İnsan Vücudunun Mertebeleri
Tercümesi:
Abdülaziz Mecdi Tolun
kaddesellahu sirrehu
Abdülaziz Mecdi Tolun
kaddesellahu sirrehu
Önemli
Not: Metinde geçen Osmanlıca kelimelerin bazıları günümüz Türkçesi ile
verilmiştir.
MERATİB-İ VÜCUD VE BEYAN-I HAKİKAT-İ IBTİDA-İ KÜLL-İ MEVCUD
[1] Şeyh Hemedani, ârif-i rabbani,
Abdülkerim b. İbrahim el-Geylanî (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hazretlerinin
Meratib-i Vücud ve Beyan-ı Hakikat-i İbtida-i Küll-i Mevcud adlı risalelerinin
tercümesidir.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd u senâ Hazret-i Hâlık-ı
Kibriya’ya mahsustur. O Cenab-ı Hakk, ulu varlığın mertebelerine istihkaklarını
tam ve kâmil olarak ihsan buyurmuştur.
Ve O, vücud mertebelerinde hüsn ü
cemal, sübut ü zeval, meyl ü itidal gibi âyât-ı beyyinat ile zahir olmuştur.
Binanaleyh bu ulu varlıktan daha mükemmel bir vücudun varlığına imkân yoktur.
Çünkü vücud-ı mezkur her nevi kemalâtı câmidir.
Meratib-i vücudda tecelliyat-ı
mezkure ile mütecelli olan Cenab-ı Hakka mecd ü iclale aid haiz olduğu
kemalâttan dolayı hamd u senâ ederim. Benim bu hamd u senam öyle bir hamd u
senâdır ki vütuba, imkâna, muhale aid ve hakk-ı zâtı için tahakkuk eden zâtın
hamdi gibidir.
Ve şehadet ederim ki kebir-i
müteal olan Cenab-ı Hakk’tan başka ilah yoktur. [2] Kebir-i Müteal-i mezkur her mevcudda hulul, ittisal, infisal olmaksızın
zahirdir. Bu zuhur aklın daire-i tasavvurunda ve hayalin muhit-ı vâsiinde olan
keyfiyetten mücerreddir.
îjelıadete şehadet ederim ki
Hazret-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’ın mazhar-ı ekmeli,
mazlıar-ı a'zamıdır, tecelligâh-ı muhiti ve tecelligâh-ı akdemi ve akvemidir ve
hâtime-i nübüvvet olan rasul-i ekremidir; âyât-ı beyyinat ile müzeyyen olan ulu
varlığın zilletidir. Allah ona salât etsin (fuyuzatını mezad buyursun);
şerefini, azamet-i şanını ve mecd ü hayatını en âli eylesin! Besmeleyi,
hamdeleyi, salveleyi ifadan sonra derim ki: Ukala-yı sufiyenin en ziyade
ihtimam ettiği ve fudalâinn ömr-i azizlerini sarfettiği bir şey var ise o da
marifetullah mesele-i celilesidir.
llim-billah, yani marifetullah
gayet vâsi ve ihatası pek büyük olan bir ilimdir. Binaenaleyh bu ilme talib
olanların medarik-i irfaniyeden maksuduna erişememesi agleb-i ihtimaldir. Hatta
imdadât-ı mütenevvianın kâffesine inazhar olsa yine bu ihtimal mevcuttur. Çünkü
şimdi işaret ettiğimiz bu kavm-i celil (sufiye) —Allah bunlardan razı olsun— himmetini
bu iline hasretmiştir. Fakat mazhar olabildikleri füyuzat, füyuzat-ı
na-mütenahiden bir kısmı mahsustur. Nail oklukları füyuzata da kaygılarına göre
nail olurlar [3] ki bu nailiyet, hazret-i (mertebe-i) tecellii İlahîden nebean
eden feyz-i mukaddesi ve feyz-i akdesi kabul edebildikleri derece ve mikdara
tabidir.14
Hazret-i tecelli de o hazret (o
derece) ile ittisaf-ı hakikiye ve desâtir-i zahiriye ile tahalli ve tezeyyün
ile tahakkuk şeklinde zuhur eder; yani bâtının i'tilası, zahirin de desâtir-i mezkure
ile tezeyyün ve i'tilasına tabidir.
Bundan başka ruh’ul-kuds ile de
teyid-i İlahî olmadık-ça mezkur maksad-ı âli hasıl
olmaz. Ruh’ul-kuds, feyzi hüsn-i telakki ile âhara ilka ve telkih için
lazımdır. Hatta sufiye nefahat-ı ilahiyenin devamı ve hayrât-ı gaybiyenin
tevatürüyle beraber bu ilmi yekdiğerinden taleb hususunda ihtimam göstermişler,
mesele-i celileyi arîz u arnîk ifadeye muktedir bir racul-i kâmil ele geçirmek
için kürre-i arzın üstünde birçok seyahatler yapmışlardır.
Bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdadî
hazretleri “Kubbei semanın altında marifetullahtan daha şerefli bir ilim
olduğunu bilseydim oraya kadar sefer ederdim” buyur-muştur. Hazret-i Cüneyd’in
bu sözünde bu ilmin şerefine ve bu ilmi taleb edenlerin bu babda meşakkat-i
seferîyi ihtiyar ederek seyahat etmesinin lazım,
belki vacib olduğuna tenbih vardır.
Şeyh Ahmed Rufai hazretleri de
şakirdanina “Bu
marifetullah ilmini öğreniniz. Çünkü zamanımızda cezebât-ı ilahiye azalmıştır”
buyurmuştur. [4] Rufai hazretlerinin cezebât tabirinden maksadları meczubîndir;
yani “Meczubîn bu zamanda azalmıştır” demek istemiştir. Bu kılletin
sebebi ise ehl-i zamanın nefahat-ı rahmaniyeye talib olmamasıdır.
Hazret-i Rufai’nin cezehât
tabirini izah için, istersen “Feyz-i tecelliyi kabul için tahalli ve tezeyyün
azdır” de! Hazreti Şeyh’in, “cezbelerin azlığı” tabirinden maksadı, “ehl-i
zaman üzerine cezebât-ı ilahiyenin zuhuru azdır" mânâsına da
hamledilebilir;
yoksa “geçmiş zamanlara nisbetle nefs’ul-emrde cezebât-ı ilahiye azdır” demek
değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk kâffe-i tecelliyatıyla esmâ ve sıfâtının
iktizasına göre halkı üzerine daima tecelliyat-ı kudsiyesini ifaza
eylemektedir.
Şeyhim, Şeyh İsmail el-Cebertî
hazretleri de şakirdanından bazı ihvanımıza “Şeyh Muhyiddin-i Arabi
hazretlerinin kitaplarını mütalaayı tavsiye ederim” buyurmuştu. Muhatabı olan
şakird “Efendim! Zuhur-ı feyz-i ilahiyi bekleyerek ve bu babdaki füyuzata
intizar ederek sabretsem muvafık olmaz mı?” demişti. Hazret-i Şeyh cevabda:
“Sen nail-i feyz olmak için ihtiyar-ı sabrı, husul-i maksadına bais görüyorsan
bu senin istediğin, Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin kitaplarında zikrettiği
şeyin aynıdır; yani onları mütalaa ile, sabır ile hasıl
edeceğini hasıl etmiş olursun” dedi.
Şeyhin bu sözü şakirdanına ve
ihvanına baid olan mesafeyi takrib ve güç olan bu yoldaki seferleri teshil
içindir. Çünkü marifetullaha talib olan, bizim ilmimize aid mesailden bir
meseleye nail olursa mücahade suretiyle elli senede [5] nail olamayacağı feyze
nail olmuştur demek olur. Bunun sebebine gelince, bu tarike salik olan,
mücahade ile sülukunun ve a'malinin semeresine nail olur.
Ehlullahtan kâmil olanların
eserlerinde beyan ettikleri ilimler de sülük ve a‘mal-i halisalarının
semeresidir. Malul olan bir amelin semeresiyle muhlis olan bir amelin semeresi
arasındaki farkı sen düşün! Hatta diyebilirim ki kâmil olanların ulûmu’ a‘mal-i
halisalarının semerelerinin de fevkindedir. Çünkü bunların ilimleri kalblerinde
varid olan feyz-i İlahî ile hasıldır. O feyzi,
kabiliyetlerinin vüs'atlerine göre ahzederler.
Ehlullahtan kâmil olanların
kabiliyetleriyle bir mürid-i talibin kabiliyeti arasındaki fark-ı azim ise bir
emr-i aşikârdır. Kâmillerin eserlerine vazettikleri mesaili ve o meselelerden
mefhum-ı hakikîyi, talib anlayıp yakin hasıl edince
talib-i mezkur ile musannıf-ı müşarun-ileyh ara-sında o meseleyi bilmekle
müsavat hasıl olur. Bu suretle musannifin nail olduğu feyze nail olmuş bulunur.
Ve o mesele musannifin nasıl malı ise, meseleyi anlayan talibin de öylece malı
olur.
İşte kütüb-i tasavvufta vazedilmiş
olan ilimlere ait her mesele böyledir. Binaenaleyh kütüb-i mezkuredeki mesaili,
hüsn-i idrak ve hüsn-i temyiz eden kimse, kitabın musannifi ilmi hangi madenden
almış ise o da o madenden ahzetmiş demek olur. Kütüb-i hakikatte zikredilen
mesaili anlamaktan müridin aczine şeyh muttali olursa kütüb-i mezkureyi
mütalaadan saliki meneder. Bu suretle hareket eden ehlullah görülmüştür. Çünkü
aklı ve idraki kısa olan kimse ehlullalun sözlerini onların kastettiği mânâya
muhalif olarak ahzeder ve o suretle [6] istimal ederse kendisi için bais-i
helak olur yahut faidesiz olarak hakikat kitaplarını karıştırmakla ömrünü
ziya'a uğratmış olur. Bu kabilden olan salikleri kütüb-i hakikati mütalaasından
şeyhin menetmesi vacibtir. Mütalaadan menettiği salikin kendisine menfaat verecek
işlerle iştigalini şeyh arzu etmiştir ki onu mütalaadan men eylemiştir.
Fakat bazı zeki ve fehm u gayreti
aşikâr ve celi ve imanı kavi olan salik, ehlullah kitaplarından matlubunu elde
edebilir ve maksuduna nail olabilir.
Ben zamanımızda Arab’dan, Acem’den,
Hind’den, Türk’ten ve daha başka milletlerden birçok kimseleri gördüm. Kütüb-i
hakikat mütalaasıyla ehlullah mertebesine nail ve onların makasıd-ı âliyesine
vasıl olabilir. Bu suretle hakikat kitaplarını mütalaadan istifade eden salik,
bu istifadesine bir de sülük ve mücahades'inin meydana getirdiği malumatı da
ilave ederse kâmiller mertebesine ermiş olur. Yalnız kitaplardan olan
istifadesi üstünde durarak ilaveye muktedir olamazsa arifiye mertebesinde
tevakkuf eylemiş olur.
Bunun sebebini izaha gelince:
Ehlullah kitaplarında dercedilmiş olan mesail, bu dercin mahiyet-i zahiriyesine
nazaran tasrih şeklinde sana ilm-i tevhidi öğretir. Yine mezkur
mesail-i münderice ibare ve işaret ve kinaye ve telmih nokta-i nazarından da
sana ayn-ı tevhidi telkin eder. Kezalik mesail-i mezkure, emsal zikri suretiyle
ihtiva ettiği remz ve sünuhat ile sana hak tevhidi öğretir. Hasılı
bu babda yazılmış olan kitapların bazısını şu zikrolunan üç kısmı ihtiva [7]
ettiği için seni ilm-i yakine isal eder. İlm-i yakine vasıl olup da o ilmin
muktezasıyla amel ederek o nevi kitapları mütalaaya devam edersen seni ayn-ı
yakine ve sonra hakk'el-yakine terakki ettirir.
Hakk’el-yakine vasıl olabilmek
için kitabın müellifinin zikrettiği ahkâmı nefsine tatbike ihtimam ve itina
eylersen netice bir derece bâlâ hakk’el-yakindir. Bunu yapamazsan ayn’el-yakin
mertebesi mahall-i tevakkufun olur.
Hülasa, mütalaa eden kimsenin
hakk’el-yakine vasıl olması müyesser olursa artık kitapların faidesi ondan
munkatıdır. Çünkü kitapların insanı yükseltebileceği mertebenin nihayeti
hakk’el-yakin mertebesidir. Bu mertebeye de şehadet ve temyiz ve fehm-i tam
ashabı vâsıl olabilir.
Hakikat’ul-yakine gelince, elbette
ve elbette hiçbir türlü mütalaa ile o mertebeyi elde etmek mümkün değildir.
Çünkü esas itibariyle
hakikat’ul-yakin mertebesi tabir u tasvir ve ifade altına girmekten daha
bâlâdır. Bu bir mertebedir ki müdrekat-ı ilmiye ve ayniye ve zevkiyenin
bâlâsında bir emr-i vehbi-i İlahîdir. Allah o
mertebeyi istediği kimseye ihsan eder.
Bak, hatırıma geldi; şimdi sen
dersin ki:
“Madem ki
nihayet’ul-emrde hakikat kitaplarını mütalaadan feragat muktezidir, ben
şimdiden o mütalaayı terkederek istidad-ı zâtıma nazaran lutf-ı İlahîyi
intizarda kalırım, mücahedede devam ederim.” Cevabda ben derim ki: [81 Şimdi şuracıkta
beyan etmiş olduğumuz veçhile, iIm’elyakin, ayn'el-yakin, hakk’el-yakin;
hakikat kitaplarından istihsal edilecek kavaidin müntehası olsa da mütalaayı
terkederek bütün ömründe yalnız mücahade suretiyle mezkur
hakayıka vâsıl olamamak da pekçok muhtemeldir. Binaenaleyh mütalaa faideden
hâlidir denemez. Çünkü biz tarikimizde ihvanımızdan birçok kimseleri kütüb-i
hakikat mütalaasıyla az zamanda yaşlıların vâsıl olamadığı mertebeye erişmiş
gördük. O derecedeki kırk yahut elli senede mücahede ile hasıl
olabilecek mertebeyi elde eylediler. Halbuki zikri
geçen yaşlılar onları, tarike idhale sebep olmuş idiler. Fakat yaşlılar sülük
ve mücahedeleri üzerinde tevakkuf ettikleri halde gençler kütüb-i hakikat
mütalaası üstünde devam ettiler. Bu suretle gençler hakikatte yaşlıların
mevkiine, yaşlılar gençlerin mekânına geçmiş oldular.
Hatta gençlerden bir şair [şöyle]
demiştir:
Ve kad tebenneytü abai alâ sikatin
İz lâ mahalete inni vechu külli
ebî.
Ben babalarımın hepsini hakiki bir
şekilde kendime evlad edindim.
Çünkü şüphe yoktur ki ben
babalarımın hepsinin zâtıyım.15
15 “tebenna"; Peygamberlik iddia
etmektir “Nebi” kelimesindendir. Meşhur şair Mütencbbi lıakkındaki 'mütenebbi'
tabiri bundandır. “Tebenni” evlad illihaz etmektir. “İhtı” kelimesindendir.
Bazı nüshalarda “tebeyyentü" görülmüştür ki yanlıştır "Tebeyyene"
aşikar olmak demektir.
Bu beyt, şeyhimizin şakirdanından
birisinindir. Bu zâtın lıakayık kitaplarını mütalaadan [9] başka usul-i tarika
aid hiçbir şey ile iştigalini bilmiyoruz; hatta hakayık kitaplarını mütalaa ile
bu babda akranından birçoklarına tefevvuk etmiştir. Bu zâtın ismi Ebu Bekir b.
Muhammed el-Hakkâk’tır. Bunun ilm-i hakikate aid birçok manzumeleri vardır. Bu
zâtın eş'arını cem eden ve divanını mütalaa edenler kendisinin uluvv-i kadrini
bilirler. Bu hikayeyi kitabımızın dibacesinde beyan
etmekteki maksadımız, bu ilmin kadrini, uluvv-i şanını bildirerek bu fenn-i
şerifi, hakayık kitaplarını mütalaa ile tahsile teşvik içindir. Hakayık
kitaplarını mütalaa ve mümarese ile beraber, ehli olan rical ile de müzakere
lazımdır. Çünkü bu yolda öyle adamlar bulunur ki sana bir kelime ile bütün
ömründe kitaplardan alabileceğin malumattan ziyade bir hakikat bildirmiş olur.16
Bu ciheti tevsik edince deriz ki:
Salik kitaplardan derece-i fehmine göre malumat alır. Âlim-billah olan kâmil
ise sana hakikati anlatmak istediği zaman bu hakikati senin kalbine mahiyet-i
asliyesiyle ilka etmeye kadirdir.
Şurasında şüphe yoktur ki sâlikin
idraki ile kâmilin idraki arasında fark-ı azim vardır. Bunun için denmiştir ki:
“Muhakkikine göre
hakikat kitaplarını mütalaa, sâliklerin amellerinden efdaldir."
Edebe riayetle beraber ehlullah
ile mecalis ve sohbet, kütüb-i hakayıkı mütalaadan ekmeldir. Bundan başka hakka
hâdi olacak kâmillere mülazemet şarttır. Böyle bir kâmili elde edemezsen
hakayık kitaplarını mütalaaya devam ve kütüb-i mezkuredeki [10] ulûmun
muktezasına göre harekete ihtimam iktiza eder. Şeyh-i kâmil bulamadığın zaman
bu nevi kitapları mütalaa, seni maksuduna ve mabuduna nail eder.
Mukaddimedeki malumat-ı sâbıkayı beyandan
sonra esas mevzumuza sözü nakl ile deriz ki:
Cenab-ı Hakk’ı marifet şu ulu
varlığı marifete mütevakkıftır. Bunu hüsn-i idrak et! Bu ulu varlığı bilemeyen,
bu Ale’l-ıtlak vücud, Hakk’a ait
birtakım umuru ve halka ait birtakım umuru hâmildir.
Mesela Yunus Emre Hazretlerinin “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" vecizesi gibi ulu varlığın mevcudunu da bilemez. Ve bir kimsenin bu ulu varlığa ait ilmi ne derecede ise, ulu varlığın mevcudu hakkındaki ilmi de o nisbettedir.
Bu hakikati söyledikten sonra vücud’un tafsilatına mübaşeret ederek izahına başlıyoruz.
Umur-ı mezkure; umur-ı külliye,
umur-ı cüziye, umur-ı hakikiye ve umur-ı maneviyeye münkasim olarak birçok
aksam ve envai meydana gelir. O aksam füruât kabilindendir. Aksam-ı mezkure
sayılamayacak ve hasr u idrak altına alınamayacak derecede çoktur. Böyle olmakla
beraber, bu akşamın kâffesi meratib-i vücuddan 40 mertebeye münhasırdır. Mezkur 40 mertebe, meratibe aid keyfiyetlerin ümmehâtı, yani
ana hatları ve usulüdür. Evet! Meratib-i vücud sayılamayacak derecede çok
olduğu halde mezkur 40 mertebe âtide zikredeceğimiz
veçhile meratibin kâffesine şamil ve meratibin kâffesini muhittir; hatta 40
mertebeden her bir mertebenin diğer mertebeye nazaran arasında da birçok
meratib varsa da o meratibi de bu 40 mertebe imkânı altına almıştır.
[11] İşte ben mezkur kırk mertebeyi mahall-i
mah-suslarında bir bir zikrettim. Bu meratibi bilmekle vücud’un hakikatini
bilir ve o marifet sayesinde vücud’un mucidini de bilmeye muvaffak olursun.
Cenab-ı Ilakk muvaffıktır, hâdidir, tevekkül O’na karşı olur. Bu kitabı yazmak
ve münderecatını anlayabilmek ve o fehm u idrak ile terakki etmek O’nun lutfuna
vabestedir. Onun için ben Huve hasbi ve ni'mel vekil diyerek birinci mertebeye
başlıyorum.
Meratib-i Vücud
1. Mertebe
Meratib-i vücuddan birinci mertebe
zât-ı ilahiye merte-besidir. Zât-ı ilahiye bazı veçhelerine nazaran gayb-ı
mutlak, gayh’ul-gayb da derler. Çünkü zât-ı İlahî bu mertebede sırf zâttan
ibaret olup nisbetlerin ve tecelliyatın kâffesinden mukaddes ve müberra ve
mutlaktır. Bunun için sufiye zât-ı ilahiyeye zât-ı sâzic tabir etmiştir.
İbareler bu mertebede ifham ve ifadeden kâsır ve zâtın bu mertebedeki
suradıkat-ı iclaline işaretler munkatıdır. Onun için bu mertebeye
munkatı’ul-işarât, meçhul’un-na't da tesmiye olunmuştur. Yine bunun içindir ki
bazı ârifler zât-ı ilahiye için vücuda mukaddem adem
tesmiye etmişlerdir.
Bu tesmiyeye sebep nisbetten ve
başka şeylerden daha âmm olan sırâfet-i zâtiyedeki ıtlaktır. Yoksa
bu tesmiyeyi yapan arifin maksadı, “O mertebe-i ademiyedir (ma'dumdur) da hâşâ
ve kellâ sonradan vücud bulmuştur” demek değildir; [12] belki o arifin bu
tesmiyede bulunması şunu anlatır ki: Zât-ı ilahiye kendisinde asla nur-i
taayyün ol-mayan zulmetten ibaret olup vücud-i mahzm hakikatidir; yani hiçbir
veçhile onu bilmeye yol yoktur; min-küll’ilvücuh meçhul demektir. Bunun
içindir ki Hazret-i Peygamber’e bir zât tarafından “Halkı halk etmezden önce
Rabbimiz nerede idi?” şeklinde vukû bulan suale cevaben Hazret-i Peygamber,
“Üstünde ve altında hava olmayan âmâda idi” cevabını vermiştir.
“Üstünde ve altında hava yok” demek,
“üstünde sıfat ve nisbet olmadığı gibi altında da sıfat ve nisbet yoktur”
demektir. Bâlâda şimdi sebkeden ibaremizde biz buna işaret ettik.
Mânâsı yazılan hadisin mefhumuna
nazaran sufiyeden bir taife de zât-ı ilahiye’ye meskütun-anh demişlerdir. Bu
sebepten dolayı bazı muhakkikler zât-ı ilahiye’yi meratib-i vücuda idhal
etmemiş, belki “vücudun mâverasinda bir emirdir, bir sırdır” demişlerdir. Bu
suretle bu mertebedeki zât-ı ilahiye’yi meratib-i vücuda idhal etmeyen
muhakkiklerden bazıları da âmâyı ikinci derecedeki meratibden saymışlardır.
Bunlar meali geçen bâlâdaki
hadiste “Halkı halktan evvel Rabbimiz nerede idi?” sualini düşünerek âmâyı
mertebe-i rububiyetten sonra bir mertebe olmak üzere kabul etmişlerdir.
Bize gelince, biz bu tecelli-i
ademî ile bâlâda işaret ettiğimiz âmâyı kastetmiyoruz. Bazı muhakkiklerin
tecelli-i ademî tasvirini kabul ile beraber bizim âmâdan maksadımız —bâlâdaki
izahımız veçhile— altında ve üstünde nisbet ve sıfat olmayan mânâya göre olan
âmâdır. [ 13] Bizim muradımızla bazı muhakkiklerin muradını anlayan kimse,
vücud-ı mahz’da fikirlerimiz arasında tevafuk olduğunu da anlar.
2. Mertebe
Meratib-i vücuddan ikinci mertebe
tecelli-i evvel, ehadiyet, vücud-ı mutlak tabir olunan mertebe olup zât-ı
ilahiye’nin tenezzülâtından birinci tenezzüldür ki taayyün-i manevîden
ibarettir.
Zâtın tecelli-i evveli olan bu
tecelli-i ehadî de zâtın sırâfetinin hakikatidir. Fakat mertebe-i ûlâdan bir
derece aşağıdadır. Çünkü vücud, bu tecelli-i ehadî de zâtın taayyünü ile
tahakkuk etmiştir. Bâlâdaki tecelli-i amâı mertebe-i vücudun kendisine
nisbetinden daha âlidir.
Biz vücud-ı mutlak hakkında bir
kitap telif ettik; o kitabın ismini: elVücud'ul-Mutlak'ul-Maruf
bi’l-Vahid’il-Hakk koyduk. Vücud-ı mutlakın tafsilatım murad eden o kitaba
müracaat etsin!
Bunun sebebini ve cihetini de
el-Kcmalâl’ul-llahiyye fi's-Sıfüt'il-Muhammcdiyyc adlı kitabımızda beyan ve
tafsil etlik. Burada meseleyi anlamakta şüphesi olan o kitabı mütalaa etsin!
Burada biz yalnız nefs-i mertebeyi beyan ile iktifa ettik. Çünkü bu kitabı
teliften maksad meratib-i vücudun cem'inden başka birşey değildir.
Şurası da malumun olsun ki
tecelli-i ehadi zuhur ile bü-tün arasında rabıtadır; yani zili ile şems
arasındaki hatt-ı mevhum gibi butûn ile zuhur arasında bir emr-i sâlis olmaya
salihtir. Bunun için muhakkikler tecelli-i ehadi [14] yerine berzahiyyet-i
kübra demişlerdir.
Hülasa, ehadiyet butûn ile zuhur
arasında berzahtan ibarettir. Bu da mertebe-i velâdetten, velâyet-i
Muhammediye’den ibaret olan Hakikat-i Muhammediye’den başka birşey değildir.
Hazreti Muhammed salla'llâhü
aleyhi ve sellemin Derece-i Velayeti
Kabe kavseyni ev edna [Necm, 53/9:
“İki yay veya daha yakın oldu”], ilm-i mutlak, beyan-ı sırf, aşık
ve maşuka nisbetten mücerred aşk ile beyan olunmuştur. Bunun için buradaki
ilm-i mutlak tabiri ile âlim yahut maluma nisbeti olmadığı mânâsı kastolunduğu
gibi vücud-i mutlak tabi-rinden de kıdem ve hudûsa nisbeti olmadığı mânâsı
kasdolunmuştur. Bunu anla!
Hasılı, bu mertebe itibarâtın ve
nisbetlerin ve izafatm sukutu ve esmâ ve sıfatın kâffesinin bu mertebede
butûnu, mahiyetinde olmak üzere ehadiyet’ul-cemden ibarettir. Bundan dolayı
bazı muhakkikler bu mertebeye mertebe-i hüviyet adını vermişlerdir. Çünkü bu
mertebe zâta mahsus olan şe’n-i İlahîden esmâ ve sıfatın aynının aynıdır.
3. Mertebe
Meratib-i vücuddan üçüncü mertebe
zâta nisbetle ikinci tenezzüldür. Bu mertebeye vahidiyet tabir olunmuştur.
Kesret bidayeten bu mertebeden
neşet eylediği gibi, yine o kesret nihayeten bu mertebede münadim ve mütelaşi
olur (dağılır). Çünkü bu mertebe butûn ve zuhuru kabul eden zât mertebesidir.
Binaenaleyh şimdi söylediğimiz iki nisbet kendisi hakkında sadık olur. Bu
mertebede [15] esmâ ve sıfâtın ve mezahir-i ilahiyenin kâffesi, şe’n-i zâtı
İlahî ile zahirdir; o esmâ ve mezahirin şuunu ile değil. Binaenaleyh esmâ, sıfât
ve mezahirden herbirisi, zıddı olan İkincisinin aynı olur. Bunun için muhakkikler bu mertebeye ayn-\
sabite, menşe-i müstevi, hazret’ul-cem, hazret’ul-vücud, hazret’ul-esmâ
ve’s-sıfât demişlerdir.
4. Mertebe
Meratib-i vücuddan dördüncü
mertebe uluhiyet merte-besidir. Uluhiyet,
sırf zuhurdan ibarettir. Bu zuhur hakayık-ı vücudiyeden herşeyin istihkakını
i'ta ile mütecellidir. Bu mertebede kesret taayyün eder. Bu mertebede
me-zahirden hiçbir şey diğer mazharın aynı değildir. Halbuki
vahidiyette böyle değildi. Vahidiyette mezahirden herbiri diğerinin aynıdır. Halbuki uluhiyet mertebesinde herşey diğer şeyden tahayyüz-i
küllî ile mütehayyizdir. Bunun için uluhiyet
mertebesine menşe’ul-kesret’il-vücudiyye, hazret’üt-taayyünat’il-ilahiyye,
hazret'ûl -cem‘’il-cem, meclâ’l-esmâ ve’s-sıfât, hazret’ul-külliyye ve
mertebet’ulmeratib adları da verilmiştir.
Mertebet’ul-meratib denmesinin
sebebi, mertebelerin herbirisi bu mertebede taayyün ederek tahayyüz-i mahsus
ile zahir olduğu içindir. Şu halde bütün esmâ-i ilahiye, bütün sıfât-ı ilahiye,
bütün şuun-i ilahiye, bütün itibarâta, bütün nisbetlere, bütün izafetlere
tamamiyle istih-kakını veren bu mertebedir.
5. Mertebe
[16] Meratib-i vücuddan beşinci
mertebe rahmaniyet mertebesidir. Rahmaniyet vücud-i sâri tabiriyle izah
edil-miştir. Buna Peygamberimiz nefes-i rahmani ile işarettir.
Kesret-i kevniye ve kesret-i
ilahiyenin tamamiyle zuhuru bu rahmaniyet mertebesidir. Cenab-ı Hakk’ın herşeyi
muhit olan rahmeti bu mertebe ile beyan olunmuş merhametidir. Bu rahmet-i
ilahiye, kesret-i ilahiyeyi muhittir. Kesret-i ilahiye dediğimiz esmâ ve
sıfât-ı ilahi-yenin kâffesidir. Burada rahmet, esmâ ve sıfâtın ızhar-ı âsarıyla
tahakkuk eder. Rahmet-i ilahiye kesret-i kevniyeyi de muhittir. Kesret-i
kevniye kabil-i terkib ve terekküb olan eşyanın kâffesidir. Burada rahmet o
eşyanın vücudunu ademe tercih ile tahakkuk etmiş ve o
eşya mevcud olmuştur.
Hülasa, rahmet-i ilahiye
ber-vech-i bâlâ kesret-i kevniye ve ilahiyeye şamildir. Bunun için Cenab-ı Hakk
Kur’an’da “Ve rahmeti vesi'at külle şey" [A'raf, 7/156] (Benim rahmetim
herşeyi muhittir) buyurmuştur.
6. Mertebe
Meratib-i vücuddan altıncı mertebe
rububiyet mertebe-sidir. Merbubiyetsiz rab tasavvuru mümkün olmadığından bu
mertebede ubudiyetin vücudu taayyün eder. Yine bu mertebede celâl ve cemalin
mevkileri zahir olur. Bu mertebe, kemal mertebesi ve azametin minessa-i azameti
mertebesidir. Bu mertebede hem heybet-i ilahiye hem de üns-i İlahînin tesiri
vardır. Bu mertebe manzar-ı kudsü ve meşhed-i mukaddesi [17] muhit olan
tecelligâh-ı akdesidir. Hakk’a ait tenzihi mutazammın esmânm kâffesi bu
mertebeye racidir. Sıfat-ı mukaddese bu mertebe ile ihtisas hasıl
eder. Bu mertebeye hazret’ul-kuds tabir olunur.
Enbiya ve rusul-i izamı ve kütüb-i
ilahiyeyi inzal ve şera'iyi tesis, muti için na'im, âsi için azab ile mücazat
tayini bu mertebeye aittir. Enbiya ve rüsul-i izamın nübüvvet ve risaletleri
itibariyle makamı, bu mertebedir. Mezkur enbiyanın
hakikatleri itibariyle değil.
Bu izaha mebnidir ki İbrahim
aleyhisselam Rabbine “Ya Rabbi! Ölüleri nasıl diriltirsin bana göster” mânâsına
“Rabbi erinî keyfe tuhy’il-mevta” [Bakara, 3/260] dedi.
Musa aleyhisselam, “Ya Rabbi!
Kendini bana göster, sa-na bakayım” mânâsına “Rabbi erinî enzur ileyk"
[A‘raf, 7/143] dedi.
Hazreti Muhammed’den hikaye olarak CenabHakk Kur’an’da “Lekad rea min âyât-i
rabbih’il-kübra” [Necm, 53/18] buyurdu. Âyetin mânâsı, “Hazret-i Muhammed
miraçta rabbinin âyâtından (alâmetlerinden) çok büyük şeyler gördü” demektir.
Hülasa, nübüvvet ile risaletin
mercii, rububiyettir. Rububiyet, ulviyet-i mutlakayı mutazammındır. Bunun içindir
ki Musa’ya “Elbette beni göremeyeceksin” mânâsına “Len teranî” [A'raf, 7/143]
cevabı verildi. Çünkü Hazreti Musa “Ya Rabbi! Seni göreyim" hitabını
tecelli-i rububiyet [18] makamına yapmış idi. Eğer bu hitabı rahmaniyet yahut uluhiyet yahut vahidiyet tecelliyatına yapmış ol-saydı “Beni
göremezsin” diye men ile cevap verilmezdi. Çünkü rahmaniyet, vücud-i sâri
makamında olduğu için eşyanın kâffesinin aynıdır.
Vahidiyet de böyledir. Halbuki Hazreti Musa, mezkur tecelliyata değil de tecelli-i
rububiyet makamına “Ya Rabbi! Bana kendini göster, seni göreyim" dediği
için kendisine “Beni göremezsin” cevabı verildi; zira teâlâ ve tekaddes
rububiyetin şanından olduğu gibi eşyanın rububiyete luhukundan münezzeh olmak
da rububiyetin şanındandır. Binaenaleyh o mertebede bir kulun rabbinden rüyet
talebi ubudiyet ve rububiyetin esrarından dolayı su-i edebdir. Bu taleb su-i
edeb ise de Musa aleyhisselama nisbetle değildir. Çünkü Hazreti Musa, udebanın
ekmelidir. Şu kadar var ki ubudiyet ve rububiyet, irade-i ilahiye muktezasına
göre câri olan takdir-i ilahiye gibi umur ve şuun-ı zâtiyyenin iktiza ettiği
mertebelerdir. Bunu anla!
Bunun içindir ki Cenab-ı Hakk,
cebel (dağ) üzerine (Musa’nın varlığı) rububiyet sıfatıyla tecelli edince dağ
parça parça oldu. Musa da nefsinden fâni olarak yere düştü. Cenab-ı Hakk dağ
üzerine rahmaniyet sıfatıyla [19] tecelli etseydi, o dağı hem ibka eder hem de
nura gark ederdi
7. Mertebe
Meratib-i vücuddan yedinci mertebe
melikiyet mertebe-sidir. Bu mertebe emr u nehy-i İlahînin nafiz olması
mer-tebesidir. Çünkü melik bütün mülkünde icra-yı hükümete kadirdir; onun
mülkünün dahilinde bulunanlardan hiçbir kimse emir ve
nehyini reddedemez.
İşte Cenab-ı Hakk’ın bir şeye kün
emrini verir vermez, o şeyin feyekun yani
vücud-pezir olması bu tecellidendir. Çünkü memlukun, malikinin mutii olmak
zaruridir.
Rububiyet mertebesinden varid olan
emr-i İlahî ile me-likiyet mertebesinden varid olan emr-i İlahî arasındaki fark
şudur ki: Rububiyet mertebesinden varid olan emr-i İlahîde bir nevi terbiye
variddir. Bunun için rububiyet mertebesinden varid olan evamir-i ilahiye enbiya
ve rusul-i izamdan ibaret bulunan vasıtalar ile gelmiştir.
Bu nevi emirlere karşı kul için itaat
ve muhalefet müm-kündür. Melikiyet mertebesinden varid olan emir böyle
değildir. O mertebeden sadır olan evamire karşı muhale-fete imkân yoktur.
Cenab-ı Hakk bir şeye ‘ol’ der demez o şey
o vasıf üzerine vücud-pezir olur. Bunun için bu mertebedeki evamir
vasıtasızdır. Çünkü bu nevi evamir şüphesiz emrolunan şey üzerinde nafizdir.
[20] Esmâ ve sıfât-ı ilahiyenin âsarını meydana getirmesi bu mertebe
tecelliyatmdandır
Hülasa, bu mertebe ekvanda müessir
olan esmâ ve sıfât-ı ilahiyenin seyyididir; yani esmâ ve sıfata nisbetle
makam-ı rabbanidedir. Binaenaleyh evvela bu mertebeden istihkakım alan, sıfât-ı
zâtiye-i ilahiyedir.
8. Mertebe
Meratib-i vücuddan sekizinci
mertebe esmâ ve sıfât-ı nefsiye mertebesidir. Bu mertebe hakikatte dört isim ve
sıfattan ibarettir. Bu dört olmadıkça mahluk için
kemal-i zâti husulüne imkân yoktur.
Bu dörtten birincisi hayattır.
Çünkü hayatı olmayan her zât, kemal-i zâti derecesine nazaran nakıs demektir.
Bunun için bazı arifler hayat a “zât-ı mukaddesenin aynıdır” dedikleri gibi bazı
ulema da “Hayy ismi, ism-i
azamdır” demişlerdir.
Bu dörtten İkincisi ilimdir. Çünkü
ilmi olmayan her dirinin hayatı, hakiki değil arazîdir. Ilm, her hayy-i zâtinin
rükn-i âzamidir. Çünkü kemal-i hayatın tahakkuku ilim iledir. Bunun için
Kur’an-ı Kerim’de hayat, ilimden kinaye olarak zikredilmiştir. “Evemen kâne
meyten fe-ehyeynahu" [En'am, 6/122] âyet-i kerimesi mezkur
kinayenin şahididir. “O ölü, yani cahil ve kör idi; biz onu dirilttik, yani ona
ilim ihsan ettik” demektir.
[21] Hayal sıfatının ilim sıfatına mukaddem olmasında sebep şudur ki:
Hayatı olmayan âlimin vücudu mutasavver değildir. Hasılı
sıfât-ı nefsiye içinden hayat; o sıfatlara nisbetle mevki-i rabbanidedir. Bunun
için bazı muhakkikler hayata imam’ul-eimme demişlerdir. Bu tabirdeki eimme ile
murad sıfât-ı nefsiyedir; imamı da (reisi de) hayattır. Sıfat-ı nefsiyenin bâki
sıfatlara nisbetle eimme olması, bâki sıfatların bir eimme dediğimiz sıfatların
ihatası altına dahil oldukları içindir.
Bu dörtten üçüncüsü irade sıfatıdır.
Hem hayy, hem âlim olan her zâtın iradesi olmazsa başka şey icad edebilmesi
tasavvur olunamaz.
Hak ise eşyanın kâffesinin
mucididir. Binaenaleyh Hakk mürîddir; yani sahib-i iradedir. Eşyadaki ihtisas
iradeyle tahakkuk ettiği gibi, mümkinatta vücudun ademe
rüchanı da o iradeye mütevakkıftır.
Bu dörtten dördüncüsü kudret
sıfatıdır. Bir şeyi irade edip de onu işlemeye kadir olamayan her zât aciz
demektir. Halbuki Hakk Teâlâ hazretleri aczden
münezzehtir. Binaenaleyh Hakk, kadir-i mutlaktır.
İşte bu saydığımız dört sıfat esmâ
ve sıfâtın ümmelıatı, yani usulüdür. Bu dört sıfat Hakk’a nisbetle meclâ-yı
sânidir, mefatih’ul-gaybdır.
[22] Bizim kemal-i zâta taalluk peyda edebileceklerimiz bu dört
sıfatla olur. Çünkü hayat, ilim, irade ve kudret sahibi olan zâtın kendi
vücudunda kâmil ve başka bir şeyi icadda mükemmil olduğu şüpheden azadedir.
Cenab-ı Hakk’m semi ve haşir
sıfatlarına gelince, bunları sıfât-ı nefsiyeye Hakk, kendisi muzaf kılmıştır.
Bu izafet ve nisbet Kur’an’da ve ehadis-i şerife’de variddir.
Mahlukatta olan ilim, sem'i ve basarla vuku
bulan istifadesi yüzünden ziyadeliği kabul ettiği gibi ilmin mahluk
hakkında kemali de ancak sem' ve basar ile
tahakkuk eder. Bu mânâca sem! ile basîr sıfatlarına
sıfât-ı nefsiye-i hakkiyeye nisbette mutasavver olan kemal, mahluk hakkındaki
kemal gibi değildir; yani Cenab-ı Hakk ın ilminde ziyan ve noksan vukuuna cevaz
variddir demek olmayıp belki bu iki sıfatı Hakk’a nisbet mahluktaki kemal
üzerine vuku bulan lıükm ile gayb-ı mutlak olan Hakk’ın kemalinde iştibah olamayacağı
hükmü üzerine matuftur.
Cenab-ı Hakk’ın mütekellim ismine
gelince, Hakk’a mütekellim ıtlakı Kuranda varid olduğundan dolayıdır. Cenab-ı
Hakk “lnnema kavluna li-şey’in izâ eradnahu ennekule lehu kün fe-yekûn” |Nahl,
16/40) buyurmuştur. Bu âyetin mefhumuna nazaran
Cenab-ı Hakk, tekvin i kavle (söze) rabteylemiştir.
Hülasa, bir âyet-i kerime
dolayısıyla mütekellim sıfatı da sıfât-ı nefsiyeden olmak zaruridir. [23] Çünkü
Hakk’ın kendi zâtında kemal-i vücudu ve başka bir şeyi icadı Kur’an’a nazaran bu
sıfat iledir.
lzahat-ı mezkureye nazaran esmâ ve
sıfât-ı nefsiye yediden ibaret olmuş olur. Bazı muhakkikler sıfat-ı nefsiyeye
bekayı da ilave ederek sekize iblağ etmişlerdir. Onlar “Beka zât-ı kâmilin
vücudunda ve icadında kemal cümlesindendir” derler ve delil olarak şunu da
ilave ederler ki kâmil olan zâtında beka olmasa başka birşey icadını tasavvura
imkân olmazdı. Allah hakkı söyler ve doğru yola hidayet eder.
9. Mertebe
Meratib-i vücuddan dokuzuncu
mertebe esmâ-yı celâliye hazreti, yani mertebesidir. Esmâ-yı celâliye kebir,
azim, aziz, çelil, mecid ve bunlara benzeyen esmâ-yı ila-hiyedir. [24]
10. Mertebe
Meratib-i vücuddan onuncu mertebe
esmâ-_yı cemaliye hazreti, yani mertebesidir. Esmâ-i cemaliye, rahim, selam,
mümin, lâtif gibi esmâ-i ilahiyedir. Esmâ-i izafiye esmâ-i cemaliye’ye
mülhaktır. Esmâ-i izafiye, evvel, âhir, zahir, bâtın, karib, baid gibi.
11. Mertebe
Meratib-i vücuddan onbirinci
mertebe esmâ-i fii fiyedir. Esmâ-i fiiliye iki kısımdır. Bir kısmı Mümîi, Zârr,
Müntakım gibi esmâ-i fiiliye-i celâliyedir. Bir kısmı da Muhyi, Rezzak, Hallâk
gibi esmâ-i fiiliye-i cemaliyedir.
12. Mertebe
Meratib-i vücuddan onikinci
mertebe âlem-i imkân mertebesidir. Tecelliyat-ı fiiliye, tenezzülat-ı ilahiye-i
hakkıyenin âllarıdır; akl-ı evvel de tenezzülât-ı ilahiye-i halkiyenin
mebdeidir. İmkân ise halk ile Hakk arasında mütevassıt bir mertebedir. Çünkü
imkâna ne yalnız adem ne de yalnız vücud ıtlak
olunabilir; zira imkân adem ile vücuddan her ikisini kabul eder. Âlem-i
imkândan bir mümkinin taayyünü, tenezzülat-ı ilahiyeden âlem-i halkîde zuhuru
demektir. Bu taayyün hasıl olmazsa imkân, imkânı üzere
bâkidir. Şu halde âlem-i imkân iki vücud arasında bir berzahdır. “İki vücud”
dediğimiz vücud-ı kadim ile vücud-ı muhdesdir.
Bu meselenin sebebini izaha
gelince deriz ki: Mümkin üzerine her cihetten adem
isminin vukuu sahih olmadığı gibi her cihetten vücud [25] isminin nisbeti de
sahih değildir; yani adem ismi imkâna bir nisbet olduğu gibi, onun mukabilinde
vücud ismini ıtlak da yine bir nisbetten ibarettir. Şu halde imkâna ne
tamamiyle vücud, ne de tamamiyle adem diyebiliriz.
Mümfein, vücud-ı hakikî ile vücud-ı mecazî arasında mütevassıt bir mertebeden
ibarettir. Çünkü muhakkikine göre adem halk’tan
ibarettir, vücud ise lıakk’a işarettir. Halk madum, hakk mevcuddur. Mümkin bu
iki mertebe arasında mütevassıt bir mertebedir. Maamafih hepsi ondan ibarettir.
Bunu iyi anla!
13. Mertebe
Meratib-i vücuddan onüçüncü
mertebe akl-ı evvel mertebesidir. Risaletmeâb Efendimiz “Cenab-ı Hakk'ın evvela
yarattığı akıldır” mânâsına olarak “Evvelu mâ-halekallahu teâlâ el-aklu”
buyurmuştur. Bu hadis-i şerifteki ‘akl’ kalem-i a‘ladan ibarettir. Çünkü
Hazreti Peygamberimiz diğer bir hadis-i şerifte “Evvelu mâ-halekallahu
el-kalemu” (Al-lah’ın ilk önce yarattığı kalemdir) buyurmuştur. Bu hadiste
kalem’den de murad ruh-i Muhammedidir. Buna da delil yine Peygamberimiz
Efendimizin “Evvelu mâ-halekallahu ruhu nebiyyike yâ Cabir!” “Yâ Cabir! Allah
Teâlâ’nın evvela yarattığı senin peygamberinin ruhudur, yani benim ruhumdur”
demektir.
İşte zikrolunan bu üç hadis-i
şeriften aklın, kalem-i a'lânın, ruh-i Muhammedînin şey-i vahid olduğu
anlaşıl-mış olur. Cenab-ı Hakk, ulûmun kâffesini akl-1 evvele ve-dia kılmıştır.
[26] İstersen “Kalem-i
a'lâ’ya istersen Ruh-i Muhammedi ye vedia kılmıştır” de!
Hülasa, ulûmun kâffesi akl-ı
evvel’de mücmel olarak mevcuddur. Bu icmal henüz söylenmeyen sözün kalbde
icmali gibidir. Mücmel olan ulûm-i mezkure, nefs-i küllide şekl-i mufassala
girer. Bu tafsil de sözün lisan vasıta-sıyla tafsili gibidir.
Bir Arap şair [şöyle] demiştir:
lnne’l-kelâm le-li’l-Juadi; ve innema cuil’el-lisanu ale’l-fuad delilen.
Söz söylenmeden önce kalpte
mevcuttur; yani sözün aslı kalptedir. Lisan kalb üzerine delilden ibarettir.
Şurası da malumun olsun ki ukul-i
aşerenin<![if !supportFootnotes]>[2]<![endif]>
a'lâsı aklı evvel, en aşağı metebesi akl-ı faaldir. Mezkur
ukul-i aşerenin kâffesi nefs-i küllînin içinde [27] mündericdir. Ukul ve nefs-i
külliye ait ne varsa ondan senin varlığında nüsha-i kâmile vardır. Bunları
temyiz ve tayine uğraşırsan inşallah hail u keşfine nail olursun.
14. Mertebe
Meratib-i vücuddan ondördüncü
mertebe ruh-ı a'zam mertebesidir. Ruh-ı A'zam nefsi küllî’den ibarettir. Nejs-i
külli de levh-i mahfuz’dan ibarettir. Levh-i Mahfuz’a imam-ı müh in,
ilm[umm]’ul-kitab da denir. Ulûm-i ilahiyenin kâffesi, nefs-i küllide
münbasıttır. Ulûm-i mezkure, nefs-i mezkurede evrak üzerinde huruf-i
rakamiyenin<![if !supportFootnotes]>[3]<![endif]>
zuhuru gibi zahirdir. Nefs-i küllî de akılda münderictir. Nefsin akıldaki bu
indiracı mürekkeb hokkası içinde harflerin indiracı gibidir. Bu itibarla akla
umm’ul-kitab, nefse kitab-ı mûhin denmiştir. Nitekim diğer bir itibara göre de
kalem-i a'lâ’ya umm’ul-kitab, levh-i mahfuz’a kitab-ı mûbin tesmiye olunmuştur.
Kezalik diğer bir itibara göre de ilm-i İlahîye umm’ul-kitab, ulu varlığa
heyet-i mecmuası itibariyle kitab-ı mûbin tabir olunmuştur. [28] Kezalik diğer
bir itibara göre de zât-ı ilahiyeye umm’ul-kitab, ilm-i İlahîye kitab-ı mûbin
tesmiye edilmiştir.
Bu işaretleri iyice teemmül eder
ve bu işaretlerin sende mevkilerini anlayabilirsen sırr-ı kaderi anlamaya
muvaf-fak olmuş olursun. Hidayet Allah’tandır.
15. Mertebe
Meratib-i vücuddan onbeşinci
mertebe arş mertebesidir. Arş dediğimiz cism-i küllî’den ibarettir. Âleme
nisbetle arş, insana nisbetle heykel-i insan menzilesindedir. Heykel-i insan,
insanın cismaniyetini ve ruhaniyetini, zahirini ve bâtınını muhittir. Bunun
için taife-i sufiye heykel-i İnsanîye cism-i külli de tesmiye etmişlerdir.
Heykel-i İnsanîye nazaran hiçbir
mevzi ile tahsis edilmeksizin ruh beden üzerine nasıl mütevelli ve hâkim ise
mevcudata sâri olan ulu varlık da âlemin heyet-i mecmuasını öylece muhittir. Ve
âlemin külliyatı ve cüziyatı üzerinde mütevelli ve hâkimdir. Mezkur
vücud-ı sâri nefes-i rahmaniden ibarettir. İhatası da istiva-yı rahmanidir ve
bu ihatada hulul yoktur. Vücud-ı sârinin nefes-i rahmaniden ibaret oluşu
meselesi, bu sırrı anlayanlara mahsustur.
Hülasa, Hakk’a nisbetle Hakk’ın
ulu varlığı, ruha nisbetle suret gibidir.
[29] Şurası da malumun olsun ki
kalb Allah’ın arşıdır. Âlemin kâffesine de arş-1 Rahman denilir. İki arşın
arasındaki fark yalnız iki isim arasındaki farktan ibarettir. (Şu halde fark
yok demektir).
Allah hakkı söyler ve murad ettiği
gibi hakka hidayet eyler. Tevekkül ve itimat ancak O’nadır.
16. Mertebe
Meratib-i vücuddan onaltmcı
mertebe kürsî mertebesidir. Bu da esmâ-i fiiliyenin istiva-gâhından ibarettir.
Hadis-i şerifte “Inne ricley’il-hakkı mütedelliyeteyni ale’lkürsi”
[buyurulmuştur ki] “Hakkın iki ayağı kürsi üzerinde sallanmıştır” demektir. Bu
iki ayaktan birisi Hakk’ın nehyinden, o birisi [öbürüsü] de emrinden ibarettir.
Cesedinin tedbiri işlerini idare eden O’dur. Sana
nisbetle esmâ-i fiiliye, mezkur nefs-i natıkadan zuhur
eder. Çünkü mülayim ve muvafık olan şeyin husulünü, gayr-ı mülayim olan şeyin
defini taleb eden o nefs-i nâtı-kadir. Bu taleb cüziyet iktizasiyle emir ve
nehiyden iba-rettir. Külliyet iktizasını düşünecek olursan evvel ve ahir şerh
ve izah ettiğimiz şeylerin kâffesi senin içindir.
Kendini teemmül et, kendine iyi
bak, zâtın ne kadar mükemmeldir! Kâmil olan Allah her şeyden âlidir. (30]
17. Mertebe
Meratib-i vücuddan onyedinci
mertebe ervah-1 ulviye mertebesidir. Ervah-t ulviye dediğimiz Cenab-ı Hakk’ın
cemal ve celaline aşk u heyman ile sermest olan ve arş-ı İlahîyi tavaf eden
melâikeden ibarettir. Bunlar mücalese ve muhazara-i ilahiye ehlidirler.
Bunların âlemi, âlem-i ceberruttur ve âlem-i meânidir. Bu nevi melâike
anasırdan ve tabai'den mahlukturlar. Her semanın
melekleri o semanın tabiatına göre mahlukturlar.
Mezkur melâike-i muhibbîn ise halkullahın
en şerefli-sidir. Bunların hepsi Hakk’a kurbiyet-i hususiye ile mukarrebdirler.
Cenab-ı Hakk bunları vahidiyetinin nurun-dan
yaratmıştır. Şu kadar var ki bunlardan her biri Cenab-ı Hakk’ın esmâ ve
sıfâtmdan tecelli-i vahidî itibariyle bir ismin iktizasına göre mahluktur.
Biz bu meleklerin isimlerini ve
Hakk’dan kendilerine verilen nasib-i vâfirlerıni, makamlarını, müşahadelerini
Kiiah'ul-Elif tesmiye ettiğimiz kitapla zikrettik. O kitab Hakikal’ul-Hakayık
adlı kitabımızın oluz cüzünden ikinci cüzüdür. Hakikal'ul-Hakayıh min-vechin
Hakk'a, min-vechin halka aid olan bir kitablır. Mevzu-i bahsimiz olan melâikeyi
bilmek isteyenler kitab-ı mezkuru mütalaa etsinler.
18. Mertebe
Meratib-i vücuddan onsekizinci
mertebe tabiat-ı mücer-rede mertebesidir. Tabiatın [31] tecerrüdü demek,
istiksandan ve âleme sebeb-i hilkat olan erkân-ı erbaadan tecerrüdü hâli
demektir. Tabiat-ı mücerrede istiksana nisbetle huruf-i rakamiyeyi meydana
getiren mürekkeb gibidir. Tabir-i âherle huruf-ı mukattaayı tevlid eden ses gibidir.
Bizim istiksan tabirinden
muradımız; herbirisi münferid olmak üzere hararet, hurudet, rutubet, yubusetür.
Bu istiksanın erkâna nisbeti, tabiatın istiksana nisbeti gibidir.
Hülasa, istiksainn kâffesi erkâna
mebni anasır-ı erbaadan her rükünde mevcuddur. Şu kadar var ki ateşte hararet
ile yubuset galibdir. Suda burudet ile rutubet; havada hararetle rutubet;
toprakta burudetle yubuset galibtir.
Tabiat-ı mücerrede istiksan-ı
mezkureden bir istiksan-ın suretine girse tabiatı o suretten soymak mümkün değildir.
Kezalik istiksan da anasır-ı erbaadan bir unsurun suretini libas-i vücud
ittihaz ederse mezkur istiksanı da o suretten soymak
mümkün değildir. Kezalik erkân-ı mezkure mevcudat-ı unsuriye suretlerinden bir
sureti giyer ve o surete girerse o erkânı da o suretten hal* mümkün değildir.
Şu izaha nazaran mevcudattan her
mevcud, tabiattaki zahirinin fena ve mahvından sonra da giydiği suretle mevcud
olarak bâki kalır. Bu keyfiyeti ehl-i keşf ıyanen, nâs da hislerinden olmak
üzre müşahade ederler.
[32] Bu tabiat-ı mücerrede feleki
çok vâsidir. Cenab-ı Hakk cenneti, cehennemi, mahşeri, berzahı, halk
eyle-mezden evvel ve sonra bu dünyada mevcud olan herşeyi bizim bilip ve
bilmediğimiz mahlukat-ı tabiiyeyi ve bizim için elyevm
zahir-i mahsusuna nazaran âlem-i dünyevi diye; bâtın-ı gaibine nazaran âlem-i
uhrevi diye tesmiye olunan avalimdeki herşeyi bu felek-i tabii içinde
yaratmıştır. Arada berzah dediğimiz butûn ve zuhur kabiliyetinden ibarettir.
Âlem-i hayal, âlem-i misal, âlem-i semseme dedikleri bu berzah âlemidir. Dünya
nüshasının zahirindeki cevarih ve âza ve sair âza-i vücudundan ibaret olduğu
gibi berzah nüshası da hayalinden, ahiret nüshası da senin bâtınından ibaret
olan ruh-i âleminden ibarettir. Allah savabı bilir, merci ve meab O’nadır ve
O’dur.
19. Mertebe
Meratib-i vücuddan ondokuzuncu
mertebe heyula mer-tebesidir. Bu mertebe teşkil ve tasvir mertebesidir.
Deniz-de dalga nasıl hasıl olursa suretlerin hepsi de bu heyula-dan teşekkül eder.
Heyula, vücud suretlerinden bir
sureti iktiza ettiği zaman kudret ve irade-i ilahiye ile o sureti bu âlemde
ibraz ve izhar etmek tabiat üzerine vacibdir. Çünkü Cenab-ı Hakk, heyulada mezkur iktizayı o suretin icadına sebep kılmıştır. Bu
tabiatı muztar olan kimsenin duasını icab-ı ilahiyesine sebep kılması gibidir.
Kur’an’da Cenab-ı Hakk “Muztar olan kimse dua ettiği vakit onu Hakk kabul
eder" [Neırıl, 27/62] buyurmuştur. Heyulanın bu sureti iktizası, heyulanın
o suretin vücuduna [33] muztar olduğuna dair lisan-ı haliyle duası demektir.
Heyulanın muztar olduğu şey, heyulada muzmar ve müstetir olan suretten
ibarettir. Suret-i mezkureyi icad eylemesi için Hakk’ın tabiat üzerine
hükmetmesi icab-ı ilahiyesidir demektir.
Hülasa, heyula suretlere ve
şekillere nisbetle tabiat, ağaçlara nisbetle su gibidir. Su; şey-i vahid olduğu
halde eşcar ve nebatatta, ağaçların ve meyvelerin suretlerini alarak
tagayyürata uğrar. Cenab-ı Hakk Kur’an’da “Eşcar ve nebatat bir su ile
sulandığı halde tu'umuna ve lezzetine nazaran bazısı bazısından daha farklıdır”
[Ra'd, 13/4] buyurmuştur. Hasılı su, bütün yerde biten
şeylerin aslıdır. Yerde biten şeyler üzerindeki tagayyür ve temeyyüz de
aşikârdır. Çünkü mahsulat-ı arziyeden her şeyde lezzet, mikdar, şekil, meyve,
güzellik, çirkinlik ve eşyaya bais-i temeyyüz olan diğer hususatı birbirinden
ayrı olmak üzerine mevcuddur. İşte bu nebatatta suver-i mütenevvia suyun
suretleri olduğu gibi mevcudat âleminden her suret de hakikat-i heyulanın
suretidir. Ve heyulanın temayüzü o suretlerin vücuduyla hasıldır.
Âlemdeki suretlere gelince, bu
suretler içinde gayet u nihayet yoktur. Hasıl-ı kelâm
heyula tabiatın mâ-dûnunda, yani taht-ı hükmündedir. Çünkü heyulanın bir şeyi
iktizası tabiat hükmüyle hasıldır. Bu izahatı iyi
anla!
20. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirminci
mertebe heba mertebesidir. Heba vücudî bir mahal olmayıp hükmen mevcud bir
mekândır. Allah âlemi bu heba’da icad etmiştir. Mekân-ı hükm-i mezkura evvela
heba ismini takan Emir’ul-Müminîn Ali b. Ebi Talib’dir.
Âlemin mekânı olmak üzere tarif
ettiğim “Hebanın vücudu ne keyfiyette tasavvur olunabilir? Bunu bize anlat!”
diye sorar isen, cevaben biz deriz ki: Allah’ın [34] âlemi yarattığı
muhakkaktır. Âlemin kâffesi de mâsivadan ibarettir. Eğer “Cenab-ı Hakk bu âlemi
kendi nefsinde yarattı” diyecek olursak nefs-i ilahiyenin hadisâta mahal olması
lazım gelir. Allah bundan âlidir; yok eğer “Âlemi mekân-ı mahlukta
yarattı” diyecek olursak o mekânın da âlem cümlesinden olması zaruridir. Şu
halde bizim için Allah, âlemi gayr-i vücudî olan mekân-ı hükmîde icad etti
demekten başka çare yoktur. Böyle denince heba, âlemin tarifinden çıktığı gibi,
zât-ı hak olmaktan da hariçte kalmış olur. Bunu anla! Bu zikrettiğimiz delil
felek-i hebaiyi isbat için tarik-i aklî ve nazaridir.
Bize gelince, Cenab-ı Hakk âlemi
ilminden aynına olmak üzere icad etti. Allah’ın ilmi de kendisinin aynı,
kendisinin aynı da zâtıdır. Bizim burada “ilminden aynına icad etti” demekten
maksadımız, Cenab-ı Hakk’ın vücudu, aynına nisbet meselesini kendisine muzaf
kıldığını beyandan ibarettir. Çünkü mevcudatın kâffesi el-an kema kân ilm-i
İlahîde mevcuddur. İlmi de hakikatte kendisinin aynıdır, aynı da kendisinin
ilmidir. Denizin dalgası deniz olduğu gibi. Terahhum!
Zira Cenab-ı Hakk zâtıyla bilir, zâtıyla işitir. Şayet “vasıtayla görür, alet-i
sâmia ile işitir, zâtından gayrı ilim ile bilir" diyecek olursak o ilim, o
sem', o basar yine zâtının aynıdır, gayrı değildir. Şu halde kâinatın zahiri
itibariyle vücudu, Hakk’ın o kâinatı, basarda icadı demektir. Bunun mânâsı da
kâinata vücud nisbetini basara atfetmek, Hakk ın o nisbet-i basara izafetinden
ibarettir. Çünkü kâinat, basarda vücuddan evvel de sonra da Hakk’ın ilminde
mevcuttur, [35] ilm-i İlahîden mufarakat etmiş değildir. Bu adem-i
mufarakat Hakk’ın o kâinatı gerek aynına nisbet-i izafetinde, gerek ilmine
nisbet-i izafeti halinde de Hakk’tan gayr-ı mufarıktır. Çünkü Hakk’ın aynı,
ilminin meratibini tamamiyle muhittir. Bu izaha nazaran Hakk’tan hiçbir şey
gaib değildir. Şu kadar var ki Hakk ın kâinatı aynına nisbeti, icadı aynice
meydana getirdi demektir. Hakk’m bu izafeti, kâinattan ref olunsa, âlem heyet-i
mecmuasıyla münadim olmuş olur. Hülasa, âlem nazar-i ilahi ile mahfuzdur.
21. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmibirinci
mertebe cevher-i ferd mertebesidir. Cevher-i ferd ecsamın aslıdır. Cevher-i
ferd ecsama nisbetle tıpkı kelimeyi teşkil eden huruf gibidir, istersen
cevher-i ferdi teşbihte “Harfi meydana getiren nokta gibidir” de!*
Hasılı cevher; iftirakı ve tecerrüdü
kabul etmeyip ittisali kabul eden şey-i mevcuddan ibarettir. Bunun içindir ki
ecsamın teferruk ve helak ve inhilalliklerinde nihayeti cevherdir. Binaenaleyh
mürekkebin helaki, besatete inkılabı ve eczasının inhilali demek olup bu
inhilalde her cevher münferid olarak baki kalır.
Hülasa, cevhere terekkübünden
evvel cevher-i ferd; terekkübünden sonra cevher-i mürekkeb, terekkübünün
in-hilalinden ve besatete inkılabından sonra da cevher-i basit ve
cüz’un-lâ-yetecezza denir.
Cüz tabirinde küllü nazar-ı
itibara almak ve inhilalden sonra o küll’ü tasavvur etmek zaruridir; yani
cüz’un-lâ-yetecezza denildiği zaman arada küll’ü nazar-ı itibara almak da
zaruridir.
Küll dediğimiz inhilale uğramış
olan mürekkebden baş-ka bir şey değildir.
[36] Bu izah ile cevheri bildikten
sonra şunu da bil ki araz, cevherin ahvalinden, evsafından, şuûnunda ve imkânında
daha başka nisbederinden ibarettir. Cevherin ev-safı mea’d-devam cevher
üzerinde tagayyürâta uğrayan arazlardan ibarettir.
Tagayyur tabirini kullandığımızın
sebebi şudur ki; iki zamanda bir arazın bekası muhaldir. Bunun sebebi araza,
araz tesmiyesi bir mahalden diğer mahalle intikali kabul ettiğinden dolayıdır.
Hülasa cevher, mahall-i ferd olup,
bir araz kendi üstün-de bulundukça arazın yine o cevherde vukû-ı intikaline
imkân yoktur.
Belki arazlar mahall-i ferd olan
cevher üzerinde mea’ddevam intikalâta uğrar. Bu mertebeden sonra gelecek olan
ve her anda hilkat-i âlemin teceddüdüne dair olan mertebede bu meselenin
tafsilâtı gelecektir. İşte o dediği-miz mertebe aşağıdaki mertebedir.
22. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmi ikinci
mertebe, mümkinâtian ibaret olan mürekkehat mertebesidir.
Mürekkebat altı kısımdır:
Mûrekkehat-ı ilmiye, mürekkebat-ı ayniye, mürekkehat-1 sem'iye, mürekkebat-ı
cismaniye, mürekkehat-1 ruhaniye, mürekkehat-ı nuraniye.
a) Mürekkebat-ı
ilmiye, âlimde mevcud olan suver-i malumattan ibarettir. Çünkü suver-i
mürekkebattan her suret ilimde müterekkibdir. Çünkü o suretlerin ilimdeki
ec-zası hariçte cismen mevcud olan cevahirin eczasından terekküb etmiştir.
Âlem-i hayalde mevcud olan şeylerin kâffesi de hayalin ittisa'ıyla beraber bu
kabildendir. Hayal bu kabilden, ruh ile cesed arasında bir berzahtır. Çünkü
suver-i hayaliye eczasının kâffesi âlem-i hisdeki vücudundan mehuzdur.
Hayaldeki terekkübatı, âlem-i ruhtandır.
Binaenaleyh hayal, hem maddî hem
manevî iki hükm ile imtizaç etmiştir.
[37] Bunun
misali: Mesela sen yeşil zümrüd bir ağaç ta-savvur etsen ve o ağacın meyveleri
yakut-ı ahmerden olsa ve o meyveler maldan ve lezzet-i cimadan daha leziz
bulunsa, o ağacın boyu göklerde, tül ve arzına nazaran bu âlemden riPati ile
büyük olsa, o ağacın eczası zümrüdlük, yeşillik, yakutluk, kırmızılık,
tatlılık, ballılık, lezzet-i cimaî ve tül-i arzına nazaran bu âlemden rifatı
ile büyük olmak keyfiyatından ibarettir.
Bu eczanın kâffesi âlem-i ecsamda
senin dahil-i daire-i taakkulun olan umurun
hakikatleri olup bu eczanın ba-zısını bazısıyla âlem-i hayalinde terkib
etmişsin demektir. Bu terkib âlem-i ecsama aid kuvvetin şanından olmayıp belki
âlem-i ervahın mukteziyatındandır.
Bu izahtan şu zahir olmuştur ki:
Mezkur ve mutasavver ağacın âlem-i hayalinde vücudu, âlem-i ecsam
vasıtasıyladır.. (Çünkü eczasının birer birer âlem-i
ecsamda bulunduğu mütehakkıktır.) Terkibi de âlem-i ervah vasıtasıyladır.
Binaenaleyh bu ağaç ikisinden birisine tamamiyle mülhak değildir. Çünkü o ağacı
“yalnız âlem-i ecsam
dandır” desek, âlem-i ecsamda mevcud
olması ve halkın onu görmesi iktiza eder.
Çünkü ağacı temsilde, rifat ile bu
âlemden büyüktür desen, yalnız âlem-i ervahtan da desen, ervahın bekası gibi
baki olması lazım gelir. Halbuki hakikat böyle olmayıp
o ağaç, cisminin hükm-i icadı
ile fenaya mülhaktır. Onu senin tasavvurun ise ruhun hükmü kuvvetiyledir. Çünkü
ruh, âlem-i ecsamdan daha vâsidir.
Bizim izah ettiğimiz bu mesele
içinde ecsamm sırr-ı imtizacı da bildirilmiştir. Çünkü ervah kemalâtını âlem-i
ecsam vasıtasıyla iktisab eder. Görmüyor musun bir kimse anasından âma olarak doğsa, onun ruhu renklerin keyfiyetini bâsıra ile
iktisab olunan hilkatin güzelliğini bilemez. Öyle olduğu zaman sun‘-ı ilahiye
ait [38] ilimden bir nev-i kemali fevt ederek ölmüş demektir. Bir kimse sun‘-ı
ilahiden ne kadarına cahil ise kemalden o mikdarına da cahildir demektir.
Kezalik bir kimse sağır olarak
yaratılsa, o kimse pey-gamberlerin ve peygamberler vasıtasıyla gelen
şeriatlerin cüzlerini bilemez. Bu kimse de öldüğü zaman sağırlığının mani-i
iktisab olduğu kemalâtı fevt etmiş olur. Halbuki sağır
olan kimse sâmiasından başka a za ve havassma ait kemalâtı iktisab etmiştir.
İzah edildiği veçhile ruh ile cesed
arasında sırr-ı imtizacı anladın ise, şunu da bil ve anla ki: Hayal, ecsamdan
mufarakat ettikden sonra kıyamet gününe kadar ervaha makam-ı ikamet olan âlem-i
berzah gibidir. Çünkü ervah kıyamet gününe kadar ne dünyadadır, ne ahirettedir.
İşte bu tafsilat ile mürekkebat-ı İlmiyeyi bilmiş oldun.
b) Mürekkebat-ı
ayniye ye gelince: Cevher üzerine te-vatür ve tevarüd eyleyen arazlar gibidir.
Bu arazları her göz beka ve vücud itibariyle görür. Beka dediğimiz a‘raz-ı
kesireden mürekkeb olub cevher ve hakikat üzerine tevatür ve tevarüd eyler.
Binanealeyh cevher araz gibi mahluktur.
Her nefeste cevherin mahlukıyeti
tevarüd eyleyen araz-ların hükmüyle halk-ı cedidi mütezammındır; yani cevher
her nefeste hilkati itibariyle teceddüd ediyor demektir.
Şurası bir hakikattir ki eczanın
tebeddülü, küllün te-beddülünü muktezidir. Bunun için muhakkikler, âlem her
nefeste, yani her anda halk-ı cedid ile mahluktur (yok
olup var olur). Bu hakikati “Bel-hum fi lebsin min lıalkin cedid” [Kaf, 50/15:
“Doğrusu onlar, yeni bir yaratılıştan iltibastalar”ı âyeti teyid eder.
Görmüyor musun yer altında
toplanan buhar, çıkacak menfez bulamayınca muhrik ve muftır bir su şekline
gir-mekle tagayyura uğrar. Sonra o su da yerden kendisine gelen istidad ve
kabiliyet icabiyle [39] civaya munkalib olur. Civaya munkalib olunca suyun zâtı
tebeddül etmiş demektir. Çünkü civa öyle evsaf ve havass ile mevsuftur ki o
evsaf ne buharın, ne de suyun evsafındandır. Belki buhar ve sudan meydana
gelmiştir.
Hülasa, buhardan tebeddül eden
civa kendisine mahsus vasf ile mevsuftur. Bundan başka buharın, suyun, civanın
hakikatleri yekdiğerinden mütemeyyiz, yani yekdiğerinden başka hakikati
camidir.
Şu izah ettiğimiz tagayyur ve
inkilab zaman-ı vahidde olursa müşahede-i ıyaniye ile derhal müşahede olunur.
Bunu temsil için deriz ki: Zac suyuyla mazi karıştırıldığı zaman mürekkeb olur.
Halbuki yazı için istimal olunan mürekkebin hakikati
başka, zac ile mazinin hakikatleri yine büsbütün başkadır. Hülasa, zac ile
mazinin ihtilatinda gözle müşahade olunan tagayyur zaman-ı vahidde
olduğundandır. Fakat an-be-an âlemde hasıl olan
tagayyur tedrici olduğu için havass onu idrak edemez; yani bu tagayyur
hususunda halk iltibasa düşmüştür. Bâlâdaki âyet-i kerime mucibince halk-ı
cedidden iltibasa düşmüş oldular.
Hülasa, mürekkebat-ı ayniye
basarda içtima eden ecza-nın vücuduyla terekküb eder. Bu terekkübe nazar eden
-eczada misliyet kuvveti ziyade olduğu içineczay-ı mezkureyi şey-i vahid olarak
görür. İşte bizim bu bahiste “cevher üzerinde tevarüd eden muhtelif arazların
ih-tilafıyla cevherin zâtı da aynı da muhtelif olur” dediği-mizin mânâsı budur.
Allah muvaffıktır. O’ndan başka Rab yoktur. [40]
c) Mürekkebat-ı
sem'iyeye gelince, kelime huruf-ı kesireden terekküb eder. O kelimeyi işiten
kimse kelimeyi şey-i vahid olarak işitir. Nağmeler elhan, tellerden,
kirişlerden işitilen sesler, ipekten, tahtadan yahud demirden veya bakırdan
yahud deriden daha başka âlât ve edevâtı tarabdan ibaret olan şeylerden
mürekkebdir. Hatta bir eli, diğer el üzerine vurmaktan çıkan sadâ da böyledir.
Bu bahsi iyi anla!
d) Mürekkehat-ı
cismaniyeye gelince, bu da üç kısımdır. Bu üç kısımdan aİa addolunan birinci
kısım hat tan ibarettir. Hat, yalnız kendisinde bu‘d-i evvel, yani tül bulunan
şeydir. Tül dediğimiz de iki veyahut daha ziyade cevherden terekküb eder. Bu
cevher diğer cevhere zamm olununca tül hasıl olur.
Mürekkebat-ı cismaniyenin kısm-ı
evsatı satıhtır. Satıh, kendisinde tül ve arzdan ibaret iki bu'du camidir. İki
bu'dun terekkübünden bu‘d-i arz hasıl olur. O bu‘d-i
arz satıhtan ibarettir.
Mürekkebatın esfeli cisim’dir
Cisimde üç bu'd bulunur: Tül, arz, umk (ile bâlâya nazaran suhk, aşağıya
nazaran umk)tur.
Cisim sekiz veya daha ziyade
cevherden terekküb eder. Terkib-i cismanî âleminde birinci olarak mevcud olan
şey Felek-i Atlas, en son mevcud olan da insandır.
e) Mürekkehat-ı
ruhaniyeye gelince, bu mürekkebatın eczası âlem-i ruhîden terekküb eder. Bu
eczadan her cüzü erar-i hükmîden ibaret olup itibar ve nazara göredir. Bu kısım
âlem-i ruhîyi müşahade ederek eczaya vâkıf olmuş bulunan kimsenin itibar ve
nazarına göre değildir. Âlem-i ruhîyi görenler o âlemdeki suretleri bilmiş
olurlar. Bu bir keyfiyettir ki [41] bundan daha acib bir şey olamaz. O âlemde
suveri bilmekteki garabetten daha acib mevcudat da vardır.
0 Mürekkehat-ı
nuraniyeye gelince, kevakih tabir olunan ecram-ı felekiyeden ibarettir. Bu
kevakib anasır-ı erbaadan terekküb etmiştir. Anasır-ı erbaa hararet, rutubet,
burudet, yubusettir. insanların havassına nazaran
meşhud olan büyüklükleri ve azametleri derkâr olduğu halde her kevkeb hakikat-i
vahide olduğu hadde kadar gayr-ı kabil-i taksimdir. Hatta felâsife bi’l-ittifak
“Şems kürre-i arzdan yüzlerce defa büyüktür” demişlerdir. Böyle olduğu halde
yine gayr-ı kabil-i taksimdir.
Şeyh Muhyiddin Arabî hazretleri,
felâsifenin bu iddiasını teyid ederek Fusus adlı kitabında felasife sözüne
benzer sözler söylemiştir. Bu bir emr-i acibdir; yani kevakibin mevcud
binalarında bu kadar büyüklük olduğu halde nefs’ul-emrde gayr-i kabil-i taksim
olması ber-vech-i bâlâ çok acib ve bunu idrak akıl için baiddir. Ecram-ı
felekiye’ye envar-ı arzıye de mültehıktır.
Envar-ı arziye, dühun yahut şerri
yahut hatab veyahut bunlara benzeyen şey vasıtasıyla ufk-ı arzda yekdiğeriyle
imtizaç eden nar ve havadan mürekkebdir. Bunu anla!
[Bu keyfiydi izah için bana izin
verilmiş olsaydı en lalif ibareler, en güzel işaretlerle bu risalccikte izahına
girişirdim. Fakat ben bu meseley-i mühimmeyi en-Numus'ul-A'zam
ve’I-Kamus'ul-Akdem adlı kitabımıza vaz ile ve orada izah ile memurum. Cenab-ı
Makk bu einr olunduğum meseleyi mezkur kitaba koymayı
ve orada yazmayı İtana gayet buyurdular. Mezkur kitapta
mütalaa etmiş olursun]
23. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmiüçüncü
mertebe felek-i atlastır. Felek-i atlas, felek-i hükmî değil, felek-i vücudî
demektir. Deveranı, kürsînin altındadır. Aşağıda zikri gelecek olan baki
felekler bu Felek-i atlas ın altındadır.
Felek-i vücudiye [42] tabirimizle
bundan evvel heba, ta-biat ve emsali gibi zikri sebkeden feleklerin hükmî olup
aynî olmadığına tenbih etmek istiyoruz. Bu feleke, felek-i atlas tesmiyesi
kendisinde asla yıldız bulunmamasmdandır.
Felek-i atlas’ın müddet-i
deveranını ve dairesini, keyfiyet-i kat'ını bildirecek bir alâmet yoktur. Ben
bu Felek-i atlas’ta bir felek-i sağir gördüm. Göz açıp yumacak bir müddet-i
kalitede yetmiş bin defa devr etmekte idi. Bu felek-i sağirin ismini sordum.
Bana “Bu felek, felek-i aıidır; devre-i senasından her devreye an tesmiye
olunur” cevabı verildi.
Felek-i atlas altındaki eflak-i
dairenin kâffesi muharrik-tir. Felek-i atlas’m
hareketi nizam-ı vahid ve heybet-i va-hide üzerine bâlâda zikri geçen tabiattan
neşet eder. Bu-nun içindir ki Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle bu âlemin ınüddet-i
medide bekası daim olmuştur. Cenab-ı Hakk böyle ınüddet-i medide bu âlemin
bekasını murad etmeyeydi, diğer eflaki tahrik eden Felek-i atlas’m hareketini
tabi-atından neşet ettirmezdi. Bu Felek-i atlas’m tabiatından inbiası ve
neşeti, Cenab-ı Hakk’ın zeval-i âlemi murad edeceği zamana kadar ber-devamdır.
Cenab-ı Flakk âlemin zevalini
murad ettiği zaman tabiat-ı Felek-i atlas'a karşı kendisinden zuhur eden inbias
ve neşeti selb eder, işte o zaman Felek-i atlas durur. Felek-i atlas’ın bu
tevakkufu ile baki eflak da durur, yıldızlar saçılır, eırır-i ilahı ile kıyamet
kaim olur.
Bu bahsin daha ziyade tafsili
üstünde beyanata girişmemiz lazım gelse tatvil-i kesire ihtiyacı messeder. Halbuki bu risale-i muhtasara, bu tatvilin mahalli değildir.
24. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmidördüncü
mertebe Jelek-i cevZadır. Felek-i cevza kevkeb-i küllidir. Bunun ayniyle vücudu
yoktur. Belki felek-i cevza, güneşle ay arasında bu-lunan bu cl-i malumdan
ibarettir. Bu iki bu'ddan birisine re’s, o birisine [öbürsüne] [43] zenb denir.
Bu iki bu'dun birisinde arz;
cirm-i Kamer ile cirm-i Şems arasında mebsuttur; yani haylulet etmiştir. Bu
haylulet Kamer in nur-i Şems’ten ziya almasına mani olur, küsuf-ı Kamer hasıl olur. Nur-i Kamer’in nur-i Şems’ten mjistefad
olduğunda izaha hacet yoktur. İkinci budda Kamer, Arz ile Şems arasına haylulet
eder. Bulutun ziyaya mani olması gibi zıll-ı Şemsî’nin yer üzerine vukûuna mani
olur, husuf vaki olur.
Bu keyfiyeti bize [size] ber-tafsil
irad etmek lazım gelse, dikkatinizi bir çok hisabat
ile meşgul etmek lâzım gelirdi. Halbuki bu keyfiyet
felsefe-i mahzadır. Binaeneyh bu bahiste bu kadar izah ile iktifa ediyoruz.
“Bu felek-i cevza, felek-i
hükmî’den” ibarettir dedik. Bunu bundan aşağıdaki felek’ul-eflak mertebesinin
fev-kinde itibar etttik ki sebebi şudur: Daima umur-i külliyenin vücuddaki
mertebesi, umur-i vücudiye-i hissiyenin fevkindedir. Yoksa bu sebep olmasa bu
felekin tertib iti-bariyle mevzii, felek’ul-eflak’ın altında olmak lazım
gele-cekti. Çünkü felek’ul-eflak, felek’ul-buruc’dur.
Hülasa, bu tertibi icab eden
felek-i cevzanm felek-i külli olmasıdır. Allalıu a'lem.
25. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmibeşinci
mertebe felek’ul-eflak mertebesidir. Bu feleke felek’ul-kevkeb, mıntıkat’ul-buruc
da derler.
Kevakib-i sabite ve seyyarenin
kâffesi bu felektedir. Yalnız yedi kat göklerdeki yedi yıldız bu hükümden
müs-tesnadır; yani felek’ul-eflakta değildir.
Hülasa, nücum ve kevakibin kâffesi
bu felekte olup kendisine mınlıkat'ul-buruc, felek’ul-eflak, felek’ul-kevakib
tesmiyesine sebep olmuştur.
Şurasını da bil ki nücumun eflakta
vücudu balığın suda vücudu gibidir. Her necmin fekkinde bir de felek-i sağiri
vardır. Yıldız o felek-i sağirde deveran eder. Bir de kendi cinsinden felek’ul-kevkebdeki
mevkiini muhafaza için kutbu
vardır. Bu muhafaza tıpkı dolaptaki kutbun dolabı muhafazası
gibidir.* [44]
26. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmialtıncı
mertebe sema-i Zuhal mertebesidir. Bu, yedinci kat göktür. Bu semanın cevheri,
leyl-i muzlim gibi siyahtır. Cenab-ı Hakk sema-i Zuhali akl-ı insanî’ye mukabil
olarak yaratmıştır. Bu sema Hazreti İbrahim’in semasıdır. Bunun seyrinin devri,
me-safesi 24.500 senedir.
27. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmiyedinci
mertebe sema-i Müşteridir. Bu semanın cevheri
ezrek’ul-levndir. Cenab-ı Hakk bunu insandaki himmete mukabil yaratmıştır. Bu
sema Hazreti Musa aleyhisselamin semasıdır. Bu sema devrinin mesiresi 22.066
sene 8 aydır.
28. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmisekizinci
mertebe Merrth tabir olunan Behramm semasıdır. Allah bunu insandaki vehme
mukabil halketmiştir. Bu semanın rengi kan gibi kırmızıdır. Bu sema Yahya
aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesiresi 29.833 sene 120 gündür.
29. Mertebe
Meratib-i vücuddan yirmidokuzuncu
mertebe sema-yı Şems mertebesidir. Şemsin rengi altın gibi sarıdır. Şems,
eflakin kalbidir. Cenab-ı Hakk bu semayı kalb-i insaniye mukabil olarak
yaratmıştır. Bu sema İdris aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesafe-i
devriyesi 17.500 yüz senedir.
30. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzuncu
mertebe sema-yı Zühre mertebesidir. Bu semanın cevheri ahzar’ul-levndir. Allah
bu semayı insandaki kuvve-i hayaliyeye mukabil halketmiştir. Bu sema Yusuf
aleyhisselamın semasıdır. Bu semanın mesafe-i devriyesi 15.036 sene 160 günden
ibarettir. [45]
31. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzbirinci
mertebe sema-i Utarid mertebesidir. Bu semanın cevheri eşheb’ul-levndir.
Cenab-ı Hakk bunu insandaki hakikat-i fikriyeye mukabil olarak halketmiştir. Bu
sema Nuh aleyhisselamın semasıdır. Bu sema devrinin mesiresi 23.333 sene 120
günlük mesafedir.
32. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzikinci
mertebe sema-i Kamer mertebesidir. Kamer, gümüş gibi beyaz ve şeffaftır. Allah
bunu heykel-i İnsanîdeki ruha mukabil yaratmıştır. Bu sema Âdem aleyhisselamın
semasıdır. Bunun devr-i mesafesi 11.000 senelik mesiredir.*
33. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzüçüncü
mertebe felek-i esir mertebesidir. Felek-i esir, kürre-i nâriyeden ibarettir. Alem-i kevn u fesaddaki hareket-i fiiliye evvela bu felek-i esir’den neşet eder. Bu neşet akl-i âşir
denilen akl-i faalin iktizasına göre olur. Felek-i esirin âlem-i arziyeye karşı
olan tesirindeki sebep şudur ki felek-i esir, anasırı erbaadan en
kuvvetlilerini camidir. Çünkü felek-i esirin tabiatı hararet ve yubusettir. Bu
ikisinin anasır-ı ba-kiyede tesiri vardır.
Çünkü hararet, burudetten, yubuset
rutubetten daha şiddetli ve daha kavidir. Aksam-ı anasırdan böyle iki kısm-ı
kaviyeyi câmi olduğu için felek-i esir mâ-tahtında müessir olmuştur.
34. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzdördüncü
mertebe felek-i me’surdur. Felek-i me’sur kürre-i hevaiyeden ibarettir. Bu
kürrenin tabiatı hararet ile rutubet vasıtasıyla üstündeki felek-i esirden
müteessir, harareti vasıtasıyla altındaki kürre-i maiyede müessir olur. [46) Bu
kürrenin heykel-i insaniden numunesi kandır Bunun üstündeki felek-i esirin
numunesi safradır. Bunu altındaki kürre-i maiyenin insanda numunesi balgamdır.
Daha aşağıdaki kürre-i turabiyenin insanda numunesi sevdadır.
35. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzbeşinci
mertebe Jeleh-i müste’sirdir. Felek-i müste’sir, kürre-i maiyeden ibarettir. Bu
kürenin tabiatı da burudet ile rutubetten ibarettir.
Şurası da malumun olsun ki Cenab-ı
Hakk, eflak-i mezkureden herbir felek arasında onu velyeden diğer feleke
mücaveret halketmiştir. Bu mücaveret aralarındaki mü-nasebetten
neşet eder.
Kürre-i maiye ile kürre-i
hevaiyenin mücavereti her ikisine sirayet eden rutubetten naşidir. Kürre-i
türabiye ile kürre-i maiyenin yekdiğerine ittisal ve mücavereti, her ikisine de
sari olan burudetten dolayıdır. İşte bu mü-nasebet sebebiyle herbir felek muttasıl olduğu felekde
ifa-yı tesir eder.
Şurası bir hakikat-i sabitedir ki:
Bir şeyin diğer şeyde tesiri aralarındaki münasebete tabidir. Bir şeyin diğer
bir şey ile içtimai da yine böyledir.
Bu zikrolunan münasebet ya
zâtiyedir, ya sıfatiyedir, ya fiiliyedir. Bunlardan herbirisi de ya lazım, yahut arazîdir.
Hikâye: Hukemadan birisi
sabahleyin evinden çıktığı sırada karşısında bir mecnun gelerek tutmuş elinin
içini öpmüştür. Hakîtn-i mezkur “Bu deli ile aramızda
nisbet
olmasa gelip elimizi öpmezdi” diyerek
arasında münasebet araştırmaya başlamıştır. Bu babdaki tefekkür ve teemmülün
neticesinde kendisinde tabiat-ı sevdaviyenin galebesini görmüş, “Mecnun ile
aramızda hasıl olan münasebet bu tabiat-ı sevdaviyeden
dolayıdır” demiş, müddet-i medide kendisini tedavi ederek tabiat-ı sevdaviyenin
kendisinden indifama muvaffak olmuştur. [47]
Diğer hikâye: Ulemadan birisi
güvercinle karganın birbiriyle gezdiğini görerek zahirdeki adem-i
münasebeti düşünmüş, bu ictimadan taaccüb etmiştir. Mamafih me-seleyi hâli üzre
bırakmayarak içtimaa sebep araştırmış ve im‘an-ı nazar ederek her ikisinin
ayağında topallık olduğunu görmüştür. “İşte ikisinin ictimaına sebep bu
meseledir” diyerek münasebet-i sıfattaki şüphesini izale eylemiştir. Bu iki hikayenin sırrını anlayan kimse için bu hikâyelerde büyük
ilim vardır.19
36. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzaltıncı
mertebe Jelek-i müteessirdir Felek-i müteessir kürre-i turabiyeden ibarettir.
Teessürât-ı kevniyenin mahall-i zuhuru bu küredir. Kürre-i turabiyenin
üstündeki eflakta tesir ve teessüre ait her ne şey hasıl
olursa onun hükmü kürre-i turabiyede zahir olur.
Ehlinin indinde bu meselenin
usul-i malumesi vardır.
Uzatma korkusu
olmasa, felsefe ulûmundan bir bahse girişmek korkusu olmasa zikrolunan
teessürat ve müteessiratın usulünü şerh eder ve bir müteessirin mâ-fevkindeki
şeyde bulunan aynı eserle nasıl müteessir olduğunu, kendinin mâ-fevkinde
bulunmayan eser ile de nasıl müteessir olduğunu şerh ve tafsil ettiğimiz gibi,
kendi nefsine illet olması meselesini de zikrederdik.
Bir şeyin kendi nefsine illet
olabilmesi mukteziyat-ı akliyeye muhaliftir. Çünkü aklın hükmüne göre bir şeyin
kendi nefsine illet, yani vücudunda müessir olması mhaldir; zira illetle malul
arasında mugayeret bulunması zaruridir. Fakat bize göre bu zarurete lüzum
yoktur.
[48] Bir şey kendisinden başka bir illet ve sebeple ma-lul olabildiği
gibi, kendinin aynı olan illetlerden de malul olabilir; yani illet malulun
tamamiyle aynında olabilir. Bu bir meseledir ki tarik-i fikri ve nazariden bunu
bilmekliğe imkân yoktur. (Ruh gibi). Bu zevk işidir. Allah istediği kimseye bu
zevki verir.
37. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzyedinci
mertebe maden merte-besidir. Madenlerin birçok şekli ve nevi vardır. Madenler
yerin altındaki boşluklardan yerin yüzeyine doğru çıkan buharlar ve dumanlardan
tahassul eder.
38. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzsekizinci
mertebe nebatat mer-tebesidir. Nebat cism-i nâmiden ibarettir. Kendisinde nema
bulunduğu için madenden bir mertebe daha aşağıdadır. Çünkü maden cevahir-i
basitadan mürekkeb cisimden ibarettir. Bunun içindir ki Hukema-yı Meşşaiyyûn’un
kâffesi nebatın ruhu olduğuna kail olmuşlardır. Bu sebebe mebnidir ki Berahime
taifesi kat‘-ı eşcardan ictinab ederler. Hatta Berahime’den birisine bir diken
lazım olsa yine onu ağacından koparmaz. Çünkü Berahime mezhebince hayvanata eza
etmemek ve hayvan eti yememek esas-ı itikadlarındandır. Ne hayvan yerler, ne de
hayvanı öldürürler; hatta hayvandan eza görseler, yine hareketleri böyledir.
Hayvan yememekten başka, yumurta gibi hayvaniyete inkılab edecek şeyleri de
yemezler.
[49] Ağaç kesmekten imtina ve ictinabları, ağaçlardaki nemaya bakarak
“Ağaçların ruhu vardır" demelerindendir. “Onlarda ruh olmasa, bu nema hasıl olmazdı” derler. Ben seyahatim esnasında Berahime
memleketlerinden birinde bir ağaç gördüm. Bu ağaca yaklaşınca yaprakları
derhal büzülüyordu. Bu büzülmek kendisinde ruh olduğu hissini veriyor.
Bu zikrolunan Berahime mezhebidir.
Maamafih mu-hakkikine göre mahsüsâttan hiçbir şey yoktur ki o şeyin ruhu
olmasın. O mahsus olan şey ister nebat, ister maden, isterse başka bir
mevcuttan ibaret olsun mutlaka ru
hu vardır. Çünkü Cenab-ı Hakk “Ve in
min şey’in illa yüsebbihu bi hamdihi” [Isra, 17/44 ve hatta hiçbir şey yokturki
O’nu hamd ile teşbih etmesin...”] buyurmuştur. Bir şeyde ruh olmadıkça o şeyin
teşbihine imkân yoktur. Binaenaleyh her şeyin ruhu vardır. Bu ruh keşf için müşahede olunur. Ve o ruh ile muhataba da vukû bulur.
Eşyanın teşbihi muhtelif
şekillerde, muhtelif ve acib li-sanlar ile vukû bulur. Herşey kendisini teşbih
eden Hakk’ı ben de teşbih ederim.
Şurasını da bil ki nebat
madeniyetle hayvaniyet arasında bir berzahtır. Çünkü maden bir hal üzere baki
olan cemadattan ibarettir. Hayvan ise iradesiyle müteharriktir. Nebatat ise bu
ikisinin arasında berzahtır. Nebat, ihtiyariyle müteharrik olmadığı için bir
bakıma cemad, diğer bir bakıma cemad değildir. Bunu anla! [50]
39. Mertebe
Meratib-i vücuddan otuzdokuzuncu
mertebe hayvan mertebesidir. Ukala, hayvanı “iradesiyle hareket eden cism-i
nâmiden ibarettir” diye tarif etmişlerdir. Hayvan — bizim indimizde— cisim ile
imtizaç eden ruhtan başka birşey değildir. Bunu anlatmak için deriz ki: Bir
cisim da-ğılıp suret-i cismiyesi zail olduktan sonra yine o cisim ile imtizaç eden
ruhun suretine göre cism-i zailin ruhu bu âlemde zahir olsa, işte biz o zahir
olan ruha hayvan tesmi-ye ederiz. Daima suret-i cismiyenin ismi o suretin
muktezasına göredir. At gibi, insan gibi enva-ı hayvanattan başka bir hayvan
ismi gibi.
Şunu da bil ki hayat beş kısımdır:
1. Nev-i
evvel, hayat-ı vücudiyedir. Bu mevcudatın kâffesine sâri olan hayattan
ibarettir. Mevcudat tabirinin içinde, ulvisi, süflisi, latifi, kesifi dahildir. Her mevcudda bu lıayat-ı vücudiyeden hayat vardır.
O hayat da o şeyin aynî vücudundan ibarettir. Sufiyenin kâffesi hayat-ı
vücudiyeye “mevcudata sâri olan vücud” demişlerdir.
2. Nev-i
sâni, hayat-i ruhiyedir. Hayat-ı ruhiye, hayat-ı melekiyeden ibarettir.
Ruhaniyât âlemlerinde ne kadar mevcud var ise, kendilerindeki hayat-ı melekiye
bi’l-asaledir. Bu sebebe mebnidir ki onlar Allah’ın ibkasıyla dai-ma
bakidirler. Çünkü ruh, ruh olduğu cihetle “memata ve helake münafi hayat”
demektir. Kıyamet-i [51] kübrada fena-yı ekber sırasında melâikenin de defaten
yok olup yine lıeman var olacağına dair olan söz, bazı vecihlere ve bazı
itibarâta göredir. Bunu anla!
Bu hayat-ı ruhaniyeden hayvanatın
da nasibi vardır. Fakat hayvanattaki hayat-ı ruhiye avalim-i
ruhiye mev-cudatı uda olan hayat gibi bi’l-asale değildir. Belki tabiiyyet
suretiyledir. Bunun içindir ki hayvanattan hayat-ı dünyeviye zail olur. Ve o
hayattan hayat-ı uhreviye ile baki olurlar. Her hayvanın ahirete nazaran bekası
da hayatının icabına göredir. Hayvanatta hayat, insanda ve cinde olduğu gibi
hayat-ı kâmile ise. dâr-ı ahirette bu neviden
olanların bekası vücudıdir, aynîdir, tamamiyle kâmil olarak hasıldır. Hayatı
nakıs olanların dar-i ahirette bekası aynen değil, hükmendir.
3. Nev-i
sâlis, hayat-ı hehimedir. Bu hayat-ı behimeye karaciğerin tecvitlerinde câri
olan kanda müstakarr bulu-nan gariz-i hararet ve rutubetten ibarettir. 1
layat-ı behimeye ne/s-i hayvaniye tabir olunur. Bazı hayvanatta kan
bulunmaması, seni bu mesele hakkında galâta, şüpheye düşürmesin! Çünkü
kendisinde kan bulunmayan hayva-natta hararet ve rutubeti hasıl
olacak kan makamına ka-im madde vardır. Kezalik bazı hayvanatın karaciğeri
yoktur. Bu nevden olanlarda da cisimde gıda vazifesini ifa edecek karaciğer
[52] makamına kaim uzuv vardır. O uzuv ecsam-ı kâmile-i hayvaniyede olan
karaciğerin vazifesini ifa eder.
4. Nev-i
râbi, hayal-ı arızadır. Hayat-ı ârıza başka bir şeyden diğer şeye gelen ve bu
cihetle husul bulan kemalâttan ibarettir; ilim gibi, çünkü ilim cahil için
hayattır; hahar gibi, çünkü bahar yer için bir nevi hayattır. Nur-i Şemsin
cirm-i Kamer üzerine düşmesi gibi, bu da Kamer için bir nevi hayattır. Kezalik
ziya-ı Şemsin yeryüzünü parlatması gibi, bu da yer için bir nevi hayattır.
Hayat-ı ârıza için sayılamayacak kadar misal mevcuttur.
5. Nev-i
hâmis, hayat-ı ilahiyedir. Hayat-ı ilahiye kemalâtı son derece câmi olmak
nokta-i nazarından her veçhile ve her itibar ile lıayat-ı asliye-i lâzimeden
ibarettir.
İşte bâlâda tadad ettiğimiz bu
izahat hayatın envamı nâtıktır-. Mevcudattan bazısında bu beş nev-i hayattan
bir nevi, bazısında iki nev, bazısında üç, bazısında dört nev bulunabilir.
Hayatın beş nevini cem ve ihata ancak insanı kâmil içindir. Insan-ı kâmil,
enva-ı hayatın kâffesini câmi olup bu cem ve ihata başkası için mümkün
değildir.
Hülasa insan-ı kâmil cem ve ihata
ile mümtaz olup bu ihataya başkası nail olamaz. İşte sözüm de bu insan-ı kâmili
beyan etmek sırasına gelmiştir. [53]
40. Mertebe
Meratib-i vücuddan kırkıncı
mertebe insan mertebesi-dir. İnsan ile meratib-i vücud tamam olmuş, âlem insan
ile kemal hasıl etmiş, esmâ ve sıfâtınm muktezasma
göre zuhur-ı ekmel ile Hakk, insan ile zahir olmuştur.
İnsan zuhur itibariyle vücud
mertebelerinin en son mertebe-i tenezzülünde olup başka bir mevcud için mümkün
olmayan kemal mertebesine nazaran da en yük-sek mertebededir.
Biz
müellefatımızdan el-Insan’ul-Kâmil fi Marifet'il-Evahir ve'l-Evail,
Kulb'ul-Acaib ve Feleku'l-Caraih; El-Memleket'ur-Rahhaniyye el-Mudi‘a En-Neşal’il-İnsaniyyel;
el-Kemaltı'el-llahiyye li’s-Sıfal'il-Muhammediyyc; el-insan İnsan Ayn'ul-Vücud
el Vucudi Ayn'il-Insan'il-Mevcud; el-Kitah'ul-Merkum fi
Sırr'il-Tevhid’il-Mechul ve’I-Malum; Hakikat’ulHakayık adlı kitaplarımızda
insanın fazl u kemalini muhtelif ibareler, mütenevvi işaretlerle zikr u beyan
ettik. Bu
kitaplardan Hakikal'ulHakayık nam kitap henüz hitama ermemiş, yed-i telifimizdedir.
İnsanın fazl u kemalini bu kitaplarda zikrettiğimiz gibi, insanda mevcud olan
ceın'iyet ve ihatanın husulü keyfiyetini de bu kitaplarda beyan etlik. Kezalik
insanın terkibini, heyet-i zahiresini, heyet-i balinasını bütün hakayık ve
dekayıkıyla bu kitaplarda izah etlik. Bu hakikate tamamiyle vasıl olmak isteyen
kimse bu babdaki izah-ı kâmili o kitap-ların birisinde okusun.
Mütaalasını cehd u ihtimam ile
yapan salik, insanın hakayık-ı hakkıye ve hakayık-ı halkiyeyi mücmel olarak,
mufassal olarak, hükmî olarak, vücudî olarak, bi’z-zât ve’s-sıfat olarak, lüzum
ve arazî olarak, hakikat ve mecaz olarak bilmiş ve kendi hakikatindeki
câmiiyeti müşahade etmiş olur.
Ayan-ı hariciye âleminde her neyi
görür veyahut işitir-sek, o şey insanın dekayıkından bir dakika yahut
hakayıkından bir hakikatin ismidir.
Hülasat’ul-Hülasa:
İnsan haktır, zâttır, sıfattır, arştır, kürsidir, levh-i mahfuzdur,
kalem-i a'ladır, melektir, cennettir, semavattır, semavattaki her şeydir,
yerdir, yerin ihtiva ettiği her şeydir, âlem-i dünyadır, âlem-i uhrevîdir,
vücudu vücudun câmi olduğu her şeydir, haktır, halktır, kadimdir, hadistir.
Her kim benim nefsimi bildiğim gibi kendi nefsini bilirse ona hesabsız
aferin olsun! Çünkü o kimse rabbini nefsini bildiği gibi bilmiştir.
Artık burası kitabımızın âhiridir. Tevfik Allah’tandır.
Elhamdulillahi rabb’il-âlemin ve sallallahu alâ
seyyidina Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellem teslimen kesiran daimen
ebeden ilâ yevm’id-din.
Âmin! Âmin! Âmin!
ABDÛLKERİM CÎLİ
Tercümeye başlanış: 10 Kanun-i
Evvel {Aralık} 1939 Tercümenin sona erişi: 25 Şubat 1940 Tercüme eden: Eski
Karasi mebuslarından Balıkesirî Abdülaziz Mecdi Tolun İstinsah Tarihi: 21 Nisan
1940
[İmza)
Osman
Not: Tarama hataları var...çok yerini düzelltim yine de özür dilerim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.