Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 9





21.YÜZYILIN EN BÜYÜK LİDERİ: TELEVİZYON

 

Çocukluğumda deccal yorumları[1] yapılırken “Mesih-üd Deccal’ın sağ gözü kör, sanki kurumuş bir üzüm gibi olacaktır.” [2] , bir anda yeryüzünü dolaşacak, insanları peşine takacak, Yahudiler ve kadınlar askeri olacak [3] derler ve televizyona işaret ederlerdi.

Günümüz itibarıyla bunu daha iyi anlamış olmaktayız. Dindar olsun olmasın herkes gibi bu liderin önünde diz kırmasak da oturmaktayız. Bir zamanlar resim günahtır, televizyon şeytan çalgısıdır, uzak duralım derken onun müridi olmak şerefine artık insanlar haiz oldular.

Televizyon sinemasıyla, dizileriyle ve çeşitli programları ile insanları kendine çekiyor. Uyuşturuyor. Sonra istenilmesi gereken yerde de yalnız bırakıyor.

Televizyon en büyük liderimizdir. O konuşunca onu dinlememek olmaz. Onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Onu kullanmaktan kaçınırsak toplum içinde yok oluruz. Eskiden günahtı, bugün mecburiyet oldu, gibi mazeretimizler vardır.

Sorabilirsiniz, bu sahte liderden kendimizi nasıl kurtarabiliriz. Bunun cevabı 1400 yıl önce Allah Teâlâ tarafından verildi. “Kitap” la. Kitap deccalında, şeytanında tuzaklarına engel olan tek silahtır.

İslâm’ın ilk emri olan “oku” kitaba işaret ederken cihanşumul tavsiyesini zaman ve mekan ötesinden iletiyordu.

Kitap, insanın dünyasına girerken onu incitmez, korkutmaz ve hayal dünyasını yıkmaz. Ancak televizyon bu şekilde değildir. Televizyon, gözünden ve kulağından insanın dünyasına tecavüz eder. Bu bir tecavüzdür. Televizyon tecavüz ederken acımasızdır. Öyle ki insanın kulak rahminde gayri meşru çocuklar doğurtur. Onun gayri meşru çocukları da insan hayatının fitnesi olur.

Kulak insanın rahimlerindendir. Onu korumamız gerekmektedir. Bunun en bariz örneği olarak şunu söylemeliyiz ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sahabesi içerisinde hiç sağır yoktu. Çünkü sağır olan kişide verim alınması görmeyenle kıyaslandığında çok azdır. Kör liderler vardır. Sağır liderlere çok rastlanılmaz. (Ben bilemiyorum) onun için kulak rahminde doğacak çocuk gözün şehevî, dünyevi sesler ile sakatlandığı zaman biyolojik yapısını düzeltmek artık mümkün değildir. Bebeklerin dahi dünya ile ilk teması kulakları iledir. Ana rahminde ve doğuşta gözleri gelişmemiştir.

İnsanlar televizyon deccalinin şerrinden kurtulamazlar. Kurtulmakta mümkün olamayacağı için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin beş vakit namazda sığının emri vardır.[4] Bu emir yeri gelir deccalin hakikatine, yeri gelir yorumlarına (televizyon, sinema, oyun…) olmaktadır.

Önemli olan insanın korunması için gereken tek unsur kitap ve ilim sahibi olmasıdır. Eğer en büyük liderimiz televizyon önünde her gün kurs görürsek, emperyalist güçler bizi güzel yetiştirirler. Siyasetçiler de bizi çok iyi aldatırlar. İzlediğimiz dizilerde yaşamak isteyip yapamadığımız şeyleri göstererek bize haz verirler. Daha daha çok şeylere kavuşuruz ki, sapık olmak ve olmamak bizim kaderimiz olmaktan çıkar. Unutmayın ki, bilinç altı, benlik savunmasını yaparken “bu işin örnekleri var, denesen ne olur ..yalnız sen düşünmüyorsun bunu.. olsun…. Olsun.. yalnız değilsin” düşünceleri ile olgunlaşır ve içeriği ile bir eyleme çıkar.

Sonuç olarak diyeceğimiz, az olsun günlük bir şeyler okuyalım. Televizyon büyük liderde olsa onu susturacak zayıf yeri var. Düğmesi.

Allah Teâlâ’m sana bir kez daha iman ettim. Sen gerçekten büyüksün.

İhramcızâde İsmail Hakkı


YÜKSEKLERDEKİLER

 

Yükseklerdekiler, aşağıya ne zaman inecekler?

Bu insanlara yardım edecek kimler?

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatına hiç bakmadılar mı?

Arkadaşları önce köleler, sonra ezilenler.

Bize ne oluyor?

Kapımıza bir insan gelmez. Sıkıntısı olan uğramaz.

Boğulmuş gideriz, yükseklerde, hem de ne yükseklerde.

Yüksekler…

Çıkması, inilmesinden kolay olan yüksekler.

Yüksektekiler aşağıya bir bakın. başınızı aşağıya bir indirin.

Bakmıyor musunuz?

Ne yapıyor, aşağıdakiler?

Ne yapsınlar…!

Aşağıdakilerde insan ya, kendilerini yüksekte görmektedirler.

Ey yüksektekiler, aşağıya bakın, aşağıdakiler?

Yüksektekiler aşağıdakiler kadar emin misiniz?

 Düşmek acıdır, ancak aşağıdakiler sizi bilmezler.

O zaman sizi kim bilecek?

Yüksektekiler, birazda dünyalıkları olan kişiler.

Arayanı, soranın derdini anlatanı olmayan kişiler.

Var mıdır, yok mudur, yüksektekiler?

Yüksektekiler,  sönmüş yağlı kandiller.

Işığı olmayan, seveni yok olmuş kimseler.

Ey aşağıdakiler!

Hamallar, yükseklerden tez düşecek kimseler.

Yüksektekiler aşağıdakileri fark etmenize gerek kalmadı.

Kader in bir kanunu bu,

Yüksekte olanlar bir gün, mecbur aşağıya düşecekler.

***

Allah Teâlâ’m beni aşağıdakiler ile beraber kılmanı diliyorum.

İhramcızâde  İsmail Hakkı


BAKIŞIN TELEVİZYONCULUĞU

Ruh sağlığına acı çektiren görmenin ruhsal bozukluğu, görme dürtüsü olarak dürtüsel alanda bakışın rolüne verebileceğimiz örneklerden biridir. Freud, bakışı bir dürtü olarak tasvir ederken, dürtü merkezini görme dürtüsü olarak ifade edilmesinden bahseder. Freud bakışı bütün dürtüler bir bakış alanının parçası olduğu için özel karakter kısmî bir dürtü diye ayırmaz; O eğer bir dürtü varsa, İd görmek istemiştir.

Görme temsili, bir sorun olarak ortaya koyulmuyorsa, insanın görme yeteneğini kaybetmeyeceğini varsayabiliriz, ancak özne kör ise, dürtüsü hasar görmemiştir.

Bakış, görme yeteneğinin bir organı olan gözden farklıdır.

Göz hayatın korunması konusunda yeterliyken, nesnenin karşısında bakış gözden işlevini yerine getirmesi ile ayrılır. O bir haz organının taşıyıcısıdır ve bu yüzden, dürtüseldir. Onun için "Bakış gözden öcünü alır [...], organın bilgisinin yerini alan estetik hazzın etkisi ile..." denilmektedir.

Dürtüyü tahrik eden nesnelere ait olan bakışta, içtimai bağlamda öznenin simgesel yerini bulabilmesi için, kendini gerçek'in dışında bırakmak zorundadır. Rahatsız edici etken barındırmaktadır.  Didier-Weill'in dediği gibi: Eğer insan

"Özne olarak konuşuyorsa, bunu özne olduğunu unutarak yapar. Oysaki nasıl Öteki'nin kendisi üzerindeki bakışını unutamayacak olan özne kendini nasıl unutabilir ki?"

Özne, Ötekinde saptadığı unsur sayesinde kendisindeki eksikliği ve fazlalığı kabul eder. Bu durum ayrıca öznenin etrafında ördüğü etkileşim olarak ve görme alanında kendini şu şekilde ifade eder:

"seni gördüğüm zaman asla bana bakmıyorsun" ya da

"bana hiç benim istediğim gibi olamıyorsun".

Öyleyse Öznenin Öteki'nin bakışından yoksun ve var olması; öznenin söyleme, söze, yakınmaya, simgesele, kültüre girişi için mecburiyettir. Bakışın dışlanması, bakış arzusunu ve bu arzudan kaynaklanan, üst-benin etkileri üzerinden ifade edilen bir doğruluk-suçluluk duygusunu doğurur. Bu şekilde insan hazza ve acıya yönelim gösterir. Zira insanlar mutlak değerlerde ikamet ettiği hazda olduğuna inanırlar. Fakat bu eğilim, bütün olarak şeffaflığı ve öznenin eylemlerinde gerçekliği isteyen üst-benin gözünde noksanlık duyma durumuna düşürür. Bakışın otoritesi sürekli özneyi hep gözaltında tutar. Ve öznede, suçlanan durumun geri dönüşü dolayısıyla huzursuzluğa neden olur.

Bugün “tüketim” üzerine yönlendirilmiş olmanın gereği olarak bilinçaltı emirlerden biri olan kendini göstermek ya da sadece var olmak için görmek hiç olmadığı kadar güçlüdür ve kuvvetlenmesi istenilmektedir. Zamanımızda insanlar tanım olarak "görmeye-görülmeye dair" bir toplumu oluşturdular. Dürtü nesnesi olarak ve Gerçek'in alanından dışlanarak özneye kültüre girme izni veren bakış, bu toplumda birde “gösteri hazzı formu” altına itilmektedir.

Görme gereksinimi sınırsızdır.

İnsan sadece görmeyi istemez, ayrıca herkesi, her şeyi ve hemen görmeyi ister. Gerçek dünya imgelere aktarılınca ve bu imgeler gösterici-görme hazzını garantiye almak için gerçeklikten de daha gerçek olur. “Gösteri toplumu”nda, insan var olduğunu hissettirmek için her şeyi görmek ve göstermek zorundadır.

TOPLUMUMUZ BU YÜZDEN BASKIN OLAN DÜŞÜNCELERİNİ "ÖTEKİ BENİ GÖRÜYORSA, ÖYLEYSE VARIM" İLE YA DA "GÖRÜYORUM, ÖYLEYSE VARIM'LA SINIRLANDIRMAKTADIR.

Görmede imkânsızın boyutu insanlar için artık söz konusu olmamaktadır. Çünkü sınırsız haz imkânları zorunlu ve istek içinde sunulmaktadır. Ayrıca Görme zorunluluğu, var olmak için bütün olayların imgeye alınması zorunluluğunda kendini gösterir. Bu imgeler tercihen doğrudan veya dolaylı olunca, mutsuzluk, kayıp, acı, seks ve ölüm olayları birbirleri peşinden algılanabilir olabilmekte olmasıyla kaosuda içinde barındırmaktadır.

Mesela, televizyonda acı, tatlı hayal, gerçek karışık olarak anlatılabilmekte olduğu gibi bakışa hitap etmektedir. cenaze görüntüleri, 11 Eylül, Irak Savaşı ya da Biri Bizi Gözetliyor'un iyi bir Örnek olduğu reality showlarda olduğu gibi.

Dürtünün bakışla hazza eriştirmek için verilen bütün bu imajlar, insanları büyüleyen bir tekrar halinde sürekli olarak tekrarlanır. Ancak hazzın nesnesindeki özne için sınırlar kaybolmuş ve değerler yıkılmaya başlamıştır.

Michel Foucault bize bunun çok daha iyi bir örneğini Gözetleme ve Cezalandırma [Hapishanenin Doğuşu] adlı eserinde, merkezi bir kuleden tutukluları ya da hastaları gözetleyenin onlara görünmeksizin bunu yapmasını sağlayan bir mimari düzenleme söz konusudur.

 İktidar bu kulenin bakışında algılanabilir, fakat görünmez kalır. Her şeyi ve her hareketi, bakış nesnesi olmaksızın kontrol eder. Mahkûm ya da insan böylece "bir bilginin nesnesi olur ve asla bir iletişim öznesi olamaz" Kendisi, artık kim tarafından ve ne zaman görüldüğü önemli olmadan bakışın nesnesi olur. Herkesin görüldüğü ve dinlendiği ve aynı zamanda röntgencinin görünmez ve anonim kaldığı televizyon şovlarında da, gerçek bir temsili söz konusudur. Kahramanlar ayrıca başarılı bir televizyon programının oyuncakları ve nesneleridir. Değeri artan boyut, bakış altındaki, hayranlık duyulan çıplak ündür. Ne bir girişim ne de bir zaman, sadece anında istenen başarı, tanınma ve para.

Bir zamanlar teşhircilik olarak yorumladığımız [şeyler], bugün televizyonun güncel mekân ve zamanında, bastırılmaksızın gösterilen bir haz halinde yayınlanıyor.

Jean Baudrillard'ın dediği gibi, orada, hiçliğin delirten teşhirciliği, hiç olarak izlenme ve hiç olma söz konusudur. Bu insanlar izleniyor olmanın dışında hiçbir değere sahip değillerdir. Televizyon izleyicilerinin isteklerine bütünüyle bağlı olmaları nedeniyle, onların varlığı, umutsuzca ve her ne pahasına olursa olsun, beğenilmenin sefil kanununa takılır. Yine de onlar, izleyiciler tarafından kıskanılırlar; çünkü her insanın eline geçirmek istediği Öteki'nin bakışına, izleyicinin haz nesnesine sahip oldukları düşünülür. "Görmeye dair" toplum, özneye Öteki'nin bakışının eksikliğini sunmak yerine ki bu eksiklik onun yoksun olanı temsil etmesine ve böylelikle simgesel sisteme girmesine izin verir.

Yine kameralar, örneğin, gündelik yaşamımızın yerini dolduruyor. Artık şehir merkezinde yaşayan birisi ortalama olarak günde sekiz ila üç yüz defa kameralar tarafından görüntüleniyor. Bu, "görme-görülme" çiftini parçalayan “Öteki Göz” çünkü görmeyen fakat sürekli görülen, gözetlenen bir özne yaratır ve “herkes herkesi gözetler.” Bu ayrıca Öteki'nin varlığının yanılsamasını veren, dolayısıyla da hazzın imkânlılığını öğretir.

BAKIŞ AHLAKI

İnsan, arzusundan vazgeçmemektedir. Vazgeçmeyeceği arzu, ondan kaygılandığımız anlamda cinsel arzu, ya da iktidar açlığı, ya da para için aç gözlülük değildir. Burada söz konusu olan, öznenin başı boş dolaşmamasına ve toplumda hareket halinde olmasına izin veren “istek arzusu” dur ki özneye varlığını veren budur, zira arzu varlığın mecazıdır. Asıl fıtrat ise sınırsız haz karşısında bir set olduğu arzunun yolunu terk etmemeyi tavsiye eder. Akılda hazzın aşırılığını komuta ederek "görmeye dair" topluma karşı olarak, fıtrî arzunun doğmasını sağlayan bakış ahlakını getirir.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız toplum arzudan ziyade hazzı (hoşlanmayı)  önermektedir. Mesela günümüzde uyuşturucu kullanımlarının önemli oranda artışı, içinden çıkılması güç olan bu arzu sorunu ile asla yüzleşmemek üzerine kurulu olan haz arayışının diğer bir örneğidir. Gerçi toplum bize sınırsız hazzın mümkün olduğu illüzyonunu sunduğu halde, insanların kendilerini tanıyıp, eksikliklerini kabul etmekle beraber kendilerini zayi etmelerine şaşırmamak gereklidir. Çünkü insan unutkan ve cahillik sıfatınıda içinde barındırmaktadır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


YE'CÜC-MECÜC-TÜRKLER Mİ?

 

Ye’cüc ve Me’cüc’ün Ortaya Çıkışı

Ye’cüc ve Me’cüc kelimelerinin hangi dilden geldiği ve Arapça’ya nasıl geçtiği hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bu isimlerin İbranice ve Süryanca gibi dillerden geldiğini söyleyen olmakla birlikte Yunancadan geldiğini kabul edenler de vardır. [5]

Kur’an-ı Kerim’de adları Ye’cüc ve Me’cüc kavramlarıyla ifade edilen bu yaratıkların ne tür varlıklar olduğu konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Bu isimlerin Kur’an’da ilk geçtiği yer Zülkarneyn kıssasıdır. İnsanlar Zülkarneyn’e taleplerini iletirken kendilerine rahatsızlık veren ve bozgunculuk yapanları kastederek şikâyet ettikleri iki isim olarak geçmektedir.

 Kur’an’da geçtiğ ilk geçtiği ayet şöyledir: 

Dediler ki: “Ey Zu'l-Karneyn, Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların ara-sına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?” [6]

İkincisi olarak helak edilen kavimlere atıf yapılarak bu isimler geçer:

“Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açıldığı ve onlar her tepeden akın etmeye başladıkları zaman, gerçek va'd (yani kıyâmet) yaklaşmış olur. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır.

"Vah bize, biz bundan gaflet içinde idik (bunun doğru olacağını hiç düşünmüyorduk). Meğer biz zulmediyormuşuz!" (diye mırıldandılar).” [7]

Hadislerde belirtildiğine göre Ye’cüc ve Me’cüc, kıyamete yakın döneme kadar belli bir yerde aşamayacakları setle engellenmiş halde duracaklar. Onlar sürekli olarak önlerindeki bu seddi yıkmaya uğraşacaklar ve sonunda kıyamete yakın bir zamanda bu amaçlarına ulaşacaklar. Önlerindeki engeli aşarak serbest kalacak olan bu yaratıklar her tepeden saldırarak ortalığı yakıp yıkacaklar. Yeryüzünde bulunan yenebilecek ve içilebilecek her şeyi gasp ederek bitirecekler. Bu şekilde meydana gelecek olan azgınlıklarını müteakip Allah semadan çekirge ve kurt gibi yaratıkları musallat ederek onları helak edecektir. Onların cesetleri her tarafı dolduracak ve yeryüzüne pis bir koku yayılacak. Allah yağmur yağdıracak ve bu şekilde sular artarak meydana gelen seller ölüleri sürükleyerek denize götürecektir.[8]

Allah Teâlâ bir gece onlara ansızın negaf hastalığı gönderir ve bu hastalığa yakalananlar yok olup giderler, soyları kesilir ve bütün fertleri ölür. Sonra tarımda artış olur, kökler ve dallar yeşerir. Meyveler bollaşır ve güzel bitkiler her yeri kaplar. Allah’a hamd edilir. Kalbe gelen fasit hatıralarla nefis azar. Vesveselerin artması bunu izler. Kişinin bu azgınlık halleri kalp mekânını işgal eder, özünün meyvelerini yiyip bitirir ve özdeki suları kuru-turlar. Bu durumda onda irfan namına hiçbir şey kalmaz. İşte tam bu hal-deyken onda hakikî uyanıklık hali belirirse, ona Rabbânî yardımlar ve ar-mağanlar gelir. Kur’an-ı Kerim’de “….‚Ayık olun, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa ermiştir” [9] âyeti bu hale işaret eder. Allah kullarından dilediğini seçer. Bundan sonra şeytanî hatıralar ve vesveseler ortadan kalkar. Bunların yerlerini ledünnî ilim, ruhanî nefesler ve kalbi kemalleştiren melekeler alır. Bu tarımın/ziraatın çoğalması, kökten dala kadar bitkilerin yeşermesi olarak değerlendirilir. Bu duruma erişen kişi, yakînlik makamını elde eder. Böyle bir yükseliş, meyvelerin olgunlaşarak tatlanmasına benzetilir.

Ye’cüc ve Me’cüc için yapılan yorumlarda ise;

İnsanda hayvanî sıfatların/kötülüklerin, çirkin fikirlerin çıkmasından ve bunların tamamen hâkim unsur haline gelmesinden ibarettir. Çünkü çirkinlikler ve kötülükler iyilikleri örter. Böyle kötü hallerin çoğalması kalbi karartır. Kaşanî, Ye’cüc ve Me’cüc ile mizacın bozulması, terkibin çözülmesiyle meydana gelen nefsanî ve bedenî kuvvetlerin kastedildiğini belirtir.

Bu bilgilerin yanında Yecüc Mecüc'ün Türk kavmi, onlara karşı yapılan duvarın Çin şeddi olduğu iddiaları da vardır. Eski tefsirlerde bu konu işlenir. Her ne kadar hoşumuza gitmese de bu bilgi bizim için önemlidir. Aşağıda geçen hatıra çok önemlidir.

Münevver Ayaşlı (1906-1999) Collège de France'da L. Massignon'un derslerine devam edermiş. Bir gün derste Massignon Ye'cüc-Me'cüc kavminin Türkler olduğunu söyleyince Münevver Hanım kızgınlığını göstermiş. Bunun üzerine Massignon, konuşmasına:

"Buna hiç infial (gücenme, kızgınlık duyma) göstermeyiniz. Türkler İslâm'ı kabul etmeden önce Ye'cüc-Me'cüc kavmi idiler. Eğer bir gün İslâm'ı unuturlarsa gene Ye'cüc-Mecüc kavmi olacaklardır" diye bir açıklama getirmiş[10]

Bu bilginin durumu bize açık şekilde gösterdiği şudur ki; Türk kavmi özellik bakımından sürekli atılım içinde olduğu, tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmadığı yanında, inançsız dönemlerinde “barbar” sıfatını alacak kadar ileri gidebileceğidir. Ayrıca Türkleri öven hadislerde mevcuttur.[11]

Bu nedenle kıyamete kadar Türklerin tarih sahnesinden çekilmeyeceğini ve devletsiz kalmayacağına dair rivayetlere de bakılınca dengenin olması konusunda L. Massignon kilise'nin müslümanlara (Türklere) karşı nefrete dayanan geleneksel tavrını II. Vatikan Konsili'nde terketmesini sağlayan zemini hazırlamış; Konsil üyesi olan talebesi Peder Georges Chehata Anawati de bu zeminin Konsil kararı olarak kayda geçirilmesinde etkili olmuştur.[12]

Vatikan, Araplardan çok Türkler için din konusunda tedirginlik duymaktadır. Bu nedenle Vatikan yeri geldiği zaman kendini kötüleyecek kimselere izin vererek bu durumu dengede tutmaktadır. Bu şekilde Türklerin dindar ve dinsizlik arasında kalması için özel gayret gösterilmektedir. Tanzimattan beri Türkler cami ve kilise arasında kalmış durumda olmasının sebebi budur. L. Massignon bunu seneler önce görmüş olmasının tek sebebi gerçek araştırmacı olmasından başka bir şey değildir. Ancak bizim onun gördüğünü görmemiz ve Vatikanın sırrını çözmemiz biraz zaman alacaktır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


KARI KOCA GEÇİMSİZLİĞİNE DUA

Günümüzde, duaların eskisi kadar etkili olmamasının altında yatan sebeplerden birisi de, insanların işlerini Allah Teâlâ’ya haksız yere bırakmalarındandır. Bir evde isteklerin kaynadığı kazan iki tane olunca o evde doğal olarak huzurda olmayacaktır. Tek kazanı yakmak daha kolay olacağından,  bunu da karşılıklı anlayış (empati) ile yapmalıyız. İnternet ortamında bu yazıya ulaşan bay-bayan kesimden insanlarımız bir çoğu belli bir seviyede eğitime ulaşmış kişilerdir. Ancak, sorunlarını çözmek için dua ya da araştırmaya düşüşünün altında, en önemli sebeplerin  “beklenti” ,“tatmin” “üzüntü” vb. şeylerin sayısını artıracağımız sonuçlardır.

Ailede genel olarak geçimsizlik, maddiyat ile başlar, sonra manevî sebeplere yönelir. Huzursuzluklar kimliklerini değiştire değiştire sonuçta tepkiye dönüşür. Bu yönelmelerde pişman olan tarafın duaya müracaat etmesi de, vicdanen rahatsızlık duygusunu alt etmek için, Allah Teâlâ’yı sebep kılma katmanına geçmesidir. Dua eder. Der ki; “dualarda ettim bir türlü kabul olmuyor”. Kabul edilmeyen duaların sonucu gerçekleşmeyen istekler, yapan için rahatlama adına üretilen çaresizlik ilaçlarıdır.

Dua, dar kapsam içinde çok bir şey ifade etmez. Namaz (salât) aslında bir duadır. Ancak öyle bir dua’dır ki esasen beraberinde eylemde ifade eder. Bu nedenle de eylemi olan bir dua, daha anlamlı bir mana ifade etmektedir.

Eşiniz hakkında hangi duayı etmek gerektiği konusunda eğer bir çözüm üretemiyorsanız, önce hareketlerinize bakmanızda fayda vardır. “Ben ne yapıyorum, o bana ne yapıyor?”

Eşinden nefret ediyor ve kızdırıyorsun, sonra onun sevmesini bekliyorsun! Bu olmaz. Çünkü beddua eden fiillerini terk etmeden, ellerini semâya açıp Allah Teâlâ’ya yönelmek kabul edilmeyecek duadır. Dua geri dönüyor “dualar ettim bir türlü kabul olmuyor” şikâyetlerinden, bir nevi Allah Teâlâ da sorumlu oluyor. Hakikatte ise geçimsizlik, Allah Teâlâ’nın değil, şeytanın istekleri ve arzularındandır.

Sonuç olarak, eşinizi sevin ve fedakâr olun, muhakkak eşiniz sizi sevecektir. Eğer buna inancınızda tam olursa Allah Teâlâ aileniz için size muhakkak yeni bir kapı açacaktır.

Bilmeliyiz ki, birbirini sevmeyen karı-koca için kabul edilmiş bir dua asla olmayacaktır. En güzel dua birbirlerini seven ve fedakâr olan eşlerin yapacağı dua olacaktır.

İhramcızâde  İsmail Hakkı 


TARİKATLER GEREKSİZ Mİ?

"Şeriatsız cennete giden yoktur ama tarikatsız cennete giden çoktur"
Bediüzzaman Said Nursî

Tabi ki, şeriatı olmayanın tarikatı (yolu) yoktur. Ancak bu çelişkili bir cümledir. (paradoks) Sözlerin içeriği birçok hakikati barındırsa da uygulayıcının ne yaptığına bakmak gereklidir. Bediüzzaman’ın uygulama alanındaki cephesi olan Nurculuk şeriattan ve tarikattanda öte hermetik özellikleride (cifir) barındırmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin gelecekle ilgili varsayımları olduğu gibi batınî tevilleri o kadar çoktur ki, mistik görüntüsü, örnek verecek olursak bir Nakşibendîden çok fazladır. Nakşilerde cifir üzerine bir çıkarım ve yorum usulünde bulunmaz. (Geleceğin cifirle tayini ve yorumu istismarı çok olduğu için terk edilmesi uygun hallerden olduğunda herkes hemfikirdir.)

Bediüzzaman’ın bu sözü aslında zamanı itibarıyla (devrimler) sıkıntılı dönemde ve o gündeki hayata karşılık söylenmiş sözlerden olabilir. Bugün için insanların durumu o kadar farklı olmuş ki, ne kadar günümüze hitap eder, araştırmak gerekir.

Tarikatlar hakikatte dinin bir yorumudur, günübirlik değişebilir. Günümüz için eski usuller ile tarikatı anlamakta yanlış olabiliyor. Bediüzzaman’ın bu sözünü eski usullere karşı söylediği bir sözde diyebiliriz. Zamanında tarikatlarda bidatler artmış, bozuk haller çoğalmıştır.

Nurculuğu, klasik tarikat biçimlerinden ayıran en önemli özelliği çıktığı gününde medresenin meselelerine yeni bir bakış açısı getirirken uygulama alanında ümmi kesime ulaşmak ve cahilliğin önüne geçmek düşünülmüştür. (Medrese-i Zehra) Ancak bugün ise aynı durum çok farklıdır. Çünkü risaleler günümüz insanının konuşma lisanına bile hitap etmeyince yükseklerde kalmış, ancak bir şakirdin mütalaasıyla anlaşılacak duruma dönüştürülmüştür.  Kur’ân-ı Kerim’in bile anlaşılması için tefsirler yazılırken, bugün risaleler için şerh sistemi yok gibidir. Talebe yönünden bereketli olan cemaatin şerh kitapları niye azdır? Günümüz insanının anlayacağı lisana çevrilmesinde ne sakıncalar vardır, buna da kafa yormak lazım. Belki risalelerin içi boşalır korkusu mu taşınılıyor araştırmak gerekmektedir. (yeni başlayan bir şerh duydum)

Nurculuk tarikat bağlamında kitapları bir nevi şeyh olan tarikattir, diyebilir miyiz sorusunu sorabiliriz.  Çünkü kitapları mütalaa etmek şakirtlere mecbur sayılmaktadır. Bu durumu etrafımda bulunan kardeşlerimize acizane kendi yazdığım bir kitabı hediye olarak versem okumaktan içtinap etmelerinden ben bu yorumuma sahip çıkabilirim. Hz. Ali kerremallâhü veche efendimizin işaretleri olduğu söylenen bu kitapların ilahilik kapsamı içerisinde görmek ancak tarikat zihniyetinde olunca mümkündür. Yani, Yunus Emre’nin ilahisi gibi. ( İlahi; “Allah Teâlâ katından gelen beşerin sözü”.)

Tekrar asıl meseleye dönecek olursak Bediüzzaman’ın bahse konu kelamı bilinçlenmede kullanılan slogandır. Slogan alt tabakaya hitab eden sözdür. Alt tabaka, bu sözler ile benlik kazanır. Şakirtler tarikatı inkâr etmese de kendinin bir üstada mürid (talebe) olduğunu düşünmek istemez. Şakirtlerinde tarikat müridlerinin virdleri gibi sabah akşam tesbihleri, cevşenleri, cemaat olduklarında okumaları mecbur oldukları risaleleri vardır.

Sonuçta, tarikat şeriatın keskinliğini gideren yol genişlemesidir. Şeriat mecburî iken, tarikat ferîdir. Öyle ki, cevizin iç tadına ulaşma için yol gibidir. Yahudilerin bugün çektikleri sıkıntı, çıkardıkları tarikatlarını şeriat ile eşleştirmeleridir. Hıristiyanlarda işin cılkını çıkarınca İslam bu iki unsuru birbirine katarak huzuru sağlamıştır. Bu alt yapıdan dolayı İslam’da sapık tarikatlar çıkmamıştır.

Tarikata girmeden İslam’ı yaşamak mümkündür.  Ancak zevkî bazı durumlara ulaşmak için tarikat ve tasavvuf tecrübeleriyle sabit olduğu hakkında çok bilgiler bulunmaktadır.

Bahse konu slogan doğru olsa da herkesin bir tarikatı, İslam’ı anlamada yerine göre üstadı, şeyhi, mürşidi vardır. Adın üzerinde kalmaya gerek yoktur. Cebrail aleyhisselâm ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ilişkisi tarikatların çok gereksiz bir müessese olmadığını göstermektedir. Tarikatlarda önemli sorun girenler arasında cahil kesimin fazlaca bulunması ile yanlış anlamaların önüne geçilememesidir. Yoksa hiç kimse birinin cennete girme kefili değildir. Ancak sebebi olabilir. İfrat ve tefrit arasında doğru yolu bulmak Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Kimin meşrebine ne uygun ise onu seçme hürriyetini gasp etmeye hakkımız yoktur. Cennet geniş, cehennem dardır. İnsanların menfaatine olacak işleri sınırlama ile fazla bir kazanç elde edemeyiz. Tarihin derinlerinden süzüle süzüle günümüze gelen müesseselerin günümüzde nasıl uygularsak daha verimli olur, bunlara çare üretmeliyiz. Ombudsman diye adlandırılan kişilerin bir tarikat şeyhinden ne farkı vardır, diye sorabiliriz.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sözü bir hakikati içerse de tarikat ve tasavvuf hayatını tercih eden birçok müslümanın olması nedeniyle ihtiyatlı olmamız gerektiğini “fil hikayesi”nden hatırlamak gerekir. Soffe ashabının çilesine talip olan gerçek tasavvuf erbabının yolunu inkâr etmek mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel yolunda hepimiz için bir kısım bulunmaktadır. Hangisinden yürümek gerektiğine sınırlama getirmeye gerekte yoktur.

“Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenme.” ÇİN ATASÖZÜ

 

İhramcızâde  İsmail Hakkı


RİCÂLÜ’L-GAYB ERENLERİ

Ricâlü'l-gayb kavramı, rical ve gayp kelimelerinden oluşan Arapça bir tamlamadır. Rical, Arap dilinde erkek insan, adam manalarına gelen, "racül" kelimesinin çoğuludur. Kur'an-ı Kerim'de çoğunlukla bu anlamda kullanılmakla birlikte cinler için kullanıldığı yerler de bulunmaktadır.

Gayb kelimesi ise sözlükte; şek, (kuşku, şüphe) gözlerden uzak olan, görülmeyen yer ve nesne mânalarına gelmekte olup ıstılahta, müşahede edilenin mukabili olarak gözden uzak, duyuların idrak alam dışında ve akılla anlaşılamayacak kadar gizli olan varlık manalarına gelmektedir. Böylelikle gayp akıl ve idrak dışı varlıkları kapsamaktadır.

Rical ve gayb kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı birçok yerde kullanılmaktadır. Ancak "ricâlü'l-gayb" şeklinde bir terkib Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir.

Mutasavvıflar tarafından tasavvuf geleneğinin önemli özelliklerinden biri olarak görülen bu inanç, kelime olarak "gayp adamları" anlamına gelip, tasavvufta âlemin düzenini sağlayan bir silsileyi ifade eder.

Gayb erenleri veya bilinmeyen hak dostları anlamlarına da gelen bu kişiler, dünya ilgilerinden kurtularak kendilerini Allah Teâlâ yoluna adamış ve dünyayı idare ettiği düşünülen sûfîler topluluğudur. Bunlar, ricâlullah, merdân-ı hudâ, merdân-ı gayb ve hükümet-i sûfiyye gibi terimlerle de ifade edilir. Bazılarına göre bu kavram, tasavvuftaki Allah Teâlâ dostluğunun gizliliğine dikkat çekmektedir.

Mutasavvıflara göre her ne kadar veliler birbirlerini tanıyıp bilseler de, sıradan insanların gözlerinden bir örtü ile ayrılmaktadırlar. Allah Teâlâ, dostlarını dünyada gizlemektedir. Dünya, bütünlüğünü görünmeyen bu velilere borçludur. Allah Teâlâ, dünyanın cismani düzenini sağlamak için bazı insanların çeşitli görevler üstlenmesini takdir ettiği gibi, âlemdeki mânevi ve rûhânî düzenin korunması için de sevdiği bazı kullarını vazifelendirmiştir. Bu kimseler gizli olduklarından dolayı kendilerinden başka kimse onların hallerine vâkıf olamaz. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları ve gizli olan hakikatlere vakıf olduklarından dolayı ricalü'l-gayp olarak isimlendirilmişlerdir.

Gökten yağmur onların bereketleriyle iner,

Yerden otlar onların himmetiyle biter,

Kâfirlere karşı müslümanlar onların takviyeleriyle zafer kazanırlar.

Sûfilere göre, bu hiyerarşik yapı kendi içinde irtibatlı halinde olup, zaman ve mekânın rahatsız edici hâlleri onları engelleyemez. Zira onlar dünyanın her tarafından göz açıp kapayıncaya kadar denizleri, dağlan ve çölleri kolaylıkla aşarak bir araya gelirler. Dünya, bütünlüğünü görünmeyen ve çeşitli mertebelerde bulunan velilerin varlığına borçludur Bu mertebeler merdivenin birbiri ardından gelen basamaklanın varisler (ebdâl), direkler (evtâd), sütunlar (amâid) v.s. oluşturmakta, ve en son basamakta ise çevresinde bütün kainatın döndüğü kutup (kutb) bulunmaktadır. Eğer bu manevî yapı olmasaydı kâinat paramparça olurdu.(!)

Sûfîler bu manevî teşkilatın kendi içerisinde hiyerarşik bir yapı arz etmekte olduğunu söylemektedirler. Bu yapılanmadaki tertip kaynaklarda farklı şekillerde sıralanmaktadır.

Bir sıralama örneği şekildedir.

1. İmâmân: Her çağda iki kişidir.

2. Evtâd: Dört kişidir. Kadınlardan da olabilir.

3. Abdal: Yedi kişidir.

4. Nukabâ: Her asırda on iki kişidir.

5. Nücebâ: her asırda sekiz kişidir.

6. Havâriyyûn: Her asırda bir kişidir.

7. Recebiyyûn: Her dönemde kırk kişidir.

8. Hatm: Bütün zamanlarda tek kişidir.

9. Rukabâ: Hz. Âdem’den kıyamete kadar çok sayıda kişidirler.

10. Kırklar

11. Yediler

12. Beşler

13. Üçler

14. Birler

15. Ricâlü’l-Gayb: On kişidir.

16. Zühhâd: On sekiz kişidir.

17. Ricâlü’l-Fütüvve: Sekiz kişidir.

18. Ricâl-i Hannân veya Ricâl-i Atf: On beş kişidir.

19. Ricâlü’l-Heybet ve’l-Celâl: Dört kişidir.

20. Ricâlü’l-Feth: Yirmi dört kişidir.

21. Ricâl-i ‘Ulâ: Yedi kişidir.

22. Ricâl-i Tahtaşfil: Yirmi bir kişidir.

23. Üç Veliyy-i Vâsıl (Âlî bunlar için özel bir isim kullanmıyor.)

24. İlâhiyyûn-ı Rahmâniyyûn: Üç kişidir.

25. Bir zât-ı pâk

26. Bir zât-ı Azîmü’ş-şân

27. Bir zât-ı şerîf

28. Sakît-ı Refref

29. Ricâlü’l-Gınâ: Her asırda iki kişidir.

30. Ricâl-i Ayne’t-Tahkîm ve’z-Zevâyid: On kişidir.

31. Büdelâ: On iki kişidir. Zaman zaman Abdal ve Nukabâ ile karıştırılırlarsa

da farklıdırlar.

32. Ricâl-i İştiyâk: Beş kişidir.

33. Ricâl-i Eyyâm-ı Sitte: Altı kişidir[13]

SONUÇ

Tespit edebildiğimiz kadarıyla ricâlü'l-gayb ehl-i tasavvuf arasında özellikle İbn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz sonrasında, tasavvufi çevrelerde yer bulan, "kutub", "gavs", "nücebâ", "nukabâ", "abdal" gibi kavramlar, sonraki dönemlerde kazandıkları muhtevalarıyla Kur'an'da ve sahih hadislerde bulunmamaktadır.

Bu konuda mutasavvıfların açıklama ve iddiaları Kur'an'la ilgili olarak bâtınî yoruma, hadislerle ilgili olarak da, isnadı zayıf rivayetlere dayanmaktadır. Her ne kadar Kur'an-ı Kerim çeşitli âyetlerinde kullar arasında farklı statülere sahip insanlardan bahsetse de ricâlü'l-gayb gibi bir derecelendirme Kur'an'da bulunmaz.

Allah Teâlâ kullarını bazen dünyadaki durumlarına, bazen de âhirette elde edecekleri makamlara göre derecelendirmektedir. Ancak ricâlü'l-gayb gibi kozmik güçlere sahip hiyerarşik bir yapıyı Kur’an'a dayandırmak mümkün gözükmemektedir. Bu düşüncelerini delillendirmek için sûfîler tarafından işaret edilen âyetlerin hepsi siyak ve sibakla ilgisi olmayan zorlama teviller içermektedir.

Hadislere gelince, ricâlü'l-gayb ve abdalla ilgili olarak tasavvufi eserlerde birçok hadis zikredilmektedir. Bu rivayetlerden Ebû Davud'da yer alan bir, Ahmed b. Hanbel'in Müsned’inde bulunan iki rivayet dışında, hiçbiri güvenilir hadis kitaplarında yer almamıştır. Ayrıca Müsned’deki hadisler de senedlerinde zayıf râviler bulundurduğu gerekçesiyle tenkit edilmiştir. Senet ve metinlerindeki bazı çelişki ve zayıflıktan dolayı bu hadisler bazı muhaddisler ve kelâmcılar tarafından tenkid edilmiştir.

Mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul olanların ilklerinden olan Hakîm et-Tirmizî'nin, bu anlayışın teşekkülünde önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda tasavvufi yorumları hadislere uygulayanların ilklerinden de sayılan bu zât, ilk dönemlerde ortaya çıkan hadisleri velayet hakkındaki düşünceleriyle işlemiş, bazı tasniflerde bulunmuş ve daha önce görülmeyen bir düşünce ortaya koymuştur. Özellikle onun tarafından rivayet edilen bir hadis tasavvufi çevreler tarafından bu zümrenin varlığına delil olarak öne sürülmüştür. Velayet teorileri hakkında ilk söz edenlerden biri olan Hakîm et-Tirmizî daha önceki dönemlerde ortaya çıkan hadisleri düşüncelerine köşe taşı yapmış ve bir veliler hiyerarşisi oluşturmuştur. SON ŞEKLİNİ İBN ARABÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZ İLE ALAN BU DÜŞÜNCE HARİCÎ TESİRLERİN DE ETKİSİYLE KOZMİK ÂLEMDE HÜKÜM SÜREBİLEN, OLAĞANÜSTÜ GÜÇLERE SAHİP BİR SİLSİLE HALİNE GELMİŞTİR.

Ricâlü'l-gayb düşüncesinin son şeklini almasında İbn Arabî'nin etkisi büyüktür. İbn Arabî sonrası dönemde bu düşünceden bahsedenlerin İbn Arabî'ye yaptıkları atıflar bizi bu sonuca götürmektedir. Ricâlü'l-gayb düşüncesi Kur'ân'a uymayan bazı özellikleri nedeniyle bir kısım âlimler tarafından tenkid edilmiş, kaynağı üzerinde durulmuştur. Bu düşüncenin kaynağını ehl-i sünnet dışında arayanlar genelde bu düşüncenin, Şia'nın imamet anlayışının tasavvuftaki yansıması olduğu üzerinde durmuşlar, bu iki düşünce arasındaki benzerliklere dikkat çekmeye çalışmışlardır. Târihî gelişim içinde bu düşünce çok çeşitli dış unsurlardan etkilenmiştir. Bunların başında İsmâilî öğreti gelmektedir. Zîrâ ricâlü'l-gayb düşüncesinde de geniş yer bulan evrenin kendisini hiyerarşik biçimde yapılandırma, İsmâilî öğretide de çok büyük yer tutmaktadır. Konuyu inceleyen âlimler tarafından ayrıca bu düşüncenin İhvân-ı Safâ ile olan ilgisine dikkat çekilmiştir. Ricâlü'l-gayb düşüncesini şiddetle tenkit edenlerin başında İbn Teymiye gelmektedir.

O'na göre, insanların Allah Teâlâ  'la kul arasında ihtiyaçlarını ilettikleri bir vasıta kabul etmeleri şirk olup İslâm akîdesiyle bağdaşmaz. İhtiyaçlarını ricâlü'l gayba arzedenlerle, Allah Teâlâ‘nın rahmetinin önce üçyüzlere, onlardan sırasıyla yetmişlerekırklara, yedileredörtlere ve nihayet gavsa indiğini zannedenler sapık ve müşriklerdir.

Bu türden bir anlayış Râfiza'nın, her asırda masum bir imam bulunur, mükelleflere karşı Allah Teâlâ‘nın delili olur, iman ancak onunla tamamlanır, şeklindeki iddialarına benzemektedir. İbn Teymiye bu mertebelerin varlığını iddia edenleri bazı yönlerden İsmâiliyye'ye ve Nusayrîlere de benzetir.

Sûfiler tarafından ricâlü'l-gaybe atfedilen fonksiyonlar düşünüldüğünde bu tür bir taifenin varlığını kabul etmek özellikle tevhid inancı açısından sakıncalar doğurmaktadır. Bu tür varlıklara inanma ve onlardan yardım talep etme, bazı hüviyetleri sebebiyle bazı kişiler dışında kimseye görünmedikleri, zaman ve mekân sınırlarını aşarak diledikleri anda diledikleri yerde bulunabilecekleri, kendilerinden istenen şeyleri Allah Teâlâ  ‘nın geri çevirmeyeceği gibi telâkkileri İslâm inancıyla bağdaştırabilmek oldukça zor gözükmektedir.

Âlimlerin çoğuna göre, sadece Cenâb-ı Hakk'ın yapması mümkün olan şeyleri ölü veya diri başka bir kuldan istemek caiz değildir. Yardım istenilen şahsın yaratıcı değil, şefaatçi olduğu düşünülse bile bu tarz dua, zahirî anlamda başka ilahların varlığını ihsas ettirir ve imanı tehlikeye düşürebilir. DUANIN BÖYLE BİR YOLU NE KUR'ÂN'DA BEYAN EDİLMİŞTİR NE DE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİİN DUALARI ARASINDA BU TÜRDEN DUALAR GÖZE ÇARPMAKTADIR.

Şayet böyle bir duâ şekli mevcut olsaydı buna ilk önce Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve onun çevresinde bulunan ashabının işaret etmesi gerekirdi.

Bu tür ruhlardan yardım istemeyi kesin olarak şirk ve küfür kabul eden Şevkânî kanaatini teyid etmek için bu davranış ile şirkin karşılaştırmasını yaparak aralarındaki benzer yönleri açıklar. Müellife göre her dua bir ibâdettir ve ruhlardan yardım istemek de onlara dua manasına gelir. Dolayısıyla bu insanlar Allah Teâlâ‘dan başkasına ibâdet etmektedir. Sadece Allah Teâlâ‘nın gücü dâhilindeki fiillerin gerçekleşmesi için diri veya ölü bir kimseye dua etmek ile câhiliyye müşriklerinin taş, ağaç, melek veya şeytana duaları arasında bir fark yoktur. Bu zümrenin varlığının hikmetini anlamak ve bu gruba atfedilen fonksiyonları açıklayabilmek oldukça zor görünmektedir. Allah Teâlâ'nın kâinat olaylarını idare edebilmek için bu türden aracılara ihtiyacı yoktur. Her ne kadar Kur'an, tabiat olaylarının icrâsıyla ve insanları korumakla görevli bazı meleklerin var olduğunu bildirse de bunların varlığının bazı hikmetleri vardır. Bununla birlikte Kur'an, onlara dua edilmesini kesinlikle yasaklamıştır. Bu türden fonksiyonlara sahip insanların bazı işlere muktedir olduklarına dâir tartışmasız güvenilir naklî veya aklî bir delil bulmak mümkün değildir. Bu nedenle bunlarla ilgili halk arasında dolaşan veya bazı kitaplarda yer alan hikâyelere dayanarak dînî bir mesele hakkında hüküm vermenin sağlıklı bir yol olmadığı açıktır.

Sonuç olarak söylemek gerekirse;

1.Ricâlü'l-gayb adıyla yardım talep etmek ve bu kişilere dua etmek İslâm dininin korunması üzerinde hassasiyetle durduğu "tevhid inancı" açısından sakıncalar doğurmakta, kişiyi farkında olmadan şirke düşürebilmektedir.

İslâm âlimlerinin çoğuna göre sadece Allah Teâlâ  ‘nın yapmaya muktedir olduğu şeylerin ölü veya diri başka bir kuldan istenmesi caiz değildir. Yardım istenilen şahsın yaratıcı değil şefaatçi olduğu düşünülse bile bu tarz dualar imanı tehlikeye düşürebilir. Sadece Allah Teâlâ‘nın gücü dâhilinde olan yağmurun yağdırılması, otların bitmesi, müslümanlara yardım edilmesi ve onlardan zararların defedilmesi gibi hususların ricâlü'l-gaybdan beklenilmesi bu açıdan doğru değildir.

2. Bu zümrenin varlığının hikmetini anlamak ve bu gruba atfedilen fonksiyonları açıklayabilmek oldukça zor görünmektedir. Özellikle, halktan sıkıntı ve belâları defettiği iddia olunan bu taifenin, müslümanların fert ve toplun olarak çeşitli problemlerle karşılaştığı asırlar boyunca nerede olduğu merak konusudur. Günümüz için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

3. Kim olduğu tam olarak belli olmayan kimselerden yardım istemek topluma bir fayda sağlamayacağı gibi, zaman zaman onları hayatın şartlarıyla olan mücadeleden uzaklaştırabilmektedir.

4. Yeryüzünde yaşayan her canlı Allah Teâlâ tarafından konulan tabiat kanunlarına uymak zorundadır. Allah Teâlâ çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan ettiği halde herhangi bir kulun bu kurallar dışında bir hayat sürdüğünü düşünmek doğru değildir.

5. Ne Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ne de ashâb-ı kiram, hayatları boyunca çeşitli sıkıntılarla karşılaştıkları halde hiç biri bu türden varlıklara seslenmemişler, uğradıkları belâların kalkması için Allah Teâlâ’ya vâsıta olmalarını istememişlerdir. Duanın böyle bir yolu ne Kur'an'da beyan edilmiş ne de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin duaları arasında bu türden dualar göze çarpmaktadır. Bizzat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem'in istenildiğinde yalnız Allah Teâlâ‘dan istenmesi gerektiğine dâir birçok ifadesi vardır. Günlük namazlarda her rekâtta okunması istenen "Yalnız sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz" âyeti de bu ilkeyi yerleştirmeye çalışmaktadır.

6. Kur'an-ı Kerîm, tabiat olaylarının icrâsıyla ve insani an korumakla görevli meleklerin var olduğunu bildirmesine rağmen onlara dua etmemizi emretmemiştir. Bu meleklerin kâinattaki tasarrufları bilindiği halde kimse onlardan dua talep etmez. Melekler hakkındaki hüküm böyleyken ricâlü'l-gayb adında kimselere duâ edilmesini kabul etmek mümkün görünmemektedir.

 

SON SÖZ:

Bu konu kulların Allah Teâlâ’nın mülkünde tasarruf etmesi içeriğiyle kapalılıklar içermekte olup, şirke düşmeden meselenin ortasını bulmanın çok zor olduğunu görmekteyiz.

Mülk Allah Teâlâ’nındır. Onun mülkünü insanlar ile paylaşmasını düşünmekte hatalı durumdur. Ancak değişen kader dediğimiz kısımda Allah Teâlâ bazı kullarının duası ile kader değişime gideceği varsayımıyla haddimizi aşmadan bu kulların varlığına bir yer verebiliriz görülse de tehlikesi faydasından çoktur.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Fatıma aleyhisselâm annemize “kızım Fatıma kalk sabah namazını kıl babanın peygamberliğini güvenme?” uyarısını kalbimizden çıkarmayalım.

Film konu olarak çok güzel, içeriği ile bu bilgileri tekrar hatırlamış olduk.

Ey Allah Teâlâ’m sana olan güvenimi ve inancımı artırmanı, sevab zannettiğim günahlardan sana sığınıyorum.

İhramcızâde  İsmail Hakkı

Kaynak:

Osman DEMİR, Ricâlü'l-Gayb Kavramı ve Kelâm İlmi Açısından Değerlendirilmesi [Kitap]. - İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı Kelâm Bilim Dalı -87011-Yüksek Lisans Tezi:, 1999.



POLİTİKA: YALANINA İNANDIRMA SANATI MI?

 

(Politika: Bir hedefe varmak için,
karşısındakilerin duygularını istismar ederek,
zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan
yararlanmak suretiyle işini yürütme)

 

İnsanları ikna etme sürecinde, politikacı-dinleyici ya da yazar-okuyucu gibi iki iştirakçinin de yer aldığı etkileyici bir ortamda gerçekleşmekte olup, katılımcılardan biri diğerini, kullandığı sözlü stratejilerle ve içinde bulunduğu iletişim ortamına göre gerçekleştirdiği hamlelerle inandırma gayretleri doğrultusunda hedef kişide sözü fiile çevirmek için çalışmaktadır.

Politikada ikna ise, karşısındaki kişinin düşünce ve davranışını değiştirmeyi amaçlayıp etkilemesi ve diyalektik [22]bir zaman olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu etkileşimle sözü, hareket olarak gerçekleştirmeye çalışılan ikna karşılıklı bir yapı içinde meydana gelmektedir. Politikacı bu karşılıklı etkileşimle ikna etme çabası içindeki tutumuyla, içinde bulunduğu iletişim ortamında katılımcı olan hedef kitleyi ikna etmeye çalışmaktadır.

Siyasetçilerin ikna etmek için gerçekleştirmeye çalıştığı hamleler, bazı sözlü kodlar, araçlar ya da stratejiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kitlenin düşünce, tutum ve fikrini değiştirmeyi ve kendi düşündüğü yönde okuyucuyu ikna etmeyi amaçladığı, ikna ifadelerinde kullanılan sözlü araçlardan biri olan belagati (etkili ve güzel söz söyleme yeteneği) yüksek sorular, bazen hayale gelmez olaylar ve komplo teorilerle oluşturmaktadır. Bu şekilde, halkı etkilemede gerçekleştirmeye çalıştığı etken unsur olmada, sözden bilinçlendirilmiş davranışa doğru yığınlar yönlendirilmeye çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda, etkili ikna stratejileri sözden-bilinçli davranışa doğru seçim sonuçları etkileyerek iktidar ele geçirilmek istenmiştir.

İktidarı ele geçirme merhalelerinde 7 farklı usul kullanıldığı tespit edilmiştir.

1) Nedeni bilinen tartışmaya açık düşünceler,

2) Nedeni bilinen fakat farklı görüşler söylenebilecek düşünceler.

3) Birbirine zıt kutup olduğu bilinen düşünceler.

4)  “Neden” “Niçin” soru kelimesi içine giren düşünceler.

5) “Yardımcı” kafa karıştıran düşünceler,

6) Cevaplarıyla birlikte verildiği düşünceler,

7) Tetikleyici düşünceler.

7 farklı usuldeki düşüncelerin, sözden-bilinçli davranışa geçişinde 4 farklı eylem ortaya çıktığı söylenebilir.

1) Düşünceyi hareketlendirmek için propaganda;

2) Yönlendirme kazanılmış sempatizanlar oluşturmak.

3) Çıkar Paylaşımı ile vaatlerde bulunmak

4) oy vermeye varacak şekilde bağlam oluşturmak

 Politika sahnesinde, hırslı ve ikna kabiliyeti yüksek olan insanların, halkı etkileyip, peşlerinden sürükledikleri bilinen bir şeydir. Tarih boyunca hep bu şekilde olmuştur. Politikacılar “ben şurada bu hatayı yaptım” dememeleri yani itirafta bulunmamaları ise inandırıcılıklarına bir zarar gelmemesine engel olmak içindir. “İnşallah yaptığımı telafi edeceğim” “daha iyi yapacağım…..vb….” sözleri ise beyaz yalanlarıdır. Öyle ki “Kaderinizi etkileyen kişiler hakkında, her zaman hür iradenizle ve etkilenmeden kendi görüş ve düşüncenizle hareket edin” denilse de, politika sanatında söz cambazı olmuş insanların ağından kurtulmak çok zor olup o kadar da kolay değildir.

Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı olan politikanın, siyaset manasını da beraberinde çağrıştırdığını biliyoruz. Gerçekte ise, insanların huzur içinde yönetilmesini talep etmek bir erdemdir. Ancak bu, iktidar hırsı ile eşleşince, aşağılık bir fonksiyona dönüşmesi garipsenen bir durumdur. Hikmet sahipleri “siyaset velayetten yüksek bir mertebedir” demektedirler. Bunu, asr-ı saadet döneminden beri görmekteyiz. İslâm’da en büyük siyasetçinin de, Hz. Ebû Tâlib aleyhisselâm olduğunu söyleyebiliriz. Onun, Mekke Dönemindeki başarılı siyaseti sayesinde İslâm’ın temelleri atılmıştır. Yeğeni için kendini feda edişi, siyasetçilere örnek olmalıdır. Fedakârlık ve iknâsı doğru olan siyaset birleşince, ortaya çıkan mükemmeliyete bunu örnek verebiliriz.

Bizler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizi hayatımızda örnek aldığımıza göre, politikacılardan, halkı ikna için verdikleri sözlerini davranışa geçirmelerini bekliyor olmamız, halkın en doğal hakkıdır. Doğruluk gereğidir ki, eğer bir yerde hata varsa onu itiraf etmek en büyük erdem oalcaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dahi, Bedir harbinden sonra esirler için alınan kararda, hata yaptıklarını itiraf edilmesi bizim için en güzel örneklerden biridir. Eğer insanlar, kendi öz eleştirilerini yapma cesaretlerini gösterebilirlerse, bu gerçekleştirmek istenen vaatlerin doğrulayıcısı olacağını düşünebiliriz. Belki yalancılığın, siyasî açıdan avantaj sağladığı iddia edilirse, neden yalan söylemeyelim, diyebilirler. Fakat bu sonuçta çok çirkin olan bir ahlaksızlıktır.

Massachusetts Üniversitesi Psikoloji Profesörü Robert Feldman, günümüz toplumunda pek çok kişinin böyle düşündüğünü söylemektedir..

“Modern hayatta insanlar geçmişte olduğundan daha rahat yalan söylüyor. Araştırmalarım, insanların yalanlarını yüzlerine vurduğunuzda pek de pişmanlık göstermediklerini ortaya koyuyor. Çünkü toplum bunu artık eskisi gibi yadırgamıyor.”

“Yalan işimize yarıyor çünkü insanlar kendileri hakkında yalan şeyler duymayı istiyor; çok iyi göründüklerini, bizim onların söylediklerine katıldığımızı, çok başarılı olduklarını… Yani çoğu zaman sırf kibar olmak ve aradaki ilişkiyi iyi tutmak için yalan söylüyoruz. Bu tür yalanları insanlar, diğer yalanlardan 10-20 kat daha fazla söylüyor.” “Bazı durumlarda da bize diğerlerinin yanında bir avantaj sağladığı için yalana başvuruyoruz; onları inanmalarını istediğimiz şeye ikna etmek için bunu yapıyoruz. Kısacası yalan, istediğimizi almak için kullandığımız bir sosyal taktik.”

İletişimin çok hızlı olduğu dünyamızda “Biz ne yaparsak, ne söylersek doğrudur”, mantığı ile artık aldatılma dönemi bitmiştir.

İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] "Muhakkak ki kıyamet gününden önce Mesih Deccal olacaktır. (ondan önce de) otuz veya daha fazla yalancı (deccaller) olacaktır." Ahmed(2/95,103) Said Bin Mansur(1/252) Ebu Ya'la(10/68) İbni Ebi Hatem Cerh ve Ta'dil(5/293) Huseyni elİkmal(1/269) Mecmauz Zevaid(7/333) Busayri İthaf(8561-62)

[2] Kenz-ül Ümmal; Cilt 14; Bab-ü Hruruc-id Deccal – Mişkat-ül Mesabih, Kitab-ül Fiten, Bab-ü Zikriddeccal

"Kabir azabından Allah'a sığınırım, Cehennem azabından Allah'a sığınırım. Açık ve gizli fitnelerden Allah'a sığınırım. Ve tek gözlü yalancı Deccal'den Allah'a sığınırım." Ahmed(1/305) Tayalisi(1/353) Abd Bin Humeyd(1/234) Buhari Tarihul Kebir(2/119) Ukayli Duafa(1/161)

[3] Ona tabi olanların çoğunluğunu yahudiler ve kadınlar teşkil eder. Hakim(4/524) Ahmed(4/216) Taberani(9/60) İbni Ebi Şeybe(7/491) Mecmauz Zevaid(7/342) hasendir.

Görsel sanatlar, medya Yahudilerin kontrolünde olduğu gibi kadınlarda baş sermayedir.

[4] Aişe Radıyallahu anha demiştir ki;

"Şüphesiz Rasulullah Sallahu aleyhi ve sellem namazda şöyle diyerek dua ediyordu; "Allah'ım! Kabir azabından sana sığınırım. Mesih Deccal'in fitnesinden sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım." Buhari(1/286) Müslim(1/412) İbni Hibban(5/299) Hakim(1/725)Ebu Nuaym Müsnedül Mustahrec(2/185) Ebu Avane(1/547)Beyhaki(2/154) Ebu Davud(880) Nesai(3/56) İbni Mace(3838) İbni

Ebi Şeybe(6/18) İshak Bin Rahuye(2/278) Ebu Ya'la(8/125)Tirmizi(3495) Ma'mer Cami(10/438) Abdurrezzak(2/208) Taberani

Evsat(8/331) Ahmed(6/88) Abd Bin Humeyd(1/433)

 

[5] Bu iki isim Tevrat’ta Gog ve Magog şeklinde geçmektedir.

[6] Kehf, 94.

[7]  Enbiya, 96-97. 47 Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59;

[8] Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59; Hakîm, İbnu Mace ve Tirmizi'nin de tahric ettikleri, Ebû Hureyre'den gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Gerçekte Ye’cüc ve Me’cüc her günde güneşin ışığını görecekleri derecede (önlerindeki seddi) kazıyorlar. Başlarındaki olan:

"Hadi dönün, yarın  kazarsınız" der. Allah Teâlâ onu (seddi), öncesinden daha muhkemleştirir. Zamanlarına ulaştığı ve Allah da onları insanlar üzerine göndermeyi murad ettiği zamana kadar güneşi görecek derecede (tekrar) kazarlar. Başlarındaki: "Haydi dönün, Şüphesiz yarın kazacaksınız." der

“İnşallahu Teâlâ” diye istisna ederler. Bunun üzerine sedde geldiklerinde bıraktıkları gibi kalmıştır. Onu kazarlar ve insanlar üzerine çıkarlar. Suları içerler. İnsanlar onlardan kal'alarına sığınırlar. Ye’cüc ve Me’cüc oklarını semaya atarlar. Okların uçları şiddetli kırmızı kana bulandığı halde üzerlerine düşer.

"Biz yeryüzündeki ahaliyi kahrettik, gök ehline yükseldik " derler. Derken Allah Teâlâ negaf adlı böceği kafalarına gönderir. (O böcek burunlarından beyinlerine çıkar. Ve) Bununla onları öldürür."

Neğaf; koyun ve devenin burnundan beyinlerine çıkan bir böcektir.

Hâsılı, kıyâmet insanların en şerlilerinin başında kopar. O zaman da yer  yüzünde Allah Allah diyen kalmayacaktır. Bu hususta dahi birçok hadisler vardır. Nitekim Müslim'in de tahric ettiği Enes radiyallâhü anhdan gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:   

 "Yeryüzünde Allah Allah denilmeyinceye kadar kıyamet kopmaz."

[9] Ayetin tam metninin meali şöyledir: “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” (Mücadele, 22)

[10] Ahmed Yüksel ÖZEMRE’nin  Louıs Massıgnon (1883-1962) hakkındaki makalesi

[11] “Türkler sizlere dokunmadıkça siz de Türkler’e dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin tabiatlı kimselerdir.” (El-Cüveyni; Tarih-i Cihan-güşa, 1, s:11)

Ebu Sekine (ki Muharrerlerden bir kimsedir) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir sahabesinden naklen anlatıyor: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşileri bırakın. Sizi terkettikleri müddetçe Türkleri terkedin." (Ravi (r.a.): Ebu Sekine Kaynak: Ebu Davud, Melahim 8, 4302)

[12] II. Vatikan Konsili'nde Musevîlik ile ilgili bir karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve özellikle İslâm'a da açık olması husûsunda, Konsil üyesi olmamasına rağmen, Papa VI. Paulus ile Konsil'in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Massignon olmuştur. "Nostra Aetate Deklârasyonu" denilen bu metin, Katolik Kilisesi'nin müslümanlar hakkında olumlu beyânda bulunan ilk resmî belgesidir.

 

[13] Ahmet Ögke, “Bir Tasavvuf Terimi Olarak Ricâlü’l-Gayb –İbn Arabî’nin Görüşleri–”,Tasavvuf (Ankara), Yıl: II, Ocak 2001, sayı: 5, ss. 172-197; Hasan Türkmenoğlu, Gayb Erenleri, Mavi Yay., İstanbul 2003.

[14] Bu iki isim Tevrat’ta Gog ve Magog şeklinde geçmektedir.

[15] Kehf, 94.

[16]  Enbiya, 96-97. 47 Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59;

[17] Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59; Hakîm, İbnu Mace ve Tirmizi'nin de tahric ettikleri, Ebû Hureyre'den gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Gerçekte Ye’cüc ve Me’cüc her günde güneşin ışığını görecekleri derecede (önlerindeki seddi) kazıyorlar. Başlarındaki olan:

"Hadi dönün, yarın  kazarsınız" der. Allah Teâlâ onu (seddi), öncesinden daha muhkemleştirir. Zamanlarına ulaştığı ve Allah da onları insanlar üzerine göndermeyi murad ettiği zamana kadar güneşi görecek derecede (tekrar) kazarlar. Başlarındaki: "Haydi dönün, Şüphesiz yarın kazacaksınız." der

“İnşallahu Teâlâ” diye istisna ederler. Bunun üzerine sedde geldiklerinde bıraktıkları gibi kalmıştır. Onu kazarlar ve insanlar üzerine çıkarlar. Suları içerler. İnsanlar onlardan kal'alarına sığınırlar. Ye’cüc ve Me’cüc oklarını semaya atarlar. Okların uçları şiddetli kırmızı kana bulandığı halde üzerlerine düşer.

"Biz yeryüzündeki ahaliyi kahrettik, gök ehline yükseldik " derler. Derken Allah Teâlâ negaf adlı böceği kafalarına gönderir. (O böcek burunlarından beyinlerine çıkar. Ve) Bununla onları öldürür."

Neğaf; koyun ve devenin burnundan beyinlerine çıkan bir böcektir.

Hâsılı, kıyâmet insanların en şerlilerinin başında kopar. O zaman da yer  yüzünde Allah Allah diyen kalmayacaktır. Bu hususta dahi birçok hadisler vardır. Nitekim Müslim'in de tahric ettiği Enes radiyallâhü anhdan gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:   

 "Yeryüzünde Allah Allah denilmeyinceye kadar kıyamet kopmaz."

[18] Ayetin tam metninin meali şöyledir: “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” (Mücadele, 22)

[19] Ahmed Yüksel ÖZEMRE’nin  Louıs Massıgnon (1883-1962) hakkındaki makalesi

[20] “Türkler sizlere dokunmadıkça siz de Türkler’e dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin tabiatlı kimselerdir.” (El-Cüveyni; Tarih-i Cihan-güşa, 1, s:11)

Ebu Sekine (ki Muharrerlerden bir kimsedir) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir sahabesinden naklen anlatıyor: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

"Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşileri bırakın. Sizi terkettikleri müddetçe Türkleri terkedin." (Ravi (r.a.): Ebu Sekine Kaynak: Ebu Davud, Melahim 8, 4302)

[21] II. Vatikan Konsili'nde Musevîlik ile ilgili bir karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve özellikle İslâm'a da açık olması husûsunda, Konsil üyesi olmamasına rağmen, Papa VI. Paulus ile Konsil'in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Massignon olmuştur. "Nostra Aetate Deklârasyonu" denilen bu metin, Katolik Kilisesi'nin müslümanlar hakkında olumlu beyânda bulunan ilk resmî belgesidir.

 

[22] Diyalektik: Diyalektik kavramı, başlangıçta tartışma sanatı, ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelmektedir. Karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir, diyalaktik ve Sokratik yöntem, tartışma ve düşünme sanatı olarak diyalektiğin Antik Çağ’daki en yetkin halidir. Değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesi bu aşamada diyalektik olarak ifade edilmiştir. Bir fikirden ya da ilkeden içerdiği olumlu ve olumsuz bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik denilmekteydi.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar