Print Friendly and PDF

İnsan Vücudunun Mertebeleri

Bunlarada Bakarsınız

Tercümesi:
Abdülaziz Mecdi Tolun
kaddesellahu sirrehu

Önemli Not: Metinde geçen Osmanlıca kelimelerin bazıları günümüz Türkçesi ile verilmiştir.

MERATİB-İ VÜCUD VE BEYAN-I HAKİKAT-İ IBTİDA-İ KÜLL-İ MEVCUD

[1] Şeyh Hemedani, ârif-i rabbani, Abdülkerim b. İbrahim el-Geylanî (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hazretlerinin Meratib-i Vücud ve Beyan-ı Hakikat-i İbtida-i Küll-i Mevcud adlı risalelerinin tercümesidir.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd u senâ Hazret-i Hâlık-ı Kibriya’ya mahsustur. O Cenab-ı Hakk, ulu varlığın mertebelerine istihkaklarını tam ve kâmil olarak ihsan buyurmuştur.
Ve O, vücud mertebelerinde hüsn ü cemal, sübut ü zeval, meyl ü itidal gibi âyât-ı beyyinat ile zahir olmuştur. Binanaleyh bu ulu varlıktan daha mükemmel bir vücudun varlığına imkân yoktur. Çünkü vücud-ı mezkur her nevi kemalâtı câmidir.
Meratib-i vücudda tecelliyat-ı mezkure ile mütecelli olan Cenab-ı Hakka mecd ü iclale aid haiz olduğu kemalâttan dolayı hamd u senâ ederim. Benim bu hamd u senam öyle bir hamd u senâdır ki vütuba, imkâna, muhale aid ve hakk-ı zâtı için tahakkuk eden zâtın hamdi gibidir.
Ve şehadet ederim ki kebir-i müteal olan Cenab-ı Hakk’tan başka ilah yoktur. [2] Kebir-i Müteal-i mezkur her mevcudda hulul, ittisal, infisal olmaksızın zahirdir. Bu zuhur aklın daire-i tasavvurunda ve hayalin muhit-ı vâsiinde olan keyfiyetten mücerreddir.
îjelıadete şehadet ederim ki Hazret-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’ın mazhar-ı ekmeli, mazlıar-ı a'zamıdır, tecelligâh-ı muhiti ve tecelligâh-ı akdemi ve akvemidir ve hâtime-i nübüvvet olan rasul-i ekremidir; âyât-ı beyyinat ile müzeyyen olan ulu varlığın zilletidir. Allah ona salât etsin (fuyuzatını mezad buyursun); şerefini, azamet-i şanını ve mecd ü hayatını en âli eylesin! Besmeleyi, hamdeleyi, salveleyi ifadan sonra derim ki: Ukala-yı sufiyenin en ziyade ihtimam ettiği ve fudalâinn ömr-i azizlerini sarfettiği bir şey var ise o da marifetullah mesele-i celilesidir.
llim-billah, yani marifetullah gayet vâsi ve ihatası pek büyük olan bir ilimdir. Binaenaleyh bu ilme talib olanların medarik-i irfaniyeden maksuduna erişememesi agleb-i ihtimaldir. Hatta imdadât-ı mütenevvianın kâffesine inazhar olsa yine bu ihtimal mevcuttur. Çünkü şimdi işaret ettiğimiz bu kavm-i celil (sufiye) —Allah bunlardan razı olsun— himmetini bu iline hasretmiştir. Fakat mazhar olabildikleri füyuzat, füyuzat-ı na-mütenahiden bir kısmı mahsustur. Nail oklukları füyuzata da kaygılarına göre nail olurlar [3] ki bu nailiyet, hazret-i (mertebe-i) tecellii İlahîden nebean eden feyz-i mukaddesi ve feyz-i akdesi kabul edebildikleri derece ve mikdara tabidir.14
Hazret-i tecelli de o hazret (o derece) ile ittisaf-ı hakikiye ve desâtir-i zahiriye ile tahalli ve tezeyyün ile tahakkuk şeklinde zuhur eder; yani bâtının i'tilası, zahirin de desâtir-i mezkure ile tezeyyün ve i'tilasına tabidir.
Bundan başka ruh’ul-kuds ile de teyid-i İlahî olmadık-ça mezkur maksad-ı âli hasıl olmaz. Ruh’ul-kuds, feyzi hüsn-i telakki ile âhara ilka ve telkih için lazımdır. Hatta sufiye nefahat-ı ilahiyenin devamı ve hayrât-ı gaybiyenin tevatürüyle beraber bu ilmi yekdiğerinden taleb hususunda ihtimam göstermişler, mesele-i celileyi arîz u arnîk ifadeye muktedir bir racul-i kâmil ele geçirmek için kürre-i arzın üstünde birçok seyahatler yapmışlardır.
Bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdadî hazretleri “Kubbei semanın altında marifetullahtan daha şerefli bir ilim olduğunu bilseydim oraya kadar sefer ederdim” buyur-muştur. Hazret-i Cüneyd’in bu sözünde bu ilmin şerefine ve bu ilmi taleb edenlerin bu babda meşakkat-i seferîyi ihtiyar ederek seyahat etmesinin lazım, belki vacib olduğuna tenbih vardır.
Şeyh Ahmed Rufai hazretleri de şakirdanina “Bu marifetullah ilmini öğreniniz. Çünkü zamanımızda cezebât-ı ilahiye azalmıştır” buyurmuştur. [4] Rufai hazretlerinin cezebât tabirinden maksadları meczubîndir; yani “Meczubîn bu zamanda azalmıştır” demek istemiştir. Bu kılletin sebebi ise ehl-i zamanın nefahat-ı rahmaniyeye talib olmamasıdır.
Hazret-i Rufai’nin cezehât tabirini izah için, istersen “Feyz-i tecelliyi kabul için tahalli ve tezeyyün azdır” de! Hazreti Şeyh’in, “cezbelerin azlığı” tabirinden maksadı, “ehl-i zaman üzerine cezebât-ı ilahiyenin zuhuru azdır" mânâsına da hamledilebilir; yoksa “geçmiş zamanlara nisbetle nefs’ul-emrde cezebât-ı ilahiye azdır” demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk kâffe-i tecelliyatıyla esmâ ve sıfâtının iktizasına göre halkı üzerine daima tecelliyat-ı kudsiyesini ifaza eylemektedir.
Şeyhim, Şeyh İsmail el-Cebertî hazretleri de şakirdanından bazı ihvanımıza “Şeyh Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin kitaplarını mütalaayı tavsiye ederim” buyurmuştu. Muhatabı olan şakird “Efendim! Zuhur-ı feyz-i ilahiyi bekleyerek ve bu babdaki füyuzata intizar ederek sabretsem muvafık olmaz mı?” demişti. Hazret-i Şeyh cevabda: “Sen nail-i feyz olmak için ihtiyar-ı sabrı, husul-i maksadına bais görüyorsan bu senin istediğin, Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin kitaplarında zikrettiği şeyin aynıdır; yani onları mütalaa ile, sabır ile hasıl edeceğini hasıl etmiş olursun” dedi.
Şeyhin bu sözü şakirdanına ve ihvanına baid olan mesafeyi takrib ve güç olan bu yoldaki seferleri teshil içindir. Çünkü marifetullaha talib olan, bizim ilmimize aid mesailden bir meseleye nail olursa mücahade suretiyle elli senede [5] nail olamayacağı feyze nail olmuştur demek olur. Bunun sebebine gelince, bu tarike salik olan, mücahade ile sülukunun ve a'malinin semeresine nail olur.
Ehlullahtan kâmil olanların eserlerinde beyan ettikleri ilimler de sülük ve a‘mal-i halisalarının semeresidir. Malul olan bir amelin semeresiyle muhlis olan bir amelin semeresi arasındaki farkı sen düşün! Hatta diyebilirim ki kâmil olanların ulûmu’ a‘mal-i halisalarının semerelerinin de fevkindedir. Çünkü bunların ilimleri kalblerinde varid olan feyz-i İlahî ile hasıldır. O feyzi, kabiliyetlerinin vüs'atlerine göre ahzederler.
Ehlullahtan kâmil olanların kabiliyetleriyle bir mürid-i talibin kabiliyeti arasındaki fark-ı azim ise bir emr-i aşikârdır. Kâmillerin eserlerine vazettikleri mesaili ve o meselelerden mefhum-ı hakikîyi, talib anlayıp yakin hasıl edince talib-i mezkur ile musannıf-ı müşarun-ileyh ara-sında o meseleyi bilmekle müsavat hasıl olur. Bu suretle musannifin nail olduğu feyze nail olmuş bulunur. Ve o mesele musannifin nasıl malı ise, meseleyi anlayan talibin de öylece malı olur.
İşte kütüb-i tasavvufta vazedilmiş olan ilimlere ait her mesele böyledir. Binaenaleyh kütüb-i mezkuredeki mesaili, hüsn-i idrak ve hüsn-i temyiz eden kimse, kitabın musannifi ilmi hangi madenden almış ise o da o madenden ahzetmiş demek olur. Kütüb-i hakikatte zikredilen mesaili anlamaktan müridin aczine şeyh muttali olursa kütüb-i mezkureyi mütalaadan saliki meneder. Bu suretle hareket eden ehlullah görülmüştür. Çünkü aklı ve idraki kısa olan kimse ehlullalun sözlerini onların kastettiği mânâya muhalif olarak ahzeder ve o suretle [6] istimal ederse kendisi için bais-i helak olur yahut faidesiz olarak hakikat kitaplarını karıştırmakla ömrünü ziya'a uğratmış olur. Bu kabilden olan salikleri kütüb-i hakikati mütalaasından şeyhin menetmesi vacibtir. Mütalaadan menettiği salikin kendisine menfaat verecek işlerle iştigalini şeyh arzu etmiştir ki onu mütalaadan men eylemiştir.
Fakat bazı zeki ve fehm u gayreti aşikâr ve celi ve imanı kavi olan salik, ehlullah kitaplarından matlubunu elde edebilir ve maksuduna nail olabilir.
Ben zamanımızda Arab’dan, Acem’den, Hind’den, Türk’ten ve daha başka milletlerden birçok kimseleri gördüm. Kütüb-i hakikat mütalaasıyla ehlullah mertebesine nail ve onların makasıd-ı âliyesine vasıl olabilir. Bu suretle hakikat kitaplarını mütalaadan istifade eden salik, bu istifadesine bir de sülük ve mücahades'inin meydana getirdiği malumatı da ilave ederse kâmiller mertebesine ermiş olur. Yalnız kitaplardan olan istifadesi üstünde durarak ilaveye muktedir olamazsa arifiye mertebesinde tevakkuf eylemiş olur.
Bunun sebebini izaha gelince: Ehlullah kitaplarında dercedilmiş olan mesail, bu dercin mahiyet-i zahiriyesine nazaran tasrih şeklinde sana ilm-i tevhidi öğretir. Yine mezkur mesail-i münderice ibare ve işaret ve kinaye ve telmih nokta-i nazarından da sana ayn-ı tevhidi telkin eder. Kezalik mesail-i mezkure, emsal zikri suretiyle ihtiva ettiği remz ve sünuhat ile sana hak tevhidi öğretir. Hasılı bu babda yazılmış olan kitapların bazısını şu zikrolunan üç kısmı ihtiva [7] ettiği için seni ilm-i yakine isal eder. İlm-i yakine vasıl olup da o ilmin muktezasıyla amel ederek o nevi kitapları mütalaaya devam edersen seni ayn-ı yakine ve sonra hakk'el-yakine terakki ettirir.
Hakk’el-yakine vasıl olabilmek için kitabın müellifinin zikrettiği ahkâmı nefsine tatbike ihtimam ve itina eylersen netice bir derece bâlâ hakk’el-yakindir. Bunu yapamazsan ayn’el-yakin mertebesi mahall-i tevakkufun olur.
Hülasa, mütalaa eden kimsenin hakk’el-yakine vasıl olması müyesser olursa artık kitapların faidesi ondan munkatıdır. Çünkü kitapların insanı yükseltebileceği mertebenin nihayeti hakk’el-yakin mertebesidir. Bu mertebeye de şehadet ve temyiz ve fehm-i tam ashabı vâsıl olabilir.
Hakikat’ul-yakine gelince, elbette ve elbette hiçbir türlü mütalaa ile o mertebeyi elde etmek mümkün değildir.
Çünkü esas itibariyle hakikat’ul-yakin mertebesi tabir u tasvir ve ifade altına girmekten daha bâlâdır. Bu bir mertebedir ki müdrekat-ı ilmiye ve ayniye ve zevkiyenin bâlâsında bir emr-i vehbi-i İlahîdir. Allah o mertebeyi istediği kimseye ihsan eder.
Bak, hatırıma geldi; şimdi sen dersin ki:
Madem ki nihayet’ul-emrde hakikat kitaplarını mütalaadan feragat muktezidir, ben şimdiden o mütalaayı terkederek istidad-ı zâtıma nazaran lutf-ı İlahîyi intizarda kalırım, mücahedede devam ederim.” Cevabda ben derim ki: [81 Şimdi şuracıkta beyan etmiş olduğumuz veçhile, iIm’elyakin, ayn'el-yakin, hakk’el-yakin; hakikat kitaplarından istihsal edilecek kavaidin müntehası olsa da mütalaayı terkederek bütün ömründe yalnız mücahade suretiyle mezkur hakayıka vâsıl olamamak da pekçok muhtemeldir. Binaenaleyh mütalaa faideden hâlidir denemez. Çünkü biz tarikimizde ihvanımızdan birçok kimseleri kütüb-i hakikat mütalaasıyla az zamanda yaşlıların vâsıl olamadığı mertebeye erişmiş gördük. O derecedeki kırk yahut elli senede mücahede ile hasıl olabilecek mertebeyi elde eylediler. Halbuki zikri geçen yaşlılar onları, tarike idhale sebep olmuş idiler. Fakat yaşlılar sülük ve mücahedeleri üzerinde tevakkuf ettikleri halde gençler kütüb-i hakikat mütalaası üstünde devam ettiler. Bu suretle gençler hakikatte yaşlıların mevkiine, yaşlılar gençlerin mekânına geçmiş oldular.
Hatta gençlerden bir şair [şöyle] demiştir:
Ve kad tebenneytü abai alâ sikatin
İz lâ mahalete inni vechu külli ebî.
Ben babalarımın hepsini hakiki bir şekilde kendime evlad edindim.
Çünkü şüphe yoktur ki ben babalarımın hepsinin zâtıyım.15
15          “tebenna"; Peygamberlik iddia etmektir “Nebi” kelimesindendir. Meşhur şair Mütencbbi lıakkındaki 'mütenebbi' tabiri bundandır. “Tebenni” evlad illihaz etmektir. “İhtı” kelimesindendir. Bazı nüshalarda “tebeyyentü" görülmüştür ki yanlıştır "Tebeyyene" aşikar olmak demektir.
Bu beyt, şeyhimizin şakirdanından birisinindir. Bu zâtın lıakayık kitaplarını mütalaadan [9] başka usul-i tarika aid hiçbir şey ile iştigalini bilmiyoruz; hatta hakayık kitaplarını mütalaa ile bu babda akranından birçoklarına tefevvuk etmiştir. Bu zâtın ismi Ebu Bekir b. Muhammed el-Hakkâk’tır. Bunun ilm-i hakikate aid birçok manzumeleri vardır. Bu zâtın eş'arını cem eden ve divanını mütalaa edenler kendisinin uluvv-i kadrini bilirler. Bu hikayeyi kitabımızın dibacesinde beyan etmekteki maksadımız, bu ilmin kadrini, uluvv-i şanını bildirerek bu fenn-i şerifi, hakayık kitaplarını mütalaa ile tahsile teşvik içindir. Hakayık kitaplarını mütalaa ve mümarese ile beraber, ehli olan rical ile de müzakere lazımdır. Çünkü bu yolda öyle adamlar bulunur ki sana bir kelime ile bütün ömründe kitaplardan alabileceğin malumattan ziyade bir hakikat bildirmiş olur.16
Bu ciheti tevsik edince deriz ki: Salik kitaplardan derece-i fehmine göre malumat alır. Âlim-billah olan kâmil ise sana hakikati anlatmak istediği zaman bu hakikati senin kalbine mahiyet-i asliyesiyle ilka etmeye kadirdir.
Şurasında şüphe yoktur ki sâlikin idraki ile kâmilin idraki arasında fark-ı azim vardır. Bunun için denmiştir ki: “Muhakkikine göre hakikat kitaplarını mütalaa, sâliklerin amellerinden efdaldir."
Edebe riayetle beraber ehlullah ile mecalis ve sohbet, kütüb-i hakayıkı mütalaadan ekmeldir. Bundan başka hakka hâdi olacak kâmillere mülazemet şarttır. Böyle bir kâmili elde edemezsen hakayık kitaplarını mütalaaya devam ve kütüb-i mezkuredeki [10] ulûmun muktezasına göre harekete ihtimam iktiza eder. Şeyh-i kâmil bulamadığın zaman bu nevi kitapları mütalaa, seni maksuduna ve mabuduna nail eder.
Mukaddimedeki malumat-ı sâbıkayı beyandan sonra esas mevzumuza sözü nakl ile deriz ki:
Cenab-ı Hakk’ı marifet şu ulu varlığı marifete mütevakkıftır. Bunu hüsn-i idrak et! Bu ulu varlığı bilemeyen, bu Ale’l-ıtlak vücud, Hakk’a ait birtakım umuru ve halka ait birtakım umuru hâmildir.
Mesela Yunus Emre Hazretlerinin “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" vecizesi gibi ulu varlığın mevcudunu da bilemez. Ve bir kimsenin bu ulu varlığa ait ilmi ne derecede ise, ulu varlığın mevcudu hakkındaki ilmi de o nisbettedir.
Bu hakikati söyledikten sonra vücud’un tafsilatına mübaşeret ederek izahına başlıyoruz.
Umur-ı mezkure; umur-ı külliye, umur-ı cüziye, umur-ı hakikiye ve umur-ı maneviyeye münkasim olarak birçok aksam ve envai meydana gelir. O aksam füruât kabilindendir. Aksam-ı mezkure sayılamayacak ve hasr u idrak altına alınamayacak derecede çoktur. Böyle olmakla beraber, bu akşamın kâffesi meratib-i vücuddan 40 mertebeye münhasırdır. Mezkur 40 mertebe, meratibe aid keyfiyetlerin ümmehâtı, yani ana hatları ve usulüdür. Evet! Meratib-i vücud sayılamayacak derecede çok olduğu halde mezkur 40 mertebe âtide zikredeceğimiz veçhile meratibin kâffesine şamil ve meratibin kâffesini muhittir; hatta 40 mertebeden her bir mertebenin diğer mertebeye nazaran arasında da birçok meratib varsa da o meratibi de bu 40 mertebe imkânı altına almıştır.
[11]     İşte ben mezkur kırk mertebeyi mahall-i mah-suslarında bir bir zikrettim. Bu meratibi bilmekle vücud’un hakikatini bilir ve o marifet sayesinde vücud’un mucidini de bilmeye muvaffak olursun. Cenab-ı Ilakk muvaffıktır, hâdidir, tevekkül O’na karşı olur. Bu kitabı yazmak ve münderecatını anlayabilmek ve o fehm u idrak ile terakki etmek O’nun lutfuna vabestedir. Onun için ben Huve hasbi ve ni'mel vekil diyerek birinci mertebeye başlıyorum.

Meratib-i Vücud

1.           Mertebe

Meratib-i vücuddan birinci mertebe zât-ı ilahiye merte-besidir. Zât-ı ilahiye bazı veçhelerine nazaran gayb-ı mutlak, gayh’ul-gayb da derler. Çünkü zât-ı İlahî bu mertebede sırf zâttan ibaret olup nisbetlerin ve tecelliyatın kâffesinden mukaddes ve müberra ve mutlaktır. Bunun için sufiye zât-ı ilahiyeye zât-ı sâzic tabir etmiştir. İbareler bu mertebede ifham ve ifadeden kâsır ve zâtın bu mertebedeki suradıkat-ı iclaline işaretler munkatıdır. Onun için bu mertebeye munkatı’ul-işarât, meçhul’un-na't da tesmiye olunmuştur. Yine bunun içindir ki bazı ârifler zât-ı ilahiye için vücuda mukaddem adem tesmiye etmişlerdir.
Bu tesmiyeye sebep nisbetten ve başka şeylerden daha âmm olan sırâfet-i zâtiyedeki ıtlaktır. Yoksa bu tesmiyeyi yapan arifin maksadı, “O mertebe-i ademiyedir (ma'dumdur) da hâşâ ve kellâ sonradan vücud bulmuştur” demek değildir; [12] belki o arifin bu tesmiyede bulunması şunu anlatır ki: Zât-ı ilahiye kendisinde asla nur-i taayyün ol-mayan zulmetten ibaret olup vücud-i mahzm hakikatidir; yani hiçbir veçhile onu bilmeye yol yoktur; min-küll’ilvücuh meçhul demektir. Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber’e bir zât tarafından “Halkı halk etmezden önce Rabbimiz nerede idi?” şeklinde vukû bulan suale cevaben Hazret-i Peygamber, “Üstünde ve altında hava olmayan âmâda idi” cevabını vermiştir.
“Üstünde ve altında hava yok” demek, “üstünde sıfat ve nisbet olmadığı gibi altında da sıfat ve nisbet yoktur” demektir. Bâlâda şimdi sebkeden ibaremizde biz buna işaret ettik.
Mânâsı yazılan hadisin mefhumuna nazaran sufiyeden bir taife de zât-ı ilahiye’ye meskütun-anh demişlerdir. Bu sebepten dolayı bazı muhakkikler zât-ı ilahiye’yi meratib-i vücuda idhal etmemiş, belki “vücudun mâverasinda bir emirdir, bir sırdır” demişlerdir. Bu suretle bu mertebedeki zât-ı ilahiye’yi meratib-i vücuda idhal etmeyen muhakkiklerden bazıları da âmâyı ikinci derecedeki meratibden saymışlardır.
Bunlar meali geçen bâlâdaki hadiste “Halkı halktan evvel Rabbimiz nerede idi?” sualini düşünerek âmâyı mertebe-i rububiyetten sonra bir mertebe olmak üzere kabul etmişlerdir.
Bize gelince, biz bu tecelli-i ademî ile bâlâda işaret ettiğimiz âmâyı kastetmiyoruz. Bazı muhakkiklerin tecelli-i ademî tasvirini kabul ile beraber bizim âmâdan maksadımız —bâlâdaki izahımız veçhile— altında ve üstünde nisbet ve sıfat olmayan mânâya göre olan âmâdır. [ 13] Bizim muradımızla bazı muhakkiklerin muradını anlayan kimse, vücud-ı mahz’da fikirlerimiz arasında tevafuk olduğunu da anlar.

2.           Mertebe

Meratib-i vücuddan ikinci mertebe tecelli-i evvel, ehadiyet, vücud-ı mutlak tabir olunan mertebe olup zât-ı ilahiye’nin tenezzülâtından birinci tenezzüldür ki taayyün-i manevîden ibarettir. 
Zâtın tecelli-i evveli olan bu tecelli-i ehadî de zâtın sırâfetinin hakikatidir. Fakat mertebe-i ûlâdan bir derece aşağıdadır. Çünkü vücud, bu tecelli-i ehadî de zâtın taayyünü ile tahakkuk etmiştir. Bâlâdaki tecelli-i amâı mertebe-i vücudun kendisine nisbetinden daha âlidir.
Biz vücud-ı mutlak hakkında bir kitap telif ettik; o kitabın ismini: elVücud'ul-Mutlak'ul-Maruf bi’l-Vahid’il-Hakk koyduk. Vücud-ı mutlakın tafsilatım murad eden o kitaba müracaat etsin!
Bunun sebebini ve cihetini de el-Kcmalâl’ul-llahiyye fi's-Sıfüt'il-Muhammcdiyyc adlı kitabımızda beyan ve tafsil etlik. Burada meseleyi anlamakta şüphesi olan o kitabı mütalaa etsin! Burada biz yalnız nefs-i mertebeyi beyan ile iktifa ettik. Çünkü bu kitabı teliften maksad meratib-i vücudun cem'inden başka birşey değildir.
Şurası da malumun olsun ki tecelli-i ehadi zuhur ile bü-tün arasında rabıtadır; yani zili ile şems arasındaki hatt-ı mevhum gibi butûn ile zuhur arasında bir emr-i sâlis olmaya salihtir. Bunun için muhakkikler tecelli-i ehadi [14] yerine berzahiyyet-i kübra demişlerdir.
Hülasa, ehadiyet butûn ile zuhur arasında berzahtan ibarettir. Bu da mertebe-i velâdetten, velâyet-i Muhammediye’den ibaret olan Hakikat-i Muhammediye’den başka birşey değildir.
Hazreti Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin Derece-i Velayeti
Kabe kavseyni ev edna [Necm, 53/9: “İki yay veya daha yakın oldu”], ilm-i mutlak, beyan-ı sırf, aşık ve maşuka nisbetten mücerred aşk ile beyan olunmuştur. Bunun için buradaki ilm-i mutlak tabiri ile âlim yahut maluma nisbeti olmadığı mânâsı kastolunduğu gibi vücud-i mutlak tabi-rinden de kıdem ve hudûsa nisbeti olmadığı mânâsı kasdolunmuştur. Bunu anla!
Hasılı, bu mertebe itibarâtın ve nisbetlerin ve izafatm sukutu ve esmâ ve sıfatın kâffesinin bu mertebede butûnu, mahiyetinde olmak üzere ehadiyet’ul-cemden ibarettir. Bundan dolayı bazı muhakkikler bu mertebeye mertebe-i hüviyet adını vermişlerdir. Çünkü bu mertebe zâta mahsus olan şe’n-i İlahîden esmâ ve sıfatın aynının aynıdır.

3.           Mertebe

Meratib-i vücuddan üçüncü mertebe zâta nisbetle ikinci tenezzüldür. Bu mertebeye vahidiyet tabir olunmuştur.
Kesret bidayeten bu mertebeden neşet eylediği gibi, yine o kesret nihayeten bu mertebede münadim ve mütelaşi olur (dağılır). Çünkü bu mertebe butûn ve zuhuru kabul eden zât mertebesidir. Binaenaleyh şimdi söylediğimiz iki nisbet kendisi hakkında sadık olur. Bu mertebede [15] esmâ ve sıfâtın ve mezahir-i ilahiyenin kâffesi, şe’n-i zâtı İlahî ile zahirdir; o esmâ ve mezahirin şuunu ile değil. Binaenaleyh esmâ, sıfât ve mezahirden herbirisi, zıddı olan İkincisinin aynı olur.  Bunun için muhakkikler bu mertebeye ayn-\ sabite, menşe-i müstevi, hazret’ul-cem, hazret’ul-vücud, hazret’ul-esmâ ve’s-sıfât demişlerdir.

4.           Mertebe

Meratib-i vücuddan dördüncü mertebe uluhiyet merte-besidir. Uluhiyet, sırf zuhurdan ibarettir. Bu zuhur hakayık-ı vücudiyeden herşeyin istihkakını i'ta ile mütecellidir. Bu mertebede kesret taayyün eder. Bu mertebede me-zahirden hiçbir şey diğer mazharın aynı değildir. Halbuki vahidiyette böyle değildi. Vahidiyette mezahirden herbiri diğerinin aynıdır. Halbuki uluhiyet mertebesinde herşey diğer şeyden tahayyüz-i küllî ile mütehayyizdir. Bunun için uluhiyet mertebesine menşe’ul-kesret’il-vücudiyye, hazret’üt-taayyünat’il-ilahiyye, hazret'ûl -cem‘’il-cem, meclâ’l-esmâ ve’s-sıfât, hazret’ul-külliyye ve mertebet’ulmeratib adları da verilmiştir.
Mertebet’ul-meratib denmesinin sebebi, mertebelerin herbirisi bu mertebede taayyün ederek tahayyüz-i mahsus ile zahir olduğu içindir. Şu halde bütün esmâ-i ilahiye, bütün sıfât-ı ilahiye, bütün şuun-i ilahiye, bütün itibarâta, bütün nisbetlere, bütün izafetlere tamamiyle istih-kakını veren bu mertebedir.

5.           Mertebe

[16] Meratib-i vücuddan beşinci mertebe rahmaniyet mertebesidir. Rahmaniyet vücud-i sâri tabiriyle izah edil-miştir. Buna Peygamberimiz nefes-i rahmani ile işarettir.
Kesret-i kevniye ve kesret-i ilahiyenin tamamiyle zuhuru bu rahmaniyet mertebesidir. Cenab-ı Hakk’ın herşeyi muhit olan rahmeti bu mertebe ile beyan olunmuş merhametidir. Bu rahmet-i ilahiye, kesret-i ilahiyeyi muhittir. Kesret-i ilahiye dediğimiz esmâ ve sıfât-ı ilahi-yenin kâffesidir. Burada rahmet, esmâ ve sıfâtın ızhar-ı âsarıyla tahakkuk eder. Rahmet-i ilahiye kesret-i kevniyeyi de muhittir. Kesret-i kevniye kabil-i terkib ve terekküb olan eşyanın kâffesidir. Burada rahmet o eşyanın vücudunu ademe tercih ile tahakkuk etmiş ve o eşya mevcud olmuştur.
Hülasa, rahmet-i ilahiye ber-vech-i bâlâ kesret-i kevniye ve ilahiyeye şamildir. Bunun için Cenab-ı Hakk Kur’an’da “Ve rahmeti vesi'at külle şey" [A'raf, 7/156] (Benim rahmetim herşeyi muhittir) buyurmuştur.

6.           Mertebe

Meratib-i vücuddan altıncı mertebe rububiyet mertebe-sidir. Merbubiyetsiz rab tasavvuru mümkün olmadığından bu mertebede ubudiyetin vücudu taayyün eder. Yine bu mertebede celâl ve cemalin mevkileri zahir olur. Bu mertebe, kemal mertebesi ve azametin minessa-i azameti mertebesidir. Bu mertebede hem heybet-i ilahiye hem de üns-i İlahînin tesiri vardır. Bu mertebe manzar-ı kudsü ve meşhed-i mukaddesi [17] muhit olan tecelligâh-ı akdesidir. Hakk’a ait tenzihi mutazammın esmânm kâffesi bu mertebeye racidir. Sıfat-ı mukaddese bu mertebe ile ihtisas hasıl eder. Bu mertebeye hazret’ul-kuds tabir olunur.
Enbiya ve rusul-i izamı ve kütüb-i ilahiyeyi inzal ve şera'iyi tesis, muti için na'im, âsi için azab ile mücazat tayini bu mertebeye aittir. Enbiya ve rüsul-i izamın nübüvvet ve risaletleri itibariyle makamı, bu mertebedir. Mezkur enbiyanın hakikatleri itibariyle değil.
Bu izaha mebnidir ki İbrahim aleyhisselam Rabbine “Ya Rabbi! Ölüleri nasıl diriltirsin bana göster” mânâsına “Rabbi erinî keyfe tuhy’il-mevta” [Bakara, 3/260] dedi.
Musa aleyhisselam, “Ya Rabbi! Kendini bana göster, sa-na bakayım” mânâsına “Rabbi erinî enzur ileyk" [A‘raf, 7/143] dedi.
Hazreti Muhammed’den hikaye olarak CenabHakk Kur’an’da “Lekad rea min âyât-i rabbih’il-kübra” [Necm, 53/18] buyurdu. Âyetin mânâsı, “Hazret-i Muhammed miraçta rabbinin âyâtından (alâmetlerinden) çok büyük şeyler gördü” demektir.
Hülasa, nübüvvet ile risaletin mercii, rububiyettir. Rububiyet, ulviyet-i mutlakayı mutazammındır. Bunun içindir ki Musa’ya “Elbette beni göremeyeceksin” mânâsına “Len teranî” [A'raf, 7/143] cevabı verildi. Çünkü Hazreti Musa “Ya Rabbi! Seni göreyim" hitabını tecelli-i rububiyet [18] makamına yapmış idi. Eğer bu hitabı rahmaniyet yahut uluhiyet yahut vahidiyet tecelliyatına yapmış ol-saydı “Beni göremezsin” diye men ile cevap verilmezdi. Çünkü rahmaniyet, vücud-i sâri makamında olduğu için eşyanın kâffesinin aynıdır.
Vahidiyet de böyledir. Halbuki Hazreti Musa, mezkur tecelliyata değil de tecelli-i rububiyet makamına “Ya Rabbi! Bana kendini göster, seni göreyim" dediği için kendisine “Beni göremezsin” cevabı verildi; zira teâlâ ve tekaddes rububiyetin şanından olduğu gibi eşyanın rububiyete luhukundan münezzeh olmak da rububiyetin şanındandır. Binaenaleyh o mertebede bir kulun rabbinden rüyet talebi ubudiyet ve rububiyetin esrarından dolayı su-i edebdir. Bu taleb su-i edeb ise de Musa aleyhisselama nisbetle değildir. Çünkü Hazreti Musa, udebanın ekmelidir. Şu kadar var ki ubudiyet ve rububiyet, irade-i ilahiye muktezasına göre câri olan takdir-i ilahiye gibi umur ve şuun-ı zâtiyyenin iktiza ettiği mertebelerdir. Bunu anla!
Bunun içindir ki Cenab-ı Hakk, cebel (dağ) üzerine (Musa’nın varlığı) rububiyet sıfatıyla tecelli edince dağ parça parça oldu. Musa da nefsinden fâni olarak yere düştü. Cenab-ı Hakk dağ üzerine rahmaniyet sıfatıyla [19] tecelli etseydi, o dağı hem ibka eder hem de nura gark ederdi

7.           Mertebe

Meratib-i vücuddan yedinci mertebe melikiyet mertebe-sidir. Bu mertebe emr u nehy-i İlahînin nafiz olması mer-tebesidir. Çünkü melik bütün mülkünde icra-yı hükümete kadirdir; onun mülkünün dahilinde bulunanlardan hiçbir kimse emir ve nehyini reddedemez.
İşte Cenab-ı Hakk’ın bir şeye kün emrini verir vermez, o  şeyin feyekun yani vücud-pezir olması bu tecellidendir. Çünkü memlukun, malikinin mutii olmak zaruridir.
Rububiyet mertebesinden varid olan emr-i İlahî ile me-likiyet mertebesinden varid olan emr-i İlahî arasındaki fark şudur ki: Rububiyet mertebesinden varid olan emr-i İlahîde bir nevi terbiye variddir. Bunun için rububiyet mertebesinden varid olan evamir-i ilahiye enbiya ve rusul-i izamdan ibaret bulunan vasıtalar ile gelmiştir.
Bu nevi emirlere karşı kul için itaat ve muhalefet müm-kündür. Melikiyet mertebesinden varid olan emir böyle değildir. O mertebeden sadır olan evamire karşı muhale-fete imkân yoktur. Cenab-ı Hakk bir şeye ‘ol’ der demez o       şey o vasıf üzerine vücud-pezir olur. Bunun için bu mertebedeki evamir vasıtasızdır. Çünkü bu nevi evamir şüphesiz emrolunan şey üzerinde nafizdir. [20] Esmâ ve sıfât-ı ilahiyenin âsarını meydana getirmesi bu mertebe tecelliyatmdandır
Hülasa, bu mertebe ekvanda müessir olan esmâ ve sıfât-ı ilahiyenin seyyididir; yani esmâ ve sıfata nisbetle makam-ı rabbanidedir. Binaenaleyh evvela bu mertebeden istihkakım alan, sıfât-ı zâtiye-i ilahiyedir.

8.           Mertebe

Meratib-i vücuddan sekizinci mertebe esmâ ve sıfât-ı nefsiye mertebesidir. Bu mertebe hakikatte dört isim ve sıfattan ibarettir. Bu dört olmadıkça mahluk için kemal-i zâti husulüne imkân yoktur.
Bu dörtten birincisi hayattır. Çünkü hayatı olmayan her zât, kemal-i zâti derecesine nazaran nakıs demektir. Bunun için bazı arifler hayat a “zât-ı mukaddesenin aynıdır” dedikleri gibi bazı ulema da “Hayy ismi, ism-i azamdır” demişlerdir.
Bu dörtten İkincisi ilimdir. Çünkü ilmi olmayan her dirinin hayatı, hakiki değil arazîdir. Ilm, her hayy-i zâtinin rükn-i âzamidir. Çünkü kemal-i hayatın tahakkuku ilim iledir. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de hayat, ilimden kinaye olarak zikredilmiştir. “Evemen kâne meyten fe-ehyeynahu" [En'am, 6/122] âyet-i kerimesi mezkur kinayenin şahididir. “O ölü, yani cahil ve kör idi; biz onu dirilttik, yani ona ilim ihsan ettik” demektir.
[21]     Hayal sıfatının ilim sıfatına mukaddem olmasında sebep şudur ki: Hayatı olmayan âlimin vücudu mutasavver değildir. Hasılı sıfât-ı nefsiye içinden hayat; o sıfatlara nisbetle mevki-i rabbanidedir. Bunun için bazı muhakkikler hayata imam’ul-eimme demişlerdir. Bu tabirdeki eimme ile murad sıfât-ı nefsiyedir; imamı da (reisi de) hayattır. Sıfat-ı nefsiyenin bâki sıfatlara nisbetle eimme olması, bâki sıfatların bir eimme dediğimiz sıfatların ihatası altına dahil oldukları içindir.
Bu dörtten üçüncüsü irade sıfatıdır. Hem hayy, hem âlim olan her zâtın iradesi olmazsa başka şey icad edebilmesi tasavvur olunamaz.
Hak ise eşyanın kâffesinin mucididir. Binaenaleyh Hakk mürîddir; yani sahib-i iradedir. Eşyadaki ihtisas iradeyle tahakkuk ettiği gibi, mümkinatta vücudun ademe rüchanı da o iradeye mütevakkıftır.
Bu dörtten dördüncüsü kudret sıfatıdır. Bir şeyi irade edip de onu işlemeye kadir olamayan her zât aciz demektir. Halbuki Hakk Teâlâ hazretleri aczden münezzehtir. Binaenaleyh Hakk, kadir-i mutlaktır.
İşte bu saydığımız dört sıfat esmâ ve sıfâtın ümmelıatı, yani usulüdür. Bu dört sıfat Hakk’a nisbetle meclâ-yı sânidir, mefatih’ul-gaybdır.
[22]     Bizim kemal-i zâta taalluk peyda edebileceklerimiz bu dört sıfatla olur. Çünkü hayat, ilim, irade ve kudret sahibi olan zâtın kendi vücudunda kâmil ve başka bir şeyi icadda mükemmil olduğu şüpheden azadedir.
Cenab-ı Hakk’m semi ve haşir sıfatlarına gelince, bunları sıfât-ı nefsiyeye Hakk, kendisi muzaf kılmıştır. Bu izafet ve nisbet Kur’an’da ve ehadis-i şerife’de variddir.
Mahlukatta olan ilim, sem'i ve basarla vuku bulan istifadesi yüzünden ziyadeliği kabul ettiği gibi ilmin mahluk 
hakkında kemali de ancak sem' ve basar ile tahakkuk eder. Bu mânâca sem! ile basîr sıfatlarına sıfât-ı nefsiye-i hakkiyeye nisbette mutasavver olan kemal, mahluk hakkındaki kemal gibi değildir; yani Cenab-ı Hakk ın ilminde ziyan ve noksan vukuuna cevaz variddir demek olmayıp belki bu iki sıfatı Hakk’a nisbet mahluktaki kemal üzerine vuku bulan lıükm ile gayb-ı mutlak olan Hakk’ın kemalinde iştibah olamayacağı hükmü üzerine matuftur.
Cenab-ı Hakk’ın mütekellim ismine gelince, Hakk’a mütekellim ıtlakı Kuranda varid olduğundan dolayıdır. Cenab-ı Hakk “lnnema kavluna li-şey’in izâ eradnahu ennekule lehu kün fe-yekûn” |Nahl, 16/40) buyurmuştur. Bu âyetin mefhumuna nazaran Cenab-ı Hakk, tekvin i kavle (söze) rabteylemiştir.
Hülasa, bir âyet-i kerime dolayısıyla mütekellim sıfatı da sıfât-ı nefsiyeden olmak zaruridir. [23] Çünkü Hakk’ın kendi zâtında kemal-i vücudu ve başka bir şeyi icadı Kur’an’a nazaran bu sıfat iledir.
lzahat-ı mezkureye nazaran esmâ ve sıfât-ı nefsiye yediden ibaret olmuş olur. Bazı muhakkikler sıfat-ı nefsiyeye bekayı da ilave ederek sekize iblağ etmişlerdir. Onlar “Beka zât-ı kâmilin vücudunda ve icadında kemal cümlesindendir” derler ve delil olarak şunu da ilave ederler ki kâmil olan zâtında beka olmasa başka birşey icadını tasavvura imkân olmazdı. Allah hakkı söyler ve doğru yola hidayet eder.

9.           Mertebe

Meratib-i vücuddan dokuzuncu mertebe esmâ-yı celâliye hazreti, yani mertebesidir. Esmâ-yı celâliye kebir, azim, aziz, çelil, mecid ve bunlara benzeyen esmâ-yı ila-hiyedir.  [24]

10.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onuncu mertebe esmâ-_yı cemaliye hazreti, yani mertebesidir. Esmâ-i cemaliye, rahim, selam, mümin, lâtif gibi esmâ-i ilahiyedir. Esmâ-i izafiye esmâ-i cemaliye’ye mülhaktır. Esmâ-i izafiye, evvel, âhir, zahir, bâtın, karib, baid gibi.

11.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onbirinci mertebe esmâ-i fii fiyedir. Esmâ-i fiiliye iki kısımdır. Bir kısmı Mümîi, Zârr, Müntakım gibi esmâ-i fiiliye-i celâliyedir. Bir kısmı da Muhyi, Rezzak, Hallâk gibi esmâ-i fiiliye-i cemaliyedir.

12.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onikinci mertebe âlem-i imkân mertebesidir. Tecelliyat-ı fiiliye, tenezzülat-ı ilahiye-i hakkıyenin âllarıdır; akl-ı evvel de tenezzülât-ı ilahiye-i halkiyenin mebdeidir. İmkân ise halk ile Hakk arasında mütevassıt bir mertebedir. Çünkü imkâna ne yalnız adem ne de yalnız vücud ıtlak olunabilir; zira imkân adem ile vücuddan her ikisini kabul eder. Âlem-i imkândan bir mümkinin taayyünü, tenezzülat-ı ilahiyeden âlem-i halkîde zuhuru demektir. Bu taayyün hasıl olmazsa imkân, imkânı üzere bâkidir. Şu halde âlem-i imkân iki vücud arasında bir berzahdır. “İki vücud” dediğimiz vücud-ı kadim ile vücud-ı muhdesdir.
Bu meselenin sebebini izaha gelince deriz ki: Mümkin üzerine her cihetten adem isminin vukuu sahih olmadığı gibi her cihetten vücud [25] isminin nisbeti de sahih değildir; yani adem ismi imkâna bir nisbet olduğu gibi, onun mukabilinde vücud ismini ıtlak da yine bir nisbetten ibarettir. Şu halde imkâna ne tamamiyle vücud, ne de tamamiyle adem diyebiliriz. Mümfein, vücud-ı hakikî ile vücud-ı mecazî arasında mütevassıt bir mertebeden ibarettir. Çünkü muhakkikine göre adem halk’tan ibarettir, vücud ise lıakk’a işarettir. Halk madum, hakk mevcuddur. Mümkin bu iki mertebe arasında mütevassıt bir mertebedir. Maamafih hepsi ondan ibarettir. Bunu iyi anla!

13.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onüçüncü mertebe akl-ı evvel mertebesidir. Risaletmeâb Efendimiz “Cenab-ı Hakk'ın evvela yarattığı akıldır” mânâsına olarak “Evvelu mâ-halekallahu teâlâ el-aklu” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifteki ‘akl’ kalem-i a‘ladan ibarettir. Çünkü Hazreti Peygamberimiz diğer bir hadis-i şerifte “Evvelu mâ-halekallahu el-kalemu” (Al-lah’ın ilk önce yarattığı kalemdir) buyurmuştur. Bu hadiste kalem’den de murad ruh-i Muhammedidir. Buna da delil yine Peygamberimiz Efendimizin “Evvelu mâ-halekallahu ruhu nebiyyike yâ Cabir!” “Yâ Cabir! Allah Teâlâ’nın evvela yarattığı senin peygamberinin ruhudur, yani benim ruhumdur” demektir.
İşte zikrolunan bu üç hadis-i şeriften aklın, kalem-i a'lânın, ruh-i Muhammedînin şey-i vahid olduğu anlaşıl-mış olur. Cenab-ı Hakk, ulûmun kâffesini akl-1 evvele ve-dia kılmıştır. [26] İstersen “Kalem-i a'lâ’ya istersen Ruh-i Muhammedi ye vedia kılmıştır” de!
Hülasa, ulûmun kâffesi akl-ı evvel’de mücmel olarak mevcuddur. Bu icmal henüz söylenmeyen sözün kalbde icmali gibidir. Mücmel olan ulûm-i mezkure, nefs-i küllide şekl-i mufassala girer. Bu tafsil de sözün lisan vasıta-sıyla tafsili gibidir.
Bir Arap şair [şöyle] demiştir:
lnne’l-kelâm le-li’l-Juadi; ve innema cuil’el-lisanu ale’l-fuad delilen.
Söz söylenmeden önce kalpte mevcuttur; yani sözün aslı kalptedir. Lisan kalb üzerine delilden ibarettir.
Şurası da malumun olsun ki ukul-i aşerenin<![if !supportFootnotes]>[2]<![endif]> a'lâsı aklı evvel, en aşağı metebesi akl-ı faaldir. Mezkur ukul-i aşerenin kâffesi nefs-i küllînin içinde [27] mündericdir. Ukul ve nefs-i külliye ait ne varsa ondan senin varlığında nüsha-i kâmile vardır. Bunları temyiz ve tayine uğraşırsan inşallah hail u keşfine nail olursun.

14.        Mertebe

Meratib-i vücuddan ondördüncü mertebe ruh-ı a'zam mertebesidir. Ruh-ı A'zam nefsi küllî’den ibarettir. Nejs-i külli de levh-i mahfuz’dan ibarettir. Levh-i Mahfuz’a imam-ı müh in, ilm[umm]’ul-kitab da denir. Ulûm-i ilahiyenin kâffesi, nefs-i küllide münbasıttır. Ulûm-i mezkure, nefs-i mezkurede evrak üzerinde huruf-i rakamiyenin<![if !supportFootnotes]>[3]<![endif]> zuhuru gibi zahirdir. Nefs-i küllî de akılda münderictir. Nefsin akıldaki bu indiracı mürekkeb hokkası içinde harflerin indiracı gibidir. Bu itibarla akla umm’ul-kitab, nefse kitab-ı mûhin denmiştir. Nitekim diğer bir itibara göre de kalem-i a'lâ’ya umm’ul-kitab, levh-i mahfuz’a kitab-ı mûbin tesmiye olunmuştur. Kezalik diğer bir itibara göre de ilm-i İlahîye umm’ul-kitab, ulu varlığa heyet-i mecmuası itibariyle kitab-ı mûbin tabir olunmuştur. [28] Kezalik diğer bir itibara göre de zât-ı ilahiyeye umm’ul-kitab, ilm-i İlahîye kitab-ı mûbin tesmiye edilmiştir.
Bu işaretleri iyice teemmül eder ve bu işaretlerin sende mevkilerini anlayabilirsen sırr-ı kaderi anlamaya muvaf-fak olmuş olursun. Hidayet Allah’tandır.

15.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onbeşinci mertebe arş mertebesidir. Arş dediğimiz cism-i küllî’den ibarettir. Âleme nisbetle arş, insana nisbetle heykel-i insan menzilesindedir. Heykel-i insan, insanın cismaniyetini ve ruhaniyetini, zahirini ve bâtınını muhittir. Bunun için taife-i sufiye heykel-i İnsanîye cism-i külli de tesmiye etmişlerdir. Heykel-i       İnsanîye nazaran hiçbir mevzi ile tahsis edilmeksizin ruh beden üzerine nasıl mütevelli ve hâkim ise mevcudata sâri olan ulu varlık da âlemin heyet-i mecmuasını öylece muhittir. Ve âlemin külliyatı ve cüziyatı üzerinde mütevelli ve hâkimdir. Mezkur vücud-ı sâri nefes-i rahmaniden ibarettir. İhatası da istiva-yı rahmanidir ve bu ihatada hulul yoktur. Vücud-ı sârinin nefes-i rahmaniden ibaret oluşu meselesi, bu sırrı anlayanlara mahsustur.
Hülasa, Hakk’a nisbetle Hakk’ın ulu varlığı, ruha nisbetle suret gibidir.
[29] Şurası da malumun olsun ki kalb Allah’ın arşıdır. Âlemin kâffesine de arş-1 Rahman denilir. İki arşın arasındaki fark yalnız iki isim arasındaki farktan ibarettir. (Şu halde fark yok demektir).
Allah hakkı söyler ve murad ettiği gibi hakka hidayet eyler. Tevekkül ve itimat ancak O’nadır.

16.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onaltmcı mertebe kürsî mertebesidir. Bu da esmâ-i fiiliyenin istiva-gâhından ibarettir. Hadis-i şerifte “Inne ricley’il-hakkı mütedelliyeteyni ale’lkürsi” [buyurulmuştur ki] “Hakkın iki ayağı kürsi üzerinde sallanmıştır” demektir. Bu iki ayaktan birisi Hakk’ın nehyinden, o birisi [öbürüsü] de emrinden ibarettir. Cesedinin tedbiri işlerini idare eden O’dur. Sana nisbetle esmâ-i fiiliye, mezkur nefs-i natıkadan zuhur eder. Çünkü mülayim ve muvafık olan şeyin husulünü, gayr-ı mülayim olan şeyin defini taleb eden o nefs-i nâtı-kadir. Bu taleb cüziyet iktizasiyle emir ve nehiyden iba-rettir. Külliyet iktizasını düşünecek olursan evvel ve ahir şerh ve izah ettiğimiz şeylerin kâffesi senin içindir.
Kendini teemmül et, kendine iyi bak, zâtın ne kadar mükemmeldir! Kâmil olan Allah her şeyden âlidir. (30]

17.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onyedinci mertebe ervah-1 ulviye mertebesidir. Ervah-t ulviye dediğimiz Cenab-ı Hakk’ın cemal ve celaline aşk u heyman ile sermest olan ve arş-ı İlahîyi tavaf eden melâikeden ibarettir. Bunlar mücalese ve muhazara-i ilahiye ehlidirler. Bunların âlemi, âlem-i ceberruttur ve âlem-i meânidir. Bu nevi melâike anasırdan ve tabai'den mahlukturlar. Her semanın melekleri o semanın tabiatına göre mahlukturlar.
Mezkur melâike-i muhibbîn ise halkullahın en şerefli-sidir. Bunların hepsi Hakk’a kurbiyet-i hususiye ile mukarrebdirler. Cenab-ı Hakk bunları vahidiyetinin nurun-dan yaratmıştır. Şu kadar var ki bunlardan her biri Cenab-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtmdan tecelli-i vahidî itibariyle bir ismin iktizasına göre mahluktur.
Biz bu meleklerin isimlerini ve Hakk’dan kendilerine verilen nasib-i vâfirlerıni, makamlarını, müşahadelerini Kiiah'ul-Elif tesmiye ettiğimiz kitapla zikrettik. O kitab Hakikal’ul-Hakayık adlı kitabımızın oluz cüzünden ikinci cüzüdür. Hakikal'ul-Hakayıh min-vechin Hakk'a, min-vechin halka aid olan bir kitablır. Mevzu-i bahsimiz olan melâikeyi bilmek isteyenler kitab-ı mezkuru mütalaa etsinler.

18.        Mertebe

Meratib-i vücuddan onsekizinci mertebe tabiat-ı mücer-rede mertebesidir. Tabiatın [31] tecerrüdü demek, istiksandan ve âleme sebeb-i hilkat olan erkân-ı erbaadan tecerrüdü hâli demektir. Tabiat-ı mücerrede istiksana nisbetle huruf-i rakamiyeyi meydana getiren mürekkeb gibidir. Tabir-i âherle huruf-ı mukattaayı tevlid eden ses gibidir.
Bizim istiksan tabirinden muradımız; herbirisi münferid olmak üzere hararet, hurudet, rutubet, yubusetür. Bu istiksanın erkâna nisbeti, tabiatın istiksana nisbeti gibidir.
Hülasa, istiksainn kâffesi erkâna mebni anasır-ı erbaadan her rükünde mevcuddur. Şu kadar var ki ateşte hararet ile yubuset galibdir. Suda burudet ile rutubet; havada hararetle rutubet; toprakta burudetle yubuset galibtir.
Tabiat-ı mücerrede istiksan-ı mezkureden bir istiksan-ın suretine girse tabiatı o suretten soymak mümkün değildir. Kezalik istiksan da anasır-ı erbaadan bir unsurun suretini libas-i vücud ittihaz ederse mezkur istiksanı da o suretten soymak mümkün değildir. Kezalik erkân-ı mezkure mevcudat-ı unsuriye suretlerinden bir sureti giyer ve o surete girerse o erkânı da o suretten hal* mümkün değildir.
Şu izaha nazaran mevcudattan her mevcud, tabiattaki zahirinin fena ve mahvından sonra da giydiği suretle mevcud olarak bâki kalır. Bu keyfiyeti ehl-i keşf ıyanen, nâs da hislerinden olmak üzre müşahade ederler.
[32] Bu tabiat-ı mücerrede feleki çok vâsidir. Cenab-ı Hakk cenneti, cehennemi, mahşeri, berzahı, halk eyle-mezden evvel ve sonra bu dünyada mevcud olan herşeyi bizim bilip ve bilmediğimiz mahlukat-ı tabiiyeyi ve bizim için elyevm zahir-i mahsusuna nazaran âlem-i dünyevi diye; bâtın-ı gaibine nazaran âlem-i uhrevi diye tesmiye olunan avalimdeki herşeyi bu felek-i tabii içinde yaratmıştır. Arada berzah dediğimiz butûn ve zuhur kabiliyetinden ibarettir. Âlem-i hayal, âlem-i misal, âlem-i semseme dedikleri bu berzah âlemidir. Dünya nüshasının zahirindeki cevarih ve âza ve sair âza-i vücudundan ibaret olduğu gibi berzah nüshası da hayalinden, ahiret nüshası da senin bâtınından ibaret olan ruh-i âleminden ibarettir. Allah savabı bilir, merci ve meab O’nadır ve O’dur.

19.        Mertebe

Meratib-i vücuddan ondokuzuncu mertebe heyula mer-tebesidir. Bu mertebe teşkil ve tasvir mertebesidir. Deniz-de dalga nasıl hasıl olursa suretlerin hepsi de bu heyula-dan teşekkül eder.
Heyula, vücud suretlerinden bir sureti iktiza ettiği zaman kudret ve irade-i ilahiye ile o sureti bu âlemde ibraz ve izhar etmek tabiat üzerine vacibdir. Çünkü Cenab-ı Hakk, heyulada mezkur iktizayı o suretin icadına sebep kılmıştır. Bu tabiatı muztar olan kimsenin duasını icab-ı ilahiyesine sebep kılması gibidir. Kur’an’da Cenab-ı Hakk “Muztar olan kimse dua ettiği vakit onu Hakk kabul eder" [Neırıl, 27/62] buyurmuştur. Heyulanın bu sureti iktizası, heyulanın o suretin vücuduna [33] muztar olduğuna dair lisan-ı haliyle duası demektir. Heyulanın muztar olduğu şey, heyulada muzmar ve müstetir olan suretten ibarettir. Suret-i mezkureyi icad eylemesi için Hakk’ın tabiat üzerine hükmetmesi icab-ı ilahiyesidir demektir.
Hülasa, heyula suretlere ve şekillere nisbetle tabiat, ağaçlara nisbetle su gibidir. Su; şey-i vahid olduğu halde eşcar ve nebatatta, ağaçların ve meyvelerin suretlerini alarak tagayyürata uğrar. Cenab-ı Hakk Kur’an’da “Eşcar ve nebatat bir su ile sulandığı halde tu'umuna ve lezzetine nazaran bazısı bazısından daha farklıdır” [Ra'd, 13/4] buyurmuştur. Hasılı su, bütün yerde biten şeylerin aslıdır. Yerde biten şeyler üzerindeki tagayyür ve temeyyüz de aşikârdır. Çünkü mahsulat-ı arziyeden her şeyde lezzet, mikdar, şekil, meyve, güzellik, çirkinlik ve eşyaya bais-i temeyyüz olan diğer hususatı birbirinden ayrı olmak üzerine mevcuddur. İşte bu nebatatta suver-i mütenevvia suyun suretleri olduğu gibi mevcudat âleminden her suret de hakikat-i heyulanın suretidir. Ve heyulanın temayüzü o suretlerin vücuduyla hasıldır.
Âlemdeki suretlere gelince, bu suretler içinde gayet u nihayet yoktur. Hasıl-ı kelâm heyula tabiatın mâ-dûnunda, yani taht-ı hükmündedir. Çünkü heyulanın bir şeyi iktizası tabiat hükmüyle hasıldır. Bu izahatı iyi anla!

20.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirminci mertebe heba mertebesidir. Heba vücudî bir mahal olmayıp hükmen mevcud bir mekândır. Allah âlemi bu heba’da icad etmiştir. Mekân-ı hükm-i mezkura evvela heba ismini takan Emir’ul-Müminîn Ali b. Ebi Talib’dir.
Âlemin mekânı olmak üzere tarif ettiğim “Hebanın vücudu ne keyfiyette tasavvur olunabilir? Bunu bize anlat!” diye sorar isen, cevaben biz deriz ki: Allah’ın [34] âlemi yarattığı muhakkaktır. Âlemin kâffesi de mâsivadan ibarettir. Eğer “Cenab-ı Hakk bu âlemi kendi nefsinde yarattı” diyecek olursak nefs-i ilahiyenin hadisâta mahal olması lazım gelir. Allah bundan âlidir; yok eğer “Âlemi mekân-ı mahlukta yarattı” diyecek olursak o mekânın da âlem cümlesinden olması zaruridir. Şu halde bizim için Allah, âlemi gayr-i vücudî olan mekân-ı hükmîde icad etti demekten başka çare yoktur. Böyle denince heba, âlemin tarifinden çıktığı gibi, zât-ı hak olmaktan da hariçte kalmış olur. Bunu anla! Bu zikrettiğimiz delil felek-i hebaiyi isbat için tarik-i aklî ve nazaridir.
Bize gelince, Cenab-ı Hakk âlemi ilminden aynına olmak üzere icad etti. Allah’ın ilmi de kendisinin aynı, kendisinin aynı da zâtıdır. Bizim burada “ilminden aynına icad etti” demekten maksadımız, Cenab-ı Hakk’ın vücudu, aynına nisbet meselesini kendisine muzaf kıldığını beyandan ibarettir. Çünkü mevcudatın kâffesi el-an kema kân ilm-i İlahîde mevcuddur. İlmi de hakikatte kendisinin aynıdır, aynı da kendisinin ilmidir. Denizin dalgası deniz olduğu gibi. Terahhum! Zira Cenab-ı Hakk zâtıyla bilir, zâtıyla işitir. Şayet “vasıtayla görür, alet-i sâmia ile işitir, zâtından gayrı ilim ile bilir" diyecek olursak o ilim, o sem', o basar yine zâtının aynıdır, gayrı değildir. Şu halde kâinatın zahiri itibariyle vücudu, Hakk’ın o kâinatı, basarda icadı demektir. Bunun mânâsı da kâinata vücud nisbetini basara atfetmek, Hakk ın o nisbet-i basara izafetinden ibarettir. Çünkü kâinat, basarda vücuddan evvel de sonra da Hakk’ın ilminde mevcuttur, [35] ilm-i İlahîden mufarakat etmiş değildir. Bu adem-i mufarakat Hakk’ın o kâinatı gerek aynına nisbet-i izafetinde, gerek ilmine nisbet-i izafeti halinde de Hakk’tan gayr-ı mufarıktır. Çünkü Hakk’ın aynı, ilminin meratibini tamamiyle muhittir. Bu izaha nazaran Hakk’tan hiçbir şey gaib değildir. Şu kadar var ki Hakk ın kâinatı aynına nisbeti, icadı aynice meydana getirdi demektir. Hakk’m bu izafeti, kâinattan ref olunsa, âlem heyet-i mecmuasıyla münadim olmuş olur. Hülasa, âlem nazar-i ilahi ile mahfuzdur.

21.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmibirinci mertebe cevher-i ferd mertebesidir. Cevher-i ferd ecsamın aslıdır. Cevher-i ferd ecsama nisbetle tıpkı kelimeyi teşkil eden huruf gibidir, istersen cevher-i ferdi teşbihte “Harfi meydana getiren nokta gibidir” de!*
Hasılı cevher; iftirakı ve tecerrüdü kabul etmeyip ittisali kabul eden şey-i mevcuddan ibarettir. Bunun içindir ki ecsamın teferruk ve helak ve inhilalliklerinde nihayeti cevherdir. Binaenaleyh mürekkebin helaki, besatete inkılabı ve eczasının inhilali demek olup bu inhilalde her cevher münferid olarak baki kalır.
Hülasa, cevhere terekkübünden evvel cevher-i ferd; terekkübünden sonra cevher-i mürekkeb, terekkübünün in-hilalinden ve besatete inkılabından sonra da cevher-i basit ve cüz’un-lâ-yetecezza denir.
Cüz tabirinde küllü nazar-ı itibara almak ve inhilalden sonra o küll’ü tasavvur etmek zaruridir; yani cüz’un-lâ-yetecezza denildiği zaman arada küll’ü nazar-ı itibara almak da zaruridir.
Küll dediğimiz inhilale uğramış olan mürekkebden baş-ka bir şey değildir.
[36] Bu izah ile cevheri bildikten sonra şunu da bil ki araz, cevherin ahvalinden, evsafından, şuûnunda ve imkânında daha başka nisbederinden ibarettir. Cevherin ev-safı mea’d-devam cevher üzerinde tagayyürâta uğrayan arazlardan ibarettir.
Tagayyur tabirini kullandığımızın sebebi şudur ki; iki zamanda bir arazın bekası muhaldir. Bunun sebebi araza, araz tesmiyesi bir mahalden diğer mahalle intikali kabul ettiğinden dolayıdır.
Hülasa cevher, mahall-i ferd olup, bir araz kendi üstün-de bulundukça arazın yine o cevherde vukû-ı intikaline imkân yoktur.
Belki arazlar mahall-i ferd olan cevher üzerinde mea’ddevam intikalâta uğrar. Bu mertebeden sonra gelecek olan ve her anda hilkat-i âlemin teceddüdüne dair olan mertebede bu meselenin tafsilâtı gelecektir. İşte o dediği-miz mertebe aşağıdaki mertebedir.

22.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmi ikinci mertebe, mümkinâtian ibaret olan mürekkehat mertebesidir.
Mürekkebat altı kısımdır: Mûrekkehat-ı ilmiye, mürekkebat-ı ayniye, mürekkehat-1 sem'iye, mürekkebat-ı cismaniye, mürekkehat-1 ruhaniye, mürekkehat-ı nuraniye.
a)         Mürekkebat-ı ilmiye, âlimde mevcud olan suver-i malumattan ibarettir. Çünkü suver-i mürekkebattan her suret ilimde müterekkibdir. Çünkü o suretlerin ilimdeki ec-zası hariçte cismen mevcud olan cevahirin eczasından terekküb etmiştir. Âlem-i hayalde mevcud olan şeylerin kâffesi de hayalin ittisa'ıyla beraber bu kabildendir. Hayal bu kabilden, ruh ile cesed arasında bir berzahtır. Çünkü suver-i hayaliye eczasının kâffesi âlem-i hisdeki vücudundan mehuzdur. Hayaldeki terekkübatı, âlem-i ruhtandır.
Binaenaleyh hayal, hem maddî hem manevî iki hükm ile imtizaç etmiştir.
[37] Bunun misali: Mesela sen yeşil zümrüd bir ağaç ta-savvur etsen ve o ağacın meyveleri yakut-ı ahmerden olsa ve o meyveler maldan ve lezzet-i cimadan daha leziz bulunsa, o ağacın boyu göklerde, tül ve arzına nazaran bu âlemden riPati ile büyük olsa, o ağacın eczası zümrüdlük, yeşillik, yakutluk, kırmızılık, tatlılık, ballılık, lezzet-i cimaî ve tül-i arzına nazaran bu âlemden rifatı ile büyük olmak keyfiyatından ibarettir.
Bu eczanın kâffesi âlem-i ecsamda senin dahil-i daire-i taakkulun olan umurun hakikatleri olup bu eczanın ba-zısını bazısıyla âlem-i hayalinde terkib etmişsin demektir. Bu terkib âlem-i ecsama aid kuvvetin şanından olmayıp belki âlem-i ervahın mukteziyatındandır.
Bu izahtan şu zahir olmuştur ki: Mezkur ve mutasavver ağacın âlem-i hayalinde vücudu, âlem-i ecsam vasıtasıyladır.. (Çünkü eczasının birer birer âlem-i ecsamda bulunduğu mütehakkıktır.) Terkibi de âlem-i ervah vasıtasıyladır. Binaenaleyh bu ağaç ikisinden birisine tamamiyle mülhak değildir. Çünkü o ağacı “yalnız âlem-i ecsam
dandır” desek, âlem-i ecsamda mevcud olması ve halkın onu görmesi iktiza eder.
Çünkü ağacı temsilde, rifat ile bu âlemden büyüktür desen, yalnız âlem-i ervahtan da desen, ervahın bekası gibi baki olması lazım gelir. Halbuki hakikat böyle olmayıp o            ağaç, cisminin hükm-i icadı ile fenaya mülhaktır. Onu senin tasavvurun ise ruhun hükmü kuvvetiyledir. Çünkü ruh, âlem-i ecsamdan daha vâsidir.
Bizim izah ettiğimiz bu mesele içinde ecsamm sırr-ı imtizacı da bildirilmiştir. Çünkü ervah kemalâtını âlem-i ecsam vasıtasıyla iktisab eder. Görmüyor musun bir kimse anasından âma olarak doğsa, onun ruhu renklerin keyfiyetini bâsıra ile iktisab olunan hilkatin güzelliğini bilemez. Öyle olduğu zaman sun‘-ı ilahiye ait [38] ilimden bir nev-i kemali fevt ederek ölmüş demektir. Bir kimse sun‘-ı ilahiden ne kadarına cahil ise kemalden o mikdarına da cahildir demektir.
Kezalik bir kimse sağır olarak yaratılsa, o kimse pey-gamberlerin ve peygamberler vasıtasıyla gelen şeriatlerin cüzlerini bilemez. Bu kimse de öldüğü zaman sağırlığının mani-i iktisab olduğu kemalâtı fevt etmiş olur. Halbuki sağır olan kimse sâmiasından başka a za ve havassma ait kemalâtı iktisab etmiştir.
İzah edildiği veçhile ruh ile cesed arasında sırr-ı imtizacı anladın ise, şunu da bil ve anla ki: Hayal, ecsamdan mufarakat ettikden sonra kıyamet gününe kadar ervaha makam-ı ikamet olan âlem-i berzah gibidir. Çünkü ervah kıyamet gününe kadar ne dünyadadır, ne ahirettedir. İşte bu tafsilat ile mürekkebat-ı İlmiyeyi bilmiş oldun.
b)         Mürekkebat-ı ayniye ye gelince: Cevher üzerine te-vatür ve tevarüd eyleyen arazlar gibidir. Bu arazları her göz beka ve vücud itibariyle görür. Beka dediğimiz a‘raz-ı kesireden mürekkeb olub cevher ve hakikat üzerine tevatür ve tevarüd eyler. Binanealeyh cevher araz gibi mahluktur.
Her nefeste cevherin mahlukıyeti tevarüd eyleyen araz-ların hükmüyle halk-ı cedidi mütezammındır; yani cevher her nefeste hilkati itibariyle teceddüd ediyor demektir.
Şurası bir hakikattir ki eczanın tebeddülü, küllün te-beddülünü muktezidir. Bunun için muhakkikler, âlem her nefeste, yani her anda halk-ı cedid ile mahluktur (yok olup var olur). Bu hakikati “Bel-hum fi lebsin min lıalkin cedid” [Kaf, 50/15: “Doğrusu onlar, yeni bir yaratılıştan iltibastalar”ı  âyeti teyid eder.
Görmüyor musun yer altında toplanan buhar, çıkacak menfez bulamayınca muhrik ve muftır bir su şekline gir-mekle tagayyura uğrar. Sonra o su da yerden kendisine gelen istidad ve kabiliyet icabiyle [39] civaya munkalib olur. Civaya munkalib olunca suyun zâtı tebeddül etmiş demektir. Çünkü civa öyle evsaf ve havass ile mevsuftur ki o evsaf ne buharın, ne de suyun evsafındandır. Belki buhar ve sudan meydana gelmiştir.
Hülasa, buhardan tebeddül eden civa kendisine mahsus vasf ile mevsuftur. Bundan başka buharın, suyun, civanın hakikatleri yekdiğerinden mütemeyyiz, yani yekdiğerinden başka hakikati camidir.
Şu izah ettiğimiz tagayyur ve inkilab zaman-ı vahidde olursa müşahede-i ıyaniye ile derhal müşahede olunur. Bunu temsil için deriz ki: Zac suyuyla mazi karıştırıldığı zaman mürekkeb olur. Halbuki yazı için istimal olunan mürekkebin hakikati başka, zac ile mazinin hakikatleri yine büsbütün başkadır. Hülasa, zac ile mazinin ihtilatinda gözle müşahade olunan tagayyur zaman-ı vahidde olduğundandır. Fakat an-be-an âlemde hasıl olan tagayyur tedrici olduğu için havass onu idrak edemez; yani bu tagayyur hususunda halk iltibasa düşmüştür. Bâlâdaki âyet-i kerime mucibince halk-ı cedidden iltibasa düşmüş oldular.
Hülasa, mürekkebat-ı ayniye basarda içtima eden ecza-nın vücuduyla terekküb eder. Bu terekkübe nazar eden -eczada misliyet kuvveti ziyade olduğu içineczay-ı mezkureyi şey-i vahid olarak görür. İşte bizim bu bahiste “cevher üzerinde tevarüd eden muhtelif arazların ih-tilafıyla cevherin zâtı da aynı da muhtelif olur” dediği-mizin mânâsı budur. Allah muvaffıktır. O’ndan başka Rab yoktur. [40]
c)         Mürekkebat-ı sem'iyeye gelince, kelime huruf-ı kesireden terekküb eder. O kelimeyi işiten kimse kelimeyi şey-i vahid olarak işitir. Nağmeler elhan, tellerden, kirişlerden işitilen sesler, ipekten, tahtadan yahud demirden veya bakırdan yahud deriden daha başka âlât ve edevâtı tarabdan ibaret olan şeylerden mürekkebdir. Hatta bir eli, diğer el üzerine vurmaktan çıkan sadâ da böyledir. Bu bahsi iyi anla!
d)         Mürekkehat-ı cismaniyeye gelince, bu da üç kısımdır. Bu üç kısımdan aİa addolunan birinci kısım hat tan ibarettir. Hat, yalnız kendisinde bu‘d-i evvel, yani tül bulunan şeydir. Tül dediğimiz de iki veyahut daha ziyade cevherden terekküb eder. Bu cevher diğer cevhere zamm olununca tül hasıl olur.
Mürekkebat-ı cismaniyenin kısm-ı evsatı satıhtır. Satıh, kendisinde tül ve arzdan ibaret iki bu'du camidir. İki bu'dun terekkübünden bu‘d-i arz hasıl olur. O bu‘d-i arz satıhtan ibarettir.
Mürekkebatın esfeli cisim’dir Cisimde üç bu'd bulunur: Tül, arz, umk (ile bâlâya nazaran suhk, aşağıya nazaran umk)tur.
Cisim sekiz veya daha ziyade cevherden terekküb eder. Terkib-i cismanî âleminde birinci olarak mevcud olan şey Felek-i Atlas, en son mevcud olan da insandır.
e)         Mürekkehat-ı ruhaniyeye gelince, bu mürekkebatın eczası âlem-i ruhîden terekküb eder. Bu eczadan her cüzü erar-i hükmîden ibaret olup itibar ve nazara göredir. Bu kısım âlem-i ruhîyi müşahade ederek eczaya vâkıf olmuş bulunan kimsenin itibar ve nazarına göre değildir. Âlem-i ruhîyi görenler o âlemdeki suretleri bilmiş olurlar. Bu bir keyfiyettir ki [41] bundan daha acib bir şey olamaz. O âlemde suveri bilmekteki garabetten daha acib mevcudat da vardır.
0          Mürekkehat-ı nuraniyeye gelince, kevakih tabir olunan ecram-ı felekiyeden ibarettir. Bu kevakib anasır-ı erbaadan terekküb etmiştir. Anasır-ı erbaa hararet, rutubet, burudet, yubusettir. insanların havassına nazaran meşhud olan büyüklükleri ve azametleri derkâr olduğu halde her kevkeb hakikat-i vahide olduğu hadde kadar gayr-ı kabil-i taksimdir. Hatta felâsife bi’l-ittifak “Şems kürre-i arzdan yüzlerce defa büyüktür” demişlerdir. Böyle olduğu halde yine gayr-ı kabil-i taksimdir.
Şeyh Muhyiddin Arabî hazretleri, felâsifenin bu iddiasını teyid ederek Fusus adlı kitabında felasife sözüne benzer sözler söylemiştir. Bu bir emr-i acibdir; yani kevakibin mevcud binalarında bu kadar büyüklük olduğu halde nefs’ul-emrde gayr-i kabil-i taksim olması ber-vech-i bâlâ çok acib ve bunu idrak akıl için baiddir. Ecram-ı felekiye’ye envar-ı arzıye de mültehıktır.
Envar-ı arziye, dühun yahut şerri yahut hatab veyahut bunlara benzeyen şey vasıtasıyla ufk-ı arzda yekdiğeriyle imtizaç eden nar ve havadan mürekkebdir. Bunu anla!
[Bu keyfiydi izah için bana izin verilmiş olsaydı en lalif ibareler, en güzel işaretlerle bu risalccikte izahına girişirdim. Fakat ben bu meseley-i mühimmeyi en-Numus'ul-A'zam ve’I-Kamus'ul-Akdem adlı kitabımıza vaz ile ve orada izah ile memurum. Cenab-ı Makk bu einr olunduğum meseleyi mezkur kitaba koymayı ve orada yazmayı İtana gayet buyurdular. Mezkur kitapta mütalaa etmiş olursun]

23.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmiüçüncü mertebe felek-i atlastır. Felek-i atlas, felek-i hükmî değil, felek-i vücudî demektir. Deveranı, kürsînin altındadır. Aşağıda zikri gelecek olan baki felekler bu Felek-i atlas ın altındadır.
Felek-i vücudiye [42] tabirimizle bundan evvel heba, ta-biat ve emsali gibi zikri sebkeden feleklerin hükmî olup aynî olmadığına tenbih etmek istiyoruz. Bu feleke, felek-i atlas tesmiyesi kendisinde asla yıldız bulunmamasmdandır.
Felek-i atlas’ın müddet-i deveranını ve dairesini, keyfiyet-i kat'ını bildirecek bir alâmet yoktur. Ben bu Felek-i atlas’ta bir felek-i sağir gördüm. Göz açıp yumacak bir müddet-i kalitede yetmiş bin defa devr etmekte idi. Bu felek-i sağirin ismini sordum. Bana “Bu felek, felek-i aıidır; devre-i senasından her devreye an tesmiye olunur” cevabı verildi.
Felek-i atlas altındaki eflak-i dairenin kâffesi muharrik-tir. Felek-i atlas’m hareketi nizam-ı vahid ve heybet-i va-hide üzerine bâlâda zikri geçen tabiattan neşet eder. Bu-nun içindir ki Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle bu âlemin ınüddet-i medide bekası daim olmuştur. Cenab-ı Hakk böyle ınüddet-i medide bu âlemin bekasını murad etmeyeydi, diğer eflaki tahrik eden Felek-i atlas’m hareketini tabi-atından neşet ettirmezdi. Bu Felek-i atlas’m tabiatından inbiası ve neşeti, Cenab-ı Hakk’ın zeval-i âlemi murad edeceği zamana kadar ber-devamdır.
Cenab-ı Flakk âlemin zevalini murad ettiği zaman tabiat-ı Felek-i atlas'a karşı kendisinden zuhur eden inbias ve neşeti selb eder, işte o zaman Felek-i atlas durur. Felek-i atlas’ın bu tevakkufu ile baki eflak da durur, yıldızlar saçılır, eırır-i ilahı ile kıyamet kaim olur.
Bu bahsin daha ziyade tafsili üstünde beyanata girişmemiz lazım gelse tatvil-i kesire ihtiyacı messeder. Halbuki bu risale-i muhtasara, bu tatvilin mahalli değildir.

24.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmidördüncü mertebe Jelek-i cevZadır. Felek-i cevza kevkeb-i küllidir. Bunun ayniyle vücudu yoktur. Belki felek-i cevza, güneşle ay arasında bu-lunan bu cl-i malumdan ibarettir. Bu iki bu'ddan birisine re’s, o birisine [öbürsüne] [43] zenb denir.
Bu iki bu'dun birisinde arz; cirm-i Kamer ile cirm-i Şems arasında mebsuttur; yani haylulet etmiştir. Bu haylulet Kamer in nur-i Şems’ten ziya almasına mani olur, küsuf-ı Kamer hasıl olur. Nur-i Kamer’in nur-i Şems’ten mjistefad olduğunda izaha hacet yoktur. İkinci budda Kamer, Arz ile Şems arasına haylulet eder. Bulutun ziyaya mani olması gibi zıll-ı Şemsî’nin yer üzerine vukûuna mani olur, husuf vaki olur.
Bu keyfiyeti bize [size] ber-tafsil irad etmek lazım gelse, dikkatinizi bir çok hisabat ile meşgul etmek lâzım gelirdi. Halbuki bu keyfiyet felsefe-i mahzadır. Binaeneyh bu bahiste bu kadar izah ile iktifa ediyoruz.
“Bu felek-i cevza, felek-i hükmî’den” ibarettir dedik. Bunu bundan aşağıdaki felek’ul-eflak mertebesinin fev-kinde itibar etttik ki sebebi şudur: Daima umur-i külliyenin vücuddaki mertebesi, umur-i vücudiye-i hissiyenin fevkindedir. Yoksa bu sebep olmasa bu felekin tertib iti-bariyle mevzii, felek’ul-eflak’ın altında olmak lazım gele-cekti. Çünkü felek’ul-eflak, felek’ul-buruc’dur.
Hülasa, bu tertibi icab eden felek-i cevzanm felek-i külli olmasıdır. Allalıu a'lem.

25.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmibeşinci mertebe felek’ul-eflak mertebesidir. Bu feleke felek’ul-kevkeb, mıntıkat’ul-buruc da derler.
Kevakib-i sabite ve seyyarenin kâffesi bu felektedir. Yalnız yedi kat göklerdeki yedi yıldız bu hükümden müs-tesnadır; yani felek’ul-eflakta değildir.
Hülasa, nücum ve kevakibin kâffesi bu felekte olup kendisine mınlıkat'ul-buruc, felek’ul-eflak, felek’ul-kevakib tesmiyesine sebep olmuştur.
Şurasını da bil ki nücumun eflakta vücudu balığın suda vücudu gibidir. Her necmin fekkinde bir de felek-i sağiri vardır. Yıldız o felek-i sağirde deveran eder. Bir de kendi cinsinden felek’ul-kevkebdeki mevkiini muhafaza için kutbu  vardır. Bu muhafaza tıpkı dolaptaki kutbun dolabı muhafazası gibidir.* [44]

26.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmialtıncı mertebe sema-i Zuhal mertebesidir. Bu, yedinci kat göktür. Bu semanın cevheri, leyl-i muzlim gibi siyahtır. Cenab-ı Hakk sema-i Zuhali akl-ı insanî’ye mukabil olarak yaratmıştır. Bu sema Hazreti İbrahim’in semasıdır. Bunun seyrinin devri, me-safesi 24.500 senedir.

27.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmiyedinci mertebe sema-i Müşteridir. Bu semanın cevheri ezrek’ul-levndir. Cenab-ı Hakk bunu insandaki himmete mukabil yaratmıştır. Bu sema Hazreti Musa aleyhisselamin semasıdır. Bu sema devrinin mesiresi 22.066 sene 8 aydır.

28.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmisekizinci mertebe Merrth tabir olunan Behramm semasıdır. Allah bunu insandaki vehme mukabil halketmiştir. Bu semanın rengi kan gibi kırmızıdır. Bu sema Yahya aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesiresi 29.833 sene 120 gündür.

29.        Mertebe

Meratib-i vücuddan yirmidokuzuncu mertebe sema-yı Şems mertebesidir. Şemsin rengi altın gibi sarıdır. Şems, eflakin kalbidir. Cenab-ı Hakk bu semayı kalb-i insaniye mukabil olarak yaratmıştır. Bu sema İdris aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesafe-i devriyesi 17.500 yüz senedir.

30.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzuncu mertebe sema-yı Zühre mertebesidir. Bu semanın cevheri ahzar’ul-levndir. Allah bu semayı insandaki kuvve-i hayaliyeye mukabil halketmiştir. Bu sema Yusuf aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesafe-i devriyesi 15.036 sene 160 günden ibarettir. [45]

31.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzbirinci mertebe sema-i Utarid mertebesidir. Bu semanın cevheri eşheb’ul-levndir. Cenab-ı Hakk bunu insandaki hakikat-i fikriyeye mukabil olarak halketmiştir. Bu sema Nuh aleyhisselamın semasıdır. Bu sema devrinin mesiresi 23.333 sene 120 günlük mesafedir.

32.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzikinci mertebe sema-i Kamer mertebesidir. Kamer, gümüş gibi beyaz ve şeffaftır. Allah bunu heykel-i İnsanîdeki ruha mukabil yaratmıştır. Bu sema Âdem aleyhisselamın semasıdır. Bunun devr-i mesafesi 11.000 senelik mesiredir.*

33.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzüçüncü mertebe felek-i esir mertebesidir. Felek-i esir, kürre-i nâriyeden ibarettir. Alem-i kevn u fesaddaki hareket-i fiiliye evvela bu felek-i   esir’den neşet eder. Bu neşet akl-i âşir denilen akl-i faalin iktizasına göre olur. Felek-i esirin âlem-i arziyeye karşı olan tesirindeki sebep şudur ki felek-i esir, anasırı erbaadan en kuvvetlilerini camidir. Çünkü felek-i esirin tabiatı hararet ve yubusettir. Bu ikisinin anasır-ı ba-kiyede tesiri vardır.
Çünkü hararet, burudetten, yubuset rutubetten daha şiddetli ve daha kavidir. Aksam-ı anasırdan böyle iki kısm-ı kaviyeyi câmi olduğu için felek-i esir mâ-tahtında müessir olmuştur.

34.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzdördüncü mertebe felek-i me’surdur. Felek-i me’sur kürre-i hevaiyeden ibarettir. Bu kürrenin tabiatı hararet ile rutubet vasıtasıyla üstündeki felek-i esirden müteessir, harareti vasıtasıyla altındaki kürre-i maiyede müessir olur. [46) Bu kürrenin heykel-i insaniden numunesi kandır Bunun üstündeki felek-i esirin numunesi safradır. Bunu altındaki kürre-i maiyenin insanda numunesi balgamdır. Daha aşağıdaki kürre-i turabiyenin insanda numunesi sevdadır.

35.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzbeşinci mertebe Jeleh-i müste’sirdir. Felek-i müste’sir, kürre-i maiyeden ibarettir. Bu kürenin tabiatı da burudet ile rutubetten ibarettir.
Şurası da malumun olsun ki Cenab-ı Hakk, eflak-i mezkureden herbir felek arasında onu velyeden diğer feleke mücaveret halketmiştir. Bu mücaveret aralarındaki mü-nasebetten neşet eder.
Kürre-i maiye ile kürre-i hevaiyenin mücavereti her ikisine sirayet eden rutubetten naşidir. Kürre-i türabiye ile kürre-i maiyenin yekdiğerine ittisal ve mücavereti, her ikisine de sari olan burudetten dolayıdır. İşte bu mü-nasebet sebebiyle herbir felek muttasıl olduğu felekde ifa-yı tesir eder.
Şurası bir hakikat-i sabitedir ki: Bir şeyin diğer şeyde tesiri aralarındaki münasebete tabidir. Bir şeyin diğer bir şey ile içtimai da yine böyledir.
Bu zikrolunan münasebet ya zâtiyedir, ya sıfatiyedir, ya fiiliyedir. Bunlardan herbirisi de ya lazım, yahut arazîdir.
Hikâye: Hukemadan birisi sabahleyin evinden çıktığı sırada karşısında bir mecnun gelerek tutmuş elinin içini öpmüştür. Hakîtn-i mezkur “Bu deli ile aramızda nisbet 
olmasa gelip elimizi öpmezdi” diyerek arasında münasebet araştırmaya başlamıştır. Bu babdaki tefekkür ve teemmülün neticesinde kendisinde tabiat-ı sevdaviyenin galebesini görmüş, “Mecnun ile aramızda hasıl olan münasebet bu tabiat-ı sevdaviyeden dolayıdır” demiş, müddet-i medide kendisini tedavi ederek tabiat-ı sevdaviyenin kendisinden indifama muvaffak olmuştur. [47]
Diğer hikâye: Ulemadan birisi güvercinle karganın birbiriyle gezdiğini görerek zahirdeki adem-i münasebeti düşünmüş, bu ictimadan taaccüb etmiştir. Mamafih me-seleyi hâli üzre bırakmayarak içtimaa sebep araştırmış ve im‘an-ı nazar ederek her ikisinin ayağında topallık olduğunu görmüştür. “İşte ikisinin ictimaına sebep bu meseledir” diyerek münasebet-i sıfattaki şüphesini izale eylemiştir. Bu iki hikayenin sırrını anlayan kimse için bu hikâyelerde büyük ilim vardır.19

36.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzaltıncı mertebe Jelek-i müteessirdir Felek-i müteessir kürre-i turabiyeden ibarettir. Teessürât-ı kevniyenin mahall-i zuhuru bu küredir. Kürre-i turabiyenin üstündeki eflakta tesir ve teessüre ait her ne şey hasıl olursa onun hükmü kürre-i turabiyede zahir olur.
Ehlinin indinde bu meselenin usul-i malumesi vardır.
Uzatma korkusu olmasa, felsefe ulûmundan bir bahse girişmek korkusu olmasa zikrolunan teessürat ve müteessiratın usulünü şerh eder ve bir müteessirin mâ-fevkindeki şeyde bulunan aynı eserle nasıl müteessir olduğunu, kendinin mâ-fevkinde bulunmayan eser ile de nasıl müteessir olduğunu şerh ve tafsil ettiğimiz gibi, kendi nefsine illet olması meselesini de zikrederdik.
Bir şeyin kendi nefsine illet olabilmesi mukteziyat-ı akliyeye muhaliftir. Çünkü aklın hükmüne göre bir şeyin kendi nefsine illet, yani vücudunda müessir olması mhaldir; zira illetle malul arasında mugayeret bulunması zaruridir. Fakat bize göre bu zarurete lüzum yoktur.
[48]     Bir şey kendisinden başka bir illet ve sebeple ma-lul olabildiği gibi, kendinin aynı olan illetlerden de malul olabilir; yani illet malulun tamamiyle aynında olabilir. Bu bir meseledir ki tarik-i fikri ve nazariden bunu bilmekliğe imkân yoktur. (Ruh gibi). Bu zevk işidir. Allah istediği kimseye bu zevki verir.

37.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzyedinci mertebe maden merte-besidir. Madenlerin birçok şekli ve nevi vardır. Madenler yerin altındaki boşluklardan yerin yüzeyine doğru çıkan buharlar ve dumanlardan tahassul eder.

38.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzsekizinci mertebe nebatat mer-tebesidir. Nebat cism-i nâmiden ibarettir. Kendisinde nema bulunduğu için madenden bir mertebe daha aşağıdadır. Çünkü maden cevahir-i basitadan mürekkeb cisimden ibarettir. Bunun içindir ki Hukema-yı Meşşaiyyûn’un kâffesi nebatın ruhu olduğuna kail olmuşlardır. Bu sebebe mebnidir ki Berahime taifesi kat‘-ı eşcardan ictinab ederler. Hatta Berahime’den birisine bir diken lazım olsa yine onu ağacından koparmaz. Çünkü Berahime mezhebince hayvanata eza etmemek ve hayvan eti yememek esas-ı itikadlarındandır. Ne hayvan yerler, ne de hayvanı öldürürler; hatta hayvandan eza görseler, yine hareketleri böyledir. Hayvan yememekten başka, yumurta gibi hayvaniyete inkılab edecek şeyleri de yemezler.
[49]     Ağaç kesmekten imtina ve ictinabları, ağaçlardaki nemaya bakarak “Ağaçların ruhu vardır" demelerindendir. “Onlarda ruh olmasa, bu nema hasıl olmazdı” derler. Ben seyahatim esnasında Berahime memleketlerinden birinde bir ağaç gördüm. Bu ağaca yaklaşınca yaprakları derhal büzülüyordu. Bu büzülmek kendisinde ruh olduğu hissini veriyor.
Bu zikrolunan Berahime mezhebidir. Maamafih mu-hakkikine göre mahsüsâttan hiçbir şey yoktur ki o şeyin ruhu olmasın. O mahsus olan şey ister nebat, ister maden, isterse başka bir mevcuttan ibaret olsun mutlaka ru
hu vardır. Çünkü Cenab-ı Hakk “Ve in min şey’in illa yüsebbihu bi hamdihi” [Isra, 17/44 ve hatta hiçbir şey yokturki O’nu hamd ile teşbih etmesin...”] buyurmuştur. Bir şeyde ruh olmadıkça o şeyin teşbihine imkân yoktur. Binaenaleyh her şeyin ruhu vardır. Bu ruh keşf için müşahede olunur. Ve o ruh ile muhataba da vukû bulur.
Eşyanın teşbihi muhtelif şekillerde, muhtelif ve acib li-sanlar ile vukû bulur. Herşey kendisini teşbih eden Hakk’ı ben de teşbih ederim.
Şurasını da bil ki nebat madeniyetle hayvaniyet arasında bir berzahtır. Çünkü maden bir hal üzere baki olan cemadattan ibarettir. Hayvan ise iradesiyle müteharriktir. Nebatat ise bu ikisinin arasında berzahtır. Nebat, ihtiyariyle müteharrik olmadığı için bir bakıma cemad, diğer bir bakıma cemad değildir. Bunu anla! [50]

39.        Mertebe

Meratib-i vücuddan otuzdokuzuncu mertebe hayvan mertebesidir. Ukala, hayvanı “iradesiyle hareket eden cism-i nâmiden ibarettir” diye tarif etmişlerdir. Hayvan — bizim indimizde— cisim ile imtizaç eden ruhtan başka birşey değildir. Bunu anlatmak için deriz ki: Bir cisim da-ğılıp suret-i cismiyesi zail olduktan sonra yine o cisim ile imtizaç eden ruhun suretine göre cism-i zailin ruhu bu âlemde zahir olsa, işte biz o zahir olan ruha hayvan tesmi-ye ederiz. Daima suret-i cismiyenin ismi o suretin muktezasına göredir. At gibi, insan gibi enva-ı hayvanattan başka bir hayvan ismi gibi.
Şunu da bil ki hayat beş kısımdır:
1.         Nev-i evvel, hayat-ı vücudiyedir. Bu mevcudatın kâffesine sâri olan hayattan ibarettir. Mevcudat tabirinin içinde, ulvisi, süflisi, latifi, kesifi dahildir. Her mevcudda bu lıayat-ı vücudiyeden hayat vardır. O hayat da o şeyin aynî vücudundan ibarettir. Sufiyenin kâffesi hayat-ı vücudiyeye “mevcudata sâri olan vücud” demişlerdir.
2.         Nev-i sâni, hayat-i ruhiyedir. Hayat-ı ruhiye, hayat-ı melekiyeden ibarettir. Ruhaniyât âlemlerinde ne kadar mevcud var ise, kendilerindeki hayat-ı melekiye bi’l-asaledir. Bu sebebe mebnidir ki onlar Allah’ın ibkasıyla dai-ma bakidirler. Çünkü ruh, ruh olduğu cihetle “memata ve helake münafi hayat” demektir. Kıyamet-i [51] kübrada fena-yı ekber sırasında melâikenin de defaten yok olup yine lıeman var olacağına dair olan söz, bazı vecihlere ve bazı itibarâta göredir. Bunu anla!
Bu hayat-ı ruhaniyeden hayvanatın da nasibi vardır. Fakat hayvanattaki hayat-ı ruhiye avalim-i ruhiye mev-cudatı uda olan hayat gibi bi’l-asale değildir. Belki tabiiyyet suretiyledir. Bunun içindir ki hayvanattan hayat-ı dünyeviye zail olur. Ve o hayattan hayat-ı uhreviye ile baki olurlar. Her hayvanın ahirete nazaran bekası da hayatının icabına göredir. Hayvanatta hayat, insanda ve cinde olduğu gibi hayat-ı kâmile ise. dâr-ı ahirette bu neviden olanların bekası vücudıdir, aynîdir, tamamiyle kâmil olarak hasıldır. Hayatı nakıs olanların dar-i ahirette bekası aynen değil, hükmendir.
3.         Nev-i sâlis, hayat-ı hehimedir. Bu hayat-ı behimeye karaciğerin tecvitlerinde câri olan kanda müstakarr bulu-nan gariz-i hararet ve rutubetten ibarettir. 1 layat-ı behimeye ne/s-i hayvaniye tabir olunur. Bazı hayvanatta kan bulunmaması, seni bu mesele hakkında galâta, şüpheye düşürmesin! Çünkü kendisinde kan bulunmayan hayva-natta hararet ve rutubeti hasıl olacak kan makamına ka-im madde vardır. Kezalik bazı hayvanatın karaciğeri yoktur. Bu nevden olanlarda da cisimde gıda vazifesini ifa edecek karaciğer [52] makamına kaim uzuv vardır. O uzuv ecsam-ı kâmile-i hayvaniyede olan karaciğerin vazifesini ifa eder.
4.         Nev-i râbi, hayal-ı arızadır. Hayat-ı ârıza başka bir şeyden diğer şeye gelen ve bu cihetle husul bulan kemalâttan ibarettir; ilim gibi, çünkü ilim cahil için hayattır; hahar gibi, çünkü bahar yer için bir nevi hayattır. Nur-i Şemsin cirm-i Kamer üzerine düşmesi gibi, bu da Kamer için bir nevi hayattır. Kezalik ziya-ı Şemsin yeryüzünü parlatması gibi, bu da yer için bir nevi hayattır. Hayat-ı ârıza için sayılamayacak kadar misal mevcuttur.
5.         Nev-i hâmis, hayat-ı ilahiyedir. Hayat-ı ilahiye kemalâtı son derece câmi olmak nokta-i nazarından her veçhile ve her itibar ile lıayat-ı asliye-i lâzimeden ibarettir.
İşte bâlâda tadad ettiğimiz bu izahat hayatın envamı nâtıktır-. Mevcudattan bazısında bu beş nev-i hayattan bir nevi, bazısında iki nev, bazısında üç, bazısında dört nev bulunabilir. Hayatın beş nevini cem ve ihata ancak insanı kâmil içindir. Insan-ı kâmil, enva-ı hayatın kâffesini câmi olup bu cem ve ihata başkası için mümkün değildir.
Hülasa insan-ı kâmil cem ve ihata ile mümtaz olup bu ihataya başkası nail olamaz. İşte sözüm de bu insan-ı kâmili beyan etmek sırasına gelmiştir. [53]

40.        Mertebe

Meratib-i vücuddan kırkıncı mertebe insan mertebesi-dir. İnsan ile meratib-i vücud tamam olmuş, âlem insan ile kemal hasıl etmiş, esmâ ve sıfâtınm muktezasma göre zuhur-ı ekmel ile Hakk, insan ile zahir olmuştur.
İnsan zuhur itibariyle vücud mertebelerinin en son mertebe-i tenezzülünde olup başka bir mevcud için mümkün olmayan kemal mertebesine nazaran da en yük-sek mertebededir. 
Biz müellefatımızdan el-Insan’ul-Kâmil fi Marifet'il-Evahir ve'l-Evail, Kulb'ul-Acaib ve Feleku'l-Caraih; El-Memleket'ur-Rahhaniyye el-Mudi‘a En-Neşal’il-İnsaniyyel; el-Kemaltı'el-llahiyye li’s-Sıfal'il-Muhammediyyc; el-insan İnsan Ayn'ul-Vücud el Vucudi Ayn'il-Insan'il-Mevcud; el-Kitah'ul-Merkum fi Sırr'il-Tevhid’il-Mechul ve’I-Malum; Hakikat’ulHakayık adlı kitaplarımızda insanın fazl u kemalini muhtelif ibareler, mütenevvi işaretlerle zikr u beyan ettik. Bu kitaplardan Hakikal'ulHakayık nam kitap henüz hitama ermemiş, yed-i telifimizdedir. İnsanın fazl u kemalini bu kitaplarda zikrettiğimiz gibi, insanda mevcud olan ceın'iyet ve ihatanın husulü keyfiyetini de bu kitaplarda beyan etlik. Kezalik insanın terkibini, heyet-i zahiresini, heyet-i balinasını bütün hakayık ve dekayıkıyla bu kitaplarda izah etlik. Bu hakikate tamamiyle vasıl olmak isteyen kimse bu babdaki izah-ı kâmili o kitap-ların birisinde okusun.
Mütaalasını cehd u ihtimam ile yapan salik, insanın hakayık-ı hakkıye ve hakayık-ı halkiyeyi mücmel olarak, mufassal olarak, hükmî olarak, vücudî olarak, bi’z-zât ve’s-sıfat olarak, lüzum ve arazî olarak, hakikat ve mecaz olarak bilmiş ve kendi hakikatindeki câmiiyeti müşahade etmiş olur.
Ayan-ı hariciye âleminde her neyi görür veyahut işitir-sek, o şey insanın dekayıkından bir dakika yahut hakayıkından bir hakikatin ismidir.

Hülasat’ul-Hülasa:

İnsan haktır, zâttır, sıfattır, arştır, kürsidir, levh-i mahfuzdur, kalem-i a'ladır, melektir, cennettir, semavattır, semavattaki her şeydir, yerdir, yerin ihtiva ettiği her şeydir, âlem-i dünyadır, âlem-i uhrevîdir, vücudu vücudun câmi olduğu her şeydir, haktır, halktır, kadimdir, hadistir.
Her kim benim nefsimi bildiğim gibi kendi nefsini bilirse ona hesabsız aferin olsun! Çünkü o kimse rabbini nefsini bildiği gibi bilmiştir.
Artık burası kitabımızın âhiridir. Tevfik Allah’tandır.
Elhamdulillahi rabb’il-âlemin ve sallallahu alâ seyyidina Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellem teslimen kesiran daimen ebeden ilâ yevm’id-din.
Âmin! Âmin! Âmin!
ABDÛLKERİM CÎLİ
Tercümeye başlanış: 10 Kanun-i Evvel {Aralık} 1939 Tercümenin sona erişi: 25 Şubat 1940 Tercüme eden: Eski Karasi mebuslarından Balıkesirî Abdülaziz Mecdi Tolun İstinsah Tarihi: 21 Nisan 1940
[İmza)
Osman


Not: Tarama hataları var...çok yerini düzelltim yine de özür dilerim.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar