Yazılmışlar 9
21.YÜZYILIN EN BÜYÜK LİDERİ: TELEVİZYON
Çocukluğumda deccal yorumları[1] yapılırken “Mesih-üd
Deccal’ın sağ gözü kör, sanki kurumuş bir üzüm gibi olacaktır.” [2] ,
bir anda yeryüzünü dolaşacak, insanları peşine takacak, Yahudiler ve kadınlar
askeri olacak [3] derler ve televizyona
işaret ederlerdi.
Günümüz itibarıyla bunu daha iyi anlamış olmaktayız.
Dindar olsun olmasın herkes gibi bu liderin önünde diz kırmasak da
oturmaktayız. Bir zamanlar resim günahtır, televizyon şeytan çalgısıdır, uzak
duralım derken onun müridi olmak şerefine artık insanlar haiz oldular.
Televizyon sinemasıyla, dizileriyle ve çeşitli
programları ile insanları kendine çekiyor. Uyuşturuyor. Sonra istenilmesi
gereken yerde de yalnız bırakıyor.
Televizyon en büyük liderimizdir. O konuşunca onu
dinlememek olmaz. Onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Onu kullanmaktan
kaçınırsak toplum içinde yok oluruz. Eskiden günahtı, bugün mecburiyet oldu,
gibi mazeretimizler vardır.
Sorabilirsiniz, bu sahte liderden kendimizi nasıl
kurtarabiliriz. Bunun cevabı 1400 yıl önce Allah Teâlâ tarafından
verildi. “Kitap” la. Kitap deccalında, şeytanında
tuzaklarına engel olan tek silahtır.
İslâm’ın ilk emri olan “oku” kitaba
işaret ederken cihanşumul tavsiyesini zaman ve mekan ötesinden iletiyordu.
Kitap, insanın dünyasına girerken onu incitmez,
korkutmaz ve hayal dünyasını yıkmaz. Ancak televizyon bu şekilde
değildir. Televizyon, gözünden ve kulağından insanın dünyasına tecavüz
eder. Bu bir tecavüzdür. Televizyon tecavüz ederken acımasızdır. Öyle
ki insanın kulak rahminde gayri meşru çocuklar doğurtur. Onun gayri meşru
çocukları da insan hayatının fitnesi olur.
Kulak insanın rahimlerindendir. Onu korumamız
gerekmektedir. Bunun en bariz örneği olarak şunu söylemeliyiz ki, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sahabesi içerisinde hiç sağır yoktu. Çünkü sağır
olan kişide verim alınması görmeyenle kıyaslandığında çok azdır. Kör liderler
vardır. Sağır liderlere çok rastlanılmaz. (Ben bilemiyorum) onun için kulak
rahminde doğacak çocuk gözün şehevî, dünyevi sesler ile sakatlandığı zaman
biyolojik yapısını düzeltmek artık mümkün değildir. Bebeklerin dahi dünya ile
ilk teması kulakları iledir. Ana rahminde ve doğuşta gözleri gelişmemiştir.
İnsanlar televizyon deccalinin şerrinden
kurtulamazlar. Kurtulmakta mümkün olamayacağı için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin beş vakit namazda sığının emri vardır.[4] Bu emir yeri gelir
deccalin hakikatine, yeri gelir yorumlarına (televizyon, sinema, oyun…)
olmaktadır.
Önemli olan insanın korunması için gereken tek unsur
kitap ve ilim sahibi olmasıdır. Eğer en büyük liderimiz televizyon önünde her
gün kurs görürsek, emperyalist güçler bizi güzel yetiştirirler. Siyasetçiler de
bizi çok iyi aldatırlar. İzlediğimiz dizilerde yaşamak isteyip yapamadığımız
şeyleri göstererek bize haz verirler. Daha daha çok şeylere kavuşuruz ki, sapık
olmak ve olmamak bizim kaderimiz olmaktan çıkar. Unutmayın ki, bilinç altı,
benlik savunmasını yaparken “bu işin örnekleri var, denesen ne olur
..yalnız sen düşünmüyorsun bunu.. olsun…. Olsun.. yalnız değilsin” düşünceleri
ile olgunlaşır ve içeriği ile bir eyleme çıkar.
Sonuç olarak diyeceğimiz, az olsun günlük bir şeyler
okuyalım. Televizyon büyük liderde olsa onu susturacak zayıf yeri var. Düğmesi.
Allah Teâlâ’m sana bir kez daha iman ettim. Sen
gerçekten büyüksün.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YÜKSEKLERDEKİLER
Yükseklerdekiler, aşağıya ne zaman inecekler?
Bu insanlara yardım edecek kimler?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatına hiç
bakmadılar mı?
Arkadaşları önce köleler, sonra ezilenler.
Bize ne oluyor?
Kapımıza bir insan gelmez. Sıkıntısı olan uğramaz.
Boğulmuş gideriz, yükseklerde, hem de ne yükseklerde.
Yüksekler…
Çıkması, inilmesinden kolay olan yüksekler.
Yüksektekiler aşağıya bir bakın. başınızı aşağıya bir
indirin.
Bakmıyor musunuz?
Ne yapıyor, aşağıdakiler?
Ne yapsınlar…!
Aşağıdakilerde insan ya, kendilerini yüksekte
görmektedirler.
Ey yüksektekiler, aşağıya bakın, aşağıdakiler?
Yüksektekiler aşağıdakiler kadar emin misiniz?
Düşmek acıdır, ancak aşağıdakiler sizi
bilmezler.
O zaman sizi kim bilecek?
Yüksektekiler, birazda dünyalıkları olan kişiler.
Arayanı, soranın derdini anlatanı olmayan kişiler.
Var mıdır, yok mudur, yüksektekiler?
Yüksektekiler, sönmüş yağlı kandiller.
Işığı olmayan, seveni yok olmuş kimseler.
Ey aşağıdakiler!
Hamallar, yükseklerden tez düşecek kimseler.
Yüksektekiler aşağıdakileri fark etmenize gerek
kalmadı.
Kader in bir kanunu bu,
Yüksekte olanlar bir gün, mecbur aşağıya düşecekler.
***
Allah Teâlâ’m beni aşağıdakiler ile beraber kılmanı
diliyorum.
İhramcızâde İsmail Hakkı
BAKIŞIN TELEVİZYONCULUĞU
Ruh sağlığına acı çektiren görmenin ruhsal bozukluğu,
görme dürtüsü olarak dürtüsel alanda bakışın rolüne verebileceğimiz örneklerden
biridir. Freud, bakışı bir dürtü olarak tasvir ederken, dürtü merkezini görme
dürtüsü olarak ifade edilmesinden bahseder. Freud bakışı bütün dürtüler bir
bakış alanının parçası olduğu için özel karakter kısmî bir dürtü diye ayırmaz;
O eğer bir dürtü varsa, İd görmek istemiştir.
Görme temsili, bir sorun olarak ortaya koyulmuyorsa,
insanın görme yeteneğini kaybetmeyeceğini varsayabiliriz, ancak özne kör ise,
dürtüsü hasar görmemiştir.
Bakış, görme yeteneğinin bir organı olan gözden
farklıdır.
Göz hayatın korunması konusunda yeterliyken, nesnenin
karşısında bakış gözden işlevini yerine getirmesi ile ayrılır. O bir haz
organının taşıyıcısıdır ve bu yüzden, dürtüseldir. Onun için "Bakış
gözden öcünü alır [...], organın bilgisinin yerini alan estetik hazzın etkisi
ile..." denilmektedir.
Dürtüyü tahrik eden nesnelere ait olan bakışta,
içtimai bağlamda öznenin simgesel yerini bulabilmesi için, kendini gerçek'in
dışında bırakmak zorundadır. Rahatsız edici etken
barındırmaktadır. Didier-Weill'in dediği gibi: Eğer insan
"Özne olarak konuşuyorsa, bunu özne olduğunu
unutarak yapar. Oysaki nasıl Öteki'nin kendisi üzerindeki bakışını unutamayacak
olan özne kendini nasıl unutabilir ki?"
Özne, Ötekinde saptadığı unsur sayesinde kendisindeki
eksikliği ve fazlalığı kabul eder. Bu durum ayrıca öznenin etrafında ördüğü
etkileşim olarak ve görme alanında kendini şu şekilde ifade eder:
"seni gördüğüm zaman asla bana
bakmıyorsun" ya da
"bana hiç benim istediğim gibi olamıyorsun".
Öyleyse Öznenin Öteki'nin bakışından yoksun ve var
olması; öznenin söyleme, söze, yakınmaya, simgesele, kültüre girişi için
mecburiyettir. Bakışın dışlanması, bakış arzusunu ve bu arzudan kaynaklanan,
üst-benin etkileri üzerinden ifade edilen bir doğruluk-suçluluk duygusunu
doğurur. Bu şekilde insan hazza ve acıya yönelim gösterir. Zira insanlar mutlak
değerlerde ikamet ettiği hazda olduğuna inanırlar. Fakat bu eğilim, bütün
olarak şeffaflığı ve öznenin eylemlerinde gerçekliği isteyen üst-benin gözünde
noksanlık duyma durumuna düşürür. Bakışın otoritesi sürekli özneyi hep
gözaltında tutar. Ve öznede, suçlanan durumun geri dönüşü dolayısıyla
huzursuzluğa neden olur.
Bugün “tüketim” üzerine
yönlendirilmiş olmanın gereği olarak bilinçaltı emirlerden biri olan kendini
göstermek ya da sadece var olmak için görmek hiç
olmadığı kadar güçlüdür ve kuvvetlenmesi istenilmektedir. Zamanımızda insanlar
tanım olarak "görmeye-görülmeye dair" bir toplumu
oluşturdular. Dürtü nesnesi olarak ve Gerçek'in alanından dışlanarak
özneye kültüre girme izni veren bakış, bu toplumda birde “gösteri hazzı
formu” altına itilmektedir.
Görme gereksinimi sınırsızdır.
İnsan sadece görmeyi istemez, ayrıca herkesi, her şeyi
ve hemen görmeyi ister. Gerçek dünya imgelere aktarılınca ve bu imgeler gösterici-görme
hazzını garantiye almak için gerçeklikten de daha gerçek olur. “Gösteri
toplumu”nda, insan var olduğunu hissettirmek için her şeyi görmek ve
göstermek zorundadır.
TOPLUMUMUZ BU YÜZDEN BASKIN OLAN DÜŞÜNCELERİNİ "ÖTEKİ
BENİ GÖRÜYORSA, ÖYLEYSE VARIM" İLE YA DA "GÖRÜYORUM,
ÖYLEYSE VARIM'LA SINIRLANDIRMAKTADIR.
Görmede imkânsızın boyutu insanlar için artık söz
konusu olmamaktadır. Çünkü sınırsız haz imkânları zorunlu ve istek içinde
sunulmaktadır. Ayrıca Görme zorunluluğu, var olmak için bütün
olayların imgeye alınması zorunluluğunda kendini gösterir. Bu imgeler tercihen
doğrudan veya dolaylı olunca, mutsuzluk, kayıp, acı, seks ve ölüm olayları
birbirleri peşinden algılanabilir olabilmekte olmasıyla kaosuda içinde
barındırmaktadır.
Mesela, televizyonda acı, tatlı hayal, gerçek karışık
olarak anlatılabilmekte olduğu gibi bakışa hitap etmektedir. cenaze
görüntüleri, 11 Eylül, Irak Savaşı ya da Biri Bizi Gözetliyor'un iyi bir Örnek
olduğu reality showlarda olduğu gibi.
Dürtünün bakışla hazza eriştirmek için verilen bütün
bu imajlar, insanları büyüleyen bir tekrar halinde sürekli olarak tekrarlanır.
Ancak hazzın nesnesindeki özne için sınırlar kaybolmuş ve değerler yıkılmaya
başlamıştır.
Michel Foucault bize bunun çok daha iyi bir
örneğini Gözetleme ve Cezalandırma [Hapishanenin
Doğuşu] adlı eserinde, merkezi bir kuleden tutukluları ya da hastaları
gözetleyenin onlara görünmeksizin bunu yapmasını sağlayan bir mimari düzenleme
söz konusudur.
İktidar bu kulenin bakışında algılanabilir,
fakat görünmez kalır. Her şeyi ve her hareketi, bakış nesnesi olmaksızın kontrol eder.
Mahkûm ya da insan böylece "bir bilginin nesnesi olur ve asla bir
iletişim öznesi olamaz" Kendisi, artık kim tarafından ve ne zaman
görüldüğü önemli olmadan bakışın nesnesi olur. Herkesin görüldüğü ve dinlendiği
ve aynı zamanda röntgencinin görünmez ve anonim kaldığı televizyon şovlarında
da, gerçek bir temsili söz konusudur. Kahramanlar ayrıca başarılı bir
televizyon programının oyuncakları ve nesneleridir. Değeri artan boyut,
bakış altındaki, hayranlık duyulan çıplak ündür. Ne bir girişim ne
de bir zaman, sadece anında istenen başarı, tanınma ve para.
Bir zamanlar teşhircilik olarak yorumladığımız
[şeyler], bugün televizyonun güncel mekân ve zamanında, bastırılmaksızın
gösterilen bir haz halinde yayınlanıyor.
Jean Baudrillard'ın dediği gibi, orada,
hiçliğin delirten teşhirciliği, hiç olarak izlenme ve hiç olma söz konusudur.
Bu insanlar izleniyor olmanın dışında hiçbir değere sahip değillerdir. Televizyon
izleyicilerinin isteklerine bütünüyle bağlı olmaları nedeniyle, onların
varlığı, umutsuzca ve her ne pahasına olursa olsun, beğenilmenin sefil
kanununa takılır. Yine de onlar, izleyiciler tarafından
kıskanılırlar; çünkü her insanın eline geçirmek istediği Öteki'nin bakışına,
izleyicinin haz nesnesine sahip oldukları düşünülür. "Görmeye
dair" toplum, özneye Öteki'nin bakışının eksikliğini sunmak
yerine ki bu eksiklik onun yoksun olanı temsil etmesine ve böylelikle simgesel
sisteme girmesine izin verir.
Yine kameralar, örneğin, gündelik yaşamımızın yerini
dolduruyor. Artık şehir merkezinde yaşayan birisi ortalama olarak günde sekiz
ila üç yüz defa kameralar tarafından görüntüleniyor. Bu, "görme-görülme" çiftini
parçalayan “Öteki Göz” çünkü görmeyen fakat sürekli görülen,
gözetlenen bir özne yaratır ve “herkes herkesi gözetler.” Bu
ayrıca Öteki'nin varlığının yanılsamasını veren, dolayısıyla da hazzın
imkânlılığını öğretir.
BAKIŞ AHLAKI
İnsan, arzusundan vazgeçmemektedir. Vazgeçmeyeceği arzu, ondan
kaygılandığımız anlamda cinsel arzu, ya da iktidar açlığı, ya da para için aç
gözlülük değildir. Burada söz konusu olan, öznenin başı boş dolaşmamasına ve
toplumda hareket halinde olmasına izin veren “istek arzusu” dur
ki özneye varlığını veren budur, zira arzu varlığın mecazıdır. Asıl
fıtrat ise sınırsız haz karşısında bir set olduğu arzunun yolunu terk etmemeyi
tavsiye eder. Akılda hazzın aşırılığını komuta ederek "görmeye
dair" topluma karşı olarak, fıtrî arzunun doğmasını sağlayan
bakış ahlakını getirir.
Sonuç olarak, içinde yaşadığımız toplum
arzudan ziyade hazzı (hoşlanmayı) önermektedir. Mesela günümüzde
uyuşturucu kullanımlarının önemli oranda artışı, içinden çıkılması güç olan bu
arzu sorunu ile asla yüzleşmemek üzerine kurulu olan haz arayışının diğer bir
örneğidir. Gerçi toplum bize sınırsız hazzın mümkün olduğu illüzyonunu sunduğu
halde, insanların kendilerini tanıyıp, eksikliklerini kabul etmekle beraber
kendilerini zayi etmelerine şaşırmamak gereklidir. Çünkü insan unutkan ve
cahillik sıfatınıda içinde barındırmaktadır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YE'CÜC-MECÜC-TÜRKLER Mİ?
Ye’cüc ve Me’cüc’ün Ortaya Çıkışı
Ye’cüc ve Me’cüc kelimelerinin hangi dilden geldiği ve
Arapça’ya nasıl geçtiği hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bu isimlerin
İbranice ve Süryanca gibi dillerden geldiğini söyleyen olmakla birlikte
Yunancadan geldiğini kabul edenler de vardır. [5]
Kur’an-ı Kerim’de adları Ye’cüc ve Me’cüc
kavramlarıyla ifade edilen bu yaratıkların ne tür varlıklar olduğu konusunda
herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Bu isimlerin Kur’an’da ilk geçtiği yer
Zülkarneyn kıssasıdır. İnsanlar Zülkarneyn’e taleplerini iletirken kendilerine
rahatsızlık veren ve bozgunculuk yapanları kastederek şikâyet ettikleri iki
isim olarak geçmektedir.
Kur’an’da geçtiğ ilk geçtiği ayet
şöyledir: ‚
Dediler ki: “Ey Zu'l-Karneyn, Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde
bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların ara-sına bir set yapman için sana bir
vergi verelim mi?” [6]
İkincisi olarak helak edilen kavimlere atıf yapılarak
bu isimler geçer:
“Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açıldığı ve onlar her
tepeden akın etmeye başladıkları zaman, gerçek va'd (yani kıyâmet) yaklaşmış
olur. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır.
"Vah bize, biz bundan gaflet içinde idik (bunun
doğru olacağını hiç düşünmüyorduk). Meğer biz zulmediyormuşuz!" (diye
mırıldandılar).” [7]
Hadislerde belirtildiğine göre Ye’cüc ve
Me’cüc, kıyamete yakın döneme kadar belli bir yerde aşamayacakları setle
engellenmiş halde duracaklar. Onlar sürekli olarak önlerindeki bu seddi yıkmaya
uğraşacaklar ve sonunda kıyamete yakın bir zamanda bu amaçlarına ulaşacaklar.
Önlerindeki engeli aşarak serbest kalacak olan bu yaratıklar her tepeden
saldırarak ortalığı yakıp yıkacaklar. Yeryüzünde bulunan yenebilecek ve
içilebilecek her şeyi gasp ederek bitirecekler. Bu şekilde meydana gelecek olan
azgınlıklarını müteakip Allah semadan çekirge ve kurt gibi yaratıkları musallat
ederek onları helak edecektir. Onların cesetleri her tarafı dolduracak ve
yeryüzüne pis bir koku yayılacak. Allah yağmur yağdıracak ve bu şekilde sular
artarak meydana gelen seller ölüleri sürükleyerek denize götürecektir.[8]
Allah Teâlâ bir gece onlara ansızın negaf hastalığı gönderir
ve bu hastalığa yakalananlar yok olup giderler, soyları kesilir ve bütün
fertleri ölür. Sonra tarımda artış olur, kökler ve dallar yeşerir. Meyveler
bollaşır ve güzel bitkiler her yeri kaplar. Allah’a hamd edilir. Kalbe gelen
fasit hatıralarla nefis azar. Vesveselerin artması bunu izler. Kişinin bu
azgınlık halleri kalp mekânını işgal eder, özünün meyvelerini yiyip bitirir ve
özdeki suları kuru-turlar. Bu durumda onda irfan namına hiçbir şey kalmaz. İşte
tam bu hal-deyken onda hakikî uyanıklık hali belirirse, ona Rabbânî yardımlar
ve ar-mağanlar gelir. Kur’an-ı Kerim’de “….‚Ayık olun, Allah’ın
tarafında olanlar kurtuluşa ermiştir” [9] âyeti bu hale
işaret eder. Allah kullarından dilediğini seçer. Bundan sonra şeytanî hatıralar
ve vesveseler ortadan kalkar. Bunların yerlerini ledünnî ilim, ruhanî nefesler
ve kalbi kemalleştiren melekeler alır. Bu tarımın/ziraatın çoğalması, kökten
dala kadar bitkilerin yeşermesi olarak değerlendirilir. Bu duruma erişen kişi,
yakînlik makamını elde eder. Böyle bir yükseliş, meyvelerin olgunlaşarak
tatlanmasına benzetilir.
Ye’cüc ve Me’cüc için yapılan yorumlarda ise;
İnsanda hayvanî sıfatların/kötülüklerin, çirkin
fikirlerin çıkmasından ve bunların tamamen hâkim unsur haline gelmesinden
ibarettir. Çünkü çirkinlikler ve kötülükler iyilikleri örter. Böyle kötü
hallerin çoğalması kalbi karartır. Kaşanî, Ye’cüc ve Me’cüc ile mizacın
bozulması, terkibin çözülmesiyle meydana gelen nefsanî ve bedenî kuvvetlerin
kastedildiğini belirtir.
Bu bilgilerin yanında Yecüc Mecüc'ün Türk
kavmi, onlara karşı yapılan duvarın Çin şeddi olduğu iddiaları da vardır. Eski
tefsirlerde bu konu işlenir. Her ne kadar hoşumuza gitmese de bu bilgi bizim için
önemlidir. Aşağıda geçen hatıra çok önemlidir.
Münevver Ayaşlı (1906-1999) Collège de
France'da L. Massignon'un derslerine devam edermiş. Bir gün derste
Massignon Ye'cüc-Me'cüc kavminin Türkler olduğunu söyleyince Münevver Hanım
kızgınlığını göstermiş. Bunun üzerine Massignon, konuşmasına:
"Buna hiç infial (gücenme, kızgınlık duyma)
göstermeyiniz. Türkler İslâm'ı kabul etmeden önce Ye'cüc-Me'cüc kavmi idiler.
Eğer bir gün İslâm'ı unuturlarsa gene Ye'cüc-Mecüc kavmi olacaklardır" diye
bir açıklama getirmiş[10]
Bu bilginin durumu bize açık şekilde gösterdiği şudur
ki; Türk kavmi özellik bakımından sürekli atılım içinde olduğu, tarihin hiçbir
döneminde devletsiz kalmadığı yanında, inançsız dönemlerinde “barbar” sıfatını
alacak kadar ileri gidebileceğidir. Ayrıca Türkleri öven hadislerde
mevcuttur.[11]
Bu nedenle kıyamete kadar Türklerin tarih sahnesinden
çekilmeyeceğini ve devletsiz kalmayacağına dair rivayetlere de bakılınca
dengenin olması konusunda L. Massignon kilise'nin müslümanlara (Türklere) karşı
nefrete dayanan geleneksel tavrını II. Vatikan Konsili'nde terketmesini
sağlayan zemini hazırlamış; Konsil üyesi olan talebesi Peder Georges Chehata
Anawati de bu zeminin Konsil kararı olarak kayda geçirilmesinde etkili
olmuştur.[12]
Vatikan, Araplardan çok Türkler için din konusunda
tedirginlik duymaktadır. Bu nedenle Vatikan yeri geldiği zaman kendini kötüleyecek kimselere
izin vererek bu durumu dengede tutmaktadır. Bu şekilde Türklerin dindar ve
dinsizlik arasında kalması için özel gayret gösterilmektedir. Tanzimattan beri
Türkler cami ve kilise arasında kalmış durumda olmasının sebebi budur. L.
Massignon bunu seneler önce görmüş olmasının tek sebebi gerçek araştırmacı
olmasından başka bir şey değildir. Ancak bizim onun gördüğünü görmemiz ve
Vatikanın sırrını çözmemiz biraz zaman alacaktır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
KARI KOCA GEÇİMSİZLİĞİNE DUA
Günümüzde, duaların eskisi kadar etkili olmamasının
altında yatan sebeplerden birisi de, insanların işlerini Allah Teâlâ’ya haksız
yere bırakmalarındandır. Bir evde isteklerin kaynadığı kazan iki tane olunca o
evde doğal olarak huzurda olmayacaktır. Tek kazanı yakmak daha kolay
olacağından, bunu da karşılıklı anlayış (empati) ile yapmalıyız.
İnternet ortamında bu yazıya ulaşan bay-bayan kesimden insanlarımız bir çoğu
belli bir seviyede eğitime ulaşmış kişilerdir. Ancak, sorunlarını çözmek için
dua ya da araştırmaya düşüşünün altında, en önemli
sebeplerin “beklenti” ,“tatmin” “üzüntü” vb. şeylerin sayısını artıracağımız
sonuçlardır.
Ailede genel olarak geçimsizlik, maddiyat ile başlar,
sonra manevî sebeplere yönelir. Huzursuzluklar kimliklerini değiştire değiştire
sonuçta tepkiye dönüşür. Bu yönelmelerde pişman olan tarafın duaya müracaat
etmesi de, vicdanen rahatsızlık duygusunu alt etmek için, Allah Teâlâ’yı sebep
kılma katmanına geçmesidir. Dua eder. Der ki; “dualarda ettim bir türlü
kabul olmuyor”. Kabul edilmeyen duaların sonucu gerçekleşmeyen istekler,
yapan için rahatlama adına üretilen çaresizlik ilaçlarıdır.
Dua, dar kapsam içinde çok bir şey ifade etmez. Namaz
(salât) aslında bir duadır. Ancak öyle bir dua’dır ki esasen beraberinde
eylemde ifade eder. Bu nedenle de eylemi olan bir dua, daha anlamlı bir mana
ifade etmektedir.
Eşiniz hakkında hangi duayı etmek gerektiği konusunda
eğer bir çözüm üretemiyorsanız, önce hareketlerinize bakmanızda fayda
vardır. “Ben ne yapıyorum, o bana ne yapıyor?”
Eşinden nefret ediyor ve kızdırıyorsun, sonra onun
sevmesini bekliyorsun! Bu olmaz. Çünkü beddua eden fiillerini terk etmeden,
ellerini semâya açıp Allah Teâlâ’ya yönelmek kabul edilmeyecek duadır. Dua geri
dönüyor “dualar ettim bir türlü kabul olmuyor” şikâyetlerinden,
bir nevi Allah Teâlâ da sorumlu oluyor. Hakikatte ise geçimsizlik, Allah
Teâlâ’nın değil, şeytanın istekleri ve arzularındandır.
Sonuç olarak, eşinizi sevin ve fedakâr olun, muhakkak
eşiniz sizi sevecektir. Eğer buna inancınızda tam olursa Allah Teâlâ aileniz
için size muhakkak yeni bir kapı açacaktır.
Bilmeliyiz ki, birbirini sevmeyen karı-koca için kabul
edilmiş bir dua asla olmayacaktır. En güzel dua birbirlerini seven ve fedakâr
olan eşlerin yapacağı dua olacaktır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TARİKATLER GEREKSİZ Mİ?
"Şeriatsız cennete giden yoktur ama tarikatsız
cennete giden çoktur"
Bediüzzaman Said Nursî
Tabi ki, şeriatı olmayanın tarikatı (yolu) yoktur.
Ancak bu çelişkili bir cümledir. (paradoks) Sözlerin içeriği birçok hakikati
barındırsa da uygulayıcının ne yaptığına bakmak gereklidir. Bediüzzaman’ın
uygulama alanındaki cephesi olan Nurculuk şeriattan ve tarikattanda öte
hermetik özellikleride (cifir) barındırmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin
gelecekle ilgili varsayımları olduğu gibi batınî tevilleri o kadar çoktur ki,
mistik görüntüsü, örnek verecek olursak bir Nakşibendîden çok fazladır.
Nakşilerde cifir üzerine bir çıkarım ve yorum usulünde bulunmaz. (Geleceğin
cifirle tayini ve yorumu istismarı çok olduğu için terk edilmesi uygun
hallerden olduğunda herkes hemfikirdir.)
Bediüzzaman’ın bu sözü aslında zamanı itibarıyla
(devrimler) sıkıntılı dönemde ve o gündeki hayata karşılık söylenmiş sözlerden
olabilir. Bugün için insanların durumu o kadar farklı olmuş ki, ne kadar
günümüze hitap eder, araştırmak gerekir.
Tarikatlar hakikatte dinin bir yorumudur, günübirlik
değişebilir. Günümüz için eski usuller ile tarikatı anlamakta yanlış
olabiliyor. Bediüzzaman’ın bu sözünü eski usullere karşı söylediği bir sözde
diyebiliriz. Zamanında tarikatlarda bidatler artmış, bozuk haller çoğalmıştır.
Nurculuğu, klasik tarikat biçimlerinden ayıran en
önemli özelliği çıktığı gününde medresenin meselelerine yeni bir bakış açısı
getirirken uygulama alanında ümmi kesime ulaşmak ve cahilliğin
önüne geçmek düşünülmüştür. (Medrese-i Zehra) Ancak bugün ise aynı durum çok
farklıdır. Çünkü risaleler günümüz insanının konuşma lisanına bile hitap
etmeyince yükseklerde kalmış, ancak bir şakirdin mütalaasıyla anlaşılacak
duruma dönüştürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’in bile anlaşılması için
tefsirler yazılırken, bugün risaleler için şerh sistemi yok gibidir. Talebe
yönünden bereketli olan cemaatin şerh kitapları niye azdır? Günümüz insanının
anlayacağı lisana çevrilmesinde ne sakıncalar vardır, buna da kafa yormak
lazım. Belki risalelerin içi boşalır korkusu mu taşınılıyor araştırmak
gerekmektedir. (yeni başlayan bir şerh duydum)
Nurculuk tarikat bağlamında kitapları bir nevi şeyh
olan tarikattir, diyebilir miyiz sorusunu sorabiliriz. Çünkü kitapları
mütalaa etmek şakirtlere mecbur sayılmaktadır. Bu durumu etrafımda bulunan
kardeşlerimize acizane kendi yazdığım bir kitabı hediye olarak versem okumaktan
içtinap etmelerinden ben bu yorumuma sahip çıkabilirim. Hz. Ali kerremallâhü
veche efendimizin işaretleri olduğu söylenen bu kitapların ilahilik kapsamı
içerisinde görmek ancak tarikat zihniyetinde olunca mümkündür. Yani, Yunus
Emre’nin ilahisi gibi. ( İlahi; “Allah Teâlâ katından gelen beşerin sözü”.)
Tekrar asıl meseleye dönecek olursak Bediüzzaman’ın
bahse konu kelamı bilinçlenmede kullanılan slogandır. Slogan alt tabakaya hitab
eden sözdür. Alt tabaka, bu sözler ile benlik kazanır. Şakirtler tarikatı inkâr
etmese de kendinin bir üstada mürid (talebe) olduğunu düşünmek istemez.
Şakirtlerinde tarikat müridlerinin virdleri gibi sabah akşam tesbihleri,
cevşenleri, cemaat olduklarında okumaları mecbur oldukları risaleleri vardır.
Sonuçta, tarikat şeriatın keskinliğini gideren yol
genişlemesidir. Şeriat mecburî iken, tarikat ferîdir. Öyle ki, cevizin iç
tadına ulaşma için yol gibidir. Yahudilerin bugün çektikleri sıkıntı,
çıkardıkları tarikatlarını şeriat ile eşleştirmeleridir. Hıristiyanlarda işin
cılkını çıkarınca İslam bu iki unsuru birbirine katarak huzuru sağlamıştır. Bu
alt yapıdan dolayı İslam’da sapık tarikatlar çıkmamıştır.
Tarikata girmeden İslam’ı yaşamak mümkündür.
Ancak zevkî bazı durumlara ulaşmak için tarikat ve tasavvuf
tecrübeleriyle sabit olduğu hakkında çok bilgiler bulunmaktadır.
Bahse konu slogan doğru olsa da herkesin bir tarikatı,
İslam’ı anlamada yerine göre üstadı, şeyhi, mürşidi vardır. Adın üzerinde
kalmaya gerek yoktur. Cebrail aleyhisselâm ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin ilişkisi tarikatların çok gereksiz bir müessese olmadığını
göstermektedir. Tarikatlarda önemli sorun girenler arasında cahil kesimin
fazlaca bulunması ile yanlış anlamaların önüne geçilememesidir. Yoksa hiç kimse
birinin cennete girme kefili değildir. Ancak sebebi olabilir. İfrat ve tefrit
arasında doğru yolu bulmak Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Kimin meşrebine ne uygun
ise onu seçme hürriyetini gasp etmeye hakkımız yoktur. Cennet geniş, cehennem
dardır. İnsanların menfaatine olacak işleri sınırlama ile fazla bir kazanç elde
edemeyiz. Tarihin derinlerinden süzüle süzüle günümüze gelen müesseselerin
günümüzde nasıl uygularsak daha verimli olur, bunlara çare üretmeliyiz. Ombudsman diye
adlandırılan kişilerin bir tarikat şeyhinden ne farkı vardır, diye sorabiliriz.
Bediüzzaman Said Nursî’nin sözü bir hakikati içerse de
tarikat ve tasavvuf hayatını tercih eden birçok müslümanın olması nedeniyle
ihtiyatlı olmamız gerektiğini “fil hikayesi”nden hatırlamak
gerekir. Soffe ashabının çilesine talip olan gerçek tasavvuf erbabının yolunu
inkâr etmek mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel
yolunda hepimiz için bir kısım bulunmaktadır. Hangisinden yürümek gerektiğine
sınırlama getirmeye gerekte yoktur.
“Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenme.” ÇİN
ATASÖZÜ
İhramcızâde İsmail Hakkı
RİCÂLÜ’L-GAYB ERENLERİ
Ricâlü'l-gayb kavramı, rical ve gayp kelimelerinden
oluşan Arapça bir tamlamadır. Rical, Arap dilinde erkek insan, adam manalarına
gelen, "racül" kelimesinin çoğuludur. Kur'an-ı Kerim'de çoğunlukla bu
anlamda kullanılmakla birlikte cinler için kullanıldığı yerler de
bulunmaktadır.
Gayb kelimesi ise sözlükte; şek, (kuşku, şüphe)
gözlerden uzak olan, görülmeyen yer ve nesne mânalarına gelmekte olup
ıstılahta, müşahede edilenin mukabili olarak gözden uzak, duyuların idrak alam
dışında ve akılla anlaşılamayacak kadar gizli olan varlık manalarına
gelmektedir. Böylelikle gayp akıl ve idrak dışı varlıkları kapsamaktadır.
Rical ve gayb kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı
birçok yerde kullanılmaktadır. Ancak "ricâlü'l-gayb" şeklinde bir
terkib Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir.
Mutasavvıflar tarafından tasavvuf geleneğinin önemli
özelliklerinden biri olarak görülen bu inanç, kelime olarak "gayp
adamları" anlamına gelip, tasavvufta âlemin düzenini sağlayan bir
silsileyi ifade eder.
Gayb erenleri veya bilinmeyen hak dostları anlamlarına
da gelen bu kişiler, dünya ilgilerinden kurtularak kendilerini Allah Teâlâ
yoluna adamış ve dünyayı idare ettiği düşünülen sûfîler topluluğudur.
Bunlar, ricâlullah, merdân-ı hudâ, merdân-ı gayb ve hükümet-i
sûfiyye gibi terimlerle de ifade edilir. Bazılarına göre bu kavram,
tasavvuftaki Allah Teâlâ dostluğunun gizliliğine dikkat çekmektedir.
Mutasavvıflara göre her ne kadar veliler birbirlerini
tanıyıp bilseler de, sıradan insanların gözlerinden bir örtü ile
ayrılmaktadırlar. Allah Teâlâ, dostlarını dünyada gizlemektedir. Dünya, bütünlüğünü
görünmeyen bu velilere borçludur. Allah Teâlâ, dünyanın cismani düzenini
sağlamak için bazı insanların çeşitli görevler üstlenmesini takdir ettiği gibi,
âlemdeki mânevi ve rûhânî düzenin korunması için de sevdiği bazı kullarını
vazifelendirmiştir. Bu kimseler gizli olduklarından dolayı
kendilerinden başka kimse onların hallerine vâkıf olamaz. Herkes
tarafından kolayca tanınmadıkları ve gizli olan hakikatlere vakıf olduklarından
dolayı ricalü'l-gayp olarak isimlendirilmişlerdir.
Gökten yağmur onların bereketleriyle iner,
Yerden otlar onların himmetiyle biter,
Kâfirlere karşı müslümanlar onların takviyeleriyle
zafer kazanırlar.
Sûfilere göre, bu hiyerarşik yapı kendi içinde
irtibatlı halinde olup, zaman ve mekânın rahatsız edici hâlleri onları
engelleyemez. Zira onlar dünyanın her tarafından göz açıp kapayıncaya kadar
denizleri, dağlan ve çölleri kolaylıkla aşarak bir araya gelirler. Dünya, bütünlüğünü
görünmeyen ve çeşitli mertebelerde bulunan velilerin varlığına borçludur Bu
mertebeler merdivenin birbiri ardından gelen basamaklanın varisler
(ebdâl), direkler (evtâd), sütunlar (amâid) v.s. oluşturmakta, ve
en son basamakta ise çevresinde bütün kainatın döndüğü kutup (kutb)
bulunmaktadır. Eğer bu manevî yapı olmasaydı kâinat paramparça
olurdu.(!)
Sûfîler bu manevî teşkilatın kendi içerisinde
hiyerarşik bir yapı arz etmekte olduğunu söylemektedirler. Bu yapılanmadaki
tertip kaynaklarda farklı şekillerde sıralanmaktadır.
Bir sıralama örneği şekildedir.
1. İmâmân: Her çağda iki kişidir.
2. Evtâd: Dört kişidir. Kadınlardan da olabilir.
3. Abdal: Yedi kişidir.
4. Nukabâ: Her asırda on iki kişidir.
5. Nücebâ: her asırda sekiz kişidir.
6. Havâriyyûn: Her asırda bir kişidir.
7. Recebiyyûn: Her dönemde kırk kişidir.
8. Hatm: Bütün zamanlarda tek kişidir.
9. Rukabâ: Hz. Âdem’den kıyamete kadar çok sayıda
kişidirler.
10. Kırklar
11. Yediler
12. Beşler
13. Üçler
14. Birler
15. Ricâlü’l-Gayb: On kişidir.
16. Zühhâd: On sekiz kişidir.
17. Ricâlü’l-Fütüvve: Sekiz kişidir.
18. Ricâl-i Hannân veya Ricâl-i Atf: On beş kişidir.
19. Ricâlü’l-Heybet ve’l-Celâl: Dört kişidir.
20. Ricâlü’l-Feth: Yirmi dört kişidir.
21. Ricâl-i ‘Ulâ: Yedi kişidir.
22. Ricâl-i Tahtaşfil: Yirmi bir kişidir.
23. Üç Veliyy-i Vâsıl (Âlî bunlar için özel bir isim
kullanmıyor.)
24. İlâhiyyûn-ı Rahmâniyyûn: Üç kişidir.
25. Bir zât-ı pâk
26. Bir zât-ı Azîmü’ş-şân
27. Bir zât-ı şerîf
28. Sakît-ı Refref
29. Ricâlü’l-Gınâ: Her asırda iki kişidir.
30. Ricâl-i Ayne’t-Tahkîm ve’z-Zevâyid: On kişidir.
31. Büdelâ: On iki kişidir. Zaman zaman Abdal ve
Nukabâ ile karıştırılırlarsa
da farklıdırlar.
32. Ricâl-i İştiyâk: Beş kişidir.
33. Ricâl-i Eyyâm-ı Sitte: Altı kişidir[13]
SONUÇ
Tespit edebildiğimiz kadarıyla ricâlü'l-gayb ehl-i
tasavvuf arasında özellikle İbn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz sonrasında,
tasavvufi çevrelerde yer bulan, "kutub", "gavs",
"nücebâ", "nukabâ", "abdal" gibi
kavramlar, sonraki dönemlerde kazandıkları muhtevalarıyla Kur'an'da ve sahih
hadislerde bulunmamaktadır.
Bu konuda mutasavvıfların açıklama ve iddiaları
Kur'an'la ilgili olarak bâtınî yoruma, hadislerle ilgili olarak da, isnadı
zayıf rivayetlere dayanmaktadır. Her ne kadar Kur'an-ı Kerim çeşitli
âyetlerinde kullar arasında farklı statülere sahip insanlardan bahsetse
de ricâlü'l-gayb gibi bir derecelendirme Kur'an'da bulunmaz.
Allah Teâlâ kullarını bazen dünyadaki durumlarına, bazen
de âhirette elde edecekleri makamlara göre derecelendirmektedir. Ancak
ricâlü'l-gayb gibi kozmik güçlere sahip hiyerarşik bir yapıyı Kur’an'a
dayandırmak mümkün gözükmemektedir. Bu düşüncelerini delillendirmek
için sûfîler tarafından işaret edilen âyetlerin hepsi siyak ve sibakla ilgisi
olmayan zorlama teviller içermektedir.
Hadislere gelince, ricâlü'l-gayb ve abdalla ilgili
olarak tasavvufi eserlerde birçok hadis zikredilmektedir. Bu rivayetlerden Ebû Davud'da yer
alan bir, Ahmed b. Hanbel'in Müsned’inde bulunan iki rivayet dışında, hiçbiri
güvenilir hadis kitaplarında yer almamıştır. Ayrıca Müsned’deki hadisler de
senedlerinde zayıf râviler bulundurduğu gerekçesiyle tenkit edilmiştir. Senet
ve metinlerindeki bazı çelişki ve zayıflıktan dolayı bu hadisler bazı
muhaddisler ve kelâmcılar tarafından tenkid edilmiştir.
Mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul olanların
ilklerinden olan Hakîm et-Tirmizî'nin, bu anlayışın teşekkülünde
önemli bir yeri vardır. Aynı zamanda tasavvufi yorumları hadislere uygulayanların
ilklerinden de sayılan bu zât, ilk dönemlerde ortaya çıkan hadisleri velayet
hakkındaki düşünceleriyle işlemiş, bazı tasniflerde bulunmuş ve daha önce
görülmeyen bir düşünce ortaya koymuştur. Özellikle onun tarafından rivayet
edilen bir hadis tasavvufi çevreler tarafından bu zümrenin varlığına delil
olarak öne sürülmüştür. Velayet teorileri hakkında ilk söz edenlerden
biri olan Hakîm et-Tirmizî daha önceki dönemlerde ortaya çıkan hadisleri
düşüncelerine köşe taşı yapmış ve bir veliler hiyerarşisi oluşturmuştur. SON
ŞEKLİNİ İBN ARABÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZ İLE ALAN BU DÜŞÜNCE HARİCÎ
TESİRLERİN DE ETKİSİYLE KOZMİK ÂLEMDE HÜKÜM SÜREBİLEN, OLAĞANÜSTÜ GÜÇLERE SAHİP
BİR SİLSİLE HALİNE GELMİŞTİR.
Ricâlü'l-gayb düşüncesinin son şeklini almasında İbn
Arabî'nin etkisi büyüktür. İbn Arabî sonrası dönemde bu düşünceden
bahsedenlerin İbn Arabî'ye yaptıkları atıflar bizi bu sonuca götürmektedir.
Ricâlü'l-gayb düşüncesi Kur'ân'a uymayan bazı özellikleri nedeniyle bir kısım
âlimler tarafından tenkid edilmiş, kaynağı üzerinde durulmuştur. Bu
düşüncenin kaynağını ehl-i sünnet dışında arayanlar genelde bu düşüncenin,
Şia'nın imamet anlayışının tasavvuftaki yansıması olduğu üzerinde durmuşlar, bu
iki düşünce arasındaki benzerliklere dikkat çekmeye çalışmışlardır. Târihî
gelişim içinde bu düşünce çok çeşitli dış unsurlardan etkilenmiştir. Bunların
başında İsmâilî öğreti gelmektedir. Zîrâ ricâlü'l-gayb
düşüncesinde de geniş yer bulan evrenin kendisini hiyerarşik biçimde
yapılandırma, İsmâilî öğretide de çok büyük yer tutmaktadır. Konuyu inceleyen
âlimler tarafından ayrıca bu düşüncenin İhvân-ı Safâ ile olan
ilgisine dikkat çekilmiştir. Ricâlü'l-gayb düşüncesini şiddetle tenkit
edenlerin başında İbn Teymiye gelmektedir.
O'na göre, insanların Allah Teâlâ 'la kul
arasında ihtiyaçlarını ilettikleri bir vasıta kabul etmeleri şirk olup İslâm
akîdesiyle bağdaşmaz. İhtiyaçlarını ricâlü'l gayba arzedenlerle, Allah
Teâlâ‘nın rahmetinin önce üçyüzlere, onlardan sırasıyla yetmişlere, kırklara,
yedilere, dörtlere ve nihayet gavsa indiğini
zannedenler sapık ve müşriklerdir.
Bu türden bir anlayış Râfiza'nın, her asırda masum bir
imam bulunur, mükelleflere karşı Allah Teâlâ‘nın delili olur, iman ancak onunla
tamamlanır, şeklindeki iddialarına benzemektedir. İbn Teymiye bu mertebelerin
varlığını iddia edenleri bazı yönlerden İsmâiliyye'ye ve Nusayrîlere de
benzetir.
Sûfiler tarafından ricâlü'l-gaybe atfedilen
fonksiyonlar düşünüldüğünde bu tür bir taifenin varlığını kabul etmek özellikle
tevhid inancı açısından sakıncalar doğurmaktadır. Bu tür varlıklara inanma ve
onlardan yardım talep etme, bazı hüviyetleri sebebiyle bazı kişiler dışında
kimseye görünmedikleri, zaman ve mekân sınırlarını aşarak diledikleri anda
diledikleri yerde bulunabilecekleri, kendilerinden istenen şeyleri Allah Teâlâ ‘nın
geri çevirmeyeceği gibi telâkkileri İslâm inancıyla bağdaştırabilmek oldukça
zor gözükmektedir.
Âlimlerin çoğuna göre, sadece Cenâb-ı Hakk'ın yapması
mümkün olan şeyleri ölü veya diri başka bir kuldan istemek caiz değildir. Yardım istenilen şahsın yaratıcı
değil, şefaatçi olduğu düşünülse bile bu tarz dua, zahirî anlamda başka
ilahların varlığını ihsas ettirir ve imanı tehlikeye düşürebilir. DUANIN
BÖYLE BİR YOLU NE KUR'ÂN'DA BEYAN EDİLMİŞTİR NE DE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ
VE SELLEMİİN DUALARI ARASINDA BU TÜRDEN DUALAR GÖZE ÇARPMAKTADIR.
Şayet böyle bir duâ şekli mevcut olsaydı buna ilk önce
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve onun çevresinde bulunan
ashabının işaret etmesi gerekirdi.
Bu tür ruhlardan yardım istemeyi kesin olarak şirk ve
küfür kabul eden Şevkânî kanaatini teyid etmek için bu
davranış ile şirkin karşılaştırmasını yaparak aralarındaki benzer yönleri
açıklar. Müellife göre her dua bir ibâdettir ve ruhlardan yardım
istemek de onlara dua manasına gelir. Dolayısıyla bu insanlar Allah Teâlâ‘dan
başkasına ibâdet etmektedir. Sadece Allah Teâlâ‘nın gücü
dâhilindeki fiillerin gerçekleşmesi için diri veya ölü bir kimseye dua etmek ile
câhiliyye müşriklerinin taş, ağaç, melek veya şeytana duaları arasında bir fark
yoktur. Bu zümrenin varlığının hikmetini anlamak ve bu gruba atfedilen
fonksiyonları açıklayabilmek oldukça zor görünmektedir. Allah Teâlâ'nın kâinat
olaylarını idare edebilmek için bu türden aracılara ihtiyacı yoktur. Her ne
kadar Kur'an, tabiat olaylarının icrâsıyla ve insanları korumakla
görevli bazı meleklerin var olduğunu bildirse de bunların varlığının bazı
hikmetleri vardır. Bununla birlikte Kur'an, onlara dua edilmesini
kesinlikle yasaklamıştır. Bu türden fonksiyonlara sahip insanların bazı
işlere muktedir olduklarına dâir tartışmasız güvenilir naklî veya aklî bir
delil bulmak mümkün değildir. Bu nedenle bunlarla ilgili halk arasında
dolaşan veya bazı kitaplarda yer alan hikâyelere dayanarak dînî bir mesele
hakkında hüküm vermenin sağlıklı bir yol olmadığı açıktır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse;
1.Ricâlü'l-gayb adıyla yardım talep etmek ve bu
kişilere dua etmek İslâm dininin korunması üzerinde hassasiyetle durduğu "tevhid
inancı" açısından sakıncalar doğurmakta, kişiyi farkında olmadan
şirke düşürebilmektedir.
İslâm âlimlerinin çoğuna göre sadece Allah
Teâlâ ‘nın yapmaya muktedir olduğu şeylerin ölü veya diri başka bir
kuldan istenmesi caiz değildir. Yardım istenilen şahsın yaratıcı değil şefaatçi
olduğu düşünülse bile bu tarz dualar imanı tehlikeye düşürebilir. Sadece Allah
Teâlâ‘nın gücü dâhilinde olan yağmurun yağdırılması, otların bitmesi,
müslümanlara yardım edilmesi ve onlardan zararların defedilmesi gibi hususların
ricâlü'l-gaybdan beklenilmesi bu açıdan doğru değildir.
2. Bu zümrenin varlığının hikmetini anlamak ve bu
gruba atfedilen fonksiyonları açıklayabilmek oldukça zor görünmektedir.
Özellikle, halktan sıkıntı ve belâları defettiği iddia olunan bu taifenin, müslümanların
fert ve toplun olarak çeşitli problemlerle karşılaştığı asırlar boyunca nerede
olduğu merak konusudur. Günümüz için de aynı şeyi söylemek mümkündür.
3. Kim olduğu tam olarak belli olmayan
kimselerden yardım istemek topluma bir fayda sağlamayacağı gibi, zaman zaman
onları hayatın şartlarıyla olan mücadeleden uzaklaştırabilmektedir.
4. Yeryüzünde yaşayan her canlı Allah Teâlâ tarafından
konulan tabiat kanunlarına uymak zorundadır. Allah Teâlâ çeşitli
âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan ettiği halde herhangi
bir kulun bu kurallar dışında bir hayat sürdüğünü düşünmek doğru değildir.
5. Ne Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ne de ashâb-ı kiram, hayatları boyunca çeşitli sıkıntılarla
karşılaştıkları halde hiç biri bu türden varlıklara seslenmemişler, uğradıkları
belâların kalkması için Allah Teâlâ’ya vâsıta olmalarını istememişlerdir. Duanın
böyle bir yolu ne Kur'an'da beyan edilmiş ne de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin duaları arasında bu türden dualar göze çarpmaktadır. Bizzat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem'in istenildiğinde yalnız Allah Teâlâ‘dan istenmesi
gerektiğine dâir birçok ifadesi vardır. Günlük namazlarda her rekâtta okunması
istenen "Yalnız sana ibadet eder, sadece senden yardım
dileriz" âyeti de bu ilkeyi yerleştirmeye çalışmaktadır.
6. Kur'an-ı Kerîm, tabiat olaylarının icrâsıyla ve
insani an korumakla görevli meleklerin var olduğunu bildirmesine rağmen onlara
dua etmemizi emretmemiştir. Bu meleklerin kâinattaki tasarrufları bilindiği
halde kimse onlardan dua talep etmez. Melekler hakkındaki hüküm böyleyken
ricâlü'l-gayb adında kimselere duâ edilmesini kabul etmek mümkün
görünmemektedir.
SON SÖZ:
Bu konu kulların Allah Teâlâ’nın mülkünde tasarruf
etmesi içeriğiyle kapalılıklar içermekte olup, şirke düşmeden meselenin
ortasını bulmanın çok zor olduğunu görmekteyiz.
Mülk Allah Teâlâ’nındır. Onun mülkünü insanlar ile
paylaşmasını düşünmekte hatalı durumdur. Ancak değişen kader dediğimiz kısımda Allah
Teâlâ bazı kullarının duası ile kader değişime gideceği varsayımıyla haddimizi
aşmadan bu kulların varlığına bir yer verebiliriz görülse de tehlikesi
faydasından çoktur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Fatıma
aleyhisselâm annemize “kızım Fatıma kalk sabah namazını kıl babanın
peygamberliğini güvenme?” uyarısını kalbimizden çıkarmayalım.
Film konu olarak çok güzel, içeriği ile bu bilgileri
tekrar hatırlamış olduk.
Ey Allah Teâlâ’m sana olan güvenimi ve inancımı
artırmanı, sevab zannettiğim günahlardan sana sığınıyorum.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynak:
Osman DEMİR, Ricâlü'l-Gayb Kavramı ve Kelâm İlmi Açısından
Değerlendirilmesi [Kitap]. - İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı Kelâm Bilim Dalı -87011-Yüksek
Lisans Tezi:, 1999.
POLİTİKA: YALANINA İNANDIRMA SANATI MI?
(Politika: Bir hedefe varmak için,
karşısındakilerin duygularını istismar ederek,
zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan
yararlanmak suretiyle işini yürütme)
İnsanları ikna etme sürecinde, politikacı-dinleyici ya da yazar-okuyucu
gibi iki iştirakçinin de yer aldığı etkileyici bir ortamda gerçekleşmekte olup,
katılımcılardan biri diğerini, kullandığı sözlü stratejilerle ve içinde
bulunduğu iletişim ortamına göre gerçekleştirdiği hamlelerle inandırma
gayretleri doğrultusunda hedef kişide sözü fiile çevirmek için çalışmaktadır.
Politikada ikna ise, karşısındaki kişinin düşünce ve
davranışını değiştirmeyi amaçlayıp etkilemesi ve diyalektik [22]bir zaman olarak
karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu etkileşimle sözü, hareket olarak
gerçekleştirmeye çalışılan ikna karşılıklı bir yapı içinde meydana gelmektedir.
Politikacı bu karşılıklı etkileşimle ikna etme çabası içindeki tutumuyla,
içinde bulunduğu iletişim ortamında katılımcı olan hedef kitleyi ikna etmeye çalışmaktadır.
Siyasetçilerin ikna etmek için gerçekleştirmeye
çalıştığı hamleler, bazı sözlü kodlar, araçlar ya da stratejiler olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu kitlenin düşünce, tutum ve fikrini değiştirmeyi ve
kendi düşündüğü yönde okuyucuyu ikna etmeyi amaçladığı, ikna ifadelerinde
kullanılan sözlü araçlardan biri olan belagati (etkili ve güzel söz söyleme
yeteneği) yüksek sorular, bazen hayale gelmez olaylar ve komplo teorilerle
oluşturmaktadır. Bu şekilde, halkı etkilemede gerçekleştirmeye çalıştığı etken unsur
olmada, sözden bilinçlendirilmiş davranışa doğru yığınlar yönlendirilmeye
çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda, etkili ikna stratejileri sözden-bilinçli
davranışa doğru seçim sonuçları etkileyerek iktidar ele geçirilmek istenmiştir.
İktidarı ele geçirme merhalelerinde 7 farklı usul
kullanıldığı tespit edilmiştir.
1) Nedeni bilinen tartışmaya açık düşünceler,
2) Nedeni bilinen fakat farklı görüşler
söylenebilecek düşünceler.
3) Birbirine zıt kutup olduğu bilinen
düşünceler.
4) “Neden” “Niçin”
soru kelimesi içine giren düşünceler.
5) “Yardımcı” kafa karıştıran düşünceler,
6) Cevaplarıyla birlikte verildiği düşünceler,
7) Tetikleyici düşünceler.
7 farklı usuldeki düşüncelerin, sözden-bilinçli
davranışa geçişinde 4 farklı eylem ortaya çıktığı söylenebilir.
1) Düşünceyi hareketlendirmek için propaganda;
2) Yönlendirme kazanılmış sempatizanlar
oluşturmak.
3) Çıkar Paylaşımı ile vaatlerde
bulunmak
4) oy vermeye varacak şekilde bağlam
oluşturmak
Politika sahnesinde, hırslı ve ikna kabiliyeti
yüksek olan insanların, halkı etkileyip, peşlerinden sürükledikleri bilinen bir
şeydir. Tarih boyunca hep bu şekilde olmuştur. Politikacılar “ben
şurada bu hatayı yaptım” dememeleri yani itirafta bulunmamaları ise
inandırıcılıklarına bir zarar gelmemesine engel olmak içindir. “İnşallah
yaptığımı telafi edeceğim” “daha iyi yapacağım…..vb….” sözleri ise
beyaz yalanlarıdır. Öyle ki “Kaderinizi etkileyen kişiler
hakkında, her zaman hür iradenizle ve etkilenmeden kendi görüş ve düşüncenizle
hareket edin” denilse de, politika sanatında söz cambazı olmuş
insanların ağından kurtulmak çok zor olup o kadar da kolay değildir.
Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı olan
politikanın, siyaset manasını da beraberinde çağrıştırdığını biliyoruz.
Gerçekte ise, insanların huzur içinde yönetilmesini talep etmek bir erdemdir.
Ancak bu, iktidar hırsı ile eşleşince, aşağılık bir fonksiyona dönüşmesi
garipsenen bir durumdur. Hikmet sahipleri “siyaset velayetten yüksek
bir mertebedir” demektedirler. Bunu, asr-ı saadet döneminden beri
görmekteyiz. İslâm’da en büyük siyasetçinin de, Hz. Ebû Tâlib aleyhisselâm
olduğunu söyleyebiliriz. Onun, Mekke Dönemindeki başarılı siyaseti sayesinde
İslâm’ın temelleri atılmıştır. Yeğeni için kendini feda edişi, siyasetçilere
örnek olmalıdır. Fedakârlık ve iknâsı doğru olan siyaset birleşince, ortaya
çıkan mükemmeliyete bunu örnek verebiliriz.
Bizler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizi hayatımızda örnek aldığımıza göre, politikacılardan, halkı ikna için
verdikleri sözlerini davranışa geçirmelerini bekliyor olmamız, halkın en doğal
hakkıdır. Doğruluk gereğidir ki, eğer bir yerde hata varsa onu itiraf etmek en
büyük erdem oalcaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dahi, Bedir
harbinden sonra esirler için alınan kararda, hata yaptıklarını itiraf edilmesi
bizim için en güzel örneklerden biridir. Eğer insanlar, kendi öz eleştirilerini
yapma cesaretlerini gösterebilirlerse, bu gerçekleştirmek istenen vaatlerin
doğrulayıcısı olacağını düşünebiliriz. Belki yalancılığın, siyasî açıdan
avantaj sağladığı iddia edilirse, neden yalan söylemeyelim, diyebilirler. Fakat
bu sonuçta çok çirkin olan bir ahlaksızlıktır.
Massachusetts Üniversitesi Psikoloji Profesörü Robert
Feldman, günümüz toplumunda pek çok kişinin böyle düşündüğünü söylemektedir..
“Modern hayatta insanlar geçmişte olduğundan daha
rahat yalan söylüyor. Araştırmalarım, insanların yalanlarını yüzlerine
vurduğunuzda pek de pişmanlık göstermediklerini ortaya koyuyor. Çünkü toplum
bunu artık eskisi gibi yadırgamıyor.”
“Yalan işimize yarıyor çünkü insanlar kendileri
hakkında yalan şeyler duymayı istiyor; çok iyi göründüklerini, bizim onların
söylediklerine katıldığımızı, çok başarılı olduklarını… Yani çoğu zaman sırf
kibar olmak ve aradaki ilişkiyi iyi tutmak için yalan söylüyoruz. Bu tür
yalanları insanlar, diğer yalanlardan 10-20 kat daha fazla söylüyor.” “Bazı
durumlarda da bize diğerlerinin yanında bir avantaj sağladığı için yalana
başvuruyoruz; onları inanmalarını istediğimiz şeye ikna etmek için bunu
yapıyoruz. Kısacası yalan, istediğimizi almak için kullandığımız bir sosyal
taktik.”
İletişimin çok hızlı olduğu dünyamızda “Biz ne
yaparsak, ne söylersek doğrudur”, mantığı ile artık aldatılma dönemi
bitmiştir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] "Muhakkak ki
kıyamet gününden önce Mesih Deccal olacaktır. (ondan önce de) otuz veya daha
fazla yalancı (deccaller) olacaktır." Ahmed(2/95,103) Said Bin
Mansur(1/252) Ebu Ya'la(10/68) İbni Ebi Hatem Cerh ve Ta'dil(5/293) Huseyni
elİkmal(1/269) Mecmauz Zevaid(7/333) Busayri İthaf(8561-62)
[2] Kenz-ül Ümmal; Cilt 14;
Bab-ü Hruruc-id Deccal – Mişkat-ül Mesabih, Kitab-ül Fiten, Bab-ü Zikriddeccal
"Kabir azabından Allah'a sığınırım, Cehennem azabından Allah'a
sığınırım. Açık ve gizli fitnelerden Allah'a sığınırım. Ve tek gözlü yalancı
Deccal'den Allah'a sığınırım." Ahmed(1/305) Tayalisi(1/353) Abd Bin
Humeyd(1/234) Buhari Tarihul Kebir(2/119) Ukayli Duafa(1/161)
[3] Ona tabi olanların
çoğunluğunu yahudiler ve kadınlar teşkil eder. Hakim(4/524)
Ahmed(4/216) Taberani(9/60) İbni Ebi Şeybe(7/491) Mecmauz Zevaid(7/342)
hasendir.
Görsel sanatlar, medya Yahudilerin kontrolünde olduğu gibi kadınlarda baş
sermayedir.
[4] Aişe Radıyallahu anha demiştir
ki;
"Şüphesiz Rasulullah Sallahu aleyhi ve sellem namazda şöyle diyerek
dua ediyordu; "Allah'ım! Kabir azabından sana sığınırım. Mesih Deccal'in
fitnesinden sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım." Buhari(1/286) Müslim(1/412) İbni
Hibban(5/299) Hakim(1/725)Ebu Nuaym Müsnedül Mustahrec(2/185) Ebu
Avane(1/547)Beyhaki(2/154) Ebu Davud(880) Nesai(3/56) İbni Mace(3838) İbni
Ebi Şeybe(6/18) İshak Bin Rahuye(2/278) Ebu Ya'la(8/125)Tirmizi(3495)
Ma'mer Cami(10/438) Abdurrezzak(2/208) Taberani
Evsat(8/331) Ahmed(6/88) Abd Bin Humeyd(1/433)
[5] Bu iki isim
Tevrat’ta Gog ve Magog şeklinde geçmektedir.
[6] Kehf, 94.
[7] Enbiya, 96-97. 47
Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59;
[8] Buhârî, Sahîh, Fiten 29;
Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59; Hakîm, İbnu Mace
ve Tirmizi'nin de tahric ettikleri, Ebû Hureyre'den gelen bir rivayette
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Gerçekte Ye’cüc ve Me’cüc her günde güneşin
ışığını görecekleri derecede (önlerindeki seddi) kazıyorlar. Başlarındaki
olan:
"Hadi dönün, yarın kazarsınız" der.
Allah Teâlâ onu (seddi), öncesinden daha muhkemleştirir. Zamanlarına ulaştığı ve
Allah da onları insanlar üzerine göndermeyi murad ettiği zamana kadar güneşi
görecek derecede (tekrar) kazarlar. Başlarındaki: "Haydi
dönün, Şüphesiz yarın kazacaksınız." der
“İnşallahu Teâlâ” diye istisna ederler. Bunun üzerine
sedde geldiklerinde bıraktıkları gibi kalmıştır. Onu kazarlar ve insanlar
üzerine çıkarlar. Suları içerler. İnsanlar onlardan kal'alarına sığınırlar.
Ye’cüc ve Me’cüc oklarını semaya atarlar. Okların uçları şiddetli kırmızı kana
bulandığı halde üzerlerine düşer.
"Biz yeryüzündeki ahaliyi kahrettik, gök ehline
yükseldik " derler. Derken Allah Teâlâ negaf adlı böceği kafalarına
gönderir. (O böcek burunlarından beyinlerine çıkar. Ve) Bununla onları
öldürür."
Neğaf; koyun ve devenin burnundan beyinlerine çıkan bir
böcektir.
Hâsılı, kıyâmet insanların en şerlilerinin başında
kopar. O zaman da yer yüzünde Allah Allah diyen
kalmayacaktır. Bu hususta dahi birçok hadisler vardır. Nitekim Müslim'in de
tahric ettiği Enes radiyallâhü anhdan gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Yeryüzünde Allah Allah denilmeyinceye
kadar kıyamet kopmaz."
[9] Ayetin tam metninin
meali şöyledir: “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun
-babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne
düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman
yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden
ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın
tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın
tarafında olanlardır.” (Mücadele, 22)
[10] Ahmed Yüksel
ÖZEMRE’nin Louıs Massıgnon (1883-1962) hakkındaki makalesi
[11] “Türkler sizlere
dokunmadıkça siz de Türkler’e dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin
tabiatlı kimselerdir.” (El-Cüveyni; Tarih-i Cihan-güşa, 1, s:11)
Ebu Sekine (ki Muharrerlerden bir kimsedir) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bir sahabesinden naklen anlatıyor: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem buyurdular ki:
"Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşileri
bırakın. Sizi terkettikleri müddetçe Türkleri terkedin." (Ravi (r.a.): Ebu Sekine Kaynak: Ebu
Davud, Melahim 8, 4302)
[12] II. Vatikan Konsili'nde
Musevîlik ile ilgili bir karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve
özellikle İslâm'a da açık olması husûsunda, Konsil üyesi olmamasına rağmen,
Papa VI. Paulus ile Konsil'in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Massignon
olmuştur. "Nostra Aetate Deklârasyonu" denilen bu
metin, Katolik Kilisesi'nin müslümanlar hakkında olumlu beyânda bulunan ilk
resmî belgesidir.
[13] Ahmet Ögke, “Bir
Tasavvuf Terimi Olarak Ricâlü’l-Gayb –İbn Arabî’nin Görüşleri–”,Tasavvuf
(Ankara), Yıl: II, Ocak 2001, sayı: 5, ss. 172-197; Hasan Türkmenoğlu, Gayb
Erenleri, Mavi Yay., İstanbul 2003.
[14] Bu iki isim
Tevrat’ta Gog ve Magog şeklinde geçmektedir.
[15] Kehf, 94.
[16] Enbiya, 96-97. 47
Buhârî, Sahîh, Fiten 29; Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59;
[17] Buhârî, Sahîh, Fiten 29;
Müslim, Sahîh, Fiten 20; Tirmizi, Sünen, Fiten 59; Hakîm, İbnu Mace
ve Tirmizi'nin de tahric ettikleri, Ebû Hureyre'den gelen bir rivayette
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Gerçekte Ye’cüc ve Me’cüc her günde güneşin
ışığını görecekleri derecede (önlerindeki seddi) kazıyorlar. Başlarındaki
olan:
"Hadi dönün, yarın kazarsınız" der.
Allah Teâlâ onu (seddi), öncesinden daha muhkemleştirir. Zamanlarına ulaştığı ve
Allah da onları insanlar üzerine göndermeyi murad ettiği zamana kadar güneşi
görecek derecede (tekrar) kazarlar. Başlarındaki: "Haydi
dönün, Şüphesiz yarın kazacaksınız." der
“İnşallahu Teâlâ” diye istisna ederler. Bunun üzerine
sedde geldiklerinde bıraktıkları gibi kalmıştır. Onu kazarlar ve insanlar
üzerine çıkarlar. Suları içerler. İnsanlar onlardan kal'alarına sığınırlar.
Ye’cüc ve Me’cüc oklarını semaya atarlar. Okların uçları şiddetli kırmızı kana
bulandığı halde üzerlerine düşer.
"Biz yeryüzündeki ahaliyi kahrettik, gök ehline
yükseldik " derler. Derken Allah Teâlâ negaf adlı böceği kafalarına
gönderir. (O böcek burunlarından beyinlerine çıkar. Ve) Bununla onları
öldürür."
Neğaf; koyun ve devenin burnundan beyinlerine çıkan bir
böcektir.
Hâsılı, kıyâmet insanların en şerlilerinin başında
kopar. O zaman da yer yüzünde Allah Allah diyen
kalmayacaktır. Bu hususta dahi birçok hadisler vardır. Nitekim Müslim'in de
tahric ettiği Enes radiyallâhü anhdan gelen bir rivayette Rasûlullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Yeryüzünde Allah Allah denilmeyinceye
kadar kıyamet kopmaz."
[18] Ayetin tam metninin
meali şöyledir: “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun
-babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne
düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman
yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden
ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın
tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın
tarafında olanlardır.” (Mücadele, 22)
[19] Ahmed Yüksel
ÖZEMRE’nin Louıs Massıgnon (1883-1962) hakkındaki makalesi
[20] “Türkler sizlere
dokunmadıkça siz de Türkler’e dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin
tabiatlı kimselerdir.” (El-Cüveyni; Tarih-i Cihan-güşa, 1, s:11)
Ebu Sekine (ki Muharrerlerden bir kimsedir) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bir sahabesinden naklen anlatıyor: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem buyurdular ki:
"Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşileri
bırakın. Sizi terkettikleri müddetçe Türkleri terkedin." (Ravi (r.a.): Ebu Sekine Kaynak: Ebu
Davud, Melahim 8, 4302)
[21] II. Vatikan Konsili'nde
Musevîlik ile ilgili bir karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve
özellikle İslâm'a da açık olması husûsunda, Konsil üyesi olmamasına rağmen,
Papa VI. Paulus ile Konsil'in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Massignon
olmuştur. "Nostra Aetate Deklârasyonu" denilen bu
metin, Katolik Kilisesi'nin müslümanlar hakkında olumlu beyânda bulunan ilk
resmî belgesidir.
[22] Diyalektik: Diyalektik
kavramı, başlangıçta tartışma sanatı, ya da çelişkili yollardan muhataplarını
ikna etme sanatı anlamına gelmektedir. Karşıtlıkları kullanarak
gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir, diyalaktik ve Sokratik yöntem,
tartışma ve düşünme sanatı olarak diyalektiğin Antik Çağ’daki en yetkin
halidir. Değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesi bu aşamada diyalektik
olarak ifade edilmiştir. Bir fikirden ya da ilkeden içerdiği olumlu ve olumsuz
bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik denilmekteydi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar