Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 8

Bunlarada Bakarsınız





 


KEMALİN, KEMAL VE ZEVAL MERTEBESİ

91. Yıl Yorumları (Hicrî ve Miladî Ortalama Üzerinden)

 

1.TARİH

:

29/10/1923

2.TARİH

:

17/12/2013

FARK

90 yıl 1 ay 19 gün
(toplam 32922 gün)

 

32922/365=90.1972602739726

32922/355= 92.73802816901409

كمال= Kemal=91

زوال= Zeval=44

Zevalin Zevali= 88

12 Haziran 2011 [G.Seçim]

1.TARİH

:

29/10/1923

2.TARİH

:

12/06/2011

FARK

87 yıl 7 ay 13 gün
(toplam 32003 gün)

32003/365= 87.67945205479452

32003/355=90.14929577464788

Kemalin Zevali:91/44=2.0681818181818183

Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan partinin başına tekrar Kemal getirilmesi Kemalin Kemali veya zevaline işaret olabilir. Burası yoruma açıktır.

1.TARİH

:

12/06/2011

2.TARİH

:

27/12/2013

FARK

2 yıl 6 ay 15 gün
(toplam 929 gün)

 

22 Mayıs 2010

1.TARİH

:

29/10/1923

2.TARİH

:

22/05/2010

FARK

86 yıl 6 ay 24 gün
(toplam 31617 gün)

31617/365=86.62191780821918

31617/355=89.06197183098591

----------------------------

1.TARİH

:

30/03/2014

2.TARİH

:

29/10/1923

FARK

90 yıl 5 ay 1 gün
(toplam 33025 gün)

33025/365=90.47945205479452

33025/355=93.02816901408451

Kemalin Kemali:182

Kemalin Zevali=91-44=47

2013+47 = 2060

2013+182=2195

Gaybı Allah Teâlâ bilir. Yapılan hesaplamalar “Ebced”in maverasından akan neticelerdir. Yılar önce bir Osmanlıca bir metni latinize etmiş ve kenarına bir not düşmüştüm. Sizlerle paylaşmak istedim. Bulunduğumuz [2014] yılı bir dönüşüme veya başkalaşıma işaret olması yönünden çok önemli olduğu kadar dikkat edilmesi gerekir. Bu yıl içerisinde alınacak her türlü kararın, kaderi cephede karşılığı bulunduğu gibi, zamanın ilerisini ve gerisini etkileyecek olacağını da tahmin ediyoruz. O seneler konuya bir yönden bakmıştım. Fakat birçok yönden tevili vardır, ehline bırakıyorum. Yıllar öncesinde (1999) ancak bu kadarı fehmimize gelmişti. Bu bahsedilen bilgiler harflerin ve kelimelerin yorumudur. Hakikat Allah Teâlâ katındadır. Yaşadığımız her şey kaderin gereği ve gerçeğidir. Bunun önüne kimse geçemez. Geçtiğimizi de zannetsek, bu da yine de yine kaderdir.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de buyurdu ki;“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir. ” Yûnus, 107. Her dilediğini yapıp-gerçekleştirendir. Buruc, 16; Onu engelleyecek hiç birşey olmayacaktır. Tur, 8

Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O'nun yanındadır. Ra'd, 39 Bir şeyi istediğinde O'nun emri sadece ona: "Ol" demesidir. O da hemen oluverir. Yâ-Sin, 82

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

BEDDUÂ, KÖTÜYE YARDIM ETMEK MİDİR?

İlm-i Ledün sahipleri bir kötüye yardım etmek istedikleri zaman o kişiye beddua ederler. Avam-ı nas ise muhayyilesinde bunu düz manada yorumlar. Aslında bu beddua kötünün necatı olmuştur.

Bir kadının bir tavuğu vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu tavuk, kadın için yumurtluyordu. Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı. Kadın ta­vuğun çalındığını öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi Allah Teâlâ’ya havale etti. Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu. Birden bire hırsızın yüzü tavuğun tüyleriyle kaplanı­verdi. Ne yaptıysa bu tüylerden kurtulamadı. Kime sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl kurtulacağına dâir bir çözüm sunamadı. Derken İsrailoğullarından bir bilgine rastladı. Du­rumu ona da anlattı. Bilgin şöyle dedi:

“Bunun ancak bir şifâsı vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ etmesidir. Şâyet bedduâ edecek olursa, bu has­talığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına bazı kimseleri gönderdi. Bu kimseler:

“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:

“Çalındı.” dedi. Onlar:

“Desene çalanlar sana çok eziyet etmişler.” dediler. Kadın:

“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar:

“Canını çok yakmış olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.” dediler. Kadın:

“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde sorularla kadının öfkesini iyice kabarttılar. Derken kadın, hırsıza bedduâ edi­verdi. Bunun üzerine hırsızın yüzünden tüyler dökülüp kayboldu. Bu durum İsrailoğullarından olan bilgine haber verildi. Bilgine:

“Bunun bu şekilde iyileşeceğini nereden bildin?” diye sor­dular. O:

“O kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini Allah Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadı­nın yerine ondan intikam almıştı. Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun üzerine de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.” buyurdu.[ İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 202]

 

İyi olarak bildiklerimizin bedduasını şer olarak anlamak yerine yardım olarak kabul etmek gerekir. Onların yaptıkları bu zahiri hareket aciliyet kesbetmiş cezanın tehirine sebep olmuştur. Büyükler eğer kızmışlar ve kaderi cephede bir rahmet zuhur etmemişte, gazabı ilâhiye tecelli edecekse sukût ederler. Bu felaketin ta kendisidir. Bu ahvalden Allah Teâlâ’ya sığınmak gerekir. Bu minvalde rahmet mefhumu içeren bir beddua muhteviyatı vardır ki, onu da ancak ehli anlar.  Hz. Mevlâna Celâleddin Rumî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimizden bir örnek verelim.

 Mevlânâ sözleri arasında buyurdu ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri birinden incindiği vakit, Allah Teâlâ’ya:

“Ey Allah’ım, onun malını ve çocuklarını  artır,” diye bedduada bulunuyordu ki, adam onlarla meşgul  olup onun sohbetinden mahrum kalsın. Bundan Allah Teâlâ’ya sığınırız. Fakat birinden memnun olduğu vakit de kendi geniş inayetini o kimseye can yoldaşı yapar ve:

“Ey Allah’ım, onun  malını ve çocuklarını azalt,” diye buyururdu ki, o daha fazla  yalnız kalsın, hafiflesin ve o mânaya istidat kazansın. (Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.1, 436. Menkabe)

İşte bu ilim bizim Ledünnî olan ilmimizdir, medrese ilmi değildir. Bunun üzerine hepsi başkoyup insafa, geldiler ve Şeyh Bahaüddin Allah Teâlâ’nın kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve:

“Mademki bu dünyadan gideceğim hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi değil, inayete mazhar olan bir kul gibi gideyim” dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta oldu ve on üç günde Allah Teâlâ’nın rahmetine kavuştu. (Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.2, sh:420)

 

Konya beylerinden biri Sultan Veled’in gazabına uğradı ve on gün içinde o haneden ve soydan hiç bir kimsesi kalmadı. Erkek ve kadınlarının hepsi anî bir ölümle ölüp gittiler. O kadar ki evlerinde bir kedi bile kalmadı. Nihayet onların bu hali insanlara ibret oldu. Onların helâk ve felâketleri söylenip yazıldı. Onun edepsizliğinin uğursuzluğu onların hanümanını yok etti. (Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.2, sh:276)

Allah Teâlâ’m, Senden yine Sana sığınırım.

İhramcızâde İsmail Hakkı


“DİL”İN GERÇEĞİNDE KİMLİK  BOZUMU

Dil, insanların karşılıklı konuşmasını mümkün kılar. Bu da dilin yapısında önceden belirlenmiş ve biz onları öğrenmeden önce de var olan anlamlara uyduğumuz takdirde mümkün olabilir. Kişiye özel bir dilden söz edilemez. İnsanlar farklı bir mana kasteder veya kullanmaya çalışırsa iletişim kurabilmek için kullandığı dili “çevirmek” zorunda kalır. Ancak bu kelimenin karşıtlığı konusunda kimin kontrolünde olacağı sorununu çıkardığı gibi/çözüm bulmayı gerektirir.

Dil, kültür ve geleneksel kurumların kontrolünde geliştiğinden dilde kesin olmayan ögeler artar/ karşılık bulmanın sorunsalı baş gösterdiğinde paylaşılan değerler sarsılmaya başlar. Ayrışmanın başlamasına neden dilin karşılığını bulmada çekilen sıkıntıdır. Bilinçsizliğin [Bilinçdışı] temelide dil gibi olduğunu söylerken Lacan bu ayrışmaya dikkat çeker.

Kelimeler göstergesinin hiçbir öğesi bir diğerini belirlemediği, gösterge anlamını “açık” etmediği gibi, gösterilen de formla ya da sesle benzeşmez. Tam tersine, gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki rastlantısaldır. Mesela “Köpek” sözcüğünün köpeğe özgü hiçbir yanı yoktur. Zaten olamaz da, çünkü Dili yeni öğrenen çocuklar, kelimenin  ancak göstergesini öğrendikleri zaman anlamı da ayrımsamayı öğrenirler. Bir terimi doğru kullanabilmek, anlamını bilmekten geçer. Yunanca bilmiyor olabilirsiniz. Kelimedeki bir inceliğe örnek olarak aşağıdaki Yunanca kelime saf bir göstergedir:

λόγος

Yazıldığı zaman yukarıdaki şekli alır; seslendirilişi de şöyledir: logos. Ve eğer Yunanca biliyorsanız gösterilenin tam bir İngilizce karşılığı olmadığını da bilirsiniz; “sözcük”, “düşünce”, “anlam” ve “mantık” gibi karşılıklarını verebilirsiniz. Eğer baş harfini büyüterek şeklini çok az -ve sessizce- değiştirirsek, Λόγος halini alır ve gösterilen bir anda “Tanrı’ya ya da “Us”a dönüşür.

Dildeki karşıtlığın maddî ve mânevi yönden sorunları olduğu günümüzde,  icraatın içinde olanların zafiyetlerini örtbas etmek konusunda, hitabet sanatından alınan güçle dil kullanımını, ileri seviyeye kavuşturma trendleri ile kemiyet faktörlerini, keyfiyete üstünlük sağlayabilirler. İmaj/mecaz/hile/toplumu-dizayn tasarımcılığı ile başarısızlıklarını örtbas edebilirler.  Bu konuda yine revaçta olan reklamcılığın temelinde yatanda dilin kullanımı gelmektedir.  

Kelime göstergelerinin, adetler, gelenekler, vs. birer tezahürü olarak düşünmeye başladığımızda, zafiyet göstermeye ve değişim gösteremeye başlamış  olgulara yeni bir anlam kazandırmanın gerekliliği ortaya çıkmıştır.  Mesela:  Günümüzde ağartıcı ya da amonyak kullanan geleneksel temizlik ürünleri mikroplara karşı “savaş açar” ya da kirleri “yok eder” denilerek dramatize edilmektedir. Oysa ikinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından satışa sunulan deterjanlar, kiri kumaştan “nazikçe” çıkarmayı vaat ediyorlardı. [“Deterjanların esas amacı nesneyi koşullara bağlı kusurlarından arındırmaktır” sözlerinden yola çıkarsak, deterjanın üstün meziyetleriyle karşılaşan yabancı maddeler uzaklaşıyor ve beyazların düşmanları bertaraf oluyordu. Aslında kast edilen, “onların işlevi savaşmak değil, toplumsal düzeni korumak”tı.] Şimdi ise soğuk savaş döneminde “savaş” kelimesi ile çağrıştırılıyor. Yine  cilt bakım ürünü reklamlarında “mahrem olanın abartılı temsilinden yola çıkıyor”, söz konusu nemlendiriciler cildin derinlerine dışarıdan “sızarak” ve “nüfuz ederek” kırışıklıkları önlüyor ve ona doğal güzelliğini geri kazandırıyor, şeklinde dile getirilerek, bilinçdışı/bilinçsizlik etki altına alınarak, insanlar yönlendirilmeye çalışılıyor.

Günümüz reklamcılarının çoğu, Roland Barthes’in 1957’de Fransızca olarak basılan Mythologies (Çağdaş Söylenler) kitabını okumuştur. Barthes burada Saussure’ün kültürel değerlerimizi anlamlandırırken dilin kullanımına dair getirdiği açıklamalarından çıkarımlar yapar.

j. Lacan’da insanı toplumsal bir organizmadır ve yaşadığı sorunların temelinde kopukluk yatar diye ele aldığı kimlik/özne sorununu açıklarken, insan birer organizma olarak doğar (elbette) ve daha sonra birer özneye dönüşür, der.. Ama nasıl? Dünyaya geldiğimiz andan itibaren çevremizi kuşatmaya başlayan ve göstergesel uygulamalarla bezeli kültürümüzü özümseyerek, konuştuğumuz dili öğrenme sürecinde birer özneye dönüşürüz ki, bu da artık “ben”i gösterebilme yetisine sahip olduğumuz anlamına gelir. Bunun da bir getirisi, bir isteğimiz olduğunda çaresizce ağlamak yerine artık onu dile getirebilir, doğru otobüse binebilir, dostlarımıza e-posta gönderebilir ve siyasi konuşmalar yapabiliriz-ya da zevkimize göre felsefe okuyabiliriz. Tüm bunları mümkün kılan dil, her şeye rağmen Ötekidir. Lacan bu tanımı yaparken özellikle büyük harf kullanarak dilin Ötekiliğini ve insanlar arasındaki kültürel ötekiliği ayrı tutmaya çalışmasına karşın, göstergenin Ötekiliğini diğer insanlardan öğrendiğimizi ve içselleştirdiğimizi de aklımızdan çıkarmamak gerekir, der. En nihayetinde, bunlar hepsi dilin ürünleridir.

“Büyük Öteki” dediğimiz şey bizden önce de oradadır, varlığı bizim dışımızdadır ve bize ait değildir. Örneğin, bir isteğimizi iletirken kullanmamız gereken terimleri, iletişim kurabilmek adına ve başka bir seçeneğimiz de olmadığı için Ötekinden temin etmemiz gerekir. Bu sayede başlangıçta kendisi ve dünya arasında herhangi bir ayrım yapma duygusundan yoksun, bu insan denen küçük organizma, her ne kadar yabancılaştıran bir etkisi de olsa, çevresinden ayrışarak dilin içinde zaten kullanıma hazır olan ayrımlardan yola çıkarak isteklerini formüle etmek durumunda kalır.

Oysa burada eksik olan bir şeyler var - organik varlığımızın devamlılığından gelen bir kalıntı ya da isteklerimizi sözde tanımlaması gereken göstergelerin yetersizliğidir. Lacan bu kaybolan şeyin hakikat olduğunu söyler. Aslında kültürün bize gerçek olarak sunduğu hususların geneli hakikatin kendisi değildir. Anlamlamanın dışında yer alan özne organik varlıktır. Özne’de hakiki olan bizler bunun tam olarak ne olduğunu asla bilemeyiz, çünkü nesnenin bulunduğu çevredeki adlar dünyasında ona “tüm olarak” işaret edebilecek bir gösterge bulunmaz. Hakikat, bilincimizde kavranabilir olmaktan uzaklaştığı için bastırılmıştır ve bildiğimizi sandığımız gerçeklikle olan ilişkimizi zedelemek ve altüst etmek için durmaksızın geri döner. Var olan dilin imkâsızlığında kaybolan hakikat, rüyalarımızda, dil sürçmelerimizde, sözcük oyunlarında, esprilerde ya da hastalıklarla ve psikolojik bir nedeni olmaksızın gelişen yetersizlikler gibi bedensel belirtilerle kendini gösterebilir. Bunu uyumsuzluklarda daha çok görebiliriz.

Kaybolmuş fakat kendisinden kaçış olmayan organik varlığımıza ait hakikatin o bildik etkisi, tam olarak tanımlayamadığımız bir tatminsizlik duygusuyla ortaya çıkar. Artık organizma ve gösteren özne arasında bir boşluk vardır ve işte bu boşluktan da arzu/lar doğar. Lacan’nın deyişiyle arzu adlandırılamaz, çünkü o bilinçdışına[bilinçsiz tarafımıza] aittir ve dilin bize sunduğu bilincin bir parçası değildir. Ancak, yine de, kayıp hakikatin emaresi olan o boşluğun bir neticesi olması ve dolayısıyla biçimsiz oluşu nedeniyle yapısaldır da. Arzu/lar her ne kadar bilindışımızdan da doğsa, pek çoğumuz çeşitli nesnelere bağlanır, onları arzularımızın merkezi haline getirir ve böylece tekrar bir bütün olabileceğimizi, özne ve kayıp hakikat arasındaki uçurumu kapatabileceğimizi umarız. Oysa bunu asla başaramayız - yine de salt bu arayış bile bize keyif verebilir. Ancak yapılanmış dilin gerçekliğindeki hakiki/hakikat sorun olmaya başlayınca öznenin kimlik sorunu taraf bulmakta zorlanır. Bu en fazla cinsiyette ve ayrımda büyük sorunları oluşturur. “Abel Barbin”’in bütün geçmişini silerek yeni bulduğu kimliği kazanamadığı gibi dönüşünü sağlayamamasında gördüğümüz durum ile The Truman Show’(1998) un temelindeki hiper-gerçekliğin, “gerçek toplumsal hayat”ın kendisi için bir şekilde, sahnelenmiş bir düzmece olduğunun farkına varması aynı argümanları dile getirir.…

Dilin karşılığında olan kimlik/özneyi bulmakta, Lewis Carroll’un “Aynanın İçinden” kitabında, Humpty Dumpty biraz da küçümseyen bir tonla, “Bir sözcüğü kullandığım zaman, onun anlamı, ben ne demek istemişsem odur - ne eksik ne de fazla,”deyişinde  Alice’in buna verdiği karşılık, “Yalnız buradaki sorun, sözcüklere pek çok farklı anlam yüklenip yüklenemeyeceği,”cevabını verince  “Asıl sorun,” der Humpty Dumpty ve ekler, “hangisinin Patron olduğudur - hepsi bu.”

Eğer sözcüklerin anlamı kişiye göre değişiyor olsaydı, başkalarıyla iletişim kurabilmemiz mümkün olmazdı. Bu nedenle anadilimizi öğrenme sürecinde, Öteki’nin anlam kurgusuna başvururuz. Küçük çocuklar ördek ve sincap arasındaki ayrımı daha önce öğrenmiş olanlardan öğrenirler: ördekler uçar gibi. Ama çocuklar hatalar da yapar: uçak uçabilir ama bu onun ördek olduğu anlamına gelmez.

Buradan sözün bağlamını günümüzdeki insanın kimliğini kaybetmiş düşünce, yaşayış [bilhassa siyaset] alanında eşcinsel karakterlere bürünmüş olmasıdır. Birilerinin erkek veya kadın olduğu şüphesi çoğunluk üzere yaygınlaşmıştır.  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ahir zamanda “sabah mümin, akşam kâfir olurlar” buyurarak, kayganlaşmış sosyal bir zeminin olacağını ve “ben”in yapısallığındaki keşmekeşe yön vermenin zorlaşacağı hikmetini haber vermesi çok mânidardır. İnsan fıtratının, temiz ve uyumlu değerleri yapılanırken uğradığı bozulmaların, bastırılması, aktarılması ve bilinç seviyesinden bilinçsizliğe ulaşmasında zor günleri yaşadığımızı söyleyebiliriz.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Yazı oluşturulurken faydalanılan Kaynak:

Postyapısalcılık,  Poststructuralism, Cathenne Belsey, Türkçesi, Nursu Örge, Dost Yayınları, 2013, Ankara

MÜSLÜMANLARI BÖYLE OYUNA GETİRİYORLAR

Dr. Hüseyin HATEMİ’nin yazmış olduğu  “Şeytan ayetleri”  kitabında değindiği bir konu günümüz için çok önemli olduğundan sizinle paylaşmak istedim. Paragraflar şeklinde seçip vurgulamak istediğim konu şöyledir.

“Bu sıralarda ortaya çıkan ve esrarengiz bir bi­çimde ve zamanda hidayete eren “Mohammed Es-sad Bey”[1] ise, Rodinson [2] gibi, Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatına dair yazmaya cür'et ettiği bir Kitapta, “Garaniyk olayı”nı[3] Rodinson'un naklinden de utan­mazca bir yorumla aktarmaktadır.”

……………

“1932'de Ber­lin'de yayınlanmış bu kitap 1934'de Fransızcaya çevirtilerek (Payot, Paris 1934, yazarı Mohammed Essad Bey, çeviren Jacques Marty, Önsöz: M.E.F. Gautier)[4] yayınlanıyor, Müslüman ve Müslüman olma­yan nice “bilim adamı” da bu kitaptan “bilimsel bir eser”miş gibi yararlanıyor, yazarı nice itibarlar gör­meye devam ediyor. Tıpkı Kâ'b-ul-Ahbâr [5]için, Emevîler'in İslâm'ın ilk yüzyılındaki kurnaz işbirlikçi­si bu sözde-mühtedi için olduğu gibi, O'nun yap­tıkları değil de O'nu eleştirenler kınanıyor.

…………….

(Hassas olması gereken konuda (Şeytan ayetleri) hassas olmayan bu Muhammed Essad’ın Müslümanların canını yakmak için şu tavsiyeden de vazgeçmiyor.)

…….

“Bütün bu nitelemelerin hangisinin bir diğeri ile uygunluk gösterdiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. İlgi çekici olan husus şudur: Bu “sözde-mühtedî”[6] de İslâm Âlemi'nde bir “sözde-devrim” sı­rasında ortaya çıkmış, bu “sözde-devrim”in sonucu­nu Batı'ya şöyle bildirmiştir. (İhbar ediyor)

“İbn Saud (Vahhabiler Lideri) bugün Peygamber'in örneğini izlemekte ve yirminci yüzyılda da aynı derecede güç­lü olan Allah kelâmını insanlara hatırlatmakta, bir zamanlar, yedinci yüzyılda olduğu gibi bir Devlet kurulması ve yönetilmesi amacını gütmektedir” (s. 325)

Bu devrimi yeteri kadar övdükten sonra da, burunları dibinde uyanan İslâm tehlikesini görmeyip uyumakta devam eden Batı Dünyası'na sinirlen­mektedir:

“Bugün İslâm tekrar eyleme geçmeye hazırdır, amacı da her zaman aynıdır:

Bu amaç, Muhammed'in ve Haricîler'in (?), iman uğruna savaşan ve dua eden sofu kişilerin amacıdır:

Dünyayı fethetmek, dünyayı boyunduruk altına almak, köle kılmak: (s. 327)

“Kargaşa ve felâketler içinden bir yeni güç doğ­muştur, ne var ki Avrupa bu yeni gücün gerçek de­ğerini takdir edemiyor. Bu güç, çağdaş İslâm'dır. Ye­ni halkları (her halde Afrika halkları kasdediliyor) çevresine toplamada, örgütlenmede, kurmada ve de­ğişim (transformation) göstermede, savaşa hazırlan­madadır!... Yeni Doğu, yeni İslâm büyük İhvan tarîkati (Vahhabiler kasdediliyor), düşünce ve silah savaşma, İslam'ın kutsal savaşma (cihad) hazırla­nıyor, (s. 328)

 

İşte her çağda, her ne zaman İslâm Dünyası'nda bir kıpırdanma sezilirse, aşağı-yukarı aynı söz­lerle ve özellikle “cihad” terimi[7] slogan olarak kul­lanılır ve İslâm'a karşı “çağdaş haçlı seferleri” ör­gütlenir, kışkırtılır. Bugünlerde tasarlanan Haçlı Seferi'nin adı “Harmagedon”dur. (Har-megidon)[8] Bi­zim Dünyadan habersiz, ağızları süt kokan “entel”lerimize duyurulur.”[9]

 

Alıntı yaptığımız kısımdan anlaşılan, Müslümanlar eğer tepki göstermiyorsa tepki göstermeleri için birilerini içlerine sal ve onlardan olsun. Onları da rahatsız etsin. Onlar rahatsız olunca emperyalist güç olarak müdahale etme yetkisini insan hakları gibi palavralarla icraata geçirebilirsin.

İşte bu zihniyet haçlı zihniyetinin müdahale tekniklerinden biri ve en önemlisidir.

Yine emperyalist gücün Müslümanları piyon olarak kullanmakla, uyuyan Hıristiyan ve Yahudi dünyasını harekete geçirmesi için gereklidir. Çünkü kendi halkına düşmanın hazırlık yapıyor, bunda bana destek ver. Vermezsen başın belaya girecek ve seni yok edecek korkusu verilmiş olur.

Son söz siyaseti bilmeyen ve geçmiş tecrübesini geleceğe aktaramayan Müslümanlar ezilmekten başka çıkar yolları yoktur.

İhramcızâde İsmail Hakkı


AİLEDE EVLİLİK UYUMU, ALDATMA VE İLETİŞİM

 

Evlilik akde dayalı, karşılıklı bir dayanışma sonucu kurulmuş, içtimai onaylamayla hayata geçirilmiş, tüm içtimai yasaklamaların kırılarak cinsel gereksinimlerin ve sosyal ihtiyaçların karşılandığı müşterek bir ortaklık olup, hayatın sürdürülebilirliği için gerekliliği vazgeçilemez önemli bir kurumdur.

İnsanın hayatında, mutlu ve tatmine ulaşmış ilişkilerin kaynağının, uyumlu evlilik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak evli çiftlerin tümü, evlilikleri boyunca kendilerini bazı çatışmaların içinde ister istemez bulmaktadırlar.

Mutluluk, tatmin ve beklentilerin gerçekleşmesi sayesinde olup, evlilikte ise sadece karşılıklı uyumla mümkündür. Mutlu ve tatmine ulaşmış evliliklerde önemli bir role sahip olan evlilik uyumu, bireysel, durumsal ve ilişkisel birçok faktörden etkilenmektedir. Evliliklerin uyum içinde olabilmesi içim beş temel konudan bahsedilir. MAHREMİYET, BAĞLILIK, UYGUNLUK, İLETİŞİM VE DİNİ YAŞANTI.  

 

Evliliklerde Görülen Aldatma Problemi  

Aldatma, evli çiftlerde oldukça sık rastlanan bir problemdir. Aldatma, tek eşlilik- çok eşlilik boyutundan farklı olarak, ilişkinin sürekliliği ile sadakat derecesinin en zayıf olarak çıktığı durumdur.   Evlilik dışı yaşanan ilişkiler, yaygın olarak onaylanmamasına rağmen, birçok insan tek eşli ilişkiler içinde değildir. Bazı insanların sürdürmeye çalıştıkları öncelikli ilişkilerinin dışında, yaşadıkları cinsel ilişkileri de vardır. Fakat aldatmayı, sadece cinsel ilişki düzeyine indirgemek ve tanımlamak yanlıştır.

   Aldatmayı inceleyen araştırmalarda yaygın düşünce, bu konuda pek çok cevaplanmamış soru olduğudur. Aldatma konusunda yapılan çalışmaların ortak özelliğinde varılan sonuç, erkeklerin kadınlara oranla evlilik dışı ilişki yaşama yüzdelerinin çok daha fazla olduğudur.

 

Aldatmanın Nedenleri  

Aldatma durumunu pek çok faktöre bağladır. Bazıları,

 

Evlilik dışı ilişkilerin duygusal-cinsel doğası;

Gizli ya da görüş birliği içinde yaşanılan evlilik dışı ilişkiler;

Evlilik dışı ilişkilerin nedenleri, sonuçları ve detayları;

Evlilik dışı ilişkilerde kişisel sorumluluk ve bu tür ilişkilerin aldatılan tarafa etkileri

 

Aldatmanın erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkış nedenlerinin farklı olduğu görülmektedir.

 

Erkekler niye aldatır?

İlişkilerinin hayal ettikleri gibi gitmemesi,

Yenilik arama,

Egolarını tatmin etme,

Çevrelerinde ciddi bir ilişki istemeyen kadınların varlığı,

Hissedecekleri anlık tatmin duygusuna yenilme, intikam duygusu ile aldatmak.

 

 

Kadınlar niye aldatır?

 

Kendine güvenlerini arttırma isteği,

Duygusal olarak ihmal edildiklerini düşünme,

Heyecan arayışı,

Romantizm ihtiyaçlarını karşılama isteği,

Eşlerinden daha zengin ve statü sahibi biriyle beraber olmak arzusu,

Cinsel tatminsizlik ve hiç bitmeyen ev işlerinin ve sorumlulukların yükünden kurtulma isteği

 

 Aldatmada tatminsizlik etkisi

Evlilik dışı ilişki ile ilgili en yaygın kabul gören yüklemelerden biri, evliliklerdeki mutsuzluk ve çatışmalardır. Çok eşlilik literatüründe dahi tatmin ve evlilik dışı ilişki arasındaki bağlantı sıkça çalışılmış bir konu olmasına karşın, yapılan çalışmalar evlilikteki tatminsizliğin ilişkiler üzerindeki etkisini, ne tam olarak desteklemekte ne de reddetmektedir.

 Evlendikten birkaç sene sonra ayrılmayı ya da boşanmayı düşünen bireylerin bu düşünceleri, olasılıkla dışarıdan gelen etkiler veya dış kaynakların oluşması ya da ilişkideki tatmin duygusunun azalması sonucunda ortaya çıkmıştır. Tatminsizlik düzeyi arttıkça ilişkide beklentiler, seçenekler ve sınırlılıklar önemli bir rol oynamaya başlamaktadır. Kişilerarası ilişkiler, ödül-bedel mübadelesine dayanırİnsanlar fıtratı gereği, ödülü yüksek, bedeli düşük ilişkileri tercih ederler. Ödül ve bedel arasındaki fark, pozitif olduğunda birey ilişkiyi sürdürme, negatif olduğunda ilişkiyi değiştirme veya sonlandırma eğilimi gösterecektir. İlişkide algılanan eşitlik de, kişilerin evlilik dışı ilişkiler yaşamasında açıklayıcıdır. Burada fedakârlık unsuru unutulup menfaat kavramı araya girince aldatma büyük ihtimalle hayat alanına dâhil olacaktır.

Bir ilişkideki eşitsizlik, ilişki tatminsizliğinin artmasına neden olabilir. Bu nedenle başka bir ilişki yaşanmasına sebep olur. Aslında başka bir ilişki yaşamak, eşitsiz giden bir ilişkide bu durumu hisseden eşlerin eşitliği sağlama çabasıdır. Kadın ya da erkek ilişkide eşitliği yakalamak için pek çok başarısız teşebbüsten sonra ortamı terk etme ya da ilişkiyi bitirme aşamasında olabilir. Bu nedenle kaybedeceği çok az şey vardır ve önündeki seçenekleri araştırarak yeni kazanımlar elde edebilir. İlişkide eşitsizlik strese neden olur, bu eşitsizliği gidermenin bir yolu gerçek değişiklikler yapmaktır.

 

İletişimin Çatışmaya Dönüşü

Pek çok alanda önemli bir yeri olan iletişim, bilgi üretme, aktarma ve anlamlandırma sürecidir. Ailede ise eşlerin birbirinin farkına varması sürecidir. Aldatma sürecinden çıkabilmek için iletişimin harekete geçirilmesi gerekmektedir.   Çünkü kişiler arası anlaşmazlıkların kökeninde, genellikle iletişim bozuklukları yatar. İletişim sağlıklı olmadıkça sürtüşme ve çatışmalar kaçınılmazdır. İletişim kaybolması ile çatışma ortamı ortaya çıkar. Eşler arasında oluşan “haklı ve lider olma” faktörü bunu ateşler. Bunu iki kategoriye indirgeyebiliriz.

Haklı olmada, kendileriyle ilgili problemlerden ötürü çatışmaya girerler. Bu çatışmasına taraf olan kişiler, aralarındaki iletiyle değil, birbirleriyle uğraşmaktadırlar; birbirlerine kızmakta, küsmekte, birbirlerini dinlememekte ya da birbirlerini yanlış anlamaktadırlar.

Lider olmada ise kişiler kendilerinden çok, aralarındaki durumdan ötürü çatışmaya girmektedirler. Bu çatışmalardan başka "Karma Çatışmalar" da vardır. Bunlar aktif-önyargılı ve pasif-tümden reddetme sebebini eşlerin bile tahmin etmedikleri çatışmalarıdır.  İletişimde en başta gelen sorun savunuculuktur. Savunucu durumda olan kişi, zihin gücünü söz konusu edilen konudan çok, kendisini savunmaya harcar. Muhakkak zıtlık vardır.

Evlilik ve aile hakkında verdiğimiz bu bilgiler ışığında kaderi bazı hususları ilave de edecek olursak, en önemli hususun Allah Teâlâ’nın yardımı olduğunu söylemeliyiz. İnsanın rızık ve eceli içine alan hayatı konularında hikmet babında şunlar söylenmektedir.

Fakir iseniz evlenin, Allah Teâlâ zengin eder.

Gayr-ı meşru hayat ömrü kısaltır.

Öleceğiniz korkusu içiniz sardıysa hemen bir çocuk sahibi olun. Üçüncü bireyin kaderi sizin kaderinizi değiştirsin.

Eşinizi aldatıyor ve eşinizde size sadıksa muhakkak dünya işleriniz, bozulur. İşinizi ve sosyal konumunuzu kaybedersiniz.

Gelecek korkusunu yenmenin tek çaresi eşinizin size vereceği destektir. En önemlisi de onun duasıdır.

Eğer beddua alıyorsanız, muhakkak perişan bir ihtiyarlık hayatı ve gelecek ile karşılaşacağınız bir kaderiniz ve kaderî (boşanma-ölüm, hapis) ayrılığınız olacaktır.

Ailede haklı olan ve olmayan durumunda bir eşitlik konumu baş gösterirse Allah Teâlâ muhakkak yardım gönderir. Çünkü evlenmek Allah Teâlâ’nın emridir ve yapanlara yardımını mecbur kılmıştır.

Bekâr olanların birkaç örnek dışında maneviyatta fazla yükselmesi mümkün değildir. Bunun sebebi tek kanatla uçan kuş yoktur.

Eşinin azgın bir yönü varsa onu yok etmek isteyen sevgi ve sabır ile yok etmeye çalışmalıdır.

Evlilik bir emanet statüsündedir. Eğer ayrılır ve aldatırsa hiçbir şekilde bir daha evlenemez. Emanete hıyanet edene Allah Teâlâ yardım etmez ve yalnız bırakır.

Dünyayı isteyen evlensin.

Ahireti isteyen evlensin.

İnsan olmak isteyen evlensin.

Allah Teâlâ’yı bulmak isteyen evlensin.

Evlenmek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetidir. Onun yolundan giden ancak cenneti bulacaktır.

Son söz olarak insanın evlenmek ve evliliğini her ne şekilde olursa olsun yüz kızartıcı bir durum olmadığı sürece devam ettirmek mecburiyetindedir. Havva’sını Âdemden, Âdem’i Havva’sından ayırmak isteyen yalnızca İblis ve taifesi olan şeytanlardır.

 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de, aile birliğinin sürdürülmesinde bir etken olarak şu olayı ibret için nakletmiştir.

“İblis arşını suyun üzerine kurar, sonra çetelerini gönderir. Bunlardan rütbece en yakın (itibarı en büyük) olanı,  fitnesi en büyük olanıdır. Biri gelip, şunu şunu yaptım, der.  İblis ise, anlatılanları dinledikten sonra,

“hiç bir şey yapmamışsın” karşılığını verir ve yapılanları küçümser. Sonra,  bir başkası daha gelir ve “eşiyle aralarını açıncaya kadar peşlerini bırakmadım” diyerek, yaptıklarını anlatır. Bunun üzerine İblis,  onun makamını yükseltir ve

“sen ne harikasın!”  Diyerek becerisini kutlar. Allah Teâlâ’m sana sığınırız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

GEN-X -KAYIP İNSANLARIN İNANÇLARI

Cinsellik, toplumu öncelikle ilgilendiren olgulardan biridir. İçtimai durumda kimliğimizle ilgili sorunun cevabı genellikle cinsel kimlik ekseninde karşılığını bulmaktayız. Öyle ki cinsiyet sınıflandırmasına henüz sokulamayacak konumda yer alan bir bebeğin bile (erkek olsun gibi) toplumda bir huzursuzluğa neden oluşu çok güzel örnektir.

Cinsellik hormonların etkisi altındadır. "Androjen" de belirli bir hormon grubuna verilen isimdir. Ancak günümüzde, içtimai cinsiyet rollerini ve göstergelerini taşımayan ve hatta karşı cinsin özelliklerini de barındıran kişiler için kullanılmaktadır.

Türkçede "erkeksi kadın" ya da "kadınsı erkek" için kullanılan yunanca kökenli "Androgynous" ise 'Aner' (erkek) ve 'Gyne' (kadın) kelimelerinden türemiştir ve "hem eril hem dişil özellikler gösteren" anlamına gelmektedir. 

Günümüzde medya, sinema gibi, içtimai norm ve değerleri yeniden üreten kurumlar, androjen karakterlerle giderek daha fazla ilgilenir görünmektedir. 1980 öncesinde, Batı toplumlarında dahi "öteki" olarak değerlendirilen “androjen erkekler” in dahi yurdumuzda dahi sayıları artmıştır.

Teoride, aile yapısı ve cinsiyet gelişimi psikanaliz kuramları çerçevesinde ele alındığında cinsiyetin oluşmasında en önemli aracın önce aile sonra çevre olduğu söylemektedir. Konu hakkında Rene Girard; "Öznenin Öteki'nde suçlu bulduğu her zaman kendi arzusudur, ama bunun farkında değildir" düşüncesi de cinsiyet gelişiminde etki ettiğini varsayabiliriz. Kişinin gördüğü eksiklik, bir yerde kendi noksanlığıdır. Bu sebeplerle Androjen tipleri "öteki" olarak kabul edip, ilgili teoriler eşliğinde söz konusu toplumun arzuları belirlerken, daha çok erkekliğin andorojenleşmesi ile kadınında ister istemez değişime uğraması toplumun  "Görsel Haz ve Anlatı anlayışında" bilinçdışını karşı cins olarak yalnızca kadınlığı öne alarak eril vasıfları yok etme yoluna yönelmesinde, "Erkekleşme bir doğrultuda değişen kadın temsilinin nedeni, erkeğin androjenleşmesi olabilir mi?" sorusu akıllara getirmektedir.

C.G. Jung:

"Her erkek, içinde, o ya da bu kadına ait olmayan sonsuz bir kadın imajı taşır. Bu imaj özünde bilinçdışıdır ve erkeğin organik sistemindeki asıl kadın biçiminin, yani bir arketipin, ırsî bir unsurudur. Aslında bu imaj, kadınlığın tüm geçmiş deneyimlerinin ve o güne dek kadınlığın bıraktığı izlerin bir birikiminden oluşur. İmaj bilinçdışı olduğu için sevilene bilinçsizce yansıtılır.  

Bu varsayım Havva Validemizin yaratılışında Adem aleyhisselâmın bir sebep yerinde olmasından dolayı mı, kadın erkekleşmek istemektedir, diye düşünebiliriz.

Bahsedilen sebeplerle androjen özelliği gelişmiş nesil, hayatın belirsizlikleri ve çelişkilerine karşı kendilerini serbest bırakmaları, aidiyetin başka bir yerde olduğu inancıyla bedeviliğe yönelmeleri ve içsel sorgulamalarını içeren karakterlerle toplum düzeninde erkek erkekliğinden kadın kadın kadınlığından  kaçmaya başlayınca Gen-X: Kayıp Nesil (kimliksiz) diyeceğimiz kişileri oluşturmuştur. Bu nesiller şartlar gereği daha sonra bir üst kategori olan sorumluluk düzeyine geçince de, bir alt nesil karşısında da kendileri rahatsızlık duyup şikâyetçi olmaktadırlar. Düzenli hayat insanın fıtrat gereği olan bir isteğidir. Gen-x neslinin, yerleşke bir hayat sürememesi, bir eve ve düzenli bir işe sahip olamaması ve bir sorumluluktan kaçar hale gelmesi de ayrı bir sorundur.

Toplumda hayatın yerleşik düzeni bulması karakter sahibi olmakla eşdeğerdedir. Bunun için yerleşme karakterini kaybeden nesil göçebe bir hayat düşüncesine dalıp bedevileşme ve yanında cehalet etkisinde kalışı sıkıntıya düşüşün habercisi olmuştur.

Bedevilik cahilliğin artışı ile doğru orantılıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hicret ettiği Yesrib’ e Medine (şehir) demesi şehirleşme ve medeniyet çığırını açmak içindir.  Gen-x neslinde ise bir yerlere ait olmadan yaşamını sürdürme isteği bedeviliğin (cahilliğin) bir göstergesidir. Gen-x neslinin göçebeliği tercih etmesi, herhangi bir yere ait olmadığından emin olsada, nereye ait olduğunu da bilmemektedir.

Zamanımızda Gen-x neslinin medya, televizyon gibi iletişim araçlarının yönlendirmesine maruz kalarak büyümesi, hayali kurgulara, reklâmlara ve gereksiz bilgi bombardımanına, dolayısıyla da ben merkezli hayat tarzını kutsayan temsillere hedef olmasına yol açıp toplum düzeni içinde yer almaktan kaçması yıkımın başlangıcını oluşturmaktadır.

Yine bahsettiğimiz durumla ilgili olarak düşünce dünyasında yeni nesil bir fikir adamı çıkaramayışı altında belki en önemli sebep kimliklerin androjenleşmesi ve dolayısıyla düşüncede oluşmuş Gen-X neslinin üretici olmaktan çok tüketici konuma gelmesidir. Bu o kadar ileriye gitmiştir ki, geleneğin geleceğe hükmetmek arzusu ile yeni hayat şekillerine uyumlu ve doğru kararlar üretilemeyip tabular içerisinde boğulup kalınmaktadır. Örnek verecek olursak dinimiz açısından düşündüğümüzde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bulunduğu asırda bırakıp günümüze getirmemekte de andorjenleşme ile oluşan kayıp nesil Müslümanları oluşturmaktadır. Hayatî yerleşimde merkeziyet ve lider kaçınılmazlardandır. Günümüzde ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem lider konumunda olmayıp, hocalar, mezhepler, şeyhler, vb. lider konumunda olunca her şey bir çıkmazın içerisinde yığılıp kalmıştır. Çünkü zihinlerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yıllar önce görevini yapıp gitmiştir, etkeni gizlice faaliyettedir. Bu şekilde insanlar dar kalıplar içerisinde kalması ile çemberini kıramayan Müslümanlar kayıp nesil kategorisini oluşturduklarından ezilen, sömürülen, mazlum milletler derecesine düşmüştür. Çözüm üretemeyen veya üretmek için gerekli olan düşünce kimliği (erkeklik-kadınlık) kaybolmuştur. Bir konu üzerinde yeterli olabilmenin en önemli şartı sebep-sonuç, ilk-son, geçmiş-gelecek, iyi-kötü…. gibi zıt karakter ve unsurları bağdaştırıp harmanlamayı başarabilmektir. Eğer bugün Müslümanlar dünyada mazlum ve yetersiz durumda oluyorsa bu ayrışmayı başaramayıp andorojenleşmesinden başka bir şey değildir. Her kimlik yerinde ve sebebinde olmalıdır. Eğer bir konu hakkında bir çözüm üretilmek istendiğinde tumturaklı ifade ve görüşlerle oyalanıp duruyorsak, bu bizim diğerleri tarafından değil kendimizle aldatıldığımızdır. Esaslı görüşlerden olan “her şeyi kendisiyle yıkabilirsin” den maksat nesillerin köleleşmesi ve dumura uğratmak için dış etkiye müracaat etmeye gerek yoktur, demektir. Eğer bir düşünce şahsi kimliğini kaybedip andorojenleşmişse tahkikten çok, taklid konumunda kalmıştır. Bu ise kaosun başlıca sebeplerinden biridir. Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki;

“Sakın Hakk´ı  bazı kişilerle bilip tanımaya çalışma;

Önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini tanımaya çalış.”

Bu söz, insanların bağıntısına ancak birileri ile bakmaktan vazgeçemediğinin delilidir. Allah Teâlâ’nın “düşünün, akledin” demesi “şüphe edin, bu gerçekten doğru mudur?” deyin demektir. Herkesin düşüncesini “mal bulmuş mağribi” gibi kabul etmenin neticesinde hadımlaşmak zaruridir. Bu zarurette köleleşmektir. Köle olmak ayağa zincir vurmak değil, düşünmeye ihtiyaç duymayacak hale gelmektir. Düşünme ihtiyacını yitirmenin hayvanlaşma olduğunu hatırlatmak isteriz. Benim hocam söylediyse doğru söyler gibi düşünceler yanlıştır. Bugün herkesin bir üstadı hocası olduğunu düşünürsek, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem etrafındakilere sahabe (arkadaş) olarak muamele etmesi ne güzel bir durumdur. Uhud Harbinde arkadaşlarına danışarak onlar için vahim olacak bir durum olacak olsa da tabi olmuştur. Çünkü O, onları düşünen kişiler olmasını istiyordu. Ancak her geçen gün Müslümanlar için bu usul devam edememiştir.

Düşünenler (Ebu Hanife rahmetüllah aleyh hakkında) “İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu” olarak nitelendirilmiştir. Buna benzer durumlarla Müslümanlar kimliklerini kaybetmiştir. Çünkü düşüncelerini ya üstadlarının yazdığı kitap, ya arkasına tabi olduğu hocası, ya peşinden gittiği şeyhi olunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi unutulup gitmiştir. Çünkü müslümanın androjenleşmiş iç dünyasında hiçbir şekilde İslam’ın emrettiği özgürlük kalmamıştır. İslam’ın özgürlüğü Kur'ân-ı Kerim'de de açıklandığı üzere “onlar Allah Teâlâ ve rasülüne tabi” olanlardır. Allah Teâlâ ya tabi olmak fıtrata ulaşmak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabi olmakta fıtratın hikmetine sahip olmaktır.

“Kurtuluşa erenlerdir” diye bahsedilenden kimliğini bulan Müslümanlar olduğunu belirtmek isteriz. Öyle liderler vardır ki, bir zaman sonra cemaat ona tabi olacağına o cemaatine tabi olmuştur. Çünkü menfaatler ilişkisi onları düşünmeden ilkelerden alıkoyup, donuklaştırmıştır.

Sonuç olarak; Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dışında bütün insanlar, düşünceler eleştiriye açıktır. Eleştirmek için düşünmek, düşünmek içinde bilmek gerekir. Cahil kalanlar için sömürülmenin huzur verdiğini unutmayınız.  

İhramcızâde İsmail Hakkı


TARİHİ FİLMLER VE MUHTEŞEM YÜZYIL

İnsanlar, kahramanları severler ve genellikle sıkıntılı günlerinde hatırlatırken de bazen aşırıya kaçarlar. İşte milletlerin darboğazdan geçme dönemlerinde ürettiği gerçek ve hayali kahramanlar, filmlere yansıyınca gürültüler kopmaya başlar. Çünkü filmler sokaktaki vatandaşa dahi hitap edecek seviyededir. Film kullanıldığı süreç içinde yalanı doğrusuyla izlenime girerken etkilediği hususlar ile zaman içinde asıl gayesine hizmet eder ve unutulur gider. Ne de olsa hayalidir. Burada hayaller ve gerçeklerin birbirine karışması ile ortaya çıkan hamurun etkilediği bir düşünceyle ikinci ve üçüncüyü bilemediğimiz bir mevkiye doğru çıkarmasıdır.

İnsanımız son birkaç yüzyıl içinde engelleyici otorite olarak Batı dünyası karşısında çaresiz kalışını ödünlemek için bazen kitaplarla, filmlerle kahramanlık hikâyeleri ile yok etmek isteğini bu şekilde ortaya koymuştur. Mesela; Avrupa karşısında yetersizlik, Rumlar ve Yunanlılarla olan Kıbrıs sorunu, ABD’nin hiçbir zaman kalkmayan gizli ambargosu gibi endişeleri karşısında  Ona  gücü yetebilecek kahramanlarını üretmiştir.. (Zamanımızdaki Kurtlar Vadisi)

Yurdumuzda tarihi filmlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemin (60 başları) sosyopolitik söylemine (veya inancına) uyumlu milliyetçi ve yer yer İslamcı olan bu filmler ciddi talep gördü. 12 Eylül 1980 darbesinin esas sebebi ve ana hedefi olduğu iddia edilen sol akımların yükselmeye başladığı bir dönem olduğu gibi milliyetçi söylemlerin de güçlendiği bir dönemdi. (İşin garip tarafı seks filmleri de aynı başarıyı sağlıyordu.) Bu aynı zamanda milliyetçi söyleminde giderek artan bir yoğunlaşmayla yükselmeye başladığı dönemdir. Tarihi filmlere kaynaklık yapan, "milli tarih" düşüncesi doğrultusunda aktarılan çeşitli öyküler, mitler ve motifler, dönemin atmosferi içinde milliyetçi tezlerle birleşmiş ve böylelikle günlük yaşamda da karşılığını bulan milliyetçilik vurgusunu güçlenmiştir. Bu bir devlet açısından kötü bir durumda değildir. Asıl olan tarihin, tarihi filmlerde fantezisi üzerine kurgulanmasıydı. Ancak Tarihi fantazya sinemasında "önemli olan ne inandırıcılık ne de gerçekliktir. Önemli olan seyircinin tuttuğu bir oyuncunun kahraman kılığına girip bize 'düşman' olan kötüleri tepelemesi ve ranttır". Tarihi detaylar ise 'mükemmellik ve kötüleri tepeleme' fiili için fazla önemli değildir. Üstünlük namına ne gerekiyorsa o verilirken, insanüstü hale bürünen kahramanlar zihinlerden silinemez hale getirmenin ağır sonuçları daha sonra toplumu içten yıkıma doğru yönelmeye başlaması için gizli dürtüyü harekete geçirmektedir. Bu vahim bir durumdur. 

Prof Dr. Ünsal Oskay, Marmara Üniversitesi Radyo-TV Bölümündeki İletişim Teorisi konulu Doktora dersinde, "Tarihi filmlerimizde hep yağız Türk yiğitleri yola çıktığında Bizans'ın tüm dilberleri kapılara dökülüp onları beklerler. Ancak sarışın Bizans delikanlıları yola çıkınca hiçbir esmer güzeli Anadolu kızının böyle bir şey yaptığını görmeyiz. Tabi ki görmeyiz, görsek toplumsal infial olurdu" derken, neden tarihi daha başka türlü düşünemeyişimiz sorusunun da bir ölçüde cevabını veriyor. Hemen ardından gelen soru neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu olacaktır. "Mükemmel ve üstünlük üzerine kurulan kahramanlık, bir gereksinimin yansımasıdır".

İşte sorun burada başlıyor.

Hayali veya gerçek kahramanlarımızın üstünlükleri kabullenirken, zayıflıklarını kabul etmekte milletimiz zorluk çekmeye başlıyor. Yakın zamanlarda çekilen Sarı Zeybek filmi ile bir kesimi galeyana getirirken, Muhteşem Yüzyıl dizisi ile de başka bir kesim üzerinde oluşmuş fikirleri yıpratıyor diye düşünebiliriz. ABD gibi hayali kahraman ihtiyaç duymayacak kadar zengin bir tarihi olan milletin fantazya senaryolar ile bir dönem yoğrulmasının acısının sıkıntısını ileride çok çekeğiz, gibi görülüyor.

Mükemmeliyet nasıl bir gereksinimdir ki, ihtiyaç duyuluyor?

Bu ideolojilerin, tarihi kendi lehine çevirmek istemelerinden başka bir şey değildir. Mevcut ideoloji, doğal olarak kendini meşrulaştırmak hakkı olduğunu iddia eder. Şimdiye kadar milli devlet, demokratik devlet ve hukuk devleti olma özelliklerinin tümünü gerçekleştirmeyi arzulayan ancak en çok milli devlet olmayı beceren devletimizde söylenmek istenip de ya inandırıcılıktan uzak olması ya da başka sebepler yüzünden söylenemeyenlerin tamamının filimler tarafından dile getirilmesi olarak da görülebilir. Kurtlar Vadisi’de burada anılabilir.

Hakikatte bu filmlerin bize verdiği sıkıntı tarihi iyi bilmeyişimizden ve yanlış bilişimizden ve insanı insan olarak görmediğimizden başka bir şey değildir. Filmler geçici bir doyumdan başka bir şey değildir. Normal hayatta insanımızın o kadar çilesi vardır ki;

Yurt dışında işçi olmak mı?

İngiltere, ABD vize kuyruğunda horlanmak mı?

AB'ye üyelik müracaatımıza dair Batılı devlet başkanlarının tahkir edici açıklamalarını dinlemek mi?

Okuldan mezun olur olmaz işe girmek veya askere gitmek kararını vermekte mi?

Maaş kuyruğunda beklemek veya şehirlerarası otobüs kazasında şarampole uçmak mı?

Kenar mahallede açık kanalizasyona mı düşerek yoksa terör olaylarında serseri bir kurşunla mı ölmek?

Her on senede bir ihtilal veya benzeri bir müdahaleyle mi karşılaşmak veya hiper enflasyonla, banka-banker vurgunlarıyla yaşamak mı?

Hepsi ve belki de daha fazlası. [10]

Bu kadar derdi olan bir milletin, mekân inşaatı ve kostüm maliyeti toplam 4 milyon lira olan Muhteşem Yüzyıl’ı, Topkapı Sarayı ve bazı tarihi mekânların yanı sıra kurulan 2.100 metrekarelik platoda çekilmesinden alıp veremediği yoktur. Sadece filmi çekenlerin ucuz reklam ile pastadan büyük pay almak niyetleri fark ediliyor. Onların (romanların etkisinde kalmadan) gerçek belgelere uygun çekeceği film hakkında kim ne diyebilir. Gerçek gerçektir. 

Sonuç olarak, dizide yetersizliğimizin yoksa yeterliliğimizin gösteriminin yapıldığını anlamak için zamanı beklemek gerekmektedir. Bu arada filme sponsor olanlara ve birde reklam kuşağındaki reklamlara bakmanızı istiyorum. Bütün gerçekler burada saklıdır. Yoksa sıkıntılar içinde yoğrulmuş milletimiz, bu diziyi seyreder. Kimsede mani olamaz..

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

 

TECAVÜZ -TACİZ EŞİTLİĞİNDE KADIN VE ERKEK

Aşağıda bazı yazarların yaklaşımı ve haberler ile erkekler kadar kadınlarında tecavüz ve tacizde eşit olduklarına şahit olacağız.  Yorumsuz olarak aktarıyorum

*****

[Eğlence Sınıfı, Leş Yiyicidir...

Kitleleri köleleştiren eğlence sınıfı yani televole kahramanları ve onların ardındaki bilinç tasarımcıları leş yiyicidir... Onlar üre­timden kaynaklanmayan gelirlerle semirirler. Rantiye, onlar için ana mantalitedir. Üretmek ayıptır, alın teri "kerizlik"tir. Köşe dönmek, ancak kendileri gibi açık gözlerin, seçilmişlerin hakkı­dır. Erkekler ya baba parası yer, ya borsada oynar. Kızlar genel­likle şarkıcı ya da mankendir, ama sahneye ve podyuma çıkanı pek azdır. Onları genellikle "şarkıcı sevgilisi" olarak tanımlamak mümkündür.[11]

Bu durum doğal olarak "sanatçı eşittir fahişe" imajının doğ­masına yol açmıştır. Televizyon eleştirmeni Erdoğan Sevgin: "Sa­natçı kadınsa 'fahişe' gözüyle bakılıyor; çünkü ekrandaki görüntü onu öyle gösteriyor. Ama bunu da sanatçının kendisi yaratı­yor."[12] diyor.

SOYUNAN TACİZE KATLANIR

Pop müzik sanatçısı Tuba Önal, soyunarak şöhret bulan mes­lektaşlarını eleştirir... Önal, "soyunan tacize katlanır"[13] diyerek tari­hi bir laf eder. Sözlerini şöyle sürdürür Önal, "Gündemde olmak için erotik poz veren kişiler, şöhretlerini sürdürmek pahasına her türlü yoz davranışı kabul edebiliyor. Bu pozları veren insanlara yö­nelik cinsel tacizler de böylece meşru hale geliyor..." [14]

EDEN BULUR

Hülya Avşar, Teşvikiye Camii avlusuna bir cenaze törenine gi­der. Avşar'ı görünce televizyon muhabirleri etrafını çevirir. Avşar, televizyon muhabirlerinin sorularını cevaplarken, çekim sırasında arkadan tacize uğrar. Onun tacize uğraması Tuba Önal'ın bu yargı­sını doğru çıkarır. Kitlelere Hülya Avşar ne sunmuşsa, kitlenin bir parçası olan birey de ondan, o sunduğu şeyi istemektedir. Ve bu olay çekim sırasında yaşanmaktadır.

Sosyolog Gerhard Kessler üstseçkinlerin kimliğini araştırırken şu soruları cevaplandırmaya çalışır:

Rekabette kuvvetli, zengin ve büyük olanlar gerçekten cemi­yetin seçme insanları mıdır?

Kazananlar çoğu kez en güçlü, en kahredici olanlar, belki görenek ve gelenekleri ve ahlaki kanunları dinlemeyenler, belki vic­dansızlar ve hukuk tanımayanlar değiller midir?][15]

 

 [Güzelliğini arz eden kadınınki de bir seçim, arz edilen güzellik ve estetiğe bakan erkeğinki de. Eşyanın kaçınılmaz tabiatı. Shakespeare'in dediği gibi, "kadın bir gül gibi, bir kez açıldı mı, yaprakları dökülmeye başlar."] [16]

[1970'lerde gerçekte seküler olan birçok kadın, Şah'a karşı olduğunu göstermek için, saldırgan bir muhalefet bayrağı olarak, tesettüre bürünmüştü. Franz Fanon, aynı mahiyette bir gelişmeyi 1950'lerde Fransız idaresini protesto eden Cezayirli kadınlar arasında gözlemlemiştir.

Hakikat şu ki, halk içinde cazibesini teşhir eden bir kadın, 'görsel bir cazibe hırsızlığı' olarak tabir edilebilecek tacizden incinebilir bir konumdadır. Yani normal bir kadının böyle bir ruha sahip olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir hengâmede, onun tanımadığı erkekler, rızası olmadığı halde kendisinden görsel ve erotik olarak zevk alabilirler. Yani kadın istemese de karşılaştığı erkeklerin tatmin unsuru durumunda kalır. İşte kadın, muhafazakâr giyinişiyle kendisini fiziksel bir obje olarak sadece ailesine ve kadınlar meclisine gösterme iktidarını kazanır. Bilhassa Modernizm kaosunun fırtınalı ikliminde, kullanışlı bir tür 'manevî şemsiye' olarak hicap ve edebe yönelik bu yaklaşım, gelenek ve amaçtan değil, erkeklerin görsel tecavüzünden ve lüzumsuz gösterişten özgürleşmiş bir iffetli kadın vizyonuna işaret eder. Kadının, ataerkil sistemle erkek açısından pasif bir obje konumuna düşürülmesine matuf feminist itirazın, objektif yaklaşımla, hicap karşısında mağlup olduğu görülür.][17]

SAYIN DUYGU ASENA,  VATAN EVLATLARI SANA MİNNETTARDIR!

Bu arada, feministlerin biz erkeklere, bir konuda büyük iyilik yaptığını anlatmadan geçemeyeceğim. Feministlerin erkeklere yaptığı en büyük iyilik, kadınların bekârete ve sekse bakış açılarını tamamen değiştirmeleridir.

Feminizm öncesinde kadın cinselliği, evlenmeden elde edilemeyen, elde etmek için "başlık parası" verilen, günümüze göre çok daha zor bulunan bir şeydi. Bir kadın ömrü boyunca bir erkekle birlikte olduğundan, "kişi başına düşen kadın sayısı" çok sınırlıydı- ki hala köylerde bu sorun devam ediyor-; ama artık kadınlar "cinsel özgürlük" ve "kendi bedenini yaşamak" adına, bir ömür içinde birçok erkekle birlikte olduğundan, erkekler için kadının "piyasa değeri" düştü.

 

Kadınlarda feci olan şey, ne onlarla ne de onlarsız yaşanabilmesidir. (Byron)

 

Eskiden kadın cinselliği kendi tatmini için yaşamaktansa, cinsellik dışı amaçlarına ulaşmak üzerine yoğunlaşıyordu. Feminizm seksten zevk almayı, orgazm odaklı yaşamayı, bekâreti bırakmayı kadınlara öğretti,

Kadınlar artık seksi seks için yapmayı, zevk almak için sevişmeyi öğrenip, onlar da bizim gibi uçkur düşkünü birer zevk bağımlısı oldular. Onların da yakışıklı bir erkek gördüklerinde libidoları tavana vuruyor artık! Bu da biz erkekler için, seksi daha kolay elde edilebilir yaptı. Bu durum erkeğin, hiç uğraşmadan elde ettiği en büyük stratejik avantajdır,

Evlenmeden istediği kadar seks yapabilen bir erkek, neden evlensin ki? Üstelik kadınlar artık çamaşır, bulaşık da yıkamıyor!!!

Geçen yıl, bir kadın dergisinin kadın editörü; "Özgürlük adına önümüze gelene verdik. Hem kendimizden iğrendik, hem de erkeklerle pazarlık gücümüzü kaybettik. Üstelik artık erkekler de bizimle evlenmiyor. Hani özgür olunca mutlu olacaktık!" diye Duygu Asena'yı eleştiren bir yazı yazmıştı.

Umarım kadınlar bu konuda uyanmazlar! "Cinsel özgürlük" ve "eşitlik" sarhoşluğu içinde, bizi "zevkten sarhoş" etmeye devam ederler. Teşekkürler Duygu Asena, vatan sana minnettardır! [18]

KADIN ERKEĞİN SUÇ ORTAĞIDIR

Kadın erkekten, aslan yüreği içinde kuzu itaati ister.

Cenap Şahabettin

Sürekli erkekleri suçlayan feministlere bir gerçeği hatırlatmak istiyorum: Erkeğin her hatasında kadın suç ortağıdır. Çünkü;

1. Erkeği doğuran ve onun karakterine ilk tuğlaları koyan annesi bir kadındır.

2. Erkek aldatırken, birlikte olduğu kişi, "öteki kadın" yine bir kadındır.

3. Erkeklerle eşit şartlarda seçme ve seçilme hakları olduğu halde bunu kullanmayan, kadın adaylara oy vermeyerek, "erkek egemen" toplum yaratılmasına katkıda bulunan kişiler yine kadınlardır!

Feministler erkekleri "şiddet" uygulamakla suçlarlar. Geçenlerde TGRT deki "kadının sesi" adlı programında Yasemin Bozkurt, "annesi tarafından dayak atılan erkek çocuklar, ileride kadınlarını döven kocalara dönüşürler" diyordu.

Yani, fiziksel şiddet uygulamakta da kadın erkeğin suç ortağıdır. Erkekler evi toplamıyorsa, bu annelerinin eğitiminden kaynaklanır.

Diyeceğim o ki, "masum değiliz hiçbirimiz". Hem erkek hem kadın, suçluyuz.! Şimdi de birbirimizi suçlama yarışı yapıyoruz. Sadece siz suçladığınızda, hep haklı gibi göründüğünüz için biz de sizi suçlamaya başladık. Siz kadın olarak bunu bilin.

Biz erkeklerde Cenap Şahabettin'in şu sözünü, en suçumuz bilelim

"Bizde erkekler asırlarca yükselemedi; çünkü kadını koydukları mevkiden yukarı salmak istemediler."

Tutkulu, umutlu ve mutlu kalın.[19]

 

KADINLARA HZ. MEVLANA’NIN TAVSİYESİ

[Züyyine linnâs,[20] hükmünce Allah Teâlâ’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?

Allah Teâlâ; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?

Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.

Âdemî sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile “Kelliminî yâ Humeyrâ” (Benimle konuş) derdi.

Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.

Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikâtte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.

Böyle bir hassa ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.

Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki; “Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.

Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfıdır.   Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir! ][21] 

 

 

SONUÇ

Erkek ve kadın olarak müşterek yaşadığımız hayatta suçlu aramak aptalları oynamaktır. Yeri geldiğinde eşitlikten dem vuran insanlar artık sorunların, cezaların ve çözümlerin eşit olacaklarını unutmamalıdır. Hepimiz aynı sualle aynı sorguya cevap vereceğimiz için hayatımıza çekidüzen vermeli Allah Teâlâ’nın emirlerini yaşamak için gayret göstermeliyiz. Ancak dini inançları zayıflayan insanlar olarak çok iyi bir gelecek vaat etmiyoruz.

Kadın örtünerek, günah ve fuhuşa karşı kendisinin, erkeğin ve dolayısıyla cemiyetin ahlaki olarak muhafazasını ve huzur ortamını sağlayacak şekilde hareket etmelidir. Duruma göre kadın, örtüsüyle fitne unsuru olabilirken açılıp saçılmasıyla da büyük bir günah bataklığına düşebilir. Onun için kadın, kendi örtünme sınırını belirlerken dinin en güzel uygulayıcısı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı dönem ve sonraki raşid halifeler dönemindeki uygulama sonuçlarını temel almalıdır. Yoksa kadının örtünüp açılması hususunda verilen bireysel kararların sonuçlarının kadın ve erkek için genellikle yanlış olduğu görülmüştür. Çünkü din koyucudur, bu bağlamda Allah Teâlâ örtünme üzerinde razı olmadığı veya aşırı giden uygulamaların o zaman zarfında düzeltilmesi için vahiy göndermiştir.

Allah Teâlâ’m yardımcımız olsun.

İhramcızâde  İsmail Hakkı



[1] Muhammed Esed (1900 - 1992)

Muhammed Esed, 1900 yılında, Doğu Galiçya'nın Lvov şehrinde, Yahudi bir ailenin üç çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi. Baba tarafından dedesi Czemowitz'de, matematik ve fizikte uzmanlığı olan ve astronomiye de ilgisi bulunan satranç ustası bir hahamdı.

1952 yılı başlarında yirmi beş yıllık ayrılıktan sonra Pakistan'ı Birleşmiş Milletlerde temsil etmek üzere New York'a gitti. Kısa süre sonra bu vazifesinden ayrıldı ve Mekke'ye Giden Yol adlı hatıratını ve seyahatnamesini yazdı ve neşretti. Daha sonraki yıllarını elinizdeki bu meali hazırlamaya hasretti.

1992 yılında İspanya'da vefat etti.

[2] Maxime Rodinson (1915 - 2004),

Fransız, Marksist tarihçi, sosyolog ve doğu bilimci. Fransız Komünist Partisi'ne 1937'de girdi, 1958'de ayrıldı. Stalinizme karşı çıktı, İslam araştırmalarının özgünlüğüyle tanındı.

[3] Konumuzla ilgili olmadığı için Şeytan Ayetleri hakkındaki olayı yazmak gereği duymuyorum.

[4] Mahomet, 571-632. Préface de M.E.G.Gautier, traduction de Jacques Marty. Payot, Paris 1934. Herdruk in 1948

[5] Ka’bul- Ahbâr (Ebû İshâk Kâ'b b. Mâti' b. Heynû el-Himyerî el-Yemânî) (ö. 32/652-53):

   Aslen  Yemen Yahudilerinden olan Ka’b Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonra Müslüman oldu. İlmi geniş olması veya mürekkep ile yazı yazması  sebebi ile ona bu ismin verildiği  rivayet edilir. İslam kültürüne ve İslam tarihine İsrailiyat haberlerini taşıdığı böylelikle İslam kültürünü bozmakla suçlanır.

 Ka’bul- Ahbâr bir çok kişi tarafından İslam dinine yanlış şeyler sokmaya çalışan ve dini tahrip etmek isteyen bir ajan olarak kabul edilir. Müslüman olduktan sonra geçmişten gelen bilgisini söylemiştir ancak İslam dinine nifak sokacak veya İslam akidesini bozacak  fikirleri çekinmeden  beyan etmiştir.

Eserleri:1-     Siretu İskender 2-     Vefatu Mûsa 3-     Hadîsu Zilkifl

[6] Muhammed Esed’in mealleri bir zamanlar dergi promosyonları olarak yurdumuzda çok dağıtıldı.

[7] Bir zamanlar yurdumuzda da bir siyasî partinin en ileri sloganı bu olmuş ve sürekli Müslümanlar üzerine tepki çekilmiştir.

[8] Harmageddon =Armageddon: (mahşer, müthiş savaş) Latince kökenli bu kelime, İncil'de sözü edilen, dünyanın sonunda iyi ve kötü güçler arasındaki son savaş sahnesi anlamına gelir.

 

[9] Bkz: HATEMİ Hüseyin Şeytan Ayetleri [Kitap]. - İstanbul : İşaret, 1989, s.34-38

 

[10] Bkz: YILDIRIM T. Emre Tarihi Kostüme Avantür Sinemasında Kahraman Tiplemesinin Psikolojik Analizi [Kitap]. - İstanbul  : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı Radyo - Televizyon Bilim Dalı 208600 Doktora Tezi , 2007

 

[11] "Jipin Yoksa Sen Bir Hiçsin", Sabah 6 Ocak 2001.

[12] "Magazin yozlaştı", Cumhuriyet 4 Kasım 2000.

[13] "Soyunan Prim Yapıyor", Birsen Altuntaş, Milliyet, 7 Nisan 2000

[14] "Taciz Meşru Olur mu?", Duygu Asena, Milliyet, 8 Nisan 2000.

[15] ÇETİN Mahmut, X İlişkiler [Kitap]. - İstanbul : Emre, 2006, s, 30-31

[16]AVCI, Gültekin. ( Kasım 2007 ). Kıyamet Kadınları İslamcı Ve Modern Kadının Yozlaşması . İstanbul: Metropol Yayınları, s. 44

[17] (AVCI, Kasım 2007 ),s. 51

[18] Sinan AKYÜZ, Etekli İktidar - Erkek Hakları Kitabı Alfa Yayınları, sonsöz, www.maximumbilgi.com

[19] Sinan AKYÜZ, Etekli İktidar - Erkek Hakları Kitabı Alfa Yayınları, sonsöz, www.maximumbilgi.com

[20]   “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akıbet güzelliği, O’nun yanındadır.” (Âl-i İmran, 14)

[21] Mesnevi, c.I, b: 2425–2436

 

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar