Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 6





GERÇEKTEN BİZ VAR MIYIZ?

Bugün geçti, yarın geldi, ben dünkü ben miyim? Dünkü ben olduğuma karan veren ben miyim, yoksa başka biri mi?

Dünkü ile ben bugünkü ben bir Eşevresizlik içinde interaksiyona (etkileşim) mı geçtik. Doğrusu hangisi dir.

Aşağıdakilerden biri doğrudur:

•    Aldığınız her nefes, Marilyn Monroe’nun verdiği nefesten bir atom içerir.

•    Yukarı doğru akabilecek bir sıvı türü vardır.

•    Bir binanın en üst katında, en alt katına kıyasla daha hızlı yaşlanırsınız.

 •    Bir atom aynı anda birçok farklı yerde bulunabilir; tıpkı sizin aynı anda hem New York hem de Londra’da bulunmanız gibi.

•    Tüm insan ırkı, bir küp şekerin sahip olduğu hacme sığdırılabilir.

•    Herhangi bir kanala ayarlanmamış televizyondaki karlanmanm yüzde biri, Büyük Patlama’nın neden olduğu elektromanyetik gürültüdür. Zamanda yolculuk fizik kurallarına aykırı değildir.

•    Bir fincan sıcak kahvenin ağırlığı, soğuk halinden daha fazladır.

•    Ne kadar hızlanırsanız, o kadar incelirsiniz.

Hayır, şaka yapıyorum. Bunların hepsi de doğru!

Bir bilim yazarı olarak, bilimin bilimkurgudan çok daha tuhaf bilgiler içermesi ve Evren’in icat edip edebileceğimiz her şeyden çok daha etkileyici oluşu karşısında her zaman hayrete düşmüşümdür. Buna rağmen, 20. yüzyılın sıradışı keşiflerinden pek azı kamuoyunun dikkatini çekebilmiştir. Geçtiğimiz yüzyılın en önemli iki başarısı, atomlar ve bileşenlerini resmeden kuantum teorisi ile uzay, zaman ve kütleçekimini resmeden Einstein’ın genel görelilik teorisidir. Bu iki teori, dünya ve bizim hakkımızda neredeyse her şeyi açıklamaktadır. Aslına bakılacak olursa, kuantum teorisinin, ayaklarımızın altındaki zeminin neden katı olduğu ve Güneş’in neden ışıldadığını açıklamanın ötesinde, bilgisayarların, lazer teknolojilerinin ve nükleer santrallerin inşasını mümkün kılarak, bildiğimiz anlamda modern dünyayı yarattığı söylenebilir. Göreliliğin gündelik yaşam üzerindeki etkileri bu denli aşikâr değildir belki. Ne var ki, bu teori bize, hiçbir şeyin, ışığın dahi kaçamadığı kara deliklerin varlığını, ezelden beri varolduğu düşünülen Evren’imizin aslında Büyük Patlama denilen devasa bir patlamayla oluştuğunu ve zaman makinelerinin buraya dikkat mümkün olabileceğini göstermiştir. Bu konular üzerine yazılan önemli kaynakların pek çoğunu okumama ve sahip olduğum bilimsel geçmişe rağmen, getirdikleri açıklamalar beni çoğu zaman şaşkınlığa sürüklemiştir. Durum böyleyken, bilimle alakası olmayanlar için konunun nasıl görüneceğini düşünemiyorum bile. Edindiğim tecrübelerin tümü, “Temel bilimsel düşüncelerin çoğu özünde basittir ve dolayısıyla, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek bir dille ifade edilebilir,” diyen Einstein’ın haklı olduğunu gösteriyor. Bu kitabı yazarken aklımdaki fikir, sıradan insanların 21. yüzyıl fiziğinin temel prensiplerini anlamasına yardımcı olmaktı. Yapmam gereken yalnızca, kuantum teorisi ve genel göreliliğin temel fikirlerini ortaya koymak (ki bu işin aldatıcı derecede basit olduğu ortaya çıktı) ve geriye kalan her şeyin, mantıksal ve kaçınılmaz olarak, nasıl bu fikirlerden türediğini göstermekti. Söylemesi kolay. Kuantum teorisi, geçtiğimiz 80 yıl içerisinde biriken ve kimsenin tam bir elbiseye dönüştüremediği parçalardan oluşmuş bir yamalı bohçaya benzetilebilir. Dahası, teorinin eşevresizlik gibi, neden insanların değil, ancak atomların aynı anda iki yerde olabileceğini açıklayan çok önemli parçalarını anlaşılır şekilde aktarmak fizikçilerin gücünün ötesinde görünmektedir. Birçok “uzmanla” konu üzerine görüştükten sonra, onların da bu kavramı tam olarak anlamamış olabileceğini fark ettim. Bu, bir anlamda, beni özgür kılıyordu. Ortaya konmuş tutarlı bir açıklama olmadığından ötürü, farklı kişilerden aldığım görüşleri bir araya getirerek kendi görüşlerimi oluşturmam gerektiğini anladım. Bu yüzden, burada yapılan açıklamaların birçoğunu başka hiçbir yerde bulamayacaksınız. Okuyacağınız sayfaların, modern fiziğin temel fikirlerini sarmış olan sisin bir kısmını dağıtacağını ve böylece, ne denli büyüleyici bir Evren’de bulunduğumuzu görerek bunun değerini vermeye başlayacağınızı temenni ediyorum. (http://www.birazoku.com/biraz-kuantumdan-zarar-gelmez)

Sözü buradan tasavvufun azbuçuk ucudan köşesinden bilgi sahibi olanlara getirirsek, bu bilgiler çok mantıksız gelmez. Birde vahdet-i vücud felsefesine müübtela ise tamamdır. Şimdi diyoruz ki gerçekte ne oluyor/oldu/olacak?

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

YALAN’A BİR YÖNDEN İHTİYACIMIZ MI VAR?

Bir dünya düşünün ki, her şeyiyle doğrular üzerine kurulmuş.  Ve bu dünyada bugün ki gibi vasıflar taşıyan bir insan nesli yaşıyor. Herkes doğruyu ve hakikati konuşuyor. Zannediyoruz ki, tekmil doğruluk özellikleri ile çekilmez bir hayatı olabilirdi. Fakat birisi çıkar, bilerek/ bilmeyerek bir yerden başlayarak yalanı icad ederse ne olur, diye düşünelim. Tıpkı Âdem’in cennetten çıkışına sebep olan yalan gibi. Bu yalan cennetten çıkışa neden olmuş oluken, sonsuz hayatın bulunması için yeni bir pencereyi de araladığını da hepimiz biliriz. Buradan anlaşılan hüküm, tarihinde gösterdiği emarelere göre, salt doğruların olduğu hayat akışkanlığını kaybederken,  yalana karışmış doğru, zikzaklar çizsede canlılığını kaybetmemiş ve bugüne kadar gelmiştir.

Yalanın, kötülüğün temsilcisi olduğunu söyleriz. Ancak doğrulukta ise başımızı bela âzade tutamayız. O zaman bir yanlış nerededir?

Cevap olarak, yalanın, faal olduğu zamanı irdelemek gerekir. Bu ise yalanın söylenilmeye başladığı, doğrunun terk edildiği andan başka ne olabilir. Her şeyin doğru olduğu vakitte, yalan kutsalı değiştiriken (cennetten çıkış gibi) , her şeyin yalana dönüştüğü zamanda doğru kutsallaşmaktadır. (Günümüzde). Yani, yalan ve doğru bir yönden kutsallığı içinde barındırabilir.

Düşünün bir kişiyi, sarp diyarın başına çıkmış, intihar edecek, buna doğrularla mı yoksa yalanlar mı tepki vermek gerekir. Öyle ise, o vakit/olay için söylenilmesi gereken doğruyu/yalanı tercih nasıl edeceğiz. Ve bunun kararını kim verecektir. [Bu ayrı bir mevzudur.] Söylenen doğrunun/yalanın etkisinde kalan karşı tarafın, tepkisini ölçmek veya algılamak tercihi muammada kalabilir. Bu meyanda salt doğrunun dayanılmazlığı veya yalanın literatüre girmediği bir dünya sistemindeki düşüncenin birçok zorlukları barındırdığını hemen fark ederiz..

Sonuç olarak yalanın, karakter olarak kötülük/iyilik kazanması söyleyenin niyetinde gizli kalır. Bir adamın doğrusu fitneyi galeyana getiriyorsa, söylediği doğrunun, yalan ile karşılaştırılmaya alınması da, o kadar yanlış demektir.

Yalan ve doğru ancak birbirlerinin var olmasını sağlamaktan başka bir sebep/sonuç ilişkisi olmayan hususlardır.

Mükemmel bir Hükümet adamını sevindirmek isterseniz tenkit ediniz.
Basit bir Hükümet adamını memnun etmek isterseniz methediniz [Yalan söyleyiniz].
İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli

Konuyu Sâdi Şirazi’den bir hikâye ile noktalayalım.

Hikâye

Bir sultanın, masum bir esirin öldürülmesini emrettiğini işittim. Zavallı tutsak, canından ümidini kesince kendi diliyle sultana sövmeye, hakkında kötü, çirkin laflar etmeye başlamış. Çünkü “Canından ümidini kesen, içinde olanı söyler” demiş bilgeler.

Zor zamanda kaçmaya imkân kalmayınca, El, keskin kılıcın ucunu tutar.

Köpeğe saldıran mağlup kedi gibi, Umutsuzluğa düşünce insanın dili uzar.

Sultan bu tutsağın söylendiğini görünce “Bu ne söyleniyor böyle?” demiş. İyi huylu vezirlerinden biri çekinerek cevap vermiş;

“Ey sultanım! Öfkelerini tutanlar, insanları bağışlayanlardır” [Âl-i İmran Sûresi, 3/134]  âyetini okuyor sizin için.” Bunun üzerine sultan tutsağa acımış ve onu affetmiş. Birinci vezirin aksine başka bir vezir kendini tutamayıp araya girmiş;

“Bizim gibilere sultan huzurunda yalan söylemek yaraşmaz. Sultanım, o size sövüp saydı, hakkınızda pek çirkin sözler etti.” diyerek ilk veziri, sultana gammazlamış. İkinci vezirin sözlerine sultanın canı hayli sıkılmış. Önce ortaya konuşmuş;

“Onun yalanı, senin doğru sözünden daha hoş geldi bana.” Sonra ikinci vezirine bakmış; “Çünkü onun sözü iyiliğe, seninkisi ise kötülüğe açılan bir kapıdır.” Bilgeler; “İş bitiren yalan, fitne koparan doğrudan daha iyidir” demişler. Sultanın dinlediği ve sözüne uyduğu kişi, İyilikten başka bir şey söylerse yazıklar olsun! Ferîdûn  köşkünün duvarında meğer şöyle bir beyit yazılıymış: [Ferîdûn ya da Âferîdûn: Pîşdâdî Hanedanı sultanlarından olduğu sanılan bir destan kahramanı.

Kardeş! Dünya kimseye kalmaz.
Gönlünü Allah’a ver de kurtul
Dünya mülküne aldanma sakın.
Çünkü senin gibi nice kişiler beslemiş.
Fakat sonunda öldürmüştür onları.
Madem temiz olan ruh çıkıp gidecek
Ha taht üzerinde ölmüşsün, ha toprakta!
 (Kaynak: Gülistan Birinci Hikâye)

İhramcızâde İsmail Hakkı


KADINLARDAN ŞEYH OLUR MU?

Meselenin iki cephesi vardır. Birisi müspet, diğeri ise menfidir. Günümüzde modernist akımların etkisinde olanlar, kadınların da şeyh olabilirliğini ispat etmeye çalışırken, gelenekçiler ise olumsuz kısmında yer almayı uygun görmektedirler. Meselenin hakikate bakan cihetine ve umumun görüşüne göre, batı memleketlere yaklaşıldıkça, kadın karakterinin baskınlığı göze çarparken, doğuya doğru meyledildikçe erkek karakteri galip olmaktadır. Bu nedenle, bir meselenin içinde iki doğruluğu varsayılan bir sonuç çıkabiliyorsa, merkezinde yanlışlığın da bulunacağı bir hareket noktası var demektir.

Kulluk teklifi dünyada kadın ve erkeğe şamil olarak gelmiştir. Ancak Allah Teâlâ bir meselede bazen açık yerler bırakıyorsa, bu benî âdemin karakter yapısındaki kuvvet ve zafiyetlerin, sorumluluk tabanında ağır cezadan müstağni olunması için müphem bırakılmıştır. Zamanımızın karakter yapısı trans-kimliklere yönelmede ve barındırmada üstün kabiliyetler izhar etmesinden mütevelli, kadın ve erkekte kâmil olma vasfının aranmasından çok, tepkisel/art alandaki zarar ve faydaya bakış önemli olmaktadır. Zamanımız insanının ekmel olmasının çok bir değer ifade etmediği günleri yaşadığımızı düşünülünce, kadının şeyhliğinde birçok sorunları kendiliğinden getirdiğini görmemek elde değildir. Mürebbiyelikte korunma/koruma açısında kadının erkek gibi olmadığını kabullenmek gerekir. Belki bilgi seviyesi artmış toplumda kadının şeyhliği, kolaylıklar silsilesine haiz olabilirken, cehaletin arttığı mahallerde kat kat zorluklar barındırır. Erkeğin yaratılışındaki kaba kuvveti ve hayatın barındırabileceği vahşete dayanıklılık melekesi terbiye edicilik hususunda daha kavi kılar. Yani kadın için inceliğin önceliği bulunurken erkekte kabalığın vukuu evveliyesi vardır.

Kadın sırlara erkekten daha çok vakıf olurlar. Fakat erkek zahirde etken durumda olması ile kadını fıtrat gereği arka plana isteyerek/istemeyerek kolayca itebilir. Hz Meryem aleyhisselam’ın hayatı incelendiğinde, Hz. İsa aleyhisselâmın tebliğ döneminde yaşadığı çilekeş hayatında pek yanında görülmez. Aslında Yahudi toplumunun azgın duruşuna karşı oğlu İsa’ya çok bir yardımı olamamıştır. Hakezâ Hz. Hatice aleyhisselamın, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin çileli günlerinin en dehşetli ve faal olduğu dönemde ahiret yurduna göçmüş bulunmaktaydı. Bu zaman Taif dönüşüne rastlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Mekke’ye dönüşünde, Faran dağlarından bakarken, gözlerinden ta kalbe inen hüznünde, ancak bir erkeğin sağlam durabileceği zamanlar düşünüldüğünde, gönül darlanmasının şiddetli ızdırabını ancak bir erkek atlatabilirdi… Allah Teâlâ’nın yardımını öylesine bir bekleyişle ki, bu büyük sarsıntıyı atlatmasının kolay olmadığını hissedebiliyoruz. Bir Mut’im b. Adiy isimli vefakâr bir müşriğin himayesi ile Mekke’ye duhul edebildi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin, mağlubluk hissini derinden hissederken, çektiği acıya dayanacak gücü ve çareyi tek başına bulmaktan başka bir yolu da kalmamıştı. “Hani” lerin cevabını çok zor duymuştu.

Kadınların erkeklerde zor görülen bir kabiliyeti de, sır makamları daha çabuk keşfedebilmeleridir. Ancak bu sırların zahirde ifşa olması, kadının sıkıntıya düşmesine neden olduğu için, ekseri velâyet sahipleri, zuhuratın yönünü ve temsilcisini erkeğe şamil kılmayı yerinde gördüler. Büyüklerin, kadının sır yolunda tasarruf etmesine müsaade buyurması ekseridir. Ancak, zahirde bu durumu yok gibi kabul etmeyi, kabule şayan bilirler. Bu nedenle tasavvufi yolda, meşhur olan kadın sayısı ile erkek sayısının kıyası edilmesi mümkün değildir. Öyle ise zamanımızın ihtiyaçları/fitneleri/zorlukları eskiye göre kıyaslandığında görüleceği üzere, hükmü ekseriyetle erkeğe vermek daha uygundur. Bir meselenin yokluğu/ varlığını kıyas ederken çıkan sonucu çoğunluğun tarafına vermek, doğru yerde durmak ile eşdeğerdir *

*Kuşeyrî’nin Risâle’sinde kadın sûfîlerden hiç söz edilmezken, Ebû Nuaym’ın Hilye’tül-Evliyâ’sı, İbnü’l-Cevzî’nin Sıfâtü’s-Safve’si, eş-Şârânî’nin Tabakâtü’l-Kübrâ’sı, Molla Câmî’nin Nefahâtü’l-Üns’ü kadın sûfîlerden bahseden kitaplardandır ki bunlarda da toplam 34 kadından bahsedilmiştir

Şimdi soru: Kadından şeyh olur mu?

 Olur. Ancak tercih edilen kavil, “olamaz” hükmü kabul edilmiştir.

Umum tarîkatlar, genelde, kadının “erebileceğini ama erdiremeyeceğini” savunmuşlardır. Beşerin tabiatı üzerinden konuya tekrar dönecek olursak, seyr-i sülûk yolunda bazen müridin sevgi çoşkunluğunda/cezbesinde mürşidine meyli zuhur ettiğinde ona dokunmak istemesi halinde (bilenler için) “gülzâr ritüeli”ne müptela olanları hatırlayınca, aşkın fiiliyata dönüşme ihtimalinden hareketle mürşidin eline/ ayağına meyleder; öpmek ister. Bu hareretin sükûnu konusunda savunmasız/kontrolü mümkün olmayan haller zuhur eder. Bu meyanda şeyhin, kadın olduğunu düşündüğümüzde zuhur eden cezbe ile temas iştihası, arzusu harama yönelik şüpheli işlerin kıyısında olduğunu düşündüğümüzde manevi feyzin ıskatına sebep olacağıdır. En basitinden şarkıcıların sahnelerinde yaşanan görüntüleri hatırladığımızda ne denildiğini anlayabiliriz.

 ayrıca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin kendine bey’at aldığı zamanlarda nikâh düşen kadınlara elini öptürdüğüne dair hiç bir rivayet yoktur.

Temasın şehvetin başlangıcında bulunan doğurgan sebeplerden biri olduğunu bilmeyen yok gibidir. Çünkü seyelanın dehşetli arzusu, şehvet ateşini parlatmaya sebep olup, maddî ve manevi duygu kaosuna sürüklemektedir. Bütün eğitim sistemlerinin temelinde meşru olan temas faktörünün bir bağ olduğunu düşündüğümüzde kadın şeyhin bu hale tahammülü ve korunması çok zor olacağı veya mümkün olmadığı gibi günahın hallerinede müncer olduğunu düşünebiliriz/görebiliriz.

Molla Câmî kadın sûfîleri tebcil [yüceltmek] sadedinde şu ibareyi nakletmektedir:

“Dediğim gibi olursa (eğer) kadınlar,
Ricâl üstüne fazlında ne şüphe var?
Müzekkerlik, değildir ay için iftihar
Müenneslikten dolayı güneşe de gelmez âr.”

“Erkeklerin kadınlara üstünlüğü olsaydı, şemse (güneşe) müennes, kamere (aya) müzekker demek ayıp olurdu. Müzekkerlikte erkeklerde bir üstünlük değildir.” Bkz. Molla Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-, ter. ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998, s. 844.

Güneşin yakınlığına ne derler, o da ayrı bir mevzuyu irdeler.Manevî terbiye sisteminde kadın elindeki usulün rikkati, erkeğin bünyesinde sertleşme olarak karşılık gösterir. Bu nedenle kadının kümmeli vechesi cemâle dönük olurken, erkeğin ise cemâl ve celale haiz oluşu, talebesindeki kemâlatının yüksek olmasını icap ettirir.

Sonuç çoğunluğa göre olmalıdır. Kadından şeyh olmaz denilmez. Ancak günümüzde bırakın erkek şeyhlerin birçoğunu, kadın şeyhlerin hiçbirisinden kemalat yolu ikmal edilemez.  Hz. Niyazi Mısrî buyurdular ki; Mürşid-i kâmilleri, müridlerinde manevi ihtiyaçları giderdiği gibi maddi sorunlarında gidermede sorumlu tutar. Bu durumların kadınlar için kolay olamayacağı kesindir.

Sırf entelektüel yapay görünümlerle yolun bozulmasına izin verenler için söylenecek düşünce bu konuda İslâm’ın hassasiyetini yıpratmamalarının gerektiğidir. Bazı tariklerde ahiret kardeşliği sistemi (Türkî tariklerde) vardır. Ulaştığımız bir bilgiye göre bu hususun inceliğinde ortalama bin kişiden sadece iki kişi dışında hepsinin fevt ettiği (zina) bildirilmiştir. Bu şu demek oluyor ki, kadın şeyhe bağlanmak zaman ve gayret kaybına neden olmaktadır. Kadın şeyh ve müridlerini hor görmek düşüncemiz olmasa da, zayiat ve telefata sebep olduklarından, kerahatla iştigal ettiklerini belirtmemiz gerekir. İslâm’da fevt etmek ve zayi etmek haramdır.

Günümüzde gerçekten Hakk katından şeyhlik icazeti almış veya mürşid-i kâmil olmuş bir kadın sufinin “görevim var” diye kendini faş etmesi nedeniyle, Allah Teâlâ iki  cihanda yüz karalığının ve mahcupluğunun kendine nasip olarak haşr edeceğini söyleyebiliriz. Ancak sırrını tutan/mahfi mertebelerde duran veliye hanımlarımıza saygı duyup dualarını beklediğimizi de söylemek bizlere bir vazifedir.  Bunun dışında vazifeliyim davasını güdenlerden hazer ederiz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetini tağyir edenler kıyamet günü fahişler ile haşr olunacağı; iki cihanda yüz karalığı ve mahcupluğun şerrinden, Allah Teâlâ’ya sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı


İNCE FARK

Yahudilik maddî hayatı, Hristiyanlık ruhî hayatı sıkboğaz ederken, Yüce  İslam Dini insanlara her türlü hayatî kolaylığı getirmiştir. Bu sözün doğruluğunu tespit etemek isterseniz, Hz. İsâ aleyhisselâmın Zeytindağı Vaazını okuyabilirsiniz.

İhramcızâde İsmail Hakkı


DIŞARDAKİLER

Geçenlerde bir arkadaş bana bir mail atıp, şu kişi hakkında biri rüya görmüş, faziletlerini anlatıyor dedi.

Bende ucundan diyaloğa biraz baktım. Sonra kendi kendime dedim ki, evet bu güzel, bu kişi hakkında ulaşılması gereken bir husus olmuş. Sonra ciğerim yandı. Ümmeti Muhammed’in o kadar garip insanları var ki;

Onları hiç hatırlayan var mıdır?

Onlarla ilgili rüya gören de var mıdır?

Onlarla ilgilenecek veya destek çıkacak?

Tamam, kapıdan içeri girenler bizim, ya dışardakiler?

EVET, DIŞARDAKİLER, İÇERİ GİREMEYENLER…!

ONLAR GARİPLER,

DERTLERİNİ KENDİLERİNE DAHİ DİNLETEMEYENLER,

BATMIŞ,

UZATSA ELİNİ TUTACAK HİÇ KİMSE YOK.   

Dedim ki; mesela, onlara yardım etmek sözüm ona “sokak çocukları koruma derneği” mi yardım edecek..

Durur kalırsın... Çünkü onlar sokakta kalmamışlar ki, birçoğunun makamı yükseklerin ta ötesinde.

Ağlayanları dahi yok onların. Niye ağlasınlar ki. 

Gördüğüm iyiler, ağlıyor. Ancak ağladıkları yanındakiler.

Ya dışardakiler? Onları bu kişiler görmek istemezler… Bir gizli kin mi var diye sorasım gelir.

Derler ki, Onları görmeye başladığın zaman seni yakacak bir ateş hazırlayan birileri gibi, onlar, incitirler diye korkuyoruz mu diyorlar.

Bir zaman Hızır’ın camide azarladığı bir veli varmış, Veli; “Fazla ileri gitme seni ifşa ederim”, dediğinde, Hızır, Allah Teâlâ’ya “bu hangi dostların ben tanımıyorum” demiş.

İşte, zamanımız da , bu dostların azaldı mı yoksa çoğaldı mı tam olarak bilemiyoruz.

Dışardakiler…

Unutulmuşlar mı?, Unutmuşlar mı ?, unutturulmuşlar mı?

Soru çok ama cevap veren yok. Bir ağlayan görürsek üzülürüz. Fakat niye ağladığını sormadan geçer gideriz. Ağlayan gerçekten ne için ağlıyor, bilemeyiz.

Gülenlere de bakın. Onlar da ağlıyorlar yalnızlıklarına. Dönülmez yolun içine düşmüşler, dönüşe imkânları yok. İleri gidecekler daha da ileri gidecekler.

Yol bitmez, biten insan olur. Bitti dediğimiz yerde, doğrular ve yalanlar kaybolmuş hakikat ortaya çıkıyor.

Doğrular ve yanlışlar hepsi senin benim için. Hakikatin olduğu yerde doğru ve yanlış diye bir kavram yoktur. Sadece O vardır.

İşte, rüyalar, fikrimizi bağlayan rüyalar. Görebildiğimiz, göremediğimiz rüyalar. Kader değiştirenler, değiştirmeyenler…

Görürsen birisini tanrıya atıyor, tutuyor. Sor, rahat mısın?, “ben inkar ettim, bir şey olmuyor” diyor. Yine görsem birisini “Allah Teâlâ’ya inandım”, sor, “benim içinde bir şey olmuyor.”

Bu nasıl bir hüküm ki sonuçtan kimse memnun değil.

Cevap veriyor, birşeyler olması gerek, fakat olmuyor. Hafakanlar bünyesini sarmış, inancından zevken alan aynı durumda. Bir şeyler olmuyor.

Olmaz. Eğer büyükle uğraşmaya başladıysan küçüklüğünü bilmen gerekir.  Sen ve O bir gerçekse ki, tabiki gerçek, kundaktaki çocuğuna kızan bir anne gördün mü hiç?

Kızan yok, kızılan yok. Ortada bir alışveriş almış gidiyor. Ancak, ölüm. Bunun dışında cevap pek mümkün değil.

Her şey bir yol tutturmuş gidiyor. Doğru veya yanlış. Aslında doğru ve yanlış bir yol yok ki. O, sana bana göre. İnançlı ile inançsız olmanın tek birleştiği nokta iyi olabilmenin paydasında kalabilmek. Eğer doğrusuna eğrisine kararı biz veremiyorsak, iki ile üçün arasında kalmaya gerek yoktur.

“O gün yüzler açılacak astarın rengi ortaya çıkacak”.

Sen neysen karşındaki de o. Ben ne isem sende osun. “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyen Yunus’un sözüne mergub olmamak elde mi?

Allah Teâlâ’m ben dışardakilerdenim. Vefakâr dostlarım dışardakiler. İçerdekilerin seninle olduklarını biliyor ve seviniyorlar. Ben ise ağlayanlarını seni bulamayanlarını düşünüyorum. İçeride yaşamaları mümkün olmasa da, onlar içeriyi de hayal bile edemiyorlar. Onlara içeriyi hayal etmelerini söylüyorum.

Hayal ne güzel şey.

Hayal dahi edememek. Dönülmez akşamın ufkunda batan güneşlerin ışığını tekrar parlatan Rabbim, bu hayale bir imkân yok mu, kurtuluşumuz için bir dönüş yok mu?

Ne olacak?

Külhanın önünde çalışan yaşlı pir efendiyi düşününce, külhanın önünde döktüğü terde cehennemin sönmeyecek mi?

Ah, sine büryan, can uryan, akıl tüğyan, kalp giryan.

Diyor musun; “Ağla dur, soruna cevabı yok.”“Burada cevabı olmayan doğru sorular sorulmaz” “Öteye geçince anlatırız mı” diyorsun.“Öteye ne zaman geçeceğiz.”

Allah’ım….

İhramcızâde İsmail Hakkı

GÜNÜMÜZ ŞEYHLERİNİN REKLAM DÜNYASINDA ŞEYTANIN YARDIMLARI

https://www.facebook.com/video.php?v=356704237841939

Videoyu seyredebilirseniz, üstadları tarafından madur/hasta edilmiş garip insanlar göreceksiniz. Hasta veya cinlenmiş gibi halde görünenlerin birçoğunun kadın olması dikkat çekici. Burada karii (okuyan) Kur’ân-ı Kerim ayetlerini okuyarak yaptığı bir serenomi var. Belirli ayetleri okuyor. Videodaki ses bozuk olsa da aşağıda okuduğu ayetlerden tesbit edebildiklerimi sizinle paylaştım. Ancak burada garip olan durum şu ki, eğer bu kişi cemaatinin şeyhi veya üstadı ise, bu şekilde bir ahvalin oluşmasına meydan vermemesi gerekirdi. Şu an kaynağını hatırlayamadığım bir kaynakta şu meseleyi okumuştum.

Bazı tarikat/cemaat liderleri karizmalarını sağlamlaştırsın diye şeytanın hususi bir yardımı varmış.  Şeytan tarikat üyesini hastalandırır, daha sonra o kişinin şeyhi önünde şifaya kavuşturuldu şekline  dönüşünü sağlayarak bir yönelimin oluşmasını sağlarmış. Hasta eden şeytan, şifayı verende şeytan. (Aslında şifayı veren Allah Teâlâ’dır. Fakat burada hile ve gözboyacılığı olunca fazla söz denilemiyor.)

Müridler zanneder ki, bizim efendide bir numara vardır. Aslında hepsi bir oyun .

İşte bu oyunda şeytanında ortak olduğunu bilecek nadir insan çok az bulunur. Bilende söylemekten korkar. Derseniz; eğer bahsettiğimiz bu şekilde bir durum yok; o zaman hastaların hepsinin kadın olması, transsandantal /cezbe (ne derseniz deyin)  durumla karşılaşmaları bu ve benzeri cemaat liderindeki zayıflığına işaret eder. Bu kişilerden uzak durmak gerekir. Niyazi Mısri kaddesellâhü sırrahu’l âlî efendimizin buyurduğu üzere

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

Her mürşide gönül verme kim yolun sarpa uğratır,

Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu kolay imiş

Bu vasıftaki kişilerin/ şeytanın entrikalarından ve şerlerinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

VİDEODA OKUNAN AYETLERİN DÖKÜMÜ

(Bu ayetlerin bu konularda bilinmesi ve okunması usuldendir. Bilmenizde fayda vardır.)

 (BAKARA suresi 148. ayet)

 وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Okunuş

Ve li külliv vichetün hüve müvelliha festebikul hayrat, eyne ma tekunu ye'ti bikümüllahü cemia, innellahe ala külli şey'in kadir

Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

==

(BAKARA suresi 102. ayet)

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

 

Okunuş

Vettebeu ma tetlüş şeyatiynü ala mülki süleyman, ve ma kefera süleymanü ve lakinneş şeyatiyne keferu yüallimunen nasas sihra ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut, ve ma yüallimani min ehadin hatta yekula innema nahnü fitnetün fe la tekfür, fe yeteallemune minhüma ma yüferrikune bihi beynel mer'i ve zevcih, ve ma hüm bi darrine bihi min ehadin illa bi iznillah, ve yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm, ve le kad alimu le menişterahü ma lehu fil ahirati min halakiv ve le bi'se ma şerav bihi enfüsehüm, lev kanu la'lemun

 

Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!

==

(YUNUS suresi 81. ayet)

فَلَمَّا أَلْقَواْ قَالَ مُوسَى مَا جِئْتُم بِهِ السِّحْرُ إِنَّ اللّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللّهَ لاَ يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ

 

Fe lemmâ elkav kâle mûsâ mâ ci’tum bihis sihr(sihru), innallâhe se yubtiluhu, innallâhe lâ yuslihu amelel mufsidîn(mufsidîne).

Attıklarında Musa dedi ki: «Bu sizin yaptığınız sihirdir. Muhakkak Allah onu iptal edecektir. Şüphesiz ki, Allah fesatçıların işini düzeltmez.»

==

(A'RAF suresi 117-118 ayet)

وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ

 

Ve evhaynâ ilâ mûsâ en elkı asâke, fe izâ hiye telkafu mâ ye’fikûn(ye’fikûne).

Biz de Musa'ya, 'Asanı koyuver' dedik, o da koydu; hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı.

**

فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Fe vakaal hakku ve batale mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Artık hakikat ortaya çıkmış ve onların bütün yaptıkları boşa gitmişti.

==

(TA'HA suresi 69. ayet)

 

وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى

Ve elkı mâ fî yemînike telkaf mâ sanaû, innemâ sanaû keydu sâhır(sâhırin), ve lâ yuflihus sâhıru haysu etâ.

Ve elindekini bırakıver, o onların yaptıklarını yalar yutar, çünkü onların yaptıkları sırf sihirbaz hîlesidir, sihirbaz ise her nerede olsa felâh bulmaz

==

(ANKEBUT suresi 21. ayet)

يُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَيَرْحَمُ مَن يَشَاء وَإِلَيْهِ تُقْلَبُونَ

Yuazzibu men yeşâu ve yerhamu men yeşâ’(yeşâu), ve ileyhi tuklebûn(tuklebûne).

 

(Allah), dilediği kişiye azap eder ve dilediği kişiye rahmet eder (Rahîm esmasıyla tecelli eder). Ve O'na, (halden hale çevrilip) döndürüleceksiniz.

==

(FUSSİLET suresi 20. ayet)

حَتَّى إِذَا مَا جَاؤُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 

Hattâ izâ mâ câûhâ şehide aleyhim sem’uhum ve ebsâruhum ve culûduhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.

==

(FECR suresi 27. ayet)

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ

Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!

FECR-28:

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً

İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!

FECR-29:

فَادْخُلِي فِي عِبَادِي

Fedhulî fî ibâdî.

O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah'a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.

FECR-30:

وَادْخُلِي جَنَّتِي

Vedhulî cennetî.

Ve cennetime gir.


DİNLER ARASI DİYALOG HEYKELİ’NE BİR DAHA

 

 

Eskimiş bir haber , fakat hatırlayalım.

Haber:

Dünyayı sarsan çifte rezalet
Yeni Şafak | | 21 Şubat 2010

İspanya ve İngiltere'de yaşanan iki ayrı skandal dünyayı ayağa kaldırdı. İspanyol Merino'nun üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den oluşan heykeli infiale yol açarken, İngiliz sanatçı Elton John'un Hz. İsa hakkındaki hakaret içeren sözlerine tepki yağdı

İspanya'da sergilenen skandal heykel, dünyayı ayağa kaldırdı. İspanyol sanatçı Eugenio Merino'nun üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den oluşan heykeli dünya çapında büyük tepkilere yol açtı. İspanya'nın başkenti Madrid'deki ARCO Çağdaş Sanat Fuarında yer alan İspanyol sanatçı Eugenio Merino'nun 'Cennete giden merdiven' adını verdiği heykel, üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den oluşuyor. Heykelde dikkat çeken bir başka özellik ise papazın elinde Tevrat, hahamın elinde Kur'an-ı Kerim olması ve secde eden Müslüman'ın alnını koyduğu yerin yanında da İncil'in bulunması.

50 BİN EURO'YA SATILDI

Heykelin yanında ise makineli bir silahın namlusunun ucuna geçirilmiş Museviliğin sembollerinden olan yedi kollu şamdan bulunuyor. Heykel fuarın ilk günüde 50 bin Euro karşılığında Belçikalı bir sanat koleksiyoncusuna satıldı. Merino "çalışmasını üç büyük dinin bir arada olmasını göstermek amacıyla" yaptığını savundu.

SKANDAL HEYKELE HER KESİMDEN KINAMA

Hem Müslüman hem de Hıristiyan dünyasında tepkilere yol açan heykelle ilgili olarak Madrid'deki İsrail Büyükelçiliği de sert açıklamalarda bulundu. Büyükelçilik, heykelin Yahudiliğe, İsrail'e ve aynı zamanda diğer dinlere yapılan bir saldırı olduğunu söyleyerek protesto ettiğini bildirdi.

http://www.yenisafak.com.tr/dunya/dunyayi-sarsan-cifte-rezalet-242776

http://www.iha.com.tr/haber-kizdiran-heykel-109656/

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=NanFmRsnGOo

--

YORUM

Nereden icap etti, bu heykel meselesi?

Dindârların kafasını karıştıran bir şeyi gündeme getirmek.

Unutmayalım ki, bakışın iyisini bulmak için arkaplandaki yapıyı irdelemek gerekir. Bir sanatçı bir konuyu işleyip servis ederken bir kitleyi (burada Ehl-i Kitap ve Müslümanların inançlı kesimi) rahatsız edeceğini bile bile bir eserini paylaşıyor. Bunu yaparken, her olumsuz durumu düşünmüş olması gerekir. Bu gibi durumların yalnızca para için yapıldığını zannetmek düşünen insana biraz aptalca gelir. Bu nedenle heykeli üstün körü yorumlamaya çalışırsak hataya düşüyoruz. Yanlış yok mu var, niye ilk etapta tepki verebilecek bir durumu varda ondan..

Sanatçının birinci şartı insanlara düşünmediğini hatırlatacak imajı ilk defa sunabilen olmak ve  hareketini sağlamaktır.

Bu heykelden kimse memnun olmadı.

Şimdi buradan sözü heykeli çözümlemeye çevirirsek;

secde ettiği halde Müslümanların Hristiyanlaştığı,

Hristiyan dünyanın Yahudileri nasıl kullandığını ve Müslümanları nasıl sömürdüğünü,

Yahudilerinde eline Kur’ân-ı Kerimi ele aldığında yani uyduğunda tabi olduğunda bütün milletlerin hâkimi olacağını ve altın çağı yakalayacağını;

anlatmak istiyor diyebiliriz. (bu yorum bizim)

Bu heykeli yapan diyalog çağrışımı yapıyorum telaşına düşmüş olabilir. Ancak farkında olmadan geleceği gördüğü düşünüyoruz. Gelecekte olacağı bahsedilen Hz. İsa’nın Nüzülü, Deccal’in öldürülmesi ve Hz. Mehdi nin gelişine, bu çerçeveden bakınca; bu olayların çilesini Müslümanlar çekeceğine heykelde ima da var. Fakat her şeyden önemlisi Yahudilerin Kur’an-ı Kerim’e dönüşü dünyayı değiştirecek olduğudur. Çünkü Yahudiler her şekilde dışlanmışlığın verdiği acılar ve sonsuz araştırmaları ve gayretleri sonucu hakikate erişecekler görünüyor. Bu fikir günümüz için biraz basit veya alelâde gelebilir. Ancak gelecek budur ve hakikattir.

İnsanlar geleceği görebilir. Ancak kabullenmekte zorlanırlar.  Bu tür fikirsel ve sanatsal eylemsel eserler doğasında birçok sırrı barındırabilir.

Sonuçta bu heykel dinler arası diyalog heykeli değildir. Çünkü dinler arası diyalog aklın ve mantığın kabul etmeyeceği bir husustur. Bunu bilgi sahibi olan her insan bilir.

Sonuç olarak bu heykel “gerçek geleceğin” günümüzdeki rahatsızlığının dışa vurumudur.

İhramcızâde İsmail Hakkı

“CENNETE, RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME İMAN EDENLER GİRECEKTİR.”

“Cennete kimler girecek?”

Bu soru herkes tarafından bir şekilde açıklanır/açıklanmaktadır.

Fakat doğru olan (bize göre şudur):

Cennete Allah Teâlâ’ya iman edenler, değil, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenler gidecektir.

Bu ne demektir?

Bu şu demek oluyor.

Biz hakiki ve İslam dini üzere iman etmeyi kimden öğrendik?

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den. O kimden öğrendi Cebrail aleyhisselâmdan. O kimden öğrendi? Allah Teâlâ’dan

Allah’a iman etmek. Ancak hangi Allah’a?

Biz Müslümanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah’ına iman ettik.

Yani Müslümanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin getirdiği Kur’ân-ı Kerim’deki beyan ettiği açıkladığı Allah Teâlâ’ya iman ettik.

Eğer Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme iman ediyorsak, o zaman doğru iman üzereyiz.

Yeryüzünde Hz. Adem aleyhisselâmdan beri çeşitli inançlar, hakikatin yanında ifrat ve tefrid arasında geldiler. Bu inanç seviyesi ve mevzunu müslümanlarda dahi farklılıklar gösterdiğini düşününce, her kulun fıtrat gereği iman ettiği/edeceği bir Allah/ilah  inancı var.  Denilir ki, “nefesler sayısınca veya nefisler sayısınca” İnsanların kalbindeki inandığı Allah/ilah inancı çeşit çeşittir.

Ben Allah Teâlâ’ya iman ediyorum demek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman ediyorum demektir. O halde cennete Allah’a iman edenler değil, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenler girecektir. Yine  bizler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ilâh inancına tabi olmadığımız sürece gerçekten iman edenlerin safında olmak şöyle dursun, batıl yolun temsilcileri olmaktan kurtulamayız.

Bu konuyu teyid için şu menkıbeleri tekrar hatırlatalım.

Dirayet tefsirinde otorite olan Fahreddin-i Râzî (rahmetullahi aleyh) âhirete intikal ettiğinde, kabirde sorgu melekleri (Rabbin Kim? Nebin Kim?....) malum sualleri sordular. Hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın nasıl bir iman?” suali­ne gelince cevap veremedi. Aklına bir türlü cevap gelmeyince zamanın büyük velisi manevi Necmüddîn el-Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri ona yardım eder.. Necmüddîn el-Kübrâ der ki;

“Taklit­tir, de, taklit.”

“Taklittir”, diyor. Melekler;

“Kimin taklidi?” diye tekrar soruyorlar.

“Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” diyor. Sorgu Melekleri

“Tamam geçtin”, diyorlar.

Bunun için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, ba­zı irfan sahibi büyüklerimiz

 “La ilâhe illa’llah alâ muradillah” “La ilâhe illa’llah’tan Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise”,

”alâ murad-ı Rasulillah” “Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o kasıt­la diyorum” veya “sen de öyle de” derler. Bu taklittir.

Başka kıssa daha vardır:

Hz. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Firavun’un palyaçoların­dan biri, Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ediyor. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm kıllı vücutlu, gö­bekli, başı dazlak bir zât-ı şeriftir. İşte adam, başına işkembe geçiriyor, o zaman naylon yok tabiî, karnına bir yastık koyuyor, elinde asayla Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ediyor. Niye, Firavun’u güldürecek çünkü. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bunu haber alıyor.

Bir mükâleme, yani Allah Teâlâ ile konuşma sırasında, “Bunu kahret Yâ Rabbî” diyor. “Kahretmem” diye hitap ediyor Cenâb-ı Allah Teâlâ

“Firavun’u değil, seni taklit ediyor.”

İnceliği anlayabildiniz mi? (Kaynak olarak Ö. Tuğrul  İNANÇER, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)

Allah Teâlâ buyurdu ki

“Hayır, hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarındaki çekişmeli, ihtilâflı konularda, seni hakem yapmadıkça, senin icraatından, uygulamandan dolayı içlerinde hiçbir burukluk duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmayacaklar.  (Ahmet Tekin Meali: Nisa , 65)

*****


RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ, MÜSLÜMANLAR NİYE KISKANIYOR?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi bir şekilde tenkit etmek, O’nu şirk babında Allah Teâlâ’ya rakip görmek günümüzde moda oldu.

 O’nun yüce şahsiyetini görmemek.

Görmemek ne kelime,  O’nu müsteşrik edasıyla dinden silip atmak bir vazife addediliyor?

Ne oldu bu Müslümanlara!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme karşı olmak yoksa dinden dönmenin başka bir şekli mi?

Gün geçtikçe adı Müslüman, kendi de  Müslüman (!), fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme düşman kişiler artıyor ve eksilmiyor.

Neden?

Diyebilirsiniz, hayır öyle bir şey yoktur.

Var Efendim var!

Onların işine bak; kulluğuna bak; cemaatine bak, liderine bak; hocasına bak; şeyhine bak ; dergisine bak, …

Baktıkça bakın …hiçbirinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme dair  az da olsa “minnet babından” duyulan bir söz ve halleri  var mı ?

Yoktur.

Bazılarında da, Kur’ân-ı Kerim dillerine dolanmış duruyor.

Ne oldu?

 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nerede?

Niçin peygambere karşı hased edici  oldu bu Müslümanlar?

Tabi ki sebebi var.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, “kulluğun” simgesi.

Tanrı olmak varken kul olmak kimin neyine..

Uçmak varken, kaçmak varken, gökler varken, sefahat varken; yerlerde durup, kulluk etmek, malını mülkünü paylaşmak,  namaz kılmak, insanların çilelerine talip olmak;

Kimin neyine.

Onlara ulaşmak için, Fenâ’ya çıkarsın, bekâya varırsın, o da yetmez, nasıl olsa peygamber gelmeyecek ya;

Yeri gelir Mehdi, yeri gelir İsâ olduklarını kabul etmeye mecbur olursun.

İşin garibi günümüzde “şeytan tatile çıktı diyorlar”dı da inanmazdım.  Meğer doğru imiş.

Şeytan bu günlerde istirahat ediyor.

İşin latifesi bir yana biz nerede hata yapıyoruz?

Cevabı yukarıda söylediğimiz gibi kimse “KUL” olmaya yanaşmıyor.

Kulluk zor iştir.  

Melek olsan bile kulluk zor iştir.

Cebrail aleyhisselâm meleklerin peygamberi iken Azâzil’in düştüğü durumlardan her zaman rahatsız olmuş ve sıkıntısını içinde hissetmiştir. Öyleki Kur’ân-ı Kerim’i indirdiği güne kadar kendini emniyette hissetmeyip, âlemlere rahmet olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile ancak huzura kavuşabilmiştir.

Bir gün Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e:

“Yüce Allah, ‘seni âlemlere rahmet için gönderdim’ (Enbiya 107) buyuruyor. Bu rahmetten sen de istifade ettin mi?” demiş. O da:

“Evet, akıbetimden korkuyordum. Allah, bana: ‘O elçi güçlü­dür, Arş’ın Sahibi katında yücedir. Orada (kendisine) itaat edilen ve güveni­lendir’ (Tekvîr 81/20-21) şeklinde övgüde bulunduğu için sana iman ettim, demiş.”[1]

İsmail Hakkı Bursevî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer vermiştir:

“Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine alan, cami’, gaybî, ilmî, aynî, vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm kayıtları kuşatan, ruhlar ve cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili âlemleri de içine alan bir rah­mettir…

Ey akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce Allah Teâlâ bize şunu haber vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleminin nuru, Allah’ın ilk önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı nurunun bir bölümünden Arş’tan toprağa kadar yarat­mıştır…” [2]

Yine tahrif edilen Yuhanna İncil‘inde Hz. İsâ aleyhisselâm içinsöyleniyor denilse de “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”müjdesine kavuşmuş Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta yarar görmekteyiz:

“…Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz ol­madı…”[3]

“…O, hep dünyadaydı, dünya O’nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O’nu (gerçeğiyle) tanımadı…”[4]

Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık ve hased duygusu insanın fıtratından doğmaktadır. Bu duyguların imanî çerçevedeki durumu terbiye ile alakalıdır. Bu nedenle Müslüman olması kişiyi bu huylardan uzak tutmaz. Yine Allah Teâlâ buyurdu ki;

 “Onlar mı Rabb’inin rahmetini taksim ediyorlar?”[5]

Ebu’l Leys Semerkandî, buradaki ifadeyi açıklarken “risâlet ve nübüvvetin anahtarları onların ellerinde mi ki onları diledikleri yere koyuyorlar? Risâlete, kulları­mızdan dilediğimizi ancak biz seçeriz” demiştir.[6]

Fahreddin Râzî, buradaki rahmet kelimesini izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette müşriklerin “Kur’ân, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?”[7] şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak indirildiğini, dolayısıyla onların peygamber olarak bekledikleri kişilerin de Mekke’den Velîd b. Muğîre Tâif’ten de ‘Urve b. Mes’ûd es-Sakafî olduğu ancak bu kişilerin Allah Teâlâ için bir mana ifade etmediğidir..[8]

Allah Teâlâ Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu seçimde hata arayanlar dikkat etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün Hallac-ı Mansur’un akıbetine uğrayacağını bilmelidirler. (Aman Ya Rabbî!)

Aşağıdaki alıntılar ile  Müslümanların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında dikkatli olmaları edep ve tazimde durumlarının ne olması gerektiğini anlamalıdırlar.

Mevlana Cami kaddesellâhü sırrahu’l azîz Nefehât’ında ” Hallac ne için i’dam edilmişdi?”  konusunda bir rivayeti şu şekilde aktarıyor.

‘Bir gün Hallâc’ın kalbinden şöyle bir hâtıra geçti ki, Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, mi’râc esnasında “niçin yalnız mü’minlerin affını diledi de bütün insanların affını dilemedi?”

O anda rûh-ı Nebî mütecessid (zahiren bedene bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve

“Bizim kalplerimiz Allah Teâlâ’nın ilhammahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle hareket ede­riz. Eğer bütün insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı öyle is­tirham ederdim” buyurdu. Bunun üzerine Hallaç, hata etmiş olduğunu an­ladı ve özür dilemek üzere başından sarığını çıkarıp tezellül (aşağılanma- özür) tavrı aldı.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;

“Sarığını çıkarmak kâfî değil, benim rızâmı kazanmak için başını da vermelisin” buyurdu. Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi. Onun için dâr ağacı üzerinde bulunduğu sırada,

“bu işin sebebini ve kimin muradı olduğunu biliyorum, fakat itâ’at ediyorum”demişti.[9]

Durumun inceliğini fark etmek gerektiğini daha iyi anlamış bulunmaktayız.

Fatih’in Hocası Hz. Akşemseddin, evliyaullahdan bu duruma düşmüşler  hakkında buyurdu ki:

Evliyadan bazıları zahir güzelliğe nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü Evliyaullahın, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip“cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu“Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez.

Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır.

Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.

Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî’i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de“Cemâl ehli” derler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât’ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye’ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler.

(Böyle hallerde) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar.[10]

Hulasa; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin  hakkında ileri geri konuşanlar ve O’ndan başkasının peşine gidenlerin akibetlerinin perişan olma ihtimali içinde olabileceğini hatırlatmak gerekir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi incitmekten Allah Teâlâ’ya sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


[1] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Beyrut 1985, V, 527. Tabresî de benzer ifadeler kullanarak bu konuşmayı nakletmiş, sonunda Cebrail’in:  “Allah, bana ‘O elçi güçlüdür, Arş’ın Sahibi katında yücedir’ kavliyle övgüde bulununca ben de sana iman ettim” dediğini belirtmiştir” (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan et-Tabresî, Mecme’u’l-Beyân fı Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut 1994, VII, 106).

[2] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Beyrut 1985, V, 528

[3] Yuhanna, Yeni Ahit, Yeni Yaşam Yayınlan, İstanbul 2000, 1: 3.

[4] Yuhanna 1:6-10.

[5] Zuhruf 43/32.

[6] Semerkandî, Bahr’ul Ulum, III, 256.

[7] Zuhruf43/31.

[8] Râzî, Mefatihul Gayb, XXVII, 209.

[9] Bkz:Tahirü’l-Mevlevi’nin”Hallac-ı Mansur’a Dair” Risalesi

[10] Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar