ABDÜLBÂKİ (Y) GÖLPINARLI
Yazan: Prof.
Dr. Ali ALPARSLAN
Bilim
alanında çok taraflı insanlar nadiren yetişir. Eğer bu tür kimseler san'at
sahasında bir takım beceri ve mehârete sahip iseler, onlara çeşitli san’atlar
bilen manasına. gelen hezarfen; eğer çeşitli bilim dallarında bilgi
sahibiyseler onlaıa da deniz gibi engin anlamına gelen mütebahhir sıfatı
verilirdi. Bu kitapta hayatından bahsettiğimiz ve eserlerinden örnekler
verdiğimiz Abdülbâki Gölpınarlı ikinci guruba giren bilginlerimizden biridir.
Daha çocıık yaşındayken Mevlânâ sevgisiyle yetişmeye başladı sonra Mevlevi oldu
ve dolayısıyla din, tasavvuf ve edebiyat muhitinin san'at ve ilim bahçesinde
büyüdü ve bu bakir bahçenin her köşesinden meyveler toplamasını becerdi. Üstün
zekâsı da yardımına yetişince gördüklerini ve duyduklarını müspet anlayış
süzgecinden geçirmek ve çağımızın ilmi anlayış metoduyla kaynaştırmak
suretiyle, eski kültürümi'ızün etkisini bugüne kadar devam eden ta- raflannı
gözlerimizin önüne sermeyi başardı. Türk ve Fars edebiyatları ile, tasavvuf,
fütııvvet, tarikatlar ve din üzerindeki araştırmalan ve yayımları sayesinde bu
ilim kollarında perde arkasında kalmış noktalan aydınlığa kavuşturdu. Bu
bilimlerin içinde rahatça yürümek için gerekli olan Arapça ve Fars dillerine
rahatlıkla konuşacak derecede uâkıftı. Çalışarak ve zahmetler çekerek okumakla
birlikte yılmadı ve akranlarını aşarak yukarda adlarını andığımız konularda
Türk irfan kütüphanemize ölmez eserler yanında ayrıca, Fars dilinden yaptığı
çevirileriyle Türkçeye Fars edebiyatının en seçkin eserlerini kazandırdı.
Bizce,
onun Türk kültürüne
yaptığı en önemli hizmet bütün taraflarıyla büyük Türk şairi Yunus Emre ve
Mevlana ile Mevlevîliği ve Mevlevi âdap ve erkânını tanıtmasıdır. O, bu sayede
Yunus'un yalnız bir halk edebiyatı şâiri olmayıp ayrı zamanda bir divân şâiri
olduğunu: Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkındaki eserleriyle de bu büyük sîıjî ile
bu tarikatın hayat ve felsefesinin karanlık ve ince taraflarını aydınlığa
çıkarmıştır.
İşte
adını, duyan veya duymayan gençlerimiz hu küçük kitapta onun eserlerinden ve
şiirlerinden seçilmiş parçalarla baş başa kalacak
ve büyüle bilginimiz Ord. Prof Dr. Fuad Köprülü’ni'ın ekolüne mensup hocamız
Abdülbâkî Gölpınarlı'yı daha iyi anlayacaklardır.
Biz
bu maksatla kitabımızı III bölüme ayırdık. I. bölümde, önce onun hayatını,
sonra çeşitli yönlerini tanıtmaya gayret ettik, II. bölümü yayın tarihlerini
göz önünde bulundurarak kitap ve makalelerinden seçilmiş yazılara ayırdık.
Burada en önemli olan yani kat'i hücümler ve görüşler taşıyan yazıları seçmeyi
uygun bulduk. Bu arada Columbia Üniversitesi'nce çıkarılacak bir ansiklopedi
için yazdığı üç önemli makaleyi ilk olarak Türk ilim dünyası için yayımlıyoruz.
Ayrıca gene bu bölümde şiirlerine yer vermeyi de ihmal etmedik. Kitabın III.
bölümünü ise, ölümü üzerine basında çıkan yazılara ayırdık.
Ayrıca
kitabın sonuna kitap, makale ve şiirlerde geçen yabancı kelimelerin
anlaşılmasını temin için bir lügatçe ilave ettik. Bu eserin hazırlanışı
sırasında kendisini yalcından tanıyan kimselerle de konuşup görüştük ve bilgilerinden
istifade ettik. Bu vesile ile, bize yardımlarını esirgemeyen oğlu Yüksel
Gölpınarlı, Bahariye Mev- levîhanesi şeyhi Hüseyin Fahrettin Dede'nin torunu
Mevlevi Selman Tüzün, gazeteci ve araştırmacı Murat Bardakçı, Konya Mevlânâ
Müzesi Müdürü Erdoğan Erol ve Abdülbâkî Gölpınarlı'nın eserlerinin
bibliyoğrafyasını hazırlamış fakat henüz yayımlamamış olan Marmara Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi doçentlerinden Dr. Metin Akar'a burada candan teşekkür etmek
isterim.
ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI'NIN HAYATI KİŞİLİĞİ - İLMÎ HAYATI - ŞAİRLİĞİ NESRİ VE DİLİ - ESERLERİ
HAYATI
Abdülbâkî
Gölpınarlı, Kafkasya'da Gence'nin Gölbulağ köyünden olup; Rus savaşından önce
Bursa'ya oradan İstanbul'a göçen; daha sonra Bulgaristan'da Rusçuk şehrine
Eytain Mektebi müdürü tayin edilen Kıyamı İzzet Mustafa'nın oğlu ünlü gazeteci
Alım et Midhat Efendi'nin yanında yetişen ve gazetesinde muhabirlik yapan ve muhabirlerin
en kıdemlisi olduğundan zamanında "Şeyhti'1- Muhâbirin" ve bazen
"Baba" diye anılan Ahmet Agâh Efendi'nin oğludur. 1877 Rus savaşının
çıkması üzerine İstanbul'a dönen ve Ahmet Midhat Efendi'nin Tercümân- ı Hakikat
gazetesinde muhabir olan Ahmet Agâh Efendi, KafkasyalI bir hanım olan Âliye
Şöhret Hanım ile evlendi. Bu evlilik neticesinde H. 1317 yılı Ramazan ayının
onuncu gecesi/ 12 Ocak 1900, Sultanahmed civarında Dizdâri- ye'de Kâtip Sinan
Mahallesi'ndeki evlerinde doğdu. Babası, doğumuna şu tarihi düşürdü:
Hikmet-i pîr-i mugânla feyzim
Ehl-i tevhide benim sâkîdir Elf-i kâmil dedi târîh-i güzin Minnetu'llah'a gelen
Bâkî'dir
10
Ramazan 1317
İbnülemin
M. Kemal'in (İnal) "Son Asır Türk
Şairleri" adlı
matbu eserinin İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'deki nüshasında, kendisinden
bahseden 160. sayfasında dipnotun altına, Abdülbâkî Gölpınarlı’nın el
yazısıyla yazdığı bu kıt'anm ilk beyti ise şöyledir:
Hamdulillaha
cihanda
feyzim Himmet ehline benim sâiddir
Abdülbâkî
Gölpınarlı önce Mustafa İzzet adını almışsa da ailenin önceki çocukları
yaşamadığından uğur getirmesi dileğiyle kendisi Abdülbâkî diye çağrılmaya
başlandı ve ondan sonra bu ad. asıl adı yerine geçti.
Abdülbâkî
Gölpınarlı, ilk öğrenimini. Bâbıâli yokuşunda Yusuf Efendi Mektebi'nde (şimdi
Basın-Yayın Derleme Müdürlüğü), Ortaokul öğrenimini hususi Men- bauürfân
İdâdisi'nin rüşdiye (ortaokul) kısmında bitirdikten sonra lise tahsilini
Gelenbevî İdâdisi'nde (lisesi) yaptığı sırada, 1915 yılında babasının ölümü
üzerine son sınıftan ayrılarak Menbaulirfân İdâdisi'nin rüşdiye (ortaokul)
kısmında 3 sene Türkçe ve tahrir (kompozisyon) ve Farsça öğretmenliğinde
bulundu. Bir aralık Vezneciler semtinde dükkân açarak kırtasiye malzemesi ve
kitap sattı ise de bu işi yürütemedi. Mütareke yıllarında 1918 de dostlarından
birinin daveti üzerine annesiyle birlikte Çorum a bağlı Alaca İlçesine gitti.
Orada Kenzülirfân ilkokulunda başımıavin sonra başmuallim olarak 4 yıl vazife
gördü. İstiklâl harbi sırasında Anadolu'da gördüğü vazifeden sonra. 1923’te
Cumhuriyetin ilânı üzerine İstanbul’a döndü. Fakat ne var ki evlerine yerleşenler
olduğundan tanıdıklarından İsmail Hakkı adında bir dostun evine misafir
oldular. Bu sırada, daha önce babası tarafından Kumkapı civarında alınmış olan
evlerini satmak durumunda kaldılar. Ele geçen paranın yansını annesi Âliye
Hanım'a verdi; yarısını da yarıda kalan tahsiline ayırdı ve Kadırga Fırını
karşısında bir evin tek odasına yerleştiler.
Abdülbâkî
Gölpınarlı, İstanbul'a dönüşünde Edebiyat Fakültesi ne girmek için müracaat
etti ise de lisenin son sınıfını tamamlamamamış olduğu gerekçesiyle geri çevrilince
dışarıdan imtihanla Yüksek Muallim Mektebi'nin son sınıfına yazıldı. Fakat kısa
bir zaman sonra okul beş yıla çıkarıldığından yine zorluklarla karşılaştı.
Beşinci sınıfa alınanlarla aralarında önemli fark belirince, dördüncü sınıf
öğrencileri bir hafta okulu boykot ettiler. Sonunda okul müdürü İbrahim
Alâeddin’in (Gövsa) yardımıyla dördüncü sımftakilerin, yeni açılan beşinci
sınıfa
imtihanla
girebilmeleri kararlaştırıldı. Bu yüzden A. Göl- pınarlı, sınava hazırlanmak
için okul doktoru baba dostu Galip Atâ'dan (Nurullah Ataç'ın ağabeyi) bir
haftalık izin aldı. İyi kalpli Galip Atâ, bu ricayı anlayışla karşılayarak bir
hafta istirahat tanıdı. A. Gölpınarlı da bu zaman içinde cebir ve müsellesât
adlı derslere ağırlık vererek çalıştı. İmtihanda felsefe ve edebiyat
sorularıyla birlikte bir kaç beytin nesre çevrilmesinden başka bir şey
sormadılar. 1927'de okulu bitirince Bitlis Millî Eğitim Müdürlüğü emrine
öğretmen olarak tayin edilmesi üzerine, üniversite öğrenimini yapamayacağı
düşüncesiyle kendisi gibi Mevlevi olan bakanlık müfettişi Haşan Âli'nin
(Yücel) yakın alâka ve yardımıyla İstanbul'da Pertevniyal Lisesi yakınındaki
Mahmudiye İlkokulu'na (45. ilkokul) atandı. Artık üniversite yolu açılmıştı.
Fakat bu sefer de üniversite idaresi, bir fakültede öğrenim görmesi için Millî
Eğitim Bakanlığı'nm müsâadesini ileri sürdü. Tekrar sıkıntıya düşen A.
Gölpınarlı gene Haşan Âli (Yücel) ve ayrıca Âgâh Sırrı'nın (Levend) dostça
yardımları sayesinde hem öğretmen, hem de üniversite öğrencisi olmak imkânını
elde etti ise de ilkokul ve üniversite derslerinin karşılaşması zorluklar
çıkardı. Bu durum da Âgâh Sırrı ve İlköğretim Müdürü Hicrî Bey'in ve okul
müdürü Ahmet Halit (sonradan milletvekili olmuştur) tarafından halledildi.
Okuldaki derslerini bir güne topladı. 1930'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi'ni bitirince Konya Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı. Daha sonra
Kayseri, Kastamonu liselerinde ders verdi. Balıkesir Necati Bey Öğretmen
Okulunda ve Balıkesir Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Bu sırada 1937
yılında Yunus Emre- Hayatı teziyle doktora imtihanını vererek Ankara Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne doçent olarak tayin oldu ve orada Türk Edebiyat
Tarihi ve Metinler Şerhi derslerini okuttu; 1940 yılında rahatsızlığı yüzünden
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne tayin ile burada, emekli oluncaya
kadar Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı derslerini verdi. Yoğun İlmî faaliyete
burada, başladı. Bir taraftan ders verirken, bir taraftan eserler vermekle
meş- güldü. Esas itibariyle Edebiyat Fakültesi'nin Şarkiyâ(:
Enstitüsü'ne
bağlı olmakla birlikte Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerine de ders
vermekteydi.
1945
yılında "İleri Gençler Birliği" adında bir dernek kurmak isteyen bir
grup öğrenciden birinin, bu derneğin tüzüğünün bir nüshasını A. Gölpınarlı'ya
vermesi, demek ve müteşebbisleri hakkında yapılan kovuşturma sonucunda
kendisinin de başının ağrımasına sebep oldu ve aynı tarihte tutuklandı ise de
çıkarıldığı askeri mahkemede "...materyalist bir ideolojiyi benimsemesi
mahkememizce vârid görülmemiştir... Bu itibarla sanığa isnadı kaabil bir suç
görülmemiştir. Beraatine." hükmüyle 25 Şubat 1946’da beraat etti.
Sağlığında,
bu mahkeme kararının yayımlanmasını Kemâl Sülker’e vasiyet etmiş; o da bunu A.
Gölpınarlı'nm ölümünden sonra Yazko Edebiyat’ta yayımlamıştır.[1]
Çok heıf ete girdim geleli
bezm-i cihâne
Bin surete koydu beni evzâ-ı
zemâne[2]
beytine
uygun, zahmetlerle akıp giden hayatının içindeki bu sayfa kendisini biraz
üzmüştü.
Abdülbâkî
Gölpınarlı 1940’ta Ankara'dan İstanbul'a naklolunca önce Kuzguncuk'un üstünde
Nakkaştepe adlı semtte oturdu. Daha sonra Üsküdar'da Harem üstünde
Yalıboyu'ndaki iki katlı ahşap bir eve geçti ve hayatının sonuna kadar orada
kaldı ve 1940'tan sonraki eserlerinin hepsini orada kaleme aldı. 1949'da kendi
isteği ile emekli olduktan sonra ölüm tarihi olan 25 Ağustos 1982'ye kadar da
araştırmalarını elden bırakmadı.
Soyadı,
dedesinin yeri olan Gölbulağ sözünden gelmektedir. Bu söz İstanbul Türkçesine
garip geleceği düşüncesiyle Gölpınarlı şeklinde alınmıştır.
Ben
öğrencisi olarak hayatının sonuna kadar yanından ayrılmadım. Evlerimiz çok
yakın olduğu için hemen her hafta ziyaretine giderdim. Bilhassa pazar günleri
evi dolar taşardı. Doçent olarak üniversiteden ayrıldı ama nice profesörler
yetiştirdi, nice profesörlere yardımcı oldu.
Son
zamanlarında bazen mâzîyi halde bulamamanın üzüntüsünü hisseder:
Dokunma kalbime billah bir
melalim var Şu kâinata benim şimdi injiülim var
beytine
uygun konuşur, eski dostların yokluğundan yakınırken de yazdığı
"yoktur" redifli gazelinin
Geçen zamanlan andıkça
sızlıyor gönlüm
Ne çâre neyleyeyim hâle âşinâ yoktur
Adem diyarına doğru çekildi
kaa.filemiz Vücûda minnetimiz gayri Bâkîya yoktur
beyitleriyle
de hüzünlenir, meclisinde bulunan bizler de onun melaline hissedar olurduk.
Şiirleri kısmına aldığımız "Garib" manzumesi ile nesrine örnek olarak
seçtiğimiz "Da'a's-Sıla-i Mazi veya Dün-Bugün" adlı yazısı ruhunun
sadık birer tercümanıdır.
Devrimizin
bu çok yönlü bilgini 1982 yılında kısa bir rahatsızlıktan sonra 25 Ağustos
1982'de gözlerini hayata kapadı ve Seyyid Ahmed mezarlığında toprağa verildi.
Mezar taşını bu satırların yazarı yazdı.
Ölümü
üzerine değerli sınıf arkadaşım şair Mehmet Deligönül "gibi"
tâmiyesiyle şu milâdî tarihi söylemiştir:
Bir kuş gibi âzâd olarak dâr-ı
fenadan Bâki Hoca ilılâs ile
Mevlâ'ya kavuştu
1982
Abdülbâkî
Gölpınarlı, dedesi ve babası gibi okuyup yazmaya meraklı bir kimse olarak
yetişti. Daha küçükken Mevlevî muhibbi olan babasıyla Kulekapısı ile Eyüp'te
Bahariye Mevlevîhâneleri'nin âyin günlerine katılmak suretiyle tasavvuf
bilgisinin maddî ve manevî havasıyla yetişmeye başladı. Bir gün henüz 7
yaşındayken Veled Çelebi (İzbudak), başına Mevlevi sikkesi giydirdi ve böylece
küçük Abdülbâkî adeta resmen Mevlevîliğe kabul edilmiş oldu. Bu tarikatın
âdetine göre bu basit törenden sonra şeyh, Nev-niyâz da denen muhibbi yani
tarîkate intisab etmiş olan kişiyi dergâhtaki dedelerden birine teslim ederdi.
Dede, muhibbe tarikat âdabını ve semai öğretirdi. Abdülbâkî de kendine tayin
edilen İbrahim Zuhûri Dede'den (Ö.1935) Mevlevî tarikatının âdâbını öğrendi.
Çile çıkardı ve bu arada Bahâriye Mevlevîhânesi'nin şeyhi Hüseyin Fahred'din
Dede'den (ö. 1911) Farsça öğrendi. Zuhûri De-de’den de İranlı filozof Fahreddin
Râzi’nin felsefesi hakkında bilgi edindi. 1912 yılında Mevlevîlerle birlikte
Konya’yı ve Mevlâna’nm türbesini ziyaret etti. 1379-1960’ta Mevlevî Ali Celâl
Çelebi’den (Ali Çelebi bin Celâleddin Çelebi) hilâfet-nâme alarak Mevlevî
tarikatının en yüksek derecesi olan halifeliğe yükseldi yani halife oldu.
Kısaca, Bahâriye Mevlevîhânesi'nde hakim olan rindâne havanın içinde Mevlevî
neş’esiyle yetişen Abdülbâkî bu yolu ömrünün sonuna kadar sürdürdü.
Bir aralık annesinin yakını bir hanımın arzusunu taramayarak 16 yaşındayken Topkapı'da Takkeciler'de bir Bektaşî tekkesi kurmuş olan Büyük Abdullah Baba'ya (Ö.1923) intisab etmişse de Bektaşîlikte fazla kalmayıp ayrılmıştır. Bir gün bu hususu kendisine sorduğumda cevap olarak şöyle demişti: "Bazı Mevlevîler Bektaşî olmuşlardır. Fakat buna rağmen onlarda Mevlevîlik ön plândadır. Hiç bir Mevlevi'yi Bektaşîlik tam bir surette tatmin edemez. Musikisiyle, sema'ıyla, safâsıyla vecd ve şiiriyle, bilgisiyle Mevlevîlik, Mevlevînin ruhuna öyle yerleşmiştir ki Bektaşîlik, bu estetik unsurlara ancak demiyle bir neş’e katabilir. Ben onlarda aradığımı bulamadım ve bir sabah kalktığımda bir kâğıda "Al külâhını Eyvallahı içinde"[3] sözünü yazdım ve külahımı üstüne kapayıp tekkeden ayrıldım. Ayrılış o ayrılış."
Mevlevîliği
bir yaşayış tarzı ve hayatının bir parçası saymış, ondan ve Şîî inanışından
ömrünün sonuna kadar ayrılmamıştır. Genç yaşlarda böyle bir tasavvuf atmosferi
içinde yetişmeye başlayan A. Gölpınarlı, üniversite sıralarında iken yalnız
dersleriyle iktifa etmemiş; fakültede hocası Fuad Köprülü'den edebiyat ve
tasavvuf, Ferid Kam'dan metin şerhi, Ahmet İzzetten felsefe, Ahmet Naîm'den
dinî bilgiler almanın dışında, doğu ve batının tanıdığı Bayezid Genel
Kütüphanesi müdürü büyük bilgin İsmail Sâib, Fatih Çamii'nde dinî dersler veren
Tikveşli Yûsuf Efendi ve Hoylu Hacı Şeyh Ali'den de istifade ederek kendisini
geniş bir İslâmî bilgi hazînesiyle zenginleş- tirmişti. Bunların dışında mensup
olduğu Bahâriye Mev- levîhânesi ileri gelenlerinden, İranlı ünlü şair
Firdevsî'nin (X. asır) Şehname'sini okumak suretiyle Farsçasını ilerletirken
dolayısıyla edebiyat bilgileri için gerekli olan İran mitolojisini öğrendi.
Çalışmalarının ilk mahsûlü olarak 1931 yılında yayımlanan "Melâmîlik
ve Melâmîler" adlı mezuniyet tezini’ortaya koydu.
Yaradılış
itibariyle sert mizaçlı idi. Çabuk kızardı. Düşündüğünü söylemekten çekinmezdi.
Böyle_olmakla beraber kalender meşrep yaradılışlı ve Melâmî tabiatlı idi. Zaten
Mevlevılerde bu karakter mevcuttur. Bildiğini iyi bilirdi. Tam anlamıyla bir
bilgindi. Bilhassa tasavvuf sahasında devrinin yegânesiydi. Çok zeki idi. Çok
kuvvetli bir hafızaya sahipti. Ne okumuş ve görmüşse zihninde yer etmişti.
Divan edebiyatı ve tasavvuf için gerekli İslâmî bilgilerle mücehhez idi.
Kur'an'ı âdeta ezbere bilirdi. Çok güzel konuşur, muhatabını cezbederdi.
Yakışıklı idi. Onca insan içinde fark edilirdi. 1943 yılında Edebiyat Fakültesinde
derslere başladığımız zaman bize tasavvuf tarihine geldiğinde dikkatleri
üzerinde toplamış; kendisine sorulan ilk "hayatınızı anlatır
mısınız?" sorusuna gülerek "Doğdum, yaşıyorum, öleceğim" diye
cevap vermişti. Daha ilk derste hepimiz çok değişik, tipik, bilgili, hülâsa bir
derya ile karşılaştığımızı anlamıştık. Yüksek sesle konuşurdu. Sesi
ahenkliydi. İlmî toplantılara, bilhassa tasavvuf ile alâkalı konulardan
hoşlanırdı. Yetiştiği muhitin insanları ile olmaktan zevk duyardı. Hocalarından
bilhassa Ferid Kam’ı kaybedince çok üzülmüştü. Dertleşecek, ilmî sohbetler
yapacak kimselerin azlığından baJhsederdi ki 1943 yıllarında Güzel Sanatlar
Akademisi hat hocası ve Üsküdar Yenicamii hatibi müfessir Hamdi Efendi'nin
arkadaşı, dinî bilgilerde ileri hattat Necmettin Okyay ile tanışması özlediği
ilmî toplantılara vesile olmuştu. Hemen her ay Necmettin Okyay'ın Üsküdar'da
Toygar Tepe'deki evinde, yazın bahçede, kışın içerde yapılan toplantılardaki
ağırlık noktasını tasavvufî konular teşkil ederdi. Buraya katılanlar şu
kimselerden ibaretti: Necmettin Okyay, onun yakınlarından Melâmî ileri gelenlerinden
Eşref Efendi, Necmettin Okyay'ın oğlu Sâcid ve yeğeni meşhur ebru ustası aktar
ve Celvetiye tarikatının kurucusu meşhur Sûfî Aziz Mahmud Hüdâyî türbedân
Mustafa Düzgünman ve Necmettin Okyay'dan ta'lîk yazı öğrenmekte olan bu
satırların yazarı Ali Alparslan. Eğer o zaman buradaki konuşmalar not
edilseydi çok faydalı dinî ve tasavvufî bilgiler elde edilmiş olurdu. Derin
tasavvufî bilgilerde Eşref Efendi ile uyuşmuşlardı. Birinin söylediğini öbürü
tasdik ediyordu. Hatırlayamadıkları bir âyet olursa hafız olması cihetiyle
Necmettin Efendi imdada yetişiyordu.
Hocamız,
Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Fahrettin Dede'nin torunu Mevlevî Selman
Tüzün'ün de ifade ettiği gibi deniz dalgalan gibi coşup kabaran sonra durulan
bir rüha sahipti. Yağar, eserdi ama akl-ı selimden uzak değildi. Balıkesir
Öğretmen Okulu'nda öğretmen iken ilerici bir şairin yazdığı bir şiirini, Divân
şiirinin biçim ve anlatımına uygun bulmaması üzerine yazdığı tenkit ve alay
yollu manzumeyi son sınıfta okuduğu sırada o tarihlerde hazırlamakta olduğu Yunus
Emre-Hayatı adlı
eserinin müsveddelerini temize çeken öğrencisi Fahri'nin itirazı ile
karşılaşmasını şöyle anlatıyor;
"O
genç öğrencim, benim alaya aldığım şiir bitince bir şeyler söyleyecek gibi
oldu. Görmezlikten geldim, bir kaç sözden sonra ders bitti. Okulun üst
katındaki odama çıktım. Orada yatar kalkardım. Yine Yunus ile dopdolu iken kapı
vuruldu. Fahri girdi içeri, yüzü gözü lodosa uğramıştı; kıpır kıpır oynuyordu.
Kapı önündeydi. Bir şey söylemeden durdu. Ne diyecek ve isteyecek diye beklerken,
o yüksek sesle: "Hocam sen kaçırdın mı" demez mi? Benim tepkimi
beklemeden ekledi: "Sen bu alaya alan şiirinle kimlerin ağzına sakız
veriyorsun, hiç düşündün mü? Düşünmenin, akıl erdirmenin sırası değildi. Bütün
gücümle doğruldum ve "defol bücürrrr!" diye bağırdım. Henüz
defolmamıştı. Bu kez "Bacak kadar boyuna, tüysüz suratına bakmadan
hocasına akıl veriyor, defol" diye ekledim. Terbiyeli öğrenciydi. Arkasını
dönüp çıkmadı. Geri-geri giderek kapıyı çekti. Henüz Halk Partisi iktidardan
düşürülmemişti. Mısır Çarşısı'nda karşılaştık. Onu yemeğe götürdüm. Söz bu
olaya geldi dayandı. "Sen haklıymışsın Fahri" dedim... Öğrencilerim
arasında çok sevdiklerim olmuştur. Ama Fahri'nin yeri başka".[4]
"Dîvân
Edebiyatı Beyanındadır" adlı kitabı da bize açıklamadığı kimbilir nasıl
bir feveranın eseriydi. Yalnız, bunun neşrinden sonra çok üzülmüş ve "hata
ettik" demiş ve Dîvân edebiyatına yağdırdığı tenkitleri âdeta telâfi
edercesine önce Fuzûlî ve sonra Nedîm dîvânlarını yayımlamış ve bu vesile ile
eski edebiyatımızın hakkını teslim etmişti. Zaten kendisi de tam bir Dîvân
edebiyatı şairi idi.
Son
zamanlarında, bu iniş ve çıkışların kendisini huzura kavuşturduğunu
söylemişti.
İLMÎ HAYATI
Abdülbâkî
Gölpınarlı yalnız Türk edebiyatı İle meşgûl olmadı. Esas sabası bu olmakla
birlikte tasavvuf ve tasavvuf! metinler tarikatlar, mezhepler ve İran
edebiyatı üzerinde de durarak eserler verdi. Farsça ve Arapçası çok güzeldi. Bu
dilleri rahatça konuşurdu. Fransızcayı da metinleri anlayacak derecede bilirdi.
İlk ilmî araştırması fakülte bitirme tezi "Melâmîlik
ve Melâmîler" ile işe koyuldu ve bu eserle hocası Fuad
Köprülü'nün takdirini topladı. Bu hususta F. Köprülü'nün görüşlerini ilerde sunacağız.
Bu çalışması Melâmîlik ve Melâmîler sahasındaki boşluğu doldurdu. Kendisi daima
bu eserin bazı eksikleri olduğunu ve uygun zamanda bu eksikliği tamamlayacağını
söylerdi. Maalesef buna ömrü vefa etmedi. Güzel Sanatlar Akademisi müdürü
Burhan Toprak'ın 1933'te çıkarmış olduğu "Yunus
Emre Dîvânı" adlı
eserini yetersiz bularak giriştiği çalışma neticesinde 1936'da yayımlandığı "Yunus
Emre-Hayatı" adlı
eserle bu ünlü şairin hakiki hüviyetini ortaya koydu. Bu çalışmanın kendisinin
doçentlik tezi olduğunu söylerdi. Bunu, "Yunus
Emre Dîvânı", "Mevlâna Celâleddin" ve
Mevlevîlik tarihine ışık tutan "Mevlâna'dan
Sonra Mevlevîlik" bu tarikata girenlerin takip edeceği
kaideleri anlatan "Mevlevi Âdâb ve
Erkânı" adlı
kitaplar takip etti, ne yalan söyleyelim son iki eseri kendisinden daha güzel
yazacak bir kimse yoktu. Hele "Tasavvuftan
Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri" adlı
kitabı, tasavvufla ve dil ile uğraşacaklara ana kaynak mahiyetindedir. Kısaca
tanıtma tipi dışındaki bütün çalışmaları ilmî vasfı hâizdir.
Türk
edebiyatı ve tasavvuf dışında metin şerhinde pek mâhirdi; açıklamayı mantık
çerçevesi içinde yapardı. Fars edebiyatında bilgisi derindi. Yaptığı tercümeler
bunun açık delilidir. Dinî konularla da ilgilendi. Bu sahada bilgisi derindi.
Burada hepsini söylememiz mümkün olmayan bu çalışmaları ileriki sayfalarda
kitaplar kısmında kısa şekilde açıkladık. Fars edebiyatı hususunda hocası Ferid
Bey'den çok istifade etmiş, ondan İran'ın XII. asır şairlerinden Enverî ve
Hâkaanî'yi okumuştur.
Ömrü
boyunca didinip çalışan, ilim âleminin bu seçkin bilgini, bilgin sıfatından
ziyade mütebahhir sıfatına lâyıktır yâni bilgisi denizler kadar engindi.
Çalışma ve araştırma metodu hususunda Köprülü Fuad Ekolü'ne bağlıydı. Bunu her
zaman itiraf ederdi.
Her
şart ve mekân içinde çalışmaktan zevk duyardı. Hatırlarım, 1943 yılıydı. Iranlı
tarihçi Cüveynî’nin (XIII. asır) "Tarih-i
Cihangüşâ"[5]
adlı
eserini sıcak yaz günlerinde çoğu zamanlar Bayezid Genel Kütüphanesi ile
Bayezid Camii arasında ulu çınann altındaki kahvede tek başma oturduğu masanın
başında tercüme ederdi. Arada bir çay içer, dinlenir; gelen gidenle de
konuşurdu. Gene yazları bir seferinde Boğaziçi'nde Kireçbumu'na gitmiş bir kır
kahvesinde vakit geçirirken boş durmamış yanında getirdiği Attâr'm "İlâhî-nâme"
metniyle
meşgul olmuş, tercüme yapmıştı.
Tabiî
söylemeye lüzum yok ki bu istisna! durumlar dışında, eserlerini, denize nazır
evinin Türk üslûbuna uygun odasında pencere kenarındaki alçak sedirin önünde
bir mindere bağdaş kurarak oturur ve bu sedire dayanarak yazardı. Sabah erken
kalkar, önünde daima duran bir semaverde ara-sıra çay hazırlar, çalışmalarına
ara verdiği zaman çay ve sigara ile avunurdu. Gününü yoğun bir çalışma ile
geçirdiği için yorulduğu zamanlar ben kendisine yardımcı olurdum. Meselâ
Mevlâna'nın Mesnevisinin tercümesi önce Mevlânâ soyundan gelen Veled İzbudak'a
(Veled Çelebi) verilmiş fakat tercümesinin Türkçesi ağır bulunduğundan tekrar
çevrilmesi için A. Gölpınarlı'ya havale edilmişti. Yalnız çevirinin üstüne
Veled İzbudak adı yazılacak, her cildin sonuna eklenen açıklamaların da A.
Gölpınarlı tarafından hazırlandığı yazılacaktı. Böyle de yapıldı. Hakikatta
ikisi de A. Göl- pınarlı'nın kaleminden çıkmıştı. Hoca bir an evvel çeviriyi
vermek zorunda idi. Bu yüzden bazen beni çağırır, yorulduğunu söyleyerek
Mesnevinin tercümesini bana eski harflerle dikte ettirirdi. 32 senelik ömrünün
şüphesiz 50 yılından fazlasını eser vermekle geçirdi. 1982 yılı başlarında
rahatsızlandığı aylarda dahi yazmaktan geri kalmadı. Columbia Üniversitesi
tarafından çıkarılacak bir ansiklopedi için hazırladığı "Bektaşîlik",
"Bektaş" ve "Ba- haeddin Veled" adlı 3 ilmî makalesi son
eseridir. Biz henüz çıkmayan bu makaleleri kitabımızda yayınlıyoruz. Kendisi
Bektaşîlik hakkında da bir kitap yazmak istediğini daima söylüyordu. Ne yazık
ömrü vefa etmedi. Bunun gibi "Mazmumlar" adlı çalışması da yanda
kaldı.
Abdülbâkî
Gölpınarlı özel kütüphanesini ölümünden çok önce Konya Mevlânâ Müzesi'ne
vasiyet etmişti. Müze müdürü Dr. Erdoğan Erol, A. Gölpınarlı'nın evinde bir ay
kadar süren bir çalışmadan sonra tanzim ettiği listeyi 26 Nisan 1977 tarihinde
noterlik kanalıyla tasdik ettirip kitapları Mevlânâ Müzesi'ne naklettirdi.
Halen iki defterde kayıtlı olan "Mevlânâ Müzesi Abdülbâkî Gölpınarlı Kü-
tüphânesi"nde bulunan kitapların ve diğer eşyanın dökümü şöyledir: 228
yazma kitap, 1831 adet basma kitap, 87 adet hat levhası, 1 gilaptan, 7 teşbih.
Yazma kitaplar katalogu basılmak üzere halen Anıtlar ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nde bulunmaktadır.[6]
Genç
yaşta şiire başlamıştı. Şekil ve türde klâsik tarzı benimsemişti. Zaman zaman
yazdığı şiirlerinden meydana gelen divânında kaside, gazel, rübâî ile birlikte
kısa, uzun 250'den fazla manzumesi vardır. Bunlar bir kaçı müstesna matbu
değildir. Sanatkâr bir ruha sahip olduğu için bunları öğrendiği ta'lîk yazı ile
yazmıştır. Dîvânının başındaki kıt'a şudur:
Ey kılan bu defter u dîvânıma
atfı nazar Fatihayla ruhumu lûtfeyleyip şâd eylesin Ehl-i beyt-i Mustafâ'nın
hürmetine Hak seni Her iki âlemde de kılsın hemen şâd u esen
Şiirde
fikre, ince mânâya ehemmiyet verirdi. Sebk-i Hindî üslûbuna taraftardı. Bu
yüzden şiirlerinde Neşâtî, Nâilî ve Gâlib edâsı sezilir. Aşağıdaki beyitlerle
başlayan gazelleri bunun aşikâr birer örneğidir:
Firkatle meddri âh-ı temennd
uzar gider
Her şeb misâl i leyle-i yeldâ
uzar gider
O lâ'l-i dilberi her gün
terâneler öpüyor Hased ki rûyunu rengin fesârıeler öpüyor
Rûy-ı gül günün edince
cilve-zâr âyineyi Mest kıldın bûy-ı ıtrınla hezâr âyineyi
Mâu'l-hayât-ı neşve-i cândır
zülâlimiz İhrûk-ı kayd u peyk i
eceldir visalimiz
Sebk-i
Hindî'nin kudretli temsilcilerinden Nâilî'ye iki nazire yazmıştır:
Gülüz ki gamze-i sehhâr-ı yâra
dek gideriz Mülüz ki neşve-i vuslat-medâra dek gideriz
Şah
İsmail'in ve aynca Şeyh Gâlib’in de bir şiirine tazmini, Neşâti'ye tahmisi
vardır. Mevlevî olduğunu da, Mevlânâ'ya yazdığı medhiyelerde ve ayrıca başka
şiirlerinin beyitlerinde de söylemiştir:
Âşık-ı gam-zede-i fîrkat-ı Mevlânâyun
Şerer-i nâire-i hasret-i Mevlânâyım
Gürûh-ı evliyanın server-i zî-şânı
Mevlânâ Hafîm-i vuslatın
âlî-himem sultanı Mevlânâ
Âşiyânmdan cüda kılma beni
El-meded yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Kays'a minnet eylemem tahsîl-i fenn-i ışkta
Hazret-i Monlâ-yı Rûmî Bakıya üstadtır
Daha
önce söylediğimiz gibi Melâmî meşreb olan Abdülbâkî Gölpınarlı bu görüşünü de
her vesile ile ifade etmiştir:
Hâk-pây-ı Mevlevi rind-i Melâmî-meşrebim
Bâkîyâ ondan bütün tab'ımda isti'dâdlcır
Rind-i Melâmetîlere bir yadigâr olur
Fânî cihânda Bakî bu nazm ı garibimiz
Mevcut
şiirlerinin hemen hemen yarısı dînî ve tasavvuf! mahiyette olduğundan
anlaşılması ancak gerekli bilgiler ve şerhe ihtiyaç gösteren üstad, dîvân
şiirinin kuvvetli bir temsilcisi ve büyük şairler zincirinin son halkası olduğunda
şüphe yoktur:
İstiva tâkını kudretle urup
başımıza
Ser burehme gezeriz âşılt-ı
şeydâyız biz
Bizde billah ne can var ne
cihan var ne gönül
Nîstîde döneriz mâ-sadak-ı lâyız biz
Abdülbâkî
Gölpınarlı tarih düşürmekte de ustaydı. Dîvânında doğum, evlenme, çeşme ve
camii tarihlerinden başka, Mevlevî ileri gelenlerine ve Ahmet Naîm, Rauf Yektâ,
Şair Mehmet Âkif, Tarihçi Ahmet Refik, İsmail Sâib, Refî Cevat Ulunay ve
Necmettin Okyay gibi kimselere (bazıları Farsça olmak üzere) ölüm tarihleri
vardır. Bunlardan ikisini örnek olarak alıyorum:
Mehmet
Âkif için;
Gitti ol âşık-ı mahbüb-ı ilâh
Kenz-i esrâr-ı Hudâyı vâkıf
Her sözü sihr i helâl-i ebedî
Ümmetin derdini candan arif
Müstakil şairi istiklâlin
Nağmesi sanki sedâ-ı hatif
îki er geldi dedi Bakî hayf
î’tikâf etti fenâdan Âkif 1355/1936
Ünlü
hattat ve kemankeş Necmettin Okyay'ın ölümünde söylediği tarih ise ancak din,
tasavvuf, hat ve kemankeşlik terimlerini bilenlerin anlayacağı şekilde sa-
natkârâne yazılmıştır.
Muharremde kılıp şâh-ı
şehîdânafedâ canın Makaam-ı pâki oldu şübhesiz me'vaıy illiyyîn
Dürüp tûmâr-ı eyyâm-ı hayatın
hatt ı temmet'le Huve'l-gajfâr mührüyle anı hem eyledi tezyin Atıp tîr-i
hayât-ı müsteân bir deyip "ya Hak”
Bıraktı kavs-i fanîyi yere oldu
felek-âyîn
Çıkıp bir nezr-i Mevlânâ dedim
tarihini Bakî
Serây-ı Hubb-ı Ehl-i Beyte bir
Şems oldu Necmeddin
Tarihlerde,
tarih düşürülen bina ve şahısların özelliklerini göz önünde bulundurulmak
şarttır. Genellikle son mısrada kelimelerdeki harflerin karşılıkları olarak
kabul edilen sayıların toplamı o olayın vukû bulduğu tarihi gösterir. Bu
hakikaten zor ve tecrübe isteyen edebî sanatlardan biridir. Yalnız bu iki
tarih, onun bu sanatta usta olduğunu göstermeye kâfidir sanırız.
Üstadın
nesri fevkalade güzel ve akıcıydı. Elbette ilmî eserlerinde gerekli olduğu için
gramer kaidelerine bağlı kalıyordu. Fakat dikkatli bakılınca ilmî, ağır ve
ciddî yazılarında da akıcılık sezilirdi. Mevlânâ Celâleddin adlı eseri bunu
kanıtlamaya kâfidir. Fakat asıl ustalığını gösterdiği salıa, biraz da gramer kaidelerinin
dışına çıkmaya imkân hazırlayan ilim dışı yazılarıyla., bilhassa şiir çevirileridir.
Hafız Divânı'nm yayımlandığı günlerden sonraydı Edebiyat Fakültesi'ne bağlı
Şarkiyat Enstitüsü'nde o zamanki müdür Alman müsteşriki H. Ritter'le dersimiz
olduğu bir sırada A. Gölpınarlı içeri girdiğinde, H. Ritter ayağa kalkarak
kendisini karşıladı ve "Bâkî Bey bu tercüme nedir böyle? Nasıl yaptınız
bunu? Nasıl bu kadar güzel çevirdiniz?" diyerek alnından öptüğünü hiç unutamam.
Biz kitabımızın ikinci bölümünde nesrine güzel bir örnek koyduk.
Dili
normaldi, terimlerin aynen kullanılması taraftarıydı. Kurallara uygun yapılmış
kelimeleri kullanmayı tercih eder, ifadeye garip gelecek sözlerden kaçınırdı.
İlim dışı yazılarında cümleleri daha kısa ve kelimeleri daha sade idi.
ESERLERİ
A. Kitaplar (telif ve tercüme)
Melâmilik ve Melâmiler (İstanbul
Darülfünunu Türkiyat Enstitüsü Yayını) İstanbul 1931. II. basnıı: İstanbul 1992
A.
Gölpınarlı'nın ilk ve önemli eserlerindendir. Yayımlandığı günden beri önemini
kaybetmeyen bu eser, fakülteyi bitirme tezidir. Kendisi, bunun bir doktora tezi
mahiyetinde olduğunu; sonradan yeni bilgiler bulduğunu; yapmayı tasarladığı
yeni neşrinde bunları ilâve edeceğini ifade etmesine rağmen bu arzusunu yerine
getiremedi. Bu eser sayesinde Türk kültür tarihinde Melâmî olan kişileri de öğrenmiş
bulunuyoruz.
Ben
burada fazla bir şey söylemeden hocası Fuad Köprülü'nün bu çalışmanın başına
yazdığı iki sayfalık bir önsözden bazı cümleleri almakla yetineceğim:
'Türkiye'nin
dînî tarihini meydana getirebilmek için, Türkiye'de inkişaf eden muhtelif
tarikatlar hakkında etraflı ve sağlam monografiler yazılması birinci şarttır.
Umumiyetle İslam tasavvufu tarihini yazabilmek için de çok büyük yardımı
olacağı bedilıî olan bu cins monografiler, mahdut ve muayyen bir mevzuu bütün
teferruatile ihata edebilir. Herhangi bir tarikatın menşeî, inkişafı, başlıca
şahsiyetleri, âyin ve erkânı, şubeleri, coğrafî tevezzüü, İçtimaî te'siri, sair
tarikatlarla rabıta ve münasebetleri böyle monografiler sayesinde sağlam bir
surette tesbit edilmeden, daha umumî mahiyette eserlerin vücuda gelmesi
imkânsızdır.
İşte
kıymetli talebemden Abdülbâkî Bey'in bugün ilim âlemine takdim ederken haklı
bir iftihar duyduğum bu mühim eseri, bu derin boşluklardan birini dolduracak
mahiyettedir; İslâm tasavvufu tarihin büyük cereyanları arasında çok dikkate
şayan olan ve edebiyat sahasında da mühim mahsuller vermiş bulunan Melâmetiye
mesleği, "Ankaralı Hacı Bayram'ı Velî" ile, bilhassa XV inci asırdan
itibaren, Türkiye'de büyük bir ehemmiyet kazanmış ve uğradığı resmî takibat
üzerine son asırlarda izi kaybolmak derecesine geldikten sonra, XIX uncu asır
ortasında Seyyit Muhammet Nurül'arabî ile tekrar meydana çıkarak İkinci
Meşrutiyet devresinde siyasî sahada da büyük roller oynamıştır. Abdülbâkî Bey
faaliyetini en ziyade ikinci ve üçüncü devirler Melâmiliği üzerinde teksif
etmesi hususundaki tavsiyemi tamamile nazarı itibara almış ve mesaisini büyük
bir muvaffakiyetle tamamlamıştır. Eseri tetkik edenler, genç mütetebbiin ne
yorulmak bilmez bir faaliyetle çalıştığını itarafa mecbur olacaklardır: O,
umumiyetle bilinen membalardan başka, şimdiye kadar ilim alemince isimleri bile
bilinmeyen birçok
yazma
membalan da bin müşkilât ile arayıp bulmuş ve onlardan büyük bir dikkat ve
itina ile istifade ederek yalnız tasavvuf tarihini değil, Türk edebiyatı
tarihini de şiddetle alâkadar eden bu çok güzel monografiyi meydana
getirmiştir. Bize ilk kitabı olarak bu kadar olgun bir eser veren genç
müelliften ilim âlemi daha bir çok hizmetler bekliyebilir."
Bâkî
(Türk
Neşriyat Yurdu), İstanbul 1932
XVI.
yüzyıl şairlerinden Bâkî'nin hayatı ve dîvânından seçilmiş şiirlerinden
meydana getirilmiştir. Tanıtma mahiyetindedir.
Fuzûlî
(Türk
Neşriyat Yurdu), İstanbul 1932
XVI.
yüzyıl şairlerinden Fuzûlî'nin şiirlerinden seçmeleri ihtiva eden bu eser de
tanıtma mahiyetindedir. Her iki kitap, bu tip çalışmalarının az olduğu
tarihlerde faydalı olmuştur.
Kaygusuz
Vizeli Alaeddin, Hayatı ve Şiirleri (Remzi
Ktp.), İstanbul 1933
Kaygusuz
Vizeli Alaeddin Melâmî-Hamzavî halk edebiyatının ileri gelen şairlerinden olup,
XVI. asırda yaşamıştır. Eser, Ahmed-i Sârban ve Kaygusuz Abdal adlı şairlerin
şiirlerine de ışık tutmaktadır.
Tıp İlmi ve Meşhur Hekimlerin Mehâreti "Farsça'dan
tercüme" (İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Yayını), İstanbul
1936
XII.
asırda İran Selçukluları
zamanında yaşayan Semerkandlı Nizamî-i Arûzî'nin "Çehâr Makale" adlı
eserinin tıp la alâkalı 4. makalesinin (İlm-i tıb ve Hidâyet-i Tabib)
tercümesidir. Tıbbî olaylar üzerine hikâyelerle, bunların tedavi usullerini
çınlatan bu bölüm Tıp Tarihi Enstitüsü müdürü Dr. Süheyl Ünver'in arzusu
üzerine tercüme edilmiştir.
Yûnus
Emre-Hayatı (İkbal
Ktp.), İstanbul 1936
Geniş
bir şekilde Yûnus'un hayatını ve edebi yönünü anlatan bu eser, Melâmilik ve
Melâmiler'den sonra ikinci önemli araştırmasıdır. Bu eserin hazırlanmasında
Burhan Toprak'ın 1933'te yayımladığı "Yunus Emre Divanı"nında
vardığı yanlış hükümler ve kararların büyük rolü olmuştur. A. Göl- pmarlı, her
zaman bu eseri için "O benim doçentlik tezimdir" derdi. Meselâ,
burada Yûnus'un yalnız bir halk şairi değil de aynı zamanda bir dîvân şairi de
sayılabileceğini öğreniyoruz. Bunun gibi A. Göl- pınarlı, şairin devrin klâsik
bilgilerine aşina olduğunu da ortaya koymaktadır.
Tansuk-Nâme-i
İlhânî der Funûn u Ulûm-i Hıtâî Mukaddimesi "Farsça'dan
tercüme" (İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Yayını), İstanbul
1939. Tebriz'de 713/1313'te Kıvâm-ı Kirman! diye meşhur olan Mahmud oğlu
Ahmed'in oğlu Mehmed tarafından tıbba dair yazılsın eserin tercümesidir.
Sıhhat
ve Maraz "Farsça’dan
tercüme" (İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Yayını), İstanbul
1940 XVI. asır şairlerimizden Fuzûlî'nin Farsça olarak kaleme aldığı bu küçük
eserde, insan vücûdunun teşrih! ve fizyolojik tetkiki ve zamanın tıp bilginlerinin
bedenle alâkalı psikolojik yönleri ele alınmaktadır. Eser, arkadaşı ve Tıp
Tarihi Enstitüsü' nün müdürü, Dr. Süheyl Ünver'in arzusu üzerine İst. Üniv.
Ktp. de F. 339 numaralı yazmadan tercüme edilmiştir.
Yûnus Emre ile Aşık Paşa ve
Yûnus'un Bâtınîliği (Kenan
Basımevi), İstanbul 1941
X3II.
yüzyılda Anadolu'da yaşayan iki sûfi şair Yûnus Emre ve Âşık Paşa'nm
bâtınîliği üzerine küçük bir eserdir.
Pîr
Sultan Abdâl (Pertev
Naili Boratav ile birlikte - Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayını), Ankara 1943,
II. basılış (Der Yayınevi), İstanbul 1991.
Bektaşîlikle
karışık Alevî-Kızılbaş duygulan taşıyan şiirleriyle tanınmış olan XVI. yüzyıl
şairlerinden Pîr Sultan Abdal'ın hayatı ve şiirlerini konu eden bir
araştırmadır. Türk tasavvuf edebiyatı bakımından önemli bir eserdir.
Mesnevi
"Farsça'dan
tercüme-6 cilt" (Maârif Vekâleti, Şark-İslâm Klâsikleri), İstanbul
1943-1946 Ünlü Türk sûfisi Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi'nin ünlü eseri olan
Mesnevî'nin tercümesidir. Aslı 6 cilt olan eser, yine 6 cilt halinde 1973-74
yıllan arasında güzel bir Türkçe ile irfan kütüphanemize kazan dmlmıştır. Her
cildin sonuna eklenen "Açılama" başlığı altındaki açıklama ve
bilgiler çok önemlidir.
Yûnus
Emre Dîvânı (Ahmet
Halit Ktp.) C: 1,2-3, İstanbul 1943-48 Tamamı 2 cilt halindedir.
C.l,
dîvân ve Risaletü'n-nushiyye'dir; c.2-3 ise Yû~ nus'tan başka Yûnus'lara ait
şiirleri kapsamaktadır. Aynca bu ciltli divanda geçen terimleri kaplayan 105
sayfalık bir açıklama ile asıl Yûnus dîvânında geçen bir lügatçe ve başka
Yûnus’larda geçen sözlere ait başka bir lügatçe ve her iki kitaba ait
bibliyografya ile 46 nota vardır. Eser 2 cilt halinde olup 2. cilt birinciyi
tamamlamaktadır.
Hâfız
Dîvânı "Farsça'dan
tercüme" (Maârif Vekâleti, Şark -İslâm Klâsikleri), İstanbul 1944, II.
basım: 1968 XIV. yüzyıl dünyaca ünlü İranlı şair Hâfız'm dîvânının
tercümesidir.
Gülşen-i
Râz "Farsça'dan
tercüme" (Maârif Vekâleti, Şark -İslâm Klâsikleri), İstanbul 1944, II.
basım: 1968
XIII. yüzyılda
Moğollar devrinde İran'ın tanınmış sofilerinden
Şeyh Mahmud Şebüsterî'nin kendine sorulan tasavvuf! sorulara verdiği
cevaplardan meydana gelen Gülşen-i Râz, tasavvufî terimleri cihetiyle önem
taşımaktadır.
Mantık
al-Tayr "Farsça'dan tercüme"
(Maârif Vekâleti, Şark-lslâm Klâsikleri), Cilt: 1 (İstanbul 1944, II. basım:
1962), Cilt: II (1945), II. basım (1963)
İranlı
şair Attâr'm tasavvufî ünlü manzum eserinin tercümesi. Sûfînin manevî
yolculuğunu anlatan eserin tercümesine aynca bir "açılama" kısmı
ilâve edilmiştir.
Dîvân
Edebiyatı Beyanındadır (Marmara
Ktp.), İstanbul 1945
Bazı
kimselerin Dîvân Edebiyatı'nı fazla medh etmelerine bir cevap olmak üzere
yazdığı bu kitapta, bu edebiyata sert tenkitlerde bulunması üzerine şimşekleri
üzerine çekerek eleştirilere uğradı. A. Gölpınarlı bu kitapta yalnız halk
edebiyatını överken adeta farkında olmadan dîvân edebiyatının büyüklüğünü
söylemekten de geri kalmıyordu. Sonradan böyle bir kitap yazdığı için
üzüldüğünü, bunu telâfi edeceğini söylemişti.
Mevlânâ'dan
Seçme Rubâîler "Farsça'dan
tercüme" (Maârif Vekâleti, Şark-İslâm Klâsikleri Yayını), İstanbul 1945,
II. basım: 1968
İlâhî-nâme
"Farsça'dan tercüme" I-II (Milli
Eğitim Bakanlığı, İslâm Klâsikleri), İstanbul 1947, 1971- I. Cilt, II. basım:
1967
XII. yüzyılda yaşamış olan İran'ın ünlü şair ve
sû- fîlerinden Attâr'm tasavvufî hikâyelerden meydana gelen eseri. Sondaki
"açılama" kısmı önemlidir.
Fuzûlî
Dîvânı (İnkılâp Ktp.), İstanbul 1950,
II. basım: 1961
XVI.
asır Türk şairlerinden Fuzûlî'nin hayatı ve şiiri hakkında geniş bir girişi
olan eser, şairin dîvânını içine almakta olup önemli bir araştırmadır.
Mevlânâ
Celâleddin (İnkılâp Ktp.), İstanbul 1951,
II. basım: 1959, IV. basım 1985
XIII. asırda yaşamış olan büyük Türk sûfîsi
Mevlânâ hakkında yapılan orijinal bir tetkik.
Mevlânâ
(Varlık Yayını), İstanbul 1952. II. ve III.
basımı da yapılmıştır.
Mevlânâ'yı
tanıtan küçük bir kitaptır.
Yûnus
Emre (Varlık Yayını), İstanbul 1952.
II. ve III. basımı da yapılmıştır.
Hayyâm-Rübâiler
ve Silsiletü't-Tertîb, İbn Sînâ'nın Temcîd Tercümesi (Remzi
Ktp.) İstanbul 1953 İranlı ünlü bilgin ve şair (XII. yy) Ömer Hayyâm'ın hayatı,
rübâilerinin tercümesi ve Arapça yazdığı felsefî bir eser olan Silsiletü't-Tertîb'in
tercümesi ile İbn Sînâ’nm Temcîd
(Vucûd risâlesi) adlı eserine Ö. Hayyâm'ın
tercüme ve şerhinin tercümelerinden ibarettir. Bu kitabın önsözü A. Gölpınarlı
taralından Türkçe ve Farsça olarak yazılmıştır.
Nâilî-
Kadîm (Varlık Yayını), İstanbul 1953
Nesîmî,
Usûlî, Rûhî (Varlık Yayını), İstanbul 1953
Pîr
Sultan Abdâl (Varlık Yayını), İstanbul 1953
Şeyh
Gâlib (Varlık Yayını), İstanbul 1953
Kaygusuz Abdâl, Hatâyî, Kul Himmet (Varlık
Yayını), İstanbul 1953
Varlık
Yayınevi'nin çıkardığı küçük boydaki bu kitaplarda her bir şair hakkında
gerekli kısa bilgiler dışında şiirlerinden de örnekler verilmiştir.
Mevlânâ'dan
Sonra Mevlevîlik (İnkılâp ve Aka Ktp.),
İstanbul 1953. II. basım aynı Ktp. 1983 Mevlânâ'nm oğlu Sultan Veled zamanında
kurulmaya başlayan Mevlevîliğin sosyal, tasavvufî ve edebî hayatımızdaki
yerini tespit eden önemli bir eserdir. A. Gölpınarlı'nm kendisinin de Mevlevî
olduğu düşünülürse yaptığı araştırmanın önemi daha iyi anlaşılır. Bu eser
adeta onun elinden çilem ayı beklemiştir.
Hâfız
Dîvânı "Seçme Tercümeler" (Varlık
Yayını), İstanbul 1954
Dîvân Şiiri,
XV-XVI. yüzyıllar (Varlık
Yayını), İstanbul
1954
Dîvân Şiiri,
XV-XVIII. yüzyıl (Varlık
Yayım), İstanbul
1955
Dîvân
Şiiri, XIX. yüzyıl (Varlık Yayım), İstanbul
1955
Dîvân
Şiiri, XX. yüzyıl (Varlık Yayını),
İstanbul 1955
Varlık
Yayınevi çıkardığı küçük boydaki bu kitaplar tarafından yukarıdakiler gibi,
kısa fakat faydalı bilgi ve örnekler kapsamaktadır.
Mevlânâ Celâleddin-Gül-Deste "Dîvân-ı Kebîr'den Seçme
Şiirlerin Tercümeleri" (Remzi
Ktp.), İstanbul 1955
Kur'an-ı
Kerîm ve Meâli 2 Cilt (Remzi Ktp.),
İstanbul 1955, II. basım: 1958 aynı Ktp.
Ünlü
Türk hattatı Şeyh Hamdullah'ın (XV. asır)
Topkapı
Sarayı'nda bulunan II. Bayezid'e yazılan Kur'an-ı Kerîra'in tıpkı-basım ve
tercümesidir. Bu tercümede Kur'an’a yakışır mensur-manzum bir ifade
kullanılmıştır.
Hazret-i
Muhammed ve Hadisleri (Arkın
Ktp.), İstanbul 1957. Eserin 3. basımı yapılmıştır. (Okat Ktp. 1964)
Dîvân-ı
Kebîr "Farsça'dan tercüme"
C. I-V (Remzi Ktp. 1957-1960), C. VI (Milliyet Gazetesi 1971), C. VII
(İnkılâp-Aka Ktp. 1974.
Görüldüğü
gibi Mevlânâ'nın şiirlerinden meydana gelen Dîvân-ı
Kebir'in VI. ve VII. ciltleri ayrı müesseseler
tarafından basılmıştır. Her cildin bir "açıklama" kısmı vardır.
Kur'an-ı Kerîm Hakkında
Tartışmalar Münasebetiyle
(Yükselen
Matbaası), İstanbul 1958
1955'te
yaptığı Kur'an tercümesi dolayısıyla yapılan
tenkitlere
verilen cevaplardan meydana gelmiştir.
Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı
Velî-Vilâyetnâme
(İnkılâp
Ktp.), İstanbul 1958, II. basım: 1990 Uzun Firdevsî adlı birinin Türkçe olarak
yazdığı ve
XIII.
asırda
Anadolu'da Bektâşiliğin kurulmasına önayak olan Hacı Bektâş-ı Velî'nin hayatını
anlatan bu eser metniyle ve açıklamalarla ve bir sözlükle birlikte bugünün
Türkçesine göre hazırlanmıştır. Bektâşîlik bakımından önemlidir.
İmâm
Ali Buyruğu (Emek Basımevi), Ankara 1958
Hz.
Ali'nin Nehcü'l-Belâga adlı
eserinden 54 hutbe ve hitabe, 17 mektup, 44 hikmet ve vecizeyle 48 şiirinin
tercümesinden ibâret olan bu eser, Nehcü'l- Belâga'nın tamamının tercümesi
1972'de basılmıştır.
Fîhî
Mâ-fîh "Farsça'dan tercüme'
(Remzi Ktp.), İstanbul 1959
Mevlânâ'nın
sohbetlerinin toplanmasından meydana gelmiştir. Onun şahsiyetine ışık tutması
bakımından önemlidir.
Oniki İmâm (Emek
Basm-Yayınevi), Ankara 1959
Şîi
mezhebinin kabûl ettiği Oniki İmâm'm hayatını anlatmaktadır. Eser daha sonra
aynı ad altında İstanbul'da Der Yayınevi tarafından 1979'da basılmıştır.
Yûnus Emre ve Tasavvuf (Remzi
Ktp.), İstanbul 1961
Bu
eserde Yûnus Emre hakkında yeni bulunan bilgilere, incelemelere aynca Sait
Emre, Geyikli Baba, Şeyhoğlu Satu, Âşık Paşa, Hacı Bayram, Kasım, Eşrefoğlu,
Nizamoğlu, Şeyh Vefâ, Usûlî, Ümmî Sinan, Tâlibî Emre, Vehhâb Emre gibi yolundan
gidenler ile Bektâşî-Alevı, Melâmî-Hamzavî edebiyatı mensuplarının şiirlerine
ve Kelimât-ı Şeyh Barak adlı risalenin tıpkı basımının tercümesine yer verilmiştir.
Önemli bir araştırmadır.
Yûnus
Emre ve Yattığı Yer (Eskişehir
Yûnus Emre Derneği Yayını), Eskişehir 1963
31
sayfadan ibaret olan bu küçük kitap, Yûnus'un yattığı yer hakkmdaki belgeleri
incelemektedir.
Nasrcddin
Hoca (Akşehir Nasreddin Hoca
Matbaası), Akşehir 1963
Mevlânâ’dan Rübâiler (Şahap
Ktp.), Konya 1963
Çok
küçük bir kitap olup kısa bir önsöz ile seçme 127 rübâînin tercümesinden
ibarettir. Tanıtma mahiyetinde olup 56 sayfadır.
Mevlevî
Âdâb ve Erkânı (İnkılâp ve Aka Ktp.),
İstanbul 1963
Mevlevî
tarikatının kendine has âdâb ve erkânını anlatan bu eser ancak A. Gölpınarlı
gibi bir bilgin bir Mevlevî tarafından yazılabilirdi. Tasavvuf tarihi bakımından
ana kaynaktır.
Mevlânâ'nın
Hayatı Eserlerinden Seçmeler (Varlık
Yayını), İstanbul 1963 Tanıtma mahiyetindedir.
Alevî-Bektâşî
Nefesleri (Remzi Ktp.), İstanbul 1963,
II. baskı 1992
Kaynağını
Yûnus Emre'den alan Alevî-Bektâşî edebiyatının karakteri, inançları, giyim ve
kuşamları, İnsanî görüşlerini aksettiren çok önemli bir eserdir.
Mevlânâ
Celâleddin-Mektuplar (İnkılâp
ve Aka Ktp.), İstanbul 1963
Mevlânâ’nın
devrin ileri gelenlerine yazdığı mektupların tercümesidir. Mevlânâ’yı bir
bütün olarak tanıma bakımından önem taşır.
Mevlânâ
Celâleddin-Rübâîler "Farsça’dan
tercüme" (İnkılâp ve Aka Ktp.), İstanbul 1964 Aynı adla Konya Mevlânâ
Müzesi Derneği tarafından Konya'da 1982'de basılmıştır.
Mecâlis-i
Seb'a-Yedi Meclis "Farsça'dan
tercüme" (Konya Turizm Demeği), Konya 1965
Mevlânâ'nın,
tasavvuf! hayata başlamadan önce verdiği va'zlardan ibarettir.
Risaletü'n-Nushiyye
ve Dîvân (Eskişehir Turizm ve Tanıtma
Derneği Yayını: 1), İstanbul 1965 Yunus Emre'nin bu iki eseri doğru nüshalara
dayanılarak önsöz, açıklama ve sözlük ilâveleriyle tıpkı basımı yapılarak
hazırlanmıştır. Ciddi bir araştırmadır. Eserde ayrıca eski harflerle metin
vardır.
Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (Eti
Yayınevi), İstanbul 1966
XIV.
asır
Türk mutasavvıf ve şairi olan Şeyh Bedreddin'in hayatı ve felsefesini ele alan
eserin önsözü Hukuk Fakültesi profesörlerinden İsmet Sungurbey tarafından
yapılmış. A. Gölpınarlı da buna Şeyh Bedreddin hakkında geniş bir giriş
yazmıştır. Eserin 51-88 sayfalan da onun ünlü eseri olan Vâridât’m Arapça
tercümesinden ibarettir.
Ca’ferî
Mezhebî ve Esasları "Arapçadan
tercüme" (Min- netoğlu Ktp.), İstanbul 1966
Muhammed
Hüseyn Âlu Kâşifil-Gıtâ’nın "Aslu'ş-
Şîati ve usûliha" adlı
eserinin tercümesidir. Kitap, Şîi mezhebi hakkında gerekli bilgileri
vermektedir.
Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Menâkıbı (Eti
Yayınevi), İstanbul 1967
Meşhur
Türk mutasavvıfı Şeyh Bedreddin’in me- nakıbmdan yani hayat hikâyesinden
bahseden eser manzumdur. Kitabın önsözü Hukuk Fakültesi profesörlerinden İsmet
Sungurbey'indir. Eser tasavvuf bakımından önem taşır.
Mevlânâ
Müzesi Yayınlan Katalogu 3 Cilt
(Türk Tarih Kurumu), Ankara 1967, 1971, 1972 Bu üç cilt Müzeler Genel
Müdürlüğü'nde bastml- mıştır. Üçüncü cildin devamı olacak 4. cilt Anıtlar ve
Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından bastmlmak üzere Tarih Kurumu’na verilmiştir.
Şeyh
Gâlib- Hüsn ü Aşk (Altın Kitaplar
Yayınevi), İstanbul 1968
Eser,
XVIII. asır Türk şairlerinden Şeyh Gâlib'in ünlü tasavvuf! mesnevisinin tıpkı
basını, okunuş ve bugünkü Türkçeye çevirisinden ve "açıklama" kısmından
ibarettir.
100 Soruda Tasavvuf (Gerçek
Yayınevi), İstanbul 1969 Soru-cevap şeklinde bir tasavvuf tarihi olan eser,
sahasındaki her konuya cevap vermektedir.
100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar (Gerçek
Yayınevi), İstanbul 1969
Eser
soru ve cevap şeklinde hazırlanmış olup bir mezhepler ve tarikatlar tarihidir.
Mezheplerin meydana gelişlerindeki sebepler ve tasavvufun bün- yeleşmesi
neticesi kurulan tarikatlar ve bunların insanı, bağnaz yönleri, fayda ve
zararları anlatılmaktadır.
Ca'ferîler Kimlerdir? ’Farsçadan
tercüme" (Garanti Matbaası), İstanbul 1969
Muhammed
İbni'l-Mehdiyyi'l-Hüseyniyyü’ş-Şîrâzî’ nin 22 sayfalık küçük bir kitabının
tercümesidir. Şiiliğin mahiyeti hakkındadır.
Sosyal Açıdan İslâm Tarihi- Hz. Muhammed ve İslâm
(Milliyet
Kültür Kulübü Yayını), İstanbul 1969
Yûnus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri (Altın
Kitaplar Yayınevi Yayını), İstanbul 1971
Şeyh Gâlib Dîvânı'ndan Seçmeler (Millî
Eğitim Bakanlığı 1000 Temel Eser Dizisi), Ankara 1971, aynı eser 1985’te Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınlan arasından çıkmıştır.
Eser
bir Önsöz ve Dîvân'dan ve Hüsn ü Aşk'tan yapılan seçmelerden ibarettir.
Nehcü’l-Belâga,
İmâm Ali'nin Hutbeleri, Mektupları, Emirleri, Vecizeleri "Arapçadan
tercüme" (Yeni Şark Maârif Ktp.)), İstanbul 1972 İsminden de anlaşıldığı
gibi, Dördüncü Halife Ali’den nakledilen hutbe, mektup, emir ve vecizelerden
ibaret olan bu eser İslâm dünyasının (bilhassa Şîilerin) önemli
eserlerindendir.
Nedim
Dîvânı (İnkılâp Ktp.), İstanbul 1972
XVIII.
yüzyılın meşhur şairi Nedim'in nüshaları kar- şılaşürarak hazırlanan dîvânıdır.
Eserde giriş kısmında Nedîm hakkında ciddi bir araştırma vardır.
Fîhi Mâ Fîh ve Mecâlis-i Seb'a'dan Seçmeler (Millî
Eğitim Bakanlığı), İstanbul 1972
Türk
Tasavvuf Şiiri Antolojisi (Milliyet
Gazetesi Yayını), İstanbul 1972
Bu
eser, bir girişten sonra Tasavvufî-Zühdî, Melâ- mî-Hamzavî, Alevî-Bektâşî
edebiyatının tanınmış şahsiyetlerinin kısa hayatları ile şiirlerinden meydana
gelmiştir.
Gülşen-i
Râz Şerhi (Millî Eğitim Bakanlığı),
İstanbul 1972
İranlı
sûfî Şeyh Mahmud Şebüsterî'nin Gülşen-i Râz adlı eserinin şerhinden ibârettir.
Bu şerh, tasavvuf edebiyatı bakımından faydalı bilgileri ihtiva etmektedir.
Maârif
"Farsçadan tercüme" (Türkiye İş
Bankası Yayını), Ankara 1973
Mevlânâ'mn
babası Bahâeddin Muhammed Veled'in müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i
Tırmızî'nin sohbetlerinin toplanmasıyla meydana gelmiş tasavvufî bir eserdir.
Hurufîlik
Metinleri Kataloğu (Türk Tarih Kurumu), İstanbul
1973
Hurûfilik
hakkmdaki bilgilerle birlikte İstanbul kütüphanelerindeki Hurûfî yazmalarının
izahından ibarettir.
Hayyâm
ve Rübâileri "Farsçadan tercüme"
(İnkılâp ve Aka), İstanbul 1973
XII.
yüzyılda yaşamış olan riyaziyeci ve şair Ömer Hayyâm'ın rübâilerinin çevirisi
olan eser bir önsöz ve açıklamadan ibarettir.
Mesnevi
Şerhi 6 Cilt halinde (Başbakanlık
Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınlan), İstanbul 1973-74 Cumhuriyet
Türkiye'sinde Mesnevî'nin yapılan ilk şerhidir.
Abdullah
B. Sebâ- Bir Yalancının Düzmeleri "Arapçadan
tercüme" (Baha Matbaası), İstanbul 1974 Mûrteza el-Askerî'nin yazdığı
esenn tercümesidir. Yüzyıllar boyunca Şiîliğin kurucusu zannedilen Yahudî
dönmesi diye bilinen bu Sebâ adlı bir kimsenin olmadığım ortaya koyan eser çok
önemlidir.
Sosyal Açıdan İslâm Tarihi- Hz. Muhammed (S.M.) ve İslâm’ın
İlk Devri (İnkılâp ve Aka Ktp.),
İstanbul 1975
Hz.
Muhammed’in hayatını ve İslâmın ilk devresini içine alan bu eserinde olaylar
Kur'an ve hadisler göz önünde bulundurularak işlenir. Eser, 1969'da Milliyet Kültür
Klübü Yayınlarından çıkanın genişletilmiş olanıdır. Aynı eser 1991'de Der
Yayınları arasından çıkmıştır.
Şeyh
Gâlib-Seçmeler ve Hüsn ü Aşk (İstanbul
Kültür ve San’at Vakfı Yayını), İstanbul 1976
XVIII.
asır Türk şairi Şeyh Gâlib hakkında girişte geniş bilgiden sonra dîvânından
seçilmiş gazeller ve Hüsn ü
Aşk'a yer verilmektedir. Ayrıca Cezîre-i
Mesnevi adlı eserinden bir sayfalık
metin alınmıştır. Bütün seçmeler günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
İptidânâme
"Farsçadan tercüme" (Konya Turizm
Demeği Yayını), Ankara 1976
Mevlânâ'nın
oğlu olan Sultan Veled'in tasavvulî eseridir. Mevlevîlik tetkikleri yönünden
önemlidir.
Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri
(İnkılâp
ve Aka Ktp.),
İstanbul 1977
Çok
önemli bir eserdir. Her halde A. Gölpınarlı’dan
başkası
yazamazdı.
Müminler
Emîri Hazreti Ali (Zaman Yayınevi),
İstanbul 1978
Dördüncü
Halife Hz. Ali'nin hayatım anlatmak tadır. Bu eser yıllarca önce Vatan
Gazetesi'nde tefrika edilmişti. 1990'da Der Yayınlan tarafından tekrar
basılmıştır.
Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik
(Der Yayınevi), İstanbul 1979
İslâm
mezhepleri ve bilhassa Şiîlik üzerine geniş bilgiler veren bir eserdir.
Mesnevi
Tercemesi ve Şerhi "III Cilt
halinde" (İnkılâp ve Aka Ktp.). İstanbul 1981-83-84 Başbakanlık Kültür
Müsteşarlığına 1973-74'te basılanlardan pek farklı değildir.
Rubailer
"Farsçadan tercüme" (Ajans-Türk
Matbaacılık Sanayii), Ankara 1982
Mevlânâ’nın
dîvânındaki rübâilerin çevirisidir.
Yûnus Emre-Dîvân ve Risâletü'n-Nushiyye (Deryayım),
İstanbul 1991
Daha
önce 1965'te yayınlanan Risâletü'n-Nushiyye
ve Dîvân adlı eserin aynıdır. Yalnız
eski harfli metin yoktur.
Mevlevi
Albümü (İnkılâp ve Aka Ktp.),
İstanbul, tarihsizdir.
Divân
A. Gölpınarlı'mn muhtelif zamanlarda kaleme
aldığı kaside, gazel ve diğer nazım şekil ve nevilerinden meydana gelmiş
dîvânıdır. Basılmamıştır. Klâsik tarzda şiirlerinden meydana gelen dîvânın aslı
oğlu Yüksel Gölpınarlı’dadır. İçinde 2 na't, 13 kaside, 1 mersiye, 8 medhiye,
104 gazel, tahmis, tazmin ve taştir (tamamı 7 adet), 2 nazire, 21 rubâî, 100'e
yakın doğum ve ölüm tarihi vardır.
"Melâmîlik-Hamzavîlik
ve Batmîlikte Mütekabil Tedahüller" (Atsız
Mecmua Sayı: 13, 14, 15 İstanbul 1932)
"Fuzûlî'nin
Batmîliğe Temâyülü" (Azerbaycan
Yurd Bilgisi Mecmuası, Sayı:
8-9, İstanbul 1932)
"Yunus
Emre Dîvânı Münasebetiyle" (Yeni
Türk Mecmuası Sayı: 10, İstanbul 1933)
"Balım
Sultan" (Yeni Türk Mecmuası Sayı:
10, İstanbul 1933)
"Balım
Sultan'a Ait Bir Vesika" (Kaynak
Mecmuası , Balıkesir 1934)
"Âşık
Paşa'nın Şiirleri" (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat
Mecmuası C.V. s. 87-100 İstanbul 1935)
"Fuzûlî'nin
Farsça Dîvânı" (İstanbul
Mecmuası, Sayı: 25, İstanbul 1944)
Yunus
mu Yalan Söylüyor Yoksa Oratorya mı? (Yığın
Mecmuası, S. 2, İstanbul 1946)
Bektaşîlik
(Aylık Ansiklopedi, C.IV,
Sayı: 41, Eylül, İstanbul 1947)
Galib
Dede Şeyh (Aylık Ansiklopedi, C.V,
Sayı: 50, Haziran 1948)
Ruhî-i
Bağdadî (Aylık Ansiklopedi, C.IV,
Sayı: 47, İstanbul 1948)
İslâm
ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları (İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mecmuası,
C. XI, Sayı: 1-4, s. 3-354 İstanbul 1952)
Burgazî'nin
Fütüvvet-Nâmesi (İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mecmuası, C. 15,
Sayı: I-IV, İstanbul 1953-4)
Fazlullah-ı
Hurûfî'nin Oğluna Ait Bir Mektup (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi-Şarkiyat
Mecmuası I,
Ankara 1956)
Fazlullah-ı
Hurûfî'nin Vasiyet-nâme'si veya Vasâyâ'sı (İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi-Şarkiyat II, İstanbul 1958)
Mevlânâ
Şems-i Tebrîzî İle Altmış İki Yaşında Buluştu (İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi-Şarkiyat Mecmuası,
C.III, İstanbul 1959)
Mevlânâ'nın
Doğumu ve Anadili Üzerine (687. Yıldönümünde Mevlânâ- Konya Turizm Cemiyeti,
Konya 1960)
Şeyh
Seyyid Gaybi Oğlu Şeyh Seyyid Hüşeyn'in Fü- tüvvet-Nâmesi (İstanbul
Üniversitesi, İktisat Fakültesi Mecmuası
C.XVII, İstanbul 1960)
Bektâşîlik-Hurüfîlik
ve Fazlullah’m Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih (İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi-Şarkiyat Mecmuası,
C.V, İstanbul 1964)
Mesnevî'nin
VII. Cildi (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa- kültesi-Şarkiyat Mecmuası, C.
VI, İstanbul 1966)
Halk
Edebiyatımızda Zümre Edebiyatları-Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu,
Kaygusuz Abdâl, Seyyid Seyfullah, Pîr Sultan Abdâl (Türk
Dili Dergisi, C.19, Sayı 207, Ankara
1968)
Niyazî-i
Mısrî (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fükeltesi- Şarkiyat
Mecmuası, C.VII, İstanbul 1972)
Kalenderiye
maddesi Türk Ansiklopedisi (Milli
Eğitim Bakanlığı) Kanberiye Maddesi
Bu
ansiklopedide başka maddeleri varsa da altında imza olmadığı için almaktan
çekindik.
Bayramiye
maddesi Islâm
Ansiklopedisi (Kültür Bakanlığı)
Çile
maddesi ' '
Kızılbaş
maddesi ' '
Mevlevîlik
maddesi ' '
Nazmı
maddesi ' '
Nesimi
maddesi ' '
Niyazı
maddesi " "
Şedd
maddesi ' '
Şeylı
Galib maddesi ' '
A.
Gölpınarlı'nın yukarıdaki ansiklopedi ve dergiler dışında Türk
Düşüncesi (1955), Yeni
Konya Mecmuası (1957), Yeni
Meram (Konya 1957-58 dergileriyle Tan,
Vatan (1955-6), ve Milliyet
(1968-72) gazetelerinde de makaleleri
çıkmıştır. Özellikle Milliyette ramazan, bayram ve nevrûz münasebetiyle yazdığı
makaleler ilmî niteliktedir.
Bunların
dışında, kendisinin Bektaş (Hacı), Bektaşîlik ve Bahâuddin Muhammed Veled adlı
3 makalesi dalı a vardır. Bunlar, Columbia Üniversitesi tarafından çıkarılacak
bir ansiklopedi için hazırlanarak 1982 başında oraya yollandı. Biz,
memleketimizde yayımlanmış ve dolayısıyla bulunması kolay olan makalelerinden
birkaçının yerine, hocamızın son olarak hazırladığı ve hiç bir yerde
yayımlanmamış olan bu 3 makalesini ilk olarak bu kitapta ilim dünyasına
duyurmayı uygun bulduk.[7]
Bu
makalenin birer nüshası Yüksel Gölpınarlı'da ve bende, birer nüshası da
Süleymaniye Kütüphanesi'nde 3696, 3697 ve 3698 numaralı dosyada bulunmaktadır.
Abdülbâkî
Gölpınarlı'nın Arapça’dan çevirdiği Ca'ferî
Mezhebi ve Esasları ile Nehcü'l-Belâga
1983'te, Kur'an
çevirisi de tek cilt halinde 1402-1981'de
Tahran'da tercüme edilmiş ve basılmıştır.
HAKKINDA YAZILANLARDAN ÖRNEKLER
BİR BÜYÜK ÂLİM-BİR KENDİNE ÖZGÜ KİŞİLİK
Abdülbâkî
Gölpınarlı'yı kitaplarından tanıyanlar onun bilgin kişiliğini bilirler. Kendini
yakından tanıyanlar onun can sohbetlerinde bulunanlar da kendine özgü kişiliğinin
meftunudurlar. Gölpınarlı olmasaydı klâsik kültürümüzün özünü öğrenemezdik,
bir çok kişiyi tanıyamazdık. Daha da önemlisi onun çalışmaları olmasaydı
bugünün bir çok kültür olgusunu değerlendiremez toplumsal olayların zincirini
bütünleyemezdik.
Bir
Mesnevî şerhini okuyan, Mevlânâ’yı yeniden keşfedersiniz. Melâmîler’in
düşünsel çizgimizde nasıl önemli bir durak olduğunu hemen farkedersiniz.
Gölpınarlı’nın
alanında başka kalem oynatanlar da vardır. Onun klâsik kültürümüz konusundaki
bilgisine sahip olanlar da. Sorun bununla çözülmüyor ki, bir kişiyi, bir
mezhebi, bir tarikatı yüzyılların ötesinden bugüne aydınlık bir çizgi çekerek
anlatmak onun harcıydı. Yunus Emre’nin mezarının yeri konusundaki tartışmaları,
Şeyh Bedrettin üzerine coşkulu yazılarını okuyanlar, onun^ge- lenekle çağdaşı,
nasıl bir modem bileşkede değerlendirdiğini algılayabilmişlerdir.
Heyecan
adamıydı, Gölpınarlı. Bir akşam bakardınız bir sohbet masasında, o gün bir
kitapta buldüğu yanlışlığı tadını çıkara çıkara anlatırdı. Yanlışı yapan da
sövgüden nasibini alırdı. Hiç durmadan dinlenmeden okur, yazardı. Eski
edebiyatımızı eski beğenilerle yorumlamaz, bugüne kalan yanıyla sevdirmeye
çalışırdı.
Sevdiklerinin
üstüne titrer, sevmediklerini de türetirdi. İfratla tefrit arasında gidip
gelen sevimli kişiliği, bu kişilikten doğan kendine özgü nitelemeler bellekteki
anılarımızın en unutulmazları arasındadır.
Bilgiyle
belgeyle vardığı gerçekleri hayatının içine, yaşama biçimine de sindirirdi.
Bir anısını analım. Yunus Emre’nin mezarının Eskişehir'de olduğu anlaşılınca,
İstanbul’dan oraya doğru yola çıkıyor. Tren tam Eskişehir'e yaklaştığı zaman
yanındaki dostuna soruyor: Gül ko- kulanm duyuyor musun? Hocayı anlayan kişinin
verdiği cevap şöyle: Duymaz olur muyum hocam, Yunus Emre'ye yaklaştık.
Baştan savma
çalışmalara, uydurma yorumlara nasıl da karşı dururdu. Konur Ertop'la ben Eti
Yayınevi adında bir yayınevi kurmuştuk. İlk kitap olarak da Abdülbâkî
Gölpınarlı ile İsmet Sungurbey'in ortak çalışmaları, Şeyh Bedrettin ve Varidat
kitabını yayınladık. Nice günlerimiz, nice gecelerimiz Hoca ile birlikte birer
üniversite semineri gibi geçmiştir. O sıralarda bir başka kişi de Şeyh Bedrettin'le
ilgili çalışmalarını yayınlayınca hoca köpürmüştü. Bir gün elinde o yazıyla
geldi, yazı kırmızı kalemle çizilmekten okunmaz haldeydi. İşte dedi yanlışları
çizdim sonunda................. bezine
döndü.
Çabuk
kızardı, çabuk bağışlardı. Bir gün hazırladığı Yunus Emre kitabını götürdüğü
yayınevi yetkilisi kapıda bir kaç dakika bekletince kitabı kaptığı gibi Altın
Ki- taplar'a bana gelmiş ve tek sözcüklü bir emir iletmişti bana: "Bu
kitabı sen basacaksın". Bastık da.
Bazı
akşamlar buluştuğumuzda bize günlük çalışmalarından yeni haberler getirirdi.
Masaya oturur, biliyor musunuz ki bu kişinin hadisleri yalanmış derdi. Biz o
adamı tanımazdık ama ilk tepkimiz ne diyorsunuz sahi mi hocam? olurdu. Sanki
biz de bir bilginin aldanış kuyusuna düşmüş te Baki Hoca'nın araştırma ipiyle
kurtarılıyorduk. Hemen ağızlıklı sigarasından derin bir nefes çeker ve
anlatmağa başlardı. O zaman konuyu da olayı da öğrenirdik.
Günümüz
edebiyatının seçkin parçalarını izler onlar üzerinde düşüncelerini söylerdi.
Orhan Kemal’i çok severdi. Orhan Kemal'in roman kişilerini teker teker sevgiyle
anlatırdı.
Bir
dönem yaşadığı siyasal olaylardan edindiği gerçekçilik duygusunun temsilcisi
olarak Orhan Kemal'i seçmişti.
Öğrendiğini
ve sevdiğini bunca hayata geçiren az bilim adamına hatta yazara rastladım.
Orhan
Kemal'in Vatan gazetesinde tefrika edilen bir romanının kahramanının sonu
günlerce düşündürmüş onu. Cevdet hapishaneye düşecek, bir sabah erkenden
kalkmış ve Orhan Kemal'i bulmuş yahu Cevdet ne olacak diye sormuş, aman gözünü
seveyim demiş, onu hapishanede bırakma.
Divanları,
Yunus Emre'yi Mevlânâ'yı ondan okumak insana yeni değerlendirme boyutları
getirir. Yazdıklarının bir medrese şerhi değil yirminci yüzyılda kaleme alınmış
bir kitap olduğu gerçeğini onun kadar bilene rastlamadım. Çağında büyük olanla
çağımızda büyük olan arasında bir karşılaştırma yapar, ayıklardı.
Ölümünden
sonra Hüsn ü Aşk'ı bir
kez daha elime aldım. Ve hocanın imzasını okudum: Doğan Çan'a. İmza: Bende-i
bendegâh-ı Mevlânâ Abdülbâkî.
Bize
kendi kültürümüzü öğreten, aynamız olan bir bilim adamını kaybetmek ne acı.
Doğan Hızlan, Tan Aylık Düşün/Yazın Seçkisi Sayv 6, Ekim İstanbul 1982
GÖLPINARLI HOCA
Konya
Lisesi'nin birinci sınıfında öğrenci idik. Birkaç ay içinde üç tane edebiyat
hocası gördük. Biri şiir yazdırıp okutuyor, biri de hitabet denemeleri
yapıyordu. Üçüncü hocamız yaşlı ve yorgundu. Zayıf bir sesle, Namık Kemâl 'in,
Tevfik Fikret'in biyografilerini, "Bir lahza-i teahhur"un konusu olan
-gözleriyle gördüğü-bomba olaymı, ayrıntılarıyla, ağzına baktırarak
anlatıyordu.
Önümüzde
Ali Canip'in kitabı vardı. Giriş bölümlerinde aruz vezninden "edebî
sanatlar" diye bilinen anlatım figürlerinden söz ediliyordu.
Öğretmenlerimiz, bu çetin konulara bir türlü yanaşmak istemiyorlardı.
Yıl
sonuna doğru Bâkî Hoca geldi. Bir anda dersin konusuna girdi. Aruz kalıpları,
hepimizi korkutan eski beyitler onun ellerinde oyuncak gibiydi. Yeni hocamız,
son derece güvenli ve iddialıydı.
Öteki
sınıflarda ders kitabımız yoktu. Hocamız bunu da kendi hazırlıyor, bize parça
parça yazdırıyordu. Köprülü'nün izinden gitmekle beraber, çok iyi bildiği tasavvufa
ve zümre edebiyatlarına ağırlık veriyordu. Yine de derslerin ana çizgisi millî
duyguların geçmişimizdeki gelişimi idi. İçeriği ise, fen derslerini geride
bırakacak derecede ağırdı.
Öğretmenimiz,
özellikle dîvân metinlerini, imrendirici bir okuyuşla seslendiriyordu. Arada
bir de ünlü şairlerin tanınmış bestelerini sınıfta okuyor, sözgelişi Fuzûlî'nin
"Beni candan usandırdı"sını, Fasîlı'in "Sabâ" gazelini,
Gâlib'in "yine zevrak-ı derûnum"unu ders konusu olarak onunla
birlikte mırıldanıyorduk.
Öğretmenimizin
yargılan kesindi. O yıllarda basılan Melâmîlik
ve Melâmîler adlı kitap için, "Bu mevzû
kapanmıştır; artık bir daha ele alınmasına lüzum kalmamıştır."
diyebiliyordu. Beğenmediği tanınmış yazarları acımasızca eleştiriyor, sanki
çıramızda imişler gibi bağıra çağıra azarlıyordu.
Bizler
de kısa yoldan birer dogmatik olup çıkmıştık. Bellediklerimizle
böbürleniyorduk. Okuduğumuz kitaplarda aklımız sıra yanlışlar bulmaya, sayfa
kenarlarına alaylı, öfkeli notlar kondurmaya bile başlamıştık!
Liseyi
bitirmiş, Darülfünun'un Edebiyat bölümüne yazılmıştım. Henüz okullar
açılmamıştı. Falih Rıfkı'nm kaleminden çıktığı sanılan fazlaca atak bir
Bakanlık genelgesiyle, Küllük kahvesindeki edebiyat hocalarının kafaları bir
anda karmankanş oldu. En başta aruz uygulamaları, edebî sanatların önemli bir
bölüğü lise edebiyat programlarından çıkarılıyordu. Gölpınarlı ile birlikte
bütün hocalar birbirlerine soruyorlardı: "Yahu, bundan sonra ne
okutacağız?"
Gerçekte
bunlar, eski sanatın özü değildi. Aruz bir araçtı, ötekiler de nihayet gereçti.
Ne var ki o yıllarda Edebiyat derslerini uygulamaya gelen problemli bahisleri
yalnızca bunlardı. Hatta öğretmenin otoritesi, biraz da bunlarla gerçekleşirdi.
Kalan bölümler, yemi biyografiler, sanatçıları pek ayırdetmeden "edebî
şahsiyet" klişeleri, eser listeleri ve benzerleri hazır bilgilerdi.
Ali
Ninad (Tarlan), Edebî Sanatlara Dair adlı kitabını o sıralarda yazmaya başladı.
Onca bu figürler, doğunun ve batının öğretim kitaplarında yazıldığı gibi, birer
üslûp süsü değildi. Hepsi de çağdaş bir bilim koluna, psikolojinin alanına
giriyor, kimi heyecandan ve bunun doğurduğu tür derecelerde tedâîlerden
(çağrışımlardan), kimi zekâdan kaynaklanıyordu. Bunları dikkatle inceleyerek
sanatçının dünyasına ulaşabilirdik. Edebî sanatların kurtarılması anlamına
alman bu yeni görüşe, edebiyat hocaları dört elle sarıldılar. Ali Nihad'm uzun
kâğıtlara yazıp getirdiği bahisler Küllük’te okunup onaylanıyordu.
Gölpınarlı
Hoca bu çemberlerden ve derslerindeki katı tutumundan ne zaman kurtuldu,
bilemiyorum. Şurası muhakkak ki sonraki yıllarda Yahya Kemâl'in sohbetlerinden,
Nurullah Ata'nın (Ataç'ın) dostluklarından etkilenmişti. Abdülhâk Hâmid’e kusur
buldu diye sinirlendiği Ahmed Hamdi (Tampınar) de, artık önceki Kırtıpil
değil, "âlim adam"dı. Hele eski ve çalışkan bir öğrencisinin,
"Hocam, bizlere üç yıl okuttuğun edebiyat dersinden aklımda kalan,
sakalını kesti diye Şinasi'nin işten atılmasıdır." demesiyle, Hoca
sarsılmış, çok üzülmüştü.
Günün
birinde, hepimizi şaşırtan acayip bir kitapla ortaya çıktı: Dîvân
Edebiyatı Beyânındadır! Nurullah
Ataç dayanamamış, "Ayıp derler bu senin ettiğine!" demekten kendini
alamamıştı. Hoca, içinde soluk aldığı dünyayı yıkıyordu... Ve hor gördüklerinin
önemli bir kısmı, bir zamanlar telâşla, 'Yahu, bundan sonra ne
okutacağız?" dedikleriydi!
Kitabın
prolog diyebileceğmiz ilk sayfalarında dîvân şiirinin güzel örneklerinden
birkaçını sunuyor, bunlara, kendi mahlasını taşıyor, gerçekten nefis bir gazel
ekliyordu. Ama perdeyi, "Bitsin artık bunlar.." gibisine hınçlı
sözlerle kapatıyordu. Tam altmış yıl önce Ziya Paşa'nm Harâbât'ını
Tahrîb ederken, eski şiire karşı Namık Kemal'in
takındığı tavır buna çok yakındı. Ama Namık Kemal, Encümen-i Şuarâ ustalarına
çıraklık ettiği yıllardan kalem alışkanlıkları ömür boyunca bırakamamıştı.
Düzyazılarının üslubunda dahi, divan şiirinden geldiğini bir türlü
saklayamamıştı. Roman ve tiyatro kişileri bile, ya birer destan kahramanı
idiler, ya da mesnevilerin mutsuz gençleri... Gölpınarlı da, perdelerini
kapadığını sandığı sahnenin dışına çıkamamıştır. Nitekim yaşamının çok verimli
olan ikinci döneminde Fuzûlî'nin, Nedim'in dîvânlarım, Gâlib’in Hüsn ü Aşk'ını
yayımlamış, dîvân şiirinin son beş yüzyıldaki ürünlerinden seçtiklerini, küçük
kitaplarla (Varlık Yayınlan) yeni kuşaklar için açıklamıştı.
Gölpınarlı'nın,
söz konumuz olan eleştirisinde uygulanan yöntem dikkate değer: Eserle değil,
onu oluşturan malzeme ile uğraşılıyordu. Bu, yapıyı bırakıp onun taşını,
kumunu, kirecini yenmek demekti. Yazar, örnek olsun diye seçtiği beyitleri,
vaktiyle dîvân edebiyatının zaferi saydığı zengin mecazlı yorgun söyleyişten,
özellikle ahenktan soyutlayarak, özensiz bir dille düzyazıya aktarıp kupkuru
satırlar haline koyuyor ve okuyuculara, "İşte filan şair bunu
söylemiş." diye kendi yazdıklarını gösteriyordu.
Gölpınarlı
Hoca, bir "maneviyat yolcusu" olarak da, yaşamının uzunca bir
bölümünde zikzaklar yapmaktan kurtulamamıştı. Melevîlik gibi, Bektaşîlik gibi
apayn tarikatların dervişi olmuş, sonraları Melâmîliğe ilgi duymuştu. Hatta
bir zamanlar Atheisme'e saptığım bile söylerdi. Fikir ve sanat alanlarında ki
çalkantılara da, uzunca bir süre karşı koyamadı. Kopmadığı eksen, Mevlânâ coşkusu
ve unun büyük temsilcisi saydığı Yunus sevgisiydi. Dört beş ay önce, ömrünün
seksen ikinci (kendi hesabıyla seksen üçüncü yılında, şimdiki huzuruna, ancak
bu çelişkileri yaşamak suretiyle erdiğini söylemiş ve ham- detmişti.
Tasarladığı
hizmet plânında kalan boşluklar, yazamadığına çok üzüldüğü Alevîlik ve
Bektaşîlik konularıydı. Bununla birlikte, önemli çevirileri ve şerhleri dışında
Türk-İslâm kültürün mezhep, tasavvuf, tarikat, fütüvvet, edebiyat gibi zorlu
alanlarında, birçoğunu yaşayarak bize bıraktığı zengin kaynakça, bilim
dünyasında değerini her zaman koruyacaktır.
Edebiyatta
gazel şairi olarak giren Gölpınarlı, tarih tüşürmekte de gerçekten ustaydı.
Onun ölümü üzerine de, değerli dostum Mehmet Deligönül ("gibi"
tâmiyesiyle) şu tarihi söyledi: "Bir kuş gibi Âzâd olarak dâr-ı fenâdan,
-Bâkî Hoca ihlâs ile Mevlâya kavuştu" (1982)...
Hikmet İlaydtrı, Gösteri Sanat Edebiyat, Sayv 23, İstanbul 1982
ONLARIN UZATTIĞI HÂZİNELERE
UZANANLAR AZ OLDU
Abdülbâkî
Gölpınarlı çok saydığım bir araştırıcıydı. Son görüşmemizde Ali Ekrem'in
"taştir"in ne olduğunu bilmediğini anlatmıştı bana.
Ali
Ekrem hem edebiyat öğretmeni, hem ozan, hem de Namık Kemâl'in oğluydu.
"Taştir"in ne olduğunu bilmemesine Abdülbâkî'nin şaşması da
bundandı. Sandan pamuk beyazlığına dönmüş, taze yıkanmışçasına tel tel uzunca
beyaz saçlan ve yaşlılığın rengini bozamadığı pembemsi çehresiyle: -Ali Ekrem
"taştir"i bilmiyordu. Yaaa... diyordu.
Bir
an, "taştir"i benim de bilmemem olasılığım düşünerek bilgisizliğimi
saklamak için onun şaşkınlığına ortak olmaya kalkarsam, yüzümün alacağı
ahmaklığı seyretmek zevkiyle bu konuyu açtığını geçirmiştim aklımdan.
Çünkü
bazen eski kültürle ilgili öyle sorunlan kepçelerdi ki, söylediklerinden hiç
bir şey anlamadan kendisine kafa sallayanlarla eğlenmek için, lafı oralara getirdiği
kuşkusuna kapılırdım.
Neyse
ki çok genç yaşta bir yaz tatilini İsmail Habip'in kitaplanna harcadığım için,
"taştir"in ne olduğunu biliyordum.
İki
dizeden oluşan gazel beyitlerinin üstüne, anlamı bozmadan ve kafiyeleri denk
getirerek, üç dize daha oturtursan, buna "bir gazeli tahmis etmek"
deniyordu. O üç dizeyi gazel beyitlerinin üstüne değil de, beyitin iki dizesini
açıp ortasına oturtursan, buna da "taştir" deniyordu.
Bunu
bilsen ne olur, bilmesen ne olur?
Sevdiğin
bir kadının hoşlandığı kokuyu bilsen ne olur, bilmesen ne olur gibi bir
yaklaşımdır bu... İnsan ilgilendiği bir alanın en minüskül ayrıntılarıyla dahi
sürekli bir alışveriş halindeyse, onun verdiği sıcaklık ve güvence başkadır.
Taştir'in tahmisden daha zor bir biçimleme olduğunu görür ve o zorluğu
yeğleyenlerin, hünerbazlığından, hindistan cevizinin sütünü içer gibi çok daha
değişik bir tad alırsın. Tabii böyle değişik tadlara meraklıysan... Yahut bir
çok şeyi körlemesinden geçtiğimiz gibi, "ne olmuş yani" der,
geçersin...
Abdülbâkî'nin
büyük ve aşılmaz yanı, bu tür ayrıntılarla elindeki teşbihle oynar gibi, oynaması
değildi.
Eski
anlatımlar içinde "sonsuza eşdeğer olan insanı” bulup çıkarması ve bugün
varılmış olan noktalarla, o anlatımlar tıraşındaki ikizliğin altını
çizmesiydi. Çok geniş bir donatım ve çok geniş ufuklu bir bakış sahibi olmadan,
üstesinden gelinecek bir kültür kulaçlaması değildir bu...
Abdülbâkî'den
kalan ışıklar daha çok uzun süre, o yollarda dolaşmak isteyenleri, karanlık
labirentlerde tö- kezlemekten kurtaracaktır.
Mühiddin
Sadak da Abdülbâkî'nin yaşında ayrıldı aramızdan. Biri, artık pek tadına
varamadığımız, kaybolmuş bir kültürün bir tozlarını üflemeye çalışmış çok
modem bir bilgesi; öteki yeni pek tadına varamadığımız bize mal olmamış çok
sesli müziğin, bir yaşam boyu aşkını yoğurmaya uğraşmış kıvrak bir
sanatçısıydı.
Sanırım
ikisi de birbirini tanımazdı yahut belki uzaktan tanırdı. Ben ise birbirinden
çok ayrı görünen o dünyalarda, kendiliğinden oluşup yankılanma olanağı bulamamış
bir sentezin, bir çift mozaik titreşimini seyrederdim ve ikisiyle de çok rahat
ve çok yürekten anlaşırdım. Batı ile Doğu'nun "insari'da buluşan büyüleri
vardı onlarda.
Azra'nın
da aslında aranıp durduğu buydu. Değişik anlatımlardan çıkan insan boyutları
arasındaki büyük köprülerin, bizim yaşadığımız yerlerdeki eski uygarlıklarla
kemerlenmiş olduğunu sezmiş ve yakalar gibi de olmuştu...
Faruk
Güvenç de aynı köprülerin sevdalısıydı.
Hepsi
de "Hızlıca köşeyi dönüverme" epidemisini, fakirliklerin en korkuncu
olan gönül ve beyin fakirliğinden kurtarnıa peşindeydiler.
Ne
yazık ki onların tüm güçleriyle toplamaya çalışıp uzattıkları hâzinelere,
bekledikleri kadar el bir türlü uzanmadı.
Geleceklerin
Türkiye'sinin erişeceği düzeylere, onların kurduğu merdivenlerden çıkılacaktır.
Çetin Altan, Şeytanın Gör Dediği,
Güneş
Gazetesi, İstanbul 23
Eylül 1982
ÜSTAD ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI
MERHUM İÇİN
Merhum
Üstad Abdülbâkî Gölpınarlı Hocamızı 194950 yıllarında İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi'nde müşterek dostumuz Kütüphane Müdürü Nureddin Kal- kandelen
merhum aracılığıyla tanımak şerefine erdim. Asistanı olduğum merhum üstad Ord.
Prof. Ebül'ulâ Mardin hazırlamakta olduğu tarihî eserle ilgili araştırmalar
yapmak üzere beni Üniversite Kütüphanesine göndermiş ve karşılaştığım
güçlükleri yenmek için Abdülbâkî Gölpınarlı'ya başvurmamı söylemişti. Bugün
her ikisi de ebediyete göçmüş olan Nureddin Kalkandelen ve Abdülbâkî Gölpınarlı'yla
çok derin ve köklü bir sevgiye ve saygıya dayanan dostluğumuz bir gün bile
aksamadan vefatlarına kadar sürmüştür. Otuz yılı aşan bu süre zarfında Üstad
Gölpınarlı'nın engin bilgisine yorulmak bilmeyen çalışma gücüne ve
görüşlerindeki isabete her zaman hayran kaldım. Gölpınarlı'nın engin bilgisinin
yanında eşsiz bir hoca olduğunu da burada özellikle belirtmek isterim.
Bilgisini hiçbir zaman esirgememiş olan merhum üstad, kendisine sorulan sorulan
hiç üşenmeden cevaplandırır ve öğrenmek istemeyenlere kızardı. Tarihi alanda
yayınlamış olduğum Ord. Prof. Ebül'ulâ Mardin'in "Huzur
Dersleri" adlı eserinin ikinci ve
üçüncü ciltleri, Karînâ-bâdîzâde Ömer Hilmi Efendi'nin "Ahkâm-
ül Evkaf' adlı eserini temel alarak
yayınladığım "Eski Vakıfların
Temel Kitabı" adlı eseri ve "Sımavna
Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Manâkıbı", ancak
Üstad Göl- pmarlı'nın yıllarca süren pek değerli ve lütufkâr yardımları ile
gerçekleşebilmiştir.
Bu
eşsiz bilginin yanında merhum Üstad Gölpınarlı pek seçkin ve yüksek bir
kişiliğe ve karaktere de sahipti, inançlarından dönmeyen, ödün vermeyen bir
kişiydi. Bu uğurda her türlü ikbal ve nimeti tepmiş, ölünceye kadar kalemiyle
geçinerek mütevazı bir hayat sürmüştü.
Gölpınarlı,
Beyazıt Umumî Kütüphanesi Müdürü Büyük âlim İsmail Sâib Efendiyi kendine örnek
almıştı.
Profesör
Rescher, sâib Efendi için şöyle diyor: kişiliğinin dopdoluluğunu ve kendisinden
yayılan, sevgi ve bilimle dolu hayat soluğunu özetleyip sözle anlatmak istedik
mi, o, kendisiydi, demekten öteye gidemiyoruz..."
Ben
de bu tanımı rahmetli Hocamız Gölpınarlı için aynen tekrarlamak istiyorum.
Gölpınarlı gerçekten de eşsiz bir bilim ve gönül adamıydı. Otuz yıl beraber
olmak mutluluğuna erdiğim Hoca'nın ölümüyle benden de pek çok şey kopmuştur.
Bir
hadiste "Mevtü'l-âlim (ke) mevti'l-âlem" demektedir ki, "Bir
âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir" demektir. Üstad Gölpınarlı'nın
vefatıyla da bir âlem göçüp gitmiştir.
İlim
başı sağolsun!
Gölpınarlı
merhum özel kütüphanesindeki pek değerli bütün kitaplarını ve gene eski hat
sanatının en güzel örnekleri olan yazma levhalarını Konya'da Mevlâna_Mü-
zesi'ne daha hayattayken vakfetmiş ve bunları teslim eylemiştir. Ancak
özellikle yıllardan beri yazmayı düşündüğü, ne yazık ki bu düşüncesini
gerçeleştiremediği Bektaşîlik hakkmdaki eser için gerekli olan bir bölüm
kitabı ve birkaç levhayı henüz müzeye teslim etmemişti ki, bunlar da oğlu
Sayın Yüksel Gölpınarlı tarafından müzeye gönderilecektir.
Akademik
geleneklere uygun olarak, emekli öğretim üyesi, olduğu İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fâkültesi'nin kendisine ebedî bir şeref sağlamış olan Abdülbâkî Göl-
pmarlı için büyük bir "Armağan" yayımlamasını ve bu armağanın
birinci bölümünün Abdülbâkî Gölpınarlı'nın hayatı, eserleri ve kişiliğine
ayrılmasını, bu birinci bölümde üstadla ilgili anıların, belgelerin ve diğer
her türlü bilgilerin yer almasını, ikinci bölümde ise, bilimsel incelemelerin
yayınlanmasını can ve gönülden dileriz. Milletimizin Göl- pmarlı'ya karşı olan
şükran borcunu böylece yerine getireceğine inanıyoruz.
İsmet Sungurbey, Cumhuriyet Gazetesi, 7 Eylül 1982; Medeni Hukuk Sorunları, İ.Ü. YaymlanndanNo: 3259, İstanbul 1984
ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI'NIN ANISINA
Türkoloji
dünyası, çok büyük bir kayıp verdi: Tasavvuf, tarikat ve eski Türk
Edebiyatı'nın en büyük çağdaş bilim adamlarından Abdülbâkî Gölpınarlı, 25
Ağustos 1982'de, İstanbul'da öldü.
1900
yılında İstanbul'da doğan Abdülbâkî Gölpınarlı, Kafkas asıllıydı. İlk ve orta
öğrenimini çeşitli okullarda tamamladıktan sonra 1927'de, İstanbul Öğretmen
Okulu' na girdi. İstanbul Üniversitesi'nde edebiyat öğrenimi gördü ve Fars
Edebiyatı'nda doçent ilân edildiği Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde,
doktora tezini savundu. Daha sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde,
Türk-İslâm tasavvufu ve tasavvuf edebiyatı desleri verdi. 1949'dan bu yana ise,
emekliydi.
Çalışma
azmini ve yaratıcı gücünü geniş bilgisiyle birleştiren Abdülbâkî Gölpınarlı,
ardında hepsi birbirinden değerli eşsiz ve orijinal eserler bıraktı.
Melâmiliğe,
Mevlevî Tarikatine, Bektaşîliğe ve fütüv- vet'e ilgi duydu, çeşitli alanlarda
öncülük yaptı.
Mevlânâ,
Yunus Emre, Şeyh Bedreddin, Pîr Sultan Abdal, Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş
Veli'yle ilgili çalışmalarının yanısıra divan ve halk edebiyatı şairleri hakkında
çok sayıda incelemesinin de sayılması gerekir.
Tercüme
çalışmalarını, özellikle de Hafız Divanı'mn çevirisini belirtmek gerekir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin hemen tüm eserleri, Türkçe'ye onun tarafından
çevrilmiştir. Kur'an'm belki de en gerçek ve en güzel çevirilerinden birini
de, ona borçluyuz.
Yarım
yüzyıllık âlim yaşantısı boyunca, geniş bir bilimsel alanı kapsayan ve benzeri
olmayan bir bilgiyi kanıtlayan araştırmalarının sonuçlarını, sürekli olarak
sundu. Birçok alanda âlimlikle yetinmedi, yeni ufuklar açtı ve dinamizmini
hiçbir zaman kaybetmeyen fikirler üretti. Meselâ, 1931 yılında verdiği doktoro
tezi olan "Melâmîlik ve
Melâmîler" adlı eseri,
orijinalliğinden hiç- birşey yitirmedi. "Yunus
Emre ve Hayatı" başlığıyla
1936'da sunduğu doçentlik tezi, bu büyük şaire yeniden büyük bir ilgi
duyulmasına yolaçtı. Yunus Emre, şiir ve evrensel düşünce tarihi alanlarında
hakettiği yer, büyük ölçüde Abdülbâkî Gölpınarlı sayesinde kavuştu.
Abdülbâkî
Gölpınarlı'nın Türk Kültürü'ne en büyük katkısı ise, hiç şüphesiz Mevlânâ
Celâleddin Rûmî'yi tanıtması ve eserlerinin neredeyse tamamını Türkçe'ye çevirmesidir.
Bu büyük şair ve düşünürün eserleri, bugün onun sayesinde herkes tarafından
okunabilir hale gelmiştir. "Mevlâna’dan
sonra Mevlevîlik" adlı eseri
de, Abdülbâkî Gölpınarlı'ya borçluyuz.
Abdülbâkî
Gölpınarlı’nın eserleri, son derece açık ve güzel bir Türkçe'yle yazılmıştır.
TaÜı ve akıcı üslûbuyla, Islâm Felsefesi'nin gerçekten de en karmaşık
meselelerini, herkesin anlayabileceği bir şekilde sunmuştur. Eserlerinin bir
özelliği de bu dur.
Fakat
en büyük başarısı, herhangi bir konuyla kendisini smırlamamasıdır. Geçmişe
hiçbir zaman ölü bir dünya olarak yalaşmamış, her zaman ve her yerde, içinde
bulunduğu dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel gerçeklerini gözönünde
bulundurarak, araştırmalarına çağdaş bir görünüm kazandırmayı başarmıştır.
Başarısının ve çağdaşlan üzerindeki etkisinin sim, burada yatmaktadır.
Bugün,
birçok araştırmacının onun katettiği yollarda dolaşmasına rağmen, Abdülbâkî
Gölpınarlı ölçüsünde bir âlime, hemen rastlanamaz. Sebebi ise, onun kişisel
değeri olduğu kadar, oluşturduğu kültürel ortamda da yatmaktadır.
Bir
hadiste, "Bir bilim adamının ölümü, bir dünyanın ölümüdür" deniyor.
Abdülbâkî
Gölpınarlı'nın ölümüyle, bir dünya yo- koldu.... Yaşasın bilim.
Server
Tanilli
TURCICA REVUE
D'ETUDES TURQUES
TOME XVI 1984
Ana
Britannica.
Dîvân,
İbnülemin
Mahmut Kemâl, (İnal)
Kemâl
Sülker,
Meydan
Larousse,
Tarih
Boyunca Türk Mezhepleri ve Şî'lik (İstanbul 1979),
Türk
Ansiklopedisi,
Türk
Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,
Gölpınarlı,
Abdülbâkî; C.IX
A.
Gölpınarlı'nm basılmamış, elyazması dîvânı (Oğlu Yüksel Gölpınarlı'da)
Son
Asır Türk Şairleri, Bâki Bey, C.I İstanbul 1930
Abdülbâkî
Gölpınarlı (Yazko Edebiyat, Sayı: 25 İstanbul 1982)
Gölpınarlı
Abdülbâkî. C.V
A.
Gölpınarlı tarafından yazılan bu eserin arka kapağında kendisinin hal
tercümesi vardır.
Gölpınarlı.
Abdülbâkî. C.XVIII Gölpınarlı, Abdülbâkî, C.Ill.
[1] Kemâl
Sülker, Abdülbâkî Gölpınarlı, Yazko Edebiyat, İstanbul 1982, sayı: 25, s. 78-83
[2] İbnülemin
Mahmud Kemâl (İnal), Son
Asır Türk Şairleri. İstanbul 1930. s. 160-162
[3] Tasavvufi
bir deyim olarak tahammülsüzlüğü bildirir.
[4] Kemâl
Sülker, "Abdülbâkî Gölpınarlı", Tazko Edebiyat, sayı: 25, İstanbul 1982
[5] Bu
eser basılmamıştır. Halen Tarih Kummu'ndadır.
[6] Bu bilgiler Mevlânâ Müzesi Müdürü Sayın Dr.
Erdoğan Erol tarafından verilmiştir. Kendisine teşekkür ederiz.
[7] Gazeteci ve araştırmacı Murat
Bardakçı'dan öğrendiğimize göre. M.Moussa adında biri 1988 de Siracus
Üniversitesi yayımları arasından çıkan The Exremist. Shiit.es
adlı kitabında
Bektaş (Hacı) adlı makaleyi neşretmiş tir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar