Fatih Sultan Mehmet Hakkında
…Alıntı....
Fatih Sultan Mehmet.
Rönesans insanıydı.
Entelektüeldi.
Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca, Sırpça, henüz 19
yaşındayken altı lisan konuşurdu.
Felsefeye meraklıydı, milattan önceye ait Yunanca
elyazmaları okurdu, filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların
ilkelerini, Platon'u Aristoteles'i tartışırdı.
Coğrafyaya düşkündü, Batlamyus olarak tanınan Cladios
Ptolemaios'un Geographia'sını incelerdi, matematiksel coğrafya kavramının
miladı kabul edilen Geographia'da bölük pörçük yeralan haritaları, bütün haline
getirtip yayınlattı.
Akdeniz, Ege ve Adriyatik'in girintilerini çıkıntılarını,
derinliklerini, adalarını avucunun içi gibi bilirdi.
Mesela, Limni adasını vergi toplamak için almamıştı,
stratejik önemi olduğu için almamıştı. Peki neden almıştı? Tin-i mahtum, yani
“mühürlü toprak” adı verilen kırmızı renkli bir toprak türü var, sadece
Limni'de bulunuyor, zehirlenmeye, yılan sokmasına karşı deva olduğuna
inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, süzme yoğurt gibi ağaçlara asılıyor, toz
halinde kurutuluyor, tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor, bu
bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor iyi mi… Limni'yi işte bu
yüzden almıştı.
“Mühürlü toprak” örneğinde olduğu gibi, dünyanın henüz
dünyadan haberi yokken, doğal kaynakları kullanırdı.
Astronomiyle ilgiliydi, özellikle, matematiksel sentez
anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest'in Latince çevirisine bayılırdı.
Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi… Çünkü, güneş'in
ay'ın hareketlerini, yörüngeleri, yıldızları, ekinoksları izah eden Almagest'i
kavrayabilmen için, mutlaka trigonometri bilmen gerekirdi.
Efsane astronom Ali Kuşçu'nun 1438'de hazırladığı yıldız
kataloglarını, matematik teorilerini tekrar tekrar okur, adeta yutardı.
Bizans'a ait kitapların koleksiyonunu yapardı.
Ayasofya'ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri
biriktirmişti.
Topkapı Sarayı'nda kurduğu kütüphanesinde ilk ciddi
araştırma, 1929'da Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle gerçekleştirildi; Latince,
Yunanca, İtalyanca, Farsça 587 eser tespit edildi.
Bunların dördü elyazması İlyada Destanı'ydı.
Bugün tüm dünyadaki kütüphanelerde en iyi korunabilmiş
Bizans dönemi İlyada Destanı, onun kütüphanesinden çıkan elyazmalarından
biridir.
İstanbul'un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir
haritası, ondaydı.
Büyük İskender'in biyografisi olan Anabasis'in kopyası,
kütüphanesinde yeralıyordu.
Homeros'un İlyada'sından o kadar etkilendi ki, kalkıp
Truva'ya gitti. Yanından ayırmadığı vakanivüs Kritovulos'un notlarından
biliyoruz, kalıntıları gezdi, Akhileus'un, Hektor'un mezarları hakkında bilgi
aldı, kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva'nın konumunu, denizle-karayla
ilişkisinin stratejik yararını irdeledi.
Papa II. Pius'a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul'un
fethini Truva'nın rövanşı gibi görürdü.
Hobileri vardı.
Denizi çok severdi.
Oppianos tarafından kaleme alınan ve balıkçılık üzerine
yazılmış en eski kitap olan Halieutika'yı okurdu.
Balıkçılık gelişsin diye, Pontus'u aldıktan sonra, 60 kadar
Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirdi, Sarıyer'e yerleştirdi.
Ezop'un fabllarını okurdu.
Merak yelpazesi çok genişti, Hipokrat'ı, lir sanatını,
hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu.
Kültür adamıydı, sanatçılara kol kanat gerer,
ödüllendirirdi.
Şairdi.
“Avni” mahlasıyla şiirler yazardı.
Bağda gülden bahseden, yanağını kasdeder / serviden söz
açanlar, endamını kasdeder / dilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad / aşık,
aşkın derdi ile dermanını kasdeder…
Mimariyi çok önemserdi.
Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca
tarzında inşa ettirirdi.
Hesap adamıydı, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip olan
Rumelihisar'ını fetih'ten iki yıl önce projelendirmişti, sadece dört ay gibi
kısacık sürede yaptırmıştı. Duvar kalınlığı yedi metre, yüksekliği 28 metre
olan, dokuz katlı Saruca Paşa Kulesi'nin en üst katını divanhane olarak
kullanırdı, kubbesinin akustik ses düzeni eşsizdi.
Sofu değildi, hatta dindar olduğu bile pek söylenemez.
Galata'daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi.
Seremoni sevmezdi, kalabalıklarla dolaşmazdı, inanması güç
gelecek ama, seyyahların notlarından okuyoruz, kiliseye giderken yanında sadece
iki koruma olurdu.
Yahudi, Rum farketmez, ustalarıyla dostluk kurardı.
İtalyan ekolünü beğenirdi.
Portresini İtalyan ressam Bellini'ye yaptırdı.
(Ecdadın torunları olduğunu iddia eden palavracı
politikacılarımız sahip çıkmadığı için… En ünlü tablosu, maalesef, National
Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra'da Victoria Albert Müzesi'nde
sergilenir.)
Kendisinde de ressamlık yeteneği vardı. Topkapı Sarayı'nda
bulunan ve Ordinaryüs Profesör Süheyl Ünver tarafından günışığına çıkarılan
defterinden biliyoruz. Roma büstlerini andıran insan figürleri, at, leylek,
kartal gibi hayvan figürleri, çiçek motifleri çizmişti.
Gurmeydi.
Doymak için değil, lezzet tatmak için yerdi.
(Güvercin etini, kaz etini, keklik etini, kuzu etini
severdi, et yemeklerine tarçın serpilirdi. Deniz ürünlerini en çok tüketen
padişahtı, kekikli yılan balığı favorisiydi. Sabah sabah sarımsaklı sirkeli
soğanlı balık çorbası içerdi. Her öğününde mutlaka karides ve istiridye
bulunurdu. Yumurtaya bayılırdı; tavuklu böreğine, pirinç lapasına, kestaneli
bulguruna, pidesine mutlaka yumurta konurdu.
Kelle, paça ve işkembe severdi. Mantı bağımlısıydı.
Topkapı'nın mutfak defterlerine göre, 28 gün arka arkaya mantı yediği dönemler
bile vardı. Sofrası sebzesiz olmazdı, kış aylarında pırasa, lahana ve ıspanak
vazgeçilmezdi. Sonbahara girerken mutlaka sarı erik çorbası isterdi. Hayatı
boyunca domates, biber, taze fasulye ve patates tatmadı, çünkü henüz Amerika
keşfedilmemişti, bu sebzelerin anavatanı Amerika kıtasıydı, henüz Avrupa'ya
geçmemişti. Lahana turşusunu tercih ederdi. Yoğurdunu gümüş tastan kaşıklardı.
Hoşaflardan en çok üzüm hoşafına, şerbetlerden en çok naneli üzüm şerbetine
tezahürat yapardı, yemekle beraber içerdi. Kışın yemeğin üstüne pekmez ve boza
içerdi. Meyveler mevsimine göre elbette değişirdi ama, armudu, narı,
çağlabademi ve inciri pek severdi, Üsküdar kaymağıyla sunulurdu. Tatlıya hiç
dayanamazdı, muhallebi, zerde, baklava, sütlü kadayıf, helva, illa ki bal
yerdi. Reçelleri her üç ayda bir tazelenirdi. Unu Bursa'dan, balı Malkara'dan,
zeytini İzmit'ten, tuzu Eflak'tan, üzümü Ankara Kalecik'ten gelirdi. Patlıcan
Çin'den gelirdi. Ekmeği, sepetle çeşit çeşitti, has ekmek, beç ekmeği, mirahor
ekmeği, imam ekmeği, nohut ekmeği, şekerli ekmek, yağlı halka, simit, pide, beç
poğaçası, canı hangisini çekerse onu yerdi.)
İlk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde “darib'ün
nadri sabih-ül-izzi vennasri, filberri velbahri” unvanı bulunuyordu. Yani “izzet
sahibi, karaların ve denizlerin hakimi”ydi.
Aslına bakarsanız, bu sikkenin öyküsü de sanat merakından
kaynaklanıyordu. Bizans ganimetlerini incelerken, İmparator 8. Palaeologos'un
portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi için bunun bir
benzerini yaptırmak istedi, araştırdı, Constanzo di Moysis isimli sanatçıyı
Napoli'de buldurdu, İstanbul'a getirtti. Böylece, madalyona işlenen ilk
Müslüman hükümdar oldu.
Eğitimine beş yaşında başlandı, çocukluğundan itibaren harp
tarihiyle, harp sanatıyla yetiştirildi. Kosova Meydan Muharebesi'ne babasının
yanında katıldığında, henüz 16 yaşındaydı.
Ateşli silahları tasarım yapabilecek seviyede tanırdı.
Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu
İstanbul'un fethinde kullanıldı.
Gerçek manada dünya lideriydi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar