Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 4

Bunlarada Bakarsınız



 

SANSÜRLENEN HZ. MEVLÂNA kaddesellâhü sırrahu’l azîz

 

“Şeb-i Arus törenlerinde her yıl yaklaşık 1 saat süren protokol konuşmaları ilk kez iptal edilen, Konya Valiliği öncülüğünde her yıl düzenlenen ve 7 Aralıkta başlayan 'Hz. Mevlâna Celâleddîn Rumî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin 739'uncu Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma' programı bugün 'Şeb-i Arus' töreniyle sona erdi.”

17 Aralık 2012 pazartesi günü halkın ruhuna ilaç olacak önemli bir husus olan Hz. Mevlana ve Şeb-i Arus etkinlikleri yerel kanalların birkaçı dışında TV’in önemli kanalları tarafından yokmuş sadedine müteveccihen görünmezden gelinerek türlü biçimlerde dahi ele alınmadı.

Mütefekkir geçinen “medya kuşları”mız var ya, onlar dahi Hz. Mevlâna’yı konuşmaya değerli bulamadılar. Birde işin garibi odur ki, 21 Aralık’ta kıyamet kopacak zırvalarına kilitlenerek milletin değerli vaktini çaldılar. Haberleri yok, bence o üç beş kafadarın kıyameti kopmuştu. Onlar ki, Hz. Mevlana’yı zarurî bir gündem vesilesi kılarak, öğüt verecek güzel insanları dahi konuk etmeye tenezzül etmediler.

Bu vahim durumdan anlaşılan o dur ki, millî değerlerini kaybetmiş bu sevimsiz medya kuşları toplumun ihtiyacı olan Hz. Mevlana’yı unutturmak istiyorlarsa da, diğerleri gibi kendilerini unutturacaklar.

Allah Teâlâ dostlarını tanımayı ve tanıtmayı ret edenler, hakkında olumlu düşünemeyiz. Onların bu durumlarını da kaderî vechedeki sıkıntıların çokluğuna işaret sayarız.

Bu sene ilk defa Şeb-i Arus törenlerinde her yıl yaklaşık 1 saat süren protokol konuşmaları iptal edilince de,  medya TV de Hz. Mevlana’yı haber programlarında bile saniyelerle hesaplanacak zamanlara hapsettiler. Biz bunu bir işaret sayarak diyoruz ki, bu manevi çoşkunun gelecek senesi hakkında,  devlet ve vüzera bir daha etkinliklere teşrif buyurmayacaklar.. Yani gelecek sene Şeb-i Arus’un, yerel bir etkinlik statüsüne doğru gidişinin sinyali bugünden tevdi edildiğini söylemek gerekir.

Eyvâh halimize ki, dinî ve millî etkinlikler eriyen mum gibi yok olup gitmektedir.  Unutulmamalıdır “edeple gelen izzetle gider”. Hz. Mevlana kaddesellâhü sırrahu’l azizin türbe girişinde yazılanı unutmamak gerekir.

“Kâbetü'l-uşşak başed in mekâm
Her ki nakıs amed inca şud tamam.”

(Âşıkların kabesi oldu bu makam, her kim ki noksan geldi oldu tamam.)

 

Hz. Mevlâna Celâleddin Rumî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimizden milletimiz adına özür diliyoruz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

GERÇEK VE YALAN”IN EŞİĞİNDE

İnsan, yalnız kalamayan, sorgulayan veya sorgulanan, iyi ve kötülük arasında birçok huylar barındıran, meraklı, heyecanlı, sonsuzluğa gözünü dikmiş, gerçekleriyle, hayalleriyle karmaşık bir mahlûk. Bu nedenle iyinin ve kötülüğün temsilcisi olmuş dünyaya yön vermeye çalışmış, bazen de yönlendirilmiştir. Hayatı ise, bu etkilerden azade kalamayarak, en yakın arkadaşı olan düşünce dünyası, birçok etkilere maruz kalarak tarihin bir yerinde, var ve yok arasında durup kalmaktadır.

Hayatı anlamak, “neden ve nasılı” sürekli dizayn etmek ise; insanın vazgeçemediği vasfıdır..

 

“İnsan, ne veya neyin neresinde?”

“Yönetiyoruz mu? Yoksa birileri bizi yönlendiriyor mu?”

“Hayatımız gerçek mi, hayal mi?”

“Eğer gerçek yoksa, var gibi zannediyorsak; daha güzeli için ütopik ‘gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce’ içerisinde olmalı mıyız?”

…….

İnsan meraklıdır.  Onun bu merakı, her şeyi ile mükemmel cennet hayatını terk etmeye sebep olmuş olsa da, sevmeyeceği ve katlanılması zor “dünya” ya aşk derecesinde bağlanmasına ve sıkıntılı dünyayı tercih etmesine engel olmamıştır. Herkesin bildiği gibi işin içine bir de şeytan dahil olunca, insan, bir yerine iki meşakkat ile, kötülükle mücadeleye etmeye mecbur kalmıştır.

İnsan, yukarıdakilere benzer birçok sorularla, hayatını incelerken, gerçeklerinin birçok yönüyle yalana karıştığını, hırslara ve egolara yöneldiğini, anlar. Bu ise onunun bir yandan Tanrı’yı sorgulamaya kadar giden bir kaosa düşürür. Onun bu çıkmazlara cevap aramakla geçen her günü daha da zorlaşan sorularına karşı, teslim bayrağını çekmesine veya “terk hayatı”na müptela olmasına neden olur. İnsanın yaratıcısını sorgulaması, O’nu tanımaya çalışması veya O’nun gibi olabilmeyi arzulaması, O’nun tespit ettiği sınırları aşmayı talep etmesi, tabi ki bu arayışın olağan bir durumudur. Öyleyse “Bu hayat gerçek mi, yoksa hayalden ibaret midir?” sorusundan bunalsa da, bu soru insanın düşünce kaynağıdır.

Hayat, insanı kendine bağlı tutarken her zaman ya rasül’ü veya şeytanı gelir ve der ki;

“ Bu gördüğün şeyler yalan, her şey sana yalan söylüyor, lütfen, dinleme.”   

“Bu dünya her şeyiyle  yapay.”

“Her şey senin için.”   

“Bu Gökyüzü ve deniz, her şey dekordan ibaret.”  

“Bu bir gösteri.”  

“Seni seyrediyorlar.”

“Lütfen kimseyi  dinleme.”   

“Yine bu uyarıdan sonra bile gelecek Sana yalan söyleyecekler.”

İyi veya kötü gelip, varlık ve ölümün arasında kalan düşüncelerini istila ederek;

“Dışında olanlar ve senin için yaratılan bu dünyadan daha fazla gerçeklik yok.    Aynı yalanlar, devam edecektir.”

İnsan ise, her şey bir döngüye girmiş ve etrafında dönen hayatı için; 

“ Neler oluyor?”  

 “Neler söylüyor?”

“Kimsin ve nesin sen?”   

“Etrafımızdaki her şey bir kurgudan ibaret mi?”

“ O zaman ben kimim?”   

 

Bu soruları sorabilir. Onların karşılığını çok zamanda bulamaz, arar. Bu merakı, cevaplarını çok zaman başkalarından almaya mecbur eder.  Öyle ya bu büyük dünya da küçük insan “kompleks”e nasıl cevap verebilirdi ki. Neticede, insan, cahil ve cesur tabiatıyla korka korka, yaratılışındaki merak yüzünden sorgulamayı terk edemeyecektir. 

Sizlere tavsiye edeceğimiz “THE TRUMAN SHOW” filmi de birçok yorumuyla beraber Âdem aleyhisselâmın cennetteki hayatını niye terk ettiğini ve günlük hayatımızda çok özgür olmadığımızın sorgulanmasını dile getirmektedir. 

Sonuçta, gördüğünüz ve duyduğunuz şeylerde en gerçek olan sadece “kendiniz” veya “yokluğunuz” olduğunu göreceksiniz.   Unutmayın bu kısır döngü ve illüzyon herkesin olduğu gibi “Sizin de Başınıza Gelebilir!” “Endişelenme. İlk değilsin.”

İhramcızâde İsmail Hakkı


MASKELİ HAYAT ve FİKİRLERİ

Maskenin arkasındaki fikirler, bize çok ulvî ve muhteşem gelsede , açıktan veçhesini gösterenler kadar samimi ve kuvvetli olamadılar. Sistemi içinde mükemmeliyet bulunan fikirler gibi tutunamadılar. Doğruluk ve izhar olmuş fikirler, bir yerden sonra, kefaletine kurban gitmeyi gerektirir. Esasında bu zor işlerden olup, insan için elem ve acı tüketiminin dozunu arttırmıştır. Giardano Bruno’nun, [1] 2555 gün kiliseye meydan okuyuşu ile Guy Fawkes [2] ‘i beraber okunduğumuzda görünen şudur ki, maskenin altında anılmak, bir hayalden öteye gidemezken, açıktan söylenmiş fikirler, mesnedini bulmuş tuğlalar gibi duvarda dizili durmaktadır.

Gerçek manada insanın, öldükten sonra anılması veya anılmaması onun için bir kazanç değildir. Ölmüş ve gitmişsin. Eğer bir fikri emanet bıraktıysan, fayda yönünden mahrum kalmış olsan da, onu kabul edecekler için bir kazanç olabilir.  Ancak fikirler maske altında kaldıysa, o zaman kim kimin, ne neyin öncüsüdür?

Eski tarihte, açılan cephe savaşları gibi fikirleri söylemek çok kolaydı.  Çünkü o çağlarda idealist biri olmak, sonucu ölüm cezası bile olsa hep arzulanan bir hedefti. Çağımızda ise,  çoğu düşünceler maskeli olduğu için, neyin doğruda neyin eğride durduğunu görmek şöyle dursun, insanlar kimliklerini bulamadıkları gibi,  bunalımın pençesinde kalmışlardır. En sağlam karakter olan cinsiyet faktöründe dahi, kuşku içerisinde kalmışlardır. Kadın mı, Erkek mi? olduğunu fark edemez bir haldedir. Öyle ki, kendi gerçeğini unutmuş “ötekinin kimliğini” savunurken, kendi kimliğinizi kaybetmişsinizdir.  Kadınların hakkını savunurken, erkekliğini unutmuştur. Bir milletin hakkını savunurken kendi milletini unutmuştur. Bu durumda, doğruyu savunmaya çalışırken, varlığını “ötekinin varlığı” ‘na bağlayan, parazit fikirlere mağlup olmuş, farkında olmadan eğriyi savunur durumuna düşmüştür. Fikirler maskenin altında bulanıklaşmış ve sırlanmıştır. “Maskenin altındaki gerçek, gerçek olmayan , sonuçta korkaklığın ve acziyetin temsilinden başka ne olabilir ki?”

İnancın başlangıcı, “önce kendine inanmak”tır. Bir insan, belki kendine inanmak için bir zamana ihtiyaç duyabilir. Bunun için bir dönemin gerekli olduğunu kabul edebiliriz. Bir vakitten sonra kendimize şüphesiz inanmalıyız. Ancak kendimizede inanırken, eğer onu da maske altına alıyorsak, dışımızdakilerin dürüstlüğü beklemenin, bizim için, çok da önem arz etmeyeceğini düşünebiliriz.

“Fikirler, ölümsüzdür”, deniliyor. Bu ölümsüzlük ise ancak kimliğini arayıp bulanlara ait olabileceğini bilmeliyiz. Maske altından çıkan bir fikir, nasıl olurda yıllara hükmedecek gücü nereden bulabilecektir? Hayal insanı geliştirir, ama gerçekleşmeyecek olan hayalin sonuna varıldığının anlaşıldığı anda,  insanı acımasızca boğar. Çünkü varılan yalın bir gerçektir. Fikirleri hakikate dayanan kişiler, maskeye ihtiyaç duymadıkları gibi, gerektiği zaman fikrî sevdalarından ölümüne vazgeçmezler.

“Doğru, tek ve zayıf olsa da her zaman güçlü ve devirlere hükmedendir.”

İtaatkârlık ve cesur olmak. Bu iki husus haksızlık için yapılıyorsa maskelenmiş duyuların işaretidir. Onun için gerçeğimizi bulmalı, onunla yaşamaya alışmalı ve haksızlığa karşı cesur olmalıyız. Gerçeğini bulmayan isyan ve itiraz, ancak varlığı yok etmeye inkar etmeye yarar. Dünya, kara değirmeni içine düşürdüğünün, iyiliğini ve kötülüğünü ayırt etmeden un elde eder.

Son olarak, kendini kendinde kaybetmek, yolunu yolsuza uğratmak ve inancını yitirmiş olmak insanın acıklı bir halidir. Umut dünyasında, şanslı doğanlar olarak, Allah Teâlâ’ya minnet ve şükranlarımızı her zaman sunmalıyız. Aldatması çok olan bu geçici dünyanın, çemberini çeviren çok kişi, sonunda helak olup gitti. Dünyada iken yeri gelir mazlum insanlar arasında olabiliriz. Ancak zulümde, nihayetinde destekleyicileriyle yok olmaya mahkûmdur. Bu nedenle, bir sonraki hayatımızın gerçeğini, bu dünyada bulmalı, maskemizi yırtmalı, gerçeğimizle yüzyüze gelmeliyiz.

“Gönüllerdekiler, sırlar ortaya konduğu zaman, hâlâ, halinin ne olacağını düşünemiyor mu?” (Adiyat, 10)

Gerçeğimizin perdesini, Allah Teâlâ açmadan gayret edip kendimiz açmalıyız. Ölümden sonraki hayat, velevki cehennemî olsa da gerçekten insana huzur vermektedir. Yoksa şeytan, yıllarca nasıl isyan edebilirdi. Cehennem onun şaşmaz ve kaçınılmaz sonudur.

İnsan sorgulanmadan önce kendini sorgulamalı, maskesini yırtmalı, onu dayanamayacağı bir hayat bekliyorsa, diğerini tercih etmeli, yönünü, akıbetini tayin etmelidir.

Bir yanda azap diğer tarafta sevinç ve huzur. 

Ölmeden önce gideceği yeri bilemeyenler onu bulamayanlar için, ikinci bir azap olarak, çok şiddetli bir şekilde kabrin ve “âraf”ın acıları taddırılacaktır.

Hakikatte ne olduğunuzu maskenin atından göremezsiniz. Hangisini tercih ederseniz edin, karar yine size aittir. Kendini icat edenlerden değil, kendini keşfedenlerden ol, denilmiştir. İnsan “öz”üne ulaşmak istedikçe de ona ulaşmanın; maskesiz, özgür, yalın olmanın ne kadar zor olduğunu anlıyor ne yazık ki.. Hz. Mevlana'nın dediği gibi ; “Gerçekten bulan her zaman arayan” olmalıdır.

 Yolunuz açık olsun.  

İyi ki Allah Teâlâ’m varsın ve âdilsin.

İhramcızâde İsmail Hakkı


DÜNYA “SONSUZ AŞKIMIZ”

Dünya, tadıp da vazgeçemediğimiz cevher, tutkuyla bağımlı olduğumuz sevgili.

Acılarımızı ve sızılarımızı görmekten zevk alarak bizi çok seven, ölesiye sevdiğimiz aşkımız.

Dünya, cazibesiyle kolumuzu, kanadımızı kıran aşkımız.

Hışmından, bazılarımız belki kurtulabilir. 

Bazılarımız da bu kurtuluşun verdiği coşkuyla, kırılan taraflarıyla, eskisinden daha güçlü olarak yöneldiğimiz ve daha çok bağlandığımız dünya.

İnsan olarak, bizde yaradılıştan zorbayız, acı çektirmeyi severiz. Fakat sen, kolunu kanadını kıramadıklarına karşı düşman olup, öldürmeye onu yutmaya çalışıyorsun. 

Zalimliğinle, iyilerin ve cesur olanların, ağlamalarına, haykırışlarına hiç bakmadan, öldürmekten zevk alıyorsun. Birine ulaşamıyorsan, elde edemiyorsan veya istediğin gibi acı çektiremiyorsan, onu öldürmek için peş peşe düzenler, tuzaklar kuruyorsun. Muhtaç değilsin, acelen hiç yoktur, ama hep fırsat zamanını usanmadan, yılmadan bekliyorsun.

Ey dünya, biz seni seviyoruz, sen ise sevenlerine sınırsız zararlar veriyorsun. Seni sevmekle, kendimize zarar verişimiz aşkımızın bir karşılığıdır, niçin ailelerimizi, sevdiklerinizi ayrı tutmuyorsun?

Zulüm ve dehşetine meftun olduğumuz, vazgeçemediğimiz, dünya. Etrafımızı da yok edeceğini bilsekte, seni sevmekten kendimizi alamıyoruz. 

Bil ki, son kudretimize kadar şansımızı deneyeceğiz. İçimizdeki “Yarın, yarın, her şey bitmiş olacak!..” arzusu hiçbir zaman son bulmayacak. Normalde bu herkesin  başaramayacağı, sonuçta  kesinleşmiş olan bir fikirdir. Ancak seninle olabilmek, bir şeyler başarmanın zevki, ne muhteşem, ne çılgınca kulağa hoş gelen pek garip bir duygudur.  Neden sana olan aşkımızdan vazgeçemiyoruz?  Yoksa insan, ne pahasına olursa olsun, tıpkı denize düşenin yılana sarıldığı gibi karşılıksız olan aşkına cevap mı bekliyor? (neyi umut mu ediyor?) Kabul edelim ki, denize düşen insan, eğer boğulmak korkusuna kapılmasaydı, ağaç kökü diye yılana niye sarılsın ki?

Nedenini bilemiyoruz ama sevgine hepimiz kapıldık. Kim bilir, belki de hiçbir seçeneğimiz kalmadığından mı, yoksa ayrılığın kader olduğu, hayatta son şansımız dediğimiz umudumuz musun?

Gerçekten de, beklenmedikb talih ve olaylar ard arda gelişi bir sistem değilse de içinde bir çeşit düzeni barındırmakta. Bu durum elbette çok garip. Ancak dünya bizi yaratan hakkı için,  çok zaman Tanrımız yerine koyup, seni çok seviyoruz. İnsanın ayrılıkları bitmez. Bu sevginin hatırına bizi çok hırpalama. Allah ile aramıza girip, bir ayrılık acısı daha tattırma. Allah Teâlâ ile aramızı bulmada bizlere yardımcı ol. Bir şansımız var, “o da yarın”, diye umutlarımızı yok etme, bizi “farş olanlar” dan eyleme.

Âmin.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Farş olmak: Rezil olmak


GEÇMİŞİMİZE NİÇİN DUA ETMELİYİZ? VE BULUT ATLASI / CLOUD ATLAS (2012) II.YAZI

Duâsıyla, bedduâsıyla insan bir bütündür.

Dinlerin temelinde duâ vardır. Duânın olmadığı bir din düşünemeyiz.

Kendim söylüyorum, dün itibarıyla “geçmişimize dua etme” nin bir gerçek olduğunu fark ettim. Aslında geçmişi hayırla yâd etmek kültürümüzde vardır. Fakat onların da neslimiz gibi geçmişimizin de iyi olmasını istemenin gerekli bir husus olduğu bir hakikattir.

Şöyleki; Kur’ân-ı Kerim’de geçen Musâ ve Hızır (aleyhimesselâm) kıssasındaki üç meseledeki olaylar için alınan kararlardaki, “İstedim”, “İstedik”, “İstedi” iradeleri bu konuda bize ışık tutmaktadır.  Benim için bu konuda parlayan ışık, adını anmak istemediğim bir yazarın yirmi yıl önce yazdığı eserde dinlere ve dolayısıyla İslâma haksız sataşması üzerine kalbimden geçirdiğim bedbaht düşüncelerimin daha önceden tecelli ettiğini görmemdir. Kızdığım bu kişi hakkında vehmettiğim hislerin tam olarak günümüz tarihiyle 20 küsür sene önce o kişiyi zor hayat şartlarına itmiş ve Allah Teâlâ tarafından dünya aleminde bile ceza görmüş olmasıdır. Benim o kişi hakkımdaki yargının yirmi yıl önce gerçekleşmesi bana şu hususu ihtar etmiştir ki, “geçmişinize de hayırla dua ediniz.”

 

Konuyu biraz daha anlaşılsın diye birkaç misal vereyim.

Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

[Sevgi ve buğz ezeli ve gizlidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını seven kişinin sevgisi,  kendisinden sonra çocuklarına, Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenin düşmanlığı da çocuklarına geçmiştir.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevenlerde bu sevgi meydana çıkmıştır.  Cenabı Hakk şöyle buyurmuştur:

“Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rablerinin bir takım alametlerinin gelmesini gözetliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir yarar sağlamaz. De ki: “Gözetin! Çünkü biz de şüphesiz gözetiyoruz.” (En’am, 158)] [Niyâzi Mısri,  İrfan Sofraları,  Süleyman Ateş,  1971, s.156, 62. Sofra)

“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar.” (Bakara, 120)

Yine; Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Sivasî ihvanlarından Orhan Zarifoğlu Efendiden şu vakıayı bizzat dinledim ki;

İhramcızâde  İsmail Hakkı Efendi hazretleri yanımızda Hikmet Hanım’da varken şöyle buyurdu;

“Gardaşlarım kıymetinizi bilin.” O an için normal bir söz gibi gelen kelamını biraz daha açıkladı dedi ki;

“Gardaşlarım!

 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile bugün manada görüşmek için giderken sizi de yanımda götürmüştüm. O zaman Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;

“İsmail Efendi, bunlar kimdir?” Bende

“Ya Rasûlüllah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) Uhud harbinde sıkıntıya düştüğünüzde etrafınızı saran ihvan gardaşlarımızdır.” Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;

 “İsmail Efendi ne kadar ayıksın”

 

Yine; Hazret-i Ömer radiyallâhü anh  şöyle anlatır:

“Bedir günü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem müşriklere baktı, onlar bin kişiydiler. Ashâbı ise üç yüz on üç kişi idi. Hemen kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı. Rabbine sesli olarak şöyle yakarmaya başladı:

“Ey Allâh’ım!

Bana olan vaadini ihsân eyle!

Allâh’ım! Bana zafer nasîb et.

Ey Allâh’ım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helâk edersen, artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak!”

Ellerini uzatmış vaziyette münâcâtına öyle devâm etti ki, ridâsı omuzundan düştü. Bunu gören Ebû Bekir radiyallâhü anh yanına gelerek ridâsını aldı, omuzuna koydu ve yanına yaklaşıp:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine olan yakarışın yeter. Allâh Teâlâ Sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir.” dedi.

 

O sırada Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

“Hani siz Rabbinizden imdâd istiyordunuz, O da; “Muhakkak ki Ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi ile) imdâd edeceğim.” diyerek duânızı kabul buyurmuştu.” (Enfâl, 9)

“Allah Teâlâ o gün mü’minlere melekleriyle yardım etti.”  (Müslim, Cihâd, 58; Buhârî, Megâzî, 4)

(Yardım ayetin açıklamasında gelecek nesillerdeki Müslüman ruhlarında bu yardıma dahil oldukları bildirilmiştir.)

Misalleri artırabiliriz. Söylemek istediğimiz “geçmişimize dua etme” nin gerekliliği ve onların da geleceğimizdeki neslimiz gibi hayırlı, güzel, salih amel üzere yaşamalarını arzu etmektir.

Bazılarımız için bu konuyu fantastik bulabilirler. Fakat aşağıda zaman konusunda aldığım alıntılar konun hayal olmadığı, gerçek olup yalnızca “zaman” kavramında insanların sorun yaşadığı için anlamsızlık içine düştüğüdür. Aşağıdaki alıntılar size bir aydınlık verir zannediyorum.

 

[“Zaman evrende hep geçmişten geleceğe doğru akar.

Niçin?

Aslında bu soru hiç de mantıksız sayılmaz. Üstelik tamamen fiziksel bulgu ve prensiplere uyan gerçekçi bir sorudur da.. Zamanın niçin hep geçmişten geleceğe doğru aktığının cevabını, şimdiye kadar hiç bir bilimci verememiştir!

Bilimciler zamanın kapsamlı bir tanımını yapmakta da çok zorlanıyorlar. Her şeyin, her nesnenin içine sinmiş; istesek de istemesek de hep “akan” bir özelliği, beynimize saplanmış ön yargılı düşüncelerin dürtüleriyle nasıl tarif edebiliriz?

Uzmanlar, zamanı sürekli akan bir dereye benzetiyorlar. Akan dere değil, sudur. Su, sabit duran çevreye göre hareket halindedir. Akarsular hep yüksek seviyelerden, alçaktaki deniz yüzeyine doğru akarlar. Zamanın da hep geçmişten geleceğe doğru aktığı gibi... İyi de böyle bir tasviri anlatımla zamanın tanımını yaptığımızı nasıl iddia edebiliriz? Kaldı ki, zaman çok yüksek hızlarda “daha yavaş” akmakta; kütle çekim kuvvetinin çok şiddetli olduğu bölgelerde daha da yavaşlamakta, sanki durma noktasına gelmektedir. Zamanın “durması” ne anlama gelir?

İnsan bu kavramı nasıl anlar?

Nasıl kavrar?

Nasıl algılar?

Zamanın bu derece karmaşık bir özellik göstermesi, onun uzayda dördüncü bir “boyut” olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Uzay, en, boy ve yükseklikle (x, y, z) ifade edilen bir koordinat sistemine sahiptir. Gemiler, denizde seyir halindeyken enlem (x) ve boylamlarını (y) vererek yerlerini belli ederler. Uçaklar da bulundukları mevkii, tıpkı gemiler gibi verirler ama buna bir de yerden olan yüksekliği (z) ilave ederler. Eğer uçak, bulunduğu yeri, bir de saat (t) söyleyerek belirtirse, o zaman, gerçek anlamda uzaydaki bir noktanın koordinatı belirgin hale gelmiştir deriz.. Bu sadece trafik kolaylığı bakımından pratikte kullanılan bir örneğin anlatım şeklidir. Bilimsel açıdan zamanın tanımı ise çok zor, hatta imkânsız gibidir. Bütün bu zorluklara rağmen, ünlü fizik ustası Dr. Albert Einstein zamanı bir boyut olarak denklemlere dahil edince, matematiğin önü açıldı.[ Ustalığın bir çok tarifi vardır.. Herhalde en güzel olanı şudur: “Usta, başkalarının henüz düşündüğü ve tasarladığı şeyi çoktan bitirmiş olan kişidir.”]  Formüllerin nefis dengelerindeki katsayılarla, yeni terimler, yeni anlamlar, yeni yorumlar ortaya çıktı. Denklemlerin zarif ilişkilerinden doğan olağanüstü sonuçlar, bilimcileri büyülenmiş gibi kaskatı bıraktı:

Zaman da yaratılmıştı!

1980'li yıllarda Oxford Üniversitesinden ünlü teorisyen Prof. Roger Penrose ile Cambridge Üniversitesinden seçkin bilimci Prof. Stephan Havvking, zamanın da tıpkı evren gibi 15 milyar yıl önce yaratılmış olduğu gerçeğini birlikte ispatladılar. İspatları, çok ileri matematiğin günümüzde pek az kişi tarafından bilinen mantığı ile anlaşılabildi. Bu karmaşık denklem gruplarına göre, zaman daima geçmişten geleceğe doğru yönelmişti.

Üç türlü zaman oku mevcuttu.

Kozmolojik zaman oku, evrenin geçmişten geleceğe doğru daima genişlemekte olduğunu; termodinamik zaman oku da, zamanla (geçmişten geleceğe doğru) kozmik fon ışımasının daima sıcaktan soğuğa doğru yöneleceğini belirtiyordu. Bir de üçüncü tip ok vardır. Ona da psikolojik zaman oku diyorlar. Psikolojik zaman oku da, hep geçmişten geleceğe doğru yöneliyor. Beyin hücrelerimiz hep “geçmişi” hatırlıyor, “anı” yaşıyor ve “geleceği” planlıyor. Bu ok da öteki oklarla çakışıyor!

Böylece üç tane ok, daima geçmişten geleceğe doğru gerilen bir yay boyutunun şaşmaz isabeti ile aynı hedefte buluşuyor.

Zamanın “hiçlikten ve “yokluktan t=0 anından itibaren YARATILMASI, zaman planlanması anlamını taşır. Fizik buna “zaman planlaması” demiş. Siz isterseniz KADER deyin!..] s:86

[Evrenin zamanla genişlemesi, zamanla soğuması ve bir sıfır zamanı içinde yaratılması, bize “zaman” dediğimiz garip bir kavramın önemini haber verir. Zamanın bir başlangıcı olması demek, zamanın da tıpkı madde gibi yaratılması anlamını taşır. Zamanın yaratılması demek, zamanın “planlaması” demektir. Bu planlamanın ses getiren bir diğer ismi de “kader”dir!

Zamanın 3 boyutlu olan en, boy ve yükseklikle ifade edilen uzaya dahil edilmesi sonucu; zamanın “uzaysız” var olamayacağı; uzayın da “zamansız” hiç bir anlam taşımayacağı kesinlikle anlaşılmış olacaktır. Nitekim tüm zamanların ünlü fizikçisi Einstein, zamanı dördüncü bir boyut olarak uzaya ekleyerek “uzay-zaman” kavramını gündeme getirmiştir. Einstein'dan bu yana artık “uzaya” tek başına uzay demiyorlar, uzay-zaman diyorlar. Zaman, maddenin her köşesine sinmiş; her nesnenin vazgeçilmez temel bir bileşeni haline gelmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi uzmanlar, zamanın “geçmemesini”, bir nehirde akan suya benzetiyorlar. Zaman hep akıyor, iki olay arasında mutlaka bir zaman aralığı bulunuyor. Mutlak anlamda düşündüğümüzde evrende hiç bir cismin “hareketsiz” olmadığı; güneşlerin, dünyaların, galaksilerin döndüğünü; atomların, moleküllerin titreştiğini anlıyoruz.

Nerede bir hareket varsa orada bir hız var demektir. Hız ise zaman birimiyle ölçülür. Bu zaman birimi, bize zamanın aktığını; bir “yere” doğru yöneldiğini haber verir. Teorik fiziğin önde gelen isimleri ile kozmoloji uzmanlarının ortaya koydukları bizim için sanki son derecede olağan ve normalmiş gibi gelen zamanla ilgili karakteristik sonuçlara göre, zamanın bir de yönü varmış.. Yön, belirli bir yerden, her hangi bir yere doğru olan doğrultunun “gidiş” istikametidir.]sh:119

[Dünya üzerinde “uzay yolculuğuna” çıkmış insanlar, o güzel şarkıda olduğu gibi, “bir sonsuzdan bir sonsuza” doğru hareket halindeler, hatta belki de hayaller ve düşünceler; uzay-zaman çizgilerine tesbit ediliyor. Sözler, davranışlar, hareketler, ibadet ve dualar hep o uzay-zaman ağının sağlam ve fakat görünmez iplerine resmediliyor, şekilleniyor.. İnsanlar çalışıyor, didiniyor, kavga ediyorlar. Her hareketleri, her davranışları her an uzay-zaman sistemi içine görüntüleniyor. Bir müzik parçası plağa nasıl alınırsa; iğne dönen plağın üzerinde nasıl inişli çıkışlı izler bırakırsa, insanların bir ömür boyu faaliyetleri de uzaya öylesine kaydediliyor. Dünyadan ayrılanların “amelleri” ise uçsuz bucaksız uzayın derinliklerinden gelen bir zaman çizgisi üzerinde inişli çıkışlı izler gibi kalıyor. Ölenler için artık uzay yolculuğu sona ermiştir. Ancak onların her çeşit hareketleri, sanki eski plaklardaki titrek bir şarkı gibi ya da bir film şeridindeki solgun resimler gibi uzayda “saklı” duruyor. Kim bilir, sırası geldiğinde o filmi bize tekrar gösterecekler!

Buna inanmak oldukça zor gibi geliyor, ama gerçek!

Aslında buna film demek bile doğru değil. Her çeşit görüntülerimiz, fiil, eylem ve davranışlarımız aynen gözleniyor. Bakınız nasıl? Evrenimizde saniyede 300.000 kilometre ile en hızlı hareket eden nesne ışıktır. Ayın ışığı dünyamıza 1 saniyede, güneşin 8 dakikada, en yakın sabit yıldız olan Alfa Centauri'nin ise 4.5 yılda gelir. Şimdi şöyle bir örnek alalım: Diyelim ki, BU GECE teleskopun başına geçtik ve Alfa Centauri yıldızını gözledik. Bu yıldızın ZAMANIMIZDAN 4.5 yıl önce gönderdiği ışığı, ŞİMDİ aldığımıza göre, yıldızın 4.5 yıl önceki halini göreceğiz demektir. “Orada”“ ŞİMDİ 4.5 yaşında olan bir çocuğun doğumunu biz “burada” ŞİMDİ görecektik. Gördüğümüz şey, basit bir görüntü, hayal, video, film veya fotoğraf değil; tastamam gerçek bir olaydır. Buna göre ışığı bize 500 senede gelen, yani dünyamızdan 500 ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızı gözlediğimiz zaman, onun 500 yıl önceki durumunu izliyoruz demektir. Bu yıldız eğer ŞİMDİ sönse bile, biz onu 500 sene daha görmeye devam edeceğiz demektir. Mesele bu kadar basit! Aslında pek o kadar da basit değil! Örneğimizi şimdi tersinden alalım. Diyelim ki, bize 500 ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızdan dünyamızı ŞİMDİ gözleyen biri olsaydı, acaba neyi ve kimi görürdü?

Eğer gözlemci güçlü teleskopunu mesela İstanbul'a doğru yöneltmiş olsaydı, kimi görecekti? Fatih Sultan Mehmed'in elinde kılıcı ile İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü GÖRECEKTİ. Gördüğü şey, bir film görüntüsü değil; hakikatin ta kendisidir. Fatih'in kendisini, gerçeğini tüm açıklık ve netlikle görmüş olacaktı. Peki biz Fatih'i ÖLMÜŞ biliyorduk! Hani Fatih ölmüştü! Halbuki Fatih yaşıyor! Fatih, bu dünya zamanına ve mekânına göre, yani bize göre, ölmüştür. Aslında bir başka zaman boyutunda hâlâ yaşıyor. Buradan şu ilgi çekici sonuçla karşı karşıya geliriz. Gerçek, yani mutlak anlamıyla ölüm yoktur. Tıpkı doğumun da olmadığı gibi.. Çünkü herkes evrenle aynı anda doğmuştur. Canlı cansız her şey, her nesne, her cisim, evrenin yaşıyla aynı yaştadır! Bu yalın sonuç, “Birliğe”, beraberliğe ve TEK'liğe verilen en güzel bir örnektir. Artık çokluk (kesret) ortadan kalkmış, çeşitli izafî (nisbî, göreceli) şekil ve görüntüler (mâsivâ) silinmiş; tek bir gerçek kalmıştır!

Bilin bakalım bu gerçek nedir?

[Prof. Steven Weinberg, ABD'de ünlü bir çekirdek fizikçisidir. 1977 yılında yazdığı “İlk Üç Dakika” (The First Three Minutes) adlı kitabı bir hayli ilgi toplamış ve yabancı dillere de tercüme edilmişti. Steven Weinberg, evrenin NASIL yaratıldığını, atom altı parçacıkların üç dakikalık zaman içindeki karşılıklı reaksiyonlarını nefes kesen bir teknik ve üslûp güzelliği ile anlatarak nefis bir özet yaptı. Evrenin yaratılışı konusunu işleyen bütün kitaplar, Weinberg'in bu eserini hep referans olarak vermişlerdir. Biz de “ilk üç dakika” yerine daha kısa bir zaman aralığını seçerek BİG BANG'in İLK ÜÇ SANİYE içinde neler olup bittiğini anlatmaya çalıştı.] sh:107

İşte: Evren  t=0 anında hiçlikten varlığa geçişi yaratılışın başlangıcı kabul edilir. Bu andan sonraki aşama  10⁻43  saniye aralığıdır. Evren Saatimize göre  yaratılıştan bu yana 10⁻11 saniye geçti...]sh:87

[Ruh, insan, nefis, hayat, ölüm ... vb. gibi kavramlar alabildiğince genişlemiş ve bazan da eksik yorumlarla “kavram kargaşası” haline getirilmiştir. Hele, “ruh çağırma” ve “ruhlarla temas kurma” gibi aldatıcı avuntular, inanç sömürüsü ve falcılık malzemesi olarak hep gündemde tutulmak istenmiştir. İslâm verilerine göre, fincanla ya da kim olduğu bilinmeyen birtakım medyumlarla ruh çağırılamaz. Ruhlarla temas ve ilişki kurulamaz. Çünkü ruh, doğuş olarak bu âleme ve bu evrene ait bir varlık değildir. Bu dünyaya ait olmayan bir varlığın, bu dünyaya bir “beden elbisesi” giyerek görünmesi, “insan” olmanın en karakteristik özelliğidir. Bu özellik, onun bu evrene gelmeden önce de var olduğunun en belirgin bir göstergesi sayılır. Buraya kısa bir ziyaret için gelen bir varlığın, buradaki görevini bitirdikten sonra tekrar eski yerine, ana yurduna dönmesi, “ölümsüzlüğün” bir başka adıdır. Tıpkı doğumsuzluk gibi...

Bu dünyada doğmayan bir varlığın, bu dünyada ölmesi düşünülemeyeceğine göre, ruhun ölümsüzlüğü yani hep var ve mevcut oluşu gerçek ve çarpıcı bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Bu sonuca göre, Fahreddin Irakî'nin “Parıltılarında” (Parıltılar, MEB Yayınları, trc: Saffet Yetkin, İstanbul, 1992, Shf: 9) da belirttiği gibi ruh, bu evrene, ruhlar ve melekler âleminden derece derece inerek gelmiştir. Yola çıktığı yer, sanal ve soyut kavramların bulunduğu; BİR'liklerle karakterize edilen gece gibi renksiz bir mânâ âlemidir. Geldiği yer ise; ÇOK'luğun egemen olduğu, gündüz gibi renkli ve aydınlık bir cismânî âlemdir. Aydınlığın olması için karanlığın olması şarttır. Çünkü karanlık, mümkünlerin imkânıdır. Çünkü her şey zıddı ile kaimdir. Çünkü her şey çift çifttir.

Hz. Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevî'de şöyle sesleniyor:

“Varlığı EMRİYLE yaratan Allah'ın çevganları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz, Lâmekân (mekânsızlık) âleminde de.

Renksizlik âlemi (mânâ âlemi) renge (vücud âlemi) esir olunca, bir Musa öbür Musa (Firavun) ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan, Musa ile Fıravun'un karıştığı âleme erişirsin.” (Mesnevi, 1. cilt, shf: 198, MEB Yayınları, Çev.: Veled İzbudak, 3. baskı ) ]sh:169

 

[Son söz olarak fizik ustalarının birkaç özdeyişini buraya aktaralım: Schrodinger şöyle der:

“Eğer yaptığınızı başkasına anlatamıyorsanız, yaptığınız bir şey yok demektir.”

Bohr ise şu çarpıcı gerçekle fiziği yorumlar:

“Kuantum mekaniğinden şok olmamış bir fizikçi, onu anlamamış demektir!”

Heisenberg'in belirsizlik prensibi ise, maddenin; neresinin, ne kadarlık bir doğrulukla gerçeği yansıttığı hâlâ tartışma konusu olmağa devam ediyor. Bir dostuna yazdığı mektupta şunları söylüyordu:

“Öyle bir prensip ortaya attım ki, ne olduğunu ben bile anlamadım!”] sh:47

Bu alıntıları daha vazıh şekilde (Taşkın TUNA’nın, Sonsuz Uzaylar,  Boğaziçi Yayınları İstanbul, 1995) kitabından okuyabilirsiniz.

İhramcızâde İsmail Hakkı


İNSANLARI ŞEKİLLENDİR/Yönlendir, Çözüm Oldu Desin

İnsan bir birey olduğu gibi kendi başına da bir toplumdur. İnsan bağıntısız olmadığı gibi, yalnız yaşaması da pek mümkün değildir. Bu meyanda insan “ferdî cemaatini”  veya “içtimâi cemaatini” oluştururken, varsayılan bir “yönlendirme” nin içinde olabileceği kesinleşmiş mevzulardandır. Ancak “yönledirme” deki hassasiyetin ve iyiliğin temel çatısını kim/kimler tayin edecek sorunsalı vardır.

İyilik düşüncesi, ne / kim elinde olursa olsun, bu hususta samimi olanların az / azaldığı bir zamanları yaşamaktayız. “Her bir yönlendirme bilinçli veya bilinçsiz bir görünüm arz eder.” 

Öyle ise, çözüm bulmak için ne yapmalıyız, diye düşünebilirsiniz. Bir şey yapmanıza gerek yok, ben dahi bu yazıyı yazarken, sizin bir yöne yönlenmenizi sağlamış bulunuyorum.  Aslında çözüm, Allah Teâlâ’nın insanın varlığındaki cevhere ihsan ettiği fıtrat/irade ve göndermiş olduğu rasüller/ilâhî kitaplarda bulunmaktadır. İlâhî kitaplar hususunda milletler ayrı ayrı düşünse de sonuçta ilâhîliğinde birer hakikat gizli olduğu kesindir. Allah Teâlâ’nın “Ruhumuzdan üfledik” buyurması, “o şey/şeylerin varlığına bir hakikatimizi ihsan buyurduk” la eş anlama gelebilmektedir.  Bu nispet  iddiaa sahiplerinin düzeyine karşı gelen yüzdelik oranıdır. Onda kabul edilen limitte her insan/varlık için farklı boyuttadır. Yine Allah Teâlâ’nın “dinde zorlama yoktur” demesi bu manaya gelmektedir. Eğer varsaydığımız ilâhî boyut ve hikmet olmasaydı birçok cemaat yıllarca peygamberliği olmadığı halde bazı kişilerin eserlerini yıllarca mütalaa edemezlerdi.

Asıl mevzuya gelecek olursak, tarih boyunca “yönetmek”, “muktedir olmak”, “anılmak”, “atalar yolunun sahibi/lideri olmak” “kalmak/ anılmak” egosunda birçok şahsiyet var olamazdı. İleriye çıkmış olan bu insanların hataları ise “madenler seviyesinde olan insanları” kendi “kutsal çemberi”ne dahil etmek için uğraşıp durmalarıdır.  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Beni kul Rasül” diye anın kelâmı boşuna söylenmemiştir. Neticede mahlûkat yaptığı/ulaşamadığı hayallerin sonunda, ihtiyar dünyayı sahibi olan “Kahhar Allah Teâlâ’ya” bırakıp gittiler. İnsanlar, her ne kadar kendi için büyük olduğu zannetse  “Gerçekten insan üzerinden öyle uzun bir süre gelip geçti ki o anılmaya değer bir şey bile değildi?!” (Kur’ân-ı Kerim, Dehr, 1. Ayet)

Gurur, kibir, hırs, zulüm…. gibi vahşiyatı çağrıştıran cahiliye huylarını dizginleyemeyen insanoğlunun maddî kazancı bu dünyadan gözünün çukurunu dolduracağı bir karış topraktır. Başkası da değildir. Ancak duymak ve bilmenin değersiz olduğu, sosyal hayatın ahtapotlaştığı bir çağda yaşıyoruz.  Öyle ki bir mecliste doğru ve yanlış mefaat için beraberce saf tutabilir, Dorian Gray’i aratmayacak şeytânî hallerimizle hayatımız blumia nevrozuna düşmüş durumdadır. Bu sıkıntı her kesim için geçerlidir. Yaz/çiz/söyle boşuna gibi oldu. Mesela; Michael Moore’un hazırladığı THE CORPORATİON-Şirket (2003) belgeselindeki sözleri bu durumu çok iyi açıklıyor:

“Bu anlattıklarımızın çok ironik olduğunu düşünmüşümdür” yani tüm bunları yapabiliyorum ve yine neredeyim? Görsel medyadayım. Büyük şirketlerin sahipleri olduğu stüdyolar tarafından yayınlanıyorum. Şimdi ben, temsil ettikleri her şeye karşıyken beni neden yayınlıyorlar?

Ve ben onların parasıyla onların inandıklarına karşı çıkıyorum. Tamam mı? Evet çünkü onlar hiç bir şeye inanmazlar. Beni yayınlarlar çünkü bilirler ki benim filmimi veya TV gösterimi izlemek isteyen milyonlarca insan var ve böylece para kazanacaklar. Ve ben de düşüncelerimi ortaya koyabiliyorum çünkü kamuoyunun kapitalizmdeki bu inanılmaz kusur boyunca sürüyorum açgözlülük kusuru. Anlatıldığı gibi zengin adam sana ipi satar onu asacağın ipi eğer bundan para kazanacağını düşünürse evet ben ipim.

Umarım. İpin bir kısmı. Ve yine inanırlar ki insanlar beni izlediğinde “veya belki bu filmi veya herneyse izlediğinde” sanırlar ki yani evet yani bilirsiniz bunu izlerler ve bir şey yapmazlar çünkü onların beynini uyuşturup onları aptallaştırmada öyle başarılı olmuşuzdur ki “yani hiç etkilenmeyeceklerdir…” “İnsanlar divanlarından kalkmayacaklar” ve gidip politik bir şey yapmayacaklardır. Buna inanıyorlar. Ben aksine inanıyorum. İnanıyorum ki bir kaç insan bu sinemadan çıkacak veya divanından kalkacak gidip bir şeyler yapacak bu dünyayı tekrar elimize geçirmek için herhangi bir şey.

Hulasa; insanları yönlendirmede kullanılan kuvvetlerin varlığı bilinci hepimizde oluşmuştur. Bu etkenlerin en yücesi ise “iletişim ve medya” dır.  Öyle ki bazıları tarafından “Deccal” diye anılması boşuna değildir. Bahsedilenlerin özyapılarında “kazancın her türü mubahtır” mantığı ile hareket ettiklerini de düşünürsek, insanlık kaybeden konumunda kalacak gibi görünüyor.  Bu hususa devlet yönetimleri mantığı da buna dahil olmuştur…………….

Sözü buradan “Ericksoncu Psikoterapi, Temel Yapılar I” isimli dört ciltlik eserin birinci kitabından sizlere bazı şeyleri paylaşarak bırakmak istiyorum. Alıntılarda bazı hususları daha iyi anlamakta zorlanmayacağınızı umarım.

İhramcızâde İsmail Hakkı


PETROL KANUNU TAKSİM’DEN GEÇTİ

HOŞ GELDİN KAPİTÜLASYON -PETROL KANUNU’NDAN  “MİLLÎ MENFAATLER”  İFADESİ ÇIKARILDI...

Milli Gazete 13 Haziran 2013 Perşembe

PETROL SEKTÖRÜ DE YABANCILARA TERK EDİLİYOR... TPAO’NUN SATIŞININ ÖNÜ AÇILIYOR...

Türkiye gündemi Gezi Parkı ekseninde gelişen olaylar ve sert tartışmalarla meşgulken, hükümetin Cumhur-başkanı’nın onayına sunduğu yeni Petrol Kanunu sessizce yürürlüğe girdi. Yeni Türk Petrol Kanunu ile petrol sektöründe yabancıların önü tamamen açılırken, devletin bu kritik sektörden çıkışının da tohumları atıldı.

Ahmet AÇIKAY

“Millî menfaat” buhar oldu!

Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren Türk Petrol Kanunu ile petrol arama ve üretiminde bulunmanın temel kriteri olan “talebin millî menfaatlere uygun olması” ölçütü yasadan çıkarıldı ve ülke çıkarını gözetme anlayışı terk edildi. Yabancı devlet şirketlerine uygulanan koşullar kaldırıldı ve stratejik öneme sahip petrol arama ve üretim faaliyetinde yabancı devletlerin hakimiyetinin önü açıldı. Bir şirketin sahip olabileceği arama ruhsat sayısındaki kısıtlama kaldırılırken, yabancı şirketlere vergi muafiyeti ve kâr transferi imkanı tanındı.

Tpao’nun Özelleşmesi Yakındır

Yeni Petrol Kanunu’na göre, çıkarılan petrolün sekizde yedisi kadar olan kısmının yabancılara verilmesi gibi ayrıcalıklar yabancı sermayenin önünü açarken, TPAO’nun sektördeki rolünün zayıflatılması ve giderek pasifize edilmesi anlamına geliyor. Sağlanan bu imtiyazlar ve ayrıcalıklarla birlikte sektördeki inisiyatifin yabancı petrol tekellerine geçmesi mukadder görünüyor. Giderek atıl hale gelen ve zarar etmeye başlayacak olan TPAO’nun da önümüzdeki yıllarda özelleştirilmesinin önünün açıldığı görünüyor.

Asıl şimdi gidin anayasa mahkemesi’ne!

Olur olmadık her yasanın iptalini isteyen; dahası çoğu zaman bu milletin inancı önündeki engelleri kaldıran düzenlemeler sözkonusu olunca büyük bir heyecanla soluğu Anayasa Mahkemesi’nin kapısında alan anamuhalefet partisi CHP’ye sesleniyoruz. Bari bu kez milletin hayrına bu kapıyı çal. Gezi Parkı’ydı, Taksim’di derken toz dumanı götürürken Meclis’ten sessiz sedasız bir şekilde ustaca geçirilen ve Cumhurbaşkanı’nca da onanarak yürürlüğe giren gayri milli Petrol Yasası’yla ilgili düzenlemelerin iptali için gerekeni yap!..

Milli menfaatler sadece amaç kısmında yer alıyorken, yasada madde olarak konulmaması dikkat çekiyor.

Ancak, petrol hakkı sahibi yabancılar da Türk kara suları dâhilinde petrol arama ve üretim faaliyetlerini icra edebilirler.

Bir arayıcı veya işletmeci ürettiği petrolün sekizde birini devlet hissesi olarak ödemekle yükümlüdür.

Arama veya işletme ruhsatları ile ilgili olarak yapılan petrol işlemlerinde kullanılan petrolden devlet hissesi alınmaz.

Araştırma sonucu elde edilen bilgiler genel müdürlüğe de verilir ve genel müdürlük sekiz yıl süre ile bu bilgileri gizli tutar.

Hudutlarda, askeri yasak bölgelerde, tarihi yerlerde ve yerleşim yerlerine hangi mesafede petrol işlemi yapılabileceği hususu yönetmelikle belirlenir.

Türkiye arazisi, bu Kanun bakımından kara ve deniz bölgeleri olarak ikiye ayrılır. Kara ve deniz bölgelerini ayıran sınır kıyı çizgisidir

İşletme ruhsatı sahibine talebi hâlinde, ürettiği petrolü nakletmek üzere boru hattı inşa izni verilebilir.

Türkiye kısır tartışmalar ve siyasi çekişmelerle uğraşırken Cumhurbaşkanı Gül tarafından geçtiğimiz gün onaylanarak yürürlüğü giren Türk Petrol Kanunu ile ilgili endişeler giderek artıyor. Sadece adında milli menfaat güdülerek ‘Türk’ konulan kanun ile birlikte yabancılara Türkiye’nin kara ve deniz sahalarında petrol arama, bulma, satma imtiyazlarının getirilmesi endişeleri de beraberinde getirdi.

Tpao’nun özelleştirilmesinin ilk adımı atıldı!

Sadece petrol çıkarma, ruhsat almanın yanı sıra çıkarılan petrolün sekizde, yedisi kadar olan kısmı da yeni kanunla yabancılara imtiyaz olarak verildi. Öte yandan Türkiye’nin bu konuda tekel konumundaki kuruluşu olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın ilgili alanına da yabancı şirketler ortak oldu. Ancak TPAO’nun bu kanunla zayıflatıldığı ve önümüzdeki yıllarda özelleştirilmesinin de yolunun açıldığı ifade ediliyor.  6326 sayılı önceki Petrol Kanunu’nu değiştiren Türk Petrol Kanunu ile petrol arama ve üretiminde milli şirketimiz TPAO’nun konumu zayıflatılırken, yerli ve yabancı sermayenin önü açıldı. Sektörde inisiyatif önümüzdeki günlerde yabancı petrol tekellerine geçecek.

Arjantin Tam Tersini Yaptı

Türkiye yeni kanunla TPAO’nun özelleştirilmesinin yolunu açma girişimlerinde bulunurken dünyada ise bunun tam tersi sergileniyor. Son olarak 2012 yılında, özelleştirmelerin yıkıcı sonuçlarından en fazla zarar gören ülkelerden birisi olan Arjantin’de İspanyol Repsol tarafından satın alınan eski milli petrol şirketi YPF yeniden kamulaştırıldı. El Turco lakaplı Carlos Menem döneminde özelleştirilen ve 1999 yılında İspanyol Repsol’e satışı tamamlanan Arjantin’in milli petrol şirketi YPF’nin yüzde 51’lik hissesinin kamulaştırılması Haziran 2012’de sonuçlandırıldı. Kamulaştırmaya gerekçe olarak ise YPF’yi alan İspanyol Repsol’ün gerekli yatırımları yapmaması, eksik üretim politikası nedeniyle üretimin düşmesi ve Arjantin’in petrol bağımlılığının artması gösterildi.

Arjantin’in 2000-2010 yılları arasında petrol talebinin yüzde 40 oranında artmasına karşın petrol üretimi yüzde 22 oranında düşmüştü. YPF’nin kamulaştırılmasıyla, dünyada büyük petrol şirketleri listesine bir kamu şirketi daha böylelikle eklendi. Dünyada halihazırda toplam rezervlerin yüzde 80’inden çoğu ulusal petrol şirketleri tarafından kontrol ediliyor. Dünyanın en büyük 20 petrol şirketinin hisselerinin üçte ikisinden fazla bir bölümü yine kamuya ait ulusal petrol şirketlerinin elinde bulunuyor.

Sivil Toplumun Görüşü Dikkate Alınmadı

Geride kalan 5 yıllık dönemde, beklemede tutulan Petrol Kanunu bugün ülkemiz oldukça hassas bir dönemden geçerken sessiz sedasız kanunlaştı. Bu kanunun hazırlanması ve TBMM’de kabul edilmesi sürecinde petrol arama ve üretim süreçlerinde yer alan TMMOB’ye bağlı Petrol, Jeoloji ve Jeofizik Mühendisleri Odaları, Türkiye Petrol Jeologları Derneği ve Petrol-İş Sendikası’nın ortak önerilerinin çoğu dikkate alınmamış, mevcut haklarının bir kısmı elinden alınmak istenen kamu şirketi TPAO’nun idarenin memuru olduğu ifade edilerek görüşü dahi sorulmamış, ancak özel sektörün tüm talepleri karşılandı.

Milli Menfaatler De Kaldırıldı

Söz konusu Türk Petrol Kanunu ile eski yasada yer alan ‘Milli Menfaatler’ bölümü kaldırılarak ülke menfaatlerinin gözetilmesi esası da yok sayıldı. Bu doğrultuda;

* Milli Menfaatler ibaresi yasa tasarısının sadece amaç maddesinde göstermelik olarak yer almış, ancak maddelerde kendine yer bulamadı.

* Petrol arama ve üretim faaliyetinde bulunmak için yapılan başvurunun değerlendirilmesinde mevcut yasanın temel kriteri olan “talebin milli menfaatlere uygun olması” ölçütü yasa tasarısından çıkarılarak; öncelikle ülke çıkarını gözetme anlayışı terk edildi.

* Yabancı devlet şirketlerinin petrol faaliyetinde bulunabilmeleri için uygulanan koşullar kaldırılarak, stratejik öneme sahip petrol arama ve üretim faaliyetinde yabancı devletlerin hakimiyetinin önü açıldı.

* Devlet adına petrol arama ve üretim faaliyetlerinde bulunma hak ve anlayışı terk edilmiştir. Böylece kamu kuruluşumuzun özelleştirilmesinin önü açıldı.

* Bir şirketin sahip olabileceği arama ruhsat sayısındaki kısıtlama kaldırılırken,  tek bir şirketin tekel oluşturabilecek şekilde tüm ülke kara ve deniz alanlarında hak sahibi olmasının riski ortaya çıkmış oldu.

* Yabancı şirketlerin ithal etmiş oldukları sermayelerini, Devlet hissesi hariç kurumlar ve gelir vergisinden muaf tutularak getirdikleri döviz cinsinden ve transfer tarihindeki kur üzerinden yurtdışına transfer etmelerine olanak sağlanmıştır. Bu düzenleme ile yabancı yatırımlar için sermaye ve kâr transferlerine önemli kolaylıklar getirilmiştir.

Petrol-İş: TPAO’nun Zayıflatılmasının Hiçbir Gerekçesi Olamaz

Petrol-İş Sendikası’nın konuya ilişkin eleştirilerinde, şu görüşlere yer verdi:

“Türk Petrol Kanunu ile yerli ve yabancı sermayenin sektörde önü açılmakla kalmayacak, kanunun yürürlüğe girmesi ile bazı ayrıcalıkları ve devlet adına faaliyet gösterme konumu ortadan kaldırılacak olan kamu kuruluşumuz TPAO’nun sektördeki öncü konumu zayıflayacaktır. Kanun TPAO’yu kolsuz ve kanatsız bırakacak, dikey entegre yapıya sahip dev petrol tekelleri ile denk olmayan koşullarda rekabet etmeye zorlayacaktır.

Dünya devletlerinin tümü, petrol sektörlerini güçlendirmek amacıyla, çoğunlukla kamu eliyle kurdukları petrol şirketlerini arama, sondaj, ham petrol üretimi, boru hatları ile taşıma, rafinaj, petrokimya, kimya, dağıtım, pazarlama, faaliyetlerini de içerecek biçimde dikey entegre bir yapıda oluşturmuşlardır. Bu doğrultuda, petrol sektöründe dünyada devlet şirketlerinin yükselişi devam etmektedir.

Ayrıca hükümet TPAO’nun özelleştirilmesi ile ilgili düşüncelerini kamuoyu ile açıkça paylaşmıştır. Kanunun ilgili komisyonda görüşülmeye başlandığı 19 Mart 2013 tarihinde çalışmalara katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, TPAO’nun THY modeli ile özelleştirileceğini açıklamıştır. Bu açıklama, hükümetin TPAO’nun kamusal niteliğini ortadan kaldırma hedefinin itirafıdır ve Türk Petrol Kanunu’nun asıl amacını gözler önüne sermektedir. Akdeniz ve Irak başta olmak üzere ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada petrol ve doğalgaz kaynaklarının bir çatışma ve emperyalist rekabet konusu olduğu son günlerde bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir dönemde, petrol sektöründe yerli ve yabancı sermayenin menfaatleri için ulusal çıkarlara aykırı bir şekilde hazırlanan Türk Petrol Kanunu ile kamu kuruluşumuz TPAO’dan vazgeçilmesine izin verilmemelidir”

 

DEZİNFORMASYON 

İnsanların temel istekleri “Kimsenin kimseyi öldürmediği, sömürmediği aksine yardımlaştığı bir dünya” dır. Ancak günümüz insanların ilişkilerinde çıkarlar ön plandadır. Bu nedenle tarih boyunca bu çıkarlar uğrunda çatışmalar yaşanmıştır ve de yaşanmaya devam edecektir. Geçmişe oranla dolaylı yöntemlerin daha ağır bastığı günümüzde, mücadele tekniklerinden birisi de “Psikolojik müdahele” dir. Bu ise belirli yollarla insanlar etki altına alınarak, istismar etmek ve çıkarlar doğrultusunda hareket etmek ve psikolojik etkinlikler bu imkânı oluşturmaktır.][1]

[Tarihin derinliklerinden günümüze kadar, akıllı liderlerin üstünlük elde etmek için başvurduğu psikolojik müdahaleler, kimi zaman her hamlesi düşünülmüş, kimi zamanda plansız ve programsız kullanılmış, etkili ve yerinde kullanıldığında ise beklentiler ötesi sonuçlar kazandırmıştır.

Günümüzde psikolojik faaliyetlerin üç yöntemi olan propaganda, psikolojik savaş ve dezinformasyon[2] çok etkin olarak kullanılmaktadır.

Propaganda, bir taraftan kitleleri inandırırken, diğer taraftan da onları yönetmek içindir.

“Her türlü propaganda, düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa olsun düzeyini seslendiği kişilerin en kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlanmıştır. Bunu sağlanmasıyla inandıracağı insan kitlesi o kadar geniş olur.” [3]

Bilinen dünyada, en kanlı savaşların yaşandığı 20. yüzyılda ve sonrasında, milletler politik hedeflere ve ekonomik çıkarlara ulaşmada tek ve en geçerli yol olarak bilinen sıcak savaş, yerini insanların bilinçaltı ve duygularını hedef alan psikolojik savaşa bırakmıştır.

Dezinformasyon ise, kamuoyunun kandırmak gayesinden hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir haberlerdir.

Dezinformasyon birçok senelere yayılmış ve uzamış bir faaliyettir. Dezinformasyon faaliyetleri içeriğine göre siyasi, ilmi vb. olabilir. Dezinformasyonun esası gerçek gibi doğrulanmak istenen bir yalandan ibarettir. Dezinformasyon diğer psikolojik faaliyetlerden farklı olarak her ülkede veya her kitleye karşı uygulanamaz. Uluslararası platformda tüm gelişmiş ülkeler, amaçladıkları hedeflere ulaşmak için dünya siyasetini yönetmeyi isterler.][4]

Anlattığımız faaliyetler yüzünden yüzyılımız itibarıyla görülen insanlık kimliği temiz özünden uzaklaşmaya başlamıştır. Unutulmamalıdır ki; son dönemde ortaya çıkan kişilik kimliklerinde “tesadüfler nazariyesi”nin işlemediği bilinen bir gerçektir. (En basiti d.. gribi)

Hangi dinde olursa olsun, muhakkak kendi içindeki doğmaları “kesin fikirleri” insanın dayanılmaz hırsını didiklediğinden kurtulmak isteğini içinden atamayanlar için sıkıntı doğurmaktadır. Bunu engellemek ise zor olunca sınırlarını aşmak zorunda kalanlar insanlığın başına bela olurlar. Çünkü kimliğini kaybetmiş kimlikler vardır. Bu kimlikler şeytanî düzeninin emellerine hizmet etmek görevini kendine şiar ve görev edinmiştir. Bu kişiler şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olmaktan kendini kurtaramadıklarını görmekteyiz. Bu kişiler o kadar aşağılık durumdadırlar ki; yalan söylemek ve aldatmak onlar için sadece bir iştir. Çünkü onların şeytan ile kopmaz göbek bağları vardır. Onlar için her şey sahne gösterisidir.

Hulasa; emperyalist güçlerinin sonsuz hırsları ile elde ettikleri servetlerini korumak için teşkilatlanmaları şeytânî ve dayanılmaz emelleri yıkılmaz örgütlerini kurmalarına sebep olmuştur. Bunlar insanlığın başına bela olup huzursuzluğun temsilcisi olmuşlardır. Sonuçta kalplerde Allah Teâlâ korkusu da kalmayınca her şey birbirine karışmış güven sarsılmıştır. Öyleki zamanımızda artık maddiyat ve maneviyat birbirlerinin muhalifi olmaktan uzaklaşmış, birbirini kovalayan vagonlara dönmüştür.

Son sözümüz aldanmamak için uyanık olma zamanını kaçırmamaktır. Yoksa, hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktır.

İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] Giordano Bruno,17'nci yüzyılda Venedik'te kiliseye muhalif fikirleri yüzünden Engizisyon mahkemesinde yargılanan eski bir rahip ve bilim adamı

[2] Guy Fawkes (1570-1606), İngiltere Kralı I. James'i, yanındaki Protestan aristokrasiyle beraber imha etmek suretiyle suikasta kalkışmış bir grubun önde gelen ismidir.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar