M. Serhan Yücel / Korona Sonrasını Akbar Ahmed'le Okumak
20 Mayıs 2020
Salgın, hayatımızı olumsuz etkilemeye
devam ediyor. Başta ekonomi. Hemen hemen her ülke işsizlik oranlarını kontrol
edememe endişesi taşıyor. Tedarik zincirinin kopmasının bedelinin ne kadar ağır
olacağı ortada. En az ekonomi kadar önemli başka bir problem kaynağı bozulan
psikoloji. Dünyanın her tarafından istismarın, aile içi şiddetin ve alkolizmin
zirveye çıktığına dair haberler geliyor. Diğer taraftan kronik hastalığı
olanlar dâhil birçok hastanın, virüs kapmamak için hastaneye veya doktora
gitmemesi; gitmek isteyenlere de randevu verilmemesi, telafisi imkânsız
sonuçlar doğurabiliyor. İnşallah salgında ikinci dalga yaşanmaz, son günlerde
kontrol altına alınmaya başlanan virüs, ardında birkaç yıl içinde çözülebilecek
sorunlar bırakarak kaybolur. Tabii ki sıkıntıların az hasarla atlatılabilmesi
için ülkelerin moral-motivasyonunun yüksek olması şart.
Onlarca problem bir tarafa Korona
salgınının, hayatımıza olumlu katkılarının da olduğunu itiraf etmek gerekir.
Tamamını toplasan gram ile ifade edilen ve gözle görülemeyen bir virüs,
kendisini kâinatın sahibi zanneden insanoğlunun küstah ve şımarık tavrını yerle
bir etti. Gezegen insandan intikam almaya başladı. İnsan; tepeden baktığı ve
hor kullandığı tabiatın karşısında diz çöktü. Son yıllarda yaygınlaşan neopopülist
iktidarlar önce “vasatlaşma düzlemine” saplanmış, daha sonra akıldan ve
bilimden giderek uzaklaşmıştı. Trump’ın ve Bolsonaro’nun temsil ettiği bu tarz,
postmodernizmin çukurunda debelenirken virüs ortaya çıktı ve “her şeyi bilen
ukala insan” neye uğradığını şaşırdı. İlginçtir; postmodernizme cevap bir
ideoloji veya fikir akımından değil, canlı olup olmadığı bile tartışılan bir
virüsten geldi.
Aslında salgın, biz akademisyenlere de
müspet bir zemin yarattı. Uzaktan eğitim dersler, online konferanslar, toplantılar,
sempozyumlar akademi dünyasını hareketlendirdi. Sosyal medyada canlı yayın
şenlikleri zirve yaptı. Kütüphaneler, arşivler, müzeler salgın sonrası online
oldular ve şu sıralar ziyaretçi patlaması yaşıyorlar. Ortalama ayda bir defa
-bin bir zahmetle- gittiğim Osmanlı arşivine şimdi her gün 1-2 saat
uğruyorum.
***
Hepiniz bilirsiniz. Rahmetli Nurettin
Topçu derse girmeden önce anlatacağı konuları çalışır ve “mabede girer gibi”
sınıfa girermiş. İşte ben de, 40’lı yaşlarımda başladığım akademisyenlikte hep
Topçu’nun bu iki örnek davranışını uygulamaya çalıştım; salgın sonrasında da
devam ettirmeye çalışıyorum.
Salgın sonrası zamanımız daha çok, daha
fazla çalışabiliyoruz nasılsa. Fırsat bu fırsat şu eski fişleri, eski bilgi
notlarını toparlayayım. Faydalı bir-iki belge/bilgi bulurum belki, işe
yaramayanları da atarım dedim.
Elime geçen ilk not, Pakistan asıllı,
Müslüman fikir adamı Akbar Salahuddin Ahmed’in 1993’te yayınlanan
“Postmodernizm ve İslâm” kitabından aldığım notlar. Cumhurbaşkanlığında çalışıyordum, bu notları dönemin Cumhurbaşkanı merhum
Süleyman Demirel’e “kitap özeti” olarak vermek için tutmuştum. Metnin aslı
acaba hangi bilgisayarda kaldı? 486 değildir, muhtemelen Pentium’dur. Belki de
1,44 MB’lik bir diskette duruyordur. Peki, teslim edilen 15-20 sayfalık A4
metin? Cumhurbaşkanlığında veya İslâmköy’deki Süleyman Demirel Müzesindedir.
Kim bilir…
Neyse ki notları atmamışım. Bu notlar
metnin tamamını mı oluşturuyor, hatırlamıyorum. Ancak yalnız başıma ve yalnızca
1998’de, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e takdim edilmek üzere 88 kitap
özeti hazırladığımı unutmam mümkün değil. Üstelik kitap özetleme işini tek
ben yapmıyordum, dolayısıyla Demirel özet de olsa her gün birkaç güncel kitap
hakkında bilgi sahibi oluyordu. İlgisini çeken kitap özetinin üstüne “kitabı
göreyim” diye yazdığı da olurdu.
Bazen düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığında
geçen 3 yılımı yazayım. Hacmi bir kitap kadar olmasa da, uzunca bir yazıyı
oluşturacak hatıralarım var. Elbette kimsenin Haldun Derin’in “Çankaya Özel
Kalemini Anımsarken” kitabı gibi bir beklentisi olmasın. Zira 3 yıl görev
yaptığım Cumhurbaşkanlığında merhum Demirel’le yüz yüze geldiğim gün sayısı,
iki elin parmaklarının sayısını geçmez. Ben, başdanışman rahmetli Ekrem
Ceyhun’a bağlı çalışıyordum. Binamız bile farklıydı, Demirel’in 2000’li
yıllarda ofis olarak kullandığı Kuleli Sokaktaydık.
Akbar Ahmed’in ismini ilk kez
kitabı görünce duymuştum. O yıllarda Cambridge Üniversitesi Selwyn Koleji’nde
çalışıyordu. Yazımızın bundan sonrasını çeyrek asra yaklaşan notlardan
aktaralım. Ve bugünden geriye dönüp baktığımızda geçen zamanın Akbar Ahmed’i ne
kadar haklı çıkardığını üzülerek görelim.
***
Akbar Ahmed (ya da ülkemizde tanınan
ismiyle Ekber Ahmet) 21. yüzyıla girerken dünyaya hâkim olan postmodernizm
düşüncesinin bütün rakiplerini tasfiye ettiğini, geriye bir tek İslâm uygarlığı
kaldığını anlatıyor. İslâm toplumlarının önünde iki seçeneğin “içine kapanma”
veya “dışa patlama” olduğunu açıklıyor.
Dışa doğru patlayan, yayılan,
genişleyen, bilimsel fikirlerle, ekonomik planlarla, siyasal ihtiraslarla,
kültürel ifadelerle kaynayan uygarlıkların bugüne kadar İslâmiyet’e ya da İslâm
toplumlarına karşı yapılan saldırılarda rol oynamadığını çünkü İslâm
uygarlıklarının hiçbirinin o seviyede bulunmadığını belirtiyor. Buna karşın,
İslâmiyet’e yapılan saldırılara içe doğru patlayan, çöken, ekonomik, siyasal ve
sosyal krizlerle dolu, bu krizlerin önemli girişimlere dönük tüm ciddi çabaları
engellediği uygarlıkların cevap verdiğini, bunun da batıdaki “İslâmiyet”
görüntüsüyle örtüştüğünü izah ediyor.
Akbar Ahmed, postmodernizmin bünyesinde
taşıdığı hoşgörü, iyimserlik ruhu ve kendini tanıma eğiliminin İslâmiyet’e
uygun olduğunu ancak yine postmodernizmin içinde barınan “sinisizm” ve
“müstehziliğin” İslâmiyet’teki iman ve sevap kavramlarına tehlike oluşturduğunu
söylüyor.
Akbar Ahmed’e göre bu tehlike MTV
kültürü olarak adlandırılabilir. MTV yani dünyanın her yerinden izlenebilen
müzik kanalı ve dolayısıyla medya, postmodern söylemin en güçlü aktörüdür. “Sessizlik,
içine çekilmek, meditasyon gibi şeyler, tüm büyük dinlerin savunduğu şeylerdir.
Medya bunları hiç teşvik etmez.”
Afrikalıların ve Güney Asyalıların
“Dallas”, “Hanedan” tipi bolluk ve zenginlik simgesi bir yığın diziyle gözleri
kamaşmıştır. Bu gibi programlar fakir halklar için “tehlikeli bir hayaldir”.
Akbar Ahmed, medya tehlikesini sezebilenlerin, sıradan Müslümanlar olduğunu
ortaya koyuyor: “Sıradan Müslümanlar bu savaşın potansiyel çapının,
kendisine karşı harekete geçirilmiş olan güçlerin farkındadır; hissettiği
gerilimi daha beter eden şey de liderlerine hiç güveni olmayışıdır.”
Akbar Ahmed, Müslümanların kendi
kendilerine “Batı medyası komünizmin fethedilmesine yardım etmiş olduğuna göre,
bundan sonraki hasmı kim olacaktır?” sorusunu sorduklarını, bunun da cevabının
elbette İslâmiyet olduğunu söylüyor.
“Bütün geleneksel dinler, bu arada
Budist, Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan dinleri, sevabı, derin düşünmeyi,
mistisizmi teşvik eder. Buna karşılık medyanın tam güç saldırısı, edep dışı bir
gürültü çağrısıdır. Baştan çıkarıcı reklamlar, seksi yıldızlar, sevap ve
kanaatkârlık düşüncelerini boğmaktadır. Ondan sonra da insanların en değerli
tacını, gururunu ellerinden almaktadır. Postmodern düşüncenin başıbozuk
saygısızlığı ve titreşimleri arasında hiç kimseye gurur hakkı tanımamaktadır.
Böyle amansız bir saldırı karşısında, geçmişin saflığı artık garanti altında
değildir. Bu nedenlerle Müslümanların postmodernizmi neden nihilizm ve anarşi
sayarak reddettiği anlaşılabilmektedir.”
İslâmiyetin
marjinalize edilme çabaları sürmektedir. CNN yayının 100 saatinin ancak 10
dakikası İslâmiyet’e ayrılmaktadır. Üstelik bu 10 dakikada da Müslümanlar
“ya kitapları yakarken ya da tehditkâr bir kalabalık halinde öfkelerini
sergilerken” gösterilmektedir. Hinduizm ve Budizm için, kutsal din adamları
yarı çıplak meditasyon yaparken gösterilmektedir.
Müslümanların, çağdaş batı kültürüyle
ana kavgalarından biri Batı ailesinin parçalanmasıyla ilgilidir. Aile, insanın
manevi oluşumundaki otorite durumunu kaybetmiş, bu gücü medyanın evlere yönelik
saldırısıyla aşınmıştır. Akbar Ahmed aile kurumuyla ilgili olarak görüşlerini
şu sözlerle ifade ediyor:
“Müslüman ailede dürüstlük, birlik ve
istikrar, idealdir. Müslümanlar bu nedenle Batı’nın
tüketi(m)ci kültürünün dayatılmasının (evlilik dışı ilişkiler, uyuşturucular ve
yüksek beklentiler) batıdaki evlilikleri kötü etkilediğini, bu evliliklerin
yarısının parçalandığını düşünmektedirler. Aynı baskıların şimdi de Müslüman
evlerine sokulmasından korkmaktadırlar. ‘Din’in tümüyle ‘dünya’ya yenik
düşeceğinden kaygılanmaktadırlar. Böyle bir şey, adil ve dengeli düzen kavramına
önem veren Müslümanlık için bir felaket olur.”
Ahmed bu noktada batının kendini
sorguladığını, İslâmiyet’in kararını çoktan verdiği alkol, uyuşturucu, boşanma,
ana-baba yetkisine yönelik tehdit, yaşlıların marjinalize edilmesi gibi birçok
konunun batıda bugün tartışıldığını anlatıyor. Müslümanların kendi sosyal
vizyonlarına uymayan sosyal tecrübelerin yoluna sürüklenmemeleri gerektiğini
ifade ediyor: “Neden geçici değerler için (bunların şimdiki çekiciliği büyük
olsa bile), kendi ev içi durumumuzu bozalım?”
Akbar Ahmed, İslâmiyet'teki Cihad kavramına
da açıklık getiriyor. Cihad kelimesinin bugünkü medyada ayıp kelimelerden
sayılmakta olduğunu, barbar bir uygarlığın fiziksel tehdidini temsil ettiği
algısını vurguluyor. Oysa o kavramın, soylu ve güçlü bir kavram olduğunu
anlatıyor. Kişinin kendini iyileştirmesini, daha iyi hale gelmek için çaba
göstermesini, iyi bir amaç için mücadele etmesini temsil ettiğini vurguluyor.
Ahmed’e göre Cihad, uğraşmak, araştırmak, teslim olmamak demektir.
Akbar Ahmed, daha sonra Müslüman
kadınlarla ilgili yanlış bilgilendirmeyi tashih ediyor ve Fatma Cinnah ile
Benazir Butto’yu örnek veriyor:
“İslâmiyet’te kadınların potansiyeli,
Konfüçyüs’ün Çin’de, Aristo’nun Yunanistan’da savunduklarından çok daha üstün
olduğu gibi, Hindu ya da Hıristiyan uygarlıklarının sağladıklarından da çok
daha yukarıdadır. Müslüman kadınlar, aile konuları için merkez önem
noktasındadır, bu konular ev içi karar yetkisinden ritüellere kadar uzanır. Bu
kadınların sefil durumda olduğu, bazı aşiret geleneklerinde olduğu gibi hemen
hemen hiç bir hakkı olmadığı durumlar, İslâmiyet’in öğütlerine değil, Müslüman
erkeklerin zorbalığına yorumlanmak zorundadır ve acilen üzerine gidilip
düzeltilmesi gereken bir konudur.”
Akbar
Ahmed, Müslüman bilim adamlarının -ne yazık ki- çağı yorumlamakta yetersiz
kaldığını, birçok İslâm âliminin Marks’ı, Weber’i hiç tanımadığını, ‘iman ve
şevk’ ile her sorunun üstesinden gelebileceklerine inanmalarını üzüntü verici
buluyor.
“Tehdidin en çok hissedildiği an, dış
sistemlerin de var olduğunu anlama anıdır.” Bu nedenle Müslümanlar, kendilerine yönelen tehditler karşısında ihtiraslı
cevaplar vermektedir: Salman Rüşdi’ye karşı girişilen eylemde olduğu gibi. Bu
noktada Ahmed’e göre Müslümanlar suçu kendilerinde aramalılar. Çünkü Müslümanların
kendilerinin de suçsuz nitelenemeyeceğinin, Müslüman liderlerin yoksulları
besleyip giydirme konusundaki başarısızlıkların ortada olduğunun üstünde
duruyor. İslâmiyette en büyük ağırlığın, imtiyazsız kitlelere
verildiğini, ancak liderlerin kendilerini muhaliflerine karşı güçlü kılmaya
çalışırken, bu alanın en çok ihmal edilen alan olduğunun altını çiziyor.
Akbar Ahmed, izlenmesi gereken bir
konunun da adil ve istikrarlı devlet kavramı olduğunu ifade ediyor:
“Yirmi birinci yüzyıla baktığımızda, Ortadoğu
uzmanlarının vardığı sonuç, ‘sivil toplum’un yokluğunun Müslümanların en büyük
eksiği olduğudur. Bazı devletlerin rekor sayılabilecek ömür sürelerine rağmen,
bu devletlerin özelliği baskı ve durağanlıktır. Avukatlar ve gazeteciler özgür
çalışamamakta, işadamları, adına ister sosyalist, ister kapitalist diyelim,
kesinlikle devletlerin kontrolünde bulunan bir ekonomi içinde faaliyet
göstermek zorunda kalmaktadırlar.”
Akbar Ahmed, Müslüman cevaplarının,
şovenizm ve içine kapanma olduğunu; bunun ise hem tehlikeli olduğunu, hem de
iyi sonuç getirmeyeceğini ortaya koyuyor. Ayrıca şiddetin ve zalimliğin,
Kur’an-ı Kerim’in ruhuna uymayacağını ifade ediyor.
Ahmed şu sözleriyle İslâm’ın esasının
bulunması gereğinin önemine işaret ediyor:
“Eğitimli ve dengeli Müslümanların sesi,
şiddeti ve nefreti savunanların sesleri arasında kaybolmaktadır. Acaba
İslâmiyet, -şiddet kullanmadan- sorunlarıyla başa çıkabilecek midir? Acaba
Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in temel kavramları olan adl ve ahsan’ı (denge ve
merhamet), ilm ve sabr’ı (bilim ve sabır) kaldırıp yerine kurşunu ve bombayı mı
koyacaklar?”
Ahmed’e göre İslâmiyet bir hoşgörü
dinidir, vizyon genişliğini, küresel tutumları, insanın evrende kendi kaderini
doldurmasını teşvik etmektedir. Denge unsuru İslâmiyet için şarttır, hele
toplumdaki denge, hepsinden önemlidir; kritik denge de din ile dünya arasındadır;
ikisinin arasında bir ayrım değil, bir denge vardır. Müslüman gerçek dünyada
-bugünde yaşar- ama kendi dininin çevresinde yaşar, gelecekteki öbür dünya
hayatını da gözden uzak tutmaz. Postmodern dünyada ise bu sefer ‘dünya’ dengeyi
bozmakta, ‘din’i işgal edip kendi egemenliğine almaya çalışmaktadır.
Postmodern dünyada, medyanın doğrudan
saldırılarıyla Müslümanlar hakkında olumsuz bir imajın yerleştirilmesi
başarılmıştır. Hatta yerleşen bu imaj, Müslüman karakterini bile
değiştirebilmiştir. Müslümanlar bu saldırıya karşı içgüdüsel cevap verince,
İslâmiyetin gerekli özelliklerini sürdüremez olmuşlardır.
Akbar Ahmed, İslâmiyetin küresel
uygarlığa çok şey verebileceğini şu cümlelerle ortaya koyuyor:
“İslâmiyetin
din ile dünya arasındaki denge fikri çok değerli bir fikirdir. Günümüz uygarlığını büyük ölçüde karakterize eden materyalizmi düzeltmek
ve kontrol etmek açısından çok yararlı olabilir; bunların yerine merhamet, sevap
ve bir tevazu kavramı getirebilir. (...) İslâmiyet bilgiyi insan uğraşları
arasında en yüksek yere koymuştur. Gerek Kur’an, gerekse Peygamber’in söylemi,
bilgi edinme yönünde teşvikte bulunmaktadır. Gerçekten de bilgi kelimesi (ilm),
Kur’an-ı Kerim’de Tanrı’nın adından sonra en çok kullanılan kelimedir.”
İslâm’ın, içtihat (bağımsız karar), şûra
ve icmâ (danışma ve konsensüs); esneklik ve rasyonel seçimleri teşvik ettiğini
ifade eden Akbar Ahmed, başta bu ilkeler olmak üzere İslâmiyetin ve sofizmin
küresel uygarlığa çok şey kazandıracağının vurgusunu yapıyor.
Son
olarak Akbar Ahmed, “CNN’den Kaçamazsın” diyor. Ahmed, postmodernizme Müslüman cevabının -ne yazık ki- yüz yıl önceki
cevabın aynısı olduğunu yani geri çekilme, hırslı inanç ifadeleri ve
öfke’nin hâkim konumda olduğunu açıklıyor. Ancak bugün yüz yıl öncesinden
çok farklı bir gücün, ‘medya’nın varlığına değiniyor. Artık gökteki bir
uydunun, devesinin üzerindeki bir Arap’ı çölde izleyebildiğini; lazer güdümlü
füzenin, Afgan dağlarındaki herhangi bir evin tepesine inebildiğini; video
makinesinin, çöldeki çadırda da, dağdaki köyde de olduğunu hatırlatıyor. “Müslüman
toplumunda medyanın şafağı sökmüştür. Müslümanların artık, şeytandan kurtuluş
da, geri çekilme de, saklanacak yer de olmadığı gerçeğinin farkına varması
gerekmektedir.”
Akbar Ahmed’e göre 1990’ların
postmodernist çağı, Müslüman ‘içtihad’ın ya da iman çerçevesi içinde
mantıklı yenilenmenin kapısını yumruklamaktadır:
“Müslümanların bu gürültüye aldırış
etmemeleri, kendilerini tehlikeye sokar. Ama kalkıp kapıyı aralamadan önce,
çağın gücünü ve yapısını bilmeleri, bunun için de çağı temsil edenleri
anlamaları gereklidir. Bunlar arasında, pek hayranlık duymadıkları, şarkıcı
Madonna gibi yazar Salman Rüşdi gibi kimseler vardır. Daha önemlisi, Müslümanlar
bu kişilerin neden çağı temsil ettiğini de anlamak zorundadır. Saldırı,
Müslümanların en zayıf olduğu zamanda gelmektedir; onların toplumunu yozlaşmış
yöneticiler, yeteneksiz bürokratlar, zayıf düşünceli kişiler temsil etmektedir.
Bütün gösterişli sözlere, sembolik biçimlere rağmen, çabalarında İslâmiyetin
ruhu genellikle eksiktir, aynı zamanda da kadınlar, eğitim, politika gibi
konularda içtihatlara her zamandan çok ihtiyaç vardır. Eski yöntemler ve eski
kesinlikler, Müslüman toplumların çevresinde dönüp duran güçleri uzak
tutmayacaktır. İçinde yaşadığımız Müslümanlık dışı çağı anlamadan, Müslüman
toplumun bir evrimden geçmesine de olanak yoktur.”
Müslümanlar için sınav, çağımızda
eskiden kalma, içi boş bir ezgi haline gelmeksizin, Kur’an-ı Kerim’in mesajını, adl
ve ahsan’ı, ilm ve sabr’ı sürdürebilmek, kendi kimliklerini
kaybetmeksizin küresel uygarlığa katılabilmektir. Ahmed’e göre bu sınav
mahşerden geçer gibi bir sınavdır. Sınavların en ağırıdır. Birinci yolu
seçerlerse canlılıkların ve adanmışlıklarını kontrol altına alarak dünya
sahnesindeki rollerini oynayabilirler. Diğer yolu seçerlerse, enerjilerini
boşuna çabalarla önemsiz sızlanmalarla ziyan ederler. Yapılacak seçim, bir
yanda uyum ve umut, diğer yanda birleşmezlik ve düzensizlik arasındadır.
Ahmed, “Postmodernizm ve onun etkin
silahı medya olmasaydı, İslâmiyet’in sinisizme, inanç kaybına boğulmuş bir
dünyaya verebileceği çok şey gündeme gelmeyecekti” diyor. Akbar Ahmed’e göre
bu, postmodernizmin insanlığa ihsanıdır.
***
Akbar Ahmed’in çeyrek asır önce
“postmodernizmin insanlığa ihsanı” diyerek beklenti çıtasını koyduğu seviye ve
buradan beklediği sinerji (biraz da 11 Eylül bahanesiyle) Irak’ta,
Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de hep tersine işledi. Bu dönemde Doğu
Türkistan’da, Kırım’da, Arakan’da ve dünyanın dört bir tarafında zulme
uğrayanlar yüreğimizi dağladı. Kısaca postmodernizmin züppeliğine,
alaycılığına, küstahlığına cevap Akbar Ahmed’in hayalini kurduğu, hatta açıkça
nasıl olması gerektiğini yazdığı bir yaklaşımdan gelmedi. Çünkü Ahmed’in, “yapılmalı”
dediği hiçbir şey yapılmadı; “yapılmamalı” dediği her şey yapıldı.
Postmodernizmle mücadele Akbar Ahmed’in dediği gibi olmadı ama -çeyrek asır
sonra- bir virüs, mücadeleyi yeniden hem de bambaşka bir şekilde başlattı.
https://www.fikircografyasi.com/makale/korona-sonrasini-akbar-ahmedle-okumak
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.