakta ve bulmakta ne kadar zorlanıyoruz.
Kişinin “ben”deki gizemi ancak dışarıya
aksettirmesi ile sezebilir.
Bu meyanda sözler çoğalarak hakikatin görüntüsü kararır
olsa da sonuçta her söz insanı bir şekilde bağlar.
….
Önemli olan tek varlık ve fikir yalnız siz
olsaydınız, kim veya ne olurdunuz?
Bu soruya karşılık kaç örneğiniz vardır?
Gerçekten mutlu olmak istiyorsam, içimdeki kişi mi
başkası mı olmalıyım?
İçimde, eşsiz olan 'ben’i bulmak mı kolay yoksa
birine benzemek mi?
Bulana kadar, ne yapmalıyım?
….
Bir ömür boyunca köpek bakıcılığı yaptıktan sonra,
geriye dönüp, "Bir öğretim görevlisi niye olmadım" demek için
yıllarımı geçirip köpekliğe razı mı olmalıyım?
Bir insan için “benden çok çok üstün, daha güzel
hayat geçiriyor” diye üzülüp boy ölçüşeceğime, onları kendi seviyene indirgemem
için isyan mı etmeliyim?
….
İnsanlar beni beğenmiyor ve saygı duymuyorsa, onlara benzemeli mi, yoksa ayrılıp gitmeli
miyim?
Ben kendimin mi yoksa bir şeyin temsilcisiyim?
….
Sorular sorular,…..
….
Hakikatte insan karanlık duygularından sorularından
bir türlü kurtulamamıştır.
İşte, insanın kendi dünyasında karanlık duyguları
ve soruları vardır. Acaba korkulması
gereken, karanlık duyguları inkâr etmek mi, yoksa onları yok olduğunu zannetmek
midir?
İnsanlar neden yalnız kalmak hususunda ısrar
ederler.
Her şeyin daha çok paradoks bir görünümde olmasını
isterler.
….
Niçin mi?
….
Düzen ve uyum insanı yıpratıyor.
Hep karmaşa olursa insan mutlu olacak diye
düşünülüyor.
….
Evet, isyan etmek güzeldir.
Ama neye isyan?
Diyebilirsin ki!
“Tek ve yegâne olmakta büyük bir zevk. Hiçbir zaman
başkası gibi olmamalıyım 'Farklı' olarak hayatın yüküne sahip olabilirsem, her günüm bir zafer gibi olacaktır.
Toplumun içinde silik biri olmak için çaba
göstermek yerine bulunduğum yerde tek olmak için gayret göstermem ve toplumun,
etrafımda şekillendirmesini beklemek daha güzeldir.
Belki,
kesinlikle öyle olacaktır,…”
Anlaşılıyor ki;
İnsan büyük ve kutsanmış olmanın peşindedir.
….
Kutsanmak istiyorsan, hiçbir şey söyleme veya
kimsenin hiçbir şey hissetmeyeceği bir 'yoklukta' ol.
Yalnızca nefsine bak.
Şüpheyi barındıran geleceği, ne de pişmanlığı barındıran geçmişi
bırak.
Netice; “Yokluk ve varlık” arasındaki yerin “ben”in
yeridir. Dışında olup da sende olmayan bir şeyi isteyip istemediğini, içinde
olup da tamamlanmamış bir özelliğin olup olmadığını bulmana kadar gayret etmen
gerekir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YOZLAŞMA
Yozlaşma
kavramını ifade etmede genel bir tarif yapılamadığı için kabul edilmesi
gereken, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve farklı toplumlarda,
farklı şekillerde karşımıza çıkan bir gerçeklik olduğudur. Yozlaşma tarifini
ele almak istediğimizde sorunlara ve içinde bulunduğumuz zaman ve şartlara göre
değişmekte olduğunu göreceğiz.
[Yozlaşma, meşru olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve
içtimâi imkânların veya kamu otoritesinin kötüye kullanılmasını; ekonomik,
bürokratik ve siyasî yapının yetersizliklerini; içtimâi değerlerdeki aşınma ve
bozulmaları, hukuki, ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel
ihtiyaçlarına cevap vermemesidir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma, dinî,
ekonomik, siyasî ve sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen
yitirmesine neden olacak yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür.
Sadece günümüz toplumlarına özgü bir hadise olmayıp, neredeyse insanlık tarihi
kadar eskilere dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp
artmakla birlikte her dönem varlığını sürdürmektedir. ][10]
Maddiyat
ve maneviyat arasındaki güçlü ilişki ve çıkarlarda menfaat
ön plana çıktığında “yozlaşma” akıbetini beraberinde getirmektedir. Ahlak
bozuldukça, kuvvet mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından
dolayı içtimâi değerlerin kaybolması, insanların birbirine olan güvenin
yitirilmesi, bu nedenle sosyal hayatın gereksiz yere sekteye uğraması söz
konusu olmaktadır.
Maneviyattaki
yozlaşma da şeytan, nefsin ve fertleri kendi düşünce planlarında buldukları
veya kolay gelen şeyleri uygulamaya çıkarmaları ile oluşan menfaat beklentisi
üzerine dinin ve ahlakın ilkelerini tahrif edilişidir. İfrat ve tefrit arasında
gelip giderken insanın menfaati insanlığın menfaatinden ön plana çıkar. Artık
söylemler, kendiliğinden hakikatten uzaklaşır. Bazen öyle olur ki, seneler önce
kabul edilen ilke zamanla yamulmuş ve kabul edilmesi gereken başka bir alt
yapıya kavuşturulmuştur. Bu yozlaşma neticesinde bukalemun karakter ön plana
çıkmıştır.
Yozlaşmanın
temelinde asıl yatan unsur ileri görüşlü olmamaktır. Fanatik duygular ile
hareket edenler ileri sonuçları görünce geri dönüşü sağlamakta zorlanmaktadır.
Dönüşü olmayan yolun çaresi için daha saçma bir şeyle konuyu daha karmaşık
duruma gitmektedir. Bu ise daha önceden olması gereken işin uygulamaya
geçişidir. Ancak bu yozlaşma penceresine düşmüştür. Yukarıdaki açıklamalardaki
yozlaşma ile bahsedilen açıklamayı birbirine bağlarsak, insanlar menfaatperest
olma özelliği ile egolarını tatmin etmek ve kavuşmak istediği şeylerin önlerine
birileri şahsî açıdan engel koyarsa, sonuçta birlik çatlaması oluşacağı
kesindir. Duyguların birliğini kaybeden insan kimlikleri çıkar amaçlı
düşüncelerle etrafından koparken veya ilişkiye girerken narsis duygularını da
harekete geçirecektir. Mesela;
Tarihte
Musevîler şeriat dini olan Yahudiliği yaşamakta zorlanınca, sürekli dinin bir
tarafına çentik atarak, saçmalamaya başladılar. Kendi inançlarının hakikatin
hangi tarafında olduğunu kaybettiler. Sonradan gelen Hıristiyanlık ise dini
şeriattan koparmış, ahlakî değerlerle yoğurarak insanların rahatlamasına salık
vermiştir. Bu seferde iki din sahipleri arasında kuvvet sahibi olanlar
(Yahudiler ve bu zihniyetli kişiler) insanların rahatlama duygularına karşı
engeller koyarken yozlaşma komplosunu harekete de geçirdiler ve Hıristiyanlara
yozlaşmış gözüyle baktılar ve dünya düzenini alt üst etmişlerdi.
İslam
gelince bütün açmazları, şeriat ve ahlak düzeyinde dengeye getirip çözdü. Ancak
ne gariptir ki, bu güzel din insanların elleri ve dilleriyle saçmalığa
sürüklenip yozlaşma eğilimine sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bunu da şu
şekillerde görmekteyiz.
Kimileri
eskiden yaşanmış hayat tarzını, kimileri ise yepyeni hayat şekillerine dinin
benzemesi gayreti içinde iki kolundan çekilen insan gibi parçalama yoluna
gitmektedirler. Ne var ki; bu çekişme
artarsa sonuçta vücudun kolları parçalanacak ve din işe yaramaz çolak
olacaktır.
Yozlaşma
menfaatin tarafgir uygulaması ile oluyorsa, siyasî, içtimâi ve ahlâkî açıdan
paylaşımcılığı harekete geçirerek hayatın sahibi Allah Teâlâ karşısında
kullarına sevgi kucağını açmaktan başka çare olmadığını görmekteyiz.
Sonuç
olarak yozlaşma, zulmün olduğu yerdedir. İnsanları harici zihniyetle hakikate
çağırmada zulüm ve çıkarlar varsa, burada yozlaşmanın en üst seviyesi vardır
deriz. Zulmün olduğu yerde yapılan her doğru hareket dahi zulümdür. Hz. Hüseyin
aleyhisselâmı Kerbela’da şehid eden devlet, siyasî açıdan haklılığını öne
sürebilir. Fakat işlenilen cinayetin bedelini binlerce Müslümanlar sürekli
boyunlarında hissetmektedir. Bu tarihi lekenin kanlarını bugün dahi dindirecek bir
vicdan bulunmamaktadır. Bu nedenle vaktini geçirmiş her doğru hareket uygulama
planına çıkarırken, zülüm baş
gösterecekse geri adım atmak daha güzeldir.
Hz.
Ali kerremallâhü veche buyurdu ki:
"Çocuklarınızı
kendi zamanınıza göre değil, gelecek zamana göre yetiştirin. Çünkü onlar sizin
zamanınız için değil, gelecek zaman için yaratılmışlardır.”
Hikâye
Adamın
biri, iftiradan idama mahkûm olur. İnfaz saatini beklerken, arada bir hükümdara
ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı bağırmalar, bir süre devam
eder. Hükümdar, bu feryatları duyar. Fakat bu acı bağrışların boşa olmayacağını
düşünür.
Hükümdar
iki vezirini yanına çağırır. Adamın neler söylediğini sorar. Birinci vezir,
“Hükümdarım
bu genç, “ALLAH,
AFFEDENLERİ AZİZ EDER” diyor. Sizden af talebinde
bulunuyor” der.
Bu
söz, hükümdarın hoşuna gider.
“Bu
genci affettim, serbest bırakın” der. İkinci vezir, hemen atılıp
der ki:
“Hükümdarımız,
bu veziriniz, , utanmadan yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp
sayıyor.”
Hükümdar
dedi ki;
“Unutma
ki, "FİTNEYİ KAPATAN YALAN, FİTNEYE SEBEP OLAN DOĞRUDAN DAHA İYİDİR".
Hükümdar,
vakitsiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir mazlumu
kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
.
İBLİS ve ŞEYTAN KARMAŞASI
İnsanı
yaratıldığı günden beri Şeytan, İblis ve kötülük, kavramları zihnini
meşgul etmektedir. Dinlerde ve inançlarda şeytan ve İblis birbiri yerine
kullanıldığı gibi bazen şeytan yerine kötülük, bazen de kötülük yerine
Şeytan'ın kullanıldığı görülmektedir. Bundan dolayı Şeytan bir varlık mı yoksa
kötülüğün nitelendirilmesinde kullanılan bir kavram mı olduğu hakkında
yüzyıllardır tartışmalar yapılmış ve hala da yapılmaktadır.
İblisin
Şeytan kelimesinin menşei ve kökeni hakkında günümüze kadar birçok rivayet
ulaşmıştır.
İblis kelimesinin
kökeni hakkında İslam âlimleri arasında ise birkaç görüş mevcuttur. Genelde
İblis kelimesi eb-le-se fiilinden türemiş Arapça bir fiil olup manası
yine aynı şekilde Allah Teâlâ'nın rahmetinden ümidini kesmiş demektir. Kur'ân-ı
Kerim'de İblis kelimesi 11 yerde geçmektedir.
Arapçada
şeytan: "isyankâr ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve diğer her
şeye denir.” Kur'ân-ı Kerim'de şeytan kelimesi 88 yerde tekil ve çoğul şekliyle
geçmektedir.
Kur'ân-ı
Kerim her şeyden önce İblis’i ve dolayısıyla şeytanı insanın düşmanı olarak
göstermiştir. Şeytan’ın da çeşitli şekillerde insanlardan ve cinlerden
olabileceğini bildirmiştir.
Bizim
burada bahis açmak istediğimiz konu Şeytan'ın Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu
insan-cin-hayvan gibi bir varlık cinsi olup olmadığıdır. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim'de biz şeytan'ı yarattık veya şeytan şu türe ait bir varlıktır gibi bir
ifade geçmediği gibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sahih sünnetinde
de böyle bir ifadede bulunmamaktadır.
Kur'an'ı
Kerim'de Hz. Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce İblis’in (Şeytan) durumu
hakkında fazla bir bilgi yoktur. Ancak bu konu hakkında tefsir kitaplarında
geniş bilgi verilmiştir. Ayrıca insan yaratılmadan önce Şeytan diye bir
kavramın olmamasıdır. Bilindiği üzere insanın yaratılmasının ardından verilen
secde emrine İblis muhalefet etmişti. Bundan dolayı da Allah Teâlâ tarafından
kovulmuştur. İblis, Allah'ın huzurundan kovulmadan önce Allah Teâlâ'dan mühlet
istemiş, Allah Teâlâ da İblis'e mühlet vermiştir. Fakat bu kovulma ve mühlet
verme hadisesinden sonra İblis diye bir varlıktan bahsedilmemiştir. Bunun
yerine Şeytandan bahsedilmiştir.
"Ey
Âdemoğulları, şeytan nasıl ki, anne-babanızı çirkin yerlerini kendilerine
göstermek için cennetten çıkardıysa sakın sizi de belaya uğratmasın! Çünkü o ve
yandaşları sizleri, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yönden görürler. Biz, o
şeytanları imana gelmeyenlerin dostları kılmışızdır" (A'raf,
27).
“Hani
şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek
kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu
birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin
göremediklerinizi (melekleri) görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın
azabı şiddetlidir, dedi.” [11]
Her
şeyin isyankârına “Şeytan” denmesinin sebebi, onun ahlak ve davranışlarının,
benzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır. Zira “Şeytan” kelimesinin asıl
anlamı “uzak olan” demektir
Hz.
Ömer radiyallâhü anh bir "at"a binmiş, at çalımlı bir şekilde yürümüştür.
Bundan dolayı Hz. Ömer radiyallâhü anh onu dövmüş, at ise daha da çalımlı
yürümeye başlamıştır. Bunun üzerine üstünden inmiş ve
"Beni
bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz hale gelmeden ondan
inmedim"
Bu
olaydan da anlaşıldığına göre her şeyin isyankârı şeytan olarak
isimlendirilmiştir. Bu sebeple İblis ile Şeytan'ın aynı varlıklar olduğu
düşünülmektedir. Buradan işaretle İblis'in ve
Şeytan'ın bilfiil olarak yaptığı işlerin birbirleriyle uyum halinde
olması acaba Şeytanın, İblis'in harekete geçmiş hali midir? Sorusunu akla
getirir. Veya önce dediğimiz gibi Şeytan, cinlerin ve insanların yapmış
oldukları kötü işleri temsil etmekte kullanılan bir kavram mıdır?
Bu
konu Kur'ân-ı Kerim'in nüzulünden günümüze kadar gelen süreçte pek çok âlim
tarafından tartışıldı ve hala da tartışılmaktadır. Şeytan, kötülüğün
nitelendirilmesinde kullanılan bir kavram olunca Şeytan'dan Allah Teâlâ'ya
sığınan insan, içindeki kötü duygulardan tamamen arınıp, kötülükten ve
ortamlarından uzak olur.
Beyit:
Bu
yolda yüz bin tane Âdem yüzlü İblis var.
Bir
şeyin tecelli etmesi için o sıfatın zuhur edeceği vücudu (varlığı) bulması
gerekmektedir. Şeytan(lık) vücuda gelebilmesi için İblise, İbliste
görünebilmesi için şeytan(lık) elbisesine ihtiyacı vardır, denilebilir. Allah
Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de bildirdiği üzere şeytanın etkisi avanesi olduğundan
salihlerin şeytan ile bir birlikteliği olmamaktadır.
İblis: “Ya
Rab! O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi.
Allah
Teâlâ şöyle buyurdu: “Haydi sana mühlet verildi!” O belli vaktin
gününe kadar. İblis:
“Öyle ise
izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır,
saptırırım.” “Ancak içlerinden ihlâs
ile seçilmiş has kulların müstesna.” dedi.[13]
Binaenaleyh,
tasavvufta şeytan ve İblis farkını daha iyi müşahede edebiliriz. Yine S.
Freud’un buzdağı teorisiyle şeytan İblis farkı çok iyi fark edilebilir.
Psikanaliz
ekolüne göre ruh dünyası izah edilirken ruhanî benlik suyun içinde yüzen bir
buz dağına benzetilir. Buna göre suyun dışında kalan kısım kişinin bilinci ve
egosunun (benliğinin) yer aldığı kısımdır. Altta ise asıl ve gizlenmiş büyük
kütle vardır bu bilinçdışındaki “id” (nefis) dir. İçinde istek ve dürtü merkezi
olan libidoyu bulunduran id yapı itibariyle vahşidir, denilir. Bunların
hepsinin üzerinde ise bir gözlemci ve kontrolör olarak süperego (vicdan; Doğum
sırasında olmadığı, sonradan toplum ve eğitim tarafından kazanılan bilinç hali;
din,; inanç; Allah Teâlâ) bir güneş veya bulut gibi gibi asılı durur.
Ego
(Bilinç hali), İd ve Süperegonun isteklerini onları çatışmaya sokmadan
gerçekleştirmek zorunda olan bir köle gibidir. Bu birbirine zıt iki efendiyi ne
kadar uzlaştırılırsa ego o kadar mutlu bir köle, yani huzurlu bir kişi
olacaktır.
İblisin bu görünmeyen kısmı önemli ölçüde
etkilediğini düşünürsek, bilincin görünmeyen kısmında vesveselerin etkisi
olarak görülür.
İblis'in iletişimde kullandığı yöntemlerin başında gelen vesvese, dürtme gibi
insanın bilincini her zaman etki altına alabilen faal iletişim vasıtaları
vardır.
"Biz
böylece, her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini
aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler. Rabbin dileseydi onu
yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile baş başa bırak" [14]
Bu
iletişim kuvvetleri her ne kadar herhangi bir fiziki şiddet içermese de insanı
daima harekete geçirici bir özelliğe sahiptir. Zira bir insanın bilinci
durmadan bir fiili yapması için uyarılırsa, herhangi bir zorunluluğu olmasa
bile o işi yapmaya kendini mecbur hisseder. Çünkü o işi yaptığı zaman
rahatlayacağını düşünür. Bu işin ahlakî açıdan iyi veya kötü olması bu durumu
da değiştirmez. Allah Teâlâ bu nedenle buyurdu ki;
"Kur'an'ı
okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan, Allah'a
sığının"
(Nahl, 98)
Bu
ayetin gerçeği bu hikmete açılım yapmaktadır.
Niyâzî-i
Mısrî
buyurdu ki,
Dünyâya
anlar gelmedi, geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân
oları görmedi, anda olar pinhân kamû
Dünyaya
onlar gelmedi, geldiyse de eğlenmedi,
Şeytan
oları görmedi, dünyada gizli olur kamû
“Dünyaya
anlar gelmedi”, evet Tevhid seyrinde olanlar, yani vahdet zevkiyle Hakk’a ulaşanlar hiç
dünyaya gelmedi demektir. Onları
dünyada görürsün fakat onlar çocukluğundan beri Hakk’ladır. Bu
kimse şimdi dünyada olur mu?
Olmaz, geldi ise de eğlenmedi, demektir.
“Şeytan
onları görmedi”,
de olan zahiri durum dâimi zikir sahibinden şeytan bir mil mesafeden uzak
durmasıdır. Bu mesafe Dörtbin adımdan fazla olup, daha yakından yaklaşamaz, olduğunu biliyoruz.
Ancak bazı tevhid ehli dâimî zikirde olamayınca kalbi gafil kalır. İşte o
kimseye şeytan Cem makamına kadar musallat olur.[15]
O kimse Cem makamına ayak basınca çekilir.
İşte dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytanın kendilerini görmedikleri
kimseler bunlardır.
Türkelili
Küçük Hüseyin Efendi anlatıyor ki:
Mürşidim
Hacı Hasan Darendevî (hyt: 1984) kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz efendim bir
ziyaretimde evvelki sohbetlerimizdeki gibi çay yaptırdı. 2 saat sohbet buyurdu
ve dedi ki:
“Allah
Teâlâ başımdaki saçlarım teli adedince sırlarını keşfedecek zekâ akıl nimeti
ihsan etti. Acizliğimi de bilmeyi de lutfetti. Bu güne kadar Hakk’tan ayrı
olmadım. Şeytan bizi görmedi.”
Bu sözlerden anlaşılıyor
ki, salihlerin şeytan tarafından görülmeyişi bilinç altının şeytaniyyetten
kurtuluşu demektir.. Bu görmeme deki diğer mana ise şeytanî ve
şerli işlerin salihler tarafından işlenilmemesidir.
Muhyiddîn İbnu’l-Arabî
kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre iblis, Bu hususiyeti ile âlemleri
kuşatmıştır ve onun hükümranlığı altında sayılamayacak kadar ruhlar mevcuttur
ki, hepsi saptırmak ve azdırmaya memurdurlar. Bu ruhlar, tabiat âleminde bütün
eşyaya, her şeye sirayet etmiştir ve hatta insanın tabiatında dahi şeytanî bir “kuvve”
vardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin:
“Her kimse
ile beraber bir şeytan doğar ve ben, benimle beraber doğan şeytanı İslâma
getirdim”
buyurmaları
da insan nefsindeki bu “kuvve”ye, yani “vehm”e işarettir. (Konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi, c.I, s.30)[16]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, “ Ben şeytanımı Müslüman ettim,” demedikçe kimse ona iman etmedi. [17]
Şeytan(lık) bilince tutunursa onu yok etmek
neredeyse imkânsız, bir durum olduğu için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem “ Ben şeytanımı Müslüman
ettim, (teslim aldım)”
dedi. Şeytanın tamamen
biçimlendirdiği bilinç, savunmanızı zayıflatır ve kullanmaya elverişli hale
getirir. Buna bir nevi
şeytanlaşmadır. Bu o kadar ileri gider ki bazen rüya katmanlarını ele geçirir.
İnsanı olmadığı şeye doğruda yöneltebilir. Bunun olabilirliği için İsrâ
suresindeki 60. Ayetin işareti bunu gösterir.
“Unutma
ki, vaktiyle sana: “Bil ki Rabbin o insanları kuşatmıştır.” dedik. Sana
gösterdiğimiz (Mirac) temaşasını ve Ku'ran'da lanetlenmiş ağacı sadece
insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Biz onları tehdit ediyoruz; ama bu
onlara büyük bir taşkınlığı artırmaktan başka netice vermiyor.”
Bilinçaltınızın kendisini yetenekleri çok olan
İblise karşı savunmasını öğretebilmek için bilincin süper egodan (burada din)
yardım alması gerekir. Din bilincin katmanları arasında sahiplerine doğruyu
öğretecektir. İblisin öğretilerinde başarılı olmasının altında berzah âlemi ile
dünya âlemi arasındaki geliş gidişe kudretli ve vakıf olmasıdır. Allah
Teâlâ’nın bu nedenle “Bana sığının” demesi budur. Bilincin
derinliklerini bilemediğimizden şeytan(lık) dan korunmak için bu sığınma
şarttır. Bilincimiz normal zamanda küçük bir kısmını kullanırken İblis
bilinçaltına inmeyi başardığında çok şeylere ulaşır ve ruhî durumları fark
edebilir. Önemli olan bu ulaşılan ve kabul edilenleri kontrol etmektir.
Bilinçaltının kontrolünü bir üst seviye olan nefis alırsa İblisin istekleri
doğrultusunda nefis kötülük=şeytan sınıfındaki fiillere yönelir. Bunun için
nefis üst bilincin etkilendiği inanç ile bağdaşmasını sağlamak gerekir. Yoksa
anagram merdivenleri gibi kapalı döngüler içinde gezinerek şeytanlaşır, sebep
ve sonuç ilişkileri içinde çözümsüz kalır. İblisin bilinçaltına yerleştirdiği
düşünce tohumları büyüyüp bir şeytani fikre dönüşerek ona yön vermeye
başlayacaktır. Bu nedenle fıtratın ve bilinçaltının savunması için Allah Teâlâ
insana yardım ederek bilinçaltını kuvvetlendirmek için rasüller göndermesi
bundandır. Risalet bilinçaltı güvenliğinin iblise karşı mücadelede takviye
içindir. Bunun en güzel örneği gördüğümüz “Sonsuz rüya âlemi” dir. Bu
âlem mutlak ve sınırsız bilinçaltı meydanının diğer boyutlara açıldığı
kontrollü ve kontrolsüz açıldığı yerdir. Orası bir boşluk gibidir. Ancak bu
âlem İblisin dürtmeleri ile etkilenince içine düşen fikirler şekillenip virüs
gibi gelişince etkilemeye başlar. Virüsler dirençli ve bulaşıcıdır. İblisin attığı küçük düşünce tohumu bile bu
âlemde çok büyük boyutlara ulaşabilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
buyurduğu “küçük günahları sürekli işlemek büyük günahların işleme sebebi
olduğunu” buyurması budur. Bu
nedenle küçük düşünceler zamanla büyüyüp yön verme yanında, insanı günah
işletecek kadar büyük kuvvetlere kavuşur. Aslında İblisin bilince attığı
düşünce insanın hayatını değiştiremeyecek kadar basit küçük bir düşüncedir.
ancak bu etkilenmeler devam edince, bilinç hakiki gerçekliğin duygusunu ve
inancını kaybedip Allah Teâlâ’ya isyan edecek duruma ulaşır. Çünkü o kişini
oluşturduğu bilinç dünya gerçekliğini yitirmiş, bulanık hale getirmiştir. İç
dünyası bulanık hale gelen için günah ve sevap kavramı kaybolmuştur. “Kalbin
kararması” demek bu olabilir. Bu durum ise bilincin alt katmanlarına
atılmış gizli olan İblisin gizli fısıltılarıdır. Bu fısıltılar zamanla üst
sevilere yükselip eylem şekline dönünce şeytanî saydığımız eylemlere sebep
olur.
İnsanın buzdağı
şeklinde tarif ettiğimiz bilinç sevilerinin, insanın damarlarında kanın
ulaştığı her zerreyi gezen İblisin etkisinden kurtulmasının olmadığı
bilmekteyiz.[18]
Şeytanın kanın damarlarda dolaşması benzetmesi, onun insan tarafından
hissedilmeyecek şekilde kendisine yaklaştığı ve tam bir gizlilik içerisinde
hareket ettiğine işaret etmektedir.
Çünkü
Allah Teâlâ insanın nefsini ve bilincini, hiç durmayan ve devamlı dönen bir
değirmen gibi yaratmıştır. İnsanın mutlaka değirmen gibi bir şeyleri öğütmesi
gerekir. Şayet içine dane konursa onu öğütür, içine toprak ya da taş da koysan
onu öğütür. Öyleyse kişinin nefsine gelen fikirler ve hatıra
gelenler/vesveseler değirmenin içine konan daneler konumundadır. Nitekim bu
değirmen bozulacak da değildir. Hatta içine bir şeylerin konulması gerekir.
Buna göre insanlardan kimisi vardır ki, değirmene daneler de koyar. Hem
kendisine hem başkasına yararlı ince toz, un vb. çıkar. Kuşkusuz çoğu da kum,
taş, saman vb. şeyleri değirmende öğütür. Hamurun ve ekmeğin vakti geldiğinde,
o takdirde gerçek öğütülmüş olan karşısına çıkacaktır.”[19]
İnsanın
kulluk bilincinden sapma eğilimini göstermesinde etkin rol oynayan iki temel
sebep vardır: Nefis (Bilinç katmanları) ve İblis.
Nefsin,
hayatı idame ettirmedeki olumlu yönünün yanında, işaret edilen sapma eğilimini
göstermesindeki olumsuz yönü de vardır. İnsana kötülük etmeyi ve isyan
ettirmeyi kendisine görev edinmiş olan İblisten, nefis olumsuz yönden destek
almaktadır. Bu yüzden belki de İblisten daha önemli olan insanın kendi
bilincidir. Zira şeytanlığı üreten veya ona fırsat veren bilinçten
kaynaklanan heva dır.
Allah
Teâlâ insanın şeytandan kendisine sığınmasını emrederken [20]
“İblis” yerine “şeytan”ı bir sıfatını seçmesi geniş kapsama alanı
olduğundandır. Daha önce belirttiğimiz gibi Şeytan(lık) ayette geldiği üzere
insan ve cinlerden olmaktadır. Dikkat edilecek bir husus olarak Allah Teâlâ
ayette önce insanların zikretmesi de önemlidir.[21]
“Ey
insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Hiçbir babanın, çocuğuna hiçbir
yarar sağlayamayacağı, hiçbir çocuğun da babasına hiçbir yarar sağlayamayacağı
günden korkun! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi
aldatmasın. O aldatıcı şeytan da Allah hakkında sizi aldatmasın.”[22]
“Şeytan
onlara birçok vaatte bulunur ve onlar ı kuruntulara sürükler. Oysa şeytan ancak
aldatmak için onlara vaatte bulunuyor.”[23]
Bu ve
benzeri ayetlerde gelen “şeytan” kelimesini geniş bir kavram olarak
düşündüğümüzde (En’am, 112) “İblis”ten çok şeyi içine katmaktadır. Bu
ise Allah Teâlâ’ya isyana sebep olacak çok unsur demektir.
Sonuç
olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ “Eûzü…” yani sığınma ile Kur'ân-ı
Kerim'i okumaya veya işe başlayın isteğinde zıddı olarak “İblis”i değil,
İblisin öğretilerini benimsemiş, bilinç ve katmanları, lider, aile, hayvan [24]
vb. daha geniş anlama sahip olabilecek soyut bir kavram olan “şeytan”ı
seçmesi bu nedendir. Bir insan kulluk çerçevesi içindeki bir fiile ibadete
başlarken sığınması gerekmesini gerektirecek sebep ne olabilirdi? Burada
İblis’in fiziki bir etkisi olmadığının yalnız vesvese verdiği durum daha iyi
anlaşılacaktır.[25]
Sözü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisleri ile bitirelim.
“Şeytân, Âdemoğlunun yollarında oturur.
Şeytan; insana karşı İslâm yolunda oturur ve “Müslüman mı oluyorsun, dinini,
babalarının dinini mi bırakıyorsun?” der. Âdemoğlu onu dinlemeyerek
Müslüman olur.
Ona
karşı hicret yolunda oturur ve: “Hicret edip yerini, yurdunu mu terk
ediyorsun?” “Hicret edenin misâli, ancak ipte bağlı bir kısrak
misâlidir,” der. Âdemoğlu onu dinlemeyip hicret eder.
Sonra
ona karşı, cihâd yolunda oturur. “Cihat, nefis ve mal ile olan cihattır.”
“Şöyle
der: Savaşıp öldürülecek misin? Kadının nikâhlanacak ve malın bölüşülecek!” Âdemoğlu
ona karşı gelip cihâd eder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam
buyurdular:
“Onlardan
kim bunu yapar ve ölürse onu cennete koyması Allah üzerinde bir hak olur. Veya
öldürülürse yine onu cennete koyması Allah üzerinde bir haktır. Eğer boğulursa,
onu cennete koymak Allah için bir haktır. Veya hayvanı onu üzerinden atar ve
boynu kırılırsa; onu cennete girdirmek Allah üzerinde bir haktır.” Ancak bu,
olay ile mutabık olmuştur. Nitekim Allah başka bir âyette şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun
ki; İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkartmış ve müminlerden bir topluluk
hâriç ona tâbi olmuşlardır. Hâlbuki İblis'in, onlar üzerinde bir hâkimiyeti
yoktu. Ancak biz, âhirete inananlarla ondan şüphede olanları belirtmek için
yaptık. Ve Rabbin her şeyi gözleyendir.” [26]
İbn
Kesir'in tefsirinde rivayet edilen konumuzla ilgili bir hadiste; Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Ey
Allah'ım; senden af, dünyamda, dinimde, ailemde ve malımda afiyet dilerim. Ey
Allah'ım, ayıplarımı ört, korkumdan beni emin kıl. Önümden, arkamdan, sağımdan,
solumdan ve üstümden beni koru. Ey Allah'ım, alt tarafımdan helak olunmamdan
sana sığınırım.” (Bezzâr)
[27]
Ey
Allah Teâlâ’m “Sendende sana sığınırım” diye dua eden Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olmak ne büyük şereftir. O bizim
bilmediğimiz ne çok şeyler biliyordu. Onun kapısından bizi ayırma.
İhramcızâde İsmail Hakkı
ÇAKMAK Muharrem Tasavvufi
Düşüncede Şeytan [Kitap]. - Erzurum : Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Y.Lisans Tezi,36892,
-1994.
Şems-i Tebrizî Mehmet Nuri GENÇOSMAN Makâlât [Kitap]. - İstanbul : Ataç, 2007.
EVLENEMEYEN BİR KARDEŞE YAZILMIŞ MEKTUP
به
Selamünaleyküm
İnsanın
önüne kaderi güneş gibi aydınlıktır. Önemli olan niyet merkezlerinin membâını
bilmektir. Niyetinizi kontrol edin.
Evlenmeyi Allah Teâlâ emrettiği için kabullenip uygulayın. Muhakkak işin
içinde Allah Teâlâ olursa netice hâsıl olacak demektir.
“Kader
ajanları” vardır. Bunlar Allah Teâlâ’nın has kullarıdır. Onlardan birine
ulaşmaya çalışın, aydınlanmanızda derdinize çare olabilirler. Sana sırlar
verebilirler.
Benim
bildiğim ve unutmadığım bir şey var. “Nimet külfeti ile gelir.” Dört
tarafı mamur biri ve hayat yoktur.
Dünyaya
noksan gelen insan, bir eksik veya bir fazla ile hayatını tamamlayacaktır.
Çare
yok.
Kamil
ve mükemmil bulmak zor işlerdendir. Bu derdin gayretinde olmak, çileye ve
belaya razı olmak gibidir.
“Derelerin sesi çok çıkar. Deniz ise hem nimeti ve pis şeyleri de
barındırsa da sesini kaybetmiştir.”
Sor
kendine
“Bundan önce var mı idin, bundan sonra ne olacaksın?”
Demek
ki, noksana razı olmak gerekiyor.
Bekleyelim.
Bir defa daha, senin için bir açık olan, kapın görünsün. Ancak her zaman olduğu
gibi razı olmadığın şekilde görünecektir. Görünen aynadır. Aynalar oyun oynar
bazen arka tarafı olur ve kara yüzünü gösterir. Unutma ki aynanın önünde sen
varsın. Eğer aynanın hem karasına ve hem beyazına razı olursan her şey birden
değişecektir.
Ve
şu hadisi şerifi unutmayın
(Huffetil-cennetü bil-mekârih) "Cennetin
etrafı, nefse nâhoş gelen şeylerle çepeçevre çevrilidir." Ramuz.
275/13
Hayat,
bazen kara bazen beyaz olsa da çok güzeldir.
Vesselamü
alâ men ittebal Hüdâ
İhramcızâde İsmail Hakkı
YENİ TÜREME GÖSTERİ PEYGAMBERLERİ
Allah
Teâlâ’yı inkâr etmek için uğraşan insanlar, zamanımızda yeni bir ekol içinde
olmayı daha tercih etmektedirler. Öyle halleri var ki, tanrıyı savunuyoruz
derken Eski Yunan'dan kalmış eda ile kendi tanrılıklarını savunmaya
çalışıyorlar.
“Bizler
tanrıyı savunan vekilleriz. O ve biz; farkımız ne ki?”
“Firavun
ve Nemrut, hanedanlarına tanrıyı anlatmalarını istediklerinde, aslında
kendi ilahlıklarını meşruluğunun zeminini hazırlamak istiyorlardı.”
-Onlar
başaramadılar.-
Bu
meyânda, şeytanî dönüşleri farkedemeyen "rahmâniler"de bu işe katkı
sağlayarak zamanımızda “tanrı adamı olmayı” başarmak isteyenlerle doldu
dünyamız .
Yenidünyada
bir unsur devrilse yerine binlercesi geliyor. Mesela diktatör devrilse,
bir düşünce devrilse vb….
“Kaddafi
devrildi. Şimdi Libya’nın binlerce Kaddafi’si var.”
"Devletler,
dinsiz oldu, şimdi ise yüzlerce din ve uyarlayıcı cemaat var."
Ne
yapmalı?
Eski
hayaller ve yeni hülyalar ile lebalep olmuş zihnimizi ve düşünce dünyamızı “karmaşa-kaos”
içinde oyalayarak bir sonuç elde edemeyiz.
Gerçek
basit üzerinde cereyan eder. Onu karışık ve kaos olarak sunmanın, “Bizi
zorluyorlar-yönlendiriyorlar-mecburuz” demek, yerine kimlik kaybına
düşüp kör olmanın bir gereği yoktur. Gariplikler çerçevesinde Allah
Teâlâ’nın gönderdiği İslâm’a destek verdiğini zanneden biçareler “dini
meşrulaştırma zeminine” koyup kayganlaştırmaları ile doğru
yaptıklarını zannetmeleri de büyük hatalardan olmaktadır.
"Hakikat
yalnız dünya ve ahiret menfaatinden azade olan “menfaatsizlere” açılır."
Unutmamalıyız
ki; Allah Teâlâ dinini dilediği vakte kadar, dilediği şekilde muhafaza
edecektir. Bu fiilinde kuluna muhtaç değildir. Kul eğer bir yerde dine yardım
ederse kendi nefsine yardım etmiş olur ve sevap kazanır.
Allah
Teâlâ bize değil, bizler O’nun Zât-ına muhtacız.
Hatırlatılatılacak
diğer mesele de; “Varlığın, verdiği zararın yokluktan çok fazla olmasıdır.”
Varlık
dinde, bilgide, makamda, şöhrette, güzel konuşmada vb. her şeyde vardır. Varlık
günümüzde yalnızca fazla mal olarak algılandığından, insanlar, saptıranları
yanlış yerde aramaktadırlar. Tabikî mal çokluğu ile olan azgınlığın sonuçları
her yerde belirgin olabilmektedir. Fakat bilgi çokluğu ile elde edilen
azgınlık karanlık gecede yürüyen karıncadan daha sessizdir. Bunu bilmek,
bulmak ancak “dünya sevgisini” gönlünden sıyıranlara aittir. Bu zor
işlerdendir.
Allah
Teâlâ’m hak olarak yaptığımız günahlardan sana sığınırız.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
BULUNDUĞUMUZ YER
Zamanımızda insanının günbegün “mutsuzlaşma”sına, sebep ne oluyor?
İyi ve kötünün mücadelesinde bizler neden geç kalıyoruz?
Kötüler ve iyiler mi veya doğru ve eğriler mi?
Temelde “kötü ve iyi” algılamasında ve birbirini takip edişinde
anlayışımız neden sürekli farklılaşıyor.
Sebebi, yok veya var mı?
Nerede yanlış yapılıyor veya yapıyoruz?
“Belkileri” ve “keşkeleri” çok olan cevaplar içinde kaldığımız sorunlar
yumağı.
Şunları söyleyebilirsiniz.
- Üstün olma
kaygısı.
- Ulaşmada
insanın zorlanacağı hedefler.
- Sonsuzluk
hayali içerisinde bitmeden tükenmeden üretilen blumia olmuş duygular,
düşünceler ve hayat dizaynı. Bunlara yetişmekte zorlanan kendi küçük,
hedefi büyük insanlar.
Bu bahsedilen durumlar çocukluktan ihtiyarlığa kadar her kesimde var
görünüyor.
Ne oluyor ki, insanlar uyum sahibi olamıyorlar. Bugün kabul edilen ahlak
ve etik olan yarın yokmuş veya unutulmuş gibi kalıyor.
Bir şeyler insanları mı zorluyor?
Kim veya ne?
Hayat ve insanlar.
Hangi hayat ve insanlar?
“Vizyondakiler, görünmeyenler ve ötekileri”
İstikrarsız, layık ve uygun olmadığı bir seviyede kalmış görünen, talih
veya komplo ile ulaştığı mevkide kalmanın telaşı içinde olan insanları
durdurmak veya durulmak.
“Ne” diye düşününce “durma”nın kaydını nasıl düşeceğiz veya
“uyandıracağız”. Bir de “kurtarıcı fikirler ve kişiler” beklentisi de bu
halin öteki “acaip yönü”.
Bu arada sormak gerekir; doğru düşüncede “bir insan ne kadarla mutlu
olabilir”in tam cevabı var mıdır? Eski zamanlarda birileri bunu bir yere kadar
getirir, sonlandırırdı. Günümüzde ise mutluluğun insanî boyutu hakkında
aydınların da bir fikir birliğide kalmadı.
İşte; mutluluğun seviyesinin kalmadığı veya tavsiyesinin bulunmadığı bir
ortamda tabiî ki insan bunalıma ve mutsuzluğa düşecektir, denilebilir.
Yaşanılan hedefsiz hayat şartlarını ulvileşme değil de, süfli, egosit,
asimilasyon ve emparyalist kaygılarla bezeyince; arzular ve hazları
olgunlaşamamış insanda, savrulma, dayanılmaz stres ve bunalıma yol açan negatif
durumlar olacaktır.
İnsanlar mutlu olmak istiyor. Fakat mutlu da değil. Etkileşime bir
şekilde kavuştuğu halde, hedeflere yetişmede her zaman insan “bir geride”
kalıyorsa, sonuçları olumsuz ve mutsuzluk olacaktır. Ayrıca doğru ve eğri
olarak kabullendiğimiz olgulardaki “ceza
ve mükâfat eğrisi” nin bir değer ifade etmemesi ve çelişkiler doğurmasıyla,
bunalmanın verdiği yorgunluk. Eğriliğin mükâfat bulduğu bir hayat bazında
kendisine yer arayan insan, hangi tarafı seçeceğinde şüpheye düşünce; doğru mu olalım, eğri mi, yoksa yalama
arasında gelgitler içinde kalır. Sonra bunun cevabı “nerede” diye aramak
ihtiyacı duyar.
İyi ve kötü her zaman bulunmaktaydı. Ancak şimdi bir de “yalama” huyu
çıktı.
Evet, her şeyde bir yalama huyumuz var artık.
“Huy”da, sosyal hayatta, daha ilerisi cinsellikte bile yalama.
Ne?
Yalama olmak, yumuşayan, etkisi olmayan, sanal ve terk edilmesi kolay
olan bir huy. Eski zamanlarda “vurma-darp” revaçta idi. Şimdilerde ise yalama;
kıytırık, hepten havai olmak. Yani parazit olarak gelişen huylar silsilesi.
Bu tür insanın hali, pencere arkasında ciğere bakan kedi gibidir. Kedi
pencereden yalandığı bir nesneyi önünde bulunca ve hayalindekinden çok farklı
bir görünce nasıl tepki veriyorsa, insanlarda maddî ve manevî etkilerle
kuşatılmış istekleri üzerinden, engelleri kalkınca, kediler gibi olmaktadırlar.
Bu nedenle “mutlu olamamak
kaderin cilvesi mi” gibi? Aslında herkes mutlu olmak istiyor. O zaman
durduğumuz yeri bilmek ve duracağımız yerdeki aksiyonumuzun bilinçlenmesine
ulaşmak ve seviyemizi tespit edebilmek için ne gerekiyor? Fakat bunu sağlayacak
faktörler, insanlara günümüzde sunulmaktan çok, odaklara çıkan merdivenlerdeki
dinlenme hollerinde yürüyüş gibi yükselmesi olmayan katmanlar arasında kalmak
gibi oldu. Çıkılıyor, yürünüyor fakat mesafe alınamıyor. Aktif olacak ve
gidilecek gerçek yer o kadar uzaklaşıyor ki, insanlar hayal ettikleri hedefe
ulaşamayıp yolda kalıyor. İnsanlar, bu sonsuz görünen girdabın içinde bir
alandan diğer alana doğru iteklenirken “kaos”u ile boğuşup duruyor.
Ne yapmalı?
Bu herkes için farklıdır. Ama önce durduğumuz yeri bilmek gerekir,
denilebilir.
“Biz şu anda nerede duruyoruz?” veya
“Nerede durduruluyoruz?”
Hakikati biz mi yoksa birileri ile buluyoruz?
Âlemle olan ilişkimizi hangi şeyler yönlendiriyor?
Sorular çok…
Önemli olan her zaman unutabildiğimiz son nokta biz ölünce dünya
ölmüyor. Bazen, ahiret inancına sahip olmak veya olmamak çok şey fark
ettirmiyor. Bir de beşer olmamızdan dolayı ölüm üzerimizdeki kalın perdeyi
dikilmeyecek şekilde yırtıp atınca, hepimizin bir hayal âleminde ve çıplaklar
olarak dolaştığımızı da görünce, nasıl utanmayacağız, demek geliyor.
Gizimiz, her şeyimiz.
“Ne” yimiz gizli ki?
Her iki âlemde hesap vermekten insan kurtulamıyor.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
ASKERE GİDEN ÇOCUKLARIMIZIN SAĞ SALİM DÖNMELERİ İÇİN YAPILMASI GEREKEN ÖNEMLİ BİR HUSUS!!!!
Milletimizin çektiği sıkıntılarının çok olduğu bir vakitte
bulunduğumuzdan, hatırlatılması gereken faydalı bilgililerden birisini sizinle
acizâne paylaşmak istiyorum.
Aşağıda gelecek terkibi “yola çıkan”, “gurbete çıkan”, “askere
giden”, “okumak için başka diyarlara giden” çocuklarımıza,
sevdiklerimize verirsek, Allah Teâlâ’nın
izn-i keremi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaati ve
büyüklerimizin himmetiyle sağ salim dönüşleri olduklarına dair geçmiş zaman
büyüklerimizden beri tecrübe ile sabit olduğu bilinmektedir.
Bir kimse bir vesile ile gurbete gidene bu terkibi verir, bu süre
zarfında günde
100 defa لاۤ اِلهَٰ إلاَّ اللهُ مُحمَّدٌ رَسُولُ اللهِ (Lâ ilâhe illâl’llâh
Muhammedür’rasûlüllâh) der ve beş vakit namazını kılarsa;
Allah Teâlâ, muhakkak ayrılanları
birbirine kavuşturacaktır. Bizler bu terkibin boş bir mana olmadığını ve sırrı
içine bağlı bir gerçek olduğuna iman ederiz.
Aşağıdaki resmi, bir kâğıda çıkarıp orta yerinden besmele
ile iki parçaya ayırmalı; 1. Kısmı evde duvar saati veya bir resim
olmayan bir tablo arkasında saklamalı, diğer 2. Kısmı da gurbete giden
üzerine almalıdır.
Bizler Allah Teâlâ’ya güveniyoruz ve O’ndan yardım diliyoruz.
Âmin
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynak:
Abdusamed bin Muhammed Said Halîdî el Farkinî, Mektubat, İnegöl, 2008,
s.24
EK SÖZ
“Senden önce biri daha güzel ifade etmişse onu al” prensibinden Yukarıdaki yazıyı sizlerle paylaşırken meramımı anlatmak
için ön kısım kabul edersek, büyükler buyurdular ki “yolun sonu başına derç
edilmiştir”. Yani, başlangıç ne ise, son oraya doğru yönelir, demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de mülkün ve sosyal hayatın nizamını felsefe yapmadan Allah
Teâlâ “bahçe
sahipleri kıssası… yani yoksula vermeyelim diye erkenden bahçelerine/bağlarına
ürünü toplamak için giden ve fakat geldiklerinde bahçelerinin afetle yerle bir
olduğunu gören iki kişinin kıssası (Kalem; 68/17-32)… daha sonra
Salih aleyhisselâmın devesi kıssası…yani herkese (kamuya) ait olmayı ifade eden
“Allah’ın devesine” (Nagatallah) dokunmamayı, bunları talan etmemeyi,
bunlar üzerinden mal ve servet yığmamayı ifade eden Salih’in devesi kıssası
(Şems; 91/11-15)… nı anlatarak başlamıştır.
Kıssa ilmi
seviyesi en düşük tabakaya tevcih edilen ve uygulanan eğitim ve öğretim şeklidir. Şimdiki
zamanda kıssalar ancak “Allah Teâlâ’dan en çok korkan alimlerdir”
sınıfına hitap eder şekline geldiği için değersizdir. Birkaç yabancı terimi
ağzında geveleyen aydınlar denilen kesim, bu konulara dahi değinmeyi faziletli
bulmaz. Anlatırlar, yine anlatırlar, sonuçta suya sabuna dokunmadan
nevalesini doldurup, meclisini terk edip, tozlarını bile emanet bırakmadan
giderler. Kapitale tapanların bile münafık olduğu günümüzde, dine
inananlara çok söz bile söylemek insanın zoruna gidiyor.
Bir konuda
uzmanlaşırsın. Sana da konuş, derler konuşursun. Fakat doğru konuşursam başımı
yerler diye hakkı konuşmaya korkuyorsan veya doğru konuşur gibi konuşuyorsan,
bu duruma cevap vermek mümkün değildir. Son günlerde küresel sermayeyi tenkit
edenler, küresel sermayeye uşaklık edenleri şöylece ucundan bile tenkit
etmeden, gariban, karnını doyurmaktan
aciz avamdan “şöyle yapın, böyle yapın” diyorlarsa, bizler acaba aptal
mı olduk, diye düşünebilirsiniz. Halk,
günahlara batar. Halktan birşeylerin beklenilmesi doğrudur. Ancak devletin
yapması gereken şeyleri halktan bekleme istemine giriyorsanız, aydınlar sizin
bu yaptığınıza bir çok hakaret sözü elzem olur.. Ancak halkı aldatan kapitale
tapan “Müslüman münafıklar” için şunu söyleyebiliriz.
“Bu dünya
yeni dünya düzencilerinin mülkünde değil, Allah Teâlâ’nın mülkündedir. Eğer
sizler put olma sevdasına düşüp geminizi bulanık sularda “zarar ve menfaat”
çizgisinde, makyevelist düşünceler ile “hedefime varmak için her yol
mubahtır” zihniyeti ile uçmaya kalkarsanız, “batıl zâil olmaya
müstahaktır” dan, düşeceğinizi unutmamalısınız. Hz. Abdulmuttalip
aleyhisselâmın Rabbi ona nasıl ebâbillerini gönderdiyse, bugün yine “daha
önceden misli olmayan” bir şekilde gönderecektir. Unutmayalım ki; Dünyaya
hakim olalım diye dinin paçavra dönüşmesine izin verenlere Allah Teâlâ buyurdu
ki;
“Ailene, akrabalarına, halkına, ümmetine namaz kılmayı öğret, namazı
muntazam kılabilecekleri bir düzen kur, namaz kılmalarını emret, namazlarını
kıldır, onlara rehberlik, imamlık et. Kendin de namaza sabırla, metanetle devam
et. Senden ekmek, aş istemiyoruz. Aksine biz sana rızık, ekmek, aş veriyoruz.
Güzel âkibet takvâ esaslarını-Kur’ân esaslarını tavizsiz hayata
geçirenlerindir, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine
sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olan
mü’minlerindir.” (Tâhâ,
132)
Hulasa devlete, millete, halkına reis olanlara düşen en önemli görev “dini
muhafaza” etmektir. Dini muhafaza eden İslam’ı yaşatırken sosyal hayatın
her penceresinde insanları “ötekileştirme”den haklarına riayetkâr olur.
Öyleki; "Şehrin ortasında Latin Katolik papazlarının ayin taşları
yerine, Müslüman sarığı görmeyi yeğlerim!..” (Kostantin) dedirtecek kadar
Müslüman olursak kafirlere küfürlerini bile açıklarken İslâm’ın garantisi
içinde olduğunu hissettirebiliriz. Ancak riyakâr-mülkperest-korkak-menfaatçi
vb kelimesinin bile az geldiği “Müslüman münafıklar” ile sorunların
çözülemeyeceği görülmektedir. Bu şuna benzer, Anadolu’da tuzu varken Mısır’dan
tuz getirenlerin mescidlerde Allah Teâlâ’ya dua ederken başlarına doluda yağar,
karda yağar.
Manzara şu ki; Gerçeği, gerçek zamanında konuşmaya korkan Müslümanlar
olarak daha çok çile çekeceğiz,
görünüyor.
Devlet, millet ve birey olarak her şey kendine düşen görevini yaparken,
biri diğerinden fedakarlık bekliyorsa, adalet ve kuvvet zayıflar için
uygulanırken, kudret sahibi zenginler için uygulanmadığı yerlerde zulüm vardır,
demektir.
Dünyanın sahibi olan Allah Teâlâ mazlumunda sahibidir. Mazlumların
hakkını tahsil etmekte hiç de aciz değildir. Ancak acele etmez. Ancak, “Evin
dışındakiler suçlu değil, bizler suçluyuz.”
[1] “«Allah, üçün üçüncüsüdür.» Diyenler elbette
kâfir oldu. Oysa, bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden
vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir
azap dokunacaktır.” (Mâide, 73)
[2] (Tirmîzî, Birr, 3.)
[3] (Kenz, 7:214 H. No: 18673; Münavi,
Feyzü’l-Kadir, 1:225)
[4] (İbni Mace)
[5] (Müslim)
[6] (Buhari)
[7] (Taberani)
[8] (Ebu Nuaym)
[9] Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.
[12] (Şems-i
Tebrizî, 2007) , (M.360) s.446
[13] Sâd, 79-83
[15] Cem makamı; vahdetin (Allah
Teâlâ’nın) kesretle (varlıkla) zuhurudur.
[16] (ÇAKMAK,
-1994) , s.15
[17] (Şems-i
Tebrizî, 2007) , (M.218), s. 305
Bkz: el-Cevziyye, İbn. Kayy ım, Vesveseden Korunmak, (trc: Ömer Temizel), Polen Yayınları, İstanbul, 2005, s: 26
[20] A‘râf, 200; Nahl, 98-100; Mü’minûn, 97-98; Fussilet, 36; Nâs, 1-6
[23] Nisa, 120
[24] “Arap serkeş ata
Şeytan dedi, yazıda yayılan ata değil.” Mesevi, c.5, beyit: 524
[25] “Sonra
andolsun ki; onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
geleceğim.."
(A’raf, 17) İbn Abbas'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki:
'Sonra
andolsun ki, onların önlerinden geleceğim"
ifadesi; onları, âhiretleri hakkında şüpheye
düşüreceğim.
'Onların
arkalarından geleceğim" sözü; onların dünyalarına olan arzularını
körükleyeceğim.
'Ve onların
sağlarından geleceğim.'cümlesi; dinlerine dair işlerini, onlara
karıştıracağım.
'Ve onların
sollarından geleceğim" sözü; günahlara karşı onların arzularını
körükleyeceğim, demektir. Yani şeytan şöyle demiştir:
Ben insanlara âhiretleri hususunda
sokulacağım. Ölümden sonra dirilme, hesaba çekilme, cennet ve cehenneme konulma
hususunda onları şüpheye düşüreceğim. Ben insanlara dünyaları hususunda da
sokulacağım. Dünyayı onlara sevdirip yaldızlı göstereceğim. Böylece onları
dünyaya daldıracağım. Yine ben insanlara dinleri ve salih amelleri hususunda da
sokulacağım. Onları, iyilik yapmaktan engellemeye çalışacağım. Ben insanlara,
kötü ameller hususunda da sokulacağım. Onları, kötü amellere çağıracağım ve o
amelleri süslü göstereceğim.
İbn Cerîr'in tercihine göre; Şeytan demiştir
ki:
“Ben
insanlara, bütün hak ve bâtıl yönlerden sokulacağım. Onları hak'tan, hayırdan
alıkoyup bâtılı ve kötülüğü ise süsleyip sevdireceğim.”
“Sonra
andolsun ki; onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
geleceğim"
âyeti hakkında şöyle denmiştir:
“Allah
üstlerinden dememiştir. Çünkü rahmet onların üstlerinden iner.” (Buzdağı teorisindeki süperegonun durumunu
açıklar.) Bir rivayete göre de; o,
“Ve sen
onların çoğunu şükreder bulmayacaksın" âyetine;
onları seni birler bulmayacaksın, diye mânâ verilmiştir. İBLÎS'İN BU SÖZÜ;
ANCAK BİR ZAN VE VEHİMDEN İBARETTİR.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar