Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 3

Bunlarada Bakarsınız




İNKÂRCILARIN ŞEYTÂNİ MÜCADELESİ


İnkârcıların inkârı Allah Teâlâ değil, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan inkâr ve düşmanlıklarıdır. Allah Teâlâ’yı inkâr etmek veya inanmak insan için elem vermez. Çünkü Allah Teâlâ çok büyük ve inanılmaz olabilmektedir. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi inkâr etmek, alaya almak, inkârcıya zevk ve şehvet duygusunda en yüksek ulaşılabilecek beşerî cinsel hazzı vermekte olduğunu hallerinden anlamaktayız. Öyle ki inkârcı bu inkârı ile gizil cinsel birleşme zevklerini tadar. Zahiren kavuşulamayacak kadar olan bu zevkten aldığı tatmin olma duygusunu bir daha karşı cinsinden alamadığı için, sapık düşünceleri ve görüşleri ile yuvarlanıp gitmeye mahkûm olmaktadır.
Bilinmelidir ki, İblis Allah Teâlâ’yı inkâr etmedi ve etmez de. Onun bütün sorunu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan itaattir. Bugün dinsiz geçinenlerinde sorunu da aynı şekildedir. Onlarında ilah sorunu yok itaat sorunu vardır.
İnkârcıda bütün inkâr tevilleri ve düşünceleri tek bir yerde birleşir. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan aykırılık ve itirazdır. İtaat kapısı ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan bağlılıktır. Eğer bir insanda inkâr kokusunu hissetmek ve aramak istiyorsanız, onların rasül bağlantılarına bakabilirsiniz. Ve göreceksiniz ki bağının çoğu kopmuştur. 
Dinsizlik mektebi müdavimleri ve şeytanın talebelerinin ilk aldıkları ve mezun oldukları ders, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bir şekilde inkâr etmektir. Şeytanın gayret gösterdiği ve bitmez tükenmez davası yalnızca rasülü inkâr üzere olduğunu anlamış olduğumuza göre, kendi durumumuzu ona göre tayin edebiliriz. Biz bunun neresindeyiz.
Allah Teâlâ’ya herkes inanır olsa da bütün insanlık “Muhammedürrasûlüllah” ta birleşememektedir. Zikir ehlinin günümüzdeki zikri ise “La ilâhe illâ’llâh Muhammedü’r-rasûlüllah” olmalıdır. Bunun dışındaki zikirlerin vereceği hiçbir fayda kalmamıştır. On defa “La ilâhe illâ’llâh Muhammedü’r-rasûlüllah” zikrinin vereceği menfaat, binlerce “La ilâhe illâ’llâh” zikrinden üstündür.
Sonuç olarak, günümüz Müslümanlarının çektiği sıkıntılar ve belanın temelinde Allah Teâlâ ve rasülü arasında yaptıkları ayrımdan başka bir şey olmadığını bilip, Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme sonsuz itaat etmeninin gereğini bir daha açıklamış olalım.
İhramcızâde İsmail Hakkı

BİZİM YENGE’nin DİYALOG ÇALIŞMASI

Yapımcılığını Erol Avcı’nın, yönetmenliğini Aydın Bulut’un üstlendiği, Şebnem Bozoklu, İlker Aksum, Tülin Özen, Yetkin Dikinciler ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun rol aldığı Kanal D’nin yeni komedi dizisi, “BİZİM YENGE”, de neler oluyor?
Evet, ne oluyor.
İstanbul’u bu dizide daha değişik bir şekilde görebilirsiniz. Meşhur minareli siluetini görmek için kaç bölümünü izledim, yoktu. Ancak bir şeyi farkettim. O da Fener Rum Patrikhanesi bir ömür televizyonda görmediğim kadar görmüş olmaktı.
Eğer sizde benim gibi görmek istiyorsanız cumartesi günü akşamı bu ziyafete kavuşabilirsiniz.  Dizide 10 dk bir Fener Rum Patrikhanesi arka planda çıkıp duruyor. Arada bir küçükcük minare görünürse de tadımlık görüntü veriyor.
Dizide ne zaman bir sorun varsa o da evin çatısına çıkılıp patrikhanenin gölgesinde sonuca kavuşturulmaya çalışılıyor.
 “Gelin Filiz”  Antakyalı “Damat Bahri” İstanbulludur.
Düşününce akla olmadık şeyler geliyor.
Mesela bu gelin Antakya’daki patrikliği, damatta Fener Rum patrikhanesini temsil ettiğini düşünürsek dizideki diyalog çalışması üzerinde çok kafa yorulmuş görünüyor.
Konuyu biraz açalım.
[“Ekümeniklik, günümüzde genellikle, daha büyük bir dinî bir birliği ya da dinlerarası işbirliğini sağlama amacını güden girişimleri ifade eder.
En geniş anlamıyla, dinî birlik veya dinî işbirliğinden maksat, üç İbrahimî din olarak İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin ortak manevî değerlerine vurguda bulunan dünya kapsamında bir dini birliktir. Daha çok bilinen dar anlamıyla ekümeniklik, bu üç dinin herhangi birinin mezhepleri arasında işbirliği anlamına gelir.
Kavram, Grekçe (oikoumene) kelimesinden gelir, anlamı "yerleşilmiş dünya" dır ve bununla Roma İmparatorluğu kastedilirdi. Günümüzde bu kavramla, birbirinden tarihsel, doktrinel ve uygulama açısından ayrılan Hıristiyan mezhepleri ve Hıristiyan kiliseleri kastedilir. Bu anlamıyla ele alındığında ekümeniklik Hıristiyan birliğini sağlama gayesini ifade eder ve bu anlam şu idealle ifade edilir: Sadece tek çeşit Hıristiyan Kilisesi kurumu olmalıdır.
Ekümenik kavramının Türkiye'de ilk kez gündeme gelişi 1517 yılında Yavuz Selim'in, Mısır'ı fethettiğinde, İskenderiye ve Antakya Patrikhanelerini, İstanbul'daki Rum Patrikhanesi'ne bağlaması ve patriği de 'Ekümenik' (yani 'Cihan patriği') ilan etmesiyle ortaya çıktı. Bugün itibariyle, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un dış ilişkilerinde "Yeni Roma'nın ve İstanbul'un Başpiskoposu ve Evrensel Patriği" unvanını kullanması -Lozan Antlaşmasıyla hukuki ve siyasi konumu kaldırılan bu unvanı tanımayan- Türkiye Cumhuriyeti'yle sürtüşmelere yol açmaktadır. Türkiye’de ekümenik kavramı Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin (Fener Rum Patrikhanesi) muhtar ve eşit Ortodoks kiliseleri arasında onursal önceliğini anlatmak için kullanılır. Ortodoks Rum Patrikhanesi ekümenik unvanı ile Ortodoks kiliselerinin birliğini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Geçmişte Ortodoks kiliseleri birbirlerinin üzerinde değil, yan yana ve ayrı ayrı örgütlenmişlerdi. Bu yüzden aralarında bir hiyerarşi yoktur. Fener Rum Patriğinin Atina Başpiskoposu veya Moskova Ortodoks Patriği üzerinde bir yetkisi yoktur. Ancak onların kabul ettikleri kapsamda bir birleşmeyi gerçekleştirebilir. Uygulamada güçlükler çıkmaktadır. Örneğin ABD'daki Rum ve Rus Ortodoksların örgütlenmesinde İstanbul ve Moskova Patrikhaneleri aynı görüşte değildirler. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin ekümenikliği hususuna Atina Başpiskoposu, Türkiye Cumhuriyeti'nden daha fazla karşı çıkmaktadır. Geçmişte ekümeniklik, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının coğrafî ve siyasi bütünlüğüne dayanmıştır. Bugün böyle bir temel yoktur.](http://tr.wikipedia.org/wiki/Ek%C3%BCmeniklik)
Bu açıklamalardan sonra söylenecek şudur ki, insanlara anlatın, anlamayacakları veya kabul etmeyecekleri bir hususları varsa onu da diziler veya filimler gibi gizlice beyinlerine işleyin. Sonuçta her çalışmanın bir kazancı vardır.
Çalışan kazanacaktır. Fakat “Lakin”leri bol olan düşüncelere karşı biraz daha duyarlı olmalı “şüpheci ve araştırmacı tavrımızı” elden bırakmayalım.
Yoksa yutulacak balık sayısı her gün artmaktadır.  İsmail Hakkı

KADER AFFETMEZ, İYİ OLMAYA MECBURUZ


Allah Teâlâ her an tecelli eder. Ancak tecellilerini de aynı şekilde ve bir daha tekrar etmez. Fakat bazı tecelliyatı kader planı üzere takdir ettiği için ayniyet gösterir gibi olsa da yine bizim farkına varamadığımız tekrarı olmayan şekildedir.
Tecelliyat, zât, sıfat ve ef’alin perdeleri arasından süzülür. Bunları zahir ve batın olarak görmek arzu etsek de nasibimiz miktarını aşmak mümkün değildir.
Konu üzerinde düşünürken hatırlayacak olursak Hristiyanlar hakkında buyrulan ayette [1] tecelliyatın parçalanması haber verilmektedir. Parçalamadan ve parçalanmadan neticeye varmak zordur.
Konuyu biraz daha açacak olursak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah Teâlâ’nın gadabı anne ve babanın gadabındadır.”[2]
Bir çocuk dünyaya gelirken bazı hususlar yönünden rabbâni tecelliler ana ve babasından zuhur edecek demektir. Yani ilâhı anne ve babası olacak demektir. Kader gereği anne-baba, sıfatların gereği meydana gelen bebekte Allah Teâlâ’nın sıfatlarını icra ederken, Zât’ın rahman ve rahimini üzerlerinden aşikar kılacaklardır. Ta ki bebek, çocukluktan büyüyüp nefsini ilah edene kadar. Ne zaman ki evlat, kendinde tecellileri “fark” edip ebeveynin sıfatlarını isteyince “Allah Teâlâ’dan başka ilahlar edinmeyin” sınırına varmasıdır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ana ve baba rızasını Allah Teâlâ ile eşleştirme hikmeti budur. O’nun “Rabbim beni terbiye etti ve edebimi en güzel şekilde yaptı.” [3] demesi ile sınırları hiçbir zaman aşmadığını, kader bazında babasını doğmadan, annesini rüşt çağına ermeden “ismet”inin Allah Teâlâ tarafından korunduğuna da işaret etmiştir.
Büyükler arasında babasını küçük yaşta kaybedenlere “Allah Teâlâ’nın bahtiyar kulları” denilmesi çok meşhurdur. Annenin küçük yaşta kaybedilmesi için bu sözün kullanılmaması insanın yaratılışında “zayıf yaratılış” yönündendir.
Bu izahattan sonra insanın ana-baba hakları ve cemiyette nasıl davranması gerektiğini anlıyoruz. 
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki;
“Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar.” [4]
“En iyi iyilik, babasının vefatından sonra, onun dostlarını yoklamaktır.” [5]
“Babanın dostluğunu koru, dostlarıyla dost ol. Şayet babanın dostluğunu korumazsan, Allah Teâlâ da senin nurunu söndürür.” [6]

“Baba dostuna iyilik, babaya iyilik demektir.” [7]
“Allah Teâlâ, Musa aleyhisselama “Âsi olanın sözünün ağırlığı, dünyadaki bütün kumların ağırlığına eşittir” buyurunca, Musa,
“Ya Rabbi, bu âsi kimdir” dedi. Allah Teâlâ,
“Ana babasının sözünü dinlemeyendir” buyurdu.” [8]
Yukarıda geçen hadis-i şeriflerde ataları dost iken birbirine haksız düşman olan çocukların durumlarının vahametini de göstermektedir. Her ne şekilde olursa olsun Habil ve Kabil meselesinde isyan eden çocuk zarar etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ zalim, isyan eden, baği, eşkıya, hain … kulunu sevmez ve yardım etmez. Hatırlayalım;
 “Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra korkudan Tâif’e kaçıp yerleşti. Fakat daha sonra Tâifliler topluca Medine’ye gidip İslam’ı kabul ettikleri zaman yeryüzü kendisine dar geldi. Oradan Şam ve Yemen taraflarına kaçmayı düşündü. Ancak birisi kendisine,
“Ne üzülüyorsun? Vallahi o, dinine giren tek bir kimseyi öldürmemiştir.” deyince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna çıkmaya karar verdi. Medine’ye gitti ve şehadet getirip Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Vahşî, otur ve bana Hamza’yı nasıl şehit ettiğini anlat.” dedi.
Vahşî’nin sözü bitince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine,
“Yazık, gözüme görünme!” dedi. Çünkü o şefkatli rasül, onu gördüğünde sevgili amcasını hatırlayacak, müteessir olacaktı. Vahşî de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emrine uyarak bir daha gözüne görünmedi.” [9]
Dinimizde tövbe kapısı açıktır. Ancak şer olmanın sineleri deşen bir yara olarak devâmiyeti vardır. Gönülleri fethetmeden kanla elde edilen kazançlar gırtlakları ve cemiyeti parçalar. Yaptık oldu, unutulur, diye diye düşündüğümüz çok işlerimiz yarın önümüze geldiğinde mahcup olacağımız azapların en elimidir.
“Dedenin yediği elmadan torunun dişi gıcırdar” sırrına erenler için hayatı idâme etmek  çok zor olmuştur.
“Bir gün Hz.Musa  aleyhisselâm Allah Teâlâ'ya yalvararak İlahî adaletin tecellisini gözüyle görmek ister. Allah Teâlâ'ya dua ederek böyle bir olaya şahit olmak ister. Duasını kabul eden Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya:  
"Falan sahradaki çeşmenin yanına git, bir tarafa gizlen, hikmet ve adaletimi seyret" buyurur.   Hz. Musa aleyhisselâm, sahraya varır, çeşmenin bulunduğu yerde bir ağacın arkasına gizlenir, beklemeye başlar. Sahranın bir ucundan genç bir atlı çeşmenin başına gelir. Atından iner, suyunu içer, koynundan bir kese altın çıkararak çeşmenin başına bırakır. Biraz dinlendikten sonra atına atlayarak yoluna devam eder fakat altın kesesini koyduğu yerden almayı unutur.  Biraz sonra suyun başına bir delikanlı gelir. Suyunu içip dinlendiği sırada çeşmenin yanında bir kese altın görür. Keseyi alır, oradan ayrılarak kaybolur. Yoluna koyulur.   Bir müddet sonra çeşme başına bu defa da kör bir adam gelir. Abdest alarak namaz kılar, yorgunluğunu çıkarmak için bir tarafa oturur. İşte tam bu sırada altın kesesini unutan genç gelir. Bıraktığı yerde keseyi görmeyince kör adama çıkışır.  
"Altınlar nerede, ne yaptın" der ve keseyi adamın aldığını düşünerek onu sıkıştırır. Adam almadığına dair her ne kadar yemin ettiyse de inandıramaz.  Sonunda delikanlı belinden kılıcını sıyırdığı gibi kör adamın başını gövdesinden ayırır. Adamın üzerini ararsa da bir şey bulamaz ve çekilir, gider.   Hz. Musa, gördüğü ürkütücü manzara karşısında hayrete düşer. Olayların gerçek hikmetini öğrenmek için Allah Teâlâ'ya duada bulunur:
“Allah'ım” der. "Azamet ve Kibriyan(büyüklüğün) hakkı için beni bu hikmet ve ibretten haberdar et."   O sırada Cenab-ı Hakk, Hz. Cebrail'i gönderir. İlahî fermanı açıklamasını emreder. Olayların gerçek sebebini ve hikmetini Hz. Cebrail teker teker anlatır:   
"Ya Musa gözlerinle görüp de bir mana veremediğin olayın hikmeti şudur: Çeşme başında altınları görüp de alan gencin babası, altını bırakan gencin babasının yanında birkaç sene işçi olarak çalışmıştı. Fakat haksızlık ederek ücretini vermemişti. Adam hakkını ne kadar istediyse de alamamıştı. İşini yaptıran adam bir Müslüman'a zulmederek hakkını zimmetine geçirdi. Öldükten sonra da işçinin hakkı olan para oğluna miras kaldı. İşte, çeşme başında gencin aldığı bir kese dolusu altın, babasının hakkı olup da alamadığı altın kadardı. Bu suretle Cenab-ı Hakk seneler sonra hak sahibine hakkını vermiş oldu.   O kör adam ise gözleri varken, altınları çeşme başında unutan gencin babasını öldürmüştü. O zamanlar bu genç, çocuk yaştaydı. İşte babasının katilini öldürerek kısası yerine getirmiş oldu. Allah'ın takdiri de zaten bu şekildedir."  
Böylece bir nesil sonra kaderin adaleti tecelli etmiş oldu. Zalim cezasını çekti, hak sahibi de hakkına kavuşmuş oldu.
Sonuçta hallerimizde şerrin zuhur ettiği unsur olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınmalıyız.
İhramcızâde İsmail Hakkı

  “BEN”İ NASIL BULACAĞIZ?


İnsan “ben”in temelinde gizlidir.
 “Beni” bulmak insan için bir sorun mudur?
 “Ben”i anlamakta ve bulmakta ne kadar zorlanıyoruz.
Kişinin “ben”deki gizemi ancak dışarıya aksettirmesi ile sezebilir.
Bu meyanda sözler çoğalarak hakikatin görüntüsü kararır olsa da sonuçta her söz insanı bir şekilde bağlar.
….
Önemli olan tek varlık ve fikir yalnız siz olsaydınız, kim veya ne olurdunuz? 
Bu soruya karşılık kaç örneğiniz vardır?
Gerçekten mutlu olmak istiyorsam, içimdeki kişi mi başkası mı olmalıyım? 
İçimde, eşsiz olan 'ben’i bulmak mı kolay yoksa birine benzemek mi? 
Bulana kadar, ne yapmalıyım?
…. 
Bir ömür boyunca köpek bakıcılığı yaptıktan sonra, geriye dönüp, "Bir öğretim görevlisi niye olmadım" demek için yıllarımı geçirip köpekliğe razı mı olmalıyım?
Bir insan için “benden çok çok üstün, daha güzel hayat geçiriyor” diye üzülüp boy ölçüşeceğime, onları kendi seviyene indirgemem için isyan mı etmeliyim?
….
İnsanlar beni beğenmiyor ve saygı duymuyorsa,  onlara benzemeli mi, yoksa ayrılıp gitmeli miyim?
Ben kendimin mi yoksa bir şeyin temsilcisiyim?
….
Sorular sorular,…..
….
Hakikatte insan karanlık duygularından sorularından bir türlü kurtulamamıştır.
İşte, insanın kendi dünyasında karanlık duyguları ve soruları vardır.  Acaba korkulması gereken, karanlık duyguları inkâr etmek mi, yoksa onları yok olduğunu zannetmek midir?
İnsanlar neden yalnız kalmak hususunda ısrar ederler.  
Her şeyin daha çok paradoks bir görünümde olmasını isterler. 
….
Niçin mi?
….
Düzen ve uyum insanı yıpratıyor.
Hep karmaşa olursa insan mutlu olacak diye düşünülüyor.
….
Evet, isyan etmek güzeldir.
Ama neye isyan?
Diyebilirsin ki!
“Tek ve yegâne olmakta büyük bir zevk. Hiçbir zaman başkası gibi olmamalıyım 'Farklı' olarak hayatın yüküne sahip olabilirsem,  her günüm bir zafer gibi olacaktır. 
Toplumun içinde silik biri olmak için çaba göstermek yerine bulunduğum yerde tek olmak için gayret göstermem ve toplumun, etrafımda şekillendirmesini beklemek daha güzeldir.
Belki,  kesinlikle öyle olacaktır,…” 
Anlaşılıyor ki;
İnsan büyük ve kutsanmış olmanın peşindedir.
….
Kutsanmak istiyorsan, hiçbir şey söyleme veya kimsenin hiçbir şey hissetmeyeceği bir 'yoklukta' ol.
Yalnızca nefsine bak.
Şüpheyi barındıran geleceği,   ne de pişmanlığı barındıran geçmişi bırak. 
Netice; “Yokluk ve varlık” arasındaki yerin “ben”in yeridir. Dışında olup da sende olmayan bir şeyi isteyip istemediğini, içinde olup da tamamlanmamış bir özelliğin olup olmadığını bulmana kadar gayret etmen gerekir.
İhramcızâde İsmail Hakkı

YOZLAŞMA


Yozlaşma kavramını ifade etmede genel bir tarif yapılamadığı için kabul edilmesi gereken, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve farklı toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir gerçeklik olduğudur. Yozlaşma tarifini ele almak istediğimizde sorunlara ve içinde bulunduğumuz zaman ve şartlara göre değişmekte olduğunu göreceğiz.
[Yozlaşma,  meşru olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve içtimâi imkânların veya kamu otoritesinin kötüye kullanılmasını; ekonomik, bürokratik ve siyasî yapının yetersizliklerini; içtimâi değerlerdeki aşınma ve bozulmaları, hukuki, ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel ihtiyaçlarına cevap vermemesidir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma, dinî, ekonomik, siyasî ve sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen yitirmesine neden olacak yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür. Sadece günümüz toplumlarına özgü bir hadise olmayıp, neredeyse insanlık tarihi kadar eskilere dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp artmakla birlikte her dönem varlığını sürdürmektedir. ][10]
Maddiyat ve maneviyat arasındaki güçlü ilişki ve çıkarlarda menfaat ön plana çıktığında “yozlaşma” akıbetini beraberinde getirmektedir. Ahlak bozuldukça, kuvvet mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından dolayı içtimâi değerlerin kaybolması, insanların birbirine olan güvenin yitirilmesi, bu nedenle sosyal hayatın gereksiz yere sekteye uğraması söz konusu olmaktadır.
Maneviyattaki yozlaşma da şeytan, nefsin ve fertleri kendi düşünce planlarında buldukları veya kolay gelen şeyleri uygulamaya çıkarmaları ile oluşan menfaat beklentisi üzerine dinin ve ahlakın ilkelerini tahrif edilişidir. İfrat ve tefrit arasında gelip giderken insanın menfaati insanlığın menfaatinden ön plana çıkar. Artık söylemler, kendiliğinden hakikatten uzaklaşır. Bazen öyle olur ki, seneler önce kabul edilen ilke zamanla yamulmuş ve kabul edilmesi gereken başka bir alt yapıya kavuşturulmuştur. Bu yozlaşma neticesinde bukalemun karakter ön plana çıkmıştır.
Yozlaşmanın temelinde asıl yatan unsur ileri görüşlü olmamaktır. Fanatik duygular ile hareket edenler ileri sonuçları görünce geri dönüşü sağlamakta zorlanmaktadır. Dönüşü olmayan yolun çaresi için daha saçma bir şeyle konuyu daha karmaşık duruma gitmektedir. Bu ise daha önceden olması gereken işin uygulamaya geçişidir. Ancak bu yozlaşma penceresine düşmüştür. Yukarıdaki açıklamalardaki yozlaşma ile bahsedilen açıklamayı birbirine bağlarsak, insanlar menfaatperest olma özelliği ile egolarını tatmin etmek ve kavuşmak istediği şeylerin önlerine birileri şahsî açıdan engel koyarsa, sonuçta birlik çatlaması oluşacağı kesindir. Duyguların birliğini kaybeden insan kimlikleri çıkar amaçlı düşüncelerle etrafından koparken veya ilişkiye girerken narsis duygularını da harekete geçirecektir. Mesela;
Tarihte Musevîler şeriat dini olan Yahudiliği yaşamakta zorlanınca, sürekli dinin bir tarafına çentik atarak, saçmalamaya başladılar. Kendi inançlarının hakikatin hangi tarafında olduğunu kaybettiler. Sonradan gelen Hıristiyanlık ise dini şeriattan koparmış, ahlakî değerlerle yoğurarak insanların rahatlamasına salık vermiştir. Bu seferde iki din sahipleri arasında kuvvet sahibi olanlar (Yahudiler ve bu zihniyetli kişiler) insanların rahatlama duygularına karşı engeller koyarken yozlaşma komplosunu harekete de geçirdiler ve Hıristiyanlara yozlaşmış gözüyle baktılar ve dünya düzenini alt üst etmişlerdi.
İslam gelince bütün açmazları, şeriat ve ahlak düzeyinde dengeye getirip çözdü. Ancak ne gariptir ki, bu güzel din insanların elleri ve dilleriyle saçmalığa sürüklenip yozlaşma eğilimine sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bunu da şu şekillerde görmekteyiz.
Kimileri eskiden yaşanmış hayat tarzını, kimileri ise yepyeni hayat şekillerine dinin benzemesi gayreti içinde iki kolundan çekilen insan gibi parçalama yoluna gitmektedirler. Ne var ki;  bu çekişme artarsa sonuçta vücudun kolları parçalanacak ve din işe yaramaz çolak olacaktır.
Yozlaşma menfaatin tarafgir uygulaması ile oluyorsa, siyasî, içtimâi ve ahlâkî açıdan paylaşımcılığı harekete geçirerek hayatın sahibi Allah Teâlâ karşısında kullarına sevgi kucağını açmaktan başka çare olmadığını görmekteyiz.
Sonuç olarak yozlaşma, zulmün olduğu yerdedir. İnsanları harici zihniyetle hakikate çağırmada zulüm ve çıkarlar varsa, burada yozlaşmanın en üst seviyesi vardır deriz. Zulmün olduğu yerde yapılan her doğru hareket dahi zulümdür. Hz. Hüseyin aleyhisselâmı Kerbela’da şehid eden devlet, siyasî açıdan haklılığını öne sürebilir. Fakat işlenilen cinayetin bedelini binlerce Müslümanlar sürekli boyunlarında hissetmektedir. Bu tarihi lekenin kanlarını bugün dahi dindirecek bir vicdan bulunmamaktadır. Bu nedenle vaktini geçirmiş her doğru hareket uygulama planına çıkarırken,  zülüm baş gösterecekse geri adım atmak daha güzeldir.
Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki:
"Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, gelecek zamana göre yetiştirin. Çünkü onlar sizin zamanınız için değil, gelecek zaman için yaratılmışlardır.”
Hikâye
Adamın biri, iftiradan idama mahkûm olur. İnfaz saatini beklerken, arada bir hükümdara ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı bağırmalar, bir süre devam eder. Hükümdar, bu feryatları duyar. Fakat bu acı bağrışların boşa olmayacağını düşünür.
Hükümdar iki vezirini yanına çağırır. Adamın neler söylediğini sorar. Birinci vezir,
“Hükümdarım bu genç, “ALLAH, AFFEDENLERİ AZİZ EDER”  diyor. Sizden af talebinde bulunuyor” der. 
Bu söz, hükümdarın hoşuna gider.
“Bu genci affettim, serbest bırakın” der. İkinci vezir, hemen atılıp der ki:
“Hükümdarımız, bu veziriniz, , utanmadan yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyor.”
Hükümdar dedi ki;
“Unutma ki, "FİTNEYİ KAPATAN YALAN, FİTNEYE SEBEP OLAN DOĞRUDAN DAHA İYİDİR".
Hükümdar, vakitsiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir mazlumu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
İhramcızâde İsmail Hakkı
 .


İBLİS ve ŞEYTAN KARMAŞASI


İnsanı yaratıldığı günden beri Şeytan, İblis ve kötülük, kavramları zihnini meşgul etmektedir. Dinlerde ve inançlarda şeytan ve İblis birbiri yerine kullanıldığı gibi bazen şeytan yerine kötülük, bazen de kötülük yerine Şeytan'ın kullanıldığı görülmektedir. Bundan dolayı Şeytan bir varlık mı yoksa kötülüğün nitelendirilmesinde kullanılan bir kavram mı olduğu hakkında yüzyıllardır tartışmalar yapılmış ve hala da yapılmaktadır.
İblisin Şeytan kelimesinin menşei ve kökeni hakkında günümüze kadar birçok rivayet ulaşmıştır.
İblis kelimesinin kökeni hakkında İslam âlimleri arasında ise birkaç görüş mevcuttur. Genelde İblis kelimesi eb-le-se fiilinden türemiş Arapça bir fiil olup manası yine aynı şekilde Allah Teâlâ'nın rahmetinden ümidini kesmiş demektir. Kur'ân-ı Kerim'de İblis kelimesi 11 yerde geçmektedir.
Arapçada şeytan: "isyankâr ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve diğer her şeye denir.” Kur'ân-ı Kerim'de şeytan kelimesi 88 yerde tekil ve çoğul şekliyle geçmektedir.
Kur'ân-ı Kerim her şeyden önce İblis’i ve dolayısıyla şeytanı insanın düşmanı olarak göstermiştir. Şeytan’ın da çeşitli şekillerde insanlardan ve cinlerden olabileceğini bildirmiştir.
Bizim burada bahis açmak istediğimiz konu Şeytan'ın Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu insan-cin-hayvan gibi bir varlık cinsi olup olmadığıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de biz şeytan'ı yarattık veya şeytan şu türe ait bir varlıktır gibi bir ifade geçmediği gibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sahih sünnetinde de böyle bir ifadede bulunmamaktadır.
Kur'an'ı Kerim'de Hz. Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce İblis’in (Şeytan) durumu hakkında fazla bir bilgi yoktur. Ancak bu konu hakkında tefsir kitaplarında geniş bilgi verilmiştir. Ayrıca insan yaratılmadan önce Şeytan diye bir kavramın olmamasıdır. Bilindiği üzere insanın yaratılmasının ardından verilen secde emrine İblis muhalefet etmişti. Bundan dolayı da Allah Teâlâ tarafından kovulmuştur. İblis, Allah'ın huzurundan kovulmadan önce Allah Teâlâ'dan mühlet istemiş, Allah Teâlâ da İblis'e mühlet vermiştir. Fakat bu kovulma ve mühlet verme hadisesinden sonra İblis diye bir varlıktan bahsedilmemiştir. Bunun yerine Şeytandan bahsedilmiştir.
"Ey Âdemoğulları, şeytan nasıl ki, anne-babanızı çirkin yerlerini kendilerine göstermek için cennetten çıkardıysa sakın sizi de belaya uğratmasın! Çünkü o ve yandaşları sizleri, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yönden görürler. Biz, o şeytanları imana gelmeyenlerin dostları kılmışızdır" (A'raf, 27).
“Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi (melekleri) görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir, dedi.” [11]
Her şeyin isyankârına “Şeytan” denmesinin sebebi, onun ahlak ve davranışlarının, benzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır. Zira “Şeytan” kelimesinin asıl anlamı “uzak olan” demektir
Hz. Ömer radiyallâhü anh bir "at"a binmiş, at çalımlı bir şekilde yürümüştür. Bundan dolayı Hz. Ömer radiyallâhü anh onu dövmüş, at ise daha da çalımlı yürümeye başlamıştır. Bunun üzerine üstünden inmiş ve
"Beni bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz hale gelmeden ondan inmedim"
Bu olaydan da anlaşıldığına göre her şeyin isyankârı şeytan olarak isimlendirilmiştir. Bu sebeple İblis ile Şeytan'ın aynı varlıklar olduğu düşünülmektedir. Buradan işaretle İblis'in ve  Şeytan'ın bilfiil olarak yaptığı işlerin birbirleriyle uyum halinde olması acaba Şeytanın, İblis'in harekete geçmiş hali midir? Sorusunu akla getirir. Veya önce dediğimiz gibi Şeytan, cinlerin ve insanların yapmış oldukları kötü işleri temsil etmekte kullanılan bir kavram mıdır?
Bu konu Kur'ân-ı Kerim'in nüzulünden günümüze kadar gelen süreçte pek çok âlim tarafından tartışıldı ve hala da tartışılmaktadır. Şeytan, kötülüğün nitelendirilmesinde kullanılan bir kavram olunca Şeytan'dan Allah Teâlâ'ya sığınan insan, içindeki kötü duygulardan tamamen arınıp, kötülükten ve ortamlarından uzak olur.

Beyit:
Bu yolda yüz bin tane Âdem yüzlü İblis var.
Her insan yüzlüyü sakın insan sanma.[12]

Bir şeyin tecelli etmesi için o sıfatın zuhur edeceği vücudu (varlığı) bulması gerekmektedir. Şeytan(lık) vücuda gelebilmesi için İblise, İbliste görünebilmesi için şeytan(lık) elbisesine ihtiyacı vardır, denilebilir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de bildirdiği üzere şeytanın etkisi avanesi olduğundan salihlerin şeytan ile bir birlikteliği olmamaktadır.
İblis: “Ya Rab! O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.”   dedi.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Haydi sana mühlet verildi!” O belli vaktin gününe kadar. İblis:
“Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır, saptırırım.”   “Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna.”   dedi.[13]
Binaenaleyh, tasavvufta şeytan ve İblis farkını daha iyi müşahede edebiliriz. Yine S. Freud’un buzdağı teorisiyle şeytan İblis farkı çok iyi fark edilebilir.
Psikanaliz ekolüne göre ruh dünyası izah edilirken ruhanî benlik suyun içinde yüzen bir buz dağına benzetilir. Buna göre suyun dışında kalan kısım kişinin bilinci ve egosunun (benliğinin) yer aldığı kısımdır. Altta ise asıl ve gizlenmiş büyük kütle vardır bu bilinçdışındaki “id” (nefis) dir. İçinde istek ve dürtü merkezi olan libidoyu bulunduran id yapı itibariyle vahşidir, denilir. Bunların hepsinin üzerinde ise bir gözlemci ve kontrolör olarak süperego (vicdan; Doğum sırasında olmadığı, sonradan toplum ve eğitim tarafından kazanılan bilinç hali; din,; inanç; Allah Teâlâ) bir güneş veya bulut gibi gibi asılı durur.
Ego (Bilinç hali), İd ve Süperegonun isteklerini onları çatışmaya sokmadan gerçekleştirmek zorunda olan bir köle gibidir. Bu birbirine zıt iki efendiyi ne kadar uzlaştırılırsa ego o kadar mutlu bir köle, yani huzurlu bir kişi olacaktır.
İblisin bu görünmeyen kısmı önemli ölçüde etkilediğini düşünürsek, bilincin görünmeyen kısmında vesveselerin etkisi olarak görülür. İblis'in iletişimde kullandığı yöntemlerin başında gelen vesvese, dürtme gibi insanın bilincini her zaman etki altına alabilen faal iletişim vasıtaları vardır.
"Biz böylece, her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler. Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile baş başa bırak" [14]
Bu iletişim kuvvetleri her ne kadar herhangi bir fiziki şiddet içermese de insanı daima harekete geçirici bir özelliğe sahiptir. Zira bir insanın bilinci durmadan bir fiili yapması için uyarılırsa, herhangi bir zorunluluğu olmasa bile o işi yapmaya kendini mecbur hisseder. Çünkü o işi yaptığı zaman rahatlayacağını düşünür. Bu işin ahlakî açıdan iyi veya kötü olması bu durumu da değiştirmez. Allah Teâlâ bu nedenle buyurdu ki;
"Kur'an'ı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan, Allah'a sığının" (Nahl, 98)
Bu ayetin gerçeği bu hikmete açılım yapmaktadır.

Niyâzî-i Mısrî buyurdu ki,

Dünyâya anlar gelmedi,  geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi, anda olar pinhân kamû
Dünyaya onlar gelmedi,  geldiyse de eğlenmedi,
Şeytan oları görmedi, dünyada gizli olur kamû

“Dünyaya anlar gelmedi”,  evet Tevhid seyrinde olanlar,  yani vahdet zevkiyle Hakk’a ulaşanlar hiç dünyaya gelmedi demektir.   Onları dünyada görürsün fakat onlar çocukluğundan beri Hakk’ladır.   Bu  kimse şimdi dünyada olur mu?
Olmaz,  geldi ise de eğlenmedi, demektir. 
“Şeytan onları görmedi”, de olan zahiri durum dâimi zikir sahibinden şeytan bir mil mesafeden uzak durmasıdır. Bu mesafe Dörtbin adımdan fazla olup,  daha yakından yaklaşamaz, olduğunu biliyoruz. Ancak bazı tevhid ehli dâimî zikirde olamayınca kalbi gafil kalır. İşte o kimseye şeytan Cem makamına kadar musallat olur.[15] O kimse Cem makamına ayak basınca çekilir.  İşte dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytanın kendilerini görmedikleri kimseler bunlardır. 
Türkelili Küçük Hüseyin Efendi anlatıyor ki:
Mürşidim Hacı Hasan Darendevî (hyt: 1984) kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz efendim bir ziyaretimde evvelki sohbetlerimizdeki gibi çay yaptırdı. 2 saat sohbet buyurdu ve dedi ki:
“Allah Teâlâ başımdaki saçlarım teli adedince sırlarını keşfedecek zekâ akıl nimeti ihsan etti. Acizliğimi de bilmeyi de lutfetti. Bu güne kadar Hakk’tan ayrı olmadım. Şeytan bizi görmedi.”
Bu sözlerden anlaşılıyor ki, salihlerin şeytan tarafından görülmeyişi bilinç altının şeytaniyyetten kurtuluşu demektir.. Bu görmeme deki diğer mana ise şeytanî ve şerli işlerin salihler tarafından işlenilmemesidir.
Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre iblis, Bu hususiyeti ile âlemleri kuşatmıştır ve onun hükümranlığı altında sayılamayacak kadar ruhlar mevcuttur ki, hepsi saptırmak ve azdırmaya memurdurlar. Bu ruhlar, tabiat âleminde bütün eşyaya, her şeye sirayet etmiştir ve hatta insanın tabiatında dahi şeytanî bir “kuvve” vardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin:
“Her kimse ile beraber bir şeytan doğar ve ben, benimle beraber doğan şeytanı İslâma getirdim” buyurmaları da insan nefsindeki bu “kuvve”ye, yani “vehm”e işarettir. (Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi, c.I, s.30)[16]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “ Ben şeytanımı Müslüman ettim,”   demedikçe kimse ona iman etmedi. [17]
Şeytan(lık) bilince tutunursa onu yok etmek neredeyse imkânsız, bir durum olduğu için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  “ Ben şeytanımı Müslüman ettim, (teslim aldım)   dedi.    Şeytanın tamamen biçimlendirdiği bilinç, savunmanızı zayıflatır ve kullanmaya elverişli hale getirir.     Buna bir nevi şeytanlaşmadır. Bu o kadar ileri gider ki bazen rüya katmanlarını ele geçirir. İnsanı olmadığı şeye doğruda yöneltebilir. Bunun olabilirliği için İsrâ suresindeki 60. Ayetin işareti bunu gösterir.
   “Unutma ki, vaktiyle sana: “Bil ki Rabbin o insanları kuşatmıştır.” dedik. Sana gösterdiğimiz (Mirac) temaşasını ve Ku'ran'da lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Biz onları tehdit ediyoruz; ama bu onlara büyük bir taşkınlığı artırmaktan başka netice vermiyor.”
Bilinçaltınızın kendisini yetenekleri çok olan İblise karşı savunmasını öğretebilmek için bilincin süper egodan (burada din) yardım alması gerekir. Din bilincin katmanları arasında sahiplerine doğruyu öğretecektir. İblisin öğretilerinde başarılı olmasının altında berzah âlemi ile dünya âlemi arasındaki geliş gidişe kudretli ve vakıf olmasıdır. Allah Teâlâ’nın bu nedenle “Bana sığının” demesi budur. Bilincin derinliklerini bilemediğimizden şeytan(lık) dan korunmak için bu sığınma şarttır. Bilincimiz normal zamanda küçük bir kısmını kullanırken İblis bilinçaltına inmeyi başardığında çok şeylere ulaşır ve ruhî durumları fark edebilir. Önemli olan bu ulaşılan ve kabul edilenleri kontrol etmektir. Bilinçaltının kontrolünü bir üst seviye olan nefis alırsa İblisin istekleri doğrultusunda nefis kötülük=şeytan sınıfındaki fiillere yönelir. Bunun için nefis üst bilincin etkilendiği inanç ile bağdaşmasını sağlamak gerekir. Yoksa anagram merdivenleri gibi kapalı döngüler içinde gezinerek şeytanlaşır, sebep ve sonuç ilişkileri içinde çözümsüz kalır. İblisin bilinçaltına yerleştirdiği düşünce tohumları büyüyüp bir şeytani fikre dönüşerek ona yön vermeye başlayacaktır. Bu nedenle fıtratın ve bilinçaltının savunması için Allah Teâlâ insana yardım ederek bilinçaltını kuvvetlendirmek için rasüller göndermesi bundandır. Risalet bilinçaltı güvenliğinin iblise karşı mücadelede takviye içindir. Bunun en güzel örneği gördüğümüz “Sonsuz rüya âlemi” dir. Bu âlem mutlak ve sınırsız bilinçaltı meydanının diğer boyutlara açıldığı kontrollü ve kontrolsüz açıldığı yerdir. Orası bir boşluk gibidir. Ancak bu âlem İblisin dürtmeleri ile etkilenince içine düşen fikirler şekillenip virüs gibi gelişince etkilemeye başlar. Virüsler dirençli ve bulaşıcıdır.    İblisin attığı küçük düşünce tohumu bile bu âlemde çok büyük boyutlara ulaşabilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu “küçük günahları sürekli işlemek büyük günahların işleme sebebi olduğunu” buyurması budur.    Bu nedenle küçük düşünceler zamanla büyüyüp yön verme yanında, insanı günah işletecek kadar büyük kuvvetlere kavuşur. Aslında İblisin bilince attığı düşünce insanın hayatını değiştiremeyecek kadar basit küçük bir düşüncedir. ancak bu etkilenmeler devam edince, bilinç hakiki gerçekliğin duygusunu ve inancını kaybedip Allah Teâlâ’ya isyan edecek duruma ulaşır. Çünkü o kişini oluşturduğu bilinç dünya gerçekliğini yitirmiş, bulanık hale getirmiştir. İç dünyası bulanık hale gelen için günah ve sevap kavramı kaybolmuştur. “Kalbin kararması” demek bu olabilir. Bu durum ise bilincin alt katmanlarına atılmış gizli olan İblisin gizli fısıltılarıdır. Bu fısıltılar zamanla üst sevilere yükselip eylem şekline dönünce şeytanî saydığımız eylemlere sebep olur.
İnsanın buzdağı şeklinde tarif ettiğimiz bilinç sevilerinin, insanın damarlarında kanın ulaştığı her zerreyi gezen İblisin etkisinden kurtulmasının olmadığı bilmekteyiz.[18] Şeytanın kanın damarlarda dolaşması benzetmesi, onun insan tarafından hissedilmeyecek şekilde kendisine yaklaştığı ve tam bir gizlilik içerisinde hareket ettiğine işaret etmektedir.
Çünkü Allah Teâlâ insanın nefsini ve bilincini, hiç durmayan ve devamlı dönen bir değirmen gibi yaratmıştır. İnsanın mutlaka değirmen gibi bir şeyleri öğütmesi gerekir. Şayet içine dane konursa onu öğütür, içine toprak ya da taş da koysan onu öğütür. Öyleyse kişinin nefsine gelen fikirler ve hatıra gelenler/vesveseler değirmenin içine konan daneler konumundadır. Nitekim bu değirmen bozulacak da değildir. Hatta içine bir şeylerin konulması gerekir. Buna göre insanlardan kimisi vardır ki, değirmene daneler de koyar. Hem kendisine hem başkasına yararlı ince toz, un vb. çıkar. Kuşkusuz çoğu da kum, taş, saman vb. şeyleri değirmende öğütür. Hamurun ve ekmeğin vakti geldiğinde, o takdirde gerçek öğütülmüş olan karşısına çıkacaktır.”[19]
İnsanın kulluk bilincinden sapma eğilimini göstermesinde etkin rol oynayan iki temel sebep vardır: Nefis (Bilinç katmanları) ve İblis.
Nefsin, hayatı idame ettirmedeki olumlu yönünün yanında, işaret edilen sapma eğilimini göstermesindeki olumsuz yönü de vardır. İnsana kötülük etmeyi ve isyan ettirmeyi kendisine görev edinmiş olan İblisten, nefis olumsuz yönden destek almaktadır. Bu yüzden belki de İblisten daha önemli olan insanın kendi bilincidir. Zira şeytanlığı üreten veya ona fırsat veren bilinçten kaynaklanan heva dır.
Allah Teâlâ insanın şeytandan kendisine sığınmasını emrederken [20] “İblis” yerine “şeytan”ı bir sıfatını seçmesi geniş kapsama alanı olduğundandır. Daha önce belirttiğimiz gibi Şeytan(lık) ayette geldiği üzere insan ve cinlerden olmaktadır. Dikkat edilecek bir husus olarak Allah Teâlâ ayette önce insanların zikretmesi de önemlidir.[21]
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Hiçbir babanın, çocuğuna hiçbir yarar sağlayamayacağı, hiçbir çocuğun da babasına hiçbir yarar sağlayamayacağı günden korkun! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı şeytan da Allah hakkında sizi aldatmasın.”[22]
“Şeytan onlara birçok vaatte bulunur ve onlar ı kuruntulara sürükler. Oysa şeytan ancak aldatmak için onlara vaatte bulunuyor.”[23]
Bu ve benzeri ayetlerde gelen “şeytan” kelimesini geniş bir kavram olarak düşündüğümüzde (En’am, 112) “İblis”ten çok şeyi içine katmaktadır. Bu ise Allah Teâlâ’ya isyana sebep olacak çok unsur demektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ “Eûzü…” yani sığınma ile Kur'ân-ı Kerim'i okumaya veya işe başlayın isteğinde zıddı olarak “İblis”i değil, İblisin öğretilerini benimsemiş, bilinç ve katmanları, lider, aile, hayvan [24] vb. daha geniş anlama sahip olabilecek soyut bir kavram olan “şeytan”ı seçmesi bu nedendir. Bir insan kulluk çerçevesi içindeki bir fiile ibadete başlarken sığınması gerekmesini gerektirecek sebep ne olabilirdi? Burada İblis’in fiziki bir etkisi olmadığının yalnız vesvese verdiği durum daha iyi anlaşılacaktır.[25] Sözü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisleri ile bitirelim.
 “Şeytân, Âdemoğlunun yollarında oturur. Şeytan; insana karşı İslâm yolunda oturur ve “Müslüman mı oluyorsun, dinini, babalarının dinini mi bırakıyorsun?” der. Âdemoğlu onu dinlemeyerek Müslüman olur.
Ona karşı hicret yolunda oturur ve: “Hicret edip yerini, yurdunu mu terk ediyorsun?” “Hicret edenin misâli, ancak ipte bağlı bir kısrak misâlidir,” der. Âdemoğlu onu dinlemeyip hicret eder.
Sonra ona karşı, cihâd yolunda oturur. “Cihat, nefis ve mal ile olan cihattır.”
“Şöyle der: Savaşıp öldürülecek misin? Kadının nikâhlanacak ve malın bölüşülecek!” Âdemoğlu ona karşı gelip cihâd eder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam buyurdular:
“Onlardan kim bunu yapar ve ölürse onu cennete koyması Allah üzerinde bir hak olur. Veya öldürülürse yine onu cennete koyması Allah üzerinde bir haktır. Eğer boğulursa, onu cennete koymak Allah için bir haktır. Veya hayvanı onu üzerinden atar ve boynu kırılırsa; onu cennete girdirmek Allah üzerinde bir haktır.” Ancak bu, olay ile mutabık olmuştur. Nitekim Allah başka bir âyette şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki; İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkartmış ve müminlerden bir topluluk hâriç ona tâbi olmuşlardır. Hâlbuki İblis'in, onlar üzerinde bir hâkimiyeti yoktu. Ancak biz, âhirete inananlarla ondan şüphede olanları belirtmek için yaptık. Ve Rabbin her şeyi gözleyendir.” [26]
İbn Kesir'in tefsirinde rivayet edilen konumuzla ilgili bir hadiste; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Ey Allah'ım; senden af, dünyamda, dinimde, ailemde ve malımda afiyet dilerim. Ey Allah'ım, ayıplarımı ört, korkumdan beni emin kıl. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden beni koru. Ey Allah'ım, alt tarafımdan helak olunmamdan sana sığınırım.” (Bezzâr) [27]
Ey Allah Teâlâ’m “Sendende sana sığınırım” diye dua eden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olmak ne büyük şereftir. O bizim bilmediğimiz ne çok şeyler biliyordu. Onun kapısından bizi ayırma.
 İhramcızâde İsmail Hakkı

ÇAKMAK Muharrem Tasavvufi Düşüncede Şeytan [Kitap]. - Erzurum : Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Y.Lisans Tezi,36892, -1994.
Şems-i Tebrizî Mehmet Nuri GENÇOSMAN Makâlât [Kitap]. - İstanbul : Ataç, 2007.

EVLENEMEYEN BİR KARDEŞE YAZILMIŞ MEKTUP

به
Selamünaleyküm
İnsanın önüne kaderi güneş gibi aydınlıktır. Önemli olan niyet merkezlerinin membâını bilmektir. Niyetinizi kontrol edin.  Evlenmeyi Allah Teâlâ emrettiği için kabullenip uygulayın. Muhakkak işin içinde Allah Teâlâ olursa netice hâsıl olacak demektir.
“Kader ajanları” vardır. Bunlar Allah Teâlâ’nın has kullarıdır. Onlardan birine ulaşmaya çalışın, aydınlanmanızda derdinize çare olabilirler. Sana sırlar verebilirler.
Benim bildiğim ve unutmadığım bir şey var. “Nimet külfeti ile gelir.” Dört tarafı mamur biri ve hayat yoktur.
Dünyaya noksan gelen insan, bir eksik veya bir fazla ile hayatını tamamlayacaktır.
Çare yok.
Kamil ve mükemmil bulmak zor işlerdendir. Bu derdin gayretinde olmak, çileye ve belaya razı olmak gibidir.
“Derelerin sesi çok çıkar. Deniz ise hem nimeti ve pis şeyleri de barındırsa da sesini kaybetmiştir.”
Sor kendine
“Bundan önce var mı idin, bundan sonra ne olacaksın?”
Demek ki, noksana razı olmak gerekiyor.
Bekleyelim. Bir defa daha, senin için bir açık olan, kapın görünsün. Ancak her zaman olduğu gibi razı olmadığın şekilde görünecektir. Görünen aynadır. Aynalar oyun oynar bazen arka tarafı olur ve kara yüzünü gösterir. Unutma ki aynanın önünde sen varsın. Eğer aynanın hem karasına ve hem beyazına razı olursan her şey birden değişecektir.
Ve şu hadisi şerifi unutmayın
 (Huffetil-cennetü bil-mekârih) "Cennetin etrafı, nefse nâhoş gelen şeylerle çepeçevre çevrilidir." Ramuz. 275/13
Hayat, bazen kara bazen beyaz olsa da çok güzeldir.
Vesselamü alâ men ittebal Hüdâ
İhramcızâde İsmail Hakkı


YENİ TÜREME GÖSTERİ PEYGAMBERLERİ

Allah Teâlâ’yı inkâr etmek için uğraşan insanlar, zamanımızda yeni bir ekol içinde olmayı daha tercih etmektedirler. Öyle halleri var ki, tanrıyı savunuyoruz derken Eski Yunan'dan kalmış eda ile kendi tanrılıklarını savunmaya çalışıyorlar.
“Bizler tanrıyı savunan vekilleriz. O ve biz; farkımız ne ki?”
“Firavun ve  Nemrut, hanedanlarına tanrıyı anlatmalarını istediklerinde, aslında kendi ilahlıklarını meşruluğunun zeminini hazırlamak istiyorlardı.”
-Onlar başaramadılar.-
Bu meyânda, şeytanî dönüşleri farkedemeyen "rahmâniler"de bu işe katkı sağlayarak zamanımızda “tanrı adamı olmayı” başarmak isteyenlerle doldu dünyamız .
Yenidünyada bir unsur devrilse yerine binlercesi geliyor. Mesela diktatör devrilse, bir düşünce devrilse vb….
“Kaddafi devrildi. Şimdi Libya’nın binlerce Kaddafi’si var.”
"Devletler, dinsiz oldu, şimdi ise yüzlerce din ve uyarlayıcı cemaat var."  
Ne yapmalı?
Eski hayaller ve yeni hülyalar ile lebalep olmuş zihnimizi ve düşünce dünyamızı “karmaşa-kaos” içinde oyalayarak bir sonuç elde edemeyiz.
Gerçek basit üzerinde cereyan eder. Onu karışık ve kaos olarak sunmanın, “Bizi zorluyorlar-yönlendiriyorlar-mecburuz” demek, yerine kimlik kaybına düşüp  kör olmanın bir gereği yoktur.  Gariplikler çerçevesinde Allah Teâlâ’nın gönderdiği İslâm’a destek verdiğini zanneden biçareler “dini meşrulaştırma zeminine”  koyup kayganlaştırmaları ile doğru yaptıklarını zannetmeleri de büyük hatalardan olmaktadır.
"Hakikat yalnız dünya ve ahiret menfaatinden azade olan “menfaatsizlere” açılır."
Unutmamalıyız ki; Allah Teâlâ dinini dilediği vakte kadar, dilediği şekilde muhafaza edecektir. Bu fiilinde kuluna muhtaç değildir. Kul eğer bir yerde dine yardım ederse kendi nefsine yardım etmiş olur ve sevap kazanır.
Allah Teâlâ bize değil, bizler O’nun Zât-ına muhtacız.
Hatırlatılatılacak diğer mesele de; “Varlığın, verdiği zararın yokluktan çok fazla olmasıdır.”
Varlık dinde, bilgide, makamda, şöhrette, güzel konuşmada vb. her şeyde vardır. Varlık günümüzde yalnızca fazla mal olarak algılandığından, insanlar, saptıranları yanlış yerde aramaktadırlar. Tabikî mal çokluğu ile olan azgınlığın sonuçları her yerde belirgin olabilmektedir. Fakat bilgi çokluğu ile elde edilen azgınlık karanlık gecede yürüyen karıncadan daha sessizdir. Bunu bilmek, bulmak ancak “dünya sevgisini” gönlünden sıyıranlara aittir. Bu zor işlerdendir.
Allah Teâlâ’m hak olarak yaptığımız günahlardan sana sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı

BULUNDUĞUMUZ YER

Zamanımızda insanının günbegün “mutsuzlaşma”sına, sebep ne oluyor?
İyi ve kötünün mücadelesinde bizler neden geç kalıyoruz?
Kötüler ve iyiler mi veya doğru ve eğriler mi?
Temelde “kötü ve iyi” algılamasında ve birbirini takip edişinde anlayışımız neden sürekli farklılaşıyor.
Sebebi, yok veya var mı?
Nerede yanlış yapılıyor veya yapıyoruz?
 “Belkileri” ve “keşkeleri” çok olan cevaplar içinde kaldığımız sorunlar yumağı.
Şunları söyleyebilirsiniz.
  • Üstün olma kaygısı.
  • Ulaşmada insanın zorlanacağı hedefler.
  • Sonsuzluk hayali içerisinde bitmeden tükenmeden üretilen blumia olmuş duygular, düşünceler ve hayat dizaynı. Bunlara yetişmekte zorlanan kendi küçük, hedefi büyük insanlar.
Bu bahsedilen durumlar çocukluktan ihtiyarlığa kadar her kesimde var görünüyor.
Ne oluyor ki, insanlar uyum sahibi olamıyorlar. Bugün kabul edilen ahlak ve etik olan yarın yokmuş veya unutulmuş gibi kalıyor.
Bir şeyler insanları mı zorluyor?
Kim veya ne?
Hayat ve insanlar.
Hangi hayat ve insanlar?
“Vizyondakiler, görünmeyenler ve ötekileri”
İstikrarsız, layık ve uygun olmadığı bir seviyede kalmış görünen, talih veya komplo ile ulaştığı mevkide kalmanın telaşı içinde olan insanları durdurmak veya durulmak.
“Ne” diye düşününce “durma”nın kaydını nasıl düşeceğiz veya “uyandıracağız”. Bir de “kurtarıcı fikirler ve kişiler” beklentisi de bu halin öteki “acaip yönü”.
Bu arada sormak gerekir; doğru düşüncede “bir insan ne kadarla mutlu olabilir”in tam cevabı var mıdır? Eski zamanlarda birileri bunu bir yere kadar getirir, sonlandırırdı. Günümüzde ise mutluluğun insanî boyutu hakkında aydınların da bir fikir birliğide kalmadı.
İşte; mutluluğun seviyesinin kalmadığı veya tavsiyesinin bulunmadığı bir ortamda tabiî ki insan bunalıma ve mutsuzluğa düşecektir, denilebilir. Yaşanılan hedefsiz hayat şartlarını ulvileşme değil de, süfli, egosit, asimilasyon ve emparyalist kaygılarla bezeyince; arzular ve hazları olgunlaşamamış insanda, savrulma, dayanılmaz stres ve bunalıma yol açan negatif durumlar olacaktır.
İnsanlar mutlu olmak istiyor. Fakat mutlu da değil. Etkileşime bir şekilde kavuştuğu halde, hedeflere yetişmede her zaman insan “bir geride” kalıyorsa, sonuçları olumsuz ve mutsuzluk olacaktır. Ayrıca doğru ve eğri olarak kabullendiğimiz olgulardaki “ceza ve mükâfat eğrisi” nin bir değer ifade etmemesi ve çelişkiler doğurmasıyla, bunalmanın verdiği yorgunluk. Eğriliğin mükâfat bulduğu bir hayat bazında kendisine yer arayan insan, hangi tarafı seçeceğinde şüpheye düşünce;  doğru mu olalım, eğri mi, yoksa yalama arasında gelgitler içinde kalır. Sonra bunun cevabı “nerede” diye aramak ihtiyacı duyar.
İyi ve kötü her zaman bulunmaktaydı. Ancak şimdi bir de “yalama” huyu çıktı.
Evet, her şeyde bir yalama huyumuz var artık.
“Huy”da, sosyal hayatta, daha ilerisi cinsellikte bile yalama.
Ne?
Yalama olmak, yumuşayan, etkisi olmayan, sanal ve terk edilmesi kolay olan bir huy. Eski zamanlarda “vurma-darp” revaçta idi. Şimdilerde ise yalama; kıytırık, hepten havai olmak. Yani parazit olarak gelişen huylar silsilesi.
Bu tür insanın hali, pencere arkasında ciğere bakan kedi gibidir. Kedi pencereden yalandığı bir nesneyi önünde bulunca ve hayalindekinden çok farklı bir görünce nasıl tepki veriyorsa, insanlarda maddî ve manevî etkilerle kuşatılmış istekleri üzerinden, engelleri kalkınca, kediler gibi olmaktadırlar.
 Bu nedenle “mutlu olamamak kaderin cilvesi mi” gibi? Aslında herkes mutlu olmak istiyor. O zaman durduğumuz yeri bilmek ve duracağımız yerdeki aksiyonumuzun bilinçlenmesine ulaşmak ve seviyemizi tespit edebilmek için ne gerekiyor? Fakat bunu sağlayacak faktörler, insanlara günümüzde sunulmaktan çok, odaklara çıkan merdivenlerdeki dinlenme hollerinde yürüyüş gibi yükselmesi olmayan katmanlar arasında kalmak gibi oldu. Çıkılıyor, yürünüyor fakat mesafe alınamıyor. Aktif olacak ve gidilecek gerçek yer o kadar uzaklaşıyor ki, insanlar hayal ettikleri hedefe ulaşamayıp yolda kalıyor. İnsanlar, bu sonsuz görünen girdabın içinde bir alandan diğer alana doğru iteklenirken “kaos”u ile boğuşup duruyor.
Ne yapmalı?
Bu herkes için farklıdır. Ama önce durduğumuz yeri bilmek gerekir, denilebilir.
“Biz şu anda nerede duruyoruz?” veya “Nerede durduruluyoruz?”
Hakikati biz mi yoksa birileri ile buluyoruz?
Âlemle olan ilişkimizi hangi şeyler yönlendiriyor?
Sorular çok…
Önemli olan her zaman unutabildiğimiz son nokta biz ölünce dünya ölmüyor. Bazen, ahiret inancına sahip olmak veya olmamak çok şey fark ettirmiyor. Bir de beşer olmamızdan dolayı ölüm üzerimizdeki kalın perdeyi dikilmeyecek şekilde yırtıp atınca, hepimizin bir hayal âleminde ve çıplaklar olarak dolaştığımızı da görünce, nasıl utanmayacağız, demek geliyor.
Gizimiz, her şeyimiz.
 “Ne” yimiz gizli ki?
Her iki âlemde hesap vermekten insan kurtulamıyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı

ASKERE GİDEN ÇOCUKLARIMIZIN SAĞ SALİM DÖNMELERİ İÇİN YAPILMASI GEREKEN ÖNEMLİ BİR HUSUS!!!!


Milletimizin çektiği sıkıntılarının çok olduğu bir vakitte bulunduğumuzdan, hatırlatılması gereken faydalı bilgililerden birisini sizinle acizâne paylaşmak istiyorum.
Aşağıda gelecek terkibi “yola çıkan”, “gurbete çıkan”, “askere giden”, “okumak için başka diyarlara giden” çocuklarımıza, sevdiklerimize  verirsek, Allah Teâlâ’nın izn-i keremi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaati ve büyüklerimizin himmetiyle sağ salim dönüşleri olduklarına dair geçmiş zaman büyüklerimizden beri tecrübe ile sabit olduğu bilinmektedir.
Bir kimse bir vesile ile gurbete gidene bu terkibi verir, bu süre zarfında günde
100 defa  لاۤ  اِلهَٰ إلاَّ اللهُ   مُحمَّدٌ رَسُولُ اللهِ  (Lâ ilâhe illâl’llâh Muhammedür’rasûlüllâh) der ve beş vakit namazını kılarsa;
 Allah Teâlâ, muhakkak ayrılanları birbirine kavuşturacaktır. Bizler bu terkibin boş bir mana olmadığını ve sırrı içine bağlı bir gerçek olduğuna iman ederiz.
 Aşağıdaki resmi,  bir kâğıda çıkarıp orta yerinden besmele ile  iki parçaya ayırmalı;  1. Kısmı evde duvar saati veya bir resim olmayan bir tablo arkasında saklamalı, diğer 2. Kısmı da gurbete giden üzerine  almalıdır.
Bizler Allah Teâlâ’ya güveniyoruz ve O’ndan yardım diliyoruz.
Âmin
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynak:
Abdusamed bin Muhammed Said Halîdî el Farkinî, Mektubat, İnegöl, 2008, s.24

EK SÖZ

“Senden önce biri daha güzel ifade etmişse onu al” prensibinden Yukarıdaki yazıyı sizlerle paylaşırken meramımı anlatmak için ön kısım kabul edersek, büyükler buyurdular ki “yolun sonu başına derç edilmiştir”. Yani, başlangıç ne ise, son oraya doğru yönelir, demektir. Kur’ân-ı Kerim’de mülkün ve sosyal hayatın nizamını felsefe yapmadan Allah Teâlâ “bahçe sahipleri kıssası… yani yoksula vermeyelim diye erkenden bahçelerine/bağlarına ürünü toplamak için giden ve fakat geldiklerinde bahçelerinin afetle yerle bir olduğunu gören iki kişinin kıssası (Kalem; 68/17-32)… daha sonra Salih aleyhisselâmın devesi kıssası…yani herkese (kamuya) ait olmayı ifade eden “Allah’ın devesine” (Nagatallah) dokunmamayı, bunları talan etmemeyi, bunlar üzerinden mal ve servet yığmamayı ifade eden Salih’in devesi kıssası (Şems; 91/11-15)… nı anlatarak başlamıştır.
Kıssa ilmi seviyesi en düşük tabakaya tevcih edilen ve uygulanan eğitim ve öğretim şeklidir. Şimdiki zamanda kıssalar ancak “Allah Teâlâ’dan en çok korkan alimlerdir” sınıfına hitap eder şekline geldiği için değersizdir. Birkaç yabancı terimi ağzında geveleyen aydınlar denilen kesim, bu konulara dahi değinmeyi faziletli bulmaz. Anlatırlar, yine anlatırlar, sonuçta suya sabuna dokunmadan nevalesini doldurup, meclisini terk edip, tozlarını bile emanet bırakmadan giderler. Kapitale tapanların bile münafık olduğu günümüzde, dine inananlara çok söz bile söylemek insanın zoruna gidiyor.
Bir konuda uzmanlaşırsın. Sana da konuş, derler konuşursun. Fakat doğru konuşursam başımı yerler diye hakkı konuşmaya korkuyorsan veya doğru konuşur gibi konuşuyorsan, bu duruma cevap vermek mümkün değildir. Son günlerde küresel sermayeyi tenkit edenler, küresel sermayeye uşaklık edenleri şöylece ucundan bile tenkit etmeden, gariban,  karnını doyurmaktan aciz avamdan “şöyle yapın, böyle yapın” diyorlarsa, bizler acaba aptal mı olduk, diye düşünebilirsiniz.  Halk, günahlara batar. Halktan birşeylerin beklenilmesi doğrudur. Ancak devletin yapması gereken şeyleri halktan bekleme istemine giriyorsanız, aydınlar sizin bu yaptığınıza bir çok hakaret sözü elzem olur.. Ancak halkı aldatan kapitale tapan “Müslüman münafıklar” için şunu söyleyebiliriz.
“Bu dünya yeni dünya düzencilerinin mülkünde değil, Allah Teâlâ’nın mülkündedir. Eğer sizler put olma sevdasına düşüp geminizi bulanık sularda “zarar ve menfaat” çizgisinde, makyevelist düşünceler ile “hedefime varmak için her yol mubahtır” zihniyeti ile uçmaya kalkarsanız, “batıl zâil olmaya müstahaktır” dan, düşeceğinizi unutmamalısınız. Hz. Abdulmuttalip aleyhisselâmın Rabbi ona nasıl ebâbillerini gönderdiyse, bugün yine “daha önceden misli olmayan” bir şekilde gönderecektir. Unutmayalım ki; Dünyaya hakim olalım diye dinin paçavra dönüşmesine izin verenlere Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ailene, akrabalarına, halkına, ümmetine namaz kılmayı öğret, namazı muntazam kılabilecekleri bir düzen kur, namaz kılmalarını emret, namazlarını kıldır, onlara rehberlik, imamlık et. Kendin de namaza sabırla, metanetle devam et. Senden ekmek, aş istemiyoruz. Aksine biz sana rızık, ekmek, aş veriyoruz. Güzel âkibet takvâ esaslarını-Kur’ân esaslarını tavizsiz hayata geçirenlerindir, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olan mü’minlerindir.” (Tâhâ, 132)
Hulasa devlete, millete, halkına reis olanlara düşen en önemli görev “dini muhafaza” etmektir. Dini muhafaza eden İslam’ı yaşatırken sosyal hayatın her penceresinde insanları “ötekileştirme”den haklarına riayetkâr olur. Öyleki; "Şehrin ortasında Latin Katolik papazlarının ayin taşları yerine, Müslüman sarığı görmeyi yeğlerim!..” (Kostantin) dedirtecek kadar Müslüman olursak kafirlere küfürlerini bile açıklarken İslâm’ın garantisi içinde olduğunu hissettirebiliriz. Ancak riyakâr-mülkperest-korkak-menfaatçi vb kelimesinin bile az geldiği “Müslüman münafıklar” ile sorunların çözülemeyeceği görülmektedir. Bu şuna benzer, Anadolu’da tuzu varken Mısır’dan tuz getirenlerin mescidlerde Allah Teâlâ’ya dua ederken başlarına doluda yağar, karda yağar. 
Manzara şu ki; Gerçeği, gerçek zamanında konuşmaya korkan Müslümanlar olarak daha çok çile çekeceğiz,  görünüyor.
Devlet, millet ve birey olarak her şey kendine düşen görevini yaparken, biri diğerinden fedakarlık bekliyorsa, adalet ve kuvvet zayıflar için uygulanırken, kudret sahibi zenginler için uygulanmadığı yerlerde zulüm vardır, demektir.
Dünyanın sahibi olan Allah Teâlâ mazlumunda sahibidir. Mazlumların hakkını tahsil etmekte hiç de aciz değildir. Ancak acele etmez. Ancak, “Evin dışındakiler suçlu değil, bizler suçluyuz.”



[1] “«Allah, üçün üçüncüsüdür.» Diyenler elbette kâfir oldu. Oysa, bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 73)
[2] (Tirmîzî, Birr, 3.)
[3] (Kenz, 7:214 H. No: 18673; Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1:225)
[4] (İbni Mace)
[5] (Müslim)
[6] (Buhari)
[7] (Taberani)
[8] (Ebu Nuaym)
[9] Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.
[10] (TARI, 2006 ), s. 106-108
[11] Enfal, 48
[12] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.360) s.446
[13] Sâd, 79-83
[14] En’am, 112
[15] Cem makamı; vahdetin (Allah Teâlâ’nın) kesretle (varlıkla) zuhurudur.
[16] (ÇAKMAK, -1994), s.15
[17] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.218), s. 305
[18] Buhârî, İ‘tikâf, 8; Edeb, 121; Müslim, Selâm, 8,24; Ebu Davûd, Edeb, 81
Bkz: el-Cevziyye, İbn. Kayy ım, Vesveseden Korunmak, (trc: Ömer Temizel), Polen Yayınları, İstanbul, 2005, s: 26
[19] Bkz: el-Cevziyye, İbn. Kayyım, (trc: Abdullah Tuncer), el-Fevâid, Polen Yayınları, 2004,s: 287
[20] A‘râf, 200; Nahl, 98-100; Mü’minûn, 97-98; Fussilet, 36; Nâs, 1-6
[21] En’am, 112
[22] Lokmân, 33; Krş: Hadîd, 14
[23] Nisa, 120
[24] “Arap serkeş ata Şeytan dedi, yazıda yayılan ata değil.” Mesevi, c.5, beyit: 524
[25] “Sonra andolsun ki; onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.."  (A’raf, 17) İbn Abbas'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki:
'Sonra andolsun ki, onların önlerinden geleceğim" ifadesi; onları, âhiretleri hakkında şüpheye düşüreceğim.
'Onların arkalarından geleceğim" sözü; onların dünyalarına olan arzularını körükleyeceğim.
'Ve onların sağlarından geleceğim.'cümlesi; dinlerine dair işlerini, onlara karıştıracağım.
'Ve onların sollarından geleceğim" sözü; günahlara karşı onların arzularını körükleyeceğim, demektir. Yani şeytan şöyle demiştir:
Ben insanlara âhiretleri hususunda sokulacağım. Ölümden sonra dirilme, hesaba çekilme, cennet ve cehenneme konulma hususunda onları şüpheye düşüreceğim. Ben insanlara dünyaları hususunda da sokulacağım. Dünyayı onlara sevdirip yaldızlı göstereceğim. Böylece onları dünyaya daldıracağım. Yine ben insanlara dinleri ve salih amelleri hususunda da sokulacağım. Onları, iyilik yapmaktan engellemeye çalışacağım. Ben insanlara, kötü ameller hususunda da sokulacağım. Onları, kötü amellere çağıracağım ve o amelleri süslü göstereceğim.
İbn Cerîr'in tercihine göre; Şeytan demiştir ki:
“Ben insanlara, bütün hak ve bâtıl yönlerden sokulacağım. Onları hak'tan, hayırdan alıkoyup bâtılı ve kötülüğü ise süsleyip sevdireceğim.”
“Sonra andolsun ki; onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim" âyeti hakkında şöyle denmiştir:
“Allah üstlerinden dememiştir. Çünkü rahmet onların üstlerinden iner.” (Buzdağı teorisindeki süperegonun durumunu açıklar.) Bir rivayete göre de; o,
“Ve sen onların çoğunu şükreder bulmayacaksın" âyetine; onları seni birler bulmayacaksın, diye mânâ verilmiştir. İBLÎS'İN BU SÖZÜ; ANCAK BİR ZAN VE VEHİMDEN İBARETTİR.
[26] Sebe, 20-21
[27] İbn Kesir, 1981: 11/205-206; Taberi, 1985: VIII/136-137).



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar