Yazılmışlar 8
KEMALİN, KEMAL VE ZEVAL MERTEBESİ
91. Yıl Yorumları (Hicrî ve Miladî
Ortalama Üzerinden)
1.TARİH |
: |
29/10/1923 |
2.TARİH |
: |
17/12/2013 |
FARK |
||
90 yıl 1
ay 19 gün |
32922/365=90.1972602739726
32922/355= 92.73802816901409
كمال= Kemal=91
زوال= Zeval=44
Zevalin Zevali= 88
12 Haziran 2011 [G.Seçim]
1.TARİH |
: |
29/10/1923 |
2.TARİH |
: |
12/06/2011 |
FARK |
||
87 yıl 7
ay 13 gün |
32003/365= 87.67945205479452
32003/355=90.14929577464788
Kemalin Zevali:91/44=2.0681818181818183
Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan
partinin başına tekrar Kemal getirilmesi Kemalin Kemali veya zevaline işaret
olabilir. Burası yoruma açıktır.
1.TARİH |
: |
12/06/2011 |
2.TARİH |
: |
27/12/2013 |
FARK |
||
2 yıl 6
ay 15 gün |
22 Mayıs 2010
1.TARİH |
: |
29/10/1923 |
2.TARİH |
: |
22/05/2010 |
FARK |
||
86 yıl 6
ay 24 gün |
31617/365=86.62191780821918
31617/355=89.06197183098591
----------------------------
1.TARİH |
: |
30/03/2014 |
2.TARİH |
: |
29/10/1923 |
FARK |
||
90 yıl 5
ay 1 gün |
33025/365=90.47945205479452
33025/355=93.02816901408451
Kemalin Kemali:182
Kemalin Zevali=91-44=47
2013+47 = 2060
2013+182=2195
Gaybı Allah Teâlâ bilir. Yapılan hesaplamalar “Ebced”in maverasından akan
neticelerdir. Yılar önce bir Osmanlıca bir metni latinize etmiş ve kenarına bir
not düşmüştüm. Sizlerle paylaşmak istedim. Bulunduğumuz [2014] yılı
bir dönüşüme veya başkalaşıma işaret olması yönünden çok önemli olduğu kadar
dikkat edilmesi gerekir. Bu yıl içerisinde alınacak her türlü kararın, kaderi
cephede karşılığı bulunduğu gibi, zamanın ilerisini ve gerisini etkileyecek
olacağını da tahmin ediyoruz. O seneler konuya bir yönden bakmıştım. Fakat
birçok yönden tevili vardır, ehline bırakıyorum. Yıllar öncesinde (1999) ancak
bu kadarı fehmimize gelmişti. Bu bahsedilen bilgiler harflerin ve kelimelerin
yorumudur. Hakikat Allah Teâlâ katındadır. Yaşadığımız her şey kaderin gereği
ve gerçeğidir. Bunun önüne kimse geçemez. Geçtiğimizi de zannetsek, bu da yine
de yine kaderdir.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de buyurdu ki;“Allah sana bir sıkıntı verirse,
onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini
engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır,
merhametlidir. ” Yûnus, 107. Her dilediğini yapıp-gerçekleştirendir. Buruc,
16; Onu engelleyecek hiç birşey olmayacaktır. Tur, 8
Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap
(Levh-i Mahfuz) O'nun yanındadır. Ra'd, 39 Bir şeyi istediğinde O'nun emri
sadece ona: "Ol" demesidir. O da hemen oluverir. Yâ-Sin, 82
İhramcızâde İsmail Hakkı
BEDDUÂ, KÖTÜYE YARDIM ETMEK MİDİR?
İlm-i Ledün sahipleri bir kötüye yardım etmek istedikleri zaman o kişiye
beddua ederler. Avam-ı nas ise muhayyilesinde bunu düz manada yorumlar. Aslında
bu beddua kötünün necatı olmuştur.
Bir kadının bir tavuğu vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu
tavuk, kadın için yumurtluyordu. Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı.
Kadın tavuğun çalındığını öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi
Allah Teâlâ’ya havale etti. Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu.
Birden bire hırsızın yüzü tavuğun tüyleriyle kaplanıverdi. Ne yaptıysa bu
tüylerden kurtulamadı. Kime sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl
kurtulacağına dâir bir çözüm sunamadı. Derken İsrailoğullarından bir bilgine
rastladı. Durumu ona da anlattı. Bilgin şöyle dedi:
“Bunun ancak bir şifâsı vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ
etmesidir. Şâyet bedduâ edecek olursa, bu hastalığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına bazı
kimseleri gönderdi. Bu kimseler:
“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:
“Çalındı.” dedi. Onlar:
“Desene çalanlar sana çok eziyet etmişler.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar:
“Canını çok yakmış olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.”
dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde sorularla kadının öfkesini iyice
kabarttılar. Derken kadın, hırsıza bedduâ ediverdi. Bunun üzerine hırsızın
yüzünden tüyler dökülüp kayboldu. Bu durum İsrailoğullarından olan bilgine
haber verildi. Bilgine:
“Bunun bu şekilde iyileşeceğini nereden bildin?” diye sordular. O:
“O kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini
Allah Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadının yerine ondan intikam
almıştı. Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun
üzerine de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.” buyurdu.[ İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah
Mağfur, Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi
Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s.
202]
İyi olarak bildiklerimizin bedduasını şer olarak anlamak yerine yardım
olarak kabul etmek gerekir. Onların yaptıkları bu zahiri hareket aciliyet
kesbetmiş cezanın tehirine sebep olmuştur. Büyükler eğer kızmışlar ve kaderi
cephede bir rahmet zuhur etmemişte, gazabı ilâhiye tecelli edecekse sukût
ederler. Bu felaketin ta kendisidir. Bu ahvalden Allah Teâlâ’ya sığınmak
gerekir. Bu minvalde rahmet mefhumu içeren bir beddua muhteviyatı vardır ki,
onu da ancak ehli anlar. Hz. Mevlâna Celâleddin Rumî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz Efendimizden bir örnek verelim.
Mevlânâ sözleri arasında buyurdu ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hazretleri birinden incindiği vakit, Allah Teâlâ’ya:
“Ey Allah’ım, onun malını ve çocuklarını artır,” diye bedduada bulunuyordu ki, adam
onlarla meşgul olup onun sohbetinden mahrum kalsın. Bundan Allah
Teâlâ’ya sığınırız. Fakat birinden memnun olduğu vakit de kendi
geniş inayetini o kimseye can yoldaşı yapar ve:
“Ey Allah’ım, onun malını ve çocuklarını azalt,” diye buyururdu ki, o daha
fazla yalnız kalsın, hafiflesin ve o mânaya istidat kazansın. (Menakıb-ül
Arifîn, Eflâkî, c.1, 436. Menkabe)
İşte bu ilim bizim Ledünnî olan ilmimizdir, medrese ilmi değildir. Bunun
üzerine hepsi başkoyup insafa, geldiler ve Şeyh Bahaüddin Allah Teâlâ’nın
kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve:
“Mademki bu dünyadan gideceğim hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi
değil, inayete mazhar olan bir kul gibi gideyim” dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta
oldu ve on üç günde Allah Teâlâ’nın rahmetine kavuştu. (Menakıb-ül
Arifîn, Eflâkî, c.2, sh:420)
Konya beylerinden biri Sultan Veled’in gazabına uğradı ve on gün içinde
o haneden ve soydan hiç bir kimsesi kalmadı. Erkek ve kadınlarının hepsi
anî bir ölümle ölüp gittiler. O kadar ki evlerinde bir kedi bile
kalmadı. Nihayet onların bu hali insanlara ibret oldu. Onların
helâk ve felâketleri söylenip yazıldı. Onun edepsizliğinin uğursuzluğu
onların hanümanını yok etti. (Menakıb-ül Arifîn, Eflâkî, c.2,
sh:276)
Allah Teâlâ’m, Senden yine Sana sığınırım.
İhramcızâde İsmail Hakkı
“DİL”İN GERÇEĞİNDE KİMLİK BOZUMU
Dil, insanların karşılıklı konuşmasını mümkün kılar. Bu da dilin yapısında
önceden belirlenmiş ve biz onları öğrenmeden önce de var olan anlamlara
uyduğumuz takdirde mümkün olabilir. Kişiye özel bir dilden söz
edilemez. İnsanlar farklı bir mana kasteder veya kullanmaya
çalışırsa iletişim kurabilmek için kullandığı dili “çevirmek” zorunda
kalır. Ancak bu kelimenin karşıtlığı konusunda kimin kontrolünde olacağı
sorununu çıkardığı gibi/çözüm bulmayı gerektirir.
Dil, kültür ve geleneksel kurumların kontrolünde geliştiğinden dilde kesin
olmayan ögeler artar/ karşılık bulmanın sorunsalı baş gösterdiğinde paylaşılan
değerler sarsılmaya başlar. Ayrışmanın başlamasına neden dilin karşılığını
bulmada çekilen sıkıntıdır. Bilinçsizliğin [Bilinçdışı] temelide dil gibi
olduğunu söylerken Lacan bu ayrışmaya dikkat çeker.
Kelimeler göstergesinin hiçbir öğesi bir diğerini belirlemediği, gösterge
anlamını “açık” etmediği gibi, gösterilen de formla ya da sesle benzeşmez. Tam
tersine, gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki rastlantısaldır. Mesela
“Köpek” sözcüğünün köpeğe özgü hiçbir yanı yoktur. Zaten olamaz da, çünkü Dili
yeni öğrenen çocuklar, kelimenin ancak göstergesini öğrendikleri zaman
anlamı da ayrımsamayı öğrenirler. Bir terimi doğru kullanabilmek, anlamını
bilmekten geçer. Yunanca bilmiyor olabilirsiniz. Kelimedeki bir inceliğe örnek
olarak aşağıdaki Yunanca kelime saf bir göstergedir:
λόγος
Yazıldığı zaman yukarıdaki şekli alır; seslendirilişi de şöyledir: logos.
Ve eğer Yunanca biliyorsanız gösterilenin tam bir İngilizce karşılığı
olmadığını da bilirsiniz; “sözcük”, “düşünce”, “anlam” ve “mantık” gibi
karşılıklarını verebilirsiniz. Eğer baş harfini büyüterek şeklini çok az -ve
sessizce- değiştirirsek, Λόγος halini alır ve gösterilen bir
anda “Tanrı’ya ya da “Us”a dönüşür.
Dildeki karşıtlığın maddî ve mânevi yönden sorunları olduğu günümüzde,
icraatın içinde olanların zafiyetlerini örtbas etmek konusunda, hitabet
sanatından alınan güçle dil kullanımını, ileri seviyeye kavuşturma trendleri
ile kemiyet faktörlerini, keyfiyete üstünlük sağlayabilirler. İmaj/mecaz/hile/toplumu-dizayn
tasarımcılığı ile başarısızlıklarını örtbas edebilirler. Bu konuda yine
revaçta olan reklamcılığın temelinde yatanda dilin kullanımı gelmektedir.
Kelime göstergelerinin, adetler, gelenekler, vs. birer tezahürü olarak
düşünmeye başladığımızda, zafiyet göstermeye ve değişim gösteremeye
başlamış olgulara yeni bir anlam kazandırmanın gerekliliği ortaya
çıkmıştır. Mesela: Günümüzde ağartıcı ya da amonyak kullanan
geleneksel temizlik ürünleri mikroplara karşı “savaş açar” ya da kirleri “yok
eder” denilerek dramatize edilmektedir. Oysa ikinci Dünya Savaşı’nın hemen
ardından satışa sunulan deterjanlar, kiri kumaştan “nazikçe” çıkarmayı vaat
ediyorlardı. [“Deterjanların esas amacı nesneyi koşullara bağlı kusurlarından
arındırmaktır” sözlerinden yola çıkarsak, deterjanın üstün meziyetleriyle
karşılaşan yabancı maddeler uzaklaşıyor ve beyazların düşmanları bertaraf
oluyordu. Aslında kast edilen, “onların işlevi savaşmak değil, toplumsal düzeni
korumak”tı.] Şimdi ise soğuk savaş döneminde “savaş” kelimesi ile
çağrıştırılıyor. Yine cilt bakım ürünü reklamlarında “mahrem olanın
abartılı temsilinden yola çıkıyor”, söz konusu nemlendiriciler cildin
derinlerine dışarıdan “sızarak” ve “nüfuz ederek” kırışıklıkları
önlüyor ve ona doğal güzelliğini geri kazandırıyor, şeklinde dile getirilerek,
bilinçdışı/bilinçsizlik etki altına alınarak, insanlar yönlendirilmeye
çalışılıyor.
Günümüz reklamcılarının çoğu, Roland Barthes’in 1957’de Fransızca olarak
basılan Mythologies (Çağdaş Söylenler) kitabını okumuştur.
Barthes burada Saussure’ün kültürel değerlerimizi anlamlandırırken dilin
kullanımına dair getirdiği açıklamalarından çıkarımlar yapar.
j. Lacan’da insanı toplumsal bir organizmadır ve yaşadığı sorunların
temelinde kopukluk yatar diye ele aldığı kimlik/özne sorununu açıklarken, insan
birer organizma olarak doğar (elbette) ve daha sonra birer özneye dönüşür,
der.. Ama nasıl? Dünyaya geldiğimiz andan itibaren çevremizi kuşatmaya başlayan
ve göstergesel uygulamalarla bezeli kültürümüzü özümseyerek, konuştuğumuz dili öğrenme
sürecinde birer özneye dönüşürüz ki, bu da artık “ben”i gösterebilme yetisine
sahip olduğumuz anlamına gelir. Bunun da bir getirisi, bir isteğimiz olduğunda
çaresizce ağlamak yerine artık onu dile getirebilir, doğru otobüse binebilir,
dostlarımıza e-posta gönderebilir ve siyasi konuşmalar yapabiliriz-ya da
zevkimize göre felsefe okuyabiliriz. Tüm bunları mümkün kılan dil, her şeye
rağmen Ötekidir. Lacan bu tanımı yaparken özellikle büyük harf kullanarak dilin
Ötekiliğini ve insanlar arasındaki kültürel ötekiliği ayrı tutmaya çalışmasına
karşın, göstergenin Ötekiliğini diğer insanlardan öğrendiğimizi ve
içselleştirdiğimizi de aklımızdan çıkarmamak gerekir, der. En nihayetinde,
bunlar hepsi dilin ürünleridir.
“Büyük Öteki” dediğimiz şey bizden önce de oradadır, varlığı bizim
dışımızdadır ve bize ait değildir. Örneğin, bir isteğimizi iletirken
kullanmamız gereken terimleri, iletişim kurabilmek adına ve başka bir
seçeneğimiz de olmadığı için Ötekinden temin etmemiz gerekir. Bu sayede
başlangıçta kendisi ve dünya arasında herhangi bir ayrım yapma duygusundan
yoksun, bu insan denen küçük organizma, her ne kadar yabancılaştıran bir etkisi
de olsa, çevresinden ayrışarak dilin içinde zaten kullanıma hazır olan
ayrımlardan yola çıkarak isteklerini formüle etmek durumunda kalır.
Oysa burada eksik olan bir şeyler var - organik varlığımızın
devamlılığından gelen bir kalıntı ya da isteklerimizi sözde tanımlaması gereken
göstergelerin yetersizliğidir. Lacan bu kaybolan şeyin hakikat olduğunu
söyler. Aslında kültürün bize gerçek olarak sunduğu hususların geneli
hakikatin kendisi değildir. Anlamlamanın dışında yer alan özne organik
varlıktır. Özne’de hakiki olan bizler bunun tam olarak ne olduğunu asla
bilemeyiz, çünkü nesnenin bulunduğu çevredeki adlar dünyasında ona “tüm olarak”
işaret edebilecek bir gösterge bulunmaz. Hakikat, bilincimizde kavranabilir
olmaktan uzaklaştığı için bastırılmıştır ve bildiğimizi sandığımız gerçeklikle
olan ilişkimizi zedelemek ve altüst etmek için durmaksızın geri döner. Var olan
dilin imkâsızlığında kaybolan hakikat, rüyalarımızda, dil sürçmelerimizde,
sözcük oyunlarında, esprilerde ya da hastalıklarla ve psikolojik bir nedeni
olmaksızın gelişen yetersizlikler gibi bedensel belirtilerle kendini
gösterebilir. Bunu uyumsuzluklarda daha çok görebiliriz.
Kaybolmuş fakat kendisinden kaçış olmayan organik varlığımıza ait hakikatin
o bildik etkisi, tam olarak tanımlayamadığımız bir tatminsizlik duygusuyla
ortaya çıkar. Artık organizma ve gösteren özne arasında bir boşluk vardır ve
işte bu boşluktan da arzu/lar doğar. Lacan’nın deyişiyle arzu adlandırılamaz,
çünkü o bilinçdışına[bilinçsiz tarafımıza] aittir ve dilin bize sunduğu
bilincin bir parçası değildir. Ancak, yine de, kayıp hakikatin emaresi olan o
boşluğun bir neticesi olması ve dolayısıyla biçimsiz oluşu nedeniyle yapısaldır
da. Arzu/lar her ne kadar bilindışımızdan da doğsa, pek çoğumuz çeşitli
nesnelere bağlanır, onları arzularımızın merkezi haline getirir ve böylece
tekrar bir bütün olabileceğimizi, özne ve kayıp hakikat arasındaki uçurumu kapatabileceğimizi
umarız. Oysa bunu asla başaramayız - yine de salt bu arayış bile bize keyif
verebilir. Ancak yapılanmış dilin gerçekliğindeki hakiki/hakikat sorun olmaya
başlayınca öznenin kimlik sorunu taraf bulmakta zorlanır. Bu en fazla
cinsiyette ve ayrımda büyük sorunları oluşturur. “Abel Barbin”’in bütün
geçmişini silerek yeni bulduğu kimliği kazanamadığı gibi dönüşünü
sağlayamamasında gördüğümüz durum ile The Truman Show’(1998) un temelindeki
hiper-gerçekliğin, “gerçek toplumsal hayat”ın kendisi için bir şekilde,
sahnelenmiş bir düzmece olduğunun farkına varması aynı argümanları dile
getirir.…
Dilin karşılığında olan kimlik/özneyi bulmakta, Lewis Carroll’un “Aynanın
İçinden” kitabında, Humpty Dumpty biraz da küçümseyen bir tonla, “Bir
sözcüğü kullandığım zaman, onun anlamı, ben ne demek istemişsem odur - ne eksik
ne de fazla,”deyişinde Alice’in buna verdiği karşılık, “Yalnız
buradaki sorun, sözcüklere pek çok farklı anlam yüklenip
yüklenemeyeceği,”cevabını verince “Asıl sorun,” der
Humpty Dumpty ve ekler, “hangisinin Patron olduğudur - hepsi bu.”
Eğer sözcüklerin anlamı kişiye göre değişiyor olsaydı, başkalarıyla
iletişim kurabilmemiz mümkün olmazdı. Bu nedenle anadilimizi öğrenme sürecinde,
Öteki’nin anlam kurgusuna başvururuz. Küçük çocuklar ördek ve sincap arasındaki
ayrımı daha önce öğrenmiş olanlardan öğrenirler: ördekler uçar gibi. Ama
çocuklar hatalar da yapar: uçak uçabilir ama bu onun ördek olduğu anlamına
gelmez.
Buradan sözün bağlamını günümüzdeki insanın kimliğini kaybetmiş düşünce,
yaşayış [bilhassa siyaset] alanında eşcinsel karakterlere bürünmüş olmasıdır.
Birilerinin erkek veya kadın olduğu şüphesi çoğunluk üzere yaygınlaşmıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ahir zamanda “sabah
mümin, akşam kâfir olurlar” buyurarak, kayganlaşmış sosyal bir zeminin
olacağını ve “ben”in yapısallığındaki keşmekeşe yön vermenin zorlaşacağı
hikmetini haber vermesi çok mânidardır. İnsan fıtratının, temiz ve uyumlu
değerleri yapılanırken uğradığı bozulmaların, bastırılması, aktarılması ve bilinç
seviyesinden bilinçsizliğe ulaşmasında zor günleri yaşadığımızı söyleyebiliriz.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Yazı oluşturulurken faydalanılan Kaynak:
Postyapısalcılık, Poststructuralism, Cathenne
Belsey, Türkçesi, Nursu Örge, Dost Yayınları, 2013, Ankara
MÜSLÜMANLARI BÖYLE OYUNA GETİRİYORLAR
Dr. Hüseyin HATEMİ’nin yazmış olduğu “Şeytan
ayetleri” kitabında değindiği bir konu günümüz için çok önemli
olduğundan sizinle paylaşmak istedim. Paragraflar şeklinde seçip vurgulamak
istediğim konu şöyledir.
“Bu sıralarda ortaya çıkan ve esrarengiz bir biçimde
ve zamanda hidayete eren “Mohammed Es-sad Bey”[1] ise, Rodinson [2] gibi, Resûl-i
Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatına dair yazmaya cür'et ettiği bir
Kitapta, “Garaniyk olayı”nı[3] Rodinson'un naklinden de
utanmazca bir yorumla aktarmaktadır.”
……………
“1932'de Berlin'de yayınlanmış bu kitap 1934'de
Fransızcaya çevirtilerek (Payot, Paris 1934, yazarı Mohammed Essad Bey, çeviren Jacques Marty, Önsöz: M.E.F. Gautier)[4] yayınlanıyor, Müslüman ve
Müslüman olmayan nice “bilim adamı” da bu kitaptan “bilimsel
bir eser”miş gibi yararlanıyor, yazarı nice itibarlar görmeye devam
ediyor. Tıpkı Kâ'b-ul-Ahbâr [5]için, Emevîler'in İslâm'ın ilk
yüzyılındaki kurnaz işbirlikçisi bu sözde-mühtedi için olduğu gibi, O'nun
yaptıkları değil de O'nu eleştirenler kınanıyor.”
…………….
(Hassas olması gereken konuda (Şeytan ayetleri) hassas olmayan bu Muhammed Essad’ın
Müslümanların canını yakmak için şu tavsiyeden de vazgeçmiyor.)
…….
“Bütün bu nitelemelerin hangisinin bir diğeri ile uygunluk gösterdiğini
okuyucunun takdirine bırakıyorum. İlgi çekici olan husus şudur: Bu “sözde-mühtedî”[6] de İslâm Âlemi'nde
bir “sözde-devrim” sırasında ortaya çıkmış, bu “sözde-devrim”in
sonucunu Batı'ya şöyle bildirmiştir. (İhbar ediyor)
“İbn Saud (Vahhabiler Lideri) bugün Peygamber'in örneğini izlemekte ve
yirminci yüzyılda da aynı derecede güçlü olan Allah kelâmını insanlara
hatırlatmakta, bir zamanlar, yedinci yüzyılda olduğu gibi bir Devlet kurulması
ve yönetilmesi amacını gütmektedir” (s. 325)
Bu devrimi yeteri kadar övdükten sonra da, burunları dibinde uyanan İslâm
tehlikesini görmeyip uyumakta devam eden Batı Dünyası'na sinirlenmektedir:
“Bugün İslâm tekrar eyleme geçmeye hazırdır, amacı da her zaman aynıdır:
Bu amaç, Muhammed'in ve Haricîler'in (?), iman uğruna savaşan ve dua eden
sofu kişilerin amacıdır:
Dünyayı fethetmek, dünyayı boyunduruk altına almak, köle kılmak: (s. 327)
“Kargaşa ve felâketler içinden bir yeni güç doğmuştur, ne var ki Avrupa bu
yeni gücün gerçek değerini takdir edemiyor. Bu güç, çağdaş İslâm'dır. Yeni
halkları (her halde Afrika halkları kasdediliyor) çevresine toplamada,
örgütlenmede, kurmada ve değişim (transformation) göstermede, savaşa hazırlanmadadır!... Yeni
Doğu, yeni İslâm büyük İhvan tarîkati (Vahhabiler kasdediliyor), düşünce ve
silah savaşma, İslam'ın kutsal savaşma (cihad) hazırlanıyor, (s. 328)
İşte her çağda, her ne zaman İslâm Dünyası'nda bir kıpırdanma sezilirse,
aşağı-yukarı aynı sözlerle ve özellikle “cihad” terimi[7] slogan olarak kullanılır
ve İslâm'a karşı “çağdaş haçlı seferleri” örgütlenir,
kışkırtılır. Bugünlerde tasarlanan Haçlı Seferi'nin adı “Harmagedon”dur. (Har-megidon)[8] Bizim Dünyadan habersiz,
ağızları süt kokan “entel”lerimize duyurulur.”[9]
Alıntı yaptığımız kısımdan anlaşılan, Müslümanlar eğer tepki göstermiyorsa
tepki göstermeleri için birilerini içlerine sal ve onlardan olsun. Onları da
rahatsız etsin. Onlar rahatsız olunca emperyalist güç olarak müdahale etme
yetkisini insan hakları gibi palavralarla icraata geçirebilirsin.
İşte bu zihniyet haçlı zihniyetinin müdahale tekniklerinden biri ve en
önemlisidir.
Yine emperyalist gücün Müslümanları piyon olarak kullanmakla, uyuyan
Hıristiyan ve Yahudi dünyasını harekete geçirmesi için gereklidir. Çünkü kendi
halkına düşmanın hazırlık yapıyor, bunda bana destek ver. Vermezsen başın
belaya girecek ve seni yok edecek korkusu verilmiş olur.
Son söz siyaseti bilmeyen ve geçmiş tecrübesini geleceğe aktaramayan
Müslümanlar ezilmekten başka çıkar yolları yoktur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
AİLEDE EVLİLİK UYUMU, ALDATMA VE İLETİŞİM
Evlilik akde dayalı, karşılıklı bir dayanışma sonucu
kurulmuş, içtimai onaylamayla hayata geçirilmiş, tüm içtimai yasaklamaların
kırılarak cinsel gereksinimlerin ve sosyal ihtiyaçların karşılandığı müşterek
bir ortaklık olup, hayatın sürdürülebilirliği için gerekliliği vazgeçilemez
önemli bir kurumdur.
İnsanın hayatında, mutlu ve tatmine ulaşmış ilişkilerin
kaynağının, uyumlu evlilik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak evli çiftlerin tümü,
evlilikleri boyunca kendilerini bazı çatışmaların içinde ister istemez
bulmaktadırlar.
Mutluluk, tatmin ve beklentilerin gerçekleşmesi
sayesinde olup, evlilikte ise sadece karşılıklı uyumla mümkündür. Mutlu ve
tatmine ulaşmış evliliklerde önemli bir role sahip olan evlilik uyumu,
bireysel, durumsal ve ilişkisel birçok faktörden etkilenmektedir. Evliliklerin
uyum içinde olabilmesi içim beş temel konudan bahsedilir. MAHREMİYET, BAĞLILIK,
UYGUNLUK, İLETİŞİM VE DİNİ YAŞANTI.
Evliliklerde Görülen Aldatma Problemi
Aldatma, evli çiftlerde oldukça sık rastlanan bir
problemdir. Aldatma, tek eşlilik- çok eşlilik boyutundan farklı olarak,
ilişkinin sürekliliği ile sadakat derecesinin en zayıf olarak çıktığı
durumdur. Evlilik dışı yaşanan ilişkiler, yaygın olarak
onaylanmamasına rağmen, birçok insan tek eşli ilişkiler içinde değildir. Bazı
insanların sürdürmeye çalıştıkları öncelikli ilişkilerinin dışında, yaşadıkları
cinsel ilişkileri de vardır. Fakat aldatmayı, sadece cinsel ilişki düzeyine
indirgemek ve tanımlamak yanlıştır.
Aldatmayı inceleyen araştırmalarda
yaygın düşünce, bu konuda pek çok cevaplanmamış soru olduğudur. Aldatma
konusunda yapılan çalışmaların ortak özelliğinde varılan sonuç, erkeklerin
kadınlara oranla evlilik dışı ilişki yaşama yüzdelerinin çok daha fazla
olduğudur.
Aldatmanın Nedenleri
Aldatma durumunu pek çok faktöre bağladır. Bazıları,
Evlilik dışı ilişkilerin duygusal-cinsel doğası;
Gizli ya da görüş birliği içinde yaşanılan evlilik
dışı ilişkiler;
Evlilik dışı ilişkilerin nedenleri, sonuçları ve
detayları;
Evlilik dışı ilişkilerde kişisel sorumluluk ve bu tür
ilişkilerin aldatılan tarafa etkileri
Aldatmanın erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkış
nedenlerinin farklı olduğu görülmektedir.
Erkekler niye aldatır?
İlişkilerinin hayal ettikleri gibi gitmemesi,
Yenilik arama,
Egolarını tatmin etme,
Çevrelerinde ciddi bir ilişki istemeyen kadınların
varlığı,
Hissedecekleri anlık tatmin duygusuna yenilme, intikam
duygusu ile aldatmak.
Kadınlar niye aldatır?
Kendine güvenlerini arttırma isteği,
Duygusal olarak ihmal edildiklerini düşünme,
Heyecan arayışı,
Romantizm ihtiyaçlarını karşılama isteği,
Eşlerinden daha zengin ve statü sahibi biriyle beraber
olmak arzusu,
Cinsel tatminsizlik ve hiç bitmeyen ev işlerinin ve
sorumlulukların yükünden kurtulma isteği
Aldatmada tatminsizlik etkisi
Evlilik dışı ilişki ile ilgili en yaygın kabul gören
yüklemelerden biri, evliliklerdeki mutsuzluk ve çatışmalardır. Çok eşlilik
literatüründe dahi tatmin ve evlilik dışı ilişki arasındaki bağlantı sıkça
çalışılmış bir konu olmasına karşın, yapılan çalışmalar evlilikteki
tatminsizliğin ilişkiler üzerindeki etkisini, ne tam olarak desteklemekte ne de
reddetmektedir.
Evlendikten birkaç sene sonra ayrılmayı ya da
boşanmayı düşünen bireylerin bu düşünceleri, olasılıkla dışarıdan gelen etkiler
veya dış kaynakların oluşması ya da ilişkideki tatmin duygusunun azalması
sonucunda ortaya çıkmıştır. Tatminsizlik düzeyi arttıkça ilişkide beklentiler,
seçenekler ve sınırlılıklar önemli bir rol oynamaya
başlamaktadır. Kişilerarası ilişkiler, ödül-bedel mübadelesine dayanır. İnsanlar
fıtratı gereği, ödülü yüksek, bedeli düşük ilişkileri tercih ederler. Ödül
ve bedel arasındaki fark, pozitif olduğunda birey ilişkiyi sürdürme, negatif
olduğunda ilişkiyi değiştirme veya sonlandırma eğilimi gösterecektir. İlişkide
algılanan eşitlik de, kişilerin evlilik dışı ilişkiler yaşamasında
açıklayıcıdır. Burada fedakârlık unsuru unutulup menfaat kavramı araya girince
aldatma büyük ihtimalle hayat alanına dâhil olacaktır.
Bir ilişkideki eşitsizlik, ilişki tatminsizliğinin
artmasına neden olabilir. Bu nedenle başka bir ilişki yaşanmasına sebep olur.
Aslında başka bir ilişki yaşamak, eşitsiz giden bir ilişkide bu durumu hisseden
eşlerin eşitliği sağlama çabasıdır. Kadın ya da erkek ilişkide eşitliği
yakalamak için pek çok başarısız teşebbüsten sonra ortamı terk etme ya da
ilişkiyi bitirme aşamasında olabilir. Bu nedenle kaybedeceği çok az şey vardır
ve önündeki seçenekleri araştırarak yeni kazanımlar elde edebilir. İlişkide
eşitsizlik strese neden olur, bu eşitsizliği gidermenin bir yolu gerçek
değişiklikler yapmaktır.
İletişimin Çatışmaya Dönüşü
Pek çok alanda önemli bir yeri olan iletişim, bilgi
üretme, aktarma ve anlamlandırma sürecidir. Ailede ise eşlerin birbirinin
farkına varması sürecidir. Aldatma sürecinden çıkabilmek için iletişimin
harekete geçirilmesi gerekmektedir. Çünkü kişiler arası
anlaşmazlıkların kökeninde, genellikle iletişim bozuklukları yatar. İletişim
sağlıklı olmadıkça sürtüşme ve çatışmalar kaçınılmazdır. İletişim kaybolması
ile çatışma ortamı ortaya çıkar. Eşler arasında oluşan “haklı ve lider
olma” faktörü bunu ateşler. Bunu iki kategoriye indirgeyebiliriz.
Haklı olmada, kendileriyle ilgili problemlerden ötürü
çatışmaya girerler. Bu çatışmasına taraf olan kişiler, aralarındaki iletiyle
değil, birbirleriyle uğraşmaktadırlar; birbirlerine kızmakta, küsmekte,
birbirlerini dinlememekte ya da birbirlerini yanlış anlamaktadırlar.
Lider olmada ise kişiler kendilerinden çok,
aralarındaki durumdan ötürü çatışmaya girmektedirler. Bu çatışmalardan başka
"Karma Çatışmalar" da vardır. Bunlar aktif-önyargılı ve pasif-tümden
reddetme sebebini eşlerin bile tahmin etmedikleri çatışmalarıdır. İletişimde
en başta gelen sorun savunuculuktur. Savunucu durumda olan kişi, zihin gücünü
söz konusu edilen konudan çok, kendisini savunmaya harcar. Muhakkak zıtlık
vardır.
Evlilik ve aile hakkında verdiğimiz bu bilgiler
ışığında kaderi bazı hususları ilave de edecek olursak, en önemli hususun Allah
Teâlâ’nın yardımı olduğunu söylemeliyiz. İnsanın rızık ve eceli içine alan
hayatı konularında hikmet babında şunlar söylenmektedir.
Fakir iseniz evlenin, Allah Teâlâ zengin eder.
Gayr-ı meşru hayat ömrü kısaltır.
Öleceğiniz korkusu içiniz sardıysa hemen bir çocuk
sahibi olun. Üçüncü bireyin kaderi sizin kaderinizi değiştirsin.
Eşinizi aldatıyor ve eşinizde size sadıksa muhakkak
dünya işleriniz, bozulur. İşinizi ve sosyal konumunuzu kaybedersiniz.
Gelecek korkusunu yenmenin tek çaresi eşinizin size
vereceği destektir. En önemlisi de onun duasıdır.
Eğer beddua alıyorsanız, muhakkak perişan bir
ihtiyarlık hayatı ve gelecek ile karşılaşacağınız bir kaderiniz ve kaderî
(boşanma-ölüm, hapis) ayrılığınız olacaktır.
Ailede haklı olan ve olmayan durumunda bir eşitlik
konumu baş gösterirse Allah Teâlâ muhakkak yardım gönderir. Çünkü evlenmek
Allah Teâlâ’nın emridir ve yapanlara yardımını mecbur kılmıştır.
Bekâr olanların birkaç örnek dışında maneviyatta fazla
yükselmesi mümkün değildir. Bunun sebebi tek kanatla uçan kuş yoktur.
Eşinin azgın bir yönü varsa onu yok etmek isteyen
sevgi ve sabır ile yok etmeye çalışmalıdır.
Evlilik bir emanet statüsündedir. Eğer ayrılır ve
aldatırsa hiçbir şekilde bir daha evlenemez. Emanete hıyanet edene Allah Teâlâ
yardım etmez ve yalnız bırakır.
Dünyayı isteyen evlensin.
Ahireti isteyen evlensin.
İnsan olmak isteyen evlensin.
Allah Teâlâ’yı bulmak isteyen evlensin.
Evlenmek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
sünnetidir. Onun yolundan giden ancak cenneti bulacaktır.
Son söz olarak insanın evlenmek ve evliliğini her ne
şekilde olursa olsun yüz kızartıcı bir durum olmadığı sürece devam ettirmek
mecburiyetindedir. Havva’sını Âdemden, Âdem’i Havva’sından ayırmak isteyen yalnızca
İblis ve taifesi olan şeytanlardır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de, aile
birliğinin sürdürülmesinde bir etken olarak şu olayı ibret için nakletmiştir.
“İblis arşını suyun üzerine kurar, sonra çetelerini
gönderir. Bunlardan rütbece en yakın (itibarı en büyük)
olanı, fitnesi en büyük olanıdır. Biri gelip, şunu şunu yaptım,
der. İblis ise, anlatılanları dinledikten sonra,
“hiç bir şey yapmamışsın” karşılığını verir ve yapılanları küçümser.
Sonra, bir başkası daha gelir ve “eşiyle aralarını
açıncaya kadar peşlerini bırakmadım” diyerek, yaptıklarını
anlatır. Bunun üzerine İblis, onun makamını yükseltir ve
“sen ne harikasın!” Diyerek becerisini kutlar. Allah
Teâlâ’m sana sığınırız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
GEN-X -KAYIP İNSANLARIN İNANÇLARI
Cinsellik, toplumu öncelikle ilgilendiren olgulardan
biridir. İçtimai durumda kimliğimizle ilgili sorunun cevabı genellikle cinsel
kimlik ekseninde karşılığını bulmaktayız. Öyle ki cinsiyet sınıflandırmasına
henüz sokulamayacak konumda yer alan bir bebeğin bile (erkek olsun gibi)
toplumda bir huzursuzluğa neden oluşu çok güzel örnektir.
Cinsellik hormonların etkisi altındadır. "Androjen" de
belirli bir hormon grubuna verilen isimdir. Ancak günümüzde, içtimai cinsiyet
rollerini ve göstergelerini taşımayan ve hatta karşı cinsin özelliklerini de
barındıran kişiler için kullanılmaktadır.
Türkçede "erkeksi kadın" ya
da "kadınsı erkek" için kullanılan yunanca
kökenli "Androgynous" ise 'Aner' (erkek) ve 'Gyne'
(kadın) kelimelerinden türemiştir ve "hem eril hem dişil
özellikler gösteren" anlamına gelmektedir.
Günümüzde medya, sinema gibi, içtimai norm ve
değerleri yeniden üreten kurumlar, androjen karakterlerle giderek daha fazla
ilgilenir görünmektedir. 1980 öncesinde, Batı toplumlarında dahi "öteki" olarak
değerlendirilen “androjen erkekler” in dahi yurdumuzda dahi
sayıları artmıştır.
Teoride, aile yapısı ve cinsiyet gelişimi psikanaliz
kuramları çerçevesinde ele alındığında cinsiyetin oluşmasında en önemli aracın
önce aile sonra çevre olduğu söylemektedir. Konu hakkında Rene Girard; "Öznenin
Öteki'nde suçlu bulduğu her zaman kendi arzusudur, ama bunun farkında
değildir" düşüncesi de cinsiyet gelişiminde etki ettiğini
varsayabiliriz. Kişinin gördüğü eksiklik, bir yerde kendi
noksanlığıdır. Bu sebeplerle Androjen tipleri "öteki" olarak
kabul edip, ilgili teoriler eşliğinde söz konusu toplumun arzuları belirlerken,
daha çok erkekliğin andorojenleşmesi ile kadınında ister istemez değişime
uğraması toplumun "Görsel Haz ve Anlatı anlayışında" bilinçdışını
karşı cins olarak yalnızca kadınlığı öne alarak eril vasıfları yok etme yoluna
yönelmesinde, "Erkekleşme bir doğrultuda değişen kadın temsilinin
nedeni, erkeğin androjenleşmesi olabilir mi?" sorusu akıllara
getirmektedir.
C.G. Jung:
"Her erkek, içinde, o ya da bu kadına ait olmayan
sonsuz bir kadın imajı taşır. Bu imaj özünde bilinçdışıdır ve erkeğin organik
sistemindeki asıl kadın biçiminin, yani bir arketipin, ırsî bir unsurudur.
Aslında bu imaj, kadınlığın tüm geçmiş deneyimlerinin ve o güne dek kadınlığın
bıraktığı izlerin bir birikiminden oluşur. İmaj bilinçdışı olduğu için sevilene
bilinçsizce yansıtılır.”
Bu varsayım Havva Validemizin
yaratılışında Adem aleyhisselâmın bir sebep yerinde olmasından dolayı mı, kadın
erkekleşmek istemektedir, diye düşünebiliriz.
Bahsedilen sebeplerle androjen özelliği gelişmiş nesil,
hayatın belirsizlikleri ve çelişkilerine karşı kendilerini serbest bırakmaları,
aidiyetin başka bir yerde olduğu inancıyla bedeviliğe yönelmeleri ve içsel
sorgulamalarını içeren karakterlerle toplum düzeninde erkek erkekliğinden kadın
kadın kadınlığından kaçmaya başlayınca Gen-X: Kayıp
Nesil (kimliksiz) diyeceğimiz kişileri oluşturmuştur. Bu
nesiller şartlar gereği daha sonra bir üst kategori olan sorumluluk düzeyine
geçince de, bir alt nesil karşısında da kendileri rahatsızlık duyup şikâyetçi
olmaktadırlar. Düzenli hayat insanın fıtrat gereği olan bir isteğidir. Gen-x
neslinin, yerleşke bir hayat sürememesi, bir eve ve düzenli bir işe sahip
olamaması ve bir sorumluluktan kaçar hale gelmesi de ayrı bir sorundur.
Toplumda hayatın yerleşik düzeni bulması karakter
sahibi olmakla eşdeğerdedir. Bunun için yerleşme karakterini kaybeden nesil
göçebe bir hayat düşüncesine dalıp bedevileşme ve yanında cehalet etkisinde
kalışı sıkıntıya düşüşün habercisi olmuştur.
Bedevilik cahilliğin artışı ile doğru orantılıdır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hicret ettiği Yesrib’ e Medine (şehir)
demesi şehirleşme ve medeniyet çığırını açmak içindir. Gen-x
neslinde ise bir yerlere ait olmadan yaşamını sürdürme isteği bedeviliğin
(cahilliğin) bir göstergesidir. Gen-x neslinin göçebeliği tercih etmesi,
herhangi bir yere ait olmadığından emin olsada, nereye ait olduğunu da
bilmemektedir.
Zamanımızda Gen-x neslinin medya, televizyon gibi
iletişim araçlarının yönlendirmesine maruz kalarak büyümesi, hayali kurgulara,
reklâmlara ve gereksiz bilgi bombardımanına, dolayısıyla da ben merkezli hayat
tarzını kutsayan temsillere hedef olmasına yol açıp toplum düzeni içinde yer
almaktan kaçması yıkımın başlangıcını oluşturmaktadır.
Yine bahsettiğimiz durumla ilgili olarak düşünce dünyasında
yeni nesil bir fikir adamı çıkaramayışı altında belki en önemli sebep
kimliklerin androjenleşmesi ve dolayısıyla düşüncede oluşmuş Gen-X neslinin
üretici olmaktan çok tüketici konuma gelmesidir. Bu o kadar ileriye gitmiştir
ki, geleneğin geleceğe hükmetmek arzusu ile yeni hayat şekillerine uyumlu ve
doğru kararlar üretilemeyip tabular içerisinde boğulup kalınmaktadır. Örnek
verecek olursak dinimiz açısından düşündüğümüzde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi bulunduğu asırda bırakıp günümüze getirmemekte de andorjenleşme ile
oluşan kayıp nesil Müslümanları oluşturmaktadır. Hayatî yerleşimde merkeziyet
ve lider kaçınılmazlardandır. Günümüzde ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem lider konumunda olmayıp, hocalar, mezhepler, şeyhler, vb. lider konumunda
olunca her şey bir çıkmazın içerisinde yığılıp kalmıştır. Çünkü zihinlerde
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yıllar önce görevini yapıp gitmiştir,
etkeni gizlice faaliyettedir. Bu şekilde insanlar dar kalıplar içerisinde
kalması ile çemberini kıramayan Müslümanlar kayıp nesil kategorisini
oluşturduklarından ezilen, sömürülen, mazlum milletler derecesine düşmüştür.
Çözüm üretemeyen veya üretmek için gerekli olan düşünce kimliği
(erkeklik-kadınlık) kaybolmuştur. Bir konu üzerinde yeterli olabilmenin en
önemli şartı sebep-sonuç, ilk-son, geçmiş-gelecek, iyi-kötü…. gibi zıt karakter
ve unsurları bağdaştırıp harmanlamayı başarabilmektir. Eğer bugün Müslümanlar
dünyada mazlum ve yetersiz durumda oluyorsa bu ayrışmayı başaramayıp
andorojenleşmesinden başka bir şey değildir. Her kimlik yerinde ve
sebebinde olmalıdır. Eğer bir konu hakkında bir çözüm üretilmek
istendiğinde tumturaklı ifade ve görüşlerle oyalanıp duruyorsak, bu
bizim diğerleri tarafından değil kendimizle aldatıldığımızdır. Esaslı
görüşlerden olan “her şeyi kendisiyle yıkabilirsin” den maksat
nesillerin köleleşmesi ve dumura uğratmak için dış etkiye müracaat etmeye gerek
yoktur, demektir. Eğer bir düşünce şahsi kimliğini kaybedip andorojenleşmişse
tahkikten çok, taklid konumunda kalmıştır. Bu ise kaosun başlıca sebeplerinden
biridir. Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki;
“Sakın Hakk´ı bazı kişilerle bilip tanımaya
çalışma;
Önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini tanımaya çalış.”
Bu söz, insanların bağıntısına ancak birileri ile
bakmaktan vazgeçemediğinin delilidir. Allah Teâlâ’nın “düşünün,
akledin” demesi “şüphe edin, bu gerçekten doğru mudur?” deyin
demektir. Herkesin düşüncesini “mal bulmuş mağribi” gibi kabul
etmenin neticesinde hadımlaşmak zaruridir. Bu zarurette köleleşmektir. Köle
olmak ayağa zincir vurmak değil, düşünmeye ihtiyaç duymayacak hale gelmektir.
Düşünme ihtiyacını yitirmenin hayvanlaşma olduğunu hatırlatmak isteriz. Benim
hocam söylediyse doğru söyler gibi düşünceler yanlıştır. Bugün
herkesin bir üstadı hocası olduğunu düşünürsek, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem etrafındakilere sahabe (arkadaş) olarak muamele etmesi ne güzel bir
durumdur. Uhud Harbinde arkadaşlarına danışarak onlar için vahim olacak bir
durum olacak olsa da tabi olmuştur. Çünkü O, onları düşünen kişiler
olmasını istiyordu. Ancak her geçen gün Müslümanlar için bu usul devam
edememiştir.
Düşünenler (Ebu Hanife rahmetüllah aleyh
hakkında) “İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu” olarak
nitelendirilmiştir. Buna benzer durumlarla Müslümanlar kimliklerini
kaybetmiştir. Çünkü düşüncelerini ya üstadlarının yazdığı kitap, ya arkasına
tabi olduğu hocası, ya peşinden gittiği şeyhi olunca Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi unutulup gitmiştir. Çünkü müslümanın androjenleşmiş iç
dünyasında hiçbir şekilde İslam’ın emrettiği özgürlük kalmamıştır. İslam’ın
özgürlüğü Kur'ân-ı Kerim'de de açıklandığı üzere “onlar Allah Teâlâ ve
rasülüne tabi” olanlardır. Allah Teâlâ ya tabi olmak fıtrata ulaşmak,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabi olmakta fıtratın hikmetine sahip
olmaktır.
“Kurtuluşa erenlerdir” diye bahsedilenden kimliğini bulan
Müslümanlar olduğunu belirtmek isteriz. Öyle liderler vardır ki, bir
zaman sonra cemaat ona tabi olacağına o cemaatine tabi olmuştur. Çünkü
menfaatler ilişkisi onları düşünmeden ilkelerden alıkoyup, donuklaştırmıştır.
Sonuç olarak; Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem dışında bütün insanlar, düşünceler eleştiriye açıktır.
Eleştirmek için düşünmek, düşünmek içinde bilmek gerekir. Cahil kalanlar için sömürülmenin
huzur verdiğini unutmayınız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TARİHİ FİLMLER VE MUHTEŞEM YÜZYIL
İnsanlar, kahramanları severler ve genellikle
sıkıntılı günlerinde hatırlatırken de bazen aşırıya kaçarlar. İşte milletlerin
darboğazdan geçme dönemlerinde ürettiği gerçek ve hayali kahramanlar, filmlere
yansıyınca gürültüler kopmaya başlar. Çünkü filmler sokaktaki vatandaşa dahi
hitap edecek seviyededir. Film kullanıldığı süreç içinde yalanı doğrusuyla
izlenime girerken etkilediği hususlar ile zaman içinde asıl gayesine hizmet
eder ve unutulur gider. Ne de olsa hayalidir. Burada hayaller ve gerçeklerin
birbirine karışması ile ortaya çıkan hamurun etkilediği bir düşünceyle ikinci
ve üçüncüyü bilemediğimiz bir mevkiye doğru çıkarmasıdır.
İnsanımız son birkaç yüzyıl içinde engelleyici otorite
olarak Batı dünyası karşısında çaresiz kalışını ödünlemek için bazen
kitaplarla, filmlerle kahramanlık hikâyeleri ile yok etmek isteğini bu şekilde
ortaya koymuştur. Mesela; Avrupa karşısında yetersizlik, Rumlar ve Yunanlılarla
olan Kıbrıs sorunu, ABD’nin hiçbir zaman kalkmayan gizli ambargosu gibi
endişeleri karşısında Ona gücü yetebilecek kahramanlarını
üretmiştir.. (Zamanımızdaki Kurtlar Vadisi)
Yurdumuzda tarihi filmlerin ortaya çıkmaya başladığı
dönemin (60 başları) sosyopolitik söylemine (veya inancına) uyumlu milliyetçi
ve yer yer İslamcı olan bu filmler ciddi talep gördü. 12 Eylül 1980 darbesinin
esas sebebi ve ana hedefi olduğu iddia edilen sol akımların yükselmeye
başladığı bir dönem olduğu gibi milliyetçi söylemlerin de güçlendiği bir
dönemdi. (İşin garip tarafı seks filmleri de aynı başarıyı sağlıyordu.) Bu
aynı zamanda milliyetçi söyleminde giderek artan bir yoğunlaşmayla yükselmeye
başladığı dönemdir. Tarihi filmlere kaynaklık yapan, "milli tarih"
düşüncesi doğrultusunda aktarılan çeşitli öyküler, mitler ve motifler, dönemin
atmosferi içinde milliyetçi tezlerle birleşmiş ve böylelikle günlük yaşamda da
karşılığını bulan milliyetçilik vurgusunu güçlenmiştir. Bu bir devlet açısından
kötü bir durumda değildir. Asıl olan tarihin, tarihi filmlerde
fantezisi üzerine kurgulanmasıydı. Ancak Tarihi fantazya sinemasında
"önemli olan ne inandırıcılık ne de gerçekliktir. Önemli olan seyircinin
tuttuğu bir oyuncunun kahraman kılığına girip bize 'düşman' olan kötüleri
tepelemesi ve ranttır". Tarihi detaylar ise 'mükemmellik ve
kötüleri tepeleme' fiili için fazla önemli değildir. Üstünlük namına
ne gerekiyorsa o verilirken, insanüstü hale bürünen kahramanlar zihinlerden
silinemez hale getirmenin ağır sonuçları daha sonra toplumu içten yıkıma doğru
yönelmeye başlaması için gizli dürtüyü harekete geçirmektedir. Bu vahim bir
durumdur.
Prof Dr. Ünsal Oskay, Marmara Üniversitesi Radyo-TV
Bölümündeki İletişim Teorisi konulu Doktora dersinde, "Tarihi
filmlerimizde hep yağız Türk yiğitleri yola çıktığında Bizans'ın tüm dilberleri
kapılara dökülüp onları beklerler. Ancak sarışın Bizans delikanlıları yola
çıkınca hiçbir esmer güzeli Anadolu kızının böyle bir şey yaptığını görmeyiz.
Tabi ki görmeyiz, görsek toplumsal infial olurdu" derken, neden
tarihi daha başka türlü düşünemeyişimiz sorusunun da bir ölçüde cevabını
veriyor. Hemen ardından gelen soru neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu olacaktır. "Mükemmel
ve üstünlük üzerine kurulan kahramanlık, bir gereksinimin yansımasıdır".
İşte sorun burada başlıyor.
Hayali veya gerçek kahramanlarımızın üstünlükleri
kabullenirken, zayıflıklarını kabul etmekte milletimiz zorluk çekmeye başlıyor.
Yakın zamanlarda çekilen Sarı Zeybek filmi ile bir kesimi galeyana getirirken,
Muhteşem Yüzyıl dizisi ile de başka bir kesim üzerinde oluşmuş fikirleri
yıpratıyor diye düşünebiliriz. ABD gibi hayali kahraman ihtiyaç duymayacak
kadar zengin bir tarihi olan milletin fantazya senaryolar ile bir dönem
yoğrulmasının acısının sıkıntısını ileride çok çekeğiz, gibi görülüyor.
Mükemmeliyet nasıl bir gereksinimdir ki, ihtiyaç
duyuluyor?
Bu ideolojilerin, tarihi kendi lehine çevirmek
istemelerinden başka bir şey değildir. Mevcut ideoloji, doğal olarak kendini
meşrulaştırmak hakkı olduğunu iddia eder. Şimdiye kadar milli devlet,
demokratik devlet ve hukuk devleti olma özelliklerinin tümünü gerçekleştirmeyi
arzulayan ancak en çok milli devlet olmayı beceren devletimizde söylenmek
istenip de ya inandırıcılıktan uzak olması ya da başka sebepler yüzünden
söylenemeyenlerin tamamının filimler tarafından dile getirilmesi olarak da
görülebilir. Kurtlar Vadisi’de burada anılabilir.
Hakikatte bu filmlerin bize verdiği sıkıntı tarihi iyi
bilmeyişimizden ve yanlış bilişimizden ve insanı insan olarak görmediğimizden
başka bir şey değildir. Filmler geçici bir doyumdan başka bir şey değildir. Normal hayatta
insanımızın o kadar çilesi vardır ki;
Yurt dışında işçi olmak mı?
İngiltere, ABD vize kuyruğunda horlanmak mı?
AB'ye üyelik müracaatımıza dair Batılı devlet
başkanlarının tahkir edici açıklamalarını dinlemek mi?
Okuldan mezun olur olmaz işe girmek veya askere gitmek
kararını vermekte mi?
Maaş kuyruğunda beklemek veya şehirlerarası otobüs
kazasında şarampole uçmak mı?
Kenar mahallede açık kanalizasyona mı düşerek yoksa
terör olaylarında serseri bir kurşunla mı ölmek?
Her on senede bir ihtilal veya benzeri bir müdahaleyle
mi karşılaşmak veya hiper enflasyonla, banka-banker vurgunlarıyla yaşamak mı?
…
Hepsi ve belki de daha fazlası. [10]
Bu kadar derdi olan bir milletin, mekân inşaatı ve
kostüm maliyeti toplam 4 milyon lira olan Muhteşem Yüzyıl’ı, Topkapı Sarayı ve
bazı tarihi mekânların yanı sıra kurulan 2.100 metrekarelik platoda
çekilmesinden alıp veremediği yoktur. Sadece filmi çekenlerin ucuz reklam ile
pastadan büyük pay almak niyetleri fark ediliyor. Onların (romanların etkisinde
kalmadan) gerçek belgelere uygun çekeceği film hakkında kim ne diyebilir.
Gerçek gerçektir.
Sonuç olarak, dizide yetersizliğimizin yoksa
yeterliliğimizin gösteriminin yapıldığını anlamak için zamanı beklemek
gerekmektedir. Bu arada filme sponsor olanlara ve birde reklam kuşağındaki
reklamlara bakmanızı istiyorum. Bütün gerçekler burada saklıdır. Yoksa
sıkıntılar içinde yoğrulmuş milletimiz, bu diziyi seyreder. Kimsede mani
olamaz..
İhramcızâde İsmail Hakkı
TECAVÜZ -TACİZ EŞİTLİĞİNDE KADIN VE ERKEK
Aşağıda bazı yazarların yaklaşımı
ve haberler ile erkekler kadar kadınlarında tecavüz ve tacizde eşit olduklarına
şahit olacağız. Yorumsuz olarak aktarıyorum
*****
[Eğlence Sınıfı, Leş Yiyicidir...
Kitleleri köleleştiren eğlence sınıfı yani televole
kahramanları ve onların ardındaki bilinç tasarımcıları leş yiyicidir... Onlar
üretimden kaynaklanmayan gelirlerle semirirler. Rantiye, onlar için ana
mantalitedir. Üretmek ayıptır, alın teri "kerizlik"tir.
Köşe dönmek, ancak kendileri gibi açık gözlerin, seçilmişlerin hakkıdır.
Erkekler ya baba parası yer, ya borsada oynar. Kızlar genellikle şarkıcı ya da
mankendir, ama sahneye ve podyuma çıkanı pek azdır. Onları genellikle "şarkıcı
sevgilisi" olarak tanımlamak mümkündür.[11]
Bu durum doğal olarak "sanatçı eşittir
fahişe" imajının doğmasına yol açmıştır. Televizyon eleştirmeni
Erdoğan Sevgin: "Sanatçı kadınsa 'fahişe' gözüyle bakılıyor;
çünkü ekrandaki görüntü onu öyle gösteriyor. Ama bunu da sanatçının kendisi
yaratıyor."[12] diyor.
SOYUNAN TACİZE KATLANIR
Pop müzik sanatçısı Tuba Önal, soyunarak şöhret bulan
meslektaşlarını eleştirir... Önal, "soyunan tacize katlanır"[13] diyerek tarihi
bir laf eder. Sözlerini şöyle sürdürür Önal, "Gündemde olmak için
erotik poz veren kişiler, şöhretlerini sürdürmek pahasına her türlü yoz
davranışı kabul edebiliyor. Bu pozları veren insanlara yönelik cinsel tacizler
de böylece meşru hale geliyor..." [14]
EDEN BULUR
Hülya Avşar, Teşvikiye Camii avlusuna bir cenaze
törenine gider. Avşar'ı görünce televizyon muhabirleri etrafını çevirir.
Avşar, televizyon muhabirlerinin sorularını cevaplarken, çekim sırasında
arkadan tacize uğrar. Onun tacize uğraması Tuba Önal'ın bu yargısını doğru
çıkarır. Kitlelere Hülya Avşar ne sunmuşsa, kitlenin bir parçası olan
birey de ondan, o sunduğu şeyi istemektedir. Ve bu olay çekim
sırasında yaşanmaktadır.
Sosyolog Gerhard Kessler üstseçkinlerin kimliğini
araştırırken şu soruları cevaplandırmaya çalışır:
Rekabette kuvvetli, zengin ve büyük olanlar gerçekten
cemiyetin seçme insanları mıdır?
Kazananlar çoğu kez en güçlü, en kahredici olanlar,
belki görenek ve gelenekleri ve ahlaki kanunları dinlemeyenler, belki vicdansızlar
ve hukuk tanımayanlar değiller midir?][15]
[Güzelliğini arz eden kadınınki de bir seçim,
arz edilen güzellik ve estetiğe bakan erkeğinki de. Eşyanın kaçınılmaz
tabiatı. Shakespeare'in dediği gibi, "kadın bir gül
gibi, bir kez açıldı mı, yaprakları dökülmeye başlar."] [16]
[1970'lerde gerçekte seküler olan birçok kadın, Şah'a
karşı olduğunu göstermek için, saldırgan bir muhalefet bayrağı olarak,
tesettüre bürünmüştü. Franz Fanon, aynı mahiyette bir
gelişmeyi 1950'lerde Fransız idaresini protesto eden Cezayirli kadınlar
arasında gözlemlemiştir.
Hakikat şu ki, halk içinde cazibesini teşhir eden bir
kadın, 'görsel bir cazibe hırsızlığı' olarak
tabir edilebilecek tacizden incinebilir bir konumdadır. Yani normal bir kadının
böyle bir ruha sahip olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir hengâmede, onun tanımadığı
erkekler, rızası olmadığı halde kendisinden görsel ve erotik olarak zevk
alabilirler. Yani kadın istemese de karşılaştığı erkeklerin tatmin unsuru
durumunda kalır. İşte kadın, muhafazakâr giyinişiyle kendisini fiziksel bir
obje olarak sadece ailesine ve kadınlar meclisine gösterme iktidarını kazanır.
Bilhassa Modernizm kaosunun fırtınalı ikliminde, kullanışlı bir tür 'manevî
şemsiye' olarak hicap ve edebe yönelik bu yaklaşım, gelenek ve
amaçtan değil, erkeklerin görsel tecavüzünden ve lüzumsuz gösterişten
özgürleşmiş bir iffetli kadın vizyonuna işaret eder. Kadının, ataerkil sistemle
erkek açısından pasif bir obje konumuna düşürülmesine matuf feminist itirazın,
objektif yaklaşımla, hicap karşısında mağlup olduğu görülür.][17]
SAYIN DUYGU ASENA, VATAN EVLATLARI SANA MİNNETTARDIR!
Bu arada, feministlerin biz erkeklere, bir konuda
büyük iyilik yaptığını anlatmadan geçemeyeceğim. Feministlerin erkeklere
yaptığı en büyük iyilik, kadınların bekârete ve sekse bakış açılarını tamamen
değiştirmeleridir.
Feminizm öncesinde kadın cinselliği, evlenmeden elde
edilemeyen, elde etmek için "başlık parası" verilen,
günümüze göre çok daha zor bulunan bir şeydi. Bir kadın ömrü boyunca bir
erkekle birlikte olduğundan, "kişi başına düşen kadın sayısı" çok
sınırlıydı- ki hala köylerde bu sorun devam ediyor-; ama artık kadınlar "cinsel
özgürlük" ve "kendi bedenini yaşamak" adına,
bir ömür içinde birçok erkekle birlikte olduğundan, erkekler için kadının "piyasa
değeri" düştü.
Kadınlarda feci olan şey, ne onlarla ne de onlarsız
yaşanabilmesidir. (Byron)
Eskiden kadın cinselliği kendi tatmini için
yaşamaktansa, cinsellik dışı amaçlarına ulaşmak üzerine yoğunlaşıyordu.
Feminizm seksten zevk almayı, orgazm odaklı yaşamayı, bekâreti bırakmayı
kadınlara öğretti,
Kadınlar artık seksi seks için yapmayı, zevk almak
için sevişmeyi öğrenip, onlar da bizim gibi uçkur düşkünü birer zevk bağımlısı
oldular. Onların da yakışıklı bir erkek gördüklerinde libidoları tavana vuruyor
artık! Bu da biz erkekler için, seksi daha kolay elde edilebilir yaptı. Bu
durum erkeğin, hiç uğraşmadan elde ettiği en büyük stratejik avantajdır,
Evlenmeden istediği kadar seks yapabilen bir erkek,
neden evlensin ki? Üstelik kadınlar artık çamaşır, bulaşık da yıkamıyor!!!
Geçen yıl, bir kadın dergisinin kadın editörü; "Özgürlük
adına önümüze gelene verdik. Hem kendimizden iğrendik, hem de erkeklerle
pazarlık gücümüzü kaybettik. Üstelik artık erkekler de bizimle evlenmiyor. Hani
özgür olunca mutlu olacaktık!" diye Duygu Asena'yı eleştiren bir
yazı yazmıştı.
Umarım kadınlar bu konuda uyanmazlar! "Cinsel
özgürlük" ve "eşitlik" sarhoşluğu içinde,
bizi "zevkten sarhoş" etmeye devam ederler.
Teşekkürler Duygu Asena, vatan sana minnettardır! [18]
KADIN ERKEĞİN SUÇ ORTAĞIDIR
Kadın erkekten, aslan yüreği içinde kuzu itaati ister.
Cenap Şahabettin
Sürekli erkekleri suçlayan feministlere bir gerçeği
hatırlatmak istiyorum: Erkeğin her hatasında kadın suç ortağıdır. Çünkü;
1. Erkeği doğuran ve onun karakterine ilk tuğlaları
koyan annesi bir kadındır.
2. Erkek aldatırken, birlikte olduğu kişi, "öteki
kadın" yine bir kadındır.
3. Erkeklerle eşit şartlarda seçme ve seçilme hakları
olduğu halde bunu kullanmayan, kadın adaylara oy vermeyerek, "erkek
egemen" toplum yaratılmasına katkıda bulunan kişiler yine kadınlardır!
Feministler erkekleri "şiddet" uygulamakla
suçlarlar. Geçenlerde TGRT deki "kadının sesi" adlı programında
Yasemin Bozkurt, "annesi tarafından dayak atılan erkek çocuklar,
ileride kadınlarını döven kocalara dönüşürler" diyordu.
Yani, fiziksel şiddet uygulamakta da kadın erkeğin suç
ortağıdır. Erkekler evi toplamıyorsa, bu annelerinin eğitiminden kaynaklanır.
Diyeceğim o ki, "masum değiliz
hiçbirimiz". Hem erkek hem kadın, suçluyuz.! Şimdi de birbirimizi
suçlama yarışı yapıyoruz. Sadece siz suçladığınızda, hep haklı gibi
göründüğünüz için biz de sizi suçlamaya başladık. Siz kadın olarak bunu bilin.
Biz erkeklerde Cenap Şahabettin'in şu sözünü, en
suçumuz bilelim
"Bizde erkekler asırlarca yükselemedi; çünkü
kadını koydukları mevkiden yukarı salmak istemediler."
Tutkulu, umutlu ve mutlu kalın.[19]
KADINLARA HZ. MEVLANA’NIN TAVSİYESİ
[Züyyine linnâs,[20] hükmünce
Allah Teâlâ’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?
Allah Teâlâ; kadını erkeklere munis olmak üzere
yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?
Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan
bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
Âdemî sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem bile “Kelliminî yâ Humeyrâ” (Benimle
konuş) derdi.
Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba
konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.
İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu
ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.
Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından
üstünsün; fakat hakikâtte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.
Böyle bir hassa ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda
muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri
gelmiştir.
Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil
kişi onlara galip olur
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki; “Kadınlar;
akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller,
kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.
Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında
hayvanlık üstündür.
Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse
hayvanlık vasfıdır. Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil... Sanki
yaratıcıdır, yaratılmış değildir! ][21]
SONUÇ
Erkek ve kadın olarak müşterek yaşadığımız hayatta
suçlu aramak aptalları oynamaktır. Yeri geldiğinde eşitlikten dem vuran
insanlar artık sorunların, cezaların ve çözümlerin eşit olacaklarını
unutmamalıdır. Hepimiz aynı sualle aynı sorguya cevap vereceğimiz için
hayatımıza çekidüzen vermeli Allah Teâlâ’nın emirlerini yaşamak için gayret
göstermeliyiz. Ancak dini inançları zayıflayan insanlar olarak çok iyi bir
gelecek vaat etmiyoruz.
Kadın örtünerek, günah ve fuhuşa karşı kendisinin, erkeğin
ve dolayısıyla cemiyetin ahlaki olarak muhafazasını ve huzur ortamını
sağlayacak şekilde hareket etmelidir. Duruma göre kadın, örtüsüyle fitne unsuru
olabilirken açılıp saçılmasıyla da büyük bir günah bataklığına düşebilir. Onun
için kadın, kendi örtünme sınırını belirlerken dinin en güzel uygulayıcısı
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı dönem ve sonraki raşid
halifeler dönemindeki uygulama sonuçlarını temel almalıdır. Yoksa kadının
örtünüp açılması hususunda verilen bireysel kararların sonuçlarının kadın ve
erkek için genellikle yanlış olduğu görülmüştür. Çünkü din koyucudur, bu
bağlamda Allah Teâlâ örtünme üzerinde razı olmadığı veya aşırı giden
uygulamaların o zaman zarfında düzeltilmesi için vahiy göndermiştir.
Allah Teâlâ’m yardımcımız olsun.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Muhammed Esed (1900 -
1992)
Muhammed Esed, 1900 yılında, Doğu Galiçya'nın Lvov
şehrinde, Yahudi bir ailenin üç çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi. Baba
tarafından dedesi Czemowitz'de, matematik ve fizikte uzmanlığı olan ve
astronomiye de ilgisi bulunan satranç ustası bir hahamdı.
1952 yılı başlarında yirmi beş yıllık ayrılıktan sonra
Pakistan'ı Birleşmiş Milletlerde temsil etmek üzere New York'a gitti. Kısa süre
sonra bu vazifesinden ayrıldı ve Mekke'ye Giden Yol adlı hatıratını ve
seyahatnamesini yazdı ve neşretti. Daha sonraki yıllarını elinizdeki bu meali
hazırlamaya hasretti.
1992 yılında İspanya'da vefat etti.
[2] Maxime Rodinson (1915
- 2004),
Fransız, Marksist tarihçi, sosyolog ve doğu bilimci.
Fransız Komünist Partisi'ne 1937'de girdi, 1958'de ayrıldı. Stalinizme karşı
çıktı, İslam araştırmalarının özgünlüğüyle tanındı.
[3] Konumuzla ilgili olmadığı
için Şeytan Ayetleri hakkındaki olayı yazmak gereği duymuyorum.
[4] Mahomet, 571-632.
Préface de M.E.G.Gautier, traduction de Jacques Marty. Payot, Paris 1934.
Herdruk in 1948
[5] Ka’bul- Ahbâr (Ebû
İshâk Kâ'b b. Mâti' b. Heynû el-Himyerî el-Yemânî) (ö. 32/652-53):
Aslen Yemen
Yahudilerinden olan Ka’b Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin vefatından sonra Müslüman oldu. İlmi geniş olması veya
mürekkep ile yazı yazması sebebi ile ona bu ismin
verildiği rivayet edilir. İslam kültürüne ve İslam tarihine
İsrailiyat haberlerini taşıdığı böylelikle İslam kültürünü bozmakla suçlanır.
Ka’bul- Ahbâr bir çok kişi tarafından İslam
dinine yanlış şeyler sokmaya çalışan ve dini tahrip etmek isteyen bir ajan
olarak kabul edilir. Müslüman olduktan sonra geçmişten gelen bilgisini
söylemiştir ancak İslam dinine nifak sokacak veya İslam akidesini
bozacak fikirleri çekinmeden beyan etmiştir.
Eserleri:1- Siretu İskender
2- Vefatu Mûsa
3- Hadîsu Zilkifl
[6] Muhammed Esed’in mealleri
bir zamanlar dergi promosyonları olarak yurdumuzda çok dağıtıldı.
[7] Bir zamanlar yurdumuzda
da bir siyasî partinin en ileri sloganı bu olmuş ve sürekli Müslümanlar üzerine
tepki çekilmiştir.
[8] Harmageddon
=Armageddon: (mahşer, müthiş savaş) Latince kökenli bu kelime, İncil'de
sözü edilen, dünyanın sonunda iyi ve kötü güçler arasındaki son savaş sahnesi
anlamına gelir.
[9] Bkz: HATEMİ
Hüseyin Şeytan Ayetleri [Kitap]. - İstanbul : İşaret, 1989,
s.34-38
[10] Bkz: YILDIRIM T.
Emre Tarihi Kostüme Avantür Sinemasında Kahraman Tiplemesinin
Psikolojik Analizi [Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı Radyo - Televizyon Bilim
Dalı 208600 Doktora Tezi , 2007
[11] "Jipin
Yoksa Sen Bir Hiçsin", Sabah 6 Ocak 2001.
[12] "Magazin
yozlaştı", Cumhuriyet 4 Kasım 2000.
[13] "Soyunan Prim
Yapıyor", Birsen Altuntaş, Milliyet, 7 Nisan 2000
[14] "Taciz Meşru
Olur mu?", Duygu Asena, Milliyet, 8 Nisan 2000.
[15] ÇETİN Mahmut, X
İlişkiler [Kitap]. - İstanbul : Emre, 2006, s, 30-31
[16]AVCI, Gültekin. ( Kasım 2007
). Kıyamet Kadınları İslamcı Ve Modern Kadının Yozlaşması . İstanbul:
Metropol Yayınları, s. 44
[17] (AVCI, Kasım 2007 ),s.
51
[18] Sinan AKYÜZ, Etekli
İktidar - Erkek Hakları Kitabı Alfa Yayınları, sonsöz, www.maximumbilgi.com
[19] Sinan AKYÜZ, Etekli
İktidar - Erkek Hakları Kitabı Alfa Yayınları, sonsöz, www.maximumbilgi.com
[20] “İnsanlara,
kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar,
ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya
hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akıbet güzelliği, O’nun yanındadır.” (Âl-i
İmran, 14)
[21] Mesnevi, c.I, b:
2425–2436
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar