YİRMİ İKİNCİ SIFIR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Konuşma ve Tartışma Menzilinin MuhammedîMusevî Mertebeden Bilinmesi
Her neredeysek, Allah Teâlâ orada .
Zatına has güzel isimleri olmadan
O nurdur, nur O’nun mazharı Bu.nedenle O’nu
bizden uzaklaştırdı
Varlıkların zatları kapkaranlık Onlar aşağı
değil, aşağının aşağısında
Sonra şeref veren bir suret kazandık İşin
bütününü! Ne güzel şey elde ettik
Allah Teâlâ dua edenin sesini duydu Bizden
olan iradesiyle birlikte
Bu nedenle her daim var ederiz onu Bu
nedenle bize görünmez
Bizi meydana getirmek irade ederse
Varlığının heyulasında, güven içinde
Afeti bülbülü fenlerin zirvesinde Her şakımasıyla
neşelenir
Kendimiz için O’nunla zuhur ettik, O kabul
etmedi Kendimizden ve bize yerleşen şeylerden geçtik :
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bu menzil, âlemde ve oluşta kendisinden bir bilginin ortaya
çıkmadığı veya hakikatinde, isminde veya hükmünde kendini gösteren delilin
bulunmadığı bir menzildir. Bu menzilde âlemde bir bilgi ortaya çıkar ya da
varlığında, isminde veya hükmünde onu gösteren delil bulunursa, bu delil, Allah
Teâlâ’nın hükmünden kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’ ismi, ilahlığın tüm
mertebelerini birleştiren isimdir. Ona, yani söz konusu bilgiye, bir yönden,
iki yönden üç yönden ve dört veya daha fazla yönlerden bakılabilir. Böyle bir
özellik, başka menzillerde bulunmaz. Onda kaç bilgi bulunduğunu sordum. Bunun
üzerine, kemaliyle birlikte, menzili bana yükseltti. Yirmi üç bilginin bulunduğunu
gördüm. Bütün bu işarederde ilahlığa baktım, kırk yönden onun kendisine
baktığımı gördüm. Bana şöyle denildi: ‘Onları sadece Allah Teâlâ peygamberi
kendinde toplar.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün âleme bu
menzilden efendi olmuştur. Aynı şekilde, ümmetinden ona varis olanlar için de
onun bu toplayıcılıktaki payına göre, efendilik gerçekleşti. Bu menzilden, kırk
sabah Allah Teâlâ için ihlas ile ibadet edene hikmet verilir. Böyle biri, bütün
hallerinde Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Nitekim Allah Teâlâ peygamberi de,
tüm hallerinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Bu menziller, sonuç elde etmek üzere
öncüllerin bir araya getirilmesinin bilgisini içerir. İnsanların peygamber olduğuna
ve Allah Teâlâ’dan getirdiği şeye inandıkları halde peygamberle tartışmalarının
sebebi, bu menzilden öğrenilir. Böylelikle
o kişi, bu menzilden peygamberin karşısında
hasım haline gelir. Allah Teâlâ ise, peygamber ile gönderildiği kimseler
arasında hakemlik işini üsdenir. Bununla birlikte o kişi, peygamberin
arzusundan konuşmadığını ve getirdiği (bilgiyi ve kitabı) Allah Teâlâ katından
getirdiğini bilir. Her şeye rağmen, getirdiği şey hakkında peygambere karşı
çıkar. İş Allah Teâlâ’ya havale edilir ve Allah Teâlâ ikisinin arasmda hüküm
verir. Bu mesele, hasmın imanının ve tasdikinin varlığı nedeniyle, en çetin
anlaşılan konulardandır. Şeriatın önünde olmasını istediği şeyi ardına atan
kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir.
İntisap bilgisi bu menzilden
öğrenilir. ‘İntisap’ derken, ferlerin asıllarma (dalların köklerine) nispetini
kastediyoruz. Herhangi bir feri başka bir asla katanın durumu hakkında keşf
yoluyla Allah Teâlâ’nın hükmü nedir? Batılın hakikat suretiyle ortaya çıkması,
bu menzilden öğrenilir.. Batıl yokluk ve varlığı olmayan demektir. Suret ise
mevcuttur ve gerçektir. O halde ortaya çıkan batılın hakikati nedir? Suret ise
Hakka ait-
tir. Akıl ve Hakk arasındaki perde
nedir ki, batıl onu hakikat suretiyle örtebiliyor? Birinci düşünceyle İkincisi
arasındaki fark nedir? Kişi birinci düşünce nedeniyle hesaba çekilmezken,
ikinci düşünce nedeniyle niçin hesaba çekilir? Halbuki ikinci birinci suretin
aynıdır. Niçin bazı konular birincide doğruyken İkincide doğru değildir. Bu
durum, ikinci mertebeden mi kaynaklanır? Çünkü iki, sayı mertebelerine ilave
şeylerdendir ve aslı yokluktur. Birinci ise onun varlığıdır. Ortaya çıkan bütün
sayılar ve mertebeleri, bir vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Benzerlik perdesinin
köleleştirdiği kimselerin hürriyete katılması, bu menzilden öğrenilir. Bu
duruma misal olarak, kendi düşüncesine göre, hakikatleri değiştirip varlıkları
kendi mertebelerinden başkasına, ferleri başka asıllara katan kimse
verilebilir. Buna yol açan ilahi sebep bu menzilden öğrenilir. Zevk bilgisinin Allah
Teâlâ’ya izafe edilmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu, bir zevk olmaksızın, zevk
hakkında biri şuurdur. İlahi bilgide böyle bir hükmü veren ilahi nispet nedir?
Misal olarak ‘Ta ki bilelim’261
ayetini verebiliriz. Halbuki Allah Teâlâ zaten biliyordur. Âyette kastedilen,
‘zevk’ ilmidir. Yerli yerinde değil iken arkada bulunanı öndeki imamın yerine
koymaya yol açan bir değerlendirmenin ortadan kaldırılması için, kula
benzerliği kabul etmeyen niteliğin ikamesinin ölçüsü bu menzilden öğrenilir.
Böyle yapmakla kişi hakikatleri karıştırmıştır. Bu kişi, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Sizi ardımdan da görürüm’ hadisine bakarak, ardından
görmesi nedeniyle imam olduğunu zannetmiştir. Halbuki ön (taraf) görme
özelliğine sahip olduğu gibi Peygambere de bakma özelliği verilmiştir.
Gerçekte ön öndür, arka arkadır. Bu benzersizlik niteliğinin hükmü altında
bekleyemezse, yaptığı hata ortaya çıkmaz, nefsinden fani olduğu bu süre ölçüşünce
beklemekten aciz kaldığı için Hakkı göremez. Bu durumda söz konüsu menzilde ona
komşu başka bir bilgi elde eder. Bu bilgiyi insan, kendisinde nefsinden fani
olduğu nitelikle kendisine uygun ve sayılan nefislerin hayatlarıyla talep eder.
Böylelikle nefsinin başkasına karşı üstünlüğü, ortaya çıkar. Çünkü benzerlerinden
bir grup, suret, makam ve halde kendisine ortak olarak onun yerini almıştır. Allah
Teâlâ o ikisinin arasındaki farkı açıklamış, nefsini kendi üzerindeki hakkının
-benzerlerinin sayısı ne kadar olursa olsunhaklarından daha büyük olduğunu
söylemiştir. Bu nedenle Şâri, cezalandıracağı kesin olmamakla birlikte, başkasını
öldürenin bu fiilini meşiyetine katmıştır. Başkasmı öldüren insan, öldürdüğü
kimsenin (ve varislerinin) hakları üzerindeyken, cezalandırma ve bağışlama
arasındadır. İntihar edeni ise cenneti haram kılacak şekilde cehenneme
katmıştır. Bunun nedeni nefsinin üzerindeki hakkının büyüklüğüdür. Bir
rivayette ‘Allah Teâlâ hakkı yerine getirilme hususunda başkasından
önceliklidir’ denilir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, nefsin hakkını kendi hakkı
saymıştır.
Hakların bu şekilde düzenlenmesi ve
onlara böyle cezaların belirlenmiş olmasının sebebi, bu menzilden öğrenilir.
Hakkı ehlinden veya Hakkın belirlediği bir yükümlülükle açıklama imkânı olduğu
haldeehlinden hakkı gizleyenin nasıl bir azap göreceği, bu menzilden
öğrenilir. Hakkında kesin delil ortaya koyduktan sonra hakikatten yüz çevirenin
durumu, bu menzilden öğrenilir. Acaba Haktan yüz çevirmesinin nedeni nedir? Allah
Teâlâ katında ‘yüz çevirme’ fiilinin hükmü nedir? Perdelilerin azabının nasıl
olacağı, bu menzilden öğrenilir. Onların azabı perdeleriyle mi olacaktır,
başka bir şekilde mi olacaktır? Onlarm katında unutulan ameller ile
unutulmamış olanların bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bu işi üstlenen ilahi
isim hangisidir? Varlıkların kendisini algılayamadığı Allah Teâlâ’nın
bilgisinin müşahede ve karşılıklı oturma yolundan âlemdeki şeylere ilişmesi, bu
menzilden öğrenilir. Sonra varlıkların yaptıkları amelleri bildirmenin Allah
Teâlâ katında belli bir zamana ertelenmesi gelir. Dünya ve ahiretteki sohbet
adabı, bu menzilden öğrenilir. Münacat adabı, Rabbine münacat edenin veya Allah
Teâlâ ehlinden birisinin münacata nasıl başlayacağı bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’yı zikredenlerin meclislerin genişlemesi, bu menzilden öğrenilir. Bu
genişlemenin nedeni, Allah Teâlâ’nın el-Vasi ismiyle onlarla birlikte
oturmasıdır. İmanın mertebelerinin bilgi karşısındaki durumu, bu menzilden
öğrenilir. En üstün derece hangisidir? İflas edenlerin bilgisi, bu menzilden
öğrenilir. Sahip oldukları varlığa rağmen, onları iflas ettiren nedir? Allah
Teâlâ’nın kula dönmesinin bilgisi buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kula
döneceği zaman değişir mi değişmez mi? Farklılık neyle ilgilidir? Farlılık
olursa, dönene mi, dönülenin haline mi aittir? Zikirden yüz çevirmenin meydana
getireceği ilahi öfke, buradan öğrenilir. Müstağni olunan ve olunmayan şeyler
buradan öğrenilir. Grupların ayrışmasının hangi ilahi hakikatten kaynaklandığı
bu menzilden öğrenilir. İlahi zorunluluğun neyle ilgili olduğu bu menzilden
öğrenilir. Sevdiklerini terk edenin onları niçin terk ettiği bu menzilden
öğrenilir? Onların özellik ve nitelikleri nedir? Beka, başarı ve necat bu
menzilden öğrenilir. Bu ilahi ilimlerden her birisi, diğerlerinden
değilbilhassa Allah Teâlâ isminden ve bu menzilden meydana gelir. Çünkü bu
menzil, diğer ilahi isimlere değil, Allah Teâlâ ismine özgüdür. Bununla
birlikte bazı isimler, onda ortaktır. Menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmı
bunlardır. Himmetin kendilerine yükselsin diye, Allah Teâlâ’nın verdiği keşif
ile, onları sana açıkladık.
Menzilin içerdiği konulara dönersek,
şöyle deriz: Allah Teâlâ, kitabında duyulur ve görülür bir tarzda adaleti
gerçekleştirmek amacıyla, âleme teraziyi yerleştirdiğini belirtir. Bu sayede
kavga edenler arasında çatışma ortadan kalkar. Terazide iki hasma benzer iki
kefe ortadadır. Terazinin dili, hüküm verendir. Öyleyse terazi hangi tarafa
yönelirse, hakikat o yöndedir. Terazinin kefelerinden birisinde meyil olmazsa,
bilinir ki, tartışanların her biri iddiasında haklıdır. Bu durumda terazinin
dilinden ibaret olan hakimin tanıklığı nedeniyle onların arasında taksim
gerçekleşir. Hüküm veren hiçbir zaman taraf olmaz. Bir nizalaşma olursa,
sadece onu azleden veya hakim olduğunu bilmeyen niza eder. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir peygamber katında tartışmak uygun
değildir.’ Yani onun huzurunda tartışmak uygun değildir veya (tartışmanın) onun
yanına taşınması uygun değildir. Hakem bulunmadığında ise, tartışma ve niza
ortaya çıkar, her hasım kendisinin haklı olduğunu iddia eder. Allah Teâlâ
gerçeği görsünler diye hasırcıların kalp gözlerini açmış olsaydı ve Allah
Teâlâ’nın ‘gözetleyen’ hakim olduğunu, terazinin O’nun elinde bulunduğunu,
yükselten ve alçaltan olduğunu görselerdi, tartışma ve niza olmazdı. Öyleyse
âlemde tartışmanın gerçekleşmiş olması, herkesin hüküm sahibi olan terazi ve
ölçüyü elinde tutandan perdelenmiş olduğunu gösterir. Alemde bir insanın
tartıştığını gördüğünde, onun Allah Teâlâ’dan perdelenmiş olduğunu bilmelisin!
Birisi tartışma yapar ve diğeri susarsa, susanın ya müşahede sahibi veya
ahlaklı olduğunu bilmelisin. Tartışma ilahi bir sınırın aşılmasıyla ilgiliyse,
tartışan kişi ilahi ahlak sahibi ya da ilahi edep sahibinin suretini taşımış
kimsedir. Fakat o bütünüyle iyidir. Öyleyse ilahi edep taşıyan insan, tartışan
biri değil, sadece tartışanın mütercimidir. Bu durumda tartışan, ilahi isimlerdir.
Binaenaleyh ilahi isimler, âlemdeki tartışmanın kaynağıdır. Onlardan dolayı
dünyada tartışma ortaya çıkar. Çünkü el-Muiz ve el-Müzil isimleri birbirine
hasım olduğu gibi ed-Dar ve en-Nafı isimleri ve elMuhyi ile el-Mümit, el-Mu’ti
ve el-Mani isimleri birbirlerine hasımdır. Öyleyse her ismin hükümde ve
terazide mukabili olan bir isim vardır.
Bu isimler arasına yerleştirilen
terazi ise, el-Hakem ismidir ve terazi hükümdeki adalettir. el-Hakem ismi,
bulunduğu yerin ve mahallin istidadma bakarak hakkı -istidada göreiki zıt ve
çelişen isimden birinin tarafına yerleştirir. Öyleyse manada ve duyuda farklı
tarzlarına göre ortaya konulmuş terazileri öğrenince, sen de onlara göre hüküm
verirsin ve bu konuda Allah Teâlâ’nın âlemdeki vekili olabilirsin! Böyle bir
durumda terazi senin elindedir ve ‘haklı’ ve ‘haksız’ hükmünü verirsin.
Bununla birlikte teraziyle tartarken Allah
Teâlâ ile senin aranda bir fark vardır: Allah Teâlâ meşiyeti vasıtasıyla
yükseltir ve alçaltır. Senin terazinde ise meşiyetin etkisi yoktur? Kimin
elinde hakkı görürsen, onun lehine hüküm verirsin. Öyleyse sen bir alamete
göre hareket eder, Hakk sahibini bilerek onun adına tartarsın. Hakk ise,
meşiyet sahibidir. Burada bazı alimlerden gizlenmiş bir sır vardır: Meşiyet
teraziyle belli olur. Allah Teâlâ yükselttiğinde veya alçalttığında, bu durum,
mahallin istidadından kaynaklanır. Nitekim hakkın varlığı da, alametle hareket
eden kimseye kendisine göre tartması hükmünü vermiştir. Çünkü tartan insan, bu
hakkın o kimseye ait olduğunu bilir. Nitekim Allah Teâlâ da o mahallin
istidadınm kendisi adma tartmayı gerektirdiğini bilir. Meşiyetin mahiyeti
bakımından istidada etkisi yoktur. Etki, o özel istidadı belirli bir mahalle
tahsis etmeyle sınırlıdır, çünkü başkasının olması da mümkündür. Fakat
istidadın hakikatinin ortadan kalkması veya o hakikatin başkalaşması ise mümkün
değildir. Doğa biliminde söylediğimiz gibi, ‘Sıcaklık soğukluğa dönüşmez, fakat
sıcak şey, bir yer ve varlık olması yönüyle -yoksa sıcak veya soğuk olması
yönüyle değilsoğuk olabilir.’ İşte istidat da öyledir. Belirli istidadı kabul
eden mahal, diğerini de kabul edebilir. O halde meşiyet onu diğerine değil, bu
istidada tahsis etmiştir. Yoksa o istidadı tahsis etmemiştir. Bununla birlikte
arkadaşlarımızdan bir grubun bu konuda yanıldığını gördüm. Onlara göre
meşiyet, yerin istidadı kendisini verdiği için, bu mahal ve yerde bir etkiye
sahip değildir. Çünkü (onlara göre) meşiyetin istidatta etkisi yoktur. Halbuki
gerçek, iyi düşünürsen, söylediğimiz gibidir.
Bu bölümdeki konulardan biri şudur:
Doğa terazisi, terazisinin bir yaratıcının yaratmasıyla var olmadığını
öğrendiğinde, ilahi-ruhani teraziyle didişir. Buradan hareketle kendi
terazisinin belli bir şeyde gözükmesinin, bir yaratıcının bunu sağlamasına
bağlı olduğunu zanneder. Bu, ilahi terazidir. Do^r. terazisiyle ilahi-ruhani
terazi arasmda bir çaüşma olduğunda -ki ilahi terazi daha güçlüdür ve hüküm sahibidirhasımlaşma
doğa yönünden gerçekleşir. Çünkü doğa bu teraziden ve ölçüden memnun
olmamıştır. Bunun üzerine doğa, Allah Teâlâ’ya başvurur kendisiyle ruhani
terazi arasında hakem olmasını ister. Allah Teâlâ, doğa ile ruhani-nurani bir
birleşme ve nikâh yoluyla doğaya yönelen (ilahi) ruh arasında hüküm verir. Bu
bağlamda söz konusu yönelmenin maksadı, doğal cisimler ile insani olan ve
olmayan tikel ruhların ortaya çıkmasını sağlamaktır, çünkü âlemdeki her cisim,
ilahi bir ruh suretiyle sınırlanmıştır ve suret, onun ayrılmaz parçasıdır. Bu
sayede her şey, Allah Teâlâ’yı tespih eder. Ruhların bir kısmı, sureti
yönetir, çünkü suret, ruhların yönetmesine elverişlidir. Bunlar, gözüken bir
hayat ve ölümle nitelenen suretlerdir. Gözüken bir hayat ve ölümle nitelenmemiş
olanların ruhu ise, yönetme ve tedbir ruhu değil, tespih ruhudur. Yönetilmeye
elverişli doğal suret ortaya çıktığında, onu yöneten tikel bir nefis meydana
gelir. Bu durumda suret dişi, yönetici ruh, onun karşısında erkektir. Başka bir
ifadeyle suret onun karısı, ruh suretin kocasıdır. Bu tikel ruhlar, eşyayı
bilmede derece derecedir. Bir kısmı, pek çok şeyi bilirken, bir kısmı azını
bilir. Yönetme özelliğine sahip olmayan -çünkü onların suretleri yönetilmeye
elverişli değildirsuretlerin ruhlarından daha çok Allah Teâlâ’yı bilen bir
varlık yoktur. Bunlar, donukların ruhlarıdır. Allah Teâlâ’yı bilmede onlarm
aşağısmda bitkilerin ruhları varken onlarm aşağısmda hayvanların ruhları
gelir. Bu sınıfların her birinin fıtratı, Allah Teâlâ’yı bilme ve tanıma
özelliğine sahiptir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın övgüsünü ve, hamdini tespih
etmekten başka bir niyederi yoktur. Allah Teâlâ’yı bilmede daha aşağıda ise,
insanların ruhları bulunur.
Meleklere gelirsek, onlar ve
donuklar, Allah Teâlâ’yı bilme fıtratında yaratılmıştır. Onların akılları ve
şehvederi yoktur. Hayvan ise, Allah Teâlâ’yı bilme ve şehvet fıtratında
yaratılmışken insan ve cinler marifet ve şehvet fıtratında yaratılmışür. Fakat
bu durum, onlarm ruhları yönünden değil, suretleri yönünden böyledir. Allah
Teâlâ onlar için akıl yaratmıştır ki, şehveti şer’î ölçüye uydursunlar. Bu
durumda şehvet, kendisi için belirlenen yerin dışında onları zorlamaz. Allah
Teâlâ onlar için aklı, bilgileri elde etsinler diye yaratmadı, bunun için
onlara ‘müfekkire’ gücünü verdi. Bu nedenle onlarm ruhları, marifet üzere
yaratılmamıştır. Halbuki meleklerin ruhları ile insanların ve cinlerin
dışındaki varlıkların ruhları bü özellikte yaratılmıştır. İnsanların eşyayı
bilme dereceleri farklılaşınca, bazı ruhlar kendisini yöneten suretin hükmünü
söz konusu suretin kendisinden var olduğu doğanın hükmüne katmak istemiştir.
Suret kendi yerini doğaya bırakmak istemiş, doğa ise sürekli kendi
mertebesindedir. Bunun üzerine muallim kendisine şöyle der: ‘Arzuladığın şeyin
gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü suret, doğa gibi fail değil, sadece doğanın
edilgenidir. Fail nerede, edilgen nerede! İlk Aklın karısı konumundaki tümel
nefse bakınız. Allah Teâlâ âlem ortaya çıksın diye o ikisini çiftleştirdiğinde,
tümel nefisten ilk doğan şey, tüniel doğa idi. Böylelikle doğa, eşyada tümel
nefsin etkisine sahip olmamıştır, çünkü parça, bütünle aynı hükme sahip
olmadığı gibi bütün parçanın hükmüne sahiptir. Çünkü o içerdiği parçalarla
birlikte ‘bütün’ olmuştur.
Bilgisiz ruh sureti doğaya -ki onun
annesidirkatmaktan aciz kalınca, şöyle der: Bunu yapamamam, belki de acizliğim
ve bu konudaki bilgiyi idrak edemeyişimdendir. Böylelikle onun bilgisini
kendisinden öğrenmek amacıyla Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ’dan doğanın
edilgeni olan şeyin suretin de edilgeni olmasını ister. Bunun üzerine
suretlerin etki ettiği kabiliyetlerin doğanın etkisini kabul eden suretlerin
kabul ettiği şeyleri kabule elverişli olmadıklarını görür. Hakk ise, daha önce
zikredildiği gibi, eşyayı ancak verilenin istidadına göre verir. Çünkü o şey,
istidadının gerektirmediği bir şeyi kabul etmez. Bu ruh, hata ettiğini ve boş
bir iş peşinde koştuğunu öğrenince, istidadının verdiği bilgiye göre suretini
tanımaya yönelir. Böylelikle ruh, O’ndan kendisine aktarılan şeyi suretlere
izhar etmeyi kabul eder. Bunun amacı, maddi-manevi veya hayali mümkün
varlıklardan birisinin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu esnada mükaşefe
fethinde -yoksa halâvet veya ibare fethinde değilkendisine üç şey gözükür:
Birincisi, hürriyet mertebesidir. Daha
önce bu konudan söz edilmişti. Hürriyet, ruhu varlıkların boyunduruğundan
çıkartan şeydir. Çünkü ruhun hakikatleri bilmemesinden kaynaklanan talebi, onu
köleleştirmişti. Allah Teâlâ ise, böyle bir talebin gerçekleşemeyeceğini
bildirerek, Allah Teâlâ’nın bilgisinde veya gerçeğin kendiliğinde bulunduğu hal
hakkmda bir bilgisi olmadığını ona öğretmişti. Ruh bu makamla nitelenip bu
halle ortaya çıkarsa, Allah Teâlâ ona muradını verir ve var etme gücünü ve
kuvveti ihsan eder. Bu makamla nitelenmekten aciz kalan ise, haliyle nitelenmekten
daha da acizdir. Çünkü hal ilahi vergi iken makam kazanılmıştır. Bu durumda
ruh, ikinci mertebeye yönelir. İkinci mertebe, hüküm ve müşahedede tertip
sahibi olmaktır. Hakk onun karşısında ‘samedanilik’ özelliğiyle tecelli eder.
Ruh o tecellide Hakka bakabilip tecellisi karşısında sabit durur da dağ gibi
parçalanmaz veya Musa gibi bayılmazsa, Allah Teâlâ’dan talep ettiği bilgi onun
adına gerçekleşir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ona kendisinde hüküm sahibi
olma imkânı verirse, istidanın gereğine göre suretinden edilgen (olmanın
bilgisini) kazanır. Dağ gibi (parçalanır) veya Musa gibi (bayılan) olursa,
istidadıyla fenayı talep edeni fani kılan veya istidadıyla helak olmayı talep
edeni helak eden tecelli karşısında sabit duramaz. Bu durumda onun adına ölümlü
âlem hakkında hayatı tutma mertebesi ortaya çıkar. Böylelikle onu samedanî
tecellinin sayısı üzere mertebelerde bulur, çünkü o, ölüm veya hayatin
tutulmasıdır. Allah Teâlâ kendisine inayet ederse, kendisine dilediği şekilde
suretinde tasarruf imkânı verir. Allah Teâlâ ona güç vermez de kişi aciz
kalırsa, acizliği ilahi müşahededen olursa, ona suretinde tasarruf gücü verir.
Acizliği nefsinin perdesi ardından gerçekleşirse, tasarruftan engellenir, çünkü
tasarruf edebileceği ilahi bir gücü yoktur.
Bu menzilde bulunan adamların
zevklerini zikretmiş olduk, fakat açıklamadık. Çünkü her menzilin içerdiği
hususları açıklamak, sözü uzatır. Bu menzil, menziller arasmda benzeri ve dengi
olmayan ve menzillerin en güçlüsü olan menzildir. Allah Teâlâ’nın kulları
arasından kırk gün boyunca ihlas üzere ibadet edenlerin hikmet söylemeleri bu
menzilden gerçekleşir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
Med ve Nasif Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
İyi adet çıkarmak, meşru bir yol Allah
Teâlâ’nın kitabında övülmüştür
Hakikate dayanmadan onu adet yapmak Sünnet
yolu onun tevilinden
Riayete daha uygundur; kadri de bilinir
İşin ayrıntısından bilinen bu
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana
yardım etsin, bu menzilin ilimlerinden biri, mufadala ilmidir. Miıfadala
çeşitli türlerde gerçekleşir. Birincisi bilgiyle gerçekleşirken diğeri amelle
gerçekleşir. Bilgiyle gerçekleşende üstünlük bazen bilinenlerin değerinden
bazen bilinene ulaştıran yöntemden kaynaklanır. Söz gelişi bir insan bilgisini
Allah Teâlâ’dan, diğeri bir varlıktan alır. Bilgisini Allah Teâlâ’dan alan,
daha üstündür. Bir insan bilgisini muttakinin bilgisini takva vasıtasıyla
alması gibibir sebep vesilesiyle alırken bir kısmı bir sebep olmaksızın
doğrudan Allah Teâlâ’dan alır. Sebeplerden birisi bilginin artışı için duadır.
Bazen üstünlük bilinende olur. Bazı bilgiler fiillerle ilgiliyken bir kısmı
isimlerle, bir kısmı zat ile ilgilidir. Öte yandan alimler arasındaki
üstünlük, bilgilerin ilgili oldukları şeylerin üstünlüğüne bağlıdır. Hepsi de
ilahi bilgidir. Amellerdeki üstünlük ise, bazen amellerin kendisine, bazen
zamana, bazen mekâna, bazen Hakk bağlıdır. Her şeyde üstünlük, üstünlük
ölçütüne göre değerlendirilir. Bazı şeyler vardır ki, onlarda ölçme tartı ve
teraziyle gerçekleşir. Bu o şeyin infak olması veya infaka benzeme durumunda
böyledir. Misal olarak aklı verebiliriz. Allah Teâlâ onu insanlar arasmda
ölçüyle bölmüş, bir kişiye bir miktar, diğerine onun iki katı vermiştir. Bazen
akıldaki bölümleme, mertebe ve derecelere göre değişebilir. Derecelenme
bölümünü özedeyecek husus, sayıdır. Acaba sayının mahiyeti neye göre ortaya
çıkar da onu ortaya koyana veya haber verenin iradesine göre şöyle
diyebiliyoruz: ‘Allah Teâlâ iman edenlerin ve ilim
verilenlerin derecelerini yükseltti.’262 Söz gelişi
Mekkeliler için, hicretten önce verilen sadaka, hicretten sonra verilen
sadakanın ecrine ulaşamaz (amelde derecelenme). Aynı şey, kulun başka bir yere
hicret ederek, iyilik yapacağı ve vatan edindiği her yerde böyledir. Oraya
hicret ettikten sonra daha iyi işler yapar. Böyle bir iyilik, çekilen güçlüğe
göre derece derecedir.
Bilmelisin ki, bu menzil, çeşidi
ilimleri içerir. Onları öğrenmek üzere araman için bölümün sonunda isimlerini
zikredeceğiz. Bu menzil, menzillerden birisini zikrederken kitabın başmda
değindiğimiz, tenzih menzillerindendir. Bu, âlemin yarısının tenzihidir ye
hepsi üzerinde kahır ve nihai gayeye ulaşmalarını engelleyen izzet makamından
âlemdeki varlıkların ortaya çıktığı mahallin yarısıdır. Bu gaye, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bir hadisinde ‘Senin övgünü yerine getiremem’
dediği gibi, Allah Teâlâ’yı övme gayesidir ve insanlar bu konuda eksik kalır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözünü nefsinde talep ettiği gayeye ulaşmaktan
aciz kalınca söylemiştir. Kendisi bunu istese bile, organları veya bildiği
ilahi isimler o övgüyü yerine getirmede yeterli değildi. Allah Teâlâ esma-i
hüsna (güzel isimleri) ile övülebilir ve onlardan Allah Teâlâ’nın izhar ettikleri
bilinir. Allah Teâlâ isimlerin söylenmesiyle -ki zikirdemektir övülebilir.
İsimler ise, bizim tarafımızdan değil, O’nun tarafından belirlenir. Çünkü bize
göre Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ isimlendirebilir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı
kendisinin kendisini övdüğü isimlerle övebiliriz. Kadı Ebu Bekir et-Tayyib bu
konuda farklı düşünür. O, Allah Teâlâ’nın yaratılmışlara özgü bir anlam
vermeyen bütün isimlerle isimlenebileceğim ileri sürmüştür. Bütün âlem, Allah
Teâlâ’nın kabzası ve kahrı altındadır. O’nu müşahede edene ve dilediği kimseye
tecellisiyle hayat (bilgi) verir. Allah Teâlâ dilediğinde ve dilediği kimseden
tecellisini perdeleyerek ve örterek onu öldürür. Bir şahsa tecelli
olmadığında, onun sınırlı olmadığı öğrenilir. Böyle bir durumda tecelli
ettiğinde, tecelliden sonra bir daha perde yoktur. Böyle bir şahıs, Hakkı
müşahede etmek nedeniyle zatî hayat kazanarak ‘perde ve örtü ölümü’ ile ölmez.
Allah Teâlâ o kişiye tecelli etmediğinde -ki Allah Teâlâ sürekli tecelli
edendir, fakat bilinmezperdeli tecelliyi bilmediği için ölüdür. Çünkü bilgi
hayatı (bilgiyle hayat bulmak), bilgisizlik ölümünün mukabilidir. Bilgi nur
vasıtasıyla gerçekleşirken, karanlık vasıtasıyla o kişi hakkında bilgisizlik
gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ölü olup da hayat verdiğimiz kimse yok
mu?’ Burada onu ‘ölüm’ ile nitelemiş, sonra hayat verdiğini ‘hayat5
ile niteleyerek, şöyle demiş: ‘Nur verdiğimiz kimse...’ Bu nur vasıtasıyla Allah
Teâlâ’yı müşahede eder. ‘Böyle biri, karanlıklarda bulunan
kimse gibi değildir.’263 Böyle biri
hayat sahibi ise -ki öyledirgaybı gayb içinde bilir. Bu gayb hakkında el-Bâtın
ismiyle hüküm verir. Bilen ve hayat sahibi değilse, bu durum, mutlak karanlık
ve ‘sırf yokluk’ demektir. Bütün bu zikrettiklerimiz hususunda kudret Allah
Teâlâ’ya aittir.
Kalbime gelen varid -kalbimden olan
şahit doğruluğuna tanıklık ettikten sonrabana bildirmiştir. Daha önce de bu
konuda Rabbimden açık bir delile sahiptim ve varlıktan kendisini kalbime
aktardığında (ilham) kendisini müşahede etmiştim. (Kısaca) varid şöyle
bildirdi. Her surenin başında besmelenin bulunması, ilahi rahmet ile onu
taçlandırmak demektir. Bu sayede ilahi rahmet, surede zikredilen bütün hususlara
ulaşır. Çünkü her sure üzerinde besmele, Allah Teâlâ’nın alametidir. Bu alamet,
surenin Allah Teâlâ’dan geldiğini gösterir ve hükümdarın fermanı üzerindeki
alamet gibidir. Varide dedim ki: ‘Pelci Tevbe suresinin durumu nasıldır?’ Dedi
ki: ‘Tevbe ve Enfal suresi, bir suredir ve Allah Teâlâ onları ikiye ayırdı. Allah
Teâlâ o iki sureyi ayırıp, ayrılma hükmü. verdiğinde, onu ‘tevbe’, yani Allah
Teâlâ’nın öfkelendiği kullarına rahmetiyle ‘dönmesi’ diye isimlendirdi.
Öyleyse Allah Teâlâ’nın öfkesi ebedi bir öfke değil, zamanlıdır. Allah Teâlâ
et-Tevvab’tır (tövbeleri kabul eden ve kullarına rahmet etmek üzere dönen). Allah
Teâlâ’nın et-Tevvab ismine er-Rahim ismi bitişmiştir, bunun nedeni, gazaba
uğrayanın ilahi rahmete dönmesini sağlamaktır. Ya da mesele, gazaptaki süre ile
ve onun hükmünün süreyle sınırlı olmasıyla ilgilidir. Ardından sürenin tamamlanmasıyla
azap görenin durumu rahmete döner.
et-Tevvab’ın nitelendiği isme
baktığında, onun hükmünün söylediğimiz gibi olduğunu göreceksin. Kuran razı
olunan ile gazap edileni birlikte zikreder. Onun menzilleri ise, er-Rahman ve
er-Rahim ile taçlanmış, hüküm ise taçlandırmaya aittir. Çünkü kabul edilmesi
buna bağlıdır ve Kuran’ın Allah Teâlâ katından olduğu böyle öğrenilmiştir. Varidin
bize söylediği budur. Biz de müşahede ediyor, duyuyor ve Allah Teâlâ için
düşünüyoruz. Bu konuda Allah Teâlâ’ya hamd ederiz, O’nun ihsanını biliriz. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben, sadece ilahi ve kutsi ruhtan sırrıma gelen
üflemede (nefes/noktalı ‘se’) hareketle konuşuyor ve hüküm veriyorum. Onu
el-Bâtın velilik ve resullük arasındaki fark nedeniyle ezZâhirden perdelendiğinde
bildirdi. Velilik öncelikli olandır, ikinci olarak (her zaman) eşlik eder,
sabittir ve kaybolmaz. Onun derecelerinden birisi nebilik ve resullüktür.
İnsanların bir kısmı ona ulaşır ve kavuşurken bazı insanlar ulaşamaz.
Günümüzde teşrîî nebiliğe kimse ulaşamaz, çünkü kapısı kapalıdır. Velilik,
dünya ve ahirette ortadan kalkmaz. Öyleyse velilik, ilktir, sondur,
görünendir, gizli kalandır (Evvel, Ahir, Zahir, Bâtın). Bu durum, genel ve
özel nebiliği içermesi yönüyle böyle olduğu gibi nebilik söz konusu değilken
de böyledir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Veli’dir. O’nun Nebi veya
Resul diye bir ismi yoktur. Bu
nedenle nebilik ve resullük
kesilmiştir, çünkü ilahi isimlerde dayanakları
yoktur. Velilik ise, kesilmemiştir,
çünkü el-Veli onu korur.
.. . ' . ' ' ‘ •
^ '
Allah Teâlâ eşyayı bilgisiyle takdir
etmiş, hikmetiyle var etmiş, onları iki
uç olarak yaratmıştır. Bununla
birlikte iki ucu birleştiren bir orta ve vasıta yaratmıştır. , Bu ortanın her
yöne dönük bir ucu vardır. İşte bu ara yerde insan-ı kâmil yaratıldı.
Böylelikle o takdir etmek ile -ki geneldiryaratmayı -ki özeldirkendinde
birleştirdi. Bu durum ‘Ona üfler, ta ki, iznimle bir kuş olur’264
ayetinde belirtilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, hem takdir hem var etme yönüyle,
‘yaratıcıların en güzelidir.’ Bu, teorik düşünce sahiplerinin hakkında görüş
birliğine varamadıkları bir konudur. Çünkü fiili sadece Allah Teâlâ’ya ait
görüp sonra Hakk ile yaratılmışı ayırarak, yaratılmış adına varlık Hakk için
de varlık kabul eden kimse ‘yaratanların en güzelidir’265
ancak ‘takdir etme’ anlamında söyleyebilir, var etme anlamında söyleyemez. Allah
Teâlâ ehlinin bir kısmı da böyle düşünür. Fakat onlar varlıkta Allah Teâlâ’dan
başkasmı görmezler. Mümkünlerin varlıklarının hükümleri ise O’nun
varlığındadır. Bu düşünceyle ulaşılamayacak eksiksiz düşünmedir, fakat
müşahede yoluyla ulaşılabilir. ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ hadisinde bu
durum belirtilir. Her kim mümkün iken sürekli imkân halinde bulunduğunu
bilirse, mevcut olanın Rabbi olduğunu bilir. Varlıkta gerçekkşen
başkalaşmaların mümkünlerin istidadarın hükümleri olduğunu bilen kimse, onları
izhar edenin Rabbi olduğunu da bilir. İnsanlar hatta alimler bu konuda mertebe
mertebedir. Allah Teâlâ âlemi iki uç ve vasıtadan ibaret olmak üzere
yarattığında, ucun birisini dairenin noktası, diğerini çemberi yapmıştır. Âlem
bu iki uç arasında mertebe ve daireler arasında yaratılmıştır (inşa).
Böylelikle çevre Arş, nokta yer, ikisinin arasındakiler ise daireler, rükünler
ve felekler diye isimlendirilmiş, onları Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı
cinslerin ve türlerin bireylerinin bulunduğu yer yapmıştır. Allah Teâlâ biri
genel ve kuşatıcı, diğeri ise özel-bireysel olacak şekilde tecelli etmiştir.
Genel tecelli Rahman isminin tecellisidir. Bu durum, ‘Rahman
Arş üzenine istiva etti’266 ayetinde
belirtilir. Özel tecelli ise, her şahsın Allah Teâlâ hakkındaki özel bilgisi demektir.
Bu tecelli sayesinde girme; çıkma, inme, yükselme, hareket, durağanlık, bir
araya.gelme, ayrılma, haddi aşma vs. gerçekleşir. Alemdeki şeyler
birbirlerinden mekân, mertebe, suret ve araz sayesinde ayrılır. Allah Teâlâ
âlemi ancak kendisiyle ayrıştırmıştır. Dolayısıyla O, ayrışanın kendisi olduğu
kadar aynı zamanda ayrışmayı sağlayan şeyin kendisidir. O, her nerede bulunursa
varlığın zahiri suretiyle birlikte o şeyle beraberdir. Bütün bunları Allah Teâlâ’yı
bilenler müşahede ve varlık yoluyla bilir. Öyleyse gayb şehadetten
aynşmamıştır. Allah Teâlâ şehadeti tecellisinin kendisi, gaybı ise, ona perde
yapmıştır. Öyleyse o, perdelenenin değil, perde için şehadetidir. Kimin perdesi
sureti olursa -ki perde ardında bulunan şeyi görür-, suret onu görür. Suretiyle
Hakkın varlığından perdelenen, perdelenmiştir. Böyle biri sureti bakımından
Rabbini bilir ve O’nun övgüsünü tespih eder. Suretinden başka bir yönden veya
suretin ardından perdelenen ise, ya suret veya kendisini görmeyle
perdelenmiştir. Allah Teâlâ bir insana nefsini gösterirse, o kişi kendini
tanımış olur ve dolayısıyla Rabbini de tanımış demektir. Böyle bir insan ‘sudur
ehlidir.’ Onlar, Allah Teâlâ’nın kendisini göstermekle kendilerini görmekten
körelttiği kimselerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Fakat
kalpler körelir.’267 Bunlar,
basiretlerdir. ‘Gönüllerde bulunan.’268 Yani geldikten sonra dönüşte
demektir ki sena demektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ilahi güç
nedeniyle sadece gelişinde gördüğü şey ortaya çıkar. Öyleyse iki bilgiyi bir
araya getiren ve iki suret ile ortaya çıkan kimse, gaybı ve şehadeti
bilenlerdendir. ‘O her şeyi bilendir.’
VASIL
el-Varis ilahi isminin hükmü, bu
menzildendir ve garip bir hükümdür. Çünkü bu ismin
hükmü göklere ve yere nüfuz eder. Bu durum, göklerin ve yerin yok alacağına
bir işarettir. Nitekim ‘0 gün
yer ve gökler değiştirilir’269 ayetinde belirtilen husus budur. İlk
yaratılışında yeryüzü gökten önce yaratıldığı gibi -ki âlemin yaratılış
aşamalarından söz ederken bunu dile getirmiştikdeğiştirilirken de göklerden
önce yer ile başlanacaktır. Bu esnada yaratıklar, köprü üzerinde duracak,
yeryüzü başka bir yerle değiştirilecektir. Bu farklılık nitelikte değildir,
çünkü niteliği farklı olsaydı, kendisi zikredilmezdi. Başka bir delil ise
şudur: Varis önceki bir sahibe varis olabilir ve böyle bir durumda mal, yeni
kişinin mülkü haline gelerek ilk sahibinin elinden çıkar. Varis ise veraset
hükmüyle o mülkü alır. Allah Teâlâ göklerin ve yerin mirasının kendisine ait
olduğunu söylemiştir. Göklere ve yere el-Varis ismi varis olabilir, başka bir
isim o hakka sahip değildir. Bununla birlikte onların sahibi, kendilerinde
tasarruf eden ilahi isimlerdir ve onlar tasarruf yetkisine sahiptir. Yeryüzü bu
surette ve özel yapıda kaldığı sürece, ilahi isimler onun üzerinde tasarruf
ederek onu yönetirler. Yönetimin tamamlanıp yönetmeyi kabul süresinin
bitmesiyle isimlerin hükümleri tamamlanmasıyla gerçekleşen ‘ayrılma’, ‘ölüm’
diye isimlendirilir. Yönetilen varlıklar ise, miras haline gelerek el-Varis
ismi o mirası alır. Böylelikle sahip olduğu halin hükmünün kalkmasıyla yeryüzü
başka bir yer ve gök ile değiştirilir. Öyle kİ yeryüzü ve gök kendilerini var
eden olarak ancak bu ismi bilirler. Yer ve göğün ayn’ı kalsaydı, yemin ederek
daha önce hangi ismin mülkü olduklarını söylerlerdi. Belki de onlarm sahibi
kendisine bağlı oldukları bir isimdir. İlahi isimler kıskançtır. Çünkü
isimlerle isimlendirilen Allah Teâlâ, kendisini gayret ve kıskançlık
özelliğiyle nitelemiş, O’nun hükmü, -isimlendirilenle ilgili oldukları
içinisimlenene ulaşmıştır. Gayret ‘başkaları’ görmek anlamından türetilmiştir.
Her ilahi isim, hükmün kendisine ait olmasını ve hükme konu olan şeyin başkasma
yönelmeden kendisine dönmesini ister. Böylelikle yeryüzü ve gök, aynı hakikatte
değişmiştir. Halbuki yer ve gök, özel olarak sadece el-Varis ismini tanımış,
ibadette ortaklık ortadan kalkmış, tevhit ortaya çıkmıştır. Mirasta varis ile
sahibin hükmü bir değildir. Çünkü varis, ‘veren’ hükmündeyken miras olunan
malın asıl sahibi, kazanandır. Bu durumda zevkler değişir ve dolayısıyla hüküm
ve tasarruf değişir. Kazananın hali dilediği gibi indirir, çünkü o yükümlülük
yerindedir ve sorgu, hesap ve cezalandırmayı bekler. Öyleyse kazanan, zorunlu
olarak, bütün mertebeleri gözetir. el-Varis hesapsız verir ve bir miktar
olmaksızın indirir, çünkü ahiretin süresinin bitimi yoktur ki orada eşya belli
bir süreye kadar devam etsin. Bu nedenle o sürenin gerektirdiği kadar indirir.
Dünyadaki şeyler ise belli bir süreye kadar devam eder ve süreleri biter. Bu
nedenle sahibi de, belli bir ölçüyle onlara iner. Hesap olmaksızın verirse,
süreyi uzatır veya eksiltir. Bu durumda hikmet geçersizleşir. Öyleyse varis,
veren hükmündeyken kendisinden mirasm alındığı sahip ise, takdir eden ve
belirleyendir.
Bakınız! Allah Teâlâ yerin ilk
yaratılışı hakkında ne diyor: ‘Orada besinleri takdir etti.’270
Böylelikle yeryüzünü miktar sahibi yapmıştır. Dolayısıyla rızkı tamamlanmadan
kimse ölmez. Rızkı tamamlanınca erRezzak’ın hükmü, bu özel sürede ‘rızık veren’
olması yönüyle tamamla-
narak er-Rezzak, el-Varis’in onun
için vereceği hükme bakar, el-Varisona ‘miktar ve müddet olmaksızın rızık ver’
der. Allah Teâlâ’nın kaleme söylediğine bakınız: ‘Kıyamete kadar yaratıklarım
hakkındaki bilgimi Levha’ya yaz!’ Böylece Allah Teâlâ onun için dünyanın
ömrünün tamamlanması ve sona ermesi nedeniyle bir süre belirler. Kalem’in
ahiretteki yaratıklar hakkındaki bilgiyi yazması doğru değildir, çünkü süresi
olmayan şey, varlığı ve yazmayı kabul etmez. Dolayısıyla tafsiliyle onu sınırlamak
mümkün değildir. Çünkü böyle yapmak, sonsuzu sonlandırmaktır ki, bu bir
çelişkidir. (Dünya hayatında) eşya üzerinde hüküm sahibi olan ilahi isimler,
ahirette de el-Varis isminin belirleyeceği şekilde, hüküm sahibi olurlar.
Öyleyse ilahi isimlerin bilgisini elde eden kimse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ
hakkında eksiksiz bilgi sahibidir.
Bu menzil pek çok bilgiyi içerir.
Bunların arasında ulvi âlemin tenzihinin neyle sınırlı olduğunun bilgisi
vardır. Süfli âlemin tenzihinin nerede olduğu ve -tenzihi olmaksızınyeri de bu
menzilden öğrenilir. Tertip ve menzillerde zevk ve haliyle ulaşılması mümkün
olmayan mertebeler, bu menzilden öğrenilir. Hayatın sınıfları, duyusal ve
manevi ölümün türleri, ölümü kabul eden ve etmeyen şeyler, bu menzilden öğrenilir.
Zıdar bu menzilden öğrenilir. Acaba onları bir varlık bir araya getirir de bir
varlık haline gelirler mi? Yoksa nispederin gerektirdiği tek hakikate ait
hükümler midir? Zamanın ilahi yaratmadaki hükmü nedir? Bu hüküm zamanın
kendisinden mi kaynaklanır, görevinden alınması mümkün olacak şekilde, bir
görevlendirmeyle mi gerçekleşir? ed-Dehr ismi, bu menzilden öğrenilir. Mühleti
gerektiren ölümler ile mühletin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Böylece eşya
hakkında vasıtaya göre hüküm verilir. Vasıta öne almayı gerektiriyorsa öne
alınır, gerektirmiyorsa ertelenir. İhata yoluyla sahiplik bu menzilden
öğrenilir. Kendisinden türemenin meydana geldiği cinsel ilişkiyle doğumun
gerçekleşmediği salt şehvet amaçlı cinsel ilişki, bu menzilden öğrenilir.
Hakkın bizi görmesi, bu menzilden öğrenilir. Zatıyla mı görür, yoksa kendindeki
bir nitelikle mi görür? Gayb’ten şehadete gözüken ve görünmeyen şeyler bu menzilden
öğrenilir. Şehadet ‘şehadet’ haline geldikten sonra tahayyül gücü olan kimseler
için hayalde bir misali kalmayacak şekilde gaybe dönmesi, bu menzilden
öğrenilir. Doğa karanlığına inen nur bu menzilden öğrenilir. Acaba o, duruluğu
üzerinde kalır mı ya da doğa karanlığı ona etki eder mi? Bu durumda karanlık
aydınlık haline gelir.
Genel itibarıyla iman bu menzilden
öğrenilir. İman artar mı, artmaz mı? Farklılık ve çokluklarına göre, dereceli
üstünlük bu menzilden öğrenilir. Övülen ve muamelelerde şart koşulan riba, bu
menzilden öğrenilir. Hz, Peygamber’in ‘Allah Teâlâ size ribayı yasaklar da,
sizden almaz’ hadisinin anlamı bu menzilden öğrenilir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ onu bizden
almasa bile, bize verebilir. Hakk ile ilişkide -yoksa insanlarla olan muamelede
değilbelli bir zamanda onun şart koşulması mümkündür. Yürüme özelliğiyle
nitelenmeden, yürüme fiilinin nispet edildiği kimse bu menzilden öğrenilir.
Duyuda konuşma özelliğinde olmayanın konuşması bu menzilden öğrenilir.
Amellerin sahiplerine döndürülmesi, bu menzilden öğrenilir. Rahmet ve ilahi gazap
arasındaki berzah, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede herhangi birinin varlıkta
müstakil hükmü kalmaz. Bu berzahın hükmü nedir? Bir hakikati var mıdır, yoksa
hükümde iki yöne sahip bir nispet midir? Allah Teâlâ kendisinden haber veren
peygamberlerin diliyle mutluluk yolunu açıkladıktan sonra, insan ve cinleri
mutluluklarının bulunduğu işlere yönelmekten geride tutan şey nedir? Bedelin
bedeli olduğu kimsenin yerini aldığı mertebe ile özü gereği bunu kabul etmesine
rağmen bedeli (bir nedenle kabul etmeyen) mertebe arasındaki fark nedir? Süre
bu menzilden öğrenilir? Acaba onun miktarı, hükme konu olan şeyde neyle
ilgilidir? Acaba müddetin kendisine mi döner de sayıyı kabul eder. Söz gelişi
bir tür içindeki şahıslar gibi. Yoksa süre onların zatları gereği değişir mi?
Sürenin hükmü altında bulunan kimselerde meydana gelen sürenin uzunluğu veya
kısalığı bu menzilden öğrenilir. Varlıklarda hükümlerin değişmesi, bu
menzilden öğrenilir. Onlar, vakitlerin değişmesi nedeniyle istidatlarının
değişmesine göre mi değişir, yoksa hüküm sahibi olan ilahi isimlerin
değişmesiyle mi değişir? Hür kulların sınıfları bu menzilden öğrenilir. Her
birisinin Allah Teâlâ katındaki nasipleri bu menzilden öğrenilir. Sıddıklık ve
şehitlik arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Ebu Bekir’in diğer
insanlardan üstün olmasını sağlayan sırra nasıl ulaştığı bu menzilden
öğrenilir. Ateş mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Ateşin isimleri niçin
değişmiştir? Ateşe girecek her sınıfa hangi sınıf tahsis edilmiştir? İki
yaratılış ve hayat arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Bir grubu
ağırlaştıran, ötekini hızlandıran sebep bu menzilden öğrenilir. Hız ve
yavaşlıktaki fark, bu menzilden öğrenilir. Bir kişinin çoğun yerini aldığı mertebe,
bu menzilden öğrenilir. Tertiple gerçekleşen hüküm hakkındaki takdir, bu
menzilden öğrenilir. Hakkın güçlük olmaksızınkolaylık özelliğiyle nitelenmesi,
O’nun katında kolay ve gücün ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Her ikisini de
yapan Allah Teâlâ’dır. Kulun iki zıt niteliğin hükmünden uzaklaşması, bu
menzilden öğrenilir. Böyle bir durumda kulun bir niteliği kalmaz. Bu Hakk misal
olarak, Ebu Yezid’i verebiliriz. Sevmekle nitelenirken, neyi müşahede etmek bir
şeyin kendisini sevmeyişine yol açar? Hakkın engellemesi neyle ilgilidir? Maddi
ve manevi zarar ve faydalar buradan öğrenilir. Resullük ve resuller, yaratma ve
tedbir, her şeyden iki çift olanın kim olduğu, bu menzilden öğrenilir. İlahi
inayetin asılda olduğu gibi ferde hükmü var mıdır, yok mudur? Bu menzilin
içerdiği ilimler böyle tasnif edilebilir. Her ilim içinde de başka ilimler
vardır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
UÇ YUZ BİRİNCİ SEKİZİNCİ BOLUM
Ayrıştırma Halinde Bileşiklerin Basitlere Dönüşmesi Menzili'nin Muhammedi Mertebeden
Bilinmesi
Bu menzil, içinde bulunulduğu sürece, ölümden koruyan
şaşırtıcı bir menzildir.
Hakka yaklaşan, ruh ve rahatlık sahibi .
Huld (kalıcılık) cennetinde, nimet ve ihsan
içinde
Ateş azabıyla nimet verir görürsün onu Allah
Teâlâ’yı tespih eder bilgi ve imanla
Sınınolmayanbiryaratılışla Hükmü eksiklik
ve üstünlükten münezzeh
Bu menzilden sûfıler için (fukara, fakirler) vakıalar gerçekleşir.
Onlar, doğru rüyalar ve müjdelerdir, karışık rüyalar değildir. Bu rüyalar,
nebiliğin bir parçasıdır. Bu menzilde
keşif sahibine Hakkın -ki Hakk onunla yükseltir ve alçaltırelindeki terazi
gösterilir.
Bilmelisin ki, bileşikler basit
unsurlarına ayrıştırıldığmda, suretin kendisi ortadan kalkarken cevher ortadan
kalkmaz. Bu durumu Allah Teâlâ, kendisini bilenlere bir misal yapmıştır. Bu
misal, Hakk ile zuhur eden mümkünlerin varlıklarının terkibiyle ilgilidir.
Zuhur eden suretler, Hakta zuhur eder. Hakk ile halk arasında ilişki ortadan
kalktığındaysa, suretlerin varlıkları da ortadan kalkarken mümkünlerin hakikatleri
geride kalır. Hakk ise, âlemlerden müstağni olmakla nitelenmesi yönüyle bakidir:
Dolayısıyla duyuda görünen suretlerin ortadan kalkması nedeniyle, mümkünlerin
hakikatleri (cevherler) yok olmaz.
Bilmelisin ki, Haktan zuhur eden
suretler, üç mertebede zuhur eder. Çünkü Hakkın âlemde üç yönü vardır. Aj(lah
kendisini iki el sahibi olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi bu iki eliyle
tutar ve dürer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu durumu sahabesine
getirdiği iki defterde ortaya koymuştur. Defterlerin birisinde cennetliklerin
isimleri, babalarının isimleri, kabile ve aşirederinin isimleri vardı.
Diğerindeyse, cehennemliklerin isimleri, babalarının, kabile ve aşirederinin
isimleri vardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ ehli ve
seçkinleri için ise, üçüncü bir defter ve kitap çıkartmamıştır, çünkü onların
kitabı, Kuran-ı Kerîmdi. ‘Kuran-ı Kerîm ehli, Allah Teâlâ ehli ve O’nun
seçkinleridir.’ O’nun menzili, iki menzil arasındaki yerdir. Dolayısıyla Allah
Teâlâ ehli, kalp ve sadr (göğüs) ehlidir. Sadr Kuran’ın yeri ve mertebesidir.
Mudular içerisindeki seçkinlerden ibaret olan yakınların makamı budur. Ölçü
üzere iyilik peşinde koşmak, onlara bü makamı kazandırmıştır. Ölçü ye iktisat,
herkese hakkını vermekle ilgilidir. Böylelikle âlem, (Hakk ile âlem arasındaki)
bu yönlerin üçe bölünmesi nedeniyle, üçe bölünür. Her elin de kendine özgü bir
sınıfi vardır. İkisinin arasında ise, özel bir sınıf vardır. Ellerin sınıfları,
azamet ve heybet mertebesinin sahibidir. Bu bağlamda birinci ele gelirsek, ona
nispet edilen sınıf, özü gereği yüce bir sınıftır. Diğer sınıf ise, yüksek
mertebe sahibidir, fakat azameti, kendinden kaynaklanmaz. Bü nedenle -kendinden
dolayı değilmertebesi nedeniyle yüceltilir. Bunlar, söz gelişi, makam sahiplerine
benzer. Onların kendilerinde bir üstünlükleri yoktur, sadece makamları
nedeniyle saygı görürler. Makamlarından ayrıldıklarında, insanların
kalplerindeki saygınlığı yitirirler. İki gmp arasındaki farz budur. Allah
Teâlâ ehlinden bir sınıf, ‘Allah Teâlâ’yı’ bilende gözükürler.
Bir kısmı, ‘Allah Teâlâ için’ bilende
ortaya çıkar. İki el arasındaki sınıf ise, bu ikisi ve ona ilave bir özellikle
ortaya çıkar. İlave özellik, onların iki eli birleştiren zat ile
gözükmeleridir. Onlar, hallerinde ‘ilahi hervele’ sahibi olanlardır ve onunla
yükümlülük diyarında koşarlar. İki el sahibi olanlar ise, ilahi arşın ve kulaç
sahipleridir. Onlar, ilahi hitap ortaya çıktığında, karış ve zir’a ile
yükümlülük diyarında gözükenlerdir. Böylelikle mertebede farklılaşma gerçekleşsin
diye, derecelenme meydana gelmiştir. İki el arasındaki bir sınıf şöyle der:
Isteyenben ’ ,
İstenilen de ben
Bu şiir, zevkleri değişse bile
mertebeleri kesilmeyen sürekli bir müşahedede söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ
arş sahibidir ve bu süreklilikte sadece Arş sahiplerine tecelli eder. Onlar,
Arş ehli olduğu kadar ‘yüz’ (veya özel yön) ehlidir. Bu tecellide onlar
birbirlerine bakarlar ve tecelli ile bakma arasmda bulunurlarken sahip
oldukları nurları giydirirler. Hakkın tecellisi ile yaratıkların aynı anda
görülmesini hayal ve misal mertebesinin dışında bir araya getiren başka bir
mertebe yoktur. Bunun tek istisnası ise yüz sahiplerinin mertebesidir ve bu
durumu onlara, kendilerini Hakkın yerleştirdiği yerin gücü kazandırmıştır. Bu
makam, ‘mukame’ mahallidir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gece
yolculuklarının (isra) birisinde gözüken makamdır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem yaklaştığında onu yakut ve inci refrefı diye isimlendirmiş,
yolculuğunda burak’tan refrefe geçmiştir. Bu makamdaki insanın müşahedesi
süreklidir ve müşahede onu kendinden veya mülkünden alı koymaz. O birde çoğu,
toplamda ayrımı görür. Bu sınıf için bu yüzden (ve özel yönden) taşman
bilgileri taşıyan suretler ortaya çıkar. Bu suretlerin bir kısmı ile onların
arasmda amelî bir alaka ve ilişki varken bir kısmıyla aralarında ilişki yoktür.
Aksine onlar, Allah Teâlâ’nın ihsanından olan bir ilavedir. Onlar, ihsan
kaynağından rızıklanırlar ve bu ilimlere o (özel) yönden gerçekleşen (amelî) suretlerden
ulaşabilirler. Bu yön onları, sureti ve taşıdıklarını görmekten perdelemediği
gibi, suretler de taşıdıklarını ve bu ilimleri zevk etmedeki yönü (görmekten)
onları perdelemez. Mudular için en üstün mertebe budur.
Bu insanlar o suretlerden ulaştıkları
bilgilerden elde ettiklerini, el sahiplerine yayarlar. El sahipleri o ilimleri
ancak özel yön (ve yüz) sahipleri vasıtasıyla elde edebilir. Nitekim özel yön
sahipleri de onları o suretlerden elde edebilir, yoksa özel yönden kendilerine
ulaşamazlar. Bunun nedeni, o ilimlerin zevklerinin birbirinden farklı
olmasıdır. Özel yönde ise farklılık bulunmaz ve dolayısıyla mertebelerin
farklılığının suretlerin varlığıyla ortaya çıkması gerekir ki, (onları
tadanların) meşreplerin nasıl değiştiği öğrenilsin. Öyleyse çeşitliliğin ilgisinden
meydana gelen, karış, arşın ve yürüme gibi hallerinin çeşidenmesinden kaynaklanır.
Bu durumda içilen şey de (öğrenilen bilgi), (kendisini elde edenin ona) arşın
veya kulaç kadar yaklaşmasına veya koşarak gitmesine göre değişir. İçilen
şeylerden (öğrenilen bilgiler) ile amel sahiplerinin arasında ilişkinin
bulunmadığı kısım ise, yaratılıştaki istidadarından kaynaklanır. Bu istidat,
karış ve arşın gibi (yaklaşmayı anlatan) ölçülerle ifade edilen amelî
istidattan başka bir istidattır. Öyleyse ilahi hibeler, bu nedenle
farklılaşmıştır. Bu tarz bilgilerden herhangi birisi akılları nedeniyle
kaybolmayacağı gibi hakikatlerinin nasiplerinin mertebeleri de o ilimlerden
bir şey de eksiltmez. Böylelikle, içinde bulundukları tek bir anda, her organla
ve sahip oldukları hakikat vasıtasıyla bu ilimlerden nasiplenirler. Bir nimet
başka bir nimetten onları perdelemez. Bunu bilen, ahiret yaratılışının tarzını
ve onun bir örneğe göre gerçekleşmediğini de bilir. Nitekim dünya hayatı da bir
örneğe göre değildi. Bu sınıf için bu makamda gerçekleşebilecek en garip durum
şudur: Onlara özel yönden (bilgi taşıyan) suretler tecelli ettiğinde, ‘içilen
şeylerde’ o bilgileri elde ederler. Onlar, bu esnada öyle hakikatlere
sahiptirler ki, her neyi getirirlerse, onu seçmeyi gerektirir. Bununla
birlikte bu bilgiler onlara aittir ve böyle olmalıdır.
Bunun sebebini açıklayalım: Onlar
için seçim ve ihtiyar, aralarında alaka ve ilginin bulunduğu hususlarda
gerçekleşebilir, yoksa Allah Teâlâ’nın verdiği bilgilerde bir seçim olamaz.
Çünkü onlar sülük esnasında amellerini işlerken, bazı amelleri diğerlerine
tercih etmiş, zaman ve mekân veya halin gereğine göre onları öncelemişlerdir.
Tecellide amellerin sonuçları (olan bilgiler) ortaya çıktığında, amellerini
işlerkenki sıralamaya bağlı olarak, bir kısmını diğerlerinin önüne alma
iradeleri ortaya çıkar. ‘Mudular ahirette nefislerinin arzu duydukları şeyleri
elde ederler’ denilmiş olmasının hikmetine bakınız! Burada Şâri ‘nefislerinin
irade ettiği’ dememiştir. Şehvet bir iradededir. Fakat irade edilen her şey
arzulanmadığı için her irade şehvet değildir. Çünkü irade haz alman veya
alınmayan şeylerle ilgiliyken şehvet bilhassa haz alman şeylerle ilgilidir.
Böylelikle amellerini iradeyle ve kasıda almışlarken neticeleri arzuyla ve şehvede
almışlardır. Bir insana ameli işlerken (amelden haz alma anlamında) arzu
duygusu eşlik eder ve amelden haz alırsa, bu haz amelin neticesinden meydana
gelmiştir ve ona nimeti önceden verilmiştir. Bir iş yaparken -şehvet
olmaksızıniradeyle hareket eden insan ise (arzusuna direnerek) mücahede ederek
amel yapar ve amelin neticesine şehvetle ulaşır. Böyle biri, ilkinden daha
aşağı bir mertebedir.
Bu haldeki insanlar için Hakk kahır
ve (ulaşılması mümkün olmayan şeylere) ulaşma imkânı verir. Artık o engellenmez.
Bunun nedeni, Hakkın o şeyi indirmeye gücü olduğunu bilmesidir. Bu durum,
güçlüklere kâtianma ve ruhsatiarı bırakmasına yol açar. Özel yön sahiplerinin
hallerinin bir kısmı bunlardır.
Diğer iki sınıfa gelirsek, onlardan
birincisinin özelliği tekvin (var etme) iken diğeri teslimdir. Bu iki sınıftan
tekvin ehli olanlar, hallerinde ve ulvi âlemdeki yerlerinde farklılaşırlar.
Ölümle bedenlerinden ayrıldıklarında, kendilerine gök kapıları açılır,
ruhlarıyla Sidre-i münteha’daki yerlerine yükselerek diriliş gününe kadar
oradan bir daha ayrılmazlar. Çünkü onlar, yükümlü oldukları amellerini
yaparken gayrederini bütünüyle harcayarak ölmüşlerdir. Hatta her biri, geride
hiçbir gücü kalmayacak şekilde gayretini harcamıştı. Onlarm arasında yüz bin
dinar sadaka veren ile başka parası kalmadığı için bir kuruş sadaka veren
arasmda fark yoktur. Her iki grubun ortak özelliği, güçlerini harcamaktır ve
bir mekânda toplanmaları bu nedenle mümkün olmuştur. Sidre-i münteha’yı Allah Teâlâ’nın
nuru bütünüyle kaplamıştı ve kimse onu betimleyemez. Şâri’nin bir dirhemin bin
dirhemi geçmesi ifadesiyle, buna bir açıklama vardır, çünkü bir dirhem
sahibinin başka parası yoktur, onu harcar ve Allah Teâlâ’ya döner. Çünkü
dönebileceği başka bir dayanağı yoktur. Bin dinarı olan ise, sahip olduğu
paranın bir kısmını verirken geride harcayabileceği bir miktarı bırakır. Böyle
biri Allah Teâlâ’ya dönmez. Öyleyse bir dirhemi olan kişi, Allah Teâlâ yolunda
onu geçmiş demektir ve bu anlaşılır bir durumdur. Bin dinarı olan da tek
dirhemi olan gibi bütün malını harcaşaydı, makamları eşidenirdi. Şâri
verilenin değerini dikkate almamış, verdikten sonra verenin neye dayanacağını
dikkate almıştır. Allah Teâlâ’ya dönenler,. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi
tüketenlerdir (müflis). Gayret eden insan her surette Hakkı görenlerden
olabilir, fakat böyle biri ‘la-şeyde’ (yoklukta) Allah Teâlâ’yı görenin
mertebesine ulaşamaz. Çünkü ikinci kişi, nispetlerin ortadan kalkışı ve
mutlaklık ve sınırlanmayışta Allah Teâlâ’yı görmüştür. Hakk tecelli ettiğinde,
surette sınırlanır, çünkü suret göreni sınırlar. Allah Teâlâ, gören herkes için
başka birinin algılamayacağı bir surettedir. Salt varlığı ise bütün suretlerin
gözünden kaybolduğu kimse algılayabilir. Nitekim Allah Teâlâ susayanın serapla
ilişkisi hakkında böyle demiştir. Seraba geldiğinde, orada su bulamaz ve elde
etmek istediğinin ‘şeyliği’ ortadan kalkarak Allah Teâlâ’yı onun nezdinde bulunur.
Başka bir ifadeyle ‘la-şeyde’ (yoklukta) Allah Teâlâ’yı bulur. Çünkü ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur.’271 ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’272 O’nu sadece âlemleri tüketen
(müflis) bilebilir. Alemi kaybeden ise, âlemlerden büsbütün müstağnidir.
Sebeplerin ortadan kalkması onu Hakka yönlendirir ve kime ve neyle döndüğünü
anlar. Böyle bir insan iflas ederek (ve âlemi tüketerek) mutlak zenginliğin
sahibine dönerek Hakkı ‘Hakk’ olarak bilir ve O’na uyar. Kendisinin hakkı
yokluk ve müşahede iken Rabbinin hakkı, varlık ve müşahededir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif sahibi olarak şöyle der: ‘Ciddi
olanlar hapistedir.’ Hapiste olan, sınırlanmıştır. İflas edenin ise, kendisini
sınırlayan veya onu hapseden bir fiili yoktur ve ciddi olanın sınırlılığından
kurtulmuştur. Böyle biri, kendile-
i
rini
sınırlayan ciddi insanlardan daha çok mudaklık özelliğindeki (ilahi) surete
yakındır. Ciddiyet sahipleri, eşyada Hakkı görenlerin mertebesinde bulunur ve
Hakkı zorunlu olarak eşya ile sınırlarlar. Çünkü içinde bulundukları makam,
hüküm sahibidir. İflas eden, Muhammedi’dir ve makamsızdır. Ona şöyle denilir:
‘Hiçbir şeye sahip değilsin ki, onu yitiresin.’ Ciddi ise, emir sahibidir ve
emir yetkisi olan herkes, ciddidir. Çünkü emir tekvine aittir. O neyi irade
ederse, gerçekleşir. Böyle biri, müflis değildir. Hakikatinden çıkan kimse,
yolundan sapmış demektir ve dolayısıyla yaratma ve tekvin ona ait değildir.
Hakkın adım anarak söyler veya emir verirse, tekvin kendisine değil, Hakka ait
olur. Nitekim tekvin özelliğine sahip kimse hakkında Allah Teâlâ, ‘Benim
iznimle kuş olur’273 demiştir.
Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur’274 demiştir. Böylelikle ona bu özelliği
vermiş, sonra kendisini soyudamıştir. Asıl üzere kalmak, daha doğrudur. Bu
durum, insanların en keremlisi ve en yetkin müşahedeye ve en yüksek vecde sahip
olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylenen ‘Sen emirden bir şeye
sahip değilsin’ şeklindeki hitapta belirtilir. Burada Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i müflis yapmıştır. ‘Ey
Yesribliler! Makamınız yoktur, dönüh.,27!t Çünkü ‘Allah
Teâlâ bilmediğiniz işte sizi inşa eder.’276 ‘İlk yaratılışı öğrendiğiniz.’277 Onun bilinmeyen bir şekilde olduğunu
öğrendiniz. ‘Öğüt almaz mısınız?’278 Allah Teâlâ ehli, ‘iflas’
mertebesinde bakidir ve her nefes bir delile sahiptir, yoksa onlar, sahip
olmadıkları yeni bir bilgiden dolayı işi karıştırmazlar. Çünkü Allah Teâlâ onu
bilmediği konuda sürekli inşa eder. Böyle biri, nazari gücüyle hareket eden
veya işin başını sonunu düşünerek veya ön düşünceden hareket eden birisi
değildir. Nazari araştırma var olan maddelerde olabilir. Bunlar ise,
kendilerini Allah Teâlâ’yı bilmekten sınırlayan tanımlardır. ‘Onlar
yeniden yaratmadan kuşku içindedir.’279 Onlar kuşku içindedir, ‘farkında
değillerdir.’280 Kıyamette
cennete girdiklerinde, orada gözün görmediği, kulağın duymadığı hiçbir insanın
kalbine gelmeyen mekânlara yerleşirler. Bir yerin düşüncesi sürekli başkalaşma
özelliğindeki kalbe gelmemişse, başkalaşma özelliğinde olmayan akıl onu
nereden bilsin ki? Allah Teâlâ bizi ‘iflas edenlerden’ etsin, bizimle
kendilerini hapseden ciddilerin makamı araşma perde koysun.
Varlıkları meydana getirmede ilahi
güç sahibi olan ‘tekvin’ mensupları, âlemin olgunluğunu, tertibini, bir şey
yaratmaya kalksalardı onun dolduracağı bir boşluğun bulunmadığını
gördüklerinde, Allah Teâlâ’nın kendileriyle var olmayan bir şeyi yaratma araşma
perde çektiğini anlarlar. Gerçek yaratma budur. Öyleyse onların yaratmadaki
payları, halleri başkalaştırmaktan ibarettir ki, bu hal, sıradan insanlarda da
mevcuttur. İnsan ayakta durur, sonra oturur, kalkar, oturur veya durağanlaşır,
hareket eder, hareketliyse durağanlaşır. Başka bir gücü kalmaz. Çünkü yok
olanın (madum) var edilmesi anlamındaki ‘tekvin’ için âlemde boş bir mekân
kalmamış, âlemin suretlerinin ve varlıkların cevherlerinin doldurmasıyla boşluk
ortadan kalkmıştır. Geride hallerin başkalaşmasının ortaya çıktığı ‘imkânsız’
kalmıştır. Öyleyse ‘tekvin’ sahipleri adına geride kalan şey, avam
mertebeleridir. Bununla birükte onlar ile avam arasmda bir fark vardır: Avam
aşıla gelmiş tarzda bir yaratma özelliğine sahiptir. Bunlar ise, farklı bir
yaratma tarzına sahiptir. Fakat bu farklı tarz, onlar için ‘alışagelmiş’ bir
şeydir. Böyle bir insan, alışkanlıklarında sıradan insanlar gibidir. Vücud
(vecd) ve müşahede sahipleri, sürekli ‘Emirden sana ait bir şey yoktur’
makamındadır. Tekvin ehli, söylediğimiz gibi, mekânların dolululuğunu, âlemin
olgunluğunu ve bir ilaveyi veya eksilmeyi kabul etmeyeceğini, âlemin en yetkin
şekilde yaratılmış olduğunu, kendileri için sadece imkânsızda ve durumları var
etmede tasarruf imkânı olabileceğini görürler. Bu durum, suretlerde
gerçekleşen Hakkın tecellisine benzer. Bunun üzerine, kalpleri kırılır ve
acizliklerini görerek, yaratmada sınırlı ve eksik olduklarını ahlarlar. Bu kez
‘yaratma’ yorgunluğundan çıkarak, rahadamak isterler. Bunun üzerine, sırlarına
şu ilahi hitap gelir: ‘Rabbinizi görmez mi, gölgeyi nasıl
uzatır?281 Bu, rahatlık
içindir. Uzayan gölgeyle ilgili hitabı duyduklarında, rahata ererler. Bir
şeyin gölgesi, o şeyin suretine göre ortaya çıkar. Böylelikle Allah Teâlâ,
onlarm rahadığını -kendisine değilâleme bağlamıştır. Müflis ise, sadece Allah
Teâlâ vasıtasıyla rahadar, çünkü o, âlemi tüketmiştir, gölgede rahadaması
mümkün değildir. Artık âlemin onun üzerinde bir yetkisi ye hükmü olmadığı gibi
o, Allah Teâlâ için vardır ve O’nunla beraberdir. Allah Teâlâ bu müflisi
rahadatmak isteyince, gölgeyi ‘kendisine kolayca çeker.’ Bu durumda, bir yerden
müflisin rahatlığı ortaya çıkar. Çünkü gölge çekildiğinde, ışık çekilmiş olan
gölgenin yerini doldurur. O yer müflisin rahadayacağı yerdir. Çünkü ihtiyacı
karşısında müflis, ışıkta rahat edeceği için güneşi arayan üşüyen gibidir.
Tekvin ehlinin rahatlaması ise, ‘Rabbini görmez mi, gölgeyi nasıl
uzatır?’282
ayetindedir. Müflis bu ayetten ‘Rabbini görmez mi?’283 ayetine dönerek, işinin başlangıç ve
sonunda ‘Sonra onu kendimize çektik’284 ayetine yönelir. Öyleyse müflis,
işin başında ve sonunda sâdece Rabbini görür. Bu itibarla Allah Teâlâ,
müflisin müşahedesinde Evvel (İlk), vecdinin sonunda ise Ahir’dir (Son).
Tekvin ehli ise, işin keyfiyetinde değil, gölgenin uzamasının bilgisinde kalır.
Müflis olanlar gölgeye sadece Hakkın kendisine hitap etmesi yönünden bakar. Bu
durum, ‘Gölgeyi nasıl uzatır?’285 ayetinde belirtilir. Böylelikle
keyfiyet ile birlikte dururlar ki, keyfiyet ilahidir. Öyleyse onlar, gölge
karşısında değil, Allah Teâlâ karşısında durmuşlardır. Çünkü keyfiyet, uzatılan
şeyin görülmesi değil, onu uzatan sebebin görülmesidir.
Hakk onları bu makama
yerleştirdiğinde, onlar da tekvin ehlinin kalplerine, kalplere hayat veren
‘hayat bilgileri’ ulaştırırlar (feyiz). Tekvin ehli kendilerine bu yardımın
geldiğini gördüklerinde, hangi yönden yardımın geldiğine bakarlar ve Allah
Teâlâ adamları arasından kâmil olanların yönünden geldiğini görürler.
Böylelikle Allah Teâlâ’nın onların üzerindeki (mertebeye yerleşmiş) adamları
olduğunu öğrenirler. Onlar, Allah Teâlâ katında takdir edilmiş bilgiye göre,
Hakka yakın kimselerdir. Onlar, öne geçen ve ölçüyle iyiliklere koşanlardan
olurlar. Söz konusu kimseler, Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdiği gibi,
her Hakk sahibine hakkını verirler. Arş bu insanlara ait iken tekvin ehli,
ferş’in sahibidir. İstiva, onlara ait iken tekvin ehline ait olan, yaslanmadır,
inme onlara ait iken tekvin ehline ait olan yükselme ve yukarı çıkmadır.
Tenzih isimlerinin nitelikleri onların iken tekvin ehline ait olan, teşbih
isimlerinin hakikatleridir. Çünkü onlar vasıtasıyla imkânsızda halleri
başkalaştırırlar. Tekvin ehli ile iki el arasında bulunan şeylere sahip olan
özel yön sahiplerinin özelliklerinin bir kısmı bunlardır.
Teslim ehline gelirsek, onlar,
mücahede ve riyazet ateşinde meşakkat ve gayret içinde bulunurlar. Yakînin
serinliğini veya belirlemeye dönük arzunun hararetini bilemezler. Çünkü arzu ve
şevk, ancak bilinenle ilgilidir ve ancak ‘harf sahipleri için meydana
gelebilir. Onlar, anlamı nedeniyle bir harf üzere, ibadet edenlerdir. Bir
iyilik isabet ederse, onunla, yani harften kendisine ilişen iyilik nedeniyle
mutmain olur. Söz konusu iyilik, o kişi tarafından bilinen sınırlı bir iyiliktir
ve ondan dolayı (ilgili olduğu) harfe bağlanmıştır. Çünkü harfler pek çoktur.
Bu kişi, evini bir uçurum kenarına inşa edene benzer. Bununla birlikte, Allah
Teâlâ’nın rahmeti kapsayıcıdır ve nimeti boldur. Alemdeki her varlığın iki yönü
vardır: Birincisi rahmetin bulunduğu bâtını yönüyken İkincisi dıştan azap olan
zâhirî yönüdür. Bu durum, cennet ile cehennem arasındaki sura benzer. Kulun
hali, her varlıktan kendisine bakılan yöne göre değişir. Çünkü Hakk kendisini
gazap ve rıza özelliğiyle nitelemiştir. Âlem ise O’nun suretine göre var
olmuştur. Binaenaleyh zikrettiklerimiz nedeniyle, âlemin O’nun suretine göre
olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla âlemde iki kabza, iki el, iki yer, iki şey
arasında bir berzah bulunmalıdır: ‘Her
şeyi çift yarattık:286 Çünkü âlem, iki
nitelikten yaratılmıştır: irade ve söz. Bu iki nitelik, her varlığın Haktan
müşahede ettiği şeylerdir. Âlem bir neticedir ve netice iki öncülden meydana
gelebilir. İlahi çoğalma ve ‘üreme’ denilen şey budur. Bu nedenle Allah Teâlâ,
âlemi kendi suretine göre yarattı. Bu durum bütün cinslerde çocuğun babasının
suretine göre var olmasına benzer. Öyleyse âlem, parçaları ve ayrıntıları
yönünden ez-Zâhir ismi karşısında organlara benzer. Mana ve mertebelerin
ayrıntısı yönünden el-Bâtın karşısında ise, sadece eddleriyle bilinen bâtınî ve
ruhanî güçlere benzer. Böylelikle âlemin yapısı, zahir ve bâtın olmak üzere
ortaya çıkmıştır. ‘O her şeyi bilendir:287 ‘O’ndan başka ilah yoktur, Alim ve
Hakimdir.,m
Bu menzilde üç ilahi yönün ve üç
mertebenin gerektirdiği hususları açıkladık. Bu mertebelerde âlemde derecelenme
ortaya çıkar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunların ilki,
rüyalar ilmidir. Başka bir ilim ise, nebevi bir hadiste geçen, alçaltma ve
yükseltmenin elinde bulunduğu ilahi terazinin bilgisidir. O teraziyi Hakk
göstermiştir. Özel olarak doğal hareketler, bu menzilden öğrenilir.
Bileşiklerin ayrıştırılması, bu menzilden öğrenilir. Keşif sahibinin heba’yı
görmesi, bu menzilden öğrenilir. Filozoflar âlemin suretleri tüm cisimde ortaya
çıkmazdan önceki bıı varlığı ‘heyula’ diye isimlendirmişlerdir. İlk ferdiyet
(teklik) bilgisi, bu menzilden öğrenilir. İlahi-ruhani doğal netice, onun
vasıtasıyla gerçekleşir. Bu değerli bir bilgidir, ilahi iktidar kime işler,
kime işlemez? Bazı mümkünlere niçin işlemez ve onu engelleyen nedir? Acaba iki
zıddı bir araya getirmek mi onu imkânsızlaşmıştır? Asd iki zıddı bir araya
getiren, hatta onun kendisidir. Güzellik ve çirkinliğin bilgisi bu menzilden
öğrenilir. İlki yaratılışın bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bütün varlıklara
yayılan hayatın bilgisi bü menzilden öğrenilir. Böylelikle onlar Allah
Teâlâ’nın övgüsünü tespih edebilmiştir. Doğal ve unsuri maddeler bu menzilden
öğrenilir. Mebde ve mead ile bunların döndüğü ilke bu menzilden öğrenilir.
Unsurlar bu menzilden öğrenilir, ilimlerin mertebeleri ile bileşik olmaları
yönüyle ilahi kelimeleri, bu menzilden öğrenilir. Rakk-ı menşur’da yazılan
kitap, bu menzilden öğrenilir. Sayfaların tenzihi ve kitaplar karşısındaki
yerleri, onları taşıyanların bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Tanımlarla
gerçekleşen farkların bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Varlıkta birden başkası
yokken, bu farklar hangi varlıkta gerçekleşmiştir ve neyle farklılaşmışlardır?
Yoklukla beslenmek bu menzilden öğrenilir. Hakkın dirilere yakınlığı ile
ölülere yakınlığı arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Geri dönüş ilmi, bu
menzilden öğrenilir. Her sınıftaki sevap, bu menzilden öğrenilir. Kastettiğim
onların sevabının tespitidir. Işık sahipleri ile karanlık sahipleri arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. Kul kölesi olduğu kimsenin -mükatip ve ya
müdebbir köle olmaksızınne zaman ücretlisi haline gelir? Hakkın büyüklüğünü
varlıklarda bulunmaktan tenzih, bu menzilden öğrenilir. Kendisini bilenin o
bilgiye sahip olduğu sürece ölmemesini sağlayan sebep bu menzilden öğrenilir.
Bunlar, bu menzilin içerdiği temel
ilimlerdir ve sonsuz sayıda alt bölümleri vardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler
ve doğruya ulaştırır.’
Nimetler ve Belaya Yönelme Menzilinin
Muhammedî Mertebeden Bilinmesi
Âlemleri Rahman (ismiyle) var etti
Kulların rabbi; Rahman için var oldu her
şey
Söylediğimi ayetler dile getirdi
Sağlam kitapta ve peygamberler şahittir .
Acı duymak olmasaydı, kimse inkâr etmezdi
Yücelik sahibi Rabbe yemin olsun ki,
nimetleri inkâr etmezdi kimse
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı.’ Âlem de
insan nedeniyle O’nun suretine göre yaratılmıştır. İnsan kendisinde
bulunmasaydı, âlem ilahi surete göre var olmazdı. Halbuki âlem bulunmayıp
geride insan kalsaydı, yine o surete göre var olurdu. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her
nefis ölümü tadar’289 buyurur.
Ölüm nefsin dünya hayatında kendisinde bulunurken yönettiği doğal bedeni
yönetmekten uzaklaşmasıdır. Allah Teâlâ ‘Yeryüzü
üzerindeki herkes fani, celal ve ikram sahibi Rabbinin yüzü baki’290 buyurur. ‘Onun içindeki herkes
fanidir’ demedi. Çünkü insan âlemde bulunsaydı, âlemi korurdu. Üzerinde
bulununca, ondan soyudanabilmiştir. Bu durum, ilahi tecellinin yeryüzünün üzerinde
bulunan herkesi kuşattığını gösterir. Çünkü fena, kevnî olmayan bir surette
gerçekleşen ilahi tecelliden meydana gelebilir. Çünkü tecelli benzer suretlerde
de gerçekleşebilir. Bu suretin (ortadan kalkan) suretin aynı olduğu bilinence,
tecelli edilen, ‘fena’ özelliğiyle değil, ‘huşu’ duyma özelliğiyle nitelenir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e güneşin tutulması sorulunca, ‘Allah Teâlâ bir
şeye tecelli edince, o şey huşu duyar’ demiştir. ‘Huşu’ dedik, ‘fena’ demedik,
bunun nedeni, duyu ile hayal arasındaki ilişkidir. Bu nedenle hayal, ‘ortak
duyu’ diye isimlendirildi. Suretin (o suretin benzeri olduğu) bilinmediğinde
ise, o olduğunun bilinmesiyle meydana gelecek huşuyu meydana getirmez. Fakat
tecelliye mazhar olanda bir huşu meydana getirmesi gerekir. Fakat tecelli edilen,
onun o olduğunu bilemez, bilhassa fikirden hareket edenler onu bilemez. Bu,
zuhur ve gizli-
lik bilgisinin bir yönüdür.
Böylelikle onun o olduğu ortaya çıkmış, zuhurunda sınırlılık ile gizlenmiştir,
dolayıysa onun o olduğu bilinmez. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi tam olan arif
insan, Hakkın varlıkla nitelenen olduğunu ve âlemdeki varlıkların hükümlerinin
bu hakikatte ortaya çıktığım bilir. Ya da Hakk, onlarla zuhur etmiştir. Böyle
bir arif, neyi gördüğünü bilir. Bulunduğu mertebe onaylamayı gerektirirse, O
olduğunu iddia ederken, onaylar; reddetmeyi gerektirirse, arif susar ve inkâr
veya onaylama sözü söylemez. Bunun nedeni, Hakkın o mertebede irade ettiği
şeyi bilmesidir.
İlahi tecelli, ilahi suret üzerindeki
kimseyi kendinden siler (fena). Buradan, hakikatin ortadan kalkmadığını, sadece
bir soyutlanma ve mülkü yönetmekten uzaklaşma olmaksızın(beden elbisesini)
çıkarma söz konusu olduğunu anladık. Bu durum ‘onun üzerinde’ kelimesindeki
zamirin yeryüzüne dönmesine bağlıdır. Bu durumda fena, Allah Teâlâ’yı yönetimini
kendisine bağladığı bedeni idare etmekten nefsin uzaklaşmasıdır. Bu gizlenme ve
ortaya çıkma, başkasma değil, Rab ismine ait iken hükmü de kendisine döner ve
üç kısma ayrılır. Bu zuhur ve gizlenme, iki mertebede ortaya çıkar. Bunun amacı,
mal sahibi sahip olduğu hususta kendisini vekil edinebilsin. Böylelikle
kullanım vekile ait olur. Kul ise, uyku ve uyanıldık gibi bütün hallerinde
rahata erer.
Bu hükümdeki diğer kısım,
nimedendirilmesi için, âlemin genişliği ve uzunluğunda dört mertebede zuhurun
ona ait olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Size zahirde
ve batında nimetlerini bolca vermiştir.’291 Bu iki hüküm ona
âlemin genişliğinde ait iken bir o kadarı da âlemin batınında uzunluğunda ona
aittir. Bu bağlamda âlemin uzunluğu ruhlar âlemi demek iken âlemin genişliği
ise cisimlerin suretleri âlemidir. ‘Cisimlerin suretleri’ dedik, sadece
cisimler demedik, bunun nedeni hayali cisimlerin varlığıdır. Hayali cisimler,
kendi mertebelerinde gerçek cisimler olsalar bile, sürade başkalaşmaları ve
cisimlikleri -kendiliklerinde değilonlara bakanın gözüne raci olmaları
nedeniyle, herkese göre cisim değillerdir. Gerçek cisimler ise bakanın gözü
nedeniyle değil kendiliklerinde cisimdir: Bakanların mevcut olup olmaması
durumu değiştirmez: Onlar, kendiliklerinde mevcuttur. Nitekim hayali cisim
hakkında Allah Teâlâ, ‘Musa yaptıkları sihirden dolayı onun
koştuğunu zannetmişti.’292 Demiştir.
Hayali cisimler kendiliklerinde cisimdi ve onların koşmada bir hükümleri yoktu.
Musa’nın gözünde ise koşma özelliğine sahip cisim suretinde gözükmüştü. Gerçek
ise böyle değildi.
Bu zuhur ve gizlenmenin üçüncü hükmü,
yedi yüz yirmi mertebede ortaya çıkar. Bu sayı, dünya âleminin ilahi
iktidardan kabul ettiği sınırı bildirir, yoksa ilahi iktidar, eksik veya aciz
değildir. Kabul edenin hükmü bunu gerektirir ve varlık ona göre gerçekleşir. Allah
Teâlâ’nın ezeli bilgisinden habersiz fikir sahipleri, bunun tersini mümkün
görür. İmkân, var olanlara Allah Teâlâ’nın onlarm hakkındaki bilgisinden
soyudanmış bir düşünceyle bakıldığında vardır ve onlar ise gerçekleşmeyle
bilinirler. Bu durumda zuhur ve gizlilik mertebeleri, ilahi tecelli ile farklı
hükümlerle ortaya çıkan örtünme ve gizlilik arasında yedi yüz yirmi mertebede
sınırlanmıştır. Zuhur ve gizlilik şeklindeki her iki mertebe arasmda bir
berzah tecellisi gerçekleşir. Bu durum ‘Rahman
Arş üstüne istiva etti’293 ayetinde
belirtilir. Bu sayede berzah, iki ucun varlığını korur ve her bir uç ötekinin
hükmünü göremez. Berzah iki uçta hükümrandır: kesifi eritir, eriyeni kesifleştirir.
Her mertebede kendisiyle başka bir mertebede gözükmediği bir hükmü vardır.
Alemdeki hükümlerin kendisine göre gerçekleştiği ilke budur. En sonunda
el-Varis Allah Teâlâ, yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara varis olur.
Bu mertebenin gereğiyle âlem dünyada
gözükecek şekilde ortaya çıktığı gibi -ki bu duyunun algıladığı
kısımdırgizlenme şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu kısım, duyunun algılamadığı
anlamlar ile gözlerden gizlenmiş melek ve cinlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gördüklerinize
yemin ederim.’294 Kastedilen, bize gözükenlerdir. ‘Ve görmediklerinize.’295 Bunlar, bize gizli kalanlardır.
Öyleyse âlem, ebediyet ile ezel arasındaki bir ber-
' '
' '
A
zah gibidir ve onun sayesinde ebed
ezelden ayrılır. Alem olmasaydı, ikisinin hükmü ortaya çıkmaz, iş -birbirinden
ayrışmadantek olarak kalırdı. Bu durumda âlem, geçmiş ile gelecek arasındaki
‘şimdiki zaman’ gibidir. Şimdiki zaman olmasaydı, gelecek yokluktan ayrılmazdı.
İşte berzah bu etkiye sahiptir ve sürekli âlemde bulunur. Berzah iki öncül
arasındaki rabıtadır. Bu rabıta olmasaydı, sahih bilgi ortaya çıkmazdı. Allah
Teâlâ er-Rahman ismini bütün memleketin yönetimiyle görevlendirmiş, Rab ismini
ise, birinci ve genel koruyucu yapmış, ona yaratma, tekvin, iniş ve yükseliş
kilidini vermiştir. Rab süvarileri karşılar, onları Rahman’a indirir. Rahman
ise, en yüce tahtında (Arş) oturmuştur ve bütün kelimelerinin âlemde nereden
ortaya çıktığını bilir. Bu duruma şu mısralarla işaret etmiştik:
Kuran ilmi nasıl da indirir
Rahman ismini, amel ettiklerinde
Öyle ki onlara
hikmet verir '
0 Amel edendir ve de amel
Allah Teâlâ adamları geçmemiştir
Allah Teâlâ’ya itimat etmişler, kendilerine
değil
Talep edilen onlar dır, başkası değil!
O’nunla
kendilerinden O’na erdiler .
Kastedilen, ‘Rahman
Kuran’ı(a) öğretti’296 ayetidir.
Kuran kelimesi burada mansup gelmiş (Kuran’a öğretti), sonra şöyle demiştir: ‘İnsanı
yarattı ve ona beyanı öğretti.’297 Kuran insana indirilmiştir ki, Allah
Teâlâ’nın kendisine öğrettiği beyanı ifade edebilsin. Bu beyanı ancak insan
kabul edebilir. Kuran’a ayırt etme bilgisi verilmiştir ve âlemde indiği kimsenin
yerini bilir. Böylelikle Kuran, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kalbine inmiş -ki onu Cebrail indirdi-, kıyamete kadar ümmetindeki insanların
kalplerine inmeye devam eder. Kuran’ın kalplere inmesi yenidir, eskimez. Bu yönüyle
Kuran, sürekli bir vahiydir. Peygamber ise bu konuda öncelik sahibidir ve
insanların kulaklarına ulaştırma görevi onundur. Kuran’ın kalbine indiği ilk
kimse de peygamberdir. Kuran insan ile Hakk arasında bir berzah haline gelmiş,
peygamberin dilinde daha önce ortaya çıkmadığı bir surette ortaya çıkmıştır.
Çünkü Allah Teâlâ, her mertebe için başkasına ait olmayan bir hüküm
belirlemiştir. Kuran-ı Kerîm Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbinde
‘tek bir hakikat olarak ortaya çıkmış, hayal onu bedenleştirmiş ve taksim
etmiş, dil onu almış, harfe ve sese dönüştürmüş, kulağın duymasını onunla
sınırlamış ve -Rahman’dan değilAllah Teâlâ’dan aktaran olduğunu açıklamıştır.
Çünkü Kuran’da rahmet bulunduğu gibi kahır ve otorite de vardır. Allah Teâlâ
‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’2911 buyurur. Peygamber Kuran’ı kendi
diliyle harf ve ses olarak okumuş, bedevi Arap ise kulağıyla peygamberin
aktarması esnasında onu duymuştur. Bu durumda kelam, hiç kuşkusuz ki, Allah
Teâlâ’ya aittir. Aktarma (tercüme) -her kim olursa olsunkonuşana aittir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ kelamı, zihinlerden (ezber) kalkana ve Mushaflardan
silinene kadar, inişinden itibaren harf ve ses şeklinde okunmayı sürdürmüştür.
Böyle olduğunda, Kuran’ın inişini kabul edecek bir aktarıcı kalmaz. Bunun
anlamı, ilahi surete göre yaratılmış bir insanın geride kalmayışıdır. İnsan
bedeni havyan suretinde kalıp ilahi suret soyutlanarak ortadan kalktığında,
sura üflenir, göklerde ve yerdeki herkes kıyamet vaktine kadar bayılıp düşer.
İşte bu, zıddı olmayan zuhurdur ve onun mukabili gizliliktir. Öyleyse
insanların bir kısmı, ilahi isimlerin hakkında verdiği hükme göre, belli bir
süreye kadar sınanan ve affedilendir. Bu sürenin sonunda ise ilahi rahmet,
Arş’a yerleşen Rahman’dan gelerek her şeyi kuşatır. Nimeder bütün âlemi
kuşatır, isimlerin hükümleri izafet ve ilişkilerle -yoksa karşıdık yoluyla
değilâleme yayılır. Bu durumda iş bir sözde söylenilen ‘Ebrar’ın (iyi insanlar)
iyiliği Hakka yakınların kötülüğüdür’ gibi olur. Daha yakın olanın nimeti en
üst nimeti tattıktan sonra yukarı mertebede bulünana verilseydi, düşük bir
nimet kendisinde bulunduğu için razı olmayarak değil, büyük nimeti kaçırdığı
için acı duyardı. Bu, ilahi isimlerin hükümlerinin sürekli kalması için,
karşılık ilişki ve izafet azabıdır. Yüksek konum sahibi birini düşün. Söz
gelişi başka bir hükümdarın yönetimden uzaklaştırıp bir vali olarak
görevlendirdiği ve kendisine emir ve yasaklar verdiği bir hükümdarı düşün. Onun
bu yeni valilik görevini önceki göreviyle karşılaştırırsan, belayla karşılaştığını
söylersin. Bununla birlikte emir verme ve yasaklama yetkisine sahip bir vali
olması itibarıyla mertebe ve rütbe sahibidir. İsimlerin hükümlerinden bu
kadarı, ahiret hayatında bakidir. Çünkü isimlerin varlıktan kalkması mümkün
değildir. İlahi isimler, isimlendirilenin beka sahibi olması nedeniyle
kalıcıdırlar.
Bilmelisin ki, ele aldığımız zuhur
bahsinde, zuhur eden varlık iki kısma ayrılır: Birinci kısmın zuhuru özeldir. Hakk
yönünden, onun zuhurunun dayanacağı bir durum yoktur. Diğerinin ise, Hakk
yönünden kendisine dayanılan bir durumu vardır. Bu ise bilhassa insan-ı kâmil
adına geçerlidir, çünkü ilahi suret bulunduğu her yerde kendisini koruduğu
için, onun zuhur ve itimat imkânı vardır. İnsan-ı kâmilin dışındaki insan veya
felek, melek, bitki gibi varlıklar ise sadece zuhur edebilir. Bütün bunlar,
Hakkın insan-ı kâmile verdiği nimederdir. Dolayısıyla insan-ı kâmil
olmayanların zuhur imkânı vardır, itimadarı yoktur. Çünkü onlar, özü gereği
gaye değillerdir. İnsan-ı kâmil ise, bizzat maksattır, çünkü o, ilahi suretin
zahiridir. Allah Teâlâ ise, Zâhir ve Bâtın’dır. Dolayısıyla zuhur eden bâtın
olandan başkası değildir. Öyleyse insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’nın baki olması nedeniyle
baki iken onun dışındakiler Allah Teâlâ’nın ‘baki kılması’ nedeniyle bakidir.
Baki kılınan bir varlığın durumu baki olan varlığm durumundan farklıdır! Baki
olanın varlığı sürekliyken Allah Teâlâ’nın baki kıldığı -kendisi
değilbenzerlerin yenilenmesiyle süreklidir. Böylece nimet gören nimet görme
halindedir. Nimeder de sürekli ve daimi olarak ona gelir.
Allah Teâlâ’nın her şeyi çift
yaratması, âleme insan-ı kâmilin yaratılışının üstünlüğünü bildirme amacı
taşır. Bu sayede onun üstünlüğünün yaratılışa bağlı olmadığı öğrenilir. Çünkü
insan-ı kâmil olan ile özü gereği çift kabul etmeyen ve yaratılmayan zuhur
etmiştir. Böylelikle varlık, Hakkın suretiyle zuhur eden insan-ı kâmili
içermiş, ilahi suret için (o surete göre yaratılan insan-ı kâmil) çift haline
gelmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem’i kendi suretine göre yaratmış, bu durumda
varlıkta iki benzer suret olmuştur. Bu durum, aynaya bakan insanın sureti
gibidir. Aynadaki suret, ne bakan insanın suretinin aynı ne ondan başkadır.
Fakat parlak cisim, kendisine bakan insanın bakışıyla ortaya çıkan sureti yansıtır.
Bu nedenle suret -bakan nedeniyle değilaynanın değişmesiyle değişir. Öyleyse
hüküm -tecelli edene değiltecelli edilen yere aittir: Aynı şey, insanın
mertebesi hakkında geçerlidir. insan ilahi sureti kabul edince, insanın
sureti, bütün yönlerden tecelli eden Hakkın hükmüne sahip olarak ortaya
çıkmamış, tecelli edilen yerin mertebesinin hükmünü kazanmıştır ki, o da,
imkândır. Bu durumda (insanın kazandığı ilahi suretin durumu), kendisi nedeniyle
zorunlu olan varlığm mertebesinden farklıdır. Böylelikle insanın sureti için
miktar ve de Zoruiılu’nun kabul etmediği şekil vb. durumlar ortaya çıkar.
Binaenaleyh Hakk, (insanın mertebesi anlamındaki bu) aynaya bakandır. Öyleyse
o, bütün hakikatleri bakımından O’dur. Fakat miktarı ve şekli yönünden O
değildir. İmkân mertebesinin etkisi yönüyle, suretin aynadaki şekli, büyüklüğü
ve küçüklüğü değişir.
Suret ile zuhur eden, (aynaya) bakan
kimsenin -ki tecelli edilendirbakış yerinde bulunur. Bu nedenle suret, zuhur
yerine ve bakışa nispet edilir. Böylece zuhur eden suret, bakan kimse ile mahal
(ayna) arasında bir berzahtır ve o ikisinden her birisinin kendisine etkisi
vardır. ‘O ikisinden inci çıkar.’ Bu, büyük cevherdir. ‘Ve mercan çıkar.’
Mercan, küçüğüdür ve mertebenin etkisidir. İnsan-ı kâmil’in zuhurunun çift
olması hakkında Allah Teâlâ ‘O’nun benzerinin benzeri bir şey
yoktur’299 demiştir.
Yani O’nun (Hakk) benzerinin (insan-ı kâmil) benzeri bir şey yoktur. Başka bir
ifadeyle, O’nun suretinde var olması nedeniyle kendisine benzeyen varlık,
benzer kabul etmez. Başka bir yorumda ise ilahi surete göre var olan, misal
kabul etmez. Birinci anlama göre ayet, benzerliği bütün yönlerden Hakk’tan
olumsuzlamıştır. Bunun nedeni, (tecelli edilen) mahallin kendisinde meydana
gelen surete etkisidir. Bu mahal tecelliye şekil ve miktar gibi tecelli eden
Hakkın zatında kabul etmeyeceği bir takım etkiler yapar. Tecelli eden (Hakk)
bu özelliklerle zuhur ederse, bu durum, mümkünün hakikatinin ona kazandırdığı
hükümlerden kaynaklanır. Diğer yorumda ise ayet, benzerliği zuhur eden
suretten olumsuzlamış, âlemde herhangi şey, herhangi bir benzerlik yönüyle
(ilahi) surete benzememiştir. Bir surette iki çift bulunduğunda, bu durum, ‘Her
bir şeyden iki çift yarattık’300 ayetinde belirtildiği üzere
‘yaratmayla’ olabilir. Çünkü asıl olan, çifti kabul etmiş, onun sonucu fer’de
ortaya çıkmıştır. Fakat asıldaki hüküm, fer’deki hükümden başkadır. Bu menzilin
hükümlerinden biri budur.
Şimdi ise, kitapta daha önceki
menzillerde yaptığımız gibi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim: Birincisi,
isimlerin mertebesinin bilgisidir. Kuran hakkında anlayış bilgisi, bu menzilden
öğrenilir. Her şeyin konuşması ve kendisini açıklama mertebeleri, bu menzilden
öğrenilir. Sayı ilmi, bu menzilden öğrenilir Alemin ortak olduğu nitelik ve
mertebeler, bu menzilden öğrenilir Alemler arasındaki farklar, mertebelerin ve
zamanların değişmesi nedeniyle hükümlerin değişmesi, bu menzilden öğrenilir.
Bir şeriatta hakikat olan, öteki şeriatta geçici nesih nedeniyle batıl
olabilir. Bunun hakikatine inanmak zorunludur. Haktan Hakka dönmek ve bu
konuyla ilgili kınama ve övgü, bu menzilden öğrenilir. Analardan ibaret olan
türeyenlerin âleme niçin yerleştirildiği, varlıkların anaların ve babaların
çocukları olmaksızın niçin meydana gelmediği, anaların taşıdığı ve çocukların
yararına olan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Zâhirî ve bâtınî nimederin
ortaya konulması bu menzilden öğrenilir. Niçin nimet nankörlük halinde
kaybolmaz, fakat şükür nedeniyle artar? Diğer canlılardan başka cin ve
insanların yaratılışı, bu menzilden öğrenilir. Örtü ve tecelli, bu menzilden
öğrenilir. Bu tecelli nedeniyle âlemden daha mükemmeli mümkün olmamıştır,
çünkü tecelli, tüm mertebeleri kuşatır. Dolayısıyla sadece benzerler var olabilir
ve ilkeleri koruyan varlık kemaline bir ekleme olamaz. Eşya arasındaki ayrımlar
ve makul veya duyulur iki şey arasındaki ayrım, bu menzilden öğrenilir. Bu,
gölge ve güneşi ayıran çizgi gibidir. Bu ayırıcılar neye dayanır? Ayrılan iki
şeyin varlığına mı, başka bir şeye mi? Varlık harflerinin içerdiği anlamlar,
bu menzilden öğrenilir. Alamet olan şeylerin neye alamet oldukları, bu
menzilden öğrenilir. Fena ve beka bu menzilden öğrenilir. Hakkın şimdiki
zamanda zuhur eden şeylerdeki fiili, bu menzilden öğrenilir. Aklın Hakka izafe
etmeyi reddettiği niteliklerin Hakka nasıl izafe edileceği bu menzilden
öğrenilir? İlahi çadırlar ve bunların içerdiği kapılar, bu kapıların
kendisinden çıkmak isteyenlere açacakları şeyler, o kimselerin niçin
çıkacakları, bu menzilden öğrenilir? Çıktıklarında neyi göreceklerdir ve onları
çıkartan sebep nedir? Cezalandırma ve azap, bu menzilden öğrenilir. Niçin
‘ikab’ ve ‘azap’ diye isimlendirilmiştir? Mele-i ala’nıri, hatta Mele-i evsafın
yerinin kendisine döndüğü şey, bu menzilden öğrenilir. Dilsizlik, âlemdeki
susma ve sebebi, bu menzilden öğrenilir. Alametler konuşan için söz ve ifade
yerini alır mı, almaz mı? Söz gelişi, harflerin ve kelimelerin belirli bir
düzenlemeyle ifadesi olmasa bile, mucizeler ve hal karinesinden bilinen konuşma
gibi. Alamederin eşyaya verdikleri hükümler, bu menzilden öğrenilir. Eşyanın
eşya arasında gidip gelmesi, makam ve hallerin neticeleri, uhrevi âlemde çift
olmanın hükmü, sebepten sonuca ulaştıran sebeplerin bilinmesi, zevk ve fikir ilmi
bu menzilden öğrenilir. Haktan insana çift olması yönünden, yani ilahi sureti
çift yapması yönünden -yoksa âleme benzer olması yönünden değilgelen şeylerle
haz almak, bu menzilden öğrenilir. Hakkın tecellisiyle başkasına bakmaktan
engellediği kimsenin durumu buradan öğrenilir; halbuki ona güç yetirebilir ve
o fena halinde değildir. Gayret ve ilahi koruma perdesinin ardındaki sırlarm
makamı, bu menzilden öğrenilir. Teşbih ve tenzihin bilgisi bu menzilden
öğrenilir. Benzerlerle cezalandırma altını altınla kıyas etmek gibiilmi, bu
menzilden öğrenilir. Dünyada böyle bir şey, faiz diye isimlendirilir.
Karşılaştırma ilmi, bu menzilden öğrenilir. Benzerler arasmda kıyaslama neye
göre gerçekleşir? Buraklar, refrefler, ağaçlardaki yuvalar ile isralar arasındaki
farklar, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kabzasında genişletme, genişletirken
daraltma, bu menzilden öğrenilir. Bu hallerin
sahibinde meydana gelen artışın niçin meydana geldiği, bu
menzilden öğrenilir.
Bunlar, bu
menzilin içerdiği bazı ilimlerdir. Bunların alt bölümleri ise, sonsuza değin
çoğalır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .
ÜÇ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM
Hilal Karşısında Kamer, Onun Dolunay Karşısındaki Yerinin Muhammedî Mertebeden
Bilinmesi
Nuh’a bak, Ad’a bak da bir ,
Salih’ten ibret al, sonra Lut’ave düşün
Onlara şefkatle ve
samimi söz söyle,
Onları çağır,‘Sizde
öğüiçü var mı?’diye
Varlıkta O’ndan
başkası yok
‘Yoklukta’sabit bir varlık yok .
Varlık O’nun, bizim değil, bir yönüyle de O
bizim O’nun değil bir yönüyle
Bize tecelli eden
suretler nerde?
Onlar gitmiş, başka
suretler yerlerini almış
Gaybte gitseydi,
aynı yok olurdu
Fakat baş gözüyle görülürdü .
Ya da yok olur da yokluktan göremezdin .
Oluş fiilen var
oldu've O’nun zahiridir
Yokluktan çıkan
şeydir o
Fakat o Hakkın
varlığından zahir oldu, perdelenmez
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana
yardım etsin, kamer (ay), ışığın artması ve eksilmesi esnasında ‘hilal’ ve
‘dolunay5 diye isimlendirilen şeyler arasında ara ve berzah
makamıdır. İki uçta kendisini görmek nedeniyle sesler yükseldiğinde, ‘hilal’
diye isimlendirilmişken dolunay diye isimlendirilmesi, görenin gözüne ışığın
yayılmasından kaynaklanır. Kamerin bu iki hükmün dışında bir yeri yoktur. Bunun
istisnası, güneşin ışınları altında gözlerin algısından gizlendiğinde
gerçekleşen dolunay halidir. Bu ışınlar, gözler ile ay arasına girerek ‘mahk’
diye isimlendirilir. Bununla birlikte güneşe bakan yönden, dolunaydır' Nitekim
güneşin kendisini silecek şekilde gözükmediği durumda bize bakan yönü dolunay
diye isimlendirilir. Bu iki makam arasında kendisinde ortaya çıkan ışığa göre
diğer yönde eksilme gerçekleşir, iki yönden birisiyle gizlenmesi ölçüsünde,
diğer yönden ışık vasıtasıyla gözükür. Aydaki bu durum, felek kavisinin
eğikliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla ay (bir yanıyla) sürekli dolunay ve (bir
yanıyla) sürekli tutulma halindedir. Bu, Allah Teâlâ’nın kendisini bilenlere
öğretmek istediği sırdan kaynaklanır. Allah Teâlâ onlara bu örneği verdi ki,
buradan insan-ı kâmili ve Allah Teâlâ’yı bilmeye koyduğu alamedere geçebilsinler.
Çünkü insan-ı kâmil, O’nun suretine göre yaratılmıştır. Onun hallerinin bu
surette başkalaşması, kendisinde gözüktüğü mertebelerin başkalaşmasından
kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Aya
menziller takdir etti.’30' Halbuki onu doluniay veya hilal diye
isimlendirmedi, çünkü bu iki halde onun bir, daha doğrusu ikiden fazla menzili
yoktur. Dolayısıyla ‘menziller5 kamer (ay) hakkında geçerli
olabilir. Bu bağlamda kamer için ‘sarkma’ ve ‘yaklaşma’ derecesinden söz
edilebilir. Kamer, gayb (gizlenme) mertebesine girerken ve oradan görülür Hakk
gelirken, (ışıktaki) artışı ve eksilmeyi kabul eder.
Allah Teâlâ kamer’i ‘bölünme’ ve
‘parçalanma5 özelliğiyle nitelemiştir. Bu ise, insan-ı kâmilin ilahi
surete göre zuhur etmesi demektir. Bu surede zuhur ederek insan, ilahi sureti
ikiye bölmüştür. Onun sureti, iki şekildedir: Birincisi, kamerin iki parçaya
bölünmesidir. Bu durum, sahabeden gelen rivayette yer alır. Rivayete göre,
Arapların bir grubunun doğruluğuna mucize istemesi üzerine kamer parçalanmış, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem oradakilere ‘şahit olun5 demişti. Allah
Teâlâ ise ‘Kıyamet yaklaştı, Kamer parçalandı’302 buyurur. Ayette Arapların talep
ettiği parçalanma mı gerçekleşti? Bilinmez. Gerçi gayetin zahirinden anlaşılan
budur. Çünkü parçalanmanın ardından ‘Her
ayet gördüklerinde, yüz çevirir ve sürekli bir
sihirdir o derler’303 denilir. Ayın parçalanmasını
gördüklerinde de aynı davranış ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ
peygamberi oradakilere ‘şahit olun’ demişti. Bu, ‘talebinizin gerçekleşmesine
şahit olun’ demektir. Onlar gözükene şahitlik edebilirlerdi. Acaba vuku bulan
hadise gerçekte de öyle miydi yoksa bakanların gözüne mi öyle görünmüştü? Bu durumun
kesin olarak bilinmesi mümkün değildir. Çünkü ihtimal, gözün görmesinde olduğu
gibi, gerçekte de gerçekleştiğinin haber verilmesiyle ortadan kalkabilir. Haber
verenin sözü, tartışmaya açıktır. (Peygamberden ayı bölmesini isteyen) Araplar
talepleri gerçekleştiğinde itiraz etmeyeceklerini şart koşmamışlardı ve
dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den talebin
gerçekleşmesinden daha çoğunu yapması beklenemezdi. Sonra, insanlar farklı
bölgelerden gelerek ayın o gece parçalanmış olduğunu bildirdiler. Bu nedenle Allah
Teâlâ, kâfirlerin bu mucizenin ‘devam eden bir sihir’ olduğunu .söylediklerini
aktararak ‘Sabit bir iş’304 demiştir. Öyleyse
kamer (ay), berzahta bulunmasaydı, hilal veya dolunay haline gelmeyeceği gibi
tutulma ve açığa çıkma özelliğini de kabul etmezdi. Sürekli sihir, yerleşik
olan her işin hükmü altına girer. ‘Hakk ile bölünme’ ve bilgideki bilgisizlik,
budur. Bu durum ayette ‘Onların bilgideki derecesi bu kadardır’305 ayetinde belirtilir. Ayette onu
bilgi olarak ifade etmiştir.
Bilmelisin ki, ‘nazar’ ve itibar,
ortaya çıkan sır ve bilgilerle ilgilidir. Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde,
‘basiret sahipleri ibret alın’306 demiştir. Yani
göz nurunun verileri olan algılardan ve hükümlerden kalp gözlerinizin müşahede
yoluyla algıladığı şeylere geçiniz. Kalp gözleri daha yetkin ve güçlüdür. Ya da
fikirden ona geçin. Bu ise, yüce mertebeden daha aşağıdaki görmedir. Her ikisi
de görünenden gizli kalana ve bâtın olana geçmek demektir. Bunlar ‘tefekkür
eden toplum için ayetlerdir.’307 Aynı zamanda onlar ‘takva sahipleri
için ayettir.’ Takva sahibi, öğretim işini Allah Teâlâ’nın üsdendiği kimsedir
ve onun bilgisine kuşku giremez. Tefekkür yolunu kullanan ise, yaratılmış bir
güce bakar; bazen doğruyu bulur, bazen yanılır. Doğruyu bulsa, ona doğruyu
veren gücün kullandığı yöntemlerdeki farklılık nedeniyle yine kuşkuya düşebilir.
Takva sahibi, basiretlidir. Tefekkür eden ise göz Ve basiret sahibi arasında
durur; , yalnız başına gözle yetinmezken, basirete de ulaşamaz.
Bu menzilden, tıpkı kardeşleri olan
diğer menzillerde yaptığımız gibi, bir meseleyi zikredelim. Bu, değerli ve
üstün bir menzildir ve bu yolda nur menzili diye isimlendirilir. Çünkü Allah
Teâlâ onu nur yapmıştır,
fakat ışığının sürmesi için yağm
yardımına muhtaç olan ‘sirac (kandil)’ yapmamıştır, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘aydınlatıcı bir sirac idi.’308
Bunun anlamı, yardıma muhtaçlıktır ki, yardım vahiydir. Allah Teâlâ onu
aydınlatıcı yapmıştır, yani yardımı kabul istidadına sahip olması nedeniyle
‘ışık sahibi’ yapmıştır. Bu yönüyle, o fitilin başındaki ateşe benzer. Fitilden
duman yayılır ve ışık kandilden fitilin başma doğru iner ve onun gibi bir
kandil ortaya çıkar. en-Nur ilahi isimlerden biriyken Allah Teâlâ’nın ‘sirac’
şeklinde bir adı yoktur. Çünkü O’nun nuru bir şeyden yardım almaz. Bu bakış
açısıyla, güneş karşısında ayın yerini öğrendin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kameri
onların içinde nur yaptı, güneşi sirac yaptı.’309 Siracın nuru sınırlıyken, kamerin
nuru sınırsızdır. Bu nedenle bütün ışıkları içersin diye, belirsiz gelmiştir.
Her kandil (sirac) nur iken her nur sirac değildir.
Bilmelisin ki, ilahi sureti
hakka’l-yakin bilmenin (tahakkuk) bir yönü şudur: Mutlak bilgi, bilinenlerle
ilgisi yönüyle iki kısma, ayrılır. Birincisi, âlemin takva yoluyla Allah
Teâlâ’dan aldığı bilgidir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir’310 ayeti ile Hızır
hakkında söylediği ‘Ona katımızdan bilgi öğrettik’311 ayetinde belirtilir. Diğeri ise, Allah
Teâlâ kendisini yükümlülükle sınadığında, yaratılmıştan aldığı bilgidir. ‘Sizi deneyeceğiz,
ta ki, öğrenelim:312 (Allah
Teâlâ ile yaratıkları arasmda) surette bir ortaklık olmasaydı, yaratıklarının
bilgisinin yaratılmış olması gibi bir hükmü, kendisi hakkında vermezdi. İnsan
Hakkın suretiyle ortaya çıkarsa, Hakkın hükmünü kazanır. Bu durumda Hakk, onun
duyması ve görmesi olur. Artık kul Hakk vasıtasıyla duyar ve hiçbir sesi
kaçırmaz; Hakk vasıtasıyla görür, hiç bir şeyi gözden kaçırmaz. Görülen veya duyulan
şey, var veya yok olabilir, insan Hakkın suretinde olmadan Hakk insanın
suretiyle gözükseydi, Allah Teâlâ hakkındaki hüküm insanın sureti -ki Hakkın
sureti onda tecelli etmiştir-hakkındaki hükümle bir olurdu. Bu durumda Allah
Teâlâ’ya insana nispet edilen hareket, yer değiştirme, yaşlanma, gençlik,
sevinmek, öfkelenmek, razı olmak gibi fiiller izafe edilirdi. Bu iki bilgi türü
hakkındaki söylediklerimiz nedeniyle Allah Teâlâ varlıkta iki kitap
yaratmıştır: Birincisi ‘ana’ diye isimlendirdiği kitaptır. Onda varlığı kabul
eden ve var olan şeyleri el-Mukit isminin hükmüyle yazar. Bu kitap, takdir
(özelliğine) sahiptir ve onda mümkün varlıklar ve onlardan meydana gelen şeyler
bulunur. Diğerinde ise yükümlülerden meydana gelen şeyler bulunur. Yükümlülük
devam ettiği sürece, yazı da sürer ve yükümlülere karşı Allah Teâlâ’nın delili
ortaya çıkar. Allah Teâlâ onları bu kitap sayesinde sorgular, yoksa ‘ana’ diye
isimlendirilen diğer kitap vasıtasıyla sorgulamaz. İşte bu, Hakk ve Mübin
(açıklayıcı) olan önderdir. Allah Teâlâ onunla hüküm vermiş, kitabında
peygamberin Rabbine şöyle demesini emrettiğini bildirmiştir: ‘Hakk
ile hüküm ver.’313 Burada o kitabı kast eder ve o sayım
kitabıdır. ‘Küçük-büyük her şey, onda sayılmıştır.’314 ‘Küçük büyük her şey yazılmıştır’315 Bu ana kitapta -ki Zebur’dur ve
anlamı yazı demektirhakkında hüküm yerilen şeydir.
Kitapların türleri çok olsa bile, Mevakiü’n-nücum’da onları
sınıfladık. Bu türler, iki kitapla sınırlıdır, iki kitabın var edilmesi, her
şeyin çift yaratılmasından kaynaklanır ve bu nedenle Allah Teâlâ iki kitap
belirlemiştir. Allah Teâlâ ikinci kitap nedeniyle el-Habir, ‘ana kitap’
nedeniyle elAlim diye isimlendirilir. Öyleyse Allah Teâlâ, birinciyle el-Alim
ikinci nedeniyle el-Habir’dir. İşlerde hüküm sahibi olan kaza, eşya hakkında
‘şöyle olsun’ diye hüküm veren ‘ilahi hüküm’ demektir. Kader ise, sayesinde
herhangi bir varlıktan başkasına ulaşan bir maslahatın meydana geldiği şeydir.
Misal olarak Allah Teâlâ ‘Külları için rızkı yaysaydı,
yeryüzünde taşkınlık yaparlardı’316 ayetini verebiliriz. Taşkınlık
bolluktan meydana gelmişse, onlara karşı delil ortaya çıkmaz. Fakat Allah Teâlâ
dilediği miktara göre onu indirir. Binaenaleyh Allah Teâlâ indirdiği her şeyi,
dilediği belli bir ölçüye göre indirir ve her şeyi bir ölçüyle yaratır.
Taşkınlık kudret var iken gerçekleşirse, yaratıklara karşı delil meydana
gelir. Çünkü onlar, yeterli ölçüde yararlandığı halde, başkasının sahip
olduklarından yararlanmasını engeller. İlavede başkasının yarar ve maslahatının
bulunduğu bilinmelidir ve Allah Teâlâ ihsanı nedeniyle onu ‘borç’ saymıştır.
Borç, varlığının bağlı olduğu kendi rızkında olamaz. Allah Teâlâ, bu sadaka
fiilini kullarının genel maslahatlarından biri saymış, bu bağlamda ‘bir kısmını
diğerlerinden üstün yapmıştır ki, birbirlerine hizmet etsinler.’
Allah Teâlâ kendisini kulların
mertebesine indirince, onların hükümlerini kendisine uygulamıştır. Bu bağlamda Allah
Teâlâ onlar hakkında ancak kendilerine göre hüküm vermiştir ve bu durum Allah
Teâlâ’nın kullarına karşı kesin delilinin bir tezahürüdür. Bu durum ‘Uygun
bir karşılık’,317
‘Yaptıklarına karşılık..,’m ve ‘İşlediklerine
karşılık’319 gibi ayetlerde
belirtilir. Öyleyse yaratılmışlara kendi amelleri azap etmiş olduğu kadar
nimete (vesile) olan da kendi amelleridir. Öyleyse onlarda kendilerinden
başkası hüküm vermemiştir ve bu nedenle sadece ‘kendilerini kınamalıdırlar.’ Allah
Teâlâ şeytanın sözünü aktarırken şöyle der: ‘Hüküm verildiğinde, Allah Teâlâ
size vaatte bulundu, ben de size vaatte bulundum, siz verdiğiniz sözden
döndünüz, sizin üzerinizde bir otoritem yoktur.’ Yani bir delilim, burhanım ve
gücüm yoktur. ‘Sizi davet ettim, siz de bana uydunuz’320 Her davetçiye uyulması gerekmez. Bu
nedenle peygamberin davetinin doğruluğu hakkındaki mucizeler, davetin Allah
Teâlâ’nın daveti olduğunu ispat eder. Şeytan ise, kendilerini davet ettiğinde
insanlara delil gösteremez. Bu durum ‘Sizin
üzerinizde otoritem yoktur’3J1 ayetinde belirtilir.
Şaşılır şey! İnsanlar burhan açıkça ortadayken, Hakkın davetini inkâr etmiş,
onu reddetmiş, burhanı olmayan şeytanın davetini kabul etmişlerdir. Şeytan
olara ‘Beni değil; kendinizi kınayın”22 demiştir. Bu, onun ikinci kitaba
bakarak söylenmiş bir sözüdür ve o kitap sayesinde insanlara karşı delil ortaya
çıkar. Şeytan Ana kitaba ve ilk Zebur’a baksaydı, ‘kendinizi kınayın’ demezdi.
Hüküm birinci kitaba aittir, ikinci kitabın hükmü onu talep eder. Kader ise,
ikinci kitaba aittir. Her ikisi de sınırlıdır, çünkü mevcuttur. Allah Teâlâ’nın
eşya hakkındaki bilgisini, yazılı bir kitap sığdıramaz veya rakk-ı menşur veya
Levh-i mahfuz onu içeremez. Onu yüce bir kalem de yazamaz. Öyleyse ‘başta
ve sonda hamd ve hüküm, Allah Teâlâ’ya aittir. O’na döneceksiniz.”23 Yani hükme döneceksiniz ve kaza, bu
demektir. ‘Ona’ zamiri hükme gider. Çünkü hüküm, zikredilen en yakın şeydir ve
zamir uzağa gitmez. Bazen hal, karinesiyle yakındakini aşabilir. Kuran’ın
kendisiyle indiği Arapça dili bu bilgiyi verir. Öyleyse kaza kader üzerinde
hüküm sahibiyken kazanın kader üzerinde hükmü yoktur. Onun hükmü takdir
edilendedir ve o kazanın hükmüne bağlıdır, Öyleyse kaza, hakim iken kader
vakti belirleyendir. Kader, el-Mukit isminden hareketle eşya hakkındaki vaktin
belirlenmesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ her şeyi mukit’tir.,32i .
Bu menzili Konya’da geçirdiğim bir
gecede müşahede etmiştim. Ondan daha çetin bir gece yaşamamıştım. Bunun nedeni,
menzilin hükmünün, gücünün otoritesinin etkisiydi. O gecedeki eksiklik nedeniyle
Allah Teâlâ’ya hamd ettim. Bir sürekliliği olmamıştı, sadece takdir edilmiş
bir işin gerçekleşmesiydi. Kendime döndüğümde, elime düşmüştü. Allah Teâlâ’nın
bana indirdiği ve benim için takdir ettiği şeyi gördüm, eşya hakkındaki
kaderini ayırt ettim. Onu Allah Teâlâ yolundaki kardeşime yazdım ve yaşadığım
macerayı anlattım. Zaten böyle yapmak, kardeşler arasındaki bir alışkanlıktır.
Daha önce bana durumumu kendisine ayrıntılı an-
latmamı isteyen bir mektup yazmıştı. Böylece benim anlatma
arzum onun talebi kesişti ve kendisine durumu bildiren bir mektup yazdım:
‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla. Dostun, dostunun hallerini ran mektubu
geldi!’
Ey efendilerin efendisi Şihabüddin İlgiyle
halimi açıklamamı istedin ya
Ben köleler arasından kovuldum Ben
vuslattan engellenen biriyim
Kadehine asi oldum kadrimi bilemedim .
Ben taşkın haddinde bir itaatkârım artık
Onlarm üzüntüsünü hicrana attım ta ki İşler
birbirine karıştı
Bana oklarını atar, ben de ona Adamların
yaptığı gibi davranırım
Kapıda durdum, şikâyet ediyor ve ağlıyorum
Dostlarını kaybetmiş biri gibi
Rabbimin hakkını zayi eden bir kulum Ya
ze’l-celal! Beni nasıl zayi edersin
Güzel ahlak göstermek senin işin Af da
keremin bir parçası!
Galen’in kitapları başka bir şey için mi
yazılmış?
Ağır hastalıklar tedavi etmekten gayri?
Mukavvim oklarını biriktirir Çatışma gününde korunmak için
Kul/köle kötü bir kul olunca Artık fazilet
efendilerin düsturu
Benim sözüm, kendimi cezalandırmam Nasıl
sensiz dalalette kalırım ki?
Acizliğimi ve zayıflığımı sorsaydın
‘İmkânsız saydınız’ diye bir söz söylerdim
Acizlik halinde duruyorum işte Mahcup ve
utangaç bir biçare
Hüsnü zan istedim ondan kendim için Dilek
ve ricada ısrar ederek
Doğa kötü bir doğa olunca Hüsnü zan iyi
hasletlerden sayılır
Senin varlığınla
Umudum birleşti ;
Artık onunla bir olunca, önemi yok bir
şeyin <
Bilirim ki, günahım
yükselseydi ,
Yine de affının karşısında değersizleşirdi
Bilgimden önce ihsanınla yükselmiştim
Gerçek bilgiden sonra ise zelil oldum
Beni destekledin, kolaylaştırdın işimi
Tevhit bilgisiyle,
ki söze gelmez ,
Bir çocuğun sığınmasıyla, Rabbim’den
temenni ettim Davranışlarımdaki kötülüğü kovayım onun vikayesiyle
Müşahede ettiğim güzelliği müşahede
edeyim Hayalin görmesinden münezzeh bir güzellik
Sınırlı suretlerden münezzeh Gerçek bir
benzerden münezzeh
Onu görürüm, beni de görür O, ve fani
olurum Kemal içinde kemal onun içinde kemal!
Beni müşahedede
rahatlık tutar ,
,
Esaret bağından kurtulan köle gibi
Benden başkası
güzellikten haz almaz
İnayetin ve,iyi halin
güzelliği o
Hilaller gördüm,
güneş gibi doğan
Güneş nerede, hilalin ışığı nerede! .
,
Karanlıklar kaçtı,
yok artık karanlık
Ayrılık vaktine
kadar, gece de yok
Cismimin gecesinden
kurtuldum, inayetiyle
Gündüz gecelerden
sıyrılır gibi
Mahv ayrılığın ispatı
oldu
Nur ise vuslatın
delili
Vuslattan sonra;
sözümü dinleyin
Beni gölgeyle birlikte secdeye davet etti .
Dostun yolunda harekete geçmek
isteyip hakka’l-yakin ulaştığı şeylere (tekrar) nüfiız etmek istediğinde,
güçlükler ona direndi, araştırma güçlüğü işini zorlaştırdı. Bu güçlük,
kendisiyle müşahede ve gayeye ulaşma arasında, varlığın hakikatlerini kesin
olarak öğrenme arasında perde oldu. Bunun üzerine bu güçlüğün, kılıcı keskin
kaderin güçlüğü olmasından korktum ve onu kurtulması güç bir iş olarak görerek
kavuşmak istediğim gaye arasında bir engel saydım. Bu nedenle, fecri olmayan
ve içinde neler barındırdığını bilmediğim bir gecede gayenin aşağısında kaldım.
Bu nedenle bağlılık ipini talep ettim, sağlam ipe sarılmak istedim -ki o ip
İslam (teslimiyet) ipidir. Bunun üzerine bana şöyle nida edildi: ‘Var olduğun
sürece, talebine devam et.’ Bu talep üzerine anladım ki, ben, bir misal
suretinde bulunuyorum ve hayali bir mertebede görünmekteyim. Bedeni yönetmem
henüz kesilmemiştir, ruhumun ondaki hükmü, ortadan kalkmamıştır. Bu nedenle,
hisse döndüğümde, iflasımın ortadan kalkmasıyla sevindim. Gördüğüm şeyi şiire
çevirdim ve kalbimde bulduğum bazı halleri dostuma hitap etmek üzere yazdım.
Dostum söylediklerime baktığında, onlara güvenmelidir. Allah Teâlâ’nın
tuzağından, güvenmekten de sakınmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından
ancak hüsrana uğrayan bir toplum güvende kalabilir. Öyleyse dinle ve benim
dilimde söylenen söze kulak ver! Şöyle denildi:
Bir güçlük karşıma dikildi Seferde
yolun ortasında
Güçlüklerden sefer ettim . Taşkınlığa
giden veya kâfir olan kimsede
Onun
aşağısında, cehennem var Karanlık ve ateşle dolu .
Öfkeden atılır yüzlerine Günahkârların
kötülükler
Sıcakları kaynamış,
Çatısı ise parçalanmış
Güneşi dürülmüş , Yıldızları dökülmüş /
Geldim
ki, size haber vereyim ,
Haberin anlamını öğrenin diye
Demeyin o kimseler gibi ' ‘Korkutmak
fayda vermedi’ diyenler
Onların işi nasıldı dersen ‘Duymuşlardı fakat öğüt
almadılar’ ,
Dediler ki, bir davetçi çağırdı size
Bilinmeyen bir şeye
Korkuyla çıkarsınız Yayılmış
çekirgeler gibi
Saçı başı birbirine
karışmış bir halde Sürekli puslu bir günde
Bir azaba çıkarsınız Ateş içinde kalmaktır o
Peygamberlerini görseydin Kendilerine
ısrarla davet ederken
Peygamberi şöyle nida etti ‘Ben
zayıfım, yardım et’
Dedi ki, ey yağmur dökül Ve sen! Ey yerdeki pınar, fışkır
Ki sular hikmetli bir işte birleşsin
Takdir edilen bir işti o
Dalgaları
yoğunlaştı .
Bir büyük deniz haline geldi
Hüküm, ayırma hükmüydü Emir ise
değişmeyecek bir emir
O’nun işi tek
Göz açıp kapatmak gibi
Levhalardan yapılmış bir genii
Kurtuluş ve necat gemisiydi
Gözetim altında yürüyor İnkâr edene
tehdit olarak
Ruhlar onu sevk ediyordu Muktedir
hükümdarın emriyle
Cömertlik Cudi dağına indirdi gemiyi
Dediler: ‘Artık korku yok, bugün’
Hakk nida etti, çıkın gemiden Ben
vezirin kendisiyim
Yola dökülün, dediler: ‘Ey Rabbimiz!
En güvenli yer, senin katın
Ey gök! Tut suyunu Akmasın artık, sen
yeryüzü!
Çek suyunu, gizle ve ört om artık Emir
sahibi hüküm vermiştir:
Düşman bozguna uğrayacak Onu öğüt
olarak bıraktım
Öğüttür size o, yok mu öğüt alan Var
olmuş ve sizden meydana gelecek
Her şey yazılmıştır Alemde yapılacak
bütün işler
İyi ve kötü fiiller
Takdir edilmiş ve vakti belirlenmiştir
Zebur’da (birinci kitap) bize böyle
geldi Ölüm acı bir zehir
Haşır
ise ondan daha da acı Geminiz bedenleriniz .
Dünya denizinde akar durur Ve siz o
geminin yolcuları .
Bir tehlikedesiniz siz Sahiliniz bile
yok
Kaza ve kaderden başka Süre isteyin ve
gayret edin
Allah Teâlâ’dan kaçacak yer yok
Müşahede ettiğim buydu
Seher vaktine kadar o gecemde Zorlayın
ve ibret alın
Boğulan kimseden öğüt alın Öyleyse
hepsi -yemin olsun kiBir sefer üzerindedir Bana bir iş göstermeden önce
Onda başka bir sır daha var Dinleyin
sözümü ve ibret alın
Tatlı sözümden Hamd olsun o Allah
Teâlâ’ya ki
İhsanıyla insanlara verdi Sizin ondan
haberiniz yok
Belki bizdedir onun haberi Dedim ki:
‘Ne dersin nerededir?’
Dedi ki: İhtiyacı karşılamaya gitti
Dedim ki: Onu beslerken görür müsün?
‘Evet’, dedi, ‘Seher vaktinde’
Dedim, ‘Tanır mısın?’
Dedi ‘Evet tanırım’
Ayın kız kardeşidir o
Dedim kime iner o?
Dedi ki, ‘insanların babasının üstüne
iner’
Dedim ki, ‘Ne istiyor?’
Dedi ki, ‘öğüt olmak’
Bu sırrı başka bilen yok Annem beşerin
annesinden başka
Ey genç! Diyorsun ki, daha çok bilgi
ver Ne güzel haber veriyorsun
Onu öptüm ve sarıldım
Etek
uçlarını toplamıştı .
Bir hedefe ta’n ettim Şiiri soyutladım
ondan
Onu tarif etti sanki o Lavanta kokusu
gibiydi
Onu
bir ateşe benzer buldum ,
Sürekli yanan Mecusi ateşiydi sanki
Redifleri öyleydi ki Sarkmış bir
hurmanın dalları
Ey bakış! İzhar ettin Varlıktan zuhur
eden şeyleri
Netice olmasaydı, yine olmazdı Sırrın
beşerde anlamı
Sır bize, ‘kün (ol)’ O’na ait Sürekli
bir yaratılış var
Sır
ile ‘ol’ bir araya geldiğinde -
İbretler gözlere görülür
Misal veren kimse Gözü olan için onu
verdi
Ortaya çıktığında bize verildi misal
Dileyen kimse için, ibret al!
‘Evet’ dedim ve sonra Başka şeylere
aittir o
Burada,
ötede ve her neredeysek, ibret al .
Dediler ki, ‘iş nasıldır, söyle’
Dedim
ki: Peki, gizli değildir .
Dost
eşine yönelmiştir
Mutluluk
ve sevinçle '
Ona
aktarmıştır
Taşıdığı
suretleri
Eşiyle
ilişkiye girince
Suretleri
tasavvur ederek
Doğdukları
takdirde çocuklar
Aynı
cinsten olan suretlerdi 1 .
Kim ki
hakim imam sahibidir
Veya
huri ve işveli sevgilisi vardır
Dişi
olurlarsa, onlar dır
O olurlarsa,
erkektir
Tıpkı tecellisi gibi, eşittir hem
Başkalaşmaksızın
halden Hakk girmiştir
Dostum! Yazdıklarımı iyice düşün,
sana söylediklerime aklını ver. Gördüklerini kalp gözünle değerlendirmek üzere
alarak, sırr’ından iç güçlerine geç. Mihnet zamanı yakındır. Allah Teâlâ’nın
seni niçin var ettiğini ve sana gösterdiği kemali biliyorsun. Allah Teâlâ
senden sadece varlığının gereği olan ve müşahedenin (varlık sebebin hakkında)
hüküm verdiği şeyi talep etmiştir, insaflı davranırsan, marifete ulaşırsın. Gördüklerimi
sana açıkladıktan sonra kör davranırsan, ziyan olursun. Sözün en doğrusu,
‘ikale’sualidir. Vesselam!
Mektubun ulaşmasıyla dostum sevindi
ve konu üzerinde derinden düşündü. Bu düşünme onu hasta etti. İrtihalinin ve
hızla göç etmesinin nedeni bu hastalıktı. Birkaç gün ve saat kalabilmiş, sonra
en yüce miracında maksada doğru yükselmişti. Vakti tamam oluncaya kadar,
dürr-i beyza’da can çekişmesine şahit oldum. O gün arkadaşlarımın acele ettirmesiyle
yola çıkmıştım. Bu menzilin içerdiği güçlük ve korkuların bir kısmı budur.
Onların suretlerini görmek, ağır gelir.
Bilmelisin Ki, geçmiş toplumlarm
haberlerinin zikredilmesi, Allah Teâlâ’nın kendilerinden dolayı onları
cezalandırdığı sebepler hakkında uyanık olmamızı sağlama amacı taşır. Allah
Teâlâ, bu sebeplerden dolayı o topİumları şiddetle cezalandırmıştır. Ölüme
gelirsek, hayat, sınırlı nefeslerle belirlenmiş ömürlerdir. Korku, Allah
Teâlâ’nın cezalandırmasından ve öfkesinden kaynaklanabilir, yoksa O’na
kavuşmaktan dolayı korkulmaz. Çünkü O’na kavuşmak, dostu sevindirir. Ölüm ise,
kavuşmanın sebebidir. Öyleyse ölüm, müminin alabileceği en güzel hediyedir.
Üstelik mümin onu biliyorsa, ölüm başka bir güzeldir!
Bu menzil bir takım ilimleri içerir.
Bunların arasmda iki rahmet ilmi, koşma yakınlığının karış ve kulaç
yakınlığıyla ilişkisinin bilgisi zikredilebilir. Bu, sınırlı bir yakınlıktır.
Dürülme ve parçalanma da bu menzilden öğrenilir. Bu menzil müteşabih ile
muhkemi, ebedilik ilmini, deliller ilmini, uyma ve bundan dolayı mutlu ve
bedbaht olanların bilgisini içerir. İşlerin sabit olması, hüküm ve hikmetlerin
mertebesi, uygun cezanın mertebesi, -İsa’nın annesinin icabeti gibinahoş
şeylere icabetin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Karıştırma, bu menzilden
öğrenilir. Seni şaşırtmak üzere malın olduğu bildirilen,yönün dışındaki bir
yönden mal ihsan edilir. Perde ortadan kalktığında ve göz keskinleşince
bilirsin ki, sana verdiği şey, senin elinde olandır. Dolayısıyla sana kendi
katından ilave bir şey vermemiş veya O’nun katında olan şeylerden bir şey
vermemiş, sadece suretler değişmiştir. Bu bilgiyi öğrenen, içtiği şeyden kanma
fikrini kabul eder. Bu bilgiden mahrum kalan, sürekli susuzdur. Onu doyuran su,
kendi yanındadır. O ise, yanında olduğunun farkında değildir. Bu, Allah Teâlâ’yı
bilenlere verilen en yüce bilgilerdendir. Bu bilgi, yeryüzü için yağmur
gibidir. Toprağm kanmak dediği şey, onun buharlarıdır. Bunlar, yeryüzünden
yükselir ve yağmur olarak tekrar ona iner. Böylelikle yerin değişmesiyle suyun
sureti de değişir. Dolayısıyla yeryüzü kendi suyundan içmiş, onunla kanmıştır.
Yeryüzü ve toprak bu durumu bilseydi, bulutlar onu perdelemezdi. Böyle bir
bilgiyi Allah Teâlâ hakkındaki bilgide iyice araştırmalısın! Allah Teâlâ’nın
saha verdiği bilgi, şendendir ve bulunduğun Hakk göre vermiştir onu sana.
Bulunduğu hal üzere Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilebilir. Öyleyse bilen
herkes, bilgisini kendinden almıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’yı Allah Teâlâ, peygamberi peygamber, veliyi veli bilebilir.’ Bü menzil,
kurtuluş ve muduluk vesilelerinin bilgisini içerir. Sabreden ve şükreden için
güçlük ve kolaylık imtihanlarını ve karşılıklı ilişkiler bilgisini bu menzil
içerir. Bu ilişkiler nedeniyle emrine karşı gelen kimse Allah Teâlâ’nın emrine
bağlanmaz. Emrine bağlanan kimse, acaba uygun bir nedenle mi bağlanmıştır,
yoksa bir uygunluk yok mudur? Aşağıda olanın üsttekine etkisinin nedeni, bu
menzilden öğrenilir. Hayvanların insanlara musallat olması bu konuyla
ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm.’325 Hayvanların
tecelli kaynaklı bilgide insana ortaklığı, bu menzilden öğrenilir. Haktan
gelen her şeyin hereye döndürüleceği, bu menzilden öğrenilir. Bir kısmını
reddeden onu niçin reddetmiştir? İlahi hüküm bu kimseler arasında bir midir,
değil midir? Huneyn günü sahabenin niçin bozguna uğradığı, bu menzilden
öğrenilir. Herhangi birisi tarafından delil olarak konulduğunda, daha
üsttekinin aşağıdaki ile cezalandırılması, bu menzilden öğrenilir. One
geçenler ve geride kalanlar, bu menzilden öğrenilir. Çokluktaki birlik bu
menzilden öğrenilir. Mertebe ve derecelerdeki bilgi, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
Görme ve Onun Üzerindeki Kuvvet, Sarkma, Yükselme, Telakki ve Tedelli Menzilinin
Muhammedi-Ademî Mertebeden Bilinmesi
Şaştım bir göze, nasıl kendini görür?
Onu söyleyeni idrakten ise acizdir
Ondan başkasına görünmez
Onun görülmesi gaybın ondan ortaya
çıkmasıdır
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bu menzille önceki menzil arasında bir karışıklık vardır. Bunun
nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’yı görmemiz ile
dolunay halinde ayı veya önünde bulut yokken güneşi görmemiz arasında benzetme
yapmış olmasıdır. Hadiste, Allah Teâlâ’yı görürken bir sıkışıklık veya
başkasından bize gelecek bir zarar veya sıkıntı olmayacağı belirtilmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine Hakkın kullarına tecelli ediş tarzını daha
önce herhangi bir peygamberin söylemediği şekilde açıklamış, bu nedenle Allah
Teâlâ kendisini överek şöyle demiştir: ‘Müminlere karşı rauf ve rahimdir.’326 Başka bir
ayette, ‘Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik’327 buyurur.
Miimin ile kâfiri ayırt etmeden, ilahlık iddiasında bulunan Deccal’den sakındırmak
üzere de şöyle demiştir: ‘Size öyle bir söz söylüyorum ki, benden önce hiçbir
peygamber ümmetine bu sözü söylememiştir. Halbuki her peygamber, ümmetini
deccal’e karşı uyarmıştır. Bakınız! Deccal’in sağ gözü şaşıdır, Rabbiniz ise
şaşı değildir.’ Buradan rabbimizi hangi suretle göreceğimizi öğrendik. Burada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şaşılık kabul etmeyen sureti kastettiği
söylenemez. Böyle olsaydı, verilen haberin faydası ortadan kalkardı. Çünkü bu
suret, özü gereği şaşılığın ondan olumsuzlanmasını gerektirirdi. Suret şaşılığı
kabul etmeyen bir suret olunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize
durumun böyle olmadığını söylemiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kendisinde sağlamlığın eksiklikten ayrışmış olduğu benzerliğin
gerçekleşmesini bildirir. Deccal şaşıdır, çünkü o suretin yarışma sahiptir.
Çünkü deccal, Allah Teâlâ adamlarının büyük kısmının sahip olduğu üzere, kemal
mertebesini elde etmemiştir.
Konumuza dönerek, deriz ki: Hz. Musa
Rabbiyle konuştuğunda, tamahkâr davranarak şöyle demişti: ‘Rabbim bana kendini göster de, sâna bakayım.’328 Hz. Musa
talep edilebilecek bir şeyi istemiştir, çünkü peygamberler Allah Teâlâ’yı en
iyi bilenlerdir ve Musa kendisiyle idrak ettiği bir idrake sahiptir. Peygamber
bir idrakle idrak eder, fakat o herhangi bir idrak değildir. Çünkü peygamber Allah
Teâlâ’yı gözlerin idrak edemeyeceğini bilir. Gözler sadece idrak araçlarıdır.
Hz. Musa’ya göremeyeceği söylendi. Bunun nedeni, bu konuda vahiyle gelen ilahi
emir olmaksızın, onu istemesiydi. Peygamberler edepli insanlardır ve ancak
kendilerine vahyedilen şeyin peşinden koşarlar. Bu durum, bilhassa ilahi
mertebeyle ilgili hususlarda böyledir ve bu nedenle ona ‘beni göremeyeceksin’329 denildi.
Sonra lütufkâr Hakkın kuluna merhameti yetişir. Çünkü Hakkı görme arzusu -ilahi
emir olmadankendiliğinden Hz. Musa’yı böyle bir talebe yöneltmiş, bu durum ise
edebi göz ardı etmeye yol açmış, buna karşılık da cezalandırılmıştı. Hz. Musa
bu arzuyla adeta sarhoştu. Allah Teâlâ talebinin gerçekleşmesiyle ilgili bir
umutsuzluğun Musa’ya yerleştiğini bilince, onu tecelli ederken sabit durup
durmadığı hususunda dağa bakmaya yöneltmiştir. Dağ ise, mümkün bir şeydir. Allah
Teâlâ dağa tecelli etmiş, dağ tecelli nedeniyle parçalanmıştı. Çünkü Allah Teâlâ
onun ruhuna bedenleri yöneten ruhlar gibidağın suretini koruyacak bir özellikte
yaratmamış olmasıdır. Allah Teâlâ dağın ruhunu, dağ Hakkı tespih etsin diye
var etmiş, bu nedenle dağın ruhu korunmamış, tecelli kendisine etki etmişti.
Hz. Musa’nın ruhu ise, dağın gördüğü şeyi -ki o yaratılışının sureti onun
üzerinde bir perde idigörüp bayıldığında, Musa’da korunmuştu. Hz. Musa
ayıldığında, ‘Musa’ olarak geri dönmüşken, dağ ‘dağ’ olarak geri dönmemişti.
Buradan Hz. Musa, ilahi bir emirle gerçekleşebilecek bir şeyi istediğini
anlayarak, ‘Sana tövbe ettim’330 demiştir. Çünkü
biliyordu ki Allah Teâlâ, tövbekarları sever. ‘Ben müminlerin ilkiyim.’
Kastedilen, bu mümkün şeyin gerçekleşmesiydi. Çünkü insan türünden herhangi
birinin rabbini görmek istediği veya onu gördüğü zikredilmemiştir. Bu nedenle
Hz. Musa, ‘müminlerin ilki’ olduğunu söylemiş, sonra Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem her birimizin rabbini göreceğini ve O’nunla karşılıklı
konuşacağını bildirmiştir. Bütün bunlar, Hakkın bize tecelli edeceği sureti
bildirme amacı taşır ki Hakkın bizi kendisine göre yarattığı surettir o. Biz
ise, kesin olarak, peygamberlerinin zevkinin karşılaştırılmayacak ölçüde
bağlılarının zevklerinden üstün olduğunu biliriz. Dolayısıyla Hz. Musa’nın
Rabbini görme isteğinin başarısız kaldığını zannetme! Hakkı görme hakkında Hz.
Ebu Bekir’in durumu bir sözünde şöyle zikredilmiştir: ‘Gördüğüm her şeyden önce
Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Bu görme Hz. Musa’nın rabbinden talep ettiği görme
değildi, çünkü mertebesinin yüksekliği nedeniyle, bu görme onun adına
gerçekleşmişti. Çünkü doğru sözlünün (sadık) zevki sıddîk (Ebu Bekir) olanın
zevkiyle bir değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı görmek -aklen olmasa bilezevk ve
rivayet yoluyla gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın görülmesi aklı hayrete
düşürüp onu tereddütte bırakan hususlardandır. Allah Teâlâ’yı görmek, aklın üç
hükmünden (zorunlu, mümkün ve imkânsız) birisiyle kesin olarak hüküm
verebileceği bir mesele değildir. Çünkü nebilerin, velilerin ve Allah Teâlâ ehlinin
Allah Teâlâ hakkındaki bilgileri, nazarî düşünceye dayanmaz. Allah Teâlâ onları
böyle bir halden temizlemiştir. Onların bilgileri, Hakka dair ‘mükaşefe
fetihleridir.’ O’nu görenlerin bir kısmı görür ve sınırlamaz, bir kısmı ise
O’nu kendisiyle görür, bir kısmı Hakkı kendi nefsiyle görür, bir kısmı O’nu
kendi katında görmez. Bu sınıf Hakkı görür, fakat gördüğünü bilmez. Çünkü
onlar, Hakka dair bir alamete sahip olmadığı gibi O’nun varlıkta zuhur tarzını
bilmez. Bir kısmı, O’nu görmez, çünkü Hakkın burada âleme zuhur etmeyeceğini
düşünür. Hakk, sadece âlemdeki varlıkların hükümleri ve suretleriyle zuhur
edebilir. Alem O’nun tecelli ettiği yerdir. Dolayısıyla gören, tecellinin
suretini idrak eder, hakikati idrak etmez. Böyle biri Hakkı görmediğini bilir. ‘En üstün misal Allah
Teâlâ’ya aittir.™' Allah Teâlâ, hüviyeti yönünden
görülmeyen Aziz, tecellisinde hikmet sahibi olandır. Öyle ki, gördüğü
söylenir. Parlak bir cisimde göze görünen surete bak da, neyi gördüğünü iyi
düşün! Cisimdeki suretin seninle parlak cismi algılaman arasında bir engel
olduğunu görürsün. Cisim suretin yansıdığı yerdir. Dolayısıyla onu hiç bir
şekilde göremezsin. Hakk ise, mümkünlerin suretlerinin tecelli ettiği yerdir.
Biriaenaleyh âlem ancak âlemi fakat Hakta görmüştür, yoksa Hakkı veya Hakk ile
görmüş değildir.
Bilmelisin ki, görülen şey -ki
Haktırnur olduğu gibi görmeyi mümkün kılan şey de nurdur. Öyleyse nur nura
girmiş, sanki kendisinden çıktığı aslına dönmüştür. O halde O’nu kendinden
başkası görmemiştir. Sen -kendi yönündengölgesin, nur değilsin. Nur ile her
şey idrak edilir ve nur eşyadan biridir. Dolayısıyla sen, gölgende nuru taşıman
yönünden O’nu idrak edebilirsin. Gölge rahatlık, karanlık ise perdedir. Hakkın
yıldızı doğup kulun kalbine yerleştiğinde, kalp aydınlanır ve ışıldar, o nur
sahibinden hayreti ve korkuyu giderir. Bu durumda kul, açıklayarak, imayla ve
diğer haber yollarıyla Rabbinden haber verir.
Bilmelisin Ki, peygamberlerin sırt
üstü uyumayı tercih etmelerinin nedeni, yüzün karşısında bulunan her şeyin onun
ufku olduğunu bilmeleridir. Yüzün karşısında sadece ufuk bulunabilir. Bu
bağlamda yeryüzüne yakın olan ufuk vardır, yüzün mukabilinde bulunan daha
yüksek ufuklar vardır. Bu ufuk, sırt üstü uzandığında yüzünün mukabilindeki
yerdir. Suretlerde tecelli gerçekkştiğinde, tecelli sınırlanır ve niceliği belirlenir.
Bu konudaki en büyük yakınlık, dairenin iki yarımının ortaya çıkması için,
dairenin bölünmesini sağlayan çizgidir. İki dairenin birbirine yakınlığı,
birinci yakınlıktır. İkinci yakınlık ise, şah damarından daha yakın olan çizgi
yakınlığıdır. Hakk, miraç ve iniş ‘münazelesi’nde (Hakkın inişi ile kulun
yükselişinin kesişmesi) görülebilir. Bu esnada biz yükseliriz, Ö iner. Başka
bir ifadeyle ‘tedani’ bizden, ‘tedelli (sarkma)’ O’ndandır. Tedelli, üstte
bulunandan gerçekleşir. Biz ise, yükselir ve terakki ederiz. Allah Teâlâ
kendisine gelen konukları karşılar. Bütün bunlar, Hakkın kendisinde tecelli
ettiği sureti tanıtır. Bu suret, Hakk kullarıyla birlikte ‘Onu belli bir miktarla indirir’332 ayetinin
hükmü altına girsin diye, bir sınır ve miktara sahiptir. Yaratılan her şey,
yani miktarı olan her şey, bu hükme girer. Görme yaratılmış bir şeydir,
dolayısıyla miktara bağlıdır. Tecellideki çeşitlenme, tecelli edilenden
kaynaklanan bir zuhurdur Ve o da bir
ölçüye göre meydana gelir. Hakkın ilah edinilen varlıklar hakkmdaki hükmüne
bakınız. Allah Teâlâ -ilahi kıskançlık nedeniylekendisinden başkasına ibadet
edilmeyeceğine hüküm vermiş, bunu takdir etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti:333 Şekilci
alimler ayette geçen ‘kaza (hükmetti)’ kelimesinin ‘emretti’ anlamında
yorumlamıştır. Biz ise, onu keşiften hareketle, ‘hüküm’ anlamında yorumlarız
ki, doğrusu budur. Çünkü onlar, eşyaya sadece ‘Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet
ettiklerini’334 kabul
etmiş, onları vekil atayanın suretiyle gözüken vekillerin konumuna
yerleştirmişlerdi. Onlar, her surete ilahlığı nispet etmişlerdir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, o suretlerle Hakka yaklaşmaya çalıştıklarında makamın saygınlığı
korunsun duyarlılığıyla onların ihtiyaçlarını karşılar. İnsanlar ise, nispette
yanılmış olsalar bile, makamda yanılmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Bunlar ancak isimlendirdiğiniz isimlerdir’335 demiştir.
Yani siz onların ‘ilah’ olduğunu söylediniz ve onları isimlendirdiniz. Böyle
değilse, onları isimlendirin. Onları isimlendirselerdi, hiç kuşkusuz, ‘şu
taştır’ veya ‘ağaçtır’ diyecek, söz konusu eşya isimleriyle ayrışacaktı. Çünkü
her taşa ibadet edilmemiş veya ilah edinilmemiştir. Ya da her ağaca ve her aydınlık
cisme veya canlıya ibadet edilmemişti. ‘De ki onları isimlendirin’336 ayetiyle,
insanlara karşı ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’337 Bilmelisin
ki, heva gücü olmasaydı, başka varlıklarda Allah Teâlâ’ya ibadet edilmezdi.
Heva, bir kulun edindiği en büyük ilahtır, çünkü heva özü gereği hükümrandır ve
ibadet edilen her şeyi ortaya koyan odur. Bu konuda şu mısrayı söylemiştim:
Heva hakkı kendi sebebi olması
Kalpte heva olmasaydı, ibadet olmazdı
hevaya
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hevasını
ilah edineni gördün mü, onu bir bilgi üzerinde saptırdı.’338 Heva gücünün insan üzerinde otoritesi
olmasaydı, tapüğı şeyin ilah olmadığını bilen kimsede böyle bir etkisi
gerçekleşmezdi. Kıyamet günü ise, Allah Teâlâ ölümü kesilmek üzere
bedenlendirdiği gibi, hevayı bedenlendirir. Allah Teâlâ onu bedenlendirdiğinde,
bulunduğu kimsedeki hükmüne göre onu ortaya koyar. O kişi hayrete düşer ve
onun suretinde azap görür. Mahal ondan boşaltılır ve nimete ulaşır. Anlamların
bedenlenmesi, bize ve şekilci alimler tarafından inkar edilemez. Öyleyse onun
buradaki hükmü de şu hadisteki durumun aynıdır: ‘Kalbinde zerre miktarı kibir
bulunan kimse, cennete giremez.’ Şeyhimiz Ebu Medyen -ki sözü doğrudurşöyle
derdi: ‘Onun sahibi cennete girer de, kendisi bedenlenmiş bir suret olarak
ateşte kalır.’ Ya da kibir, sahibine döner ve her Hakk sahibi hakkını alır.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
dışında edinilen ilahlar, iki gruptur. Bir kısmı, ilah olduklarını iddia eden
fakat ilah olmadıklarını bilen kimselerdir. Onlar, sadece önderliği sevmiş ve
insanları saptırmak istemişlerdi. Bu kısma misal olarak Firavun’u vb.
verebiliriz. Bunlar, tövbe etmedikçe bedbaht olacak kimselerdir. Dilleri de,
söylemiş olduğu bu iddiayla onların aleyhine şahitlik yapacaktır. Bunların
aşağısında, kendisinden istenilip de talebi reddedenler vardır. Bir kısmı, bu
iddiayı basiretle, ayık ve -bulundukları yerin gerektirdiği hal
karinesiylekesin bilgiye sahip olarak iddia ederler. Çünkü onlar, Hakkın
güçleri ve sahip oldukları şeyin aynısı olduğunu görürler. Söyledikleri sözleri
ise, güçleriyle söylerler. Öyleyse söyleyen -onlar değilgüçleridir ve söz
konusu güçler, (kutsi hadiste) bildirildiği üzere, Hakkın aynıdır. Nitekim söz
söylediklerinde ‘âdetin aşılması’ ile gerçekleşen müşahede de bu bilgiyi verir.
Bu insanlar, ‘Ene Allah Teâlâ’, ‘Ben Allah Teâlâ’m, benden başka ilah yoktur,
bana ibadet edin gibi’ sözler söyler. Ebu Yezid ve kendisinden ayık, sebat ve
temkin halindeyken böyle sözler aktarılan bazı kimseleri misal olarak
verebiliriz. Bununla birlikte bu sözü söyleyen kişi, Haklcın fiilleriyle
mümkünlerin varlıklarında zuhur eden olduğunu ve bazı varlıkların ise O olduğu
hakkında hüküm verdiğini bilir. Bazı varlıkların O olduğunu ise zikretmemiştir.
Bu nedenle bir arif Allah Teâlâ vasıtasıyla -kendi iddiasıncaEbu Yezid’i
görmekten müstağni kalan bir talebeden söz etmiştir. Bu talebe, Ebu Yezid’i bir
kere görmenin Allah Teâlâ’yı bin kere görmekten daha hayırlı olduğunu iddia
etmişti. Ebu Yezid oradan geçerken, müride cBu kişi Ebu Yezid’dir’
denilmiş, kendisini görür görmez düşüp ölmüştü. Ölümünün nedeni Ebu Yezid’e
sorulunca şöyle demişti: ‘O güç yetiremeyeceği bir şeyi gördü. Çünkü Allah
Teâlâ ona benim yönümden tecelli etmiş, o ise buna güç yetirememiştir.
Nitekim.Hz. Musa da bayılmıştı. Benim tecelli yeri olmam itibarıyla Allah Teâlâ’yı
(müşahede), müridin kendisinde O’nu gördüğü tecelligâh yönünden Allah Teâlâ’yı
(müşahede etmekten) daha yücedir.’ Bir kısmı ise, bunu sarhoşluk halinde iddia
etmiştir. Hallaç sarhoşça sözler söylemiş, (ameli) boşa çıkmış, sarhoşluğun
etkisiyle (gerçeği) karıştırmış ve kurtulamamıştır.
Gözledim acaba
Kalbim juad’a karşı sabredecek mi?
Ruhum
ruhuna karıştı '
Yakınlığımda ve uzaklığımda
Ben şenim sen de ben!
Ve Sen, benim muradım .
Bu kişi mutludur. Başkaları onun
nedeniyle bedbaht olsa bile, onun günahı ve yükümlülüğü yoktur. Çünkü o,
sarhoş, onun nedeniyle bedbaht olanlar yükümlüdür. Böyle birisi, mudulara
katılabilir. Bütün âlem, kendisi nedeniyle sapmış olsa bile, onların sapmış
olması, onun maksadı değildir. -
Öyleyse bunlar, kendileri adına
ilahlık iddia eden üç sınıftır. Bu üç sınıftan biri bedbaht (Firavun vb.),
diğer ikisi ise, mutludur. Diğer grup ise, haklarında ilahlık iddiası yapılmış,
fakat kendileri böyle bir iddiada bulunmamıştır. Taşlar, bitkiler, hayvanlar,
bazı insanlar, melekler, yıldızlar, ışıklar gibi kendisinin bir iddiası
olmaksızın ilah edinilen bütün varlıklar, bu kısma girer. Bütün bunlar,
mududur, fakat onları ilah edinenler bu inanç üzere ölürlerse bedbahttırlar.
Kıyamet günü bu ilahlar, kendilerini ilah edinen ve tövbe etmeden ölen
insanlardan uzaklaşır: Tövbe ancak cin ve insan türü için geçerlidir. İlah
edinilen kimse bu durumu bilip samimi davranmaz veya -kendisi iddia etmezse
bilebu iddiadan yüz çevirmek yerine susarsa, yarın Allah Teâlâ kıyamette
kendilerini bağışlamayacağını söylediği müşriklere azap ederken onlara da
kendilerine karşı zalim oldukları için azap eder. Onlar, kötü bir söz ve
iddiayla yaratıkların haklarına tecavüz etmiş, onların kendi üzerlerinde
hakları ortaya çıkmıştır. Onlar bunları talep eder. Öyleyse müşriklerin
cezalandirilimsi, Hakk adına değil, başkalarının hakkından dolayıdır. Onların
kendilerine zulüm yapması, Allah Teâlâ katında, başkasma zulüm yapmaktan daha
büyük bir günahtır. Bunun nedeni, canına kıyana cennetin haram kılınmasıyla
zikredilen delildir. Bu ceza, onun hakkında büyük bir tehdit olmuştur.
Kıyamette müşrikler bedbahtlık yerine girdiklerinde cehennemtaptıklarıda
onlarla birlikte girer. Cennetlikler ve orayı dolduranlar ise cehenneme
girmezler. Çünkü onlar onlarla birlikte ateşe girmez. Fakat dünyada tasvir
ettikleri ve ibadet ettikleri suretler kendileriyle birlikte ateşe girer.
İbadet etmelerinin nedeni, ilah olduğuna inandıkları kimsenin suretine göre
olmalarıdır. Öyleyse onlar, cezalandırılmak ve intikam alınmak amacıyla
cehenneme girerler. İbadet edilenler ise, kendilerinden intikam alınsın diye
cehenneme girmez, çünkü onlar böyle bir iddiada bulunmamıştı. Onlar sadece
ibadet edenlere ibret olsun diye ateşe girer. Allah Teâlâ kendilerine
taptıkları şeylerin Allah Teâlâ karşısında onlara bir; fayda
vermediğini onlara göstermekle kendilerine azap eder, çünkü onlar haklarında
iddia edildiği gibi ilah değillerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz ve ibadet ettikleriniz, cehennem odunusunuz. Oraya girin.”39 Başka bir
ayette ‘Yakıtı insan ve taş olan ateş..:’340 denilir.
Başka bir ayette ‘ilah olsalardı, oraya girmezlerdi’341 denilir. Allah
Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İsa, peygamberden sonra gelen
halifeler veya daha önce zikrettiğimiz ayık veya sarhoşken iddiada bulunan
mutlu insanlardan ibadet edilenler hakkında şöyle der: ‘Bizim tarafımızdan onlar için iyilik öne geçmiştir. Onlar
bundan uzaktır. Onlar çirkin söz duymaz, diledikleri yerde kalıcıdırlar.’342 Kimin
arzusu Rabbi olursa, onun niteliği ayette belirtilenlerdir.,Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Onlar orada kalıcıdır.’343 Ayette
‘hasis’ kelimesinin zikredilmiş olması, duymanın sahibinde gerçekleştirdiği
korkudan kaynaklanır. Çünkü bu esnada Allah Teâlâ öfkeli değildir ki, intikamdan
haz alsın! Çünkü Allah Teâlâ’ya ait gazap yükümlülük diyarında gerçekleşir.
Ahirette gazabın mudularda bir etkisi yoktur. Burası, şefaat, şefkat ve
mutlulara merhamet yeridir. Orada Allah Teâlâ’dan başkası gazap edemez.
Mutlular ise, çeşidi davranış türleriyle, ilahi gazabı teskin etmek üzere Allah
Teâlâ ile meşguldürler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yerde şöyle
der: ‘Yazık yazık!’ Burada gazabı teskin etmek ve Hakka muvafakat göstermek
istemiştir. Sonra bizzat o gruba şefaat eder. Bunun nedeni, Hakkın o yerde
kendisiyle gözüktüğü (niteliğin) değişmiş olmasıdır. Mutlular arasından
büyüklerden cehennemin ‘hasisi’ni duyana bu duyma bir korku getirir.
Bu korku, kendileri hakkında değil,
ümmetleri hakkındadır. Ceza sınıra ulaştığında ve adalet müddetini
tamamladığında, Allah Teâlâ’dan başkalarına ‘ilah’ olarak inanmalarını sağlayan
arzulan bedenlenir. Onlar ‘ilah’ olduklarına inandıkları bu suretlere
içlerinden ibadet etmekteydi. Böylece azap, isimlerin hükmü daimi kalsın diye,
bedenlenmiş suretlerde gerçekleşir. Bir diyarın sakini olan insanlar işe,
nerede bulunurlarsa, nimette bulunurlar. Bu nimet sayesinde arzuların
suretlerinin azap çektiğine bakarlar ve ondan nimedenirler. Çünkü orası, gözün
görebileceği şekilde, manaların fiilî suretler olarak bedenleneceği bir
yerdir. Misal olarak, ölümün parlak bir koç suretinde bedenlenmesini
verebiliriz. Yahya Peygamber, cehennem ve cennet arasmda ölümü kurban eder.
Çünkü hayat (Yahya), ölümün zıddıdır ve ölüm hayatın varlığıyla ortadan kalkabilir.
Yaratılmış suretler, cehenneme ve cennete dolar. Çünkü Allah Teâlâ onlardan her
birisini dolduracağını ve o ikisine ‘Hep birinizi ben dolduracağım’ dediği
bildirilmiştir. Sakinleri oraya yerleşip ehlinin dolduramayacağı boş mekânlar
kaldığında, Allah Teâlâ iki diyarın iradelerini ‘suretler’ olarak yaratır ve bu
suretlerle o yerleri doldurur. İki fırkadan meydana getirilen bu suretler, (bir
hadiste cehennemi dolduracağı söylenen) ‘iki ayak’ diye ifade edilen şeydir.
Mudular hakkında ‘Rablerinin katında doğruluk kademi vardır’ denilir. Başka bir
ifadeyle, Allah Teâlâ’ya itaat iradelerinin ve ibadederinin ‘bedenlenmiş suretler’
olarak yaratılacağı ezeli inayetle sabittir. Kulların amellerinin kabirlerinde
kendilerine aşina oldukları güzel suretlerle veya onları ürküten çirkin suretlerle
geleceği zikredilmiştir. Bu suretler ile mutluluk ve bedbahdık diyarına
girerler ve o iki yer bu suretlerle dolar. Bedbahdık diyarı Allah Teâlâ’dan
kendisini doldurmasını isteyince, el-Cebbar ayağını oraya koyar. Öyleyse
bedbahdarın da -tıpkı mudular gibibir ayağı vardır. Başka bir ifadeyle onlara
dönük ezeli bir inayet vardır ve azap o ayakta ortaya çıkar. Bu, onların
arzularıdır (heva).
O halde muduların yeri -ki
cennettirbütünüyle nimettir ve orada nimede çelişen bir şey yoktur. Bedbahdarın
yeri ise, nimet ile azap arasında karışıktır, çünkü orada azap melekleri
vardır. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini musallat ettiği kimselere azap
ederken nimet görürler. Onların nimetleri, Allah Teâlâ adına intikam almayla gerçekleşir.
Onlar, yasaklamayla değil, emretmeyle muhataptırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın
emrine koşanlar dır. ‘Emrettiği hususta Allah Teâlâ’ya asi
olmaz ve emredileni yaparlar.’344 Binaenaleyh müddeti dolduktan sonfa
ateşte sadece hayal mertebesinde tahayyül edilen misale benzeyen bir azap
kalabilir. Bunun nedeni ise isimlerin hükümlerinin sürekliliğidir. Her ismin
hakikati, hükmünün ortaya çıkmasını talep eder ve bir mertebeyi veya şahsı
belirlemez. Bu durum, elAlim ve el-Mürid ismine bağlıdır. Öyleyse el-Muntakim
isminin hükmü -beden veya cisimher nerede ortaya çıkarsa, hüküm ve tesirinin
ortaya çıkmasıyla hakkını yerine getirmiş demektir. Dolayısıyla ilahi isimler,
ebedi olarak iki yerde de etkin ve hakim olduğu için o iki yerin ehli olan
kimseler de yerlerinden çıkmayacaktır.
Hakkı görmek, cennetliklere ait bir
nimettir ve bu nedenle önüne cehennemliklere karşı perde çekilmiştir. Onların
perdesi, azaplarının süresidir. Öyle ki, görme onların azaplarını artırmaz.
Nitekim dünyada da Kuran suresi onların kötülüklerine kötülük, hastalıklarına
hastalık katar. Süre sona erdiğinde, perde önlerine çekilmiş olarak kalır ki,
nimedensinler. Çünkü daha önceki üzüntü ve cezaya rağmen orada Allah Teâlâ
kendilerine tecelli etseydi, bu ihsan tecellisi onların Allah Teâlâ karşısında
yaptıkları nedeniyle utanmalarına yol açardı. Utanma ise, bir azaptır. Halbuki
azabın süresi dolmuştur. Onlar, müşahede hazzını ve görme hazzını bilmez.
Öyleyse onların payı, perdeyle nimedenmektir. Esas nimet ise, gerçekleşmiştir.
Fakat kim adına? Allah Teâlâ’yı görmek nimeti nerede, perdeyle nimedenmek
nerede! ‘Onlar, rablerinden o gün perdelenmiştir.’
‘Allah Teâlâ doğruyu, söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ulaştırır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar