Yazılmışlar 6
GERÇEKTEN BİZ VAR MIYIZ?
Bugün geçti, yarın geldi, ben dünkü ben miyim? Dünkü ben olduğuma karan
veren ben miyim, yoksa başka biri mi?
Dünkü ile ben bugünkü ben bir Eşevresizlik içinde interaksiyona (etkileşim)
mı geçtik. Doğrusu hangisi dir.
Aşağıdakilerden biri doğrudur:
• Aldığınız her nefes, Marilyn Monroe’nun verdiği
nefesten bir atom içerir.
• Yukarı doğru akabilecek bir sıvı türü vardır.
• Bir binanın en üst katında, en alt katına kıyasla daha
hızlı yaşlanırsınız.
• Bir atom aynı anda birçok farklı yerde
bulunabilir; tıpkı sizin aynı anda hem New York hem de Londra’da bulunmanız
gibi.
• Tüm insan ırkı, bir küp şekerin sahip olduğu hacme
sığdırılabilir.
• Herhangi bir kanala ayarlanmamış televizyondaki
karlanmanm yüzde biri, Büyük Patlama’nın neden olduğu elektromanyetik
gürültüdür. Zamanda yolculuk fizik kurallarına aykırı değildir.
• Bir fincan sıcak kahvenin ağırlığı, soğuk halinden daha
fazladır.
• Ne kadar hızlanırsanız, o kadar incelirsiniz.
Hayır, şaka yapıyorum. Bunların hepsi de doğru!
Bir bilim yazarı olarak, bilimin bilimkurgudan çok daha tuhaf bilgiler
içermesi ve Evren’in icat edip edebileceğimiz her şeyden çok daha etkileyici
oluşu karşısında her zaman hayrete düşmüşümdür. Buna rağmen, 20. yüzyılın
sıradışı keşiflerinden pek azı kamuoyunun dikkatini çekebilmiştir. Geçtiğimiz
yüzyılın en önemli iki başarısı, atomlar ve bileşenlerini resmeden kuantum
teorisi ile uzay, zaman ve kütleçekimini resmeden Einstein’ın genel görelilik
teorisidir. Bu iki teori, dünya ve bizim hakkımızda neredeyse her şeyi
açıklamaktadır. Aslına bakılacak olursa, kuantum teorisinin, ayaklarımızın
altındaki zeminin neden katı olduğu ve Güneş’in neden ışıldadığını açıklamanın
ötesinde, bilgisayarların, lazer teknolojilerinin ve nükleer santrallerin
inşasını mümkün kılarak, bildiğimiz anlamda modern dünyayı yarattığı
söylenebilir. Göreliliğin gündelik yaşam üzerindeki etkileri bu denli aşikâr
değildir belki. Ne var ki, bu teori bize, hiçbir şeyin, ışığın dahi kaçamadığı
kara deliklerin varlığını, ezelden beri varolduğu düşünülen Evren’imizin
aslında Büyük Patlama denilen devasa bir patlamayla oluştuğunu ve zaman
makinelerinin buraya dikkat mümkün olabileceğini göstermiştir. Bu konular
üzerine yazılan önemli kaynakların pek çoğunu okumama ve sahip olduğum bilimsel
geçmişe rağmen, getirdikleri açıklamalar beni çoğu zaman şaşkınlığa
sürüklemiştir. Durum böyleyken, bilimle alakası olmayanlar için konunun nasıl
görüneceğini düşünemiyorum bile. Edindiğim tecrübelerin tümü, “Temel bilimsel
düşüncelerin çoğu özünde basittir ve dolayısıyla, herkes tarafından kolaylıkla
anlaşılabilecek bir dille ifade edilebilir,” diyen Einstein’ın haklı olduğunu
gösteriyor. Bu kitabı yazarken aklımdaki fikir, sıradan insanların 21. yüzyıl
fiziğinin temel prensiplerini anlamasına yardımcı olmaktı. Yapmam gereken
yalnızca, kuantum teorisi ve genel göreliliğin temel fikirlerini ortaya koymak
(ki bu işin aldatıcı derecede basit olduğu ortaya çıktı) ve geriye kalan her
şeyin, mantıksal ve kaçınılmaz olarak, nasıl bu fikirlerden türediğini
göstermekti. Söylemesi kolay. Kuantum teorisi, geçtiğimiz 80 yıl içerisinde
biriken ve kimsenin tam bir elbiseye dönüştüremediği parçalardan oluşmuş bir
yamalı bohçaya benzetilebilir. Dahası, teorinin eşevresizlik gibi, neden
insanların değil, ancak atomların aynı anda iki yerde olabileceğini açıklayan
çok önemli parçalarını anlaşılır şekilde aktarmak fizikçilerin gücünün ötesinde
görünmektedir. Birçok “uzmanla” konu üzerine görüştükten sonra, onların da bu
kavramı tam olarak anlamamış olabileceğini fark ettim. Bu, bir anlamda, beni
özgür kılıyordu. Ortaya konmuş tutarlı bir açıklama olmadığından ötürü, farklı
kişilerden aldığım görüşleri bir araya getirerek kendi görüşlerimi oluşturmam
gerektiğini anladım. Bu yüzden, burada yapılan açıklamaların birçoğunu başka
hiçbir yerde bulamayacaksınız. Okuyacağınız sayfaların, modern fiziğin temel
fikirlerini sarmış olan sisin bir kısmını dağıtacağını ve böylece, ne denli
büyüleyici bir Evren’de bulunduğumuzu görerek bunun değerini vermeye
başlayacağınızı temenni ediyorum. (http://www.birazoku.com/biraz-kuantumdan-zarar-gelmez)
Sözü buradan tasavvufun azbuçuk ucudan köşesinden bilgi sahibi olanlara
getirirsek, bu bilgiler çok mantıksız gelmez. Birde vahdet-i vücud felsefesine
müübtela ise tamamdır. Şimdi diyoruz ki gerçekte ne oluyor/oldu/olacak?
İhramcızâde İsmail Hakkı
YALAN’A BİR YÖNDEN İHTİYACIMIZ MI VAR?
Bir dünya düşünün ki, her şeyiyle doğrular üzerine kurulmuş. Ve
bu dünyada bugün ki gibi vasıflar taşıyan bir insan nesli yaşıyor. Herkes
doğruyu ve hakikati konuşuyor. Zannediyoruz ki, tekmil doğruluk özellikleri ile
çekilmez bir hayatı olabilirdi. Fakat birisi çıkar, bilerek/ bilmeyerek bir
yerden başlayarak yalanı icad ederse ne olur, diye düşünelim. Tıpkı Âdem’in
cennetten çıkışına sebep olan yalan gibi. Bu yalan cennetten çıkışa neden olmuş
oluken, sonsuz hayatın bulunması için yeni bir pencereyi de araladığını da
hepimiz biliriz. Buradan anlaşılan hüküm, tarihinde gösterdiği emarelere göre,
salt doğruların olduğu hayat akışkanlığını kaybederken, yalana
karışmış doğru, zikzaklar çizsede canlılığını kaybetmemiş ve bugüne kadar
gelmiştir.
Yalanın, kötülüğün temsilcisi olduğunu söyleriz. Ancak doğrulukta ise
başımızı bela âzade tutamayız. O zaman bir yanlış nerededir?
Cevap olarak, yalanın, faal olduğu zamanı irdelemek gerekir. Bu ise yalanın
söylenilmeye başladığı, doğrunun terk edildiği andan başka ne olabilir. Her
şeyin doğru olduğu vakitte, yalan kutsalı değiştiriken (cennetten çıkış gibi) ,
her şeyin yalana dönüştüğü zamanda doğru kutsallaşmaktadır. (Günümüzde). Yani,
yalan ve doğru bir yönden kutsallığı içinde barındırabilir.
Düşünün bir kişiyi, sarp diyarın başına çıkmış, intihar edecek, buna
doğrularla mı yoksa yalanlar mı tepki vermek gerekir. Öyle ise, o vakit/olay
için söylenilmesi gereken doğruyu/yalanı tercih nasıl edeceğiz. Ve bunun
kararını kim verecektir. [Bu ayrı bir mevzudur.] Söylenen doğrunun/yalanın
etkisinde kalan karşı tarafın, tepkisini ölçmek veya algılamak tercihi muammada
kalabilir. Bu meyanda salt doğrunun dayanılmazlığı veya yalanın literatüre
girmediği bir dünya sistemindeki düşüncenin birçok zorlukları barındırdığını
hemen fark ederiz..
Sonuç olarak yalanın, karakter olarak kötülük/iyilik kazanması söyleyenin
niyetinde gizli kalır. Bir adamın doğrusu fitneyi galeyana getiriyorsa,
söylediği doğrunun, yalan ile karşılaştırılmaya alınması da, o kadar yanlış
demektir.
Yalan ve doğru ancak birbirlerinin var olmasını sağlamaktan başka bir
sebep/sonuç ilişkisi olmayan hususlardır.
Mükemmel bir Hükümet adamını sevindirmek isterseniz tenkit ediniz.
Basit bir Hükümet adamını memnun etmek isterseniz methediniz [Yalan
söyleyiniz].
İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli
Konuyu Sâdi Şirazi’den bir hikâye ile noktalayalım.
Hikâye
Bir sultanın, masum bir esirin öldürülmesini emrettiğini işittim. Zavallı
tutsak, canından ümidini kesince kendi diliyle sultana sövmeye, hakkında kötü,
çirkin laflar etmeye başlamış. Çünkü “Canından ümidini kesen, içinde
olanı söyler” demiş bilgeler.
Zor zamanda kaçmaya imkân kalmayınca, El, keskin kılıcın ucunu tutar.
Köpeğe saldıran mağlup kedi gibi, Umutsuzluğa düşünce insanın dili uzar.
Sultan bu tutsağın söylendiğini görünce “Bu ne söyleniyor böyle?” demiş.
İyi huylu vezirlerinden biri çekinerek cevap vermiş;
“Ey sultanım! Öfkelerini tutanlar, insanları bağışlayanlardır” [Âl-i İmran Sûresi, 3/134] âyetini
okuyor sizin için.” Bunun üzerine sultan tutsağa acımış ve onu
affetmiş. Birinci vezirin aksine başka bir vezir kendini tutamayıp araya
girmiş;
“Bizim gibilere sultan huzurunda yalan söylemek yaraşmaz. Sultanım, o size
sövüp saydı, hakkınızda pek çirkin sözler etti.” diyerek ilk veziri, sultana
gammazlamış. İkinci vezirin sözlerine sultanın canı hayli sıkılmış. Önce ortaya
konuşmuş;
“Onun yalanı, senin doğru sözünden daha hoş geldi bana.” Sonra ikinci vezirine bakmış; “Çünkü
onun sözü iyiliğe, seninkisi ise kötülüğe açılan bir kapıdır.” Bilgeler; “İş
bitiren yalan, fitne koparan doğrudan daha iyidir” demişler. Sultanın
dinlediği ve sözüne uyduğu kişi, İyilikten başka bir şey söylerse yazıklar
olsun! Ferîdûn köşkünün duvarında meğer şöyle bir beyit yazılıymış:
[Ferîdûn ya da Âferîdûn: Pîşdâdî Hanedanı sultanlarından olduğu sanılan bir
destan kahramanı.
Kardeş! Dünya kimseye kalmaz.
Gönlünü Allah’a ver de kurtul
Dünya mülküne aldanma sakın.
Çünkü senin gibi nice kişiler beslemiş.
Fakat sonunda öldürmüştür onları.
Madem temiz olan ruh çıkıp gidecek
Ha taht üzerinde ölmüşsün, ha toprakta! (Kaynak: Gülistan Birinci Hikâye)
İhramcızâde İsmail Hakkı
KADINLARDAN ŞEYH OLUR MU?
Meselenin iki cephesi vardır. Birisi müspet, diğeri ise menfidir. Günümüzde
modernist akımların etkisinde olanlar, kadınların da şeyh olabilirliğini ispat
etmeye çalışırken, gelenekçiler ise olumsuz kısmında yer almayı uygun
görmektedirler. Meselenin hakikate bakan cihetine ve umumun görüşüne göre, batı
memleketlere yaklaşıldıkça, kadın karakterinin baskınlığı göze çarparken,
doğuya doğru meyledildikçe erkek karakteri galip olmaktadır. Bu nedenle, bir
meselenin içinde iki doğruluğu varsayılan bir sonuç çıkabiliyorsa, merkezinde
yanlışlığın da bulunacağı bir hareket noktası var demektir.
Kulluk teklifi dünyada kadın ve erkeğe şamil olarak gelmiştir. Ancak Allah
Teâlâ bir meselede bazen açık yerler bırakıyorsa, bu benî âdemin karakter
yapısındaki kuvvet ve zafiyetlerin, sorumluluk tabanında ağır cezadan müstağni
olunması için müphem bırakılmıştır. Zamanımızın karakter yapısı
trans-kimliklere yönelmede ve barındırmada üstün kabiliyetler izhar etmesinden
mütevelli, kadın ve erkekte kâmil olma vasfının aranmasından çok, tepkisel/art
alandaki zarar ve faydaya bakış önemli olmaktadır. Zamanımız insanının ekmel
olmasının çok bir değer ifade etmediği günleri yaşadığımızı düşünülünce,
kadının şeyhliğinde birçok sorunları kendiliğinden getirdiğini görmemek elde
değildir. Mürebbiyelikte korunma/koruma açısında kadının erkek gibi olmadığını
kabullenmek gerekir. Belki bilgi seviyesi artmış toplumda kadının şeyhliği,
kolaylıklar silsilesine haiz olabilirken, cehaletin arttığı mahallerde kat kat
zorluklar barındırır. Erkeğin yaratılışındaki kaba kuvveti ve hayatın
barındırabileceği vahşete dayanıklılık melekesi terbiye edicilik hususunda daha
kavi kılar. Yani kadın için inceliğin önceliği bulunurken erkekte kabalığın
vukuu evveliyesi vardır.
Kadın sırlara erkekten daha çok vakıf olurlar. Fakat erkek zahirde etken
durumda olması ile kadını fıtrat gereği arka plana isteyerek/istemeyerek
kolayca itebilir. Hz Meryem aleyhisselam’ın hayatı incelendiğinde, Hz. İsa
aleyhisselâmın tebliğ döneminde yaşadığı çilekeş hayatında pek yanında
görülmez. Aslında Yahudi toplumunun azgın duruşuna karşı oğlu İsa’ya çok bir
yardımı olamamıştır. Hakezâ Hz. Hatice aleyhisselamın, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin çileli günlerinin en dehşetli ve faal olduğu dönemde ahiret
yurduna göçmüş bulunmaktaydı. Bu zaman Taif dönüşüne rastlar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin Mekke’ye dönüşünde, Faran dağlarından bakarken,
gözlerinden ta kalbe inen hüznünde, ancak bir erkeğin sağlam durabileceği
zamanlar düşünüldüğünde, gönül darlanmasının şiddetli ızdırabını ancak bir
erkek atlatabilirdi… Allah Teâlâ’nın yardımını öylesine bir bekleyişle ki, bu
büyük sarsıntıyı atlatmasının kolay olmadığını hissedebiliyoruz. Bir Mut’im b.
Adiy isimli vefakâr bir müşriğin himayesi ile Mekke’ye duhul edebildi.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin, mağlubluk hissini derinden hissederken,
çektiği acıya dayanacak gücü ve çareyi tek başına bulmaktan başka bir yolu da
kalmamıştı. “Hani” lerin cevabını çok zor duymuştu.
Kadınların erkeklerde zor görülen bir kabiliyeti de, sır makamları daha
çabuk keşfedebilmeleridir. Ancak bu sırların zahirde ifşa olması, kadının
sıkıntıya düşmesine neden olduğu için, ekseri velâyet sahipleri, zuhuratın
yönünü ve temsilcisini erkeğe şamil kılmayı yerinde gördüler. Büyüklerin,
kadının sır yolunda tasarruf etmesine müsaade buyurması ekseridir. Ancak,
zahirde bu durumu yok gibi kabul etmeyi, kabule şayan bilirler. Bu nedenle
tasavvufi yolda, meşhur olan kadın sayısı ile erkek sayısının kıyası edilmesi
mümkün değildir. Öyle ise zamanımızın ihtiyaçları/fitneleri/zorlukları eskiye
göre kıyaslandığında görüleceği üzere, hükmü ekseriyetle erkeğe vermek daha
uygundur. Bir meselenin yokluğu/ varlığını kıyas ederken çıkan sonucu
çoğunluğun tarafına vermek, doğru yerde durmak ile eşdeğerdir *
*Kuşeyrî’nin Risâle’sinde kadın sûfîlerden hiç söz edilmezken, Ebû Nuaym’ın
Hilye’tül-Evliyâ’sı, İbnü’l-Cevzî’nin Sıfâtü’s-Safve’si, eş-Şârânî’nin
Tabakâtü’l-Kübrâ’sı, Molla Câmî’nin Nefahâtü’l-Üns’ü kadın sûfîlerden bahseden
kitaplardandır ki bunlarda da toplam 34 kadından bahsedilmiştir
Şimdi soru: Kadından şeyh olur mu?
Olur. Ancak tercih edilen kavil, “olamaz” hükmü kabul edilmiştir.
Umum tarîkatlar, genelde, kadının “erebileceğini ama
erdiremeyeceğini” savunmuşlardır. Beşerin tabiatı üzerinden konuya
tekrar dönecek olursak, seyr-i sülûk yolunda bazen müridin sevgi
çoşkunluğunda/cezbesinde mürşidine meyli zuhur ettiğinde ona dokunmak istemesi
halinde (bilenler için) “gülzâr ritüeli”ne müptela olanları hatırlayınca, aşkın
fiiliyata dönüşme ihtimalinden hareketle mürşidin eline/ ayağına meyleder;
öpmek ister. Bu hareretin sükûnu konusunda savunmasız/kontrolü mümkün olmayan
haller zuhur eder. Bu meyanda şeyhin, kadın olduğunu düşündüğümüzde zuhur eden
cezbe ile temas iştihası, arzusu harama yönelik şüpheli işlerin kıyısında
olduğunu düşündüğümüzde manevi feyzin ıskatına sebep olacağıdır. En basitinden
şarkıcıların sahnelerinde yaşanan görüntüleri hatırladığımızda ne denildiğini
anlayabiliriz.
ayrıca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin kendine
bey’at aldığı zamanlarda nikâh düşen kadınlara elini öptürdüğüne dair hiç bir
rivayet yoktur.
Temasın şehvetin başlangıcında bulunan doğurgan sebeplerden biri olduğunu
bilmeyen yok gibidir. Çünkü seyelanın dehşetli arzusu, şehvet ateşini
parlatmaya sebep olup, maddî ve manevi duygu kaosuna sürüklemektedir. Bütün
eğitim sistemlerinin temelinde meşru olan temas faktörünün bir bağ olduğunu
düşündüğümüzde kadın şeyhin bu hale tahammülü ve korunması çok zor olacağı veya
mümkün olmadığı gibi günahın hallerinede müncer olduğunu
düşünebiliriz/görebiliriz.
Molla Câmî kadın sûfîleri tebcil [yüceltmek] sadedinde şu ibareyi nakletmektedir:
“Dediğim gibi olursa (eğer) kadınlar,
Ricâl üstüne fazlında ne şüphe var?
Müzekkerlik, değildir ay için iftihar
Müenneslikten dolayı güneşe de gelmez âr.”
“Erkeklerin kadınlara üstünlüğü olsaydı, şemse (güneşe) müennes, kamere
(aya) müzekker demek ayıp olurdu. Müzekkerlikte erkeklerde bir üstünlük
değildir.” Bkz. Molla Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-,
ter. ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet
Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998, s. 844.
Güneşin yakınlığına ne derler, o da ayrı bir mevzuyu irdeler.Manevî terbiye
sisteminde kadın elindeki usulün rikkati, erkeğin bünyesinde sertleşme olarak
karşılık gösterir. Bu nedenle kadının kümmeli vechesi cemâle dönük olurken,
erkeğin ise cemâl ve celale haiz oluşu, talebesindeki kemâlatının yüksek
olmasını icap ettirir.
Sonuç çoğunluğa göre olmalıdır. Kadından şeyh olmaz denilmez. Ancak
günümüzde bırakın erkek şeyhlerin birçoğunu, kadın şeyhlerin hiçbirisinden
kemalat yolu ikmal edilemez. Hz. Niyazi Mısrî buyurdular ki;
Mürşid-i kâmilleri, müridlerinde manevi ihtiyaçları giderdiği gibi maddi
sorunlarında gidermede sorumlu tutar. Bu durumların kadınlar için kolay
olamayacağı kesindir.
Sırf entelektüel yapay görünümlerle yolun bozulmasına izin verenler için
söylenecek düşünce bu konuda İslâm’ın hassasiyetini yıpratmamalarının
gerektiğidir. Bazı tariklerde ahiret kardeşliği sistemi (Türkî tariklerde)
vardır. Ulaştığımız bir bilgiye göre bu hususun inceliğinde ortalama bin
kişiden sadece iki kişi dışında hepsinin fevt ettiği (zina) bildirilmiştir. Bu
şu demek oluyor ki, kadın şeyhe bağlanmak zaman ve gayret kaybına neden
olmaktadır. Kadın şeyh ve müridlerini hor görmek düşüncemiz olmasa da, zayiat
ve telefata sebep olduklarından, kerahatla iştigal ettiklerini belirtmemiz
gerekir. İslâm’da fevt etmek ve zayi etmek haramdır.
Günümüzde gerçekten Hakk katından şeyhlik icazeti almış veya mürşid-i kâmil
olmuş bir kadın sufinin “görevim var” diye kendini faş etmesi nedeniyle, Allah
Teâlâ iki cihanda yüz karalığının ve mahcupluğunun kendine nasip
olarak haşr edeceğini söyleyebiliriz. Ancak sırrını tutan/mahfi mertebelerde
duran veliye hanımlarımıza saygı duyup dualarını beklediğimizi de söylemek
bizlere bir vazifedir. Bunun dışında vazifeliyim davasını
güdenlerden hazer ederiz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetini
tağyir edenler kıyamet günü fahişler ile haşr olunacağı; iki cihanda yüz
karalığı ve mahcupluğun şerrinden, Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
İNCE FARK
Yahudilik maddî hayatı, Hristiyanlık ruhî hayatı sıkboğaz ederken,
Yüce İslam Dini insanlara her türlü hayatî kolaylığı getirmiştir. Bu
sözün doğruluğunu tespit etemek isterseniz, Hz. İsâ aleyhisselâmın Zeytindağı
Vaazını okuyabilirsiniz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
DIŞARDAKİLER
Geçenlerde bir arkadaş bana bir mail atıp,
şu kişi hakkında biri rüya görmüş, faziletlerini anlatıyor dedi.
Bende ucundan diyaloğa biraz baktım. Sonra
kendi kendime dedim ki, evet bu güzel, bu kişi hakkında ulaşılması gereken bir
husus olmuş. Sonra ciğerim yandı. Ümmeti Muhammed’in o kadar garip insanları
var ki;
Onları hiç hatırlayan var mıdır?
Onlarla ilgili rüya gören de var mıdır?
Onlarla ilgilenecek veya destek çıkacak?
Tamam, kapıdan içeri girenler bizim, ya
dışardakiler?
EVET, DIŞARDAKİLER, İÇERİ GİREMEYENLER…!
ONLAR GARİPLER,
DERTLERİNİ KENDİLERİNE DAHİ
DİNLETEMEYENLER,
BATMIŞ,
UZATSA ELİNİ TUTACAK HİÇ KİMSE
YOK.
Dedim ki; mesela, onlara yardım etmek
sözüm ona “sokak çocukları koruma derneği” mi yardım edecek..
Durur kalırsın... Çünkü onlar sokakta
kalmamışlar ki, birçoğunun makamı yükseklerin ta ötesinde.
Ağlayanları dahi yok onların. Niye
ağlasınlar ki.
Gördüğüm iyiler, ağlıyor. Ancak
ağladıkları yanındakiler.
Ya dışardakiler? Onları bu kişiler görmek
istemezler… Bir gizli kin mi var diye sorasım gelir.
Derler ki, Onları görmeye başladığın zaman
seni yakacak bir ateş hazırlayan birileri gibi, onlar, incitirler diye
korkuyoruz mu diyorlar.
Bir zaman Hızır’ın camide azarladığı bir
veli varmış, Veli; “Fazla ileri gitme seni ifşa ederim”, dediğinde, Hızır,
Allah Teâlâ’ya “bu hangi dostların ben tanımıyorum” demiş.
İşte, zamanımız da , bu dostların azaldı
mı yoksa çoğaldı mı tam olarak bilemiyoruz.
Dışardakiler…
Unutulmuşlar mı?, Unutmuşlar mı ?,
unutturulmuşlar mı?
Soru çok ama cevap veren yok. Bir ağlayan
görürsek üzülürüz. Fakat niye ağladığını sormadan geçer gideriz. Ağlayan
gerçekten ne için ağlıyor, bilemeyiz.
Gülenlere de bakın. Onlar da ağlıyorlar
yalnızlıklarına. Dönülmez yolun içine düşmüşler, dönüşe imkânları yok. İleri
gidecekler daha da ileri gidecekler.
Yol bitmez, biten insan olur. Bitti
dediğimiz yerde, doğrular ve yalanlar kaybolmuş hakikat ortaya çıkıyor.
Doğrular ve yanlışlar hepsi senin benim
için. Hakikatin olduğu yerde doğru ve yanlış diye bir kavram yoktur. Sadece O
vardır.
İşte, rüyalar, fikrimizi bağlayan rüyalar.
Görebildiğimiz, göremediğimiz rüyalar. Kader değiştirenler, değiştirmeyenler…
Görürsen birisini tanrıya atıyor, tutuyor.
Sor, rahat mısın?, “ben inkar ettim, bir şey olmuyor” diyor. Yine görsem
birisini “Allah Teâlâ’ya inandım”, sor, “benim içinde bir şey olmuyor.”
Bu nasıl bir hüküm ki sonuçtan kimse
memnun değil.
Cevap veriyor, birşeyler olması gerek,
fakat olmuyor. Hafakanlar bünyesini sarmış, inancından zevken alan aynı
durumda. Bir şeyler olmuyor.
Olmaz. Eğer büyükle uğraşmaya başladıysan
küçüklüğünü bilmen gerekir. Sen ve O bir gerçekse ki, tabiki gerçek,
kundaktaki çocuğuna kızan bir anne gördün mü hiç?
Kızan yok, kızılan yok. Ortada bir
alışveriş almış gidiyor. Ancak, ölüm. Bunun dışında cevap pek mümkün değil.
Her şey bir yol tutturmuş gidiyor. Doğru veya yanlış. Aslında doğru ve
yanlış bir yol yok ki. O, sana bana göre. İnançlı ile inançsız olmanın tek
birleştiği nokta iyi olabilmenin paydasında kalabilmek. Eğer doğrusuna eğrisine
kararı biz veremiyorsak, iki ile üçün arasında kalmaya gerek yoktur.
“O gün yüzler açılacak astarın rengi
ortaya çıkacak”.
Sen neysen karşındaki de o. Ben ne isem
sende osun. “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyen Yunus’un
sözüne mergub olmamak elde mi?
Allah Teâlâ’m ben dışardakilerdenim.
Vefakâr dostlarım dışardakiler. İçerdekilerin seninle olduklarını biliyor ve
seviniyorlar. Ben ise ağlayanlarını seni bulamayanlarını düşünüyorum. İçeride
yaşamaları mümkün olmasa da, onlar içeriyi de hayal bile edemiyorlar. Onlara
içeriyi hayal etmelerini söylüyorum.
Hayal ne güzel şey.
Hayal dahi edememek. Dönülmez akşamın
ufkunda batan güneşlerin ışığını tekrar parlatan Rabbim, bu hayale bir imkân
yok mu, kurtuluşumuz için bir dönüş yok mu?
Ne olacak?
Külhanın önünde çalışan yaşlı pir efendiyi
düşününce, külhanın önünde döktüğü terde cehennemin sönmeyecek mi?
Ah, sine büryan, can uryan, akıl tüğyan,
kalp giryan.
Diyor musun; “Ağla dur, soruna cevabı
yok.”“Burada cevabı olmayan doğru sorular sorulmaz” “Öteye geçince anlatırız
mı” diyorsun.“Öteye ne zaman geçeceğiz.”
Allah’ım….
İhramcızâde İsmail Hakkı
GÜNÜMÜZ ŞEYHLERİNİN REKLAM DÜNYASINDA ŞEYTANIN YARDIMLARI
https://www.facebook.com/video.php?v=356704237841939
Videoyu seyredebilirseniz, üstadları tarafından madur/hasta edilmiş garip
insanlar göreceksiniz. Hasta veya cinlenmiş gibi halde görünenlerin birçoğunun
kadın olması dikkat çekici. Burada karii (okuyan) Kur’ân-ı Kerim ayetlerini
okuyarak yaptığı bir serenomi var. Belirli ayetleri okuyor. Videodaki ses bozuk
olsa da aşağıda okuduğu ayetlerden tesbit edebildiklerimi sizinle paylaştım.
Ancak burada garip olan durum şu ki, eğer bu kişi cemaatinin şeyhi veya üstadı
ise, bu şekilde bir ahvalin oluşmasına meydan vermemesi gerekirdi. Şu an
kaynağını hatırlayamadığım bir kaynakta şu meseleyi okumuştum.
Bazı tarikat/cemaat liderleri karizmalarını sağlamlaştırsın diye şeytanın
hususi bir yardımı varmış. Şeytan tarikat üyesini hastalandırır,
daha sonra o kişinin şeyhi önünde şifaya kavuşturuldu
şekline dönüşünü sağlayarak bir yönelimin oluşmasını sağlarmış. Hasta
eden şeytan, şifayı verende şeytan. (Aslında şifayı veren Allah Teâlâ’dır. Fakat
burada hile ve gözboyacılığı olunca fazla söz denilemiyor.)
Müridler zanneder ki, bizim efendide bir numara vardır. Aslında hepsi bir
oyun .
İşte bu oyunda şeytanında ortak olduğunu bilecek nadir insan çok az
bulunur. Bilende söylemekten korkar. Derseniz; eğer bahsettiğimiz bu şekilde
bir durum yok; o zaman hastaların hepsinin kadın olması, transsandantal /cezbe
(ne derseniz deyin) durumla karşılaşmaları bu ve benzeri cemaat
liderindeki zayıflığına işaret eder. Bu kişilerden uzak durmak gerekir. Niyazi
Mısri kaddesellâhü sırrahu’l âlî efendimizin buyurduğu üzere
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa
uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Her mürşide gönül verme kim yolun sarpa
uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu kolay imiş
Bu vasıftaki kişilerin/ şeytanın
entrikalarından ve şerlerinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
VİDEODA OKUNAN AYETLERİN DÖKÜMÜ
(Bu ayetlerin bu konularda bilinmesi ve okunması usuldendir. Bilmenizde
fayda vardır.)
(BAKARA suresi 148. ayet)
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Okunuş
Ve li külliv vichetün hüve müvelliha festebikul hayrat, eyne ma tekunu
ye'ti bikümüllahü cemia, innellahe ala külli şey'in kadir
Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde
yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
==
(BAKARA suresi 102. ayet)
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Okunuş
Vettebeu ma tetlüş şeyatiynü ala mülki süleyman, ve ma kefera süleymanü ve
lakinneş şeyatiyne keferu yüallimunen nasas sihra ve ma ünzile alel melekeyni
bi babile harute ve marut, ve ma yüallimani min ehadin hatta yekula innema
nahnü fitnetün fe la tekfür, fe yeteallemune minhüma ma yüferrikune bihi beynel
mer'i ve zevcih, ve ma hüm bi darrine bihi min ehadin illa bi iznillah, ve
yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm, ve le kad alimu le menişterahü ma
lehu fil ahirati min halakiv ve le bi'se ma şerav bihi enfüsehüm, lev kanu
la'lemun
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine
tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir
oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe
indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için
gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye
(sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını
açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç
kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni
öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi
olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne
kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!
==
(YUNUS suresi 81. ayet)
فَلَمَّا أَلْقَواْ قَالَ مُوسَى مَا جِئْتُم بِهِ السِّحْرُ إِنَّ اللّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللّهَ لاَ يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ
Fe lemmâ elkav kâle mûsâ mâ ci’tum bihis sihr(sihru), innallâhe se
yubtiluhu, innallâhe lâ yuslihu amelel mufsidîn(mufsidîne).
Attıklarında Musa dedi ki: «Bu sizin yaptığınız sihirdir. Muhakkak Allah
onu iptal edecektir. Şüphesiz ki, Allah fesatçıların işini düzeltmez.»
==
(A'RAF suresi 117-118 ayet)
وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ
Ve evhaynâ ilâ mûsâ en elkı asâke, fe izâ hiye telkafu mâ
ye’fikûn(ye’fikûne).
Biz de Musa'ya, 'Asanı koyuver' dedik, o da koydu; hemen onların uydurduklarını
yutmaya başladı.
**
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Fe vakaal hakku ve batale mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Artık hakikat ortaya çıkmış ve onların bütün yaptıkları boşa gitmişti.
==
(TA'HA suresi 69. ayet)
وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى
Ve elkı mâ fî yemînike telkaf mâ sanaû, innemâ sanaû keydu sâhır(sâhırin),
ve lâ yuflihus sâhıru haysu etâ.
Ve elindekini bırakıver, o onların yaptıklarını yalar yutar, çünkü onların
yaptıkları sırf sihirbaz hîlesidir, sihirbaz ise her nerede olsa felâh bulmaz
==
(ANKEBUT suresi 21. ayet)
يُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَيَرْحَمُ مَن يَشَاء وَإِلَيْهِ تُقْلَبُونَ
Yuazzibu men yeşâu ve yerhamu men yeşâ’(yeşâu), ve ileyhi
tuklebûn(tuklebûne).
(Allah), dilediği kişiye azap eder ve dilediği kişiye rahmet eder (Rahîm
esmasıyla tecelli eder). Ve O'na, (halden hale çevrilip) döndürüleceksiniz.
==
(FUSSİLET suresi 20. ayet)
حَتَّى إِذَا مَا جَاؤُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Hattâ izâ mâ câûhâ şehide aleyhim sem’uhum ve ebsâruhum ve culûduhum bimâ
kânû ya’melûn(ya’melûne).
Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri
şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.
==
(FECR suresi 27. ayet)
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.
Ey mutmain olan nefs!
FECR-28:
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!
FECR-29:
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Fedhulî fî ibâdî.
O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah'a ulaştırdığın zaman Bana
kul olursun) kullarımın arasına gir.
FECR-30:
وَادْخُلِي جَنَّتِي
Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.
DİNLER ARASI DİYALOG HEYKELİ’NE BİR DAHA
Eskimiş bir haber , fakat hatırlayalım.
Haber:
Dünyayı sarsan çifte rezalet
Yeni Şafak | | 21 Şubat 2010
İspanya ve İngiltere'de yaşanan iki ayrı skandal dünyayı ayağa kaldırdı.
İspanyol Merino'nun üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den
oluşan heykeli infiale yol açarken, İngiliz sanatçı Elton John'un Hz. İsa
hakkındaki hakaret içeren sözlerine tepki yağdı
İspanya'da sergilenen skandal heykel, dünyayı ayağa kaldırdı. İspanyol
sanatçı Eugenio Merino'nun üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den
oluşan heykeli dünya çapında büyük tepkilere yol açtı. İspanya'nın başkenti
Madrid'deki ARCO Çağdaş Sanat Fuarında yer alan İspanyol sanatçı Eugenio
Merino'nun 'Cennete giden merdiven' adını verdiği heykel, üst
üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den oluşuyor. Heykelde
dikkat çeken bir başka özellik ise papazın elinde Tevrat, hahamın elinde
Kur'an-ı Kerim olması ve secde eden Müslüman'ın alnını koyduğu yerin yanında da
İncil'in bulunması.
50 BİN EURO'YA SATILDI
Heykelin yanında ise makineli bir silahın namlusunun ucuna geçirilmiş
Museviliğin sembollerinden olan yedi kollu şamdan bulunuyor. Heykel fuarın ilk
günüde 50 bin Euro karşılığında Belçikalı bir sanat koleksiyoncusuna satıldı.
Merino "çalışmasını üç büyük dinin bir arada olmasını göstermek
amacıyla" yaptığını savundu.
SKANDAL HEYKELE HER KESİMDEN KINAMA
Hem Müslüman hem de Hıristiyan dünyasında tepkilere yol açan heykelle
ilgili olarak Madrid'deki İsrail Büyükelçiliği de sert açıklamalarda bulundu. Büyükelçilik, heykelin Yahudiliğe, İsrail'e
ve aynı zamanda diğer dinlere yapılan bir saldırı olduğunu söyleyerek protesto
ettiğini bildirdi.
http://www.yenisafak.com.tr/dunya/dunyayi-sarsan-cifte-rezalet-242776
http://www.iha.com.tr/haber-kizdiran-heykel-109656/
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=NanFmRsnGOo
--
YORUM
Nereden icap etti, bu heykel meselesi?
Dindârların kafasını karıştıran bir şeyi gündeme getirmek.
Unutmayalım ki, bakışın iyisini bulmak için arkaplandaki yapıyı irdelemek
gerekir. Bir sanatçı bir konuyu işleyip servis ederken bir kitleyi (burada
Ehl-i Kitap ve Müslümanların inançlı kesimi) rahatsız edeceğini bile bile bir
eserini paylaşıyor. Bunu yaparken, her olumsuz durumu düşünmüş olması gerekir.
Bu gibi durumların yalnızca para için yapıldığını zannetmek düşünen insana
biraz aptalca gelir. Bu nedenle heykeli üstün körü yorumlamaya çalışırsak
hataya düşüyoruz. Yanlış yok mu var, niye ilk etapta tepki verebilecek bir
durumu varda ondan..
Sanatçının birinci şartı insanlara düşünmediğini hatırlatacak imajı ilk
defa sunabilen olmak ve hareketini sağlamaktır.
Bu heykelden kimse memnun olmadı.
Şimdi buradan sözü heykeli çözümlemeye çevirirsek;
secde ettiği halde Müslümanların Hristiyanlaştığı,
Hristiyan dünyanın Yahudileri nasıl kullandığını ve Müslümanları nasıl
sömürdüğünü,
Yahudilerinde eline Kur’ân-ı Kerimi ele aldığında yani uyduğunda tabi
olduğunda bütün milletlerin hâkimi olacağını ve altın çağı yakalayacağını;
anlatmak istiyor diyebiliriz. (bu yorum bizim)
Bu heykeli yapan diyalog çağrışımı yapıyorum telaşına düşmüş olabilir.
Ancak farkında olmadan geleceği gördüğü düşünüyoruz. Gelecekte olacağı
bahsedilen Hz. İsa’nın Nüzülü, Deccal’in öldürülmesi ve Hz. Mehdi nin gelişine,
bu çerçeveden bakınca; bu olayların çilesini Müslümanlar çekeceğine heykelde
ima da var. Fakat her şeyden önemlisi Yahudilerin Kur’an-ı Kerim’e
dönüşü dünyayı değiştirecek olduğudur. Çünkü Yahudiler her şekilde
dışlanmışlığın verdiği acılar ve sonsuz araştırmaları ve gayretleri sonucu
hakikate erişecekler görünüyor. Bu fikir günümüz için biraz basit veya alelâde
gelebilir. Ancak gelecek budur ve hakikattir.
İnsanlar geleceği görebilir. Ancak kabullenmekte zorlanırlar. Bu
tür fikirsel ve sanatsal eylemsel eserler doğasında birçok sırrı
barındırabilir.
Sonuçta bu heykel dinler arası diyalog heykeli değildir. Çünkü dinler arası
diyalog aklın ve mantığın kabul etmeyeceği bir husustur. Bunu bilgi sahibi olan
her insan bilir.
Sonuç olarak bu heykel “gerçek geleceğin” günümüzdeki
rahatsızlığının dışa vurumudur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“CENNETE, RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME İMAN EDENLER GİRECEKTİR.”
“Cennete kimler girecek?”
Bu soru herkes tarafından bir şekilde açıklanır/açıklanmaktadır.
Fakat doğru olan (bize göre şudur):
Cennete Allah Teâlâ’ya iman edenler,
değil, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenler gidecektir.
Bu ne demektir?
Bu şu demek oluyor.
Biz hakiki ve İslam dini üzere iman etmeyi kimden öğrendik?
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den. O kimden öğrendi Cebrail
aleyhisselâmdan. O kimden öğrendi? Allah Teâlâ’dan
Allah’a iman etmek. Ancak hangi Allah’a?
Biz Müslümanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah’ına iman
ettik.
Yani Müslümanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin getirdiği
Kur’ân-ı Kerim’deki beyan ettiği açıkladığı Allah Teâlâ’ya iman ettik.
Eğer Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme iman ediyorsak, o zaman
doğru iman üzereyiz.
Yeryüzünde Hz. Adem aleyhisselâmdan beri çeşitli inançlar, hakikatin
yanında ifrat ve tefrid arasında geldiler. Bu inanç seviyesi ve mevzunu
müslümanlarda dahi farklılıklar gösterdiğini düşününce, her kulun fıtrat gereği
iman ettiği/edeceği bir Allah/ilah inancı var. Denilir
ki, “nefesler sayısınca veya nefisler sayısınca” İnsanların
kalbindeki inandığı Allah/ilah inancı çeşit çeşittir.
Ben Allah Teâlâ’ya iman ediyorum demek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme iman ediyorum demektir. O halde cennete Allah’a iman edenler değil,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenler girecektir.
Yine bizler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ilâh inancına
tabi olmadığımız sürece gerçekten iman edenlerin safında olmak şöyle dursun,
batıl yolun temsilcileri olmaktan kurtulamayız.
Bu konuyu teyid için şu menkıbeleri tekrar hatırlatalım.
Dirayet tefsirinde otorite olan Fahreddin-i Râzî (rahmetullahi aleyh)
âhirete intikal ettiğinde, kabirde sorgu melekleri (Rabbin Kim? Nebin Kim?....)
malum sualleri sordular. Hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın
nasıl bir iman?” sualine gelince cevap veremedi. Aklına
bir türlü cevap gelmeyince zamanın büyük velisi manevi Necmüddîn el-Kübrâ
kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri ona yardım eder.. Necmüddîn el-Kübrâ der ki;
“Taklittir, de, taklit.”
“Taklittir”, diyor. Melekler;
“Kimin taklidi?” diye tekrar soruyorlar.
“Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” diyor. Sorgu Melekleri
“Tamam geçtin”, diyorlar.
Bunun için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, bazı irfan
sahibi büyüklerimiz
“La ilâhe illa’llah alâ muradillah” “La ilâhe
illa’llah’tan Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise”,
”alâ murad-ı Rasulillah” “Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o kasıtla diyorum” veya “sen de öyle de” derler.
Bu taklittir.
Başka kıssa daha vardır:
Hz. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Firavun’un palyaçolarından biri, Hz. Musa
aleyhisselâmı taklit ediyor. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm kıllı vücutlu, göbekli,
başı dazlak bir zât-ı şeriftir. İşte adam, başına işkembe geçiriyor, o zaman
naylon yok tabiî, karnına bir yastık koyuyor, elinde asayla Hz. Musa
aleyhisselâmı taklit ediyor. Niye, Firavun’u güldürecek çünkü. Hz. Mûsâ
aleyhisselâm bunu haber alıyor.
Bir mükâleme, yani Allah Teâlâ ile konuşma sırasında, “Bunu kahret Yâ
Rabbî” diyor. “Kahretmem” diye hitap
ediyor Cenâb-ı Allah Teâlâ
“Firavun’u değil, seni taklit ediyor.”
İnceliği anlayabildiniz mi? (Kaynak olarak Ö. Tuğrul İNANÇER,
Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)
Allah Teâlâ buyurdu ki
“Hayır, hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarındaki çekişmeli,
ihtilâflı konularda, seni hakem yapmadıkça, senin icraatından, uygulamandan
dolayı içlerinde hiçbir burukluk duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe iman etmiş olmayacaklar. (Ahmet Tekin Meali: Nisa , 65)
*****
RASÛLULLÂH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ, MÜSLÜMANLAR NİYE KISKANIYOR?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
bir şekilde tenkit etmek, O’nu şirk babında Allah Teâlâ’ya rakip görmek
günümüzde moda oldu.
O’nun yüce şahsiyetini görmemek.
Görmemek ne kelime, O’nu müsteşrik
edasıyla dinden silip atmak bir vazife addediliyor?
Ne oldu bu Müslümanlara!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
karşı olmak yoksa dinden dönmenin başka bir şekli mi?
Gün geçtikçe adı Müslüman, kendi de
Müslüman (!), fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme düşman kişiler
artıyor ve eksilmiyor.
Neden?
Diyebilirsiniz, hayır öyle bir şey yoktur.
Var Efendim var!
Onların işine bak; kulluğuna bak;
cemaatine bak, liderine bak; hocasına bak; şeyhine bak ; dergisine bak, …
Baktıkça bakın …hiçbirinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme dair az da olsa “minnet babından” duyulan
bir söz ve halleri var mı ?
Yoktur.
Bazılarında da, Kur’ân-ı Kerim dillerine
dolanmış duruyor.
Ne oldu?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem nerede?
Niçin peygambere karşı hased edici
oldu bu Müslümanlar?
Tabi ki sebebi var.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
“kulluğun” simgesi.
Tanrı olmak varken kul olmak kimin
neyine..
Uçmak varken, kaçmak varken, gökler
varken, sefahat varken; yerlerde durup, kulluk etmek, malını mülkünü paylaşmak,
namaz kılmak, insanların çilelerine talip olmak;
Kimin neyine.
Onlara ulaşmak için, Fenâ’ya çıkarsın,
bekâya varırsın, o da yetmez, nasıl olsa peygamber gelmeyecek ya;
Yeri gelir Mehdi, yeri gelir İsâ
olduklarını kabul etmeye mecbur olursun.
İşin garibi günümüzde “şeytan tatile çıktı
diyorlar”dı da inanmazdım. Meğer doğru imiş.
Şeytan bu günlerde istirahat ediyor.
İşin latifesi bir yana biz nerede hata
yapıyoruz?
Cevabı yukarıda söylediğimiz gibi
kimse “KUL” olmaya yanaşmıyor.
Kulluk zor iştir.
Melek olsan bile kulluk zor iştir.
Cebrail aleyhisselâm meleklerin peygamberi
iken Azâzil’in düştüğü durumlardan her zaman rahatsız olmuş ve sıkıntısını
içinde hissetmiştir. Öyleki Kur’ân-ı Kerim’i indirdiği güne kadar kendini
emniyette hissetmeyip, âlemlere rahmet olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ile ancak huzura kavuşabilmiştir.
Bir gün Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Cebrail’e:
“Yüce Allah, ‘seni âlemlere rahmet için
gönderdim’ (Enbiya 107) buyuruyor. Bu rahmetten sen de istifade ettin
mi?” demiş.
O da:
“Evet, akıbetimden korkuyordum. Allah,
bana: ‘O elçi güçlüdür, Arş’ın Sahibi katında yücedir. Orada (kendisine) itaat
edilen ve güvenilendir’ (Tekvîr 81/20-21) şeklinde övgüde bulunduğu için sana
iman ettim, demiş.”[1]
İsmail Hakkı Bursevî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer vermiştir:
“Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine alan, cami’, gaybî, ilmî, aynî,
vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm kayıtları kuşatan, ruhlar ve
cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili âlemleri de içine alan bir rahmettir…
Ey akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce
Allah Teâlâ bize şunu haber vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
selleminin nuru, Allah’ın ilk önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı
nurunun bir bölümünden Arş’tan toprağa kadar yaratmıştır…” [2]
Yine tahrif edilen Yuhanna İncil‘inde Hz. İsâ aleyhisselâm içinsöyleniyor denilse de “Sen olmasaydın felekleri
yaratmazdım”müjdesine kavuşmuş Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta yarar görmekteyiz:
“…Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var
olan hiçbir şey O’nsuz olmadı…”[3]
“…O, hep dünyadaydı, dünya O’nun
aracılığıyla var oldu, ama dünya O’nu (gerçeğiyle) tanımadı…”[4]
Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık
ve hased duygusu insanın fıtratından doğmaktadır. Bu duyguların imanî
çerçevedeki durumu terbiye ile alakalıdır. Bu nedenle Müslüman olması kişiyi bu
huylardan uzak tutmaz. Yine Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Onlar mı Rabb’inin rahmetini taksim
ediyorlar?”[5]
Ebu’l Leys Semerkandî, buradaki ifadeyi
açıklarken “risâlet ve nübüvvetin anahtarları onların
ellerinde mi ki onları diledikleri yere koyuyorlar? Risâlete, kullarımızdan
dilediğimizi ancak biz seçeriz” demiştir.[6]
Fahreddin Râzî, buradaki rahmet kelimesini
izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette müşriklerin “Kur’ân, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil
miydi?”[7] şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak
indirildiğini, dolayısıyla onların peygamber olarak bekledikleri kişilerin de
Mekke’den Velîd b. Muğîre Tâif’ten
de ‘Urve b. Mes’ûd es-Sakafî olduğu ancak bu
kişilerin Allah Teâlâ için bir mana ifade etmediğidir..[8]
Allah Teâlâ Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu seçimde hata arayanlar dikkat
etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün Hallac-ı Mansur’un akıbetine
uğrayacağını bilmelidirler. (Aman Ya Rabbî!)
Aşağıdaki alıntılar ile
Müslümanların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında dikkatli
olmaları edep ve tazimde durumlarının ne olması gerektiğini anlamalıdırlar.
Mevlana Cami kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Nefehât’ında ” Hallac ne için i’dam edilmişdi?” konusunda
bir rivayeti şu şekilde aktarıyor.
‘Bir gün Hallâc’ın kalbinden şöyle bir
hâtıra geçti ki, Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, mi’râc
esnasında “niçin yalnız mü’minlerin affını diledi de bütün insanların
affını dilemedi?”
O anda rûh-ı Nebî mütecessid (zahiren
bedene bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve
“Bizim kalplerimiz Allah Teâlâ’nın
ilhammahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle hareket ederiz. Eğer bütün
insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı öyle istirham ederdim” buyurdu. Bunun üzerine Hallaç, hata
etmiş olduğunu anladı ve özür dilemek üzere başından sarığını çıkarıp tezellül
(aşağılanma- özür) tavrı aldı.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz;
“Sarığını çıkarmak kâfî değil, benim
rızâmı kazanmak için başını da vermelisin” buyurdu. Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi.
Onun için dâr ağacı üzerinde bulunduğu sırada,
“bu işin sebebini ve kimin muradı olduğunu
biliyorum, fakat itâ’at ediyorum”demişti.[9]
Durumun inceliğini fark etmek gerektiğini
daha iyi anlamış bulunmaktayız.
Fatih’in Hocası Hz. Akşemseddin,
evliyaullahdan bu duruma düşmüşler hakkında buyurdu ki:
Evliyadan bazıları zahir güzelliğe nazar
etmezler, daima o mübarek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü
Evliyaullahın, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık
olmaları gerekir ki Hakk’ın inayeti erişip“cemâl”e müşahit olanlar.
Zira Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu“Cemâlûllah” a
âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden müşahede edilmez.
Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep
de budur. Baksana, dünya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mecnun gibi
Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların
sultanıdır.
Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun
hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister
başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı
Ruh-ı Muhammedinin nurudur). O, zattan feyizlenir.
Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı
hayran olmak bedî’i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır.
Onlardan her birine de“Cemâl ehli” derler. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden
dolayı o makamda zât’ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk
makamı derler. Zira, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesinden
kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un
hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye’ye münasip bulunmayan sözleri gibi –
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep etmezler.
(Böyle hallerde) Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak
eder. Şüheda mertebelerini bulurlar.[10]
Hulasa; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin hakkında ileri geri konuşanlar ve O’ndan başkasının peşine
gidenlerin akibetlerinin perişan olma ihtimali içinde olabileceğini hatırlatmak
gerekir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
incitmekten Allah Teâlâ’ya sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
Beyrut 1985, V, 527. Tabresî de benzer ifadeler kullanarak bu konuşmayı
nakletmiş, sonunda Cebrail’in: “Allah, bana ‘O elçi güçlüdür, Arş’ın
Sahibi katında yücedir’ kavliyle övgüde bulununca ben de sana iman
ettim” dediğini belirtmiştir” (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan et-Tabresî,
Mecme’u’l-Beyân fı Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut 1994, VII, 106).
[2] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
Beyrut 1985, V, 528
[3] Yuhanna, Yeni Ahit, Yeni Yaşam Yayınlan,
İstanbul 2000, 1: 3.
[4] Yuhanna 1:6-10.
[5] Zuhruf 43/32.
[6] Semerkandî, Bahr’ul Ulum, III, 256.
[7] Zuhruf43/31.
[8] Râzî, Mefatihul Gayb, XXVII, 209.
[9] Bkz:Tahirü’l-Mevlevi’nin”Hallac-ı
Mansur’a Dair” Risalesi
[10] Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar