Print Friendly and PDF

FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN ON ÜÇÜNCÜ KISMI


Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

ON İKİNCİ BÖLÜM

Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in Feleğinin Devrinin Bilinmesi. Söz Konusu Devir, Efendilik Devridir. 'Zaman, Allah Teâlâ’nın Kendisini Var Ettiği Gündeki Haline Dönmüştür/

Dikkat ediniz! Babam üzerine yemin ederim,

O hükümdar ve efendiydi -

Âdem su ve toprak arasında dururken

O, Ebtahî Peygamber, Muhammed’dir

Onun yücelerde kadîm ve yeni bir övgüsü vardır

Sürenin sonunda mutluluk zamanıyla gelmiştir

Onun her asırda durakları vardı

Kırılgan zaman için geldi, çatlağını onarsın diye

Diller ve bilgiler ona sena etti

Bir şey istedi mi, aksi gerçekleşmez

O işin oluşta engelleyicisi olmaz

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ, kendi nezdinde bili­nen sürenin belirlenmesi için feleğin hareketinin varlığı vesilesiyle ruhlan bedenleri idare edici olarak zamanla sınırlanmış halde yarattı. Fele­ğin hareketiyle zaman ilk yaratıldığında, Allah Teâlâ yöneten ilk ruh olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhunu yarattı. Sonra ruhlar feleklerin hareketleri vesilesiyle (ondan) meydana çıkmıştır. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu şehadet âleminde bulunmadan gayb âleminde var oldu. Allah Teâlâ ona pey­gamberliğini bildirmiş, Âdem, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi he­nüz ‘su ve toprak arasında iken’ onu müjdelemiştir. Zaman, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında bedeninin var oluşu ve ruhun onunla irtibat kurma­sına el-Bâtın ismiyle ulaşmıştır. (Bedeni var olup ruh ona bitiştiğinde) Bu esnada zamanın hükmü, akışta ez-Zâhir ismine geçti. Böylece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem cisim ve ruh olarak zatıyla ortaya çıktı. Başlangıçta pey­gamberler vasıtasıyla ortaya çıkan bütün şeriatlarda hüküm bâtınî ola­rak ona ait iken artık zâhirde de hüküm kendisine ait oldu. Böylelikle, Şarî tek ve O da şeriatın sahibi olsa bile, iki ismin hükmü arasındaki farklılığı açıklamak için el-Bâtın isminin ortaya koyduğu bütün şeriadarı ez-Zâhir isminin hükmüyle geçersiz kıldı.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘ben peygamber iken’ demiş, ‘ben insan iken’ veya ‘mevcut iken’ dememiştir. Peygamberlik ancak Allah Teâlâ katından tespit edilmiş şeriat vasıtasıyla gerçekleşebilir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kita­bımızın başka bölümlerinde ortaya koyduğumuz gibi bu dünyada vekil­leri mesabesindeki peygamberlerin varlığından önce peygamber idi.

O halde zamanın döngüsü, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devrinin el-Bâtın ismiyle bitip başka bir devrin ez-Zâhir ismiyle başlamış olmasından iba­rettir. Bu meyanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Zaman Allah Teâlâ’nın ya­rattığı günkü haline döndü.’ Bunun anlamı şudur: Hüküm, ilk devirde bâtınî olarak kendisine ait olduğu gibi bu devirde zâhirî olarak ona, ya­ni Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir. Hâlbuki ilk devrinde hüküm zâhirde Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve bütün diğer nebi ve elçilerin şeriadarı gibi şeriatın nispet edildiği kimselere aitti.

Peygamberler içinde zamandan dört yasak ay vardır: Bunlar Hûd, Salih, Şuayb ve Muhammed’dir (a.s). Bu peygamberlerin zamandan benzerleri, Zü’l-kâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Arapiar aylarda kaydırma yaptıkları için, haram ay helâl ay, helâl ise haram hali­ne geldi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gelmiş ve zamanı Allah Teâlâ’nın kendisiyle yaratıkla­rında hüküm verdiği aslına döndürmüştür. Böylelikle haram aylar, Allah Teâlâ’nın onları yarattığı tarzda belirlenmiş, bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zâhir dilde şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz zaman Allah Teâlâ’nın yarattığı günkü haline döndü.’ İşte zamanın dönmesi böyledir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i daha önce belirttiğimiz gibi beden ve ruh olarak ez-Zâhir ismiyle izhar etmiş, önceki şeriatından Allah Teâlâ’nın geçersiz kılmak istediğini geçersiz kılmış, bırakmak istediklerini bırakmıştır. Bu durum, esasla değil, özel­likle hükümlerle ilgilidir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zuhuru mîzân (terazi) ile gerçekleşmiştir. Mîzân âlemdeki adalettir ve o itidal (denge) sahibidir. Çünkü onun doğası, sı­caklık ve yaşlıktır. Bu nedenle onun zuhuru, ahiret hükmünden olmuş­tur. Çünkü mîzânın hareketi, cennete, cehenneme girmekle ahirete biti­şiktir. Bu nedenle bu ümmetteki ilim, önceki ümmederdeki ilimlerden daha çoktur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e de önceki ve sonraki ümmederin bilgisi verildi. Çünkü mîzânın hakikati bunu gerektiri-. Bu ümmet içinde ke­şif, önceki ümmederden daha hızlıdır. Bunun nedeni önceki ümmetler­de soğukluk ve kuruluğun baskın olmasıydı. Onjar zeki ve bilgin kimse­ler olsa bile, Ümmet-i Muhammed’in devrinde insanların bulunduğu durumun aksine, zeki ve bilginler tek tek belli bireyler idi.

Bu ümmetin bütün geçmiş millederin bilgilerini tercüme ettiğini görmez misin? Mütercim, söyleyenin lâfzının kastettiği anlamı bilmiyor olsaydı, ne mütercim olabilir, ne de yaptığı işe tercüme adı verilebilirdi. Bu ümmet, önceki millederin ilimlerini öğrenmiş ve öncekilerin sahip olmadığı bilgiler kendilerine tahsis edilmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu ifadesiyle buna dikkat çekti: ‘Ben öncekilerin ilimlerini öğren­dim.’ Söz konusu kimseler, önceki millederdir. Sonra şöyle eklemiş: ‘Sonrakilerin ilmini de öğrendim.’ Bu ise öncekilerde bulunmayan ilim­lerdir. Başka bir ifadeyle kast edilenler, kıyamete kadar ümmetinin öğ­reneceği ilimlerdir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bizim daha önce bu­lunmayan bilgilere sahip olduğumuzu bildirmiştir. İşte bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizim lehimizdeki tanıklığıdır ki, bu konuda haklıdır.

Kuşkusuz dünyada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ilimdeki efendiliği sabit ol­duğu gibi ‘Musa yaşasaydı, bana uymaktan başka yapacak bir şey bula­mazdı’ diyerek hükümdeki efendiliği de sabittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. İsa’nın inmesi ve Müslümanlar içinde Kur’an ile hüküm verişinde de aynı şeyi açıklar. Böylelikle dünyada her yön ve anlam ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin efendiliği geçerli olmuştur. Sonra, Allah Teâlâ şefaat kapısını açmasıyla kıyamet gününde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in diğer insanlar üzerindeki efendili­ğini de tespit etmiştir. Kıyamet günü şefaat, sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait olacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, diğer peygamber ve nebilerin şefaat et­meleri için de şefaat edecektir. Evet! O, melekler için de şefaat edecek­tir. Böylece Allah Teâlâ, onun şefaati vesilesiyle melek, resul, nebi ve mümin gibi şefaat hakkı olan herkese şefaat izni verecektir.

Şu halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın izni ile ilk olarak şefaat eden kimse merhametlilerin eri merhametlisi ise kıyamet günü son şefaat eden olacaktır. er-Rahîm ismi hiçbir hayır işlemeyenleri ateşten çıkart­ması için el-Muntakîm ismi nezdinde şefaat eder ve böylelikle elMuncim el-Mufaddil onları ateşten çıkarır. Sonu merhametlilerin en merhametlisi olan dönen bir daireden daha büyük hangi şeref vardır? Dairenin sonu başına bitişmiştir. Yetkinliği nedeniyle sonunun başına bitiştiği bir durumda, bu dairenin başlangıcı olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şerefinden daha büyük bir şeref tasavvur edilebilir mi? Allah Teâlâ bütün şey­leri onun vesilesiyle yaratmaya başlamış ve onunla tamamlamıştır. Şefa­ati merhametlilerin en merhamedisinin şefaatini takip ettiğinde, mümin ne kadar şereflidir! Bu durumda mümin, Allah Teâlâ ve Peygamberler arasın­da bulunur.

Çünkü yaratılmış için bilgi, ancak iman sayesinde Hakka yakınlıkta muduluk sağlayabilir. Bununla beraber bilgi, mertebesi bilinmeyen mutlak bir üstünlük sahibidir. Bu durumda yaratılmıştaki iman nuru, kendisiyle birlikte imanın bulunmadığı ilim nurundan daha kıymedidir. Şu var ki imandan bilgi meydana gelmiş ise iman nurundan doğmuş bilginin nuru daha üstündür ve onun sayesinde bilen mümin bilmeyen müminden ayrılır. ‘Allah Teâlâ ilim verilenleri yükseltir.’477 Ayette kastedilenler, müminlerdir. ‘Derecelere.’ Bu yükseltme, ilim verilmemiş müminlere karşıdır. Burada ilim ile kastedilen, Allah Teâlâ’yı bilmektir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahabesine şöyle derdi: ‘Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bi­lirsiniz.’

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in feleğinden daha geniş felek yoktur. Bu nedenle kuşatıcılık ona aittir. Söz konusu kuşatıcılık, kendisine tabi olmaları ne­deniyle Allah Teâlâ’nın ümmetinden tahsis ettiklerine aittir. Bu nedenle biz, diğer ümmederi ihata ederiz ve yine bu nedenle ‘insanlar üzerine tanık­lar olduk.’ Allah Teâlâ, göklere bildirilen vahiyden başka kimselere vermediği şeyleri doğumu anında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vermiştir. Bu meyanda, birin­ci göğe özgü emir, Kur’an’ın tek bir harf ve kelimesinin değişmemiş olma özelliğini Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vermiştir. Şeytan eksiltme veya ekle­me olarak okunuşunda kendisinden olmayan bir şeyi Kur’an’a katsaydı, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ onu etkisiz kılardı. İşte korunmuşluk budur. Kendi­sine verilen özelliklerden birisi de, sebattır. Bu sebat sayesinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı başkasıyla nesh edilmemiş, aksine korunmuş ola­rak kalmış, her gözün göreceği şekilde sabit olmuştur. Bu nedenle her grup, onunla kanıt getirir.

(Allah Teâlâ her göğe kendi emrini vahyetmiştir ayetine atıfla) ikinci gö­ğe tahsis edilmiş emirden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘öncekilerin ve sonrakilerin ilmi’, sevgi, merhamet ve yumuşaklık özellikleri tahsis edildi. Böylece o, müminlere karşı çok merhametli olmuş, hiçbir vakit kimseye karşı Allah Teâlâ’nın emrinin dışında öfkelenmemiştir. Bu bağlamda kendisine ‘kâfir ve münafıklarla savaş ve onlara karşı çetin olH7a denilmiş, doğası bunu gerek­tirmediği halde Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e öfkelenmeyi emretmiştir. Hâl­buki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kendisi için öfkelenecek ve kendisi için hoşnut olabilecek bir insandı.’ Bu bağlamda, öfke anında farkına varılmayan bir yönden öfkede rahmet meydana getiren yararlı bir ilaç sunmuştur. Böy­lece hoşnut olmakla rehberlik yaptığı gibi öfkelenmekle de rehberlik yapmıştır. Bunun nedeni, bizim ve aramızdan Allah Teâlâ ehlinin bildiği bir takım sırlardır. Bu sayede, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu yönden âlemin efendisi olabilmiştir.

Onun ümmetinin dışındakiler hakkında şöyle denilmiştir: ‘Bildikleri halde, anladıktan sonra vahyi tahrif ederler.*79 Böylece Allah Teâlâ onları bilgi­ye sahip iken saptırmıştır. Bizde ise Allah Teâlâ, kitabının korunma işini de­ruhte etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz onu biz indirdik ve yine biz koruyacağız-’480 Çünlcü Allah Teâlâ, kulun gözü, kulağı, dili ve elidir. Diğer ümmetler ise onlar Allah Teâlâ’nın kitabını bizzat kendileri korumak istemiş, böylece onu tahrif etmişlerdir.

Üçüncü göğe vahyedilen emirden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen şey, kendisiyle gönderildiği kılıç ve halifeliktir. Ayrıca, meleklerin mai­yetinde savaşması ayrıcalığı ona (bu gökten) tanınmıştır. Nitekim Üçüncü göğün melekleri, Bedir günü onunla beraber savaşmıştır. Yine bu gökten, ziyafet vermek, kurbanlar kesmek, sürekli savaş ve kan dökmenin dışında hiçbir arzuları olmayan bir kavmin içinden peygam­ber olarak gönderilmiştir. Söz konusu kavim bununla övünür ve böbürlenirdi.

Onların bir kısmı hakkında şöyle denilmiştir:

Kılıç darbesiyle ayakları topuktan vurulur Yok olduklarında, yine boğazlarsın.

Başka bir şair ise kavmini överken şöyle der:

Kavmim şu kimseleri kovmamak ki onlar

Düşmanların zehri ve tohumların afetidir Her savaş meydanına inerler Savaş elbiselerini güzelce kuşanarak

Şu halde Arapların övünç kaynağı, cömertlik, cesaret ve namustur. Antara b. Şeddad ailesinde komşuyu korumak hakkında şöyle der:

Himayeme giren komşumdan bana gelen şeye karşı hoşgörülüyüm Komşum barınağına dönünceye kadar

Arapların cömerdik, hamaset ve vefa duygusuyla diğer kavimlerden üstünlüğü herkesçe bilinir. Arap olmayan toplumlarda da cömert insan­lar bulunsa bile, onlar tek tek şahıslardı. Nitekim Arapların içinde de korkak ve cimriler bulunabilir, fakat onlar bireylerdir. Nadir olan değil, yaygın olan dikkate alınır. Arapların ise bu özelliğini kimse inkâr ede­mez.

İşte bu, Allah Teâlâ’nın üçüncü göğe vahyettiği şeylerdendir. Dolayısıyla bütün bunlar, anlayan kimse için ‘gök ve yer arasmda inen emirdendir.’ Allah Teâlâ’nın her göğe vahyetmiş olduğu emrin ayrıntısını zikretseydik, şaşı­lacak şeyleri ortaya çıkartırdık. Söz konusu sırlar, bu ilme gözlem ve hesaplama yönünden bakan kimi matematikçilerin muhtemelen inkâr edeceği, onlarm içinden insaf sahiplerinin ise duyduğunda hayrete dür şeceği konulardır.

Dördüncü göğe emredilmiş vahiyden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edi­len özellik, şeriatının bütün şeriadarı nesh etmesi, dininin önceki pey­gamberlere gelen dinlerden ve daha önce indirilmiş kitaplardan üstün olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının onayladığının dışında her hangi bir dinin Allah Teâlâ katında hükmü kalmamıştır. Herhangi bir dinden ancak onun onaylamasıyla bir hüküm kalabilir. Böyle bir hüküm ise gerçekte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı ve peygamberliğinin içerdiği bir şeydir. Ön­ceki dinlerden bir hüküm kalmışsa söz konusu hüküm, ‘Allah Teâlâ’nın hükmü değildir.’ Bunun tek istisnası, cizye verenler hakkındaki hükümdür. ‘Allah Teâlâ’nın hükmünden değildir5 dedik, çünkü Allah Teâlâ onu geçersiz diye isim­lendirdi. Dolayısıyla o, uyduğu kimseye bağlıdır, o hükme değil. İşte, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dininin bütün dinlerden üstün olduğu hakkındaki ifademizin anlamı budur.

Şair Nâbiğa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi methederken şöyle der:

Baksana! Allah Teâlâ sana öyle bir sure (mülk) vermiş ki Başka her mülkün onun altında titrediğini görürsün Çünkü sen güneş, diğer hükümdarlar (peygamberler) ise ancak yıldızdır

Sen doğduğunda onlardan hiç birisi görünmez

İşte bu, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve getirmiş olduğu şeriatm diğer pey­gamberler -Allah Teâlâ’nın selâmı hepsinin üzerine olsunve şeriadar karşısın­daki konumudur. Çünkü yıldızların ışıkları güneşin ışığına katılır. Bina­enaleyh (hükmün sabit olması ve geçerliliği anlamındaki) gündüz biz Muhammed ümmetine ait iken, ‘küçülüp horlanmış olarak cizye verdik­leri sürece’ Ehl-i kitaba ise yalnız (dinlerinin hükmünün ortadan kalk­ması anlamındaki) gece ait olabilir.

et-Tenezülatü’l-Mûsiliyye isimli kitabımızda, her göğün emriyle ilgili çeşitli konuları zikrettik. Onları öğrendiğinde, bu konuda bazı mesele­leri de öğrenirsin.

Beşinci göğün vahyedilmiş emirden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen şey, başka hiçbir peygamberin ‘bana kadınlar sevdirildi’ gibi bir ifadede bulunmamış olmasıdır. Gerçi daha önceki Peygamberler de -söz gelimi Hz. Süleyman ve diğer peygamberler gibipek çok kadınla rızıklandırılmıştır. Fakat biz, ‘kadının ona sevdirilmesi’nden söz ediyo­ruz. Bunun nedeni, daha önce belirttiğimiz ve açıkladığımız tarzda, Hz.

Peygamber’in ‘Âdem su ve toprak arasında iken’ peygamber olmasıdır. Böylece, Allah Teâlâ sayesinde her şeyden yüz çevirdiği için, O’nun karşısında her hangi bir varlığa bakmadan bütünüyle O’na yönelmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan vahiy almak ve O’nun karşısında edebe riayet etmekle ilgiliydi ve başka herhangi bir varlığa yönelemezdi. Bu nedenle kendisine kadınlar ‘sevdirilmiş’, o da Allah Teâlâ’dan kadınlara bir inayet ve lütuf olarak kadınları sevmiştir. Başka bir anlatımla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ kendilerini ona sevdirmiş olduğu için kadınları sevmiştir.

İmam Müslim es-Sahih’inde şöyle bir hadis aktarır: ‘Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş:

-Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Ben ayakkabımın, kıyafetimin güzel ol­masını isterim.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap vermiş:

-Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.

Güzeli sevmek, beşinci göğe vahyedilmiş emirden kaynaklanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünneti de, bekârlık değil, evlenmekti. Evlenmeyi ise kendisine tevdi edilmiş İlâhî bir sır nedeniyle, ibadet saymıştır. Bu sır, sadece kadınlarda bulunur. Söz konusu sır, daha önce zikredilmiş üç hüküm sebebiyle, varlıkların ortaya çıkmasıdır. Üç hüküm, iki öncül ve kendisini sonuç çıkarmanın nedeni yapan bağdan (orta terim, rabıta) sonuç çıkartmadaki üç hükümdür. Bu ve benzeri şeyler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilmiş ihsanlardandır. Buna hibe (bağış) nikâhını da ek­lemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, nikâhı ümmetine açıklarken, nikâh bedeline sahip olmayanlar için Kur’an’dan ezberlediği sureleri -öğretmesi değilnikâh bedeli saymıştır. Hibe kadar güçlü olmasa bile, yine de ezberle­nen surelerin bedel sayılmasında ümmeti için bir kolaylık vardır. Allah Teâlâ’nın bütün göklere vahyettiği emirleri tüketmek mümkün değildir.

Altıncı göğe vahyedilmiş emirden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen şey, Kur’an’ın mucize oluşudur. O’na verilen bütün hakikatleri toplama özelliği bu gökten kendisine iner ve söz konusu özellik daha önceki hiçbir peygambere verilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bana önceki hiçbir peygambere verilmemiş altı şey verilmiştir.’ Bütün bunlar, ‘her göğe emrini vahyetti481 ayetinden göklere vahyedilmiştir. Böylece Allah Teâlâ, her göğe yaratıklar için yeryüzünde uygulanması uygun şeyleri yer­leştirmiştir.

Bu altı şeyden birisi, yalnız Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün insanlara gönderilmiş olması, dolayısıyla risâletinin umumîliğidir. Bu ayrıcalık, Allah Teâlâ’nın dördüncü göğe vahyettiği emirden kaynaklanır. (Başka bir ay­rıcalık olarak) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem düşmanın kalbine korku salmakla yardı­ma mazhar olmuştur. Bu ise Hakkın üçüncü göğe vahyettiği emirden­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen şeylerden birisi de, savaş ganimederinin ona (ve ümmetine) helâl kılınması, bütün yeryüzünün onun için mescit ve temiz sayılmasıdır. Bu ayrıcalık, ikinci göğe vahyedilmiş emirden kaynaklanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bütün hakikatleri toplama özel­liğinin verilmesi ise altıncı göğe vahyedilmiş emirden kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın bu göğün emrinden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis ettiği başka bir ayrı­calık ise yeryüzü hâzinelerinin anahtarlarını kendisine vermesidir.

Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yetkinlik suretini tahsis etmesi, yedinci göğe vahyedilmiş emirden -ki o bizim üzerimizdeki göktürkaynakla­nır. Böylece şeriadar onun sayesinde tamamlanmış, peygamberlerin so­nuncusu olabilmiştir. Diğer peygamberler için böyle bir ayrıcalık söz konusu değildi. İşte bu ve benzeri ayrıcalıklar nedeniyle, bütün efendi­likleri toplayan efendilik ve hepsini ihata eden genel üstünlük, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait olmuştur. '

Doğum vaktinde Allah Teâlâ’nın her göğe vahyettiği kimi emirlerden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adma meydana gelmiş ayrıcalıklara dikkatini çektik.

(Zaman ve Mîzan)

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in (‘Zaman Allah Teâlâ’nın kendisini yaratığı ilk haline döndü’ anlamındaki hadisinde) zaman deyip dehr ya da başka bir şey dememiş olması, mizanın (terazi) varlığına dikkat çeker. Çünkü mîzan kelimesinde bulunan harflerden hiç birisi, zaman kelimesi zikredildiğinde dışta kalmaz. Mîzan’ın Ze harfinden önce gelen ve Ze’yi şeddesiz yapan Ya harfini alıp idgamlı bir harf içerdiğine dikkat çekerek onu za­man kelimesinde çoğaltmıştır. Böylece zamanın mizandaki ilk varlığı, ruhsal itidal nedeniyle el-Bâtın isminde ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem nedeniyle olmuştur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Âdem toprak ve su arasındayken ben peygamber idim.’

Ardından zaman, yetmiş sekiz bin (78. 000) senelik dönüşünü ta­mamladıktan sonra, tekrar eski haline dönmüştür. Sonra, ez-Zâhir is­


miyle başka bir dönüş daha başlamış, bu dönüşte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bedeni ortaya çıkmış, onun şeriatı kinaye olarak değil, açık ve seçik bir tarzda zuhur etmiş, artık hüküm ahirete bitişmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kıyamet günü için adalet terazileri yerleştiririz.M82 Bize de şöyle denilir: ‘Adaleti uygulayın, tartıda haksızlık yapmayın:4*3 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göğü yükseltmiş ve mîzânı koymuştur.*484

Allah Teâlâ her göğün emrini kendisine mîzân vasıtasıyla vahyettiği gibi yeryüzünün besinlerini de onunla belirlemiş, âlemdeki her şeye mîzânı koymuştur. Bu meyanda, manevî mîzân ve hiçbir zaman yanılmayan duyusal mîzân vardır. Böylece mîzân, söze ve duyulur bütün ürünlere girdiği gibi aynı şekilde manalara d>. girmiştir. Çünkü cisim, cirimlerin ve onların taşıdığı anlamların varlık esası, mızânın hükmüne bağlıdır. Böylece mîzân ve zamanın üzerindeki her şey, el-Hakîm isminin talep ettiği İlâhî ölçüden meydana gelmiştir ve onu el-Hakem ve el-Adi izhar eder. O’ndan başka ilâh yoktur!

Mîzân’dan akrep (burcu) zuhv etmiş, Allah Teâlâ’nın onda vahyettiği İlâ­hî emir meydana gelmiştir. Böylece yay, oğlak, kova, balık, boğa, yen­geç, aslan, başak, koç ve ikizler meydana gelmiştir.

(Zaman Devrinin Mîzâna Ulaşması)

Zaman devri, dönüşün tekrarı sayesinde, mîzâna (terazi) ulaşmış, böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zuhur etmiştir. Onun zamanın her parçasında bir hükmü vardır ki bunlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zuhuruyla artık kendisin­de toplanır. Bu isimler (daha önce zikredilen on iki burcun isimleri) Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu meleklerin isimleridir. Bu meleklerin sayısı on ikidir. Allah Teâlâ onlar için kuşatıcı felekte bir takım mertebeler yaratmış, her bir meleğin eline ise yeryüzüne varıncaya kadar kendilerinden aşa­ğıda bulunan varlıklarda izhar ettiği dilediği bir hikmeti vermiştir. Böy­lece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhanîyeti, zamanın her hareketinde, Allah Teâlâ’nın o hareketlere yerleştirdiği İlâhî emirlere göre bir ahlâk kazanır. O’nun ru­hanîyeti, Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı övülmüş huylarla bedeni dünya âle­minde ortaya çıkıncaya kadar, bileşik varlığından önce bu ruhanî nite­likleri kazanmayı sürdürür. Bu meyanda Allah Teâlâ onun hakkında şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz sen büyük bir ahlâk üzerinesin.’485 Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, (başkasının huylarını edinmek anlamında) ahlaklanmamış, ah­lâk sahibi olmuştur.

Ahlâk hükümleri bulundukları mahalle göre -ki bu hükümlerin o mahallin karşısmda bulunması gerekirfarklılaştığı için, ahlâk sahibi kendisine dayandığı bir ilme ihtiyaç duyar. Böylece bulunduğu mahalle lâyık ahlâkı, Allah Teâlâ’nın emrinden uygulayabilir ve bu bilgi, Allah Teâlâ’ya yak­laşma vesilesi olur. Şeriatlar, insanın üzerinde yaratılmış olduğu ahlâk hükümlerinin lâyık oldukları yerleri göstermek için inmiştir. Böyle bir yer bağlamında Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O ikisine öf bile deme.*416 Çünkü yaratıklarında öf deme huyu vardır. Allah Teâlâ ise bu huyun hükmünün kendisinde gözükmesinin uygun olmadığı mahalli belirtmiş, sonra bu huyun gözükmesinin uygun olduğu mahalli açıklamış ve şöyle buyur­muştur: ‘Öf! Size ve Allah Teâlâ’dan başka taptıklarınıza.™7 Başka bir ayette şöyle buyurur: ‘Onlardan korkmayınız•’488 Burada Allah Teâlâ, korkmak huyu­nun gösterilmeyeceği yeri belirtmiş, ardından şöyle buyurmuştur: ‘Benden korkunuz.’ Böylece kullarına bu niteliğin hükmünün gösterile­ceği yeri bildirmiştir. Aynı şey, çekemezlik ve hırs gibi huylar için ge­çerlidir. Binaenaleyh doğal yaratılışımızda bulunup da ruhanilik hük­münün gözüktüğü (bir şekilde ruh taşıyan) her şeyi Allah Teâlâ nerede izhar edeceğimizi ve nerede engelleyeceğimizi bize bildirmiştir. Çünkü yara­tılışımızdaki huyları, bizzat yaratılışımızı ortadan kaldırmadan gider­mek mümkün değildir. Çünkü onlar, yaratılışımızın ta kendisidir ve bir şey kendisinden ayrılamaz. (Söz konusu çekemezliğin mahallini gös­termek olduğunda) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Ancak iki şeye ha­set edilebilir.’ Başka bir hadiste ise şöyle buyurur ‘Allah Teâlâ senin hırsını ar­tırsın.’                                                                    .

‘Ruhanîliğinin hükmünün gözüktüğü’ dedik: Bununla, keşif ehli­nin ve bilgide derinleşen muhakkik-bilginlerin görüşüne dikkat çektik. Çünkü bize göre cemad (cansız, donuk) ve bitki diye isimlendirilen şey­ler de, doğal olarak keşif ehlinden başkaları tarafından algılanamayan gizli bir ruha sahiptir ve söz konusu ruh hayvandaki gibi duyumsanamaz. O halde, keşif ehline göre her şey düşünen canlı (hayvan-ı nâtık), hatta düşünen diridir (hayy-ı nâtık). Şu var ki, bu özel karışım-başka birisi değilsuret itibarıyla insan diye isimlendirilmiş, mizaçta yaratıklar arasında derecelenme meydana gelmiştir. Çünkü her karışımda ancak kendisine ait olan ve her durumda başkasından farklılaşmasını sağlayan özel bir mizaç bulunmalıdır. O halde, farklılık ve ayrımı sağlayan şey, ortaklık ve ayrımsızlığı sağlayan şey ile aynı olamaz. Bunu bil ve incele!

(Her Şey Allah Teâlâ’nın Övgüsünü Tespih Eder)

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder.’4119 Burada şey kelimesi belirsizdir ve ancak kimi tespih ettiğini bilen canlı ve düşü1 nen kimse tespih edebilir. Bir rivayette, müezzinin sesinin ulaştığı her yerdeki kuru-yaş (canlı-cansız) eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Ayet ve hadisler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise böyle rivayetlere inanmakla birlikte, bu inanca keşfi de ekledik. Bu meyanda, gözümüzle görerek ve kulaklarımızla duyarak, taşların Allah Teâlâ’yı dille zik­rettiğini duyduk. Taşlar, Allah Teâlâ’nın yüceliğini bilen kimselerin konuşması olarak her insanın algılayamayacağı şekilde bize hitap etmiştir.

O halde Allah Teâlâ’nın yaratıklarından her cins, belirli bir ümmettir. Allah Teâlâ onları kendilerine özgü bir ibadete göre yaratmış, nefislerinde bu ibadeti onlara bildirmiştir (vahy). Her ümmetin kendi içlerinden pey­gamberleri ise kendilerini üzerinde yarattığı özel bir ilhamla Allah Teâlâ tara­fından bir bildirimdir. Buna örnek olarak, bazı hayvanların uzman geometricilerin algılayamadığı şeyleri bilmesini verebiliriz. Onların bilgi­leri, genel anlamda yiyecek ve bitkilerdeki yararlar ve bu konuda kendi­lerine zarar verecek şeylerden kaçınmakla ilgilidir. Bunların hepsi, onla­rın yaratılışında bulunur. Cemad (cansız, donuk) ve bitki diye isimlen­dirilen şeyler de böyledir. Allah Teâlâ bizim göz ve kulaklarımızı, onlarm ko­nuşmasını duymaktan perdelemiş ve alıkoymuştur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kişiye ayakkabısının bağı ailesinin yaptığını konuşarak bildirmeden kıyamet kopmaz.’ Bilgisiz filozoflar, bunu -rivayete inanmışlarsaihtilaç (seyirme, gizli) ilmi kabilinden saymış ve onunla da zecr ilmini kastetmişlerdir. Zecr ilmi, gerçekte doğru bir ilim ve Allah Teâlâ’nın sırlarından birisi olsa dahi, Şarî’nin bu ifadey­le anlatmak istediği o değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tam keşif sahibiydi, bi­zim görmediklerimizi görürdü.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ ehlinin kendisine göre amel ettiği ve doğru olduğunu gördükleri bir meseleye dikkat çekmiştir. Şöyle buyurur: ‘Çok konuşmasaydınız ve kalplerinizdeki karışıklık olmasaydı benim gördüğümü görür, duyduğumu duyardınız.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün iş­lerinde yetkinlik mertebesine tahsis edilmiştir ki, onlardan birisi de kul­lukta yetkinliktir. O, sadece bir kul idi ve hiç kimseye karşı rablik iddia­sında bulunmadı. Onun efendiliğini gerektiren özellik, aynı zamanda daima üstünlüğünün kanıtıydı.

Hz. Aîşe şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her anında Allah Teâlâ’yı zikre­derdi.’ Bizim de, ondan bolca mirasımız vardır. Bu miras, insanın içine ve sözüne özgü bir durumdur. Bazen, her an Hakkı zikretmek maka­mına ulaşmış olsa bile bunun zıddı fiillerinde ortaya çıkar ve böylelikle halleri bilmeyen kimse işi karıştırır.

Kuşkusuz bu bölümde gerek duyulan şeyleri açıkladık. Allah Teâlâ doğru söyler ve doğru yola ulaştırır.

***

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Arş'ı Taşıyanların Bilinmesi

Arş, yemin olsun ki, Rahman ile taşınmıştır Onu taşıyanlar da bilinir; bu söz, anlaşılırdır Yaratılmışın hangi güç ve kudreti olabilir?

Şayet olmasaydı, onu akıl ve vahiy getirirdi,

Cisim, ruh, besinler ve mertebe Ayrıntısını tertip ettiğinin dışında başka bir şey yok İşte bu Arş’tır, mülkünü araştırırsan Ona er-Rahman ismiyle istiva eden ise umulandır Arş’ı taşıyanlar sekizdir, Allah Teâlâ kendilerini bilir Bugün ise dörttür, bunun da bir nedeni yoktur Muhammed, sonra Rıdvan ve onların Malikleri Adem ve Halil, sonra Cebrail Mikail ve İsrafil’i de ekle, artık yoktur orada Sekizden başka, Behlül (Allah Teâlâ aşkında kendisini yitirmiş mecnun­lar) seçkinleri!

(Dilsel Anlamıyla Arş)

Allah Teâlâ sana yardım etsin bilmelisin ki: Arş Arapçada mülk (idare, yönetim) anlamında kullanılır. Yönetiminde çöküş başladığında hü­kümdarın Arş’ı çöktü denilir. Bazen Arş, taht anlamında kullanılır. Arş mülk anlamına geldiğinde, onun taşıyıcıları mülkü ayakta tutanlar, bu­na karşın taht anlamına geldiğinde ise onıin taşıyıcıları tahtın dayandığı direkler ya da onu omuzlarında taşıyanlar demektir.

Arş’ı taşıyanların sayısı vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların dünyadaki hükümlerini dört, kıyamette ise sekiz yapmıştır. Bu bağlamda cRabbinin Arş’ını o gün sekiz kişi taşır5490 ayetini okumuş, ardından ‘onlar bu gün dünyada dört kişidir’ demiştir. ‘O gün sekiz kişi’ demesi ise ahiret gü­nünde demektir.

Yolumuzun bilgi, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden birisi İbn Meserre el-Cebelî’den bize şöyle aktarılmıştır: ‘Taşınan Arş, mülk­tür. Mülk beden, ruh, gıda ve mertebeyle sınırlıdır.’

Bu meyanda Âdem ve İsrafil suretlere, Cebrail ve Muhammed ruh­lara, Mikail ve İbrahim rızıklara, Malik ve Rıdvan ödül ve cezaya tahsis edilmiştir. Mülk kapsamında zikrettiklerimizin dışında başka bir şey yoktur. Gıdalar -ki onlar rızıklardırmaddî veya manevî gıdalardır. Bu bölümde Arş hakkında zikredeceğimiz şey, (Allah Teâlâ’ya giden) yolundaki yararıyla ilişkisi nedeniyle sadece mülk anlamındaki tek yorumdur. Bu anlamda Arş’ın taşıyıcıları, onun yönetimini gerçekleştirenlerdir. Bu bağlamda unsurlardan oluşan-suret ya da nur anî suret olarak yönetenler bulunduğu gibi ruh olarak idare edenler ya da unsurdan meydana gel­miş sureti yöneten veya bir ruhu yöneten veya nuranî bir sureti yöneten ve kendisine amade kılanlar vardır. Aynı şekilde, bazı gıdalar unsurdan meydana gelmiş surete ait olduğu gibi ruhların bilgi ve ilimlerinden ibaret olan gıdalar da vardır. Ayrıca, cennete girmeye bağlı olan duyu­sal muduluk mertebesi olduğu gibi cehenneme girmeye bağlı duyusal bedbahtlık mertebesi ya da ilmî-ruhsal mertebe vardır.

O halde bu bölüm, dört meseleye dayanır: Birinci mesele suret, ikinci mesele ruh, üçüncüsü gıda, dördüncü ve son mesele ise mertebe­dir. Bu meselelerden her birisi, iki kısma ayrılır. Böylece sekiz ortaya çıkar. Sekiz Arş’ın taşıyıcılarıdır. Başka bir ifadeyle sekiz, zuhur ettiğin­de mülk var olup ortaya çıkar ve hükümdarı ona yerleşir.

(Suret)

Birinci mesele surettir. Suret iki kısma ayrılır: Birincisi unsurdan oluşmuş cisimsel surettir. Bu kısım, hayali-bedensel sureti de içerir. İkincisi, nurdan meydana gelmiş cisimsel surettir.

Önce nuranî-cisimle başlarsak, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu ilk cisim, Allah Teâlâ’nın celâlinde kendilerini yitirmiş melekî ruhların cisimleridir. İlk Akıl ve Tümel Nefs (Nefs-i Kül) onlardandır. Celâl nurundan yaratıl­mış nuranî cisimler, onlarda biter. Burada, akıldan sonra gelen nefsin dışında başkası vasıtasıyla yaratılmış başka bir melek yoktur. Bunlardan sonra yaratılmış tüm melekler, doğa hükmünün altına girer. Binaena­leyh onlar, kendilerinden yaratılmış olduğu feleklerin cinsindendir ve söz konusu feleklerin imar edicileridir. Unsurlar melekleri de böyledir. Meleklerin son sınıfı ise kulların amel ve nefeslerinden yaratılmış melek­lerdir.

Şimdi de, -Allah Teâlâ izin verirsebu bölümde bunları smıf sınıf zikre­deceğiz.

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ âlemi yaratmazdan önce -ki bu zamansal bir öncelik değil, sadece duyanın zihninde maksadın kendisiyle gerçekleşti­ği bağıntıyı gösteren bir ifadediraltında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’da idi. Amâ, Hakkın zuhur ettiği ilk mazhardır. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur*491 ayetinde görüldüğü gibi, Hakkın zat nuru ona sirayet etmiştir. Amâ, nur ile boyandığında, Allah Teâlâ doğal cisimler âleminin üze­rinde bulunan güçlü meleklerin suretlerini onda açmıştır. Onlardan ön­ce ne Arş ne de herhangi başka bir yaratık vardı. Allah Teâlâ onları yarattı­ğında, kendilerine tecelli etmiş, bu tecelli onlar için gayb haline gelmiş, bu gayb onlar, yani o suretler için ruh olmuştur. Ardından Allah Teâlâ elCemîl isminde söz konusu meleklere tecelli etmiş, güzelliğinin heybe­tinde kendilerinden geçmişlerdir. Artık hiçbir zaman ayılmazlar.

Allah Teâlâ dünya âlemini yaratmak istediğinde, bu yüce meleklerden bi­risini belirlemiştir. Bu melek, o nurun meleklerinden zuhur eden ilk melektir. Onu akıl ve kalem diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ bir sınır ve so­na varmadan var etmek istediği şeylerle ona bilgi vermek üzere tecelli etmiştir. Böylece akıl, var olacak şeylerin ve yaratılış âleminin meydana gelişini talep eden İlâhî isimlerin bilgisini doğrudan almıştır. Bu akıldan levha diye isimlendirdiği başka bir varlık türemiştir. Allah Teâlâ Kalem’e ona

o                                                                                         •

430 Fütuhât-ı Mekkiyye I

doğru sarkmasını ve kıyamet vaktine kadar var olacak her şeyi ona ak­tarmasını emretmiştir.

Allah Teâlâ bu Kalem için kalemliği, başka bir ifadeyle kalem olması ba­kımından üç yüz altmış diş, akıl olması yönünden ise üç yüz altmış te­celli ya da ince bağ yaratmıştır. Her diş veya bağ, özet bilgilerden üç yüz altmış sınıf ilmi yudumlar ve onları Levha’da ayrıntılandırır. Kıya­met gününe kadar âlemde bulunacak ilimlerin sınırlandırılması ve tasni­fi budur. Kalem kendisine aktardığında Levha da bu bilgileri öğrenir.

Bu bilgilerden birisi doğa ilmidir. Doğa ilmi, Allah Teâlâ’nın yaratmak is­tediği ilimlerden bu Levha’da meydâna gelen ilk ilimdir. Böylece doğa, nefsin altında olmuştur. Bütün bunlar, saf nur âlemindedir.

Sonra Allah Teâlâ, bu nurun karşısında mutlak varlığın karşıtı olan mut­lak yokluk mesabesindeki saf karanlığı yarattı. Allah Teâlâ, oriu yarattığında doğanın izniyle kendisine zattan kaynaklanan bir feyiz olarak nurunu yaymıştır. Böylece onun ışınları bu nura bağlanmıştır. Ardından Arş diye isimlendirilen cisim ortaya çıkmış, er-Rahman ismi ez-Zâhir ismiy­le onun üstüne yerleşmiştir. İşte bu, yaratılış âleminden ortaya çıkan ilk şeydir.

Allah Teâlâ o karışık nurdan -Ki seher aydınlığına benzertahtın etrafın­da dönen melekleri yarattı. CMelekleri Rablerinin övgüsünü tespih ederek Arş’ın etrafında dönerken görürsün92 ayetinde buna işaret vardır. Bu me­leklerin Arş’ın etrafında dönüp onun övgüsünü tespih etmekten başka bir işi yoktur.

Alemin yaratılışını el-Ukletü’l-Müstevfiz diye isimlendirdiğimiz kita­bımızda açıkladık. Burada sadece bazı temel konulan aktarıyoruz.

Allah Teâlâ Kürsü’yü bu Arş’ın içinde yaratmış, kendi doğası cinsinden olan melekleri ona yerleştirmiştir. Her felek, içinden imar edicilerin kendisinden yaratıldığı bir asildir. Tıpkı imar edicilerinin kendilerinden yaratıldığı unsurlar gibi. (Başka bir örnek) Allah Teâlâ Âdem’i topraktan ya­ratmış, onunla ve oğullarıyla yeryüzünü imar etmiştir.

Allah Teâlâ bu yüce Kürsü’de kelimeyi haber ve hükme ayırdı. Haber ve hüküm, Arş’tan Kürsü’ye sarkan Hakka ait iki ayaktır ki bir hadiste bil­dirilmiştir. Sonra Allah Teâlâ, Kürsü’nün içinde felelderi birbiri içinde felekler olarak yaratmış, her felekte kendisini imar eden o felekten bir âlem ya­ratmış, onları melekler, yani elçiler diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ, felekleri gezegenlerle süslemiş, her göğe türeyenlerin suretlerini yaratıncaya ka­dar emrini bildirmiştir.

(Ruhlar)

Allah Teâlâ, nurdan oluşmuş suretleri ve unsurdan oluşmuş suretleri kendileri için gayb mesabesindeki ruhlar olmaksızın yetkinleşmiştir. Bu sûreterden her bir sınıfa bulunduğu duruma göre tecelli etti. Böylece bu sûreterden ve bu tecelliden suretlerin ruhları oluştu. İşte bu, ikinci meseledir

Allah Teâlâ ruhları yaratmış, onlara suretleri yönetmeyi emretmiş, onları bölünmeksizin tek zat yapmıştır. Sonra, birbirlerinden ayrıştırmış, ruh­lar da ayrışmıştır. Ruhların ayrışması, suretlerin bu tecelliden kabul et­tiklere şeye göreydi. Suretler, gerçekte bu ruhların mekânları değildir. Şu var ki bu suretler, söz konusu olan unsurdan oluşmuş suretler oldu­ğunda ruhlar için mülk, bütün suretler söz konusu olduğunda ise ruhlar için mazharlar gibidir.

Sonra Allah Teâlâ, lâtifeler (manalar) ve suretler arasında başka bir tecel­liyle hayalî-bedensel suretleri yaratmış, bu suretlere nuranî ve ateşsel suretler gözle görülür şekilde tecelli etmiştir. Duyusal suretler, manevî suretleri taşırken, uykuda ve ölümden sonra-dirilişten önce bu bedensel sûreterde görünür. Orası, suretsel berzah âlemidir ve nura yakındır. Üst tarafı geniş, alt tarafı, dardır. Çünkü üstü Amâ, aşağısı ise yeryüzü­dür. Çünkü cin, melekler ve insanın içinin kendisinde göründüğü bu suretsel bedenler, uykuda ve cennet çarşısının suretlerinde ortaya çıkar. Söz konusu beden, ilgili bölümde daha önce söz ettiğimiz gibi, yeryü­zünü imar eden surettir.

Allah Teâlâ, bu suretler ve bu ruhlar için bir gıda yaratmıştır ki, o da, üçüncü meseledir. Söz konusu şeylerin bekası bu gıdaya bağlıdır. Bu gıda, maddî ve manevî rızktır. Manevî rızk, bilgi, tecelli ve hallerin gıdasıyken, maddî rızk malumdur. O, yenilen ve içilen şeylerin taşıdığı ruhsal anlamlar, başka bir anlatımla güçlerdir. İşte gıda denilen şey bu­dur. O halde, duyusal sûreterde bulunsa bile gıda, belirttiğimiz anlam­da bütünüyle manevîdir. İster nurdan yaratılsın ister hayvan ister ceset olsun her suret, kendisine uygun şeyle beslenir. Meselenin ayrıntısı uzun sürer.

Allah Teâlâ, her âlem için muduluk ve bedbahtlıkta bir mertebe ve men­zil yaratmıştır ki bunun ayrıntısı sınırsızdır. Dolayısıyla onların mudulukları, mertebelerine göre değişir. Muduluğun bir türü gayeden mey­dana gelir, birisi, yetkinlik muduluğudur, bir kısmı mizaca uygun gelen muduluktur, bir kısmı, şeriatça tespit edilmiş muduluktur. Aynı taksim, bedbahdık için geçerlidir. Bu bağlamda, maksada uygun olmayan ya da yetkinlik olmayan veya mizaca yatkın olmayan veya şeriatın onaylama­dığı şey nedeniyle bedbaihtlık olabilir.

Bütün bunlar, akledilir ve duyulur şeylerdir. Duyulur olanlar, dün­ya ve ahiretteki acılar gibi bedbahtlık diyarıyla ilgili veya dünya ve ahiretteki hazlar gibi muduluk diyarıyla ilgili şeylerdir. Bir kısmı ise saf ve karışıktır, (muduluk ve bedbahtlığın bir arada olması). Bu meyanda saf olan, ahiret hayatıyla ilgiliyken, karışık olan, dünya hayatıyla ilgili­dir. Böylece (dünyada) Mutlu bedbahtın suretiyle, bedbaht ise mutiunun suretiyle görünürken, ahirette ayrışırlar. Bazen bedbaht dünyada bedbahdığıyla ortaya çıkar ve bu durumu ahiretteki bedbahtlığına biti­şir. Mutlu da böyledir. Fakat onlar, dünyada meçhul ahirette ise ayrışır­lar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey günahkârlar bugün ayrılınız-’493 Buradan, değişmeyecek ve yanılmayacak tarzda mertebeleri sahiplerine izafe eder­sin.  •

Kuşkusuz, sana mülkün toplamı olan ve Arş diye ifade edilen seki­zin anlamını açıkladık. Bu da, dördüncü meseledir. Sekizin anlamı açık­lanmıştı: Bu sekiz, Hakkın nitelendiği sekiz İlâhî nispete aittir. Bunlar hayat, bilgi, kudret, irade, kelâm, duymak, görmek ve yenilenkoklanan-dokunulan şeyleri Hakka lâyık bir özellikle algılamaktır. Çün­kü duyma algısının duyulanlarla, görme algısının görülenlerle ilgili ol­ması gibi bu algının da algıladıklarıyla bir tür ilgisi vardır. Bu nedenle mülk, sekizle sınırlanmıştır. Dünyada ondan gözüken dörttür: Suret, gıda ve iki mertebe. Kıyamet günü ise sekiz şeyin hepsi gözlere görü­lür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbinin Arşını o gün sekiz melek taşır.™9* Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘bugün dörttür’ demiştir.

Arş kelimesinin mülk anlamında yorumu budur.

Taht anlamındaki Arş’a gelince, Allah Teâlâ’nın bu Arş’ı omuzlarında taşı­yan bir takım melekleri vardır. Onlar, bugün dört melektir, yarın (kı­yamet günü) ise sekiz olacaktır. Bunun nedeni, taşımanın mahşere ol­masıdır. Bu dört taşıyıcının suretleri hakkında İbn Meserre’nin görüşü­ne benzeyen bir ifade aktarılmıştır. Şöyle denilir: Bu meleklerin ilki in­san, İkincisi aslan, üçüncüsü kartal, dördüncüsü boğa suretindedir. Bo­ğa, Samirî’nin görüp de Musa’nın ilâhı sandığı şeydir. Bu nedenle kavmi için bir buzağı yapmış ve şöyle demiştir: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâ­hıdır.*91 Hikâye meşhurdur.

Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

***

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Peygamberlerin Sırlarının Bilinmesi Kastedilenler, Velilerin Peygamberleri ve Âdem'den Muhammed'e Yetkinleştiren Kutuplardır. Kutup Allah Teâlâ’nın Yarattığı Günden Beri Tektir,, Ölmemiştir, Onun Meskeni Neresidir?

Velilerin nebileri (peygamberlerin) varislerdir Allah Teâlâ onları gönderdiği kimseye tanıtmıştır Sonra tek imamın sırrında (tanıtmıştır)

Bu işin sırrı, üflenmiş bir ruhtur

Sonra Allah Teâlâ onu bağladığında

Çözdüğü şey yaratıklarına sirayet ettiğinde .

İzzeti üzere onu algılandığında

Varislerin kalpleri, Allah Teâlâ’nın bir nimeti olarak

Onu aldığında, Allah Teâlâ’nın izzetiyle                                     .

Onun oturduğu Kutbun yerini                         .

Ona varis olandan başkası bilemez.

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Nebi, meleğin yalnız başına Allah Teâlâ’ya ibadet edeceği bir şeriat içeren bir vahyi Allah Teâlâ katından kendisi­ne getirdiği kimsedir. Nebi söz konusu şeriat ile birlikte başkasına da gönderilmiş ise resuldür.

Melek peygambere iki şekilde gelir: Ya vahyi kalbine indirir -ki bu inişte halleri farklı farklıdırya da dışardan bir beden suretinde gelir. Bu durumda, getirmiş olduğu şeyi kulağına aktarır, peygamber de onu din­ler ya da gözüne gösterir, peygamber de onu görür. Görmeden ise duymadan meydana gelen şeyin aynısı meydana gelir. Diğer algı güçleri için de aynı durum söz konusudur. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile kapanmış kapıdır. Dolayısıyla her hangi bir kimsenin bu Muhammedi şeriatı ge­çersiz kılacak bir şeriatla Allah Teâlâ’ya ibadet etmesine yol ve imkân yoktur. Hz. İsa indiğinde ancak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına göre hüküm verir ve Hz. İsa velilerin sonuncusudur (hâtemü’l-evliya). Allah Teâlâ’nın onun ve­layetini -ki mutlak velayettirsaygın bir nebi ve resul ile bitirmiş olma­sı, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in üstünlüklerinden birisidir. Bu nedenle Hz. İsa kıyamet günü iki kez diriltilecektir: Peygamberlerle resul, bizimle bera­ber ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e bağlı bir veli olarak diriltilecektir. Allah Teâlâ onu ve İlyas’ı bu makamla diğer nebilerden üstün yapmıştır.

Bu ümmet içindeki velilerin nebilerinin durumuna gelince, velinebi, Hakkın kendisini tecellilerinden her hangi birisine yerleştirip Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve Cebrail’in mazharını onun karşısına diktiği kimsedir. Ardından söz konusu ruhanî mazhar, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem mazharına ait meşru hükümlerin hitabını kendisine duyurur. Hitabı bitirip velinin kalbinden ayrıldığında, müşahede sahibi hitabın içerdiği ve Muhammed ümmetinde ortaya çıkan meşru hükümleri öğrenir. Böylelikle veli, o mertebede kendisi için gerçekleşmiş huzur sayesinde Muhammedi mazharını aldığı gibi Muhammedi mazharın bu ümmete tebliğ etmekle memur olduğu hükümleri alır. Ardından veli kendisine döndürülür. Ar­tık, ruhun (Cebrail) Muhammed mazharına aktarıldığı (hitabı) anlamış, doğruluğunu ilme’l-yakîn (bilgi kesinliği), hatta ayne’l-yakîn (görür gi­bi) olarak öğrenmiştir. Böylece, bu peygamberin hükmünü alır ve Rabbinden gelen bir bilgi üzere onunla amel eder.

Bu meyanda nice zayıf hadis vardır ki, râvileri içinde uydurucu bu­lunduğu için aktarım yolundaki zayıflık nedeniyle amel edilmemiştir.

Hâlbuki o, gerçekte sahihtir ye uydurucu-râvi bu hadiste doğru söyle­miştir ve uydurmamıştır. Muhaddis ise rivayette uydurucu râvinin sö­züne güvenilmediği için, râvi zincirinde bulunduğu bu hadisi reddet­miştir. Bu durum, hadisi sadece yalancı râvi zikrettiğinde ya da hadisin kaynağı o olduğunda böyledir. Ancak güvenilir râviler bu rivayette ona ortak söz konusu ise hadis güvenilir râvinin zincirinden kabul edilir. İş­te bu veli, hadisi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakikatine aktaran Cebrail’den duymuştur. Nitekim sahabe-i kiram, İslam-iman-ihsan ve Hz. Peygam-. ber’in onaylamasıyla ilgili Cibril hadisini böyle duymuştur. Dolayısıyla veli, onu peygambere bildiren Ruh’tan hadisi duyduğunda, bu hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ağzından hiçbir kuşku duymadan bilgi kesinliğiyle duyan sahabe gibidir. Sahabeden sonraki nesil ise doğruluğuna etki eden kuşku ortadan kalktığında, zann-ı galip ile hadisi aldığı için aynı durumda değildir.

Râvileri bakımından sahih nice hadis vardır ki, bu mazharı müşa­hede eden veli onu öğrenir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bu ‘sahih’ hadisi sorar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de o hadisi reddeder ve şöyle cevap verir: ‘Ben onu söylemedim ve ona göre hüküm vermedim.’ Böylece keşif sahibi, hadi­sin zayıf olduğunu öğrenir ve Rabbinden bir delile göre onunla ameli bırakır. Bununla birlikte rivayet ehli, hadis gerçekte sahih olmadığı hal­de, rivayet yolu sahih olduğu için onunla amel eder. Nitekim İmam Müslim es-Sahih’inin girişinde buna benzer bir şey söylemiştir. Bazen keşif sahibi, hadisçilere göre rivayet yolu sahih bu hadisi kimin uydur­duğunu bilir: Ya uyduranın adı kendisine söylenir veya şahsın görüntü­sü karşısına dikilir.

İşte bunlar, velilerin peygamberleridir. Onlar, bu Muhammed’in şeriatıdır diye bildirilmezden önce, asla bir şeriata sahip olmaz ve şeriat hakkında kendilerine herhangi bir hitap gelmez. Ya da, hükmün indi­rildiği kimseyi (peygamber) zatının dışında ya da içinde -ki içinde görmesi uyuyan için doğru rüya diye ifade edilirmisal aleminde gör­mesi gerekir. Şu var ki veli, sıradan insanların uykuda algıladığını uya­nıkken algılamada peygamberle ortaktır,

Yolumuzun ehli, veliler için bu makamı ve bundan başkasını geti­rebilmeyi kabul etmiştir. Kastedilen, himmet vasıtasıyla fiil ve herhangi bir yaratılmış öğretmen olmaksızın Allah Teâlâ’dan doğrudan bilgi almaktır ki

bu bilgi Hızır’ın bilgisidir. Allah Teâlâ vasıtaları ortadan kaldırarak -ki vasıta­lar fakihler ve şekilci âlimlerdirpeygamberinin diliyle Hakka ibadet edeceği bu şeriatın bilgisini ona verirse bu ilim, ledünnî ilimdendir ve bu kişi ümmetin nebilerinden değildir.

Binaenaleyh velilerden peygamber varisi olacak kimse ancak bu özel halde varis olabilir. Başka bir ifadeyle söz konusu veli, peygambe­rin hakikatine vahiy aktarırken meleği müşahede halinde bulunmalıdır.

İşte bunlar velilerin nebileridir. Onların hepsi, basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırmada eşittir. Nitekim Allah Teâlâ peygamberine şöyle söylemesini emre­der: ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz.’496 Onlar bu makamın ehlidir, dolayısıyla bu ümmet içinde onlar, İsrail oğulları içindeki peygamberler gibidir. Buna örnek olarak kendisi de peygamber olduğu halde -nitekim Allah Teâlâ onun peygamber olduğuna tanıklık etmiş ve Kur’an’da bunu beyan etmiştirHz. Musa’nın şeriatına göre ibadet eden Harun’un mertebesini verebiliriz. Böyle veliler, kendileri ve onlara uyan ümmet adına hiçbir kuşkunun bulunmadığı sahih şeriatı korur. Dolayısıyla onlar şeriatı en iyi bilen insanlardır. Şu var ki fakihler, onla­rın bu durumunu kabul etmez. Söz konusu veliler ise haklılıkları için bir kanıt getirmek zorunda değildir, aksine makamlarını gizlemeleri ge­rekir. Onlar, gerçekte yanlış olduğunu bildikleri halde, şekilci âlimlerin vardığı görüşleri reddetmez. Onların hükmü, bir meselede içtihadının ulaştırdığı ve delilinin verisinden başka bir şeyle hüküm verme imkânı olmayan müçtehidin hüküm vermesine benzer. Müçtehit verdiği hü­kümde kendisiyle farklı düşünenkimseyi yanlışlama hakkına sahip de­ğildir. Çünkü Şarî, (içtihat farklılığı şeklindeki) bu hükmü müçtehit için meşru görmüştür. Dolayısıyla edep, Şarî’nin onayladığı hükmü yanlışlamamayı gerektirir. Bu velinin kanıtı ve keşfi ise kendisine gözü­ken gerçeğe ve müşahede ettiği şeyin hükmüne uymayı gerektirir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bir rivayette, ‘Bu ümmetin bilginleri İs­rail oğullarının peygamberleri gibidir5 denilmiştir. Kastedilen, işaret et­tiğimiz mertebedir. Çünkü İsrail oğullarının peygamberleri, Yahudiler için resullerinin şeriadarını koruyor ve tatbik ediyordu. Muhammed ümmetinin bilginleri ve önderleri de böyledir. Onlar, peygamberlerinin hükümlerini ümmet adına korumuştur. Örnek olarak sahabenin âlimle­rini ve onlardan daha aşağı mertebede bulunan Tabiîn, Etba-ı tâbiîn’i


verebiliriz. Söz gelişi Süfyan es-Sevrî, İbn Uyeyne, İbn Şîrîn, Hasan, Malik, İbn Ebî Rebah, Ebû Hanife vb. onlardan daha aşağıda ise Şafi, İbn Hanbel ve onların yerini alıp hükümleri korumada böyle hareket edenleri verebiliriz.

Bu ümmetin bilginlerinden başka bir grup ise peygamberin halle­rini ve ilimlerinin sırlarım korumuştur. Örnek olarak sahabeden Ali, İbn Abbas, Selman, Ebû Hureyre ve Huzeyfe, tabiînden Hasan Basrî, Malik b. Dinar, Bünnân el Hammal ve Eyyûb es-Sâhtiyanî, daha aşağı mertebeden ise Şeyban er-Raî, Ferah el Esved elMuammer, Fudayl b. İyaz, Zünnun el Mısrî, onlardan aşağıda bulunan Cüneyd, Tüsterî ve peygamberin halini ve ledünnî bilgiyi korumada bu büyüklerin yolun­dan gidenleri verebiliriz.

Hükmü koruyanların sırları, iki ayak nezdinde Kürsü’de durur. Çünkü onlar İlâhî bir sır ya da ledünni bilgi veren Hakk sahip değildir. Hüküm ve başka şeylerin koruyucularından peygamberin halini ve le­dünni ilmin koruyanların sırları ise Arş’ta ve Amâ’da bulunur ve (bir kısmı da) bulunmaz! Bu meyanda bir kısmının makamı vardır, bir kıs­mının yoktur. İşte bu, sayesinde sırların farklılaşacağı bir makamdır. Çünkü alâmet sahipleri arasmda alâmeti terk, hakkmda sınırlanma hükmü verilmeyen gerçek bir alâmettir. O, en yüce belirtidir. Bu du­rum, sadece Muhammedi varislikte yetkin olan temkin sahibi için söz konusudur.

(Önceki Ümmetlerin Kutuplan)

Bu ümmetten başka, zaman itibarıyla bizden önce yaşamış ümmet­lerin yetkinleştiren kutuplarına gelince, onlar isimleri bana Arapça zik­redilmiş bir gruptur. Kurtuba şehrinde, yüce bir müşahede halinde ber­zah mertebesindeyken onlar bana gösterildi, ben de onları gördüm. Onlarm isimleri, el-Mufarrık (ayıran), Müdâvi’l-külûm (hastalıkları iyi eden), Bekkâ (çok ağlayan), Mürtefî (yükselen), Şifa, Mâhık, (silen) Akıb, (İzleyen) Menhur (kurban edilmiş), Şecerü’l-mâ (su ağacı), Unsuru’l-hayat (hayat unsuru), Şerid (firari), Râci (dönen), Sâni (yapan), Tayyar, Sâlim, Halife, Maksûm (bölünmüş), Hayy (diri), Râmi (atan), Vâsic (geniş), Bahr (deniz), Mulsak (bağlanan), Hâdi, Muslih (ıslah eden) ve Bâkî’dir. Bunlar, Âdem’den Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem zamanına kadar isimleri bize bildirilmiş yetkinleştiren kutuplardır.

Tek kutup ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhudur ve o tüm peygamberle­re ve resullere, insanın yaratılışından kıyamet gününe kadar bütün ku­tuplara yardım edendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sorulmuş:

-Ne zaman peygamber oldun?

Cevap vermiş:

-Ben Âdem toprak ve su arasında iken peygamberdim.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in adı, müdâviü’l-külûm’dur, (yaraları iyileştiren). Çünkü o, arzunun yaralarından haberdar olduğu gibi fikrin, dünyanın, şeytanın ve nefsin yaralarından da nebi veya resuller veya velayetin bü­tün dilleriyle haberdardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, doğduğu yer olan Mek­ke’ye olduğu gibi Şam’a da bakışı vardı. Sonra, bakışı bir anda sıcaklığı ve yaşlığı çok olan yere çevrildi ki, Âdemoğullarından hiç kimse bede­niyle oraya ulaşmamıştı. Bir insan, Mekke’den ayrılmadan bulunduğu yerde onları görmüş, yeryüzü onun için düzletilmiş, böylece oraları görmüştür. Kuşkusuz biz de, farklı kaynaklarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den pek çok bilgi aldık.

Bu Muhammedi ruhun âlemde pek çok mazharı vardır; En yetkin mazharı ise zamanın kutbunda, Efrad’da, Muhammedi veliliğin Hâteminde ve genel veliliğin Hâtemindedir -ki o Hz. İsa’dır-. Bu maz­har Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhunun meskeni olarak ifade edilmiştir.

Gelecek bölümde, Allah Teâlâ izin verirse müdâviü’l-külûm olması yö­nünden sahip olduğu sırları ve ondan yayılan bilgileri zikredeceğim. Ardından, müdâviü’l-külûm ortaya çıktıktan sonra bu sır, adı elMüsteslim li’l-kazâ ve’l-kader (kaza ve kadere teslim olan) başka bir şa­hısta ortaya çıkmıştır. Sonra hüküm ondan ‘Hakkın mazharı’na, Hak­kın mazharından el-Hâic’e, el-Hâic’den Vâziu’l-hikem (hikmetleri ko­yan) denilen bir şahsa geçer. Allah Teâlâ daha iyisini bilir ya, ben onun Lok­man olduğunu zannediyorum. Çünkü o Davud (a.s) zamanındaydı ve onun Lokman olduğuna dair kesin bilgiye sahip değilim. Sonra bu sır, Vaziu’l-hikem’den el-Kâsib’e (Kazanan), ondan Câmiü’l-hikem’e (hik­metleri toplayan) intikal etmiştir. Daha sonra sırrın kime intikal ettiğini bilmiyorum.

Bu kişilerin isimleri geldiğinde, her birisine tahsis edilmiş ilimleri zikredeceğim. Allah Teâlâ izin verirse ve dilime gelirse onlardan her birisi için bir meseleden söz edeceğim. Şimdi ise Allah Teâlâ’nın bana ne yapacağını bi­lemiyorum.

Bu bölümden bu kadarı yeterlidir. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

On üçüncü bölüm sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar