Print Friendly and PDF

YİRMİ İKİNCİ SIFIR 1.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

ÜÇ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

Konuşma ve Tartışma Menzilinin MuhammedîMusevî Mertebeden Bilinmesi

Her neredeysek, Allah Teâlâ orada                                         .

Zatına has güzel isimleri olmadan

O nurdur, nur O’nun mazharı Bu.nedenle O’nu bizden uzaklaştırdı

Varlıkların zatları kapkaranlık Onlar aşağı değil, aşağının aşağısında

Sonra şeref veren bir suret kazandık İşin bütününü! Ne güzel şey elde ettik

Allah Teâlâ dua edenin sesini duydu Bizden olan iradesiyle birlikte

Bu nedenle her daim var ederiz onu Bu nedenle bize görünmez

Bizi meydana getirmek irade ederse Varlığının heyulasında, güven içinde

Afeti bülbülü fenlerin zirvesinde Her şakımasıyla neşelenir

Kendimiz için O’nunla zuhur ettik, O kabul etmedi Kendimizden ve bize yerleşen şeylerden geçtik :


Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, bu menzil, âlemde ve oluşta kendisinden bir bilginin ortaya çıkmadığı veya hakikatinde, isminde ve­ya hükmünde kendini gösteren delilin bulunmadığı bir menzildir. Bu menzilde âlemde bir bilgi ortaya çıkar ya da varlığında, isminde veya hükmünde onu gösteren delil bulunursa, bu delil, Allah Teâlâ’nın hükmünden kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’ ismi, ilahlığın tüm mertebelerini birleştiren isimdir. Ona, yani söz konusu bilgiye, bir yönden, iki yönden üç yönden ve dört veya daha fazla yönlerden bakılabilir. Böyle bir özellik, başka men­zillerde bulunmaz. Onda kaç bilgi bulunduğunu sordum. Bunun üzeri­ne, kemaliyle birlikte, menzili bana yükseltti. Yirmi üç bilginin bulun­duğunu gördüm. Bütün bu işarederde ilahlığa baktım, kırk yönden onun kendisine baktığımı gördüm. Bana şöyle denildi: ‘Onları sadece Allah Teâlâ peygamberi kendinde toplar.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün âleme bu menzilden efendi olmuştur. Aynı şekilde, ümmetinden ona varis olanlar için de onun bu toplayıcılıktaki payına göre, efendilik gerçekleşti. Bu menzilden, kırk sabah Allah Teâlâ için ihlas ile ibadet edene hikmet verilir. Böyle biri, bütün hallerinde Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Nitekim Allah Teâlâ pey­gamberi de, tüm hallerinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Bu menziller, sonuç elde etmek üzere öncüllerin bir araya getirilmesinin bilgisini içerir. İnsanla­rın peygamber olduğuna ve Allah Teâlâ’dan getirdiği şeye inandıkları halde peygamberle tartışmalarının sebebi, bu menzilden öğrenilir. Böylelikle

o  kişi, bu menzilden peygamberin karşısında hasım haline gelir. Allah Teâlâ ise, peygamber ile gönderildiği kimseler arasında hakemlik işini üsdenir. Bununla birlikte o kişi, peygamberin arzusundan konuşmadığını ve getirdiği (bilgiyi ve kitabı) Allah Teâlâ katından getirdiğini bilir. Her şeye rağmen, getirdiği şey hakkında peygambere karşı çıkar. İş Allah Teâlâ’ya hava­le edilir ve Allah Teâlâ ikisinin arasmda hüküm verir. Bu mesele, hasmın imanının ve tasdikinin varlığı nedeniyle, en çetin anlaşılan konulardan­dır. Şeriatın önünde olmasını istediği şeyi ardına atan kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir.

İntisap bilgisi bu menzilden öğrenilir. ‘İntisap’ derken, ferlerin asıllarma (dalların köklerine) nispetini kastediyoruz. Herhangi bir feri baş­ka bir asla katanın durumu hakkında keşf yoluyla Allah Teâlâ’nın hükmü ne­dir? Batılın hakikat suretiyle ortaya çıkması, bu menzilden öğrenilir.. Batıl yokluk ve varlığı olmayan demektir. Suret ise mevcuttur ve ger­çektir. O halde ortaya çıkan batılın hakikati nedir? Suret ise Hakka ait-

tir. Akıl ve Hakk arasındaki perde nedir ki, batıl onu hakikat suretiyle ör­tebiliyor? Birinci düşünceyle İkincisi arasındaki fark nedir? Kişi birinci düşünce nedeniyle hesaba çekilmezken, ikinci düşünce nedeniyle niçin hesaba çekilir? Halbuki ikinci birinci suretin aynıdır. Niçin bazı konular birincide doğruyken İkincide doğru değildir. Bu durum, ikinci merte­beden mi kaynaklanır? Çünkü iki, sayı mertebelerine ilave şeylerdendir ve aslı yokluktur. Birinci ise onun varlığıdır. Ortaya çıkan bütün sayılar ve mertebeleri, bir vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Benzerlik perdesinin kö­leleştirdiği kimselerin hürriyete katılması, bu menzilden öğrenilir. Bu duruma misal olarak, kendi düşüncesine göre, hakikatleri değiştirip var­lıkları kendi mertebelerinden başkasına, ferleri başka asıllara katan kim­se verilebilir. Buna yol açan ilahi sebep bu menzilden öğrenilir. Zevk bilgisinin Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu, bir zevk olmaksızın, zevk hakkında biri şuurdur. İlahi bilgide böyle bir hükmü veren ilahi nispet nedir? Misal olarak ‘Ta ki bilelim’261 ayetini verebiliriz. Halbuki Allah Teâlâ zaten biliyordur. Âyette kastedilen, ‘zevk’ ilmidir. Yerli yerinde değil iken arkada bulunanı öndeki imamın yerine koymaya yol açan bir değerlendirmenin ortadan kaldırılması için, kula benzerliği ka­bul etmeyen niteliğin ikamesinin ölçüsü bu menzilden öğrenilir. Böyle yapmakla kişi hakikatleri karıştırmıştır. Bu kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sizi ardımdan da görürüm’ hadisine bakarak, ardından görmesi nedeniyle imam olduğunu zannetmiştir. Halbuki ön (taraf) görme özelliğine sa­hip olduğu gibi Peygambere de bakma özelliği verilmiştir. Gerçekte ön öndür, arka arkadır. Bu benzersizlik niteliğinin hükmü altında bekle­yemezse, yaptığı hata ortaya çıkmaz, nefsinden fani olduğu bu süre öl­çüşünce beklemekten aciz kaldığı için Hakkı göremez. Bu durumda söz konüsu menzilde ona komşu başka bir bilgi elde eder. Bu bilgiyi insan, kendisinde nefsinden fani olduğu nitelikle kendisine uygun ve sayılan nefislerin hayatlarıyla talep eder. Böylelikle nefsinin başkasına karşı üs­tünlüğü, ortaya çıkar. Çünkü benzerlerinden bir grup, suret, makam ve halde kendisine ortak olarak onun yerini almıştır. Allah Teâlâ o ikisinin ara­sındaki farkı açıklamış, nefsini kendi üzerindeki hakkının -benzerlerinin sayısı ne kadar olursa olsunhaklarından daha büyük olduğunu söyle­miştir. Bu nedenle Şâri, cezalandıracağı kesin olmamakla birlikte, baş­kasını öldürenin bu fiilini meşiyetine katmıştır. Başkasmı öldüren insan, öldürdüğü kimsenin (ve varislerinin) hakları üzerindeyken, cezalandır­ma ve bağışlama arasındadır. İntihar edeni ise cenneti haram kılacak şe­kilde cehenneme katmıştır. Bunun nedeni nefsinin üzerindeki hakkının büyüklüğüdür. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ hakkı yerine getirilme hususunda başkasından önceliklidir’ denilir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, nefsin hakkını kendi hakkı saymıştır.

Hakların bu şekilde düzenlenmesi ve onlara böyle cezaların belir­lenmiş olmasının sebebi, bu menzilden öğrenilir. Hakkı ehlinden veya Hakkın belirlediği bir yükümlülükle açıklama imkânı olduğu haldeeh­linden hakkı gizleyenin nasıl bir azap göreceği, bu menzilden öğrenilir. Hakkında kesin delil ortaya koyduktan sonra hakikatten yüz çevirenin durumu, bu menzilden öğrenilir. Acaba Haktan yüz çevirmesinin ne­deni nedir? Allah Teâlâ katında ‘yüz çevirme’ fiilinin hükmü nedir? Perdelile­rin azabının nasıl olacağı, bu menzilden öğrenilir. Onların azabı perde­leriyle mi olacaktır, başka bir şekilde mi olacaktır? Onlarm katında unu­tulan ameller ile unutulmamış olanların bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bu işi üstlenen ilahi isim hangisidir? Varlıkların kendisini algılayamadı­ğı Allah Teâlâ’nın bilgisinin müşahede ve karşılıklı oturma yolundan âlemdeki şeylere ilişmesi, bu menzilden öğrenilir. Sonra varlıkların yaptıkları amelleri bildirmenin Allah Teâlâ katında belli bir zamana ertelenmesi gelir. Dünya ve ahiretteki sohbet adabı, bu menzilden öğrenilir. Münacat adabı, Rabbine münacat edenin veya Allah Teâlâ ehlinden birisinin münacata nasıl başlayacağı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’yı zikredenlerin meclisle­rin genişlemesi, bu menzilden öğrenilir. Bu genişlemenin nedeni, Allah Teâlâ’nın el-Vasi ismiyle onlarla birlikte oturmasıdır. İmanın mertebeleri­nin bilgi karşısındaki durumu, bu menzilden öğrenilir. En üstün derece hangisidir? İflas edenlerin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Sahip olduk­ları varlığa rağmen, onları iflas ettiren nedir? Allah Teâlâ’nın kula dönmesinin bilgisi buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kula döneceği zaman değişir mi de­ğişmez mi? Farklılık neyle ilgilidir? Farlılık olursa, dönene mi, dönülenin haline mi aittir? Zikirden yüz çevirmenin meydana getireceği ilahi öfke, buradan öğrenilir. Müstağni olunan ve olunmayan şeyler buradan öğrenilir. Grupların ayrışmasının hangi ilahi hakikatten kaynaklandığı bu menzilden öğrenilir. İlahi zorunluluğun neyle ilgili olduğu bu men­zilden öğrenilir. Sevdiklerini terk edenin onları niçin terk ettiği bu menzilden öğrenilir? Onların özellik ve nitelikleri nedir? Beka, başarı ve necat bu menzilden öğrenilir. Bu ilahi ilimlerden her birisi, diğerlerinden değilbilhassa Allah Teâlâ isminden ve bu menzilden meydana gelir. Çünkü bu menzil, diğer ilahi isimlere değil, Allah Teâlâ ismine özgü­dür. Bununla birlikte bazı isimler, onda ortaktır. Menzilin içerdiği ilim­lerin bir kısmı bunlardır. Himmetin kendilerine yükselsin diye, Allah Teâlâ’nın verdiği keşif ile, onları sana açıkladık.

Menzilin içerdiği konulara dönersek, şöyle deriz: Allah Teâlâ, kita­bında duyulur ve görülür bir tarzda adaleti gerçekleştirmek amacıyla, âleme teraziyi yerleştirdiğini belirtir. Bu sayede kavga edenler arasında çatışma ortadan kalkar. Terazide iki hasma benzer iki kefe ortadadır. Terazinin dili, hüküm verendir. Öyleyse terazi hangi tarafa yönelirse, hakikat o yöndedir. Terazinin kefelerinden birisinde meyil olmazsa, bi­linir ki, tartışanların her biri iddiasında haklıdır. Bu durumda terazinin dilinden ibaret olan hakimin tanıklığı nedeniyle onların arasında taksim gerçekleşir. Hüküm veren hiçbir zaman taraf olmaz. Bir nizalaşma olur­sa, sadece onu azleden veya hakim olduğunu bilmeyen niza eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir peygamber katında tartışmak uygun değildir.’ Yani onun huzurunda tartışmak uygun değildir veya (tartışmanın) onun yanına taşınması uygun değildir. Hakem bulunma­dığında ise, tartışma ve niza ortaya çıkar, her hasım kendisinin haklı ol­duğunu iddia eder. Allah Teâlâ gerçeği görsünler diye hasırcıların kalp gözle­rini açmış olsaydı ve Allah Teâlâ’nın ‘gözetleyen’ hakim olduğunu, terazinin O’nun elinde bulunduğunu, yükselten ve alçaltan olduğunu görselerdi, tartışma ve niza olmazdı. Öyleyse âlemde tartışmanın gerçekleşmiş ol­ması, herkesin hüküm sahibi olan terazi ve ölçüyü elinde tutandan per­delenmiş olduğunu gösterir. Alemde bir insanın tartıştığını gördüğün­de, onun Allah Teâlâ’dan perdelenmiş olduğunu bilmelisin! Birisi tartışma ya­par ve diğeri susarsa, susanın ya müşahede sahibi veya ahlaklı olduğunu bilmelisin. Tartışma ilahi bir sınırın aşılmasıyla ilgiliyse, tartışan kişi ilahi ahlak sahibi ya da ilahi edep sahibinin suretini taşımış kimsedir. Fakat o bütünüyle iyidir. Öyleyse ilahi edep taşıyan insan, tartışan biri değil, sadece tartışanın mütercimidir. Bu durumda tartışan, ilahi isim­lerdir. Binaenaleyh ilahi isimler, âlemdeki tartışmanın kaynağıdır. On­lardan dolayı dünyada tartışma ortaya çıkar. Çünkü el-Muiz ve el-Müzil isimleri birbirine hasım olduğu gibi ed-Dar ve en-Nafı isimleri ve elMuhyi ile el-Mümit, el-Mu’ti ve el-Mani isimleri birbirlerine hasımdır. Öyleyse her ismin hükümde ve terazide mukabili olan bir isim vardır.

Bu isimler arasına yerleştirilen terazi ise, el-Hakem ismidir ve terazi hü­kümdeki adalettir. el-Hakem ismi, bulunduğu yerin ve mahallin istida­dma bakarak hakkı -istidada göreiki zıt ve çelişen isimden birinin tara­fına yerleştirir. Öyleyse manada ve duyuda farklı tarzlarına göre ortaya konulmuş terazileri öğrenince, sen de onlara göre hüküm verirsin ve bu konuda Allah Teâlâ’nın âlemdeki vekili olabilirsin! Böyle bir durumda terazi senin elindedir ve ‘haklı’ ve ‘haksız’ hükmünü verirsin.

Bununla birlikte teraziyle tartarken Allah Teâlâ ile senin aranda bir fark vardır: Allah Teâlâ meşiyeti vasıtasıyla yükseltir ve alçaltır. Senin terazinde ise meşiyetin etkisi yoktur? Kimin elinde hakkı görürsen, onun lehine hü­küm verirsin. Öyleyse sen bir alamete göre hareket eder, Hakk sahibini bilerek onun adına tartarsın. Hakk ise, meşiyet sahibidir. Burada bazı alimlerden gizlenmiş bir sır vardır: Meşiyet teraziyle belli olur. Allah Teâlâ yükselttiğinde veya alçalttığında, bu durum, mahallin istidadından kay­naklanır. Nitekim hakkın varlığı da, alametle hareket eden kimseye kendisine göre tartması hükmünü vermiştir. Çünkü tartan insan, bu hakkın o kimseye ait olduğunu bilir. Nitekim Allah Teâlâ da o mahallin istidadınm kendisi adma tartmayı gerektirdiğini bilir. Meşiyetin mahi­yeti bakımından istidada etkisi yoktur. Etki, o özel istidadı belirli bir mahalle tahsis etmeyle sınırlıdır, çünkü başkasının olması da müm­kündür. Fakat istidadın hakikatinin ortadan kalkması veya o hakikatin başkalaşması ise mümkün değildir. Doğa biliminde söylediğimiz gibi, ‘Sıcaklık soğukluğa dönüşmez, fakat sıcak şey, bir yer ve varlık olması yönüyle -yoksa sıcak veya soğuk olması yönüyle değilsoğuk olabilir.’ İşte istidat da öyledir. Belirli istidadı kabul eden mahal, diğerini de ka­bul edebilir. O halde meşiyet onu diğerine değil, bu istidada tahsis et­miştir. Yoksa o istidadı tahsis etmemiştir. Bununla birlikte arkadaşları­mızdan bir grubun bu konuda yanıldığını gördüm. Onlara göre meşiyet, yerin istidadı kendisini verdiği için, bu mahal ve yerde bir et­kiye sahip değildir. Çünkü (onlara göre) meşiyetin istidatta etkisi yok­tur. Halbuki gerçek, iyi düşünürsen, söylediğimiz gibidir.

Bu bölümdeki konulardan biri şudur: Doğa terazisi, terazisinin bir yaratıcının yaratmasıyla var olmadığını öğrendiğinde, ilahi-ruhani tera­ziyle didişir. Buradan hareketle kendi terazisinin belli bir şeyde gözük­mesinin, bir yaratıcının bunu sağlamasına bağlı olduğunu zanneder. Bu, ilahi terazidir. Do^r. terazisiyle ilahi-ruhani terazi arasmda bir çaüşma olduğunda -ki ilahi terazi daha güçlüdür ve hüküm sahibidirhasımlaşma doğa yönünden gerçekleşir. Çünkü doğa bu teraziden ve öl­çüden memnun olmamıştır. Bunun üzerine doğa, Allah Teâlâ’ya başvurur kendisiyle ruhani terazi arasında hakem olmasını ister. Allah Teâlâ, doğa ile ruhani-nurani bir birleşme ve nikâh yoluyla doğaya yönelen (ilahi) ruh arasında hüküm verir. Bu bağlamda söz konusu yönelmenin maksadı, doğal cisimler ile insani olan ve olmayan tikel ruhların ortaya çıkmasını sağlamaktır, çünkü âlemdeki her cisim, ilahi bir ruh suretiyle sınırlan­mıştır ve suret, onun ayrılmaz parçasıdır. Bu sayede her şey, Allah Teâlâ’yı tes­pih eder. Ruhların bir kısmı, sureti yönetir, çünkü suret, ruhların yö­netmesine elverişlidir. Bunlar, gözüken bir hayat ve ölümle nitelenen suretlerdir. Gözüken bir hayat ve ölümle nitelenmemiş olanların ruhu ise, yönetme ve tedbir ruhu değil, tespih ruhudur. Yönetilmeye elverişli doğal suret ortaya çıktığında, onu yöneten tikel bir nefis meydana gelir. Bu durumda suret dişi, yönetici ruh, onun karşısında erkektir. Başka bir ifadeyle suret onun karısı, ruh suretin kocasıdır. Bu tikel ruhlar, eşyayı bilmede derece derecedir. Bir kısmı, pek çok şeyi bilirken, bir kısmı azını bilir. Yönetme özelliğine sahip olmayan -çünkü onların suretleri yönetilmeye elverişli değildirsuretlerin ruhlarından daha çok Allah Teâlâ’yı bilen bir varlık yoktur. Bunlar, donukların ruhlarıdır. Allah Teâlâ’yı bilmede onlarm aşağısmda bitkilerin ruhları varken onlarm aşağısmda hayvanla­rın ruhları gelir. Bu sınıfların her birinin fıtratı, Allah Teâlâ’yı bilme ve tanıma özelliğine sahiptir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın övgüsünü ve, hamdini tespih etmekten başka bir niyederi yoktur. Allah Teâlâ’yı bilmede daha aşağıda ise, insanların ruhları bulunur.

Meleklere gelirsek, onlar ve donuklar, Allah Teâlâ’yı bilme fıtratında yara­tılmıştır. Onların akılları ve şehvederi yoktur. Hayvan ise, Allah Teâlâ’yı bilme ve şehvet fıtratında yaratılmışken insan ve cinler marifet ve şehvet fıtra­tında yaratılmışür. Fakat bu durum, onlarm ruhları yönünden değil, suretleri yönünden böyledir. Allah Teâlâ onlar için akıl yaratmıştır ki, şehveti şer’î ölçüye uydursunlar. Bu durumda şehvet, kendisi için belirlenen ye­rin dışında onları zorlamaz. Allah Teâlâ onlar için aklı, bilgileri elde etsinler diye yaratmadı, bunun için onlara ‘müfekkire’ gücünü verdi. Bu neden­le onlarm ruhları, marifet üzere yaratılmamıştır. Halbuki meleklerin ruhları ile insanların ve cinlerin dışındaki varlıkların ruhları bü özellikte yaratılmıştır. İnsanların eşyayı bilme dereceleri farklılaşınca, bazı ruhlar kendisini yöneten suretin hükmünü söz konusu suretin kendisinden var olduğu doğanın hükmüne katmak istemiştir. Suret kendi yerini doğaya bırakmak istemiş, doğa ise sürekli kendi mertebesindedir. Bunun üzeri­ne muallim kendisine şöyle der: ‘Arzuladığın şeyin gerçekleşmesi im­kânsızdır. Çünkü suret, doğa gibi fail değil, sadece doğanın edilgenidir. Fail nerede, edilgen nerede! İlk Aklın karısı konumundaki tümel nefse bakınız. Allah Teâlâ âlem ortaya çıksın diye o ikisini çiftleştirdiğinde, tümel nefisten ilk doğan şey, tüniel doğa idi. Böylelikle doğa, eşyada tümel nefsin etkisine sahip olmamıştır, çünkü parça, bütünle aynı hükme sa­hip olmadığı gibi bütün parçanın hükmüne sahiptir. Çünkü o içerdiği parçalarla birlikte ‘bütün’ olmuştur.

Bilgisiz ruh sureti doğaya -ki onun annesidirkatmaktan aciz kalın­ca, şöyle der: Bunu yapamamam, belki de acizliğim ve bu konudaki bilgiyi idrak edemeyişimdendir. Böylelikle onun bilgisini kendisinden öğrenmek amacıyla Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ’dan doğanın edilgeni olan şeyin suretin de edilgeni olmasını ister. Bunun üzerine suretlerin etki ettiği kabiliyetlerin doğanın etkisini kabul eden suretlerin kabul ettiği şeyleri kabule elverişli olmadıklarını görür. Hakk ise, daha önce zikredildiği gi­bi, eşyayı ancak verilenin istidadına göre verir. Çünkü o şey, istidadının gerektirmediği bir şeyi kabul etmez. Bu ruh, hata ettiğini ve boş bir iş peşinde koştuğunu öğrenince, istidadının verdiği bilgiye göre suretini tanımaya yönelir. Böylelikle ruh, O’ndan kendisine aktarılan şeyi suret­lere izhar etmeyi kabul eder. Bunun amacı, maddi-manevi veya hayali mümkün varlıklardan birisinin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu esnada mükaşefe fethinde -yoksa halâvet veya ibare fethinde değilkendisine üç şey gözükür:

Birincisi, hürriyet mertebesidir. Daha önce bu konudan söz edil­mişti. Hürriyet, ruhu varlıkların boyunduruğundan çıkartan şeydir. Çünkü ruhun hakikatleri bilmemesinden kaynaklanan talebi, onu köleleştirmişti. Allah Teâlâ ise, böyle bir talebin gerçekleşemeyeceğini bildirerek, Allah Teâlâ’nın bilgisinde veya gerçeğin kendiliğinde bulunduğu hal hakkmda bir bilgisi olmadığını ona öğretmişti. Ruh bu makamla nitelenip bu halle ortaya çıkarsa, Allah Teâlâ ona muradını verir ve var etme gücünü ve kuvveti ihsan eder. Bu makamla nitelenmekten aciz kalan ise, haliyle ni­telenmekten daha da acizdir. Çünkü hal ilahi vergi iken makam kaza­nılmıştır. Bu durumda ruh, ikinci mertebeye yönelir. İkinci mertebe, hüküm ve müşahedede tertip sahibi olmaktır. Hakk onun karşısında ‘samedanilik’ özelliğiyle tecelli eder. Ruh o tecellide Hakka bakabilip tecellisi karşısında sabit durur da dağ gibi parçalanmaz veya Musa gibi bayılmazsa, Allah Teâlâ’dan talep ettiği bilgi onun adına gerçekleşir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ona kendisinde hüküm sahibi olma imkânı verirse, isti­danın gereğine göre suretinden edilgen (olmanın bilgisini) kazanır. Dağ gibi (parçalanır) veya Musa gibi (bayılan) olursa, istidadıyla fenayı talep edeni fani kılan veya istidadıyla helak olmayı talep edeni helak eden tecelli karşısında sabit duramaz. Bu durumda onun adına ölümlü âlem hakkında hayatı tutma mertebesi ortaya çıkar. Böylelikle onu samedanî tecellinin sayısı üzere mertebelerde bulur, çünkü o, ölüm veya hayatin tutulmasıdır. Allah Teâlâ kendisine inayet ederse, kendisine dilediği şekilde suretinde tasarruf imkânı verir. Allah Teâlâ ona güç vermez de kişi aciz kalırsa, acizliği ilahi müşahededen olursa, ona suretinde tasarruf gücü verir. Acizliği nefsinin perdesi ardından gerçekleşirse, tasarruftan engellenir, çünkü tasarruf edebileceği ilahi bir gücü yoktur.

Bu menzilde bulunan adamların zevklerini zikretmiş olduk, fakat açıklamadık. Çünkü her menzilin içerdiği hususları açıklamak, sözü uzatır. Bu menzil, menziller arasmda benzeri ve dengi olmayan ve menzillerin en güçlüsü olan menzildir. Allah Teâlâ’nın kulları arasından kırk gün boyunca ihlas üzere ibadet edenlerin hikmet söylemeleri bu men­zilden gerçekleşir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

Med ve Nasif Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

İyi adet çıkarmak, meşru bir yol Allah Teâlâ’nın kitabında övülmüştür

Hakikate dayanmadan onu adet yapmak Sünnet yolu onun tevilinden

Riayete daha uygundur; kadri de bilinir İşin ayrıntısından bilinen bu

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana yardım etsin, bu menzilin ilimlerinden bi­ri, mufadala ilmidir. Miıfadala çeşitli türlerde gerçekleşir. Birincisi bil­giyle gerçekleşirken diğeri amelle gerçekleşir. Bilgiyle gerçekleşende üs­tünlük bazen bilinenlerin değerinden bazen bilinene ulaştıran yöntem­den kaynaklanır. Söz gelişi bir insan bilgisini Allah Teâlâ’dan, diğeri bir varlık­tan alır. Bilgisini Allah Teâlâ’dan alan, daha üstündür. Bir insan bilgisini muttakinin bilgisini takva vasıtasıyla alması gibibir sebep vesilesiyle alırken bir kısmı bir sebep olmaksızın doğrudan Allah Teâlâ’dan alır. Sebep­lerden birisi bilginin artışı için duadır. Bazen üstünlük bilinende olur. Bazı bilgiler fiillerle ilgiliyken bir kısmı isimlerle, bir kısmı zat ile ilgili­dir. Öte yandan alimler arasındaki üstünlük, bilgilerin ilgili oldukları şeylerin üstünlüğüne bağlıdır. Hepsi de ilahi bilgidir. Amellerdeki üs­tünlük ise, bazen amellerin kendisine, bazen zamana, bazen mekâna, bazen Hakk bağlıdır. Her şeyde üstünlük, üstünlük ölçütüne göre değer­lendirilir. Bazı şeyler vardır ki, onlarda ölçme tartı ve teraziyle gerçekle­şir. Bu o şeyin infak olması veya infaka benzeme durumunda böyledir. Misal olarak aklı verebiliriz. Allah Teâlâ onu insanlar arasmda ölçüyle böl­müş, bir kişiye bir miktar, diğerine onun iki katı vermiştir. Bazen akıl­daki bölümleme, mertebe ve derecelere göre değişebilir. Derecelenme bölümünü özedeyecek husus, sayıdır. Acaba sayının mahiyeti neye göre ortaya çıkar da onu ortaya koyana veya haber verenin iradesine göre şöyle diyebiliyoruz: ‘Allah Teâlâ iman edenlerin ve ilim verilenlerin derecelerini yükseltti.’262 Söz gelişi Mekkeliler için, hicretten önce verilen sadaka, hic­retten sonra verilen sadakanın ecrine ulaşamaz (amelde derecelenme). Aynı şey, kulun başka bir yere hicret ederek, iyilik yapacağı ve vatan edindiği her yerde böyledir. Oraya hicret ettikten sonra daha iyi işler yapar. Böyle bir iyilik, çekilen güçlüğe göre derece derecedir.

Bilmelisin ki, bu menzil, çeşidi ilimleri içerir. Onları öğrenmek üzere araman için bölümün sonunda isimlerini zikredeceğiz. Bu menzil, menzillerden birisini zikrederken kitabın başmda değindiğimiz, tenzih menzillerindendir. Bu, âlemin yarısının tenzihidir ye hepsi üzerinde ka­hır ve nihai gayeye ulaşmalarını engelleyen izzet makamından âlemdeki varlıkların ortaya çıktığı mahallin yarısıdır. Bu gaye, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir hadisinde ‘Senin övgünü yerine getiremem’ dediği gibi, Allah Teâlâ’yı öv­me gayesidir ve insanlar bu konuda eksik kalır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sö­zünü nefsinde talep ettiği gayeye ulaşmaktan aciz kalınca söylemiştir. Kendisi bunu istese bile, organları veya bildiği ilahi isimler o övgüyü yerine getirmede yeterli değildi. Allah Teâlâ esma-i hüsna (güzel isimleri) ile övülebilir ve onlardan Allah Teâlâ’nın izhar ettikleri bilinir. Allah Teâlâ isimlerin söylenmesiyle -ki zikirdemektir övülebilir. İsimler ise, bizim tarafımızdan değil, O’nun tarafından belirlenir. Çünkü bize göre Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ isimlendirebilir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı kendisinin kendisini övdüğü isimler­le övebiliriz. Kadı Ebu Bekir et-Tayyib bu konuda farklı düşünür. O, Allah Teâlâ’nın yaratılmışlara özgü bir anlam vermeyen bütün isimlerle isimle­nebileceğim ileri sürmüştür. Bütün âlem, Allah Teâlâ’nın kabzası ve kahrı al­tındadır. O’nu müşahede edene ve dilediği kimseye tecellisiyle hayat (bilgi) verir. Allah Teâlâ dilediğinde ve dilediği kimseden tecellisini perdele­yerek ve örterek onu öldürür. Bir şahsa tecelli olmadığında, onun sınırlı olmadığı öğrenilir. Böyle bir durumda tecelli ettiğinde, tecelliden sonra bir daha perde yoktur. Böyle bir şahıs, Hakkı müşahede etmek nede­niyle zatî hayat kazanarak ‘perde ve örtü ölümü’ ile ölmez. Allah Teâlâ o kişi­ye tecelli etmediğinde -ki Allah Teâlâ sürekli tecelli edendir, fakat bilinmezperdeli tecelliyi bilmediği için ölüdür. Çünkü bilgi hayatı (bilgiyle hayat bulmak), bilgisizlik ölümünün mukabilidir. Bilgi nur vasıtasıyla gerçek­leşirken, karanlık vasıtasıyla o kişi hakkında bilgisizlik gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ölü olup da hayat verdiğimiz kimse yok mu?’ Burada onu ‘ölüm’ ile nitelemiş, sonra hayat verdiğini ‘hayat5 ile niteleyerek, şöyle demiş: ‘Nur verdiğimiz kimse...’ Bu nur vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı müşahede eder. ‘Böyle biri, karanlıklarda bulunan kimse gibi değildir.’263 Böyle biri hayat sahibi ise -ki öyledirgaybı gayb içinde bilir. Bu gayb hakkında el-Bâtın ismiyle hüküm verir. Bilen ve hayat sahibi değilse, bu durum, mutlak karanlık ve ‘sırf yokluk’ demektir. Bütün bu zikrettiklerimiz hu­susunda kudret Allah Teâlâ’ya aittir.

Kalbime gelen varid -kalbimden olan şahit doğruluğuna tanıklık ettikten sonrabana bildirmiştir. Daha önce de bu konuda Rabbimden açık bir delile sahiptim ve varlıktan kendisini kalbime aktardığında (il­ham) kendisini müşahede etmiştim. (Kısaca) varid şöyle bildirdi. Her surenin başında besmelenin bulunması, ilahi rahmet ile onu taçlandır­mak demektir. Bu sayede ilahi rahmet, surede zikredilen bütün hususla­ra ulaşır. Çünkü her sure üzerinde besmele, Allah Teâlâ’nın alametidir. Bu alamet, surenin Allah Teâlâ’dan geldiğini gösterir ve hükümdarın fermanı üzerindeki alamet gibidir. Varide dedim ki: ‘Pelci Tevbe suresinin du­rumu nasıldır?’ Dedi ki: ‘Tevbe ve Enfal suresi, bir suredir ve Allah Teâlâ on­ları ikiye ayırdı. Allah Teâlâ o iki sureyi ayırıp, ayrılma hükmü. verdiğinde, onu ‘tevbe’, yani Allah Teâlâ’nın öfkelendiği kullarına rahmetiyle ‘dönmesi’ di­ye isimlendirdi. Öyleyse Allah Teâlâ’nın öfkesi ebedi bir öfke değil, zamanlıdır. Allah Teâlâ et-Tevvab’tır (tövbeleri kabul eden ve kullarına rahmet etmek üzere dönen). Allah Teâlâ’nın et-Tevvab ismine er-Rahim ismi bitişmiştir, bu­nun nedeni, gazaba uğrayanın ilahi rahmete dönmesini sağlamaktır. Ya da mesele, gazaptaki süre ile ve onun hükmünün süreyle sınırlı olmasıy­la ilgilidir. Ardından sürenin tamamlanmasıyla azap görenin durumu rahmete döner.

et-Tevvab’ın nitelendiği isme baktığında, onun hükmünün söyle­diğimiz gibi olduğunu göreceksin. Kuran razı olunan ile gazap edileni birlikte zikreder. Onun menzilleri ise, er-Rahman ve er-Rahim ile taç­lanmış, hüküm ise taçlandırmaya aittir. Çünkü kabul edilmesi buna bağlıdır ve Kuran’ın Allah Teâlâ katından olduğu böyle öğrenilmiştir. Vari­din bize söylediği budur. Biz de müşahede ediyor, duyuyor ve Allah Teâlâ için düşünüyoruz. Bu konuda Allah Teâlâ’ya hamd ederiz, O’nun ihsanını bili­riz. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben, sadece ilahi ve kutsi ruhtan sırrıma ge­len üflemede (nefes/noktalı ‘se’) hareketle konuşuyor ve hüküm veriyo­rum. Onu el-Bâtın velilik ve resullük arasındaki fark nedeniyle ezZâhirden perdelendiğinde bildirdi. Velilik öncelikli olandır, ikinci ola­rak (her zaman) eşlik eder, sabittir ve kaybolmaz. Onun derecelerinden birisi nebilik ve resullüktür. İnsanların bir kısmı ona ulaşır ve kavuşur­ken bazı insanlar ulaşamaz. Günümüzde teşrîî nebiliğe kimse ulaşamaz, çünkü kapısı kapalıdır. Velilik, dünya ve ahirette ortadan kalkmaz. Öy­leyse velilik, ilktir, sondur, görünendir, gizli kalandır (Evvel, Ahir, Za­hir, Bâtın). Bu durum, genel ve özel nebiliği içermesi yönüyle böyle ol­duğu gibi nebilik söz konusu değilken de böyledir. Allah Teâlâ’nın isimlerin­den birisi el-Veli’dir. O’nun Nebi veya Resul diye bir ismi yoktur. Bu

nedenle nebilik ve resullük kesilmiştir, çünkü ilahi isimlerde dayanakları

yoktur. Velilik ise, kesilmemiştir, çünkü el-Veli onu korur.

.. . ' . ' '  ‘ • ^ '

Allah Teâlâ eşyayı bilgisiyle takdir etmiş, hikmetiyle var etmiş, onları iki

uç olarak yaratmıştır. Bununla birlikte iki ucu birleştiren bir orta ve va­sıta yaratmıştır. , Bu ortanın her yöne dönük bir ucu vardır. İşte bu ara yerde insan-ı kâmil yaratıldı. Böylelikle o takdir etmek ile -ki geneldiryaratmayı -ki özeldirkendinde birleştirdi. Bu durum ‘Ona üfler, ta ki, iznimle bir kuş olur’264 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, hem takdir hem var etme yönüyle, ‘yaratıcıların en güzelidir.’ Bu, teorik düşünce sahiplerinin hakkında görüş birliğine varamadıkları bir konudur. Çünkü fiili sadece Allah Teâlâ’ya ait görüp sonra Hakk ile yaratılmışı ayırarak, yaratıl­mış adına varlık Hakk için de varlık kabul eden kimse ‘yaratanların en güzelidir’265 ancak ‘takdir etme’ anlamında söyleyebilir, var etme anla­mında söyleyemez. Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı da böyle düşünür. Fakat on­lar varlıkta Allah Teâlâ’dan başkasmı görmezler. Mümkünlerin varlıklarının hükümleri ise O’nun varlığındadır. Bu düşünceyle ulaşılamayacak eksik­siz düşünmedir, fakat müşahede yoluyla ulaşılabilir. ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ hadisinde bu durum belirtilir. Her kim mümkün iken sü­rekli imkân halinde bulunduğunu bilirse, mevcut olanın Rabbi olduğu­nu bilir. Varlıkta gerçekkşen başkalaşmaların mümkünlerin istidadarın hükümleri olduğunu bilen kimse, onları izhar edenin Rabbi olduğunu da bilir. İnsanlar hatta alimler bu konuda mertebe mertebedir. Allah Teâlâ âlemi iki uç ve vasıtadan ibaret olmak üzere yarattığında, ucun birisini dairenin noktası, diğerini çemberi yapmıştır. Âlem bu iki uç arasında mertebe ve daireler arasında yaratılmıştır (inşa). Böylelikle çevre Arş, nokta yer, ikisinin arasındakiler ise daireler, rükünler ve felekler diye isimlendirilmiş, onları Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı cinslerin ve türlerin bi­reylerinin bulunduğu yer yapmıştır. Allah Teâlâ biri genel ve kuşatıcı, diğeri ise özel-bireysel olacak şekilde tecelli etmiştir. Genel tecelli Rahman is­minin tecellisidir. Bu durum, ‘Rahman Arş üzenine istiva etti266 ayetinde belirtilir. Özel tecelli ise, her şahsın Allah Teâlâ hakkındaki özel bilgisi de­mektir. Bu tecelli sayesinde girme; çıkma, inme, yükselme, hareket, du­rağanlık, bir araya.gelme, ayrılma, haddi aşma vs. gerçekleşir. Alemdeki şeyler birbirlerinden mekân, mertebe, suret ve araz sayesinde ayrılır. Allah Teâlâ âlemi ancak kendisiyle ayrıştırmıştır. Dolayısıyla O, ayrışanın kendi­si olduğu kadar aynı zamanda ayrışmayı sağlayan şeyin kendisidir. O, her nerede bulunursa varlığın zahiri suretiyle birlikte o şeyle beraberdir. Bütün bunları Allah Teâlâ’yı bilenler müşahede ve varlık yoluyla bilir. Öyleyse gayb şehadetten aynşmamıştır. Allah Teâlâ şehadeti tecellisinin kendisi, gaybı ise, ona perde yapmıştır. Öyleyse o, perdelenenin değil, perde için şehadetidir. Kimin perdesi sureti olursa -ki perde ardında bulunan şeyi görür-, suret onu görür. Suretiyle Hakkın varlığından perdelenen, per­delenmiştir. Böyle biri sureti bakımından Rabbini bilir ve O’nun övgü­sünü tespih eder. Suretinden başka bir yönden veya suretin ardından perdelenen ise, ya suret veya kendisini görmeyle perdelenmiştir. Allah Teâlâ bir insana nefsini gösterirse, o kişi kendini tanımış olur ve dolayısıyla Rabbini de tanımış demektir. Böyle bir insan ‘sudur ehlidir.’ Onlar, Allah Teâlâ’nın kendisini göstermekle kendilerini görmekten körelttiği kimseler­dir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Fakat kalpler körelir.’267 Bunlar, basiretler­dir. ‘Gönüllerde bulunan.’268 Yani geldikten sonra dönüşte demektir ki sena demektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ilahi güç nedeniyle sa­dece gelişinde gördüğü şey ortaya çıkar. Öyleyse iki bilgiyi bir araya ge­tiren ve iki suret ile ortaya çıkan kimse, gaybı ve şehadeti bilenlerden­dir. ‘O her şeyi bilendir.’

VASIL

el-Varis ilahi isminin hükmü, bu menzildendir ve garip bir hü­kümdür. Çünkü bu ismin hükmü göklere ve yere nüfuz eder. Bu du­rum, göklerin ve yerin yok alacağına bir işarettir. Nitekim ‘0 gün yer ve gökler değiştirilir269 ayetinde belirtilen husus budur. İlk yaratılışında yer­yüzü gökten önce yaratıldığı gibi -ki âlemin yaratılış aşamalarından söz ederken bunu dile getirmiştikdeğiştirilirken de göklerden önce yer ile başlanacaktır. Bu esnada yaratıklar, köprü üzerinde duracak, yeryüzü başka bir yerle değiştirilecektir. Bu farklılık nitelikte değildir, çünkü ni­teliği farklı olsaydı, kendisi zikredilmezdi. Başka bir delil ise şudur: Va­ris önceki bir sahibe varis olabilir ve böyle bir durumda mal, yeni kişi­nin mülkü haline gelerek ilk sahibinin elinden çıkar. Varis ise veraset hükmüyle o mülkü alır. Allah Teâlâ göklerin ve yerin mirasının kendisine ait olduğunu söylemiştir. Göklere ve yere el-Varis ismi varis olabilir, başka bir isim o hakka sahip değildir. Bununla birlikte onların sahibi, kendile­rinde tasarruf eden ilahi isimlerdir ve onlar tasarruf yetkisine sahiptir. Yeryüzü bu surette ve özel yapıda kaldığı sürece, ilahi isimler onun üze­rinde tasarruf ederek onu yönetirler. Yönetimin tamamlanıp yönetmeyi kabul süresinin bitmesiyle isimlerin hükümleri tamamlanmasıyla ger­çekleşen ‘ayrılma’, ‘ölüm’ diye isimlendirilir. Yönetilen varlıklar ise, mi­ras haline gelerek el-Varis ismi o mirası alır. Böylelikle sahip olduğu ha­lin hükmünün kalkmasıyla yeryüzü başka bir yer ve gök ile değiştirilir. Öyle kİ yeryüzü ve gök kendilerini var eden olarak ancak bu ismi bilir­ler. Yer ve göğün ayn’ı kalsaydı, yemin ederek daha önce hangi ismin mülkü olduklarını söylerlerdi. Belki de onlarm sahibi kendisine bağlı oldukları bir isimdir. İlahi isimler kıskançtır. Çünkü isimlerle isimlendi­rilen Allah Teâlâ, kendisini gayret ve kıskançlık özelliğiyle nitelemiş, O’nun hükmü, -isimlendirilenle ilgili oldukları içinisimlenene ulaşmıştır. Gayret ‘başkaları’ görmek anlamından türetilmiştir. Her ilahi isim, hükmün kendisine ait olmasını ve hükme konu olan şeyin başkasma yönelmeden kendisine dönmesini ister. Böylelikle yeryüzü ve gök, aynı hakikatte değişmiştir. Halbuki yer ve gök, özel olarak sadece el-Varis ismini tanımış, ibadette ortaklık ortadan kalkmış, tevhit ortaya çıkmış­tır. Mirasta varis ile sahibin hükmü bir değildir. Çünkü varis, ‘veren’ hükmündeyken miras olunan malın asıl sahibi, kazanandır. Bu durum­da zevkler değişir ve dolayısıyla hüküm ve tasarruf değişir. Kazananın hali dilediği gibi indirir, çünkü o yükümlülük yerindedir ve sorgu, he­sap ve cezalandırmayı bekler. Öyleyse kazanan, zorunlu olarak, bütün mertebeleri gözetir. el-Varis hesapsız verir ve bir miktar olmaksızın in­dirir, çünkü ahiretin süresinin bitimi yoktur ki orada eşya belli bir süre­ye kadar devam etsin. Bu nedenle o sürenin gerektirdiği kadar indirir. Dünyadaki şeyler ise belli bir süreye kadar devam eder ve süreleri biter. Bu nedenle sahibi de, belli bir ölçüyle onlara iner. Hesap olmaksızın ve­rirse, süreyi uzatır veya eksiltir. Bu durumda hikmet geçersizleşir. Öy­leyse varis, veren hükmündeyken kendisinden mirasm alındığı sahip ise, takdir eden ve belirleyendir.

Bakınız! Allah Teâlâ yerin ilk yaratılışı hakkında ne diyor: ‘Orada besinleri takdir etti.’270 Böylelikle yeryüzünü miktar sahibi yapmıştır. Do­layısıyla rızkı tamamlanmadan kimse ölmez. Rızkı tamamlanınca erRezzak’ın hükmü, bu özel sürede ‘rızık veren’ olması yönüyle tamamla-

narak er-Rezzak, el-Varis’in onun için vereceği hükme bakar, el-Varisona ‘miktar ve müddet olmaksızın rızık ver’ der. Allah Teâlâ’nın kaleme söylediğine bakınız: ‘Kıyamete kadar yaratıklarım hakkındaki bilgimi Levha’ya yaz!’ Böylece Allah Teâlâ onun için dünyanın ömrünün tamamlan­ması ve sona ermesi nedeniyle bir süre belirler. Kalem’in ahiretteki ya­ratıklar hakkındaki bilgiyi yazması doğru değildir, çünkü süresi olma­yan şey, varlığı ve yazmayı kabul etmez. Dolayısıyla tafsiliyle onu sınır­lamak mümkün değildir. Çünkü böyle yapmak, sonsuzu sonlandırmaktır ki, bu bir çelişkidir. (Dünya hayatında) eşya üzerinde hüküm sahibi olan ilahi isimler, ahirette de el-Varis isminin belirleyeceği şekilde, hü­küm sahibi olurlar. Öyleyse ilahi isimlerin bilgisini elde eden kimse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ hakkında eksiksiz bilgi sahibidir.

Bu menzil pek çok bilgiyi içerir. Bunların arasında ulvi âlemin ten­zihinin neyle sınırlı olduğunun bilgisi vardır. Süfli âlemin tenzihinin nerede olduğu ve -tenzihi olmaksızınyeri de bu menzilden öğrenilir. Tertip ve menzillerde zevk ve haliyle ulaşılması mümkün olmayan mer­tebeler, bu menzilden öğrenilir. Hayatın sınıfları, duyusal ve manevi ölümün türleri, ölümü kabul eden ve etmeyen şeyler, bu menzilden öğ­renilir. Zıdar bu menzilden öğrenilir. Acaba onları bir varlık bir araya getirir de bir varlık haline gelirler mi? Yoksa nispederin gerektirdiği tek hakikate ait hükümler midir? Zamanın ilahi yaratmadaki hükmü nedir? Bu hüküm zamanın kendisinden mi kaynaklanır, görevinden alınması mümkün olacak şekilde, bir görevlendirmeyle mi gerçekleşir? ed-Dehr ismi, bu menzilden öğrenilir. Mühleti gerektiren ölümler ile mühletin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Böylece eşya hakkında vasıtaya göre hüküm verilir. Vasıta öne almayı gerektiriyorsa öne alınır, gerektirmiyorsa ertelenir. İhata yoluyla sahiplik bu menzilden öğrenilir. Kendi­sinden türemenin meydana geldiği cinsel ilişkiyle doğumun gerçekleş­mediği salt şehvet amaçlı cinsel ilişki, bu menzilden öğrenilir. Hakkın bizi görmesi, bu menzilden öğrenilir. Zatıyla mı görür, yoksa kendin­deki bir nitelikle mi görür? Gayb’ten şehadete gözüken ve görünmeyen şeyler bu menzilden öğrenilir. Şehadet ‘şehadet’ haline geldikten sonra tahayyül gücü olan kimseler için hayalde bir misali kalmayacak şekilde gaybe dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Doğa karanlığına inen nur bu menzilden öğrenilir. Acaba o, duruluğu üzerinde kalır mı ya da doğa karanlığı ona etki eder mi? Bu durumda karanlık aydınlık haline gelir.

Genel itibarıyla iman bu menzilden öğrenilir. İman artar mı, artmaz mı? Farklılık ve çokluklarına göre, dereceli üstünlük bu menzilden öğ­renilir. Övülen ve muamelelerde şart koşulan riba, bu menzilden öğre­nilir. Hz, Peygamber’in ‘Allah Teâlâ size ribayı yasaklar da, sizden almaz’ ha­disinin anlamı bu menzilden öğrenilir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ onu bizden almasa bile, bize verebilir. Hakk ile ilişkide -yoksa insanlarla olan muamelede değilbelli bir zamanda onun şart koşulması mümkündür. Yürüme özelliğiyle nitelenmeden, yürüme fiilinin nispet edildiği kimse bu menzilden öğrenilir. Duyuda konuşma özelliğinde olmayanın konuşması bu menzilden öğrenilir. Amellerin sahiplerine döndürülmesi, bu menzilden öğrenilir. Rahmet ve ilahi ga­zap arasındaki berzah, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede herhangi bi­rinin varlıkta müstakil hükmü kalmaz. Bu berzahın hükmü nedir? Bir hakikati var mıdır, yoksa hükümde iki yöne sahip bir nispet midir? Allah Teâlâ kendisinden haber veren peygamberlerin diliyle mutluluk yolunu açıkladıktan sonra, insan ve cinleri mutluluklarının bulunduğu işlere yönelmekten geride tutan şey nedir? Bedelin bedeli olduğu kimsenin yerini aldığı mertebe ile özü gereği bunu kabul etmesine rağmen bedeli (bir nedenle kabul etmeyen) mertebe arasındaki fark nedir? Süre bu menzilden öğrenilir? Acaba onun miktarı, hükme konu olan şeyde ney­le ilgilidir? Acaba müddetin kendisine mi döner de sayıyı kabul eder. Söz gelişi bir tür içindeki şahıslar gibi. Yoksa süre onların zatları gereği değişir mi? Sürenin hükmü altında bulunan kimselerde meydana gelen sürenin uzunluğu veya kısalığı bu menzilden öğrenilir. Varlıklarda hü­kümlerin değişmesi, bu menzilden öğrenilir. Onlar, vakitlerin değişme­si nedeniyle istidatlarının değişmesine göre mi değişir, yoksa hüküm sahibi olan ilahi isimlerin değişmesiyle mi değişir? Hür kulların sınıfları bu menzilden öğrenilir. Her birisinin Allah Teâlâ katındaki nasipleri bu men­zilden öğrenilir. Sıddıklık ve şehitlik arasındaki fark, bu menzilden öğ­renilir. Ebu Bekir’in diğer insanlardan üstün olmasını sağlayan sırra na­sıl ulaştığı bu menzilden öğrenilir. Ateş mertebeleri bu menzilden öğ­renilir. Ateşin isimleri niçin değişmiştir? Ateşe girecek her sınıfa hangi sınıf tahsis edilmiştir? İki yaratılış ve hayat arasındaki fark, bu menzil­den öğrenilir. Bir grubu ağırlaştıran, ötekini hızlandıran sebep bu men­zilden öğrenilir. Hız ve yavaşlıktaki fark, bu menzilden öğrenilir. Bir kişinin çoğun yerini aldığı mertebe, bu menzilden öğrenilir. Tertiple gerçekleşen hüküm hakkındaki takdir, bu menzilden öğrenilir. Hakkın güçlük olmaksızınkolaylık özelliğiyle nitelenmesi, O’nun katında kolay ve gücün ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Her ikisini de yapan Allah Teâlâ’dır. Kulun iki zıt niteliğin hükmünden uzaklaşması, bu menzilden öğrenilir. Böyle bir durumda kulun bir niteliği kalmaz. Bu Hakk misal olarak, Ebu Yezid’i verebiliriz. Sevmekle nitelenirken, neyi müşahede etmek bir şeyin kendisini sevmeyişine yol açar? Hakkın engellemesi neyle ilgilidir? Maddi ve manevi zarar ve faydalar buradan öğrenilir. Resullük ve resuller, yaratma ve tedbir, her şeyden iki çift olanın kim olduğu, bu menzilden öğrenilir. İlahi inayetin asılda olduğu gibi ferde hükmü var mıdır, yok mudur? Bu menzilin içerdiği ilimler böyle tasnif edilebilir. Her ilim içinde de başka ilimler vardır.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

UÇ YUZ BİRİNCİ SEKİZİNCİ BOLUM

Ayrıştırma Halinde Bileşiklerin Basitlere Dönüşmesi Menzili'nin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Bu menzil, içinde bulunulduğu sürece, ölümden koruyan şaşırtıcı bir menzildir.

Hakka yaklaşan, ruh ve rahatlık sahibi .

Huld (kalıcılık) cennetinde, nimet ve ihsan içinde

Ateş azabıyla nimet verir görürsün onu Allah Teâlâ’yı tespih eder bilgi ve imanla

Sınınolmayanbiryaratılışla Hükmü eksiklik ve üstünlükten münezzeh

Bu menzilden sûfıler için (fukara, fakirler) vakıalar gerçekleşir. On­lar, doğru rüyalar ve müjdelerdir, karışık rüyalar değildir. Bu rüyalar,

nebiliğin bir parçasıdır. Bu menzilde keşif sahibine Hakkın -ki Hakk onunla yükseltir ve alçaltırelindeki terazi gösterilir.

Bilmelisin ki, bileşikler basit unsurlarına ayrıştırıldığmda, suretin kendisi ortadan kalkarken cevher ortadan kalkmaz. Bu durumu Allah Teâlâ, kendisini bilenlere bir misal yapmıştır. Bu misal, Hakk ile zuhur eden mümkünlerin varlıklarının terkibiyle ilgilidir. Zuhur eden suretler, Hakta zuhur eder. Hakk ile halk arasında ilişki ortadan kalktığındaysa, suretlerin varlıkları da ortadan kalkarken mümkünlerin hakikatleri geri­de kalır. Hakk ise, âlemlerden müstağni olmakla nitelenmesi yönüyle ba­kidir: Dolayısıyla duyuda görünen suretlerin ortadan kalkması nedeniy­le, mümkünlerin hakikatleri (cevherler) yok olmaz.

Bilmelisin ki, Haktan zuhur eden suretler, üç mertebede zuhur eder. Çünkü Hakkın âlemde üç yönü vardır. Aj(lah kendisini iki el sahi­bi olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi bu iki eliyle tutar ve dürer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu durumu sahabesine getirdiği iki defterde ortaya koymuştur. Defterlerin birisinde cennetliklerin isimleri, babalarının isimleri, kabile ve aşirederinin isimleri vardı. Diğerindeyse, cehennem­liklerin isimleri, babalarının, kabile ve aşirederinin isimleri vardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ ehli ve seçkinleri için ise, üçüncü bir defter ve kitap çıkartmamıştır, çünkü onların kitabı, Kuran-ı Kerîmdi. ‘Kuran-ı Kerîm ehli, Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleridir.’ O’nun menzili, iki menzil ara­sındaki yerdir. Dolayısıyla Allah Teâlâ ehli, kalp ve sadr (göğüs) ehlidir. Sadr Kuran’ın yeri ve mertebesidir. Mudular içerisindeki seçkinlerden ibaret olan yakınların makamı budur. Ölçü üzere iyilik peşinde koşmak, onla­ra bü makamı kazandırmıştır. Ölçü ye iktisat, herkese hakkını vermekle ilgilidir. Böylelikle âlem, (Hakk ile âlem arasındaki) bu yönlerin üçe bö­lünmesi nedeniyle, üçe bölünür. Her elin de kendine özgü bir sınıfi vardır. İkisinin arasında ise, özel bir sınıf vardır. Ellerin sınıfları, azamet ve heybet mertebesinin sahibidir. Bu bağlamda birinci ele gelirsek, ona nispet edilen sınıf, özü gereği yüce bir sınıftır. Diğer sınıf ise, yüksek mertebe sahibidir, fakat azameti, kendinden kaynaklanmaz. Bü nedenle -kendinden dolayı değilmertebesi nedeniyle yüceltilir. Bunlar, söz ge­lişi, makam sahiplerine benzer. Onların kendilerinde bir üstünlükleri yoktur, sadece makamları nedeniyle saygı görürler. Makamlarından ay­rıldıklarında, insanların kalplerindeki saygınlığı yitirirler. İki gmp ara­sındaki farz budur. Allah Teâlâ ehlinden bir sınıf, ‘Allah Teâlâ’yı’ bilende gözükürler.

Bir kısmı, ‘Allah Teâlâ için’ bilende ortaya çıkar. İki el arasındaki sınıf ise, bu ikisi ve ona ilave bir özellikle ortaya çıkar. İlave özellik, onların iki eli birleştiren zat ile gözükmeleridir. Onlar, hallerinde ‘ilahi hervele’ sahibi olanlardır ve onunla yükümlülük diyarında koşarlar. İki el sahibi olanlar ise, ilahi arşın ve kulaç sahipleridir. Onlar, ilahi hitap ortaya çıktığında, karış ve zir’a ile yükümlülük diyarında gözükenlerdir. Böylelikle merte­bede farklılaşma gerçekleşsin diye, derecelenme meydana gelmiştir. İki el arasındaki bir sınıf şöyle der:

Isteyenben                                                                      ,

İstenilen de ben

Bu şiir, zevkleri değişse bile mertebeleri kesilmeyen sürekli bir mü­şahedede söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ arş sahibidir ve bu süreklilikte sa­dece Arş sahiplerine tecelli eder. Onlar, Arş ehli olduğu kadar ‘yüz’ (ve­ya özel yön) ehlidir. Bu tecellide onlar birbirlerine bakarlar ve tecelli ile bakma arasmda bulunurlarken sahip oldukları nurları giydirirler. Hak­kın tecellisi ile yaratıkların aynı anda görülmesini hayal ve misal merte­besinin dışında bir araya getiren başka bir mertebe yoktur. Bunun tek istisnası ise yüz sahiplerinin mertebesidir ve bu durumu onlara, kendile­rini Hakkın yerleştirdiği yerin gücü kazandırmıştır. Bu makam, ‘mukame’ mahallidir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gece yolculuklarının (isra) bi­risinde gözüken makamdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaklaştığında onu yakut ve inci refrefı diye isimlendirmiş, yolculuğunda burak’tan refrefe geçmiş­tir. Bu makamdaki insanın müşahedesi süreklidir ve müşahede onu kendinden veya mülkünden alı koymaz. O birde çoğu, toplamda ayrımı görür. Bu sınıf için bu yüzden (ve özel yönden) taşman bilgileri taşıyan suretler ortaya çıkar. Bu suretlerin bir kısmı ile onların arasmda amelî bir alaka ve ilişki varken bir kısmıyla aralarında ilişki yoktür. Aksine on­lar, Allah Teâlâ’nın ihsanından olan bir ilavedir. Onlar, ihsan kaynağından rızıklanırlar ve bu ilimlere o (özel) yönden gerçekleşen (amelî) suretlerden ulaşabilirler. Bu yön onları, sureti ve taşıdıklarını görmekten perde­lemediği gibi, suretler de taşıdıklarını ve bu ilimleri zevk etmedeki yönü (görmekten) onları perdelemez. Mudular için en üstün mertebe budur.

Bu insanlar o suretlerden ulaştıkları bilgilerden elde ettiklerini, el sahiplerine yayarlar. El sahipleri o ilimleri ancak özel yön (ve yüz) sa­hipleri vasıtasıyla elde edebilir. Nitekim özel yön sahipleri de onları o suretlerden elde edebilir, yoksa özel yönden kendilerine ulaşamazlar. Bunun nedeni, o ilimlerin zevklerinin birbirinden farklı olmasıdır. Özel yönde ise farklılık bulunmaz ve dolayısıyla mertebelerin farklılığının suretlerin varlığıyla ortaya çıkması gerekir ki, (onları tadanların) meşrep­lerin nasıl değiştiği öğrenilsin. Öyleyse çeşitliliğin ilgisinden meydana gelen, karış, arşın ve yürüme gibi hallerinin çeşidenmesinden kaynakla­nır. Bu durumda içilen şey de (öğrenilen bilgi), (kendisini elde edenin ona) arşın veya kulaç kadar yaklaşmasına veya koşarak gitmesine göre değişir. İçilen şeylerden (öğrenilen bilgiler) ile amel sahiplerinin arasın­da ilişkinin bulunmadığı kısım ise, yaratılıştaki istidadarından kaynak­lanır. Bu istidat, karış ve arşın gibi (yaklaşmayı anlatan) ölçülerle ifade edilen amelî istidattan başka bir istidattır. Öyleyse ilahi hibeler, bu ne­denle farklılaşmıştır. Bu tarz bilgilerden herhangi birisi akılları nedeniy­le kaybolmayacağı gibi hakikatlerinin nasiplerinin mertebeleri de o ilim­lerden bir şey de eksiltmez. Böylelikle, içinde bulundukları tek bir anda, her organla ve sahip oldukları hakikat vasıtasıyla bu ilimlerden nasiple­nirler. Bir nimet başka bir nimetten onları perdelemez. Bunu bilen, ahiret yaratılışının tarzını ve onun bir örneğe göre gerçekleşmediğini de bilir. Nitekim dünya hayatı da bir örneğe göre değildi. Bu sınıf için bu makamda gerçekleşebilecek en garip durum şudur: Onlara özel yönden (bilgi taşıyan) suretler tecelli ettiğinde, ‘içilen şeylerde’ o bilgileri elde ederler. Onlar, bu esnada öyle hakikatlere sahiptirler ki, her neyi getirir­lerse, onu seçmeyi gerektirir. Bununla birlikte bu bilgiler onlara aittir ve böyle olmalıdır.

Bunun sebebini açıklayalım: Onlar için seçim ve ihtiyar, aralarında alaka ve ilginin bulunduğu hususlarda gerçekleşebilir, yoksa Allah Teâlâ’nın verdiği bilgilerde bir seçim olamaz. Çünkü onlar sülük esnasında amel­lerini işlerken, bazı amelleri diğerlerine tercih etmiş, zaman ve mekân veya halin gereğine göre onları öncelemişlerdir. Tecellide amellerin so­nuçları (olan bilgiler) ortaya çıktığında, amellerini işlerkenki sıralamaya bağlı olarak, bir kısmını diğerlerinin önüne alma iradeleri ortaya çıkar. ‘Mudular ahirette nefislerinin arzu duydukları şeyleri elde ederler’ de­nilmiş olmasının hikmetine bakınız! Burada Şâri ‘nefislerinin irade etti­ği’ dememiştir. Şehvet bir iradededir. Fakat irade edilen her şey arzu­lanmadığı için her irade şehvet değildir. Çünkü irade haz alman veya alınmayan şeylerle ilgiliyken şehvet bilhassa haz alman şeylerle ilgilidir. Böylelikle amellerini iradeyle ve kasıda almışlarken neticeleri arzuyla ve şehvede almışlardır. Bir insana ameli işlerken (amelden haz alma anla­mında) arzu duygusu eşlik eder ve amelden haz alırsa, bu haz amelin neticesinden meydana gelmiştir ve ona nimeti önceden verilmiştir. Bir iş yaparken -şehvet olmaksızıniradeyle hareket eden insan ise (arzusu­na direnerek) mücahede ederek amel yapar ve amelin neticesine şehvet­le ulaşır. Böyle biri, ilkinden daha aşağı bir mertebedir.

Bu haldeki insanlar için Hakk kahır ve (ulaşılması mümkün olmayan şeylere) ulaşma imkânı verir. Artık o engellenmez. Bunun nedeni, Hakkın o şeyi indirmeye gücü olduğunu bilmesidir. Bu durum, güçlük­lere kâtianma ve ruhsatiarı bırakmasına yol açar. Özel yön sahiplerinin hallerinin bir kısmı bunlardır.

Diğer iki sınıfa gelirsek, onlardan birincisinin özelliği tekvin (var etme) iken diğeri teslimdir. Bu iki sınıftan tekvin ehli olanlar, hallerinde ve ulvi âlemdeki yerlerinde farklılaşırlar. Ölümle bedenlerinden ayrıl­dıklarında, kendilerine gök kapıları açılır, ruhlarıyla Sidre-i münteha’daki yerlerine yükselerek diriliş gününe kadar oradan bir daha ayrıl­mazlar. Çünkü onlar, yükümlü oldukları amellerini yaparken gayrederini bütünüyle harcayarak ölmüşlerdir. Hatta her biri, geride hiçbir gü­cü kalmayacak şekilde gayretini harcamıştı. Onlarm arasında yüz bin dinar sadaka veren ile başka parası kalmadığı için bir kuruş sadaka ve­ren arasmda fark yoktur. Her iki grubun ortak özelliği, güçlerini har­camaktır ve bir mekânda toplanmaları bu nedenle mümkün olmuştur. Sidre-i münteha’yı Allah Teâlâ’nın nuru bütünüyle kaplamıştı ve kimse onu betimleyemez. Şâri’nin bir dirhemin bin dirhemi geçmesi ifadesiyle, buna bir açıklama vardır, çünkü bir dirhem sahibinin başka parası yoktur, onu harcar ve Allah Teâlâ’ya döner. Çünkü dönebileceği başka bir dayanağı yoktur. Bin dinarı olan ise, sahip olduğu paranın bir kısmını verirken geride harcayabileceği bir miktarı bırakır. Böyle biri Allah Teâlâ’ya dönmez. Öyleyse bir dirhemi olan kişi, Allah Teâlâ yolunda onu geçmiş demektir ve bu anlaşılır bir durumdur. Bin dinarı olan da tek dirhemi olan gibi bü­tün malını harcaşaydı, makamları eşidenirdi. Şâri verilenin değerini dikkate almamış, verdikten sonra verenin neye dayanacağını dikkate almıştır. Allah Teâlâ’ya dönenler,. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi tüketenlerdir (müflis). Gayret eden insan her surette Hakkı görenlerden olabilir, fa­kat böyle biri ‘la-şeyde’ (yoklukta) Allah Teâlâ’yı görenin mertebesine ulaşa­maz. Çünkü ikinci kişi, nispetlerin ortadan kalkışı ve mutlaklık ve sınırlanmayışta Allah Teâlâ’yı görmüştür. Hakk tecelli ettiğinde, surette sınırlanır, çünkü suret göreni sınırlar. Allah Teâlâ, gören herkes için başka birinin algı­lamayacağı bir surettedir. Salt varlığı ise bütün suretlerin gözünden kaybolduğu kimse algılayabilir. Nitekim Allah Teâlâ susayanın serapla ilişkisi hakkında böyle demiştir. Seraba geldiğinde, orada su bulamaz ve elde etmek istediğinin ‘şeyliği’ ortadan kalkarak Allah Teâlâ’yı onun nezdinde bulu­nur. Başka bir ifadeyle ‘la-şeyde’ (yoklukta) Allah Teâlâ’yı bulur. Çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’271 ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’272 O’nu sadece âlemleri tüketen (müflis) bilebilir. Alemi kaybeden ise, âlemlerden büs­bütün müstağnidir. Sebeplerin ortadan kalkması onu Hakka yönlendi­rir ve kime ve neyle döndüğünü anlar. Böyle bir insan iflas ederek (ve âlemi tüketerek) mutlak zenginliğin sahibine dönerek Hakkı ‘Hakk’ ola­rak bilir ve O’na uyar. Kendisinin hakkı yokluk ve müşahede iken Rab­binin hakkı, varlık ve müşahededir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif sa­hibi olarak şöyle der: ‘Ciddi olanlar hapistedir.’ Hapiste olan, sınırlan­mıştır. İflas edenin ise, kendisini sınırlayan veya onu hapseden bir fiili yoktur ve ciddi olanın sınırlılığından kurtulmuştur. Böyle biri, kendile-

i    rini sınırlayan ciddi insanlardan daha çok mudaklık özelliğindeki (ilahi) surete yakındır. Ciddiyet sahipleri, eşyada Hakkı görenlerin mertebe­sinde bulunur ve Hakkı zorunlu olarak eşya ile sınırlarlar. Çünkü içinde bulundukları makam, hüküm sahibidir. İflas eden, Muhammedi’dir ve makamsızdır. Ona şöyle denilir: ‘Hiçbir şeye sahip değilsin ki, onu yiti­resin.’ Ciddi ise, emir sahibidir ve emir yetkisi olan herkes, ciddidir. Çünkü emir tekvine aittir. O neyi irade ederse, gerçekleşir. Böyle biri, müflis değildir. Hakikatinden çıkan kimse, yolundan sapmış demektir ve dolayısıyla yaratma ve tekvin ona ait değildir. Hakkın adım anarak söyler veya emir verirse, tekvin kendisine değil, Hakka ait olur. Nite­kim tekvin özelliğine sahip kimse hakkında Allah Teâlâ, ‘Benim iznimle kuş olur273 demiştir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur274 demiştir. Böylelikle ona bu özelliği vermiş, sonra kendisini soyudamıştir. Asıl üzere kalmak, daha doğrudur. Bu durum, insanların en keremlisi ve en yetkin müşahedeye ve en yüksek vecde sahip olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylenen ‘Sen emirden bir şeye sahip değilsin’ şeklindeki hitapta belirti­lir. Burada Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i müflis yapmıştır. ‘Ey Yesribliler! Ma­kamınız yoktur, dönüh.,27!t Çünkü ‘Allah Teâlâ bilmediğiniz işte sizi inşa eder.’276 ‘İlk yaratılışı öğrendiğiniz.’277 Onun bilinmeyen bir şekilde olduğunu öğ­rendiniz. ‘Öğüt almaz mısınız?’278 Allah Teâlâ ehli, ‘iflas’ mertebesinde bakidir ve her nefes bir delile sahiptir, yoksa onlar, sahip olmadıkları yeni bir bilgiden dolayı işi karıştırmazlar. Çünkü Allah Teâlâ onu bilmediği konuda sürekli inşa eder. Böyle biri, nazari gücüyle hareket eden veya işin başı­nı sonunu düşünerek veya ön düşünceden hareket eden birisi değildir. Nazari araştırma var olan maddelerde olabilir. Bunlar ise, kendilerini Allah Teâlâ’yı bilmekten sınırlayan tanımlardır. ‘Onlar yeniden yaratmadan kuş­ku içindedir.’279 Onlar kuşku içindedir, ‘farkında değillerdir.’280 Kıyamette cennete girdiklerinde, orada gözün görmediği, kulağın duymadığı hiç­bir insanın kalbine gelmeyen mekânlara yerleşirler. Bir yerin düşüncesi sürekli başkalaşma özelliğindeki kalbe gelmemişse, başkalaşma özelli­ğinde olmayan akıl onu nereden bilsin ki? Allah Teâlâ bizi ‘iflas edenlerden’ etsin, bizimle kendilerini hapseden ciddilerin makamı araşma perde koysun.

Varlıkları meydana getirmede ilahi güç sahibi olan ‘tekvin’ men­supları, âlemin olgunluğunu, tertibini, bir şey yaratmaya kalksalardı onun dolduracağı bir boşluğun bulunmadığını gördüklerinde, Allah Teâlâ’nın kendileriyle var olmayan bir şeyi yaratma araşma perde çektiğini anlar­lar. Gerçek yaratma budur. Öyleyse onların yaratmadaki payları, halleri başkalaştırmaktan ibarettir ki, bu hal, sıradan insanlarda da mevcuttur. İnsan ayakta durur, sonra oturur, kalkar, oturur veya durağanlaşır, ha­reket eder, hareketliyse durağanlaşır. Başka bir gücü kalmaz. Çünkü yok olanın (madum) var edilmesi anlamındaki ‘tekvin’ için âlemde boş bir mekân kalmamış, âlemin suretlerinin ve varlıkların cevherlerinin doldurmasıyla boşluk ortadan kalkmıştır. Geride hallerin başkalaşması­nın ortaya çıktığı ‘imkânsız’ kalmıştır. Öyleyse ‘tekvin’ sahipleri adına geride kalan şey, avam mertebeleridir. Bununla birükte onlar ile avam arasmda bir fark vardır: Avam aşıla gelmiş tarzda bir yaratma özelliğine sahiptir. Bunlar ise, farklı bir yaratma tarzına sahiptir. Fakat bu farklı tarz, onlar için ‘alışagelmiş’ bir şeydir. Böyle bir insan, alışkanlıklarında sıradan insanlar gibidir. Vücud (vecd) ve müşahede sahipleri, sürekli ‘Emirden sana ait bir şey yoktur’ makamındadır. Tekvin ehli, söyledi­ğimiz gibi, mekânların dolululuğunu, âlemin olgunluğunu ve bir ilaveyi veya eksilmeyi kabul etmeyeceğini, âlemin en yetkin şekilde yaratılmış olduğunu, kendileri için sadece imkânsızda ve durumları var etmede ta­sarruf imkânı olabileceğini görürler. Bu durum, suretlerde gerçekleşen Hakkın tecellisine benzer. Bunun üzerine, kalpleri kırılır ve acizliklerini görerek, yaratmada sınırlı ve eksik olduklarını ahlarlar. Bu kez ‘yaratma’ yorgunluğundan çıkarak, rahadamak isterler. Bunun üzerine, sırlarına şu ilahi hitap gelir: ‘Rabbinizi görmez mi, gölgeyi nasıl uzatır?281 Bu, ra­hatlık içindir. Uzayan gölgeyle ilgili hitabı duyduklarında, rahata erer­ler. Bir şeyin gölgesi, o şeyin suretine göre ortaya çıkar. Böylelikle Allah Teâlâ, onlarm rahadığını -kendisine değilâleme bağlamıştır. Müflis ise, sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla rahadar, çünkü o, âlemi tüketmiştir, gölgede rahadaması mümkün değildir. Artık âlemin onun üzerinde bir yetkisi ye hükmü olmadığı gibi o, Allah Teâlâ için vardır ve O’nunla beraberdir. Allah Teâlâ bu müflisi rahadatmak isteyince, gölgeyi ‘kendisine kolayca çeker.’ Bu durumda, bir yerden müflisin rahatlığı ortaya çıkar. Çünkü gölge çekildiğinde, ışık çekilmiş olan gölgenin yerini doldurur. O yer müflisin rahadayacağı yerdir. Çünkü ihtiyacı karşısında müflis, ışıkta rahat ede­ceği için güneşi arayan üşüyen gibidir. Tekvin ehlinin rahatlaması ise, ‘Rabbini görmez mi, gölgeyi nasıl uzatır?’282 ayetindedir. Müflis bu ayetten ‘Rabbini görmez mi?’283 ayetine dönerek, işinin başlangıç ve sonunda ‘Sonra onu kendimize çektik284 ayetine yönelir. Öyleyse müflis, işin ba­şında ve sonunda sâdece Rabbini görür. Bu itibarla Allah Teâlâ, müflisin mü­şahedesinde Evvel (İlk), vecdinin sonunda ise Ahir’dir (Son). Tekvin ehli ise, işin keyfiyetinde değil, gölgenin uzamasının bilgisinde kalır. Müflis olanlar gölgeye sadece Hakkın kendisine hitap etmesi yönünden bakar. Bu durum, ‘Gölgeyi nasıl uzatır?’285 ayetinde belirtilir. Böylelikle keyfiyet ile birlikte dururlar ki, keyfiyet ilahidir. Öyleyse onlar, gölge karşısında değil, Allah Teâlâ karşısında durmuşlardır. Çünkü keyfiyet, uzatı­lan şeyin görülmesi değil, onu uzatan sebebin görülmesidir.

Hakk onları bu makama yerleştirdiğinde, onlar da tekvin ehlinin kalplerine, kalplere hayat veren ‘hayat bilgileri’ ulaştırırlar (feyiz). Tek­vin ehli kendilerine bu yardımın geldiğini gördüklerinde, hangi yönden yardımın geldiğine bakarlar ve Allah Teâlâ adamları arasından kâmil olanların yönünden geldiğini görürler. Böylelikle Allah Teâlâ’nın onların üzerindeki (mertebeye yerleşmiş) adamları olduğunu öğrenirler. Onlar, Allah Teâlâ ka­tında takdir edilmiş bilgiye göre, Hakka yakın kimselerdir. Onlar, öne geçen ve ölçüyle iyiliklere koşanlardan olurlar. Söz konusu kimseler, Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdiği gibi, her Hakk sahibine hakkını verirler. Arş bu insanlara ait iken tekvin ehli, ferş’in sahibidir. İstiva, onlara ait iken tekvin ehline ait olan, yaslanmadır, inme onlara ait iken tekvin eh­line ait olan yükselme ve yukarı çıkmadır. Tenzih isimlerinin nitelikleri onların iken tekvin ehline ait olan, teşbih isimlerinin hakikatleridir. Çünkü onlar vasıtasıyla imkânsızda halleri başkalaştırırlar. Tekvin ehli ile iki el arasında bulunan şeylere sahip olan özel yön sahiplerinin özel­liklerinin bir kısmı bunlardır.

Teslim ehline gelirsek, onlar, mücahede ve riyazet ateşinde meşak­kat ve gayret içinde bulunurlar. Yakînin serinliğini veya belirlemeye dönük arzunun hararetini bilemezler. Çünkü arzu ve şevk, ancak bili­nenle ilgilidir ve ancak ‘harf sahipleri için meydana gelebilir. Onlar, an­lamı nedeniyle bir harf üzere, ibadet edenlerdir. Bir iyilik isabet ederse, onunla, yani harften kendisine ilişen iyilik nedeniyle mutmain olur. Söz konusu iyilik, o kişi tarafından bilinen sınırlı bir iyiliktir ve ondan dola­yı (ilgili olduğu) harfe bağlanmıştır. Çünkü harfler pek çoktur. Bu kişi, evini bir uçurum kenarına inşa edene benzer. Bununla birlikte, Allah Teâlâ’nın rahmeti kapsayıcıdır ve nimeti boldur. Alemdeki her varlığın iki yönü vardır: Birincisi rahmetin bulunduğu bâtını yönüyken İkincisi dıştan azap olan zâhirî yönüdür. Bu durum, cennet ile cehennem arasındaki sura benzer. Kulun hali, her varlıktan kendisine bakılan yöne göre deği­şir. Çünkü Hakk kendisini gazap ve rıza özelliğiyle nitelemiştir. Âlem ise O’nun suretine göre var olmuştur. Binaenaleyh zikrettiklerimiz nede­niyle, âlemin O’nun suretine göre olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla âlemde iki kabza, iki el, iki yer, iki şey arasında bir berzah bulunmalı­dır: ‘Her şeyi çift yarattık:286 Çünkü âlem, iki nitelikten yaratılmıştır: irade ve söz. Bu iki nitelik, her varlığın Haktan müşahede ettiği şeyler­dir. Âlem bir neticedir ve netice iki öncülden meydana gelebilir. İlahi çoğalma ve ‘üreme’ denilen şey budur. Bu nedenle Allah Teâlâ, âlemi kendi suretine göre yarattı. Bu durum bütün cinslerde çocuğun babasının su­retine göre var olmasına benzer. Öyleyse âlem, parçaları ve ayrıntıları yönünden ez-Zâhir ismi karşısında organlara benzer. Mana ve mertebe­lerin ayrıntısı yönünden el-Bâtın karşısında ise, sadece eddleriyle bilinen bâtınî ve ruhanî güçlere benzer. Böylelikle âlemin yapısı, zahir ve bâtın olmak üzere ortaya çıkmıştır. ‘O her şeyi bilendir:287 ‘O’ndan başka ilah yoktur, Alim ve Hakimdir.,m

Bu menzilde üç ilahi yönün ve üç mertebenin gerektirdiği hususları açıkladık. Bu mertebelerde âlemde derecelenme ortaya çıkar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunların ilki, rüyalar ilmidir. Baş­ka bir ilim ise, nebevi bir hadiste geçen, alçaltma ve yükseltmenin elin­de bulunduğu ilahi terazinin bilgisidir. O teraziyi Hakk göstermiştir. Özel olarak doğal hareketler, bu menzilden öğrenilir. Bileşiklerin ayrış­tırılması, bu menzilden öğrenilir. Keşif sahibinin heba’yı görmesi, bu menzilden öğrenilir. Filozoflar âlemin suretleri tüm cisimde ortaya çıkmazdan önceki bıı varlığı ‘heyula’ diye isimlendirmişlerdir. İlk ferdi­yet (teklik) bilgisi, bu menzilden öğrenilir. İlahi-ruhani doğal netice, onun vasıtasıyla gerçekleşir. Bu değerli bir bilgidir, ilahi iktidar kime işler, kime işlemez? Bazı mümkünlere niçin işlemez ve onu engelleyen nedir? Acaba iki zıddı bir araya getirmek mi onu imkânsızlaşmıştır? Asd iki zıddı bir araya getiren, hatta onun kendisidir. Güzellik ve çirkinliğin bilgisi bu menzilden öğrenilir. İlki yaratılışın bilgisi, bu menzilden öğ­renilir. Bütün varlıklara yayılan hayatın bilgisi bü menzilden öğrenilir. Böylelikle onlar Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih edebilmiştir. Doğal ve unsuri maddeler bu menzilden öğrenilir. Mebde ve mead ile bunların döndü­ğü ilke bu menzilden öğrenilir. Unsurlar bu menzilden öğrenilir, ilim­lerin mertebeleri ile bileşik olmaları yönüyle ilahi kelimeleri, bu menzil­den öğrenilir. Rakk-ı menşur’da yazılan kitap, bu menzilden öğrenilir. Sayfaların tenzihi ve kitaplar karşısındaki yerleri, onları taşıyanların bil­gisi, bu menzilden öğrenilir. Tanımlarla gerçekleşen farkların bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Varlıkta birden başkası yokken, bu farklar hangi varlıkta gerçekleşmiştir ve neyle farklılaşmışlardır? Yoklukla beslenmek bu menzilden öğrenilir. Hakkın dirilere yakınlığı ile ölülere yakınlığı arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Geri dönüş ilmi, bu menzilden öğrenilir. Her sınıftaki sevap, bu menzilden öğrenilir. Kastettiğim onla­rın sevabının tespitidir. Işık sahipleri ile karanlık sahipleri arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Kul kölesi olduğu kimsenin -mükatip ve ya müdebbir köle olmaksızınne zaman ücretlisi haline gelir? Hakkın büyüklüğünü varlıklarda bulunmaktan tenzih, bu menzilden öğrenilir. Kendisini bilenin o bilgiye sahip olduğu sürece ölmemesini sağlayan sebep bu menzilden öğrenilir.

Bunlar, bu menzilin içerdiği temel ilimlerdir ve sonsuz sayıda alt bölümleri vardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.’

Nimetler ve Belaya Yönelme Menzilinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Âlemleri Rahman (ismiyle) var etti

Kulların rabbi; Rahman için var oldu her şey

Söylediğimi ayetler dile getirdi

Sağlam kitapta ve peygamberler şahittir                                    .

Acı duymak olmasaydı, kimse inkâr etmezdi

Yücelik sahibi Rabbe yemin olsun ki, nimetleri inkâr etmezdi kimse

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarat­tı.’ Âlem de insan nedeniyle O’nun suretine göre yaratılmıştır. İnsan kendisinde bulunmasaydı, âlem ilahi surete göre var olmazdı. Halbuki âlem bulunmayıp geride insan kalsaydı, yine o surete göre var olurdu. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her nefis ölümü tadar289 buyurur. Ölüm nefsin dünya hayatında kendisinde bulunurken yönettiği doğal bedeni yönetmekten uzaklaşmasıdır. Allah Teâlâ ‘Yeryüzü üzerindeki herkes fani, celal ve ikram sahibi Rabbinin yüzü baki290 buyurur. ‘Onun içindeki herkes fanidir’ demedi. Çünkü insan âlemde bulunsaydı, âlemi korurdu. Üzerinde bulununca, ondan soyudanabilmiştir. Bu durum, ilahi tecellinin yeryüzünün üze­rinde bulunan herkesi kuşattığını gösterir. Çünkü fena, kevnî olmayan bir surette gerçekleşen ilahi tecelliden meydana gelebilir. Çünkü tecelli benzer suretlerde de gerçekleşebilir. Bu suretin (ortadan kalkan) suretin aynı olduğu bilinence, tecelli edilen, ‘fena’ özelliğiyle değil, ‘huşu’ duy­ma özelliğiyle nitelenir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e güneşin tutulması sorulunca, ‘Allah Teâlâ bir şeye tecelli edince, o şey huşu duyar’ demiştir. ‘Huşu’ dedik, ‘fena’ demedik, bunun nedeni, duyu ile hayal arasındaki ilişkidir. Bu nedenle hayal, ‘ortak duyu’ diye isimlendirildi. Suretin (o suretin ben­zeri olduğu) bilinmediğinde ise, o olduğunun bilinmesiyle meydana ge­lecek huşuyu meydana getirmez. Fakat tecelliye mazhar olanda bir huşu meydana getirmesi gerekir. Fakat tecelli edilen, onun o olduğunu bile­mez, bilhassa fikirden hareket edenler onu bilemez. Bu, zuhur ve gizli-


lik bilgisinin bir yönüdür. Böylelikle onun o olduğu ortaya çıkmış, zu­hurunda sınırlılık ile gizlenmiştir, dolayıysa onun o olduğu bilinmez. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi tam olan arif insan, Hakkın varlıkla nitelenen olduğunu ve âlemdeki varlıkların hükümlerinin bu hakikatte ortaya çık­tığım bilir. Ya da Hakk, onlarla zuhur etmiştir. Böyle bir arif, neyi gör­düğünü bilir. Bulunduğu mertebe onaylamayı gerektirirse, O olduğunu iddia ederken, onaylar; reddetmeyi gerektirirse, arif susar ve inkâr veya onaylama sözü söylemez. Bunun nedeni, Hakkın o mertebede irade et­tiği şeyi bilmesidir.

İlahi tecelli, ilahi suret üzerindeki kimseyi kendinden siler (fena). Buradan, hakikatin ortadan kalkmadığını, sadece bir soyutlanma ve mülkü yönetmekten uzaklaşma olmaksızın(beden elbisesini) çıkarma söz konusu olduğunu anladık. Bu durum ‘onun üzerinde’ kelimesindeki zamirin yeryüzüne dönmesine bağlıdır. Bu durumda fena, Allah Teâlâ’yı yöne­timini kendisine bağladığı bedeni idare etmekten nefsin uzaklaşmasıdır. Bu gizlenme ve ortaya çıkma, başkasma değil, Rab ismine ait iken hükmü de kendisine döner ve üç kısma ayrılır. Bu zuhur ve gizlenme, iki mertebede ortaya çıkar. Bunun amacı, mal sahibi sahip olduğu hu­susta kendisini vekil edinebilsin. Böylelikle kullanım vekile ait olur. Kul ise, uyku ve uyanıldık gibi bütün hallerinde rahata erer.

Bu hükümdeki diğer kısım, nimedendirilmesi için, âlemin genişliği ve uzunluğunda dört mertebede zuhurun ona ait olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Size zahirde ve batında nimetlerini bolca vermiştir.291 Bu iki hüküm ona âlemin genişliğinde ait iken bir o kadarı da âlemin batınında uzun­luğunda ona aittir. Bu bağlamda âlemin uzunluğu ruhlar âlemi demek iken âlemin genişliği ise cisimlerin suretleri âlemidir. ‘Cisimlerin suret­leri’ dedik, sadece cisimler demedik, bunun nedeni hayali cisimlerin var­lığıdır. Hayali cisimler, kendi mertebelerinde gerçek cisimler olsalar bi­le, sürade başkalaşmaları ve cisimlikleri -kendiliklerinde değilonlara bakanın gözüne raci olmaları nedeniyle, herkese göre cisim değillerdir. Gerçek cisimler ise bakanın gözü nedeniyle değil kendiliklerinde cisim­dir: Bakanların mevcut olup olmaması durumu değiştirmez: Onlar, kendiliklerinde mevcuttur. Nitekim hayali cisim hakkında Allah Teâlâ, ‘Musa yaptıkları sihirden dolayı onun koştuğunu zannetmişti.’292 Demiştir. Hayali cisimler kendiliklerinde cisimdi ve onların koşmada bir hükümleri yok­tu. Musa’nın gözünde ise koşma özelliğine sahip cisim suretinde gö­zükmüştü. Gerçek ise böyle değildi.

Bu zuhur ve gizlenmenin üçüncü hükmü, yedi yüz yirmi mertebe­de ortaya çıkar. Bu sayı, dünya âleminin ilahi iktidardan kabul ettiği sı­nırı bildirir, yoksa ilahi iktidar, eksik veya aciz değildir. Kabul edenin hükmü bunu gerektirir ve varlık ona göre gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın ezeli bil­gisinden habersiz fikir sahipleri, bunun tersini mümkün görür. İmkân, var olanlara Allah Teâlâ’nın onlarm hakkındaki bilgisinden soyudanmış bir dü­şünceyle bakıldığında vardır ve onlar ise gerçekleşmeyle bilinirler. Bu durumda zuhur ve gizlilik mertebeleri, ilahi tecelli ile farklı hükümlerle ortaya çıkan örtünme ve gizlilik arasında yedi yüz yirmi mertebede sı­nırlanmıştır. Zuhur ve gizlilik şeklindeki her iki mertebe arasmda bir berzah tecellisi gerçekleşir. Bu durum ‘Rahman Arş üstüne istiva etti293 ayetinde belirtilir. Bu sayede berzah, iki ucun varlığını korur ve her bir uç ötekinin hükmünü göremez. Berzah iki uçta hükümrandır: kesifi eri­tir, eriyeni kesifleştirir. Her mertebede kendisiyle başka bir mertebede gözükmediği bir hükmü vardır. Alemdeki hükümlerin kendisine göre gerçekleştiği ilke budur. En sonunda el-Varis Allah Teâlâ, yeryüzüne ve üze­rinde bulunanlara varis olur.

Bu mertebenin gereğiyle âlem dünyada gözükecek şekilde ortaya çıktığı gibi -ki bu duyunun algıladığı kısımdırgizlenme şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu kısım, duyunun algılamadığı anlamlar ile gözlerden giz­lenmiş melek ve cinlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gördüklerinize yemin ede­rim.’294 Kastedilen, bize gözükenlerdir. ‘Ve görmediklerinize.’295 Bunlar, bize gizli kalanlardır. Öyleyse âlem, ebediyet ile ezel arasındaki bir ber-

'                                                                                                                         ' '                                                                 ' A

zah gibidir ve onun sayesinde ebed ezelden ayrılır. Alem olmasaydı, iki­sinin hükmü ortaya çıkmaz, iş -birbirinden ayrışmadantek olarak ka­lırdı. Bu durumda âlem, geçmiş ile gelecek arasındaki ‘şimdiki zaman’ gibidir. Şimdiki zaman olmasaydı, gelecek yokluktan ayrılmazdı. İşte berzah bu etkiye sahiptir ve sürekli âlemde bulunur. Berzah iki öncül arasındaki rabıtadır. Bu rabıta olmasaydı, sahih bilgi ortaya çıkmazdı. Allah Teâlâ er-Rahman ismini bütün memleketin yönetimiyle görevlendir­miş, Rab ismini ise, birinci ve genel koruyucu yapmış, ona yaratma, tekvin, iniş ve yükseliş kilidini vermiştir. Rab süvarileri karşılar, onları Rahman’a indirir. Rahman ise, en yüce tahtında (Arş) oturmuştur ve bütün kelimelerinin âlemde nereden ortaya çıktığını bilir. Bu duruma şu mısralarla işaret etmiştik:

Kuran ilmi nasıl da indirir

Rahman ismini, amel ettiklerinde

Öyle ki onlara hikmet verir                                                            '

0 Amel edendir ve de amel

Allah Teâlâ adamları geçmemiştir

Allah Teâlâ’ya itimat etmişler, kendilerine değil

Talep edilen onlar dır, başkası değil!

O’nunla kendilerinden O’na erdiler                                    .

Kastedilen, ‘Rahman Kuran’ı(a) öğretti296 ayetidir. Kuran kelimesi burada mansup gelmiş (Kuran’a öğretti), sonra şöyle demiştir: ‘İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti.’297 Kuran insana indirilmiştir ki, Allah Teâlâ’nın kendisine öğrettiği beyanı ifade edebilsin. Bu beyanı ancak insan kabul edebilir. Kuran’a ayırt etme bilgisi verilmiştir ve âlemde indiği kimse­nin yerini bilir. Böylelikle Kuran, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine inmiş -ki onu Cebrail indirdi-, kıyamete kadar ümmetindeki insanların kalplerine inmeye devam eder. Kuran’ın kalplere inmesi yenidir, eskimez. Bu yö­nüyle Kuran, sürekli bir vahiydir. Peygamber ise bu konuda öncelik sa­hibidir ve insanların kulaklarına ulaştırma görevi onundur. Kuran’ın kalbine indiği ilk kimse de peygamberdir. Kuran insan ile Hakk arasında bir berzah haline gelmiş, peygamberin dilinde daha önce ortaya çıkma­dığı bir surette ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah Teâlâ, her mertebe için başkası­na ait olmayan bir hüküm belirlemiştir. Kuran-ı Kerîm Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbinde ‘tek bir hakikat olarak ortaya çıkmış, hayal onu bedenleştirmiş ve taksim etmiş, dil onu almış, harfe ve sese dönüştürmüş, ku­lağın duymasını onunla sınırlamış ve -Rahman’dan değilAllah Teâlâ’dan ak­taran olduğunu açıklamıştır. Çünkü Kuran’da rahmet bulunduğu gibi kahır ve otorite de vardır. Allah Teâlâ ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun2911 buyurur. Peygamber Kuran’ı kendi diliyle harf ve ses olarak okumuş, bedevi Arap ise kulağıyla peygamberin aktarması esnasında onu duymuştur. Bu durumda kelam, hiç kuşkusuz ki, Allah Teâlâ’ya aittir. Ak­tarma (tercüme) -her kim olursa olsunkonuşana aittir. Dolayısıyla Allah Teâlâ kelamı, zihinlerden (ezber) kalkana ve Mushaflardan silinene kadar, inişinden itibaren harf ve ses şeklinde okunmayı sürdürmüştür. Böyle olduğunda, Kuran’ın inişini kabul edecek bir aktarıcı kalmaz. Bunun anlamı, ilahi surete göre yaratılmış bir insanın geride kalmayışıdır. İn­san bedeni havyan suretinde kalıp ilahi suret soyutlanarak ortadan kalk­tığında, sura üflenir, göklerde ve yerdeki herkes kıyamet vaktine kadar bayılıp düşer. İşte bu, zıddı olmayan zuhurdur ve onun mukabili gizli­liktir. Öyleyse insanların bir kısmı, ilahi isimlerin hakkında verdiği hükme göre, belli bir süreye kadar sınanan ve affedilendir. Bu sürenin sonunda ise ilahi rahmet, Arş’a yerleşen Rahman’dan gelerek her şeyi kuşatır. Nimeder bütün âlemi kuşatır, isimlerin hükümleri izafet ve iliş­kilerle -yoksa karşıdık yoluyla değilâleme yayılır. Bu durumda iş bir sözde söylenilen ‘Ebrar’ın (iyi insanlar) iyiliği Hakka yakınların kötülü­ğüdür’ gibi olur. Daha yakın olanın nimeti en üst nimeti tattıktan sonra yukarı mertebede bulünana verilseydi, düşük bir nimet kendisinde bu­lunduğu için razı olmayarak değil, büyük nimeti kaçırdığı için acı du­yardı. Bu, ilahi isimlerin hükümlerinin sürekli kalması için, karşılık ilişki ve izafet azabıdır. Yüksek konum sahibi birini düşün. Söz gelişi başka bir hükümdarın yönetimden uzaklaştırıp bir vali olarak görevlendirdiği ve kendisine emir ve yasaklar verdiği bir hükümdarı düşün. Onun bu yeni valilik görevini önceki göreviyle karşılaştırırsan, belayla karşılaştı­ğını söylersin. Bununla birlikte emir verme ve yasaklama yetkisine sahip bir vali olması itibarıyla mertebe ve rütbe sahibidir. İsimlerin hükümle­rinden bu kadarı, ahiret hayatında bakidir. Çünkü isimlerin varlıktan kalkması mümkün değildir. İlahi isimler, isimlendirilenin beka sahibi olması nedeniyle kalıcıdırlar.

Bilmelisin ki, ele aldığımız zuhur bahsinde, zuhur eden varlık iki kısma ayrılır: Birinci kısmın zuhuru özeldir. Hakk yönünden, onun zu­hurunun dayanacağı bir durum yoktur. Diğerinin ise, Hakk yönünden kendisine dayanılan bir durumu vardır. Bu ise bilhassa insan-ı kâmil adına geçerlidir, çünkü ilahi suret bulunduğu her yerde kendisini koru­duğu için, onun zuhur ve itimat imkânı vardır. İnsan-ı kâmilin dışında­ki insan veya felek, melek, bitki gibi varlıklar ise sadece zuhur edebilir. Bütün bunlar, Hakkın insan-ı kâmile verdiği nimederdir. Dolayısıyla insan-ı kâmil olmayanların zuhur imkânı vardır, itimadarı yoktur. Çün­kü onlar, özü gereği gaye değillerdir. İnsan-ı kâmil ise, bizzat maksattır, çünkü o, ilahi suretin zahiridir. Allah Teâlâ ise, Zâhir ve Bâtın’dır. Dolayısıyla zuhur eden bâtın olandan başkası değildir. Öyleyse insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’nın baki olması nedeniyle baki iken onun dışındakiler Allah Teâlâ’nın ‘baki kılması’ nedeniyle bakidir. Baki kılınan bir varlığın durumu baki olan varlığm durumundan farklıdır! Baki olanın varlığı sürekliyken Allah Teâlâ’nın baki kıldığı -kendisi değilbenzerlerin yenilenmesiyle süreklidir. Böyle­ce nimet gören nimet görme halindedir. Nimeder de sürekli ve daimi olarak ona gelir.

Allah Teâlâ’nın her şeyi çift yaratması, âleme insan-ı kâmilin yaratılışının üstünlüğünü bildirme amacı taşır. Bu sayede onun üstünlüğünün yara­tılışa bağlı olmadığı öğrenilir. Çünkü insan-ı kâmil olan ile özü gereği çift kabul etmeyen ve yaratılmayan zuhur etmiştir. Böylelikle varlık, Hakkın suretiyle zuhur eden insan-ı kâmili içermiş, ilahi suret için (o surete göre yaratılan insan-ı kâmil) çift haline gelmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem’i kendi suretine göre yaratmış, bu durumda varlıkta iki benzer suret olmuştur. Bu durum, aynaya bakan insanın sureti gibidir. Ayna­daki suret, ne bakan insanın suretinin aynı ne ondan başkadır. Fakat parlak cisim, kendisine bakan insanın bakışıyla ortaya çıkan sureti yansı­tır. Bu nedenle suret -bakan nedeniyle değilaynanın değişmesiyle deği­şir. Öyleyse hüküm -tecelli edene değiltecelli edilen yere aittir: Aynı şey, insanın mertebesi hakkında geçerlidir. insan ilahi sureti kabul edin­ce, insanın sureti, bütün yönlerden tecelli eden Hakkın hükmüne sahip olarak ortaya çıkmamış, tecelli edilen yerin mertebesinin hükmünü ka­zanmıştır ki, o da, imkândır. Bu durumda (insanın kazandığı ilahi sure­tin durumu), kendisi nedeniyle zorunlu olan varlığm mertebesinden farklıdır. Böylelikle insanın sureti için miktar ve de Zoruiılu’nun kabul etmediği şekil vb. durumlar ortaya çıkar. Binaenaleyh Hakk, (insanın mertebesi anlamındaki bu) aynaya bakandır. Öyleyse o, bütün hakikat­leri bakımından O’dur. Fakat miktarı ve şekli yönünden O değildir. İmkân mertebesinin etkisi yönüyle, suretin aynadaki şekli, büyüklüğü ve küçüklüğü değişir.

Suret ile zuhur eden, (aynaya) bakan kimsenin -ki tecelli edilendirbakış yerinde bulunur. Bu nedenle suret, zuhur yerine ve bakışa nispet edilir. Böylece zuhur eden suret, bakan kimse ile mahal (ayna) arasında bir berzahtır ve o ikisinden her birisinin kendisine etkisi vardır. ‘O iki­sinden inci çıkar.’ Bu, büyük cevherdir. ‘Ve mercan çıkar.’ Mercan, kü­çüğüdür ve mertebenin etkisidir. İnsan-ı kâmil’in zuhurunun çift olması hakkında Allah Teâlâ ‘O’nun benzerinin benzeri bir şey yoktur299 demiştir. Yani O’nun (Hakk) benzerinin (insan-ı kâmil) benzeri bir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, O’nun suretinde var olması nedeniyle kendisine benzeyen varlık, benzer kabul etmez. Başka bir yorumda ise ilahi surete göre var olan, misal kabul etmez. Birinci anlama göre ayet, benzerliği bütün yönlerden Hakk’tan olumsuzlamıştır. Bunun nedeni, (tecelli edilen) ma­hallin kendisinde meydana gelen surete etkisidir. Bu mahal tecelliye şe­kil ve miktar gibi tecelli eden Hakkın zatında kabul etmeyeceği bir ta­kım etkiler yapar. Tecelli eden (Hakk) bu özelliklerle zuhur ederse, bu durum, mümkünün hakikatinin ona kazandırdığı hükümlerden kaynak­lanır. Diğer yorumda ise ayet, benzerliği zuhur eden suretten olumsuzlamış, âlemde herhangi şey, herhangi bir benzerlik yönüyle (ilahi) sure­te benzememiştir. Bir surette iki çift bulunduğunda, bu durum, ‘Her bir şeyden iki çift yarattık300 ayetinde belirtildiği üzere ‘yaratmayla’ olabilir. Çünkü asıl olan, çifti kabul etmiş, onun sonucu fer’de ortaya çıkmıştır. Fakat asıldaki hüküm, fer’deki hükümden başkadır. Bu menzilin hü­kümlerinden biri budur.

Şimdi ise, kitapta daha önceki menzillerde yaptığımız gibi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim: Birincisi, isimlerin mertebesinin bilgisidir. Kuran hakkında anlayış bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Her şeyin ko­nuşması ve kendisini açıklama mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Sayı ilmi, bu menzilden öğrenilir Alemin ortak olduğu nitelik ve mertebeler, bu menzilden öğrenilir Alemler arasındaki farklar, mertebelerin ve za­manların değişmesi nedeniyle hükümlerin değişmesi, bu menzilden öğ­renilir. Bir şeriatta hakikat olan, öteki şeriatta geçici nesih nedeniyle ba­tıl olabilir. Bunun hakikatine inanmak zorunludur. Haktan Hakka dönmek ve bu konuyla ilgili kınama ve övgü, bu menzilden öğrenilir. Analardan ibaret olan türeyenlerin âleme niçin yerleştirildiği, varlıkların anaların ve babaların çocukları olmaksızın niçin meydana gelmediği, anaların taşıdığı ve çocukların yararına olan hususlar, bu menzilden öğ­renilir. Zâhirî ve bâtınî nimederin ortaya konulması bu menzilden öğ­renilir. Niçin nimet nankörlük halinde kaybolmaz, fakat şükür nedeniy­le artar? Diğer canlılardan başka cin ve insanların yaratılışı, bu menzil­den öğrenilir. Örtü ve tecelli, bu menzilden öğrenilir. Bu tecelli nede­niyle âlemden daha mükemmeli mümkün olmamıştır, çünkü tecelli, tüm mertebeleri kuşatır. Dolayısıyla sadece benzerler var olabilir ve il­keleri koruyan varlık kemaline bir ekleme olamaz. Eşya arasındaki ay­rımlar ve makul veya duyulur iki şey arasındaki ayrım, bu menzilden öğrenilir. Bu, gölge ve güneşi ayıran çizgi gibidir. Bu ayırıcılar neye dayanır? Ayrılan iki şeyin varlığına mı, başka bir şeye mi? Varlık harfle­rinin içerdiği anlamlar, bu menzilden öğrenilir. Alamet olan şeylerin neye alamet oldukları, bu menzilden öğrenilir. Fena ve beka bu menzil­den öğrenilir. Hakkın şimdiki zamanda zuhur eden şeylerdeki fiili, bu menzilden öğrenilir. Aklın Hakka izafe etmeyi reddettiği niteliklerin Hakka nasıl izafe edileceği bu menzilden öğrenilir? İlahi çadırlar ve bunların içerdiği kapılar, bu kapıların kendisinden çıkmak isteyenlere açacakları şeyler, o kimselerin niçin çıkacakları, bu menzilden öğrenilir? Çıktıklarında neyi göreceklerdir ve onları çıkartan sebep nedir? Ceza­landırma ve azap, bu menzilden öğrenilir. Niçin ‘ikab’ ve ‘azap’ diye isimlendirilmiştir? Mele-i ala’nıri, hatta Mele-i evsafın yerinin kendisine döndüğü şey, bu menzilden öğrenilir. Dilsizlik, âlemdeki susma ve se­bebi, bu menzilden öğrenilir. Alametler konuşan için söz ve ifade yerini alır mı, almaz mı? Söz gelişi, harflerin ve kelimelerin belirli bir düzen­lemeyle ifadesi olmasa bile, mucizeler ve hal karinesinden bilinen ko­nuşma gibi. Alamederin eşyaya verdikleri hükümler, bu menzilden öğ­renilir. Eşyanın eşya arasında gidip gelmesi, makam ve hallerin neticele­ri, uhrevi âlemde çift olmanın hükmü, sebepten sonuca ulaştıran sebep­lerin bilinmesi, zevk ve fikir ilmi bu menzilden öğrenilir. Haktan insana çift olması yönünden, yani ilahi sureti çift yapması yönünden -yoksa âleme benzer olması yönünden değilgelen şeylerle haz almak, bu menzilden öğrenilir. Hakkın tecellisiyle başkasına bakmaktan engelledi­ği kimsenin durumu buradan öğrenilir; halbuki ona güç yetirebilir ve o fena halinde değildir. Gayret ve ilahi koruma perdesinin ardındaki sırlarm makamı, bu menzilden öğrenilir. Teşbih ve tenzihin bilgisi bu men­zilden öğrenilir. Benzerlerle cezalandırma altını altınla kıyas etmek gi­biilmi, bu menzilden öğrenilir. Dünyada böyle bir şey, faiz diye isim­lendirilir. Karşılaştırma ilmi, bu menzilden öğrenilir. Benzerler arasmda kıyaslama neye göre gerçekleşir? Buraklar, refrefler, ağaçlardaki yuvalar ile isralar arasındaki farklar, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kabzasında genişletme, genişletirken daraltma, bu menzilden öğrenilir. Bu hallerin

sahibinde meydana gelen artışın niçin meydana geldiği, bu menzilden öğrenilir.

Bunlar, bu menzilin içerdiği bazı ilimlerdir. Bunların alt bölümleri ise, sonsuza değin çoğalır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştı­rır.’  .

ÜÇ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

Hilal Karşısında Kamer, Onun Dolunay Karşısındaki Yerinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Nuh’a bak, Ad’a bak da bir                                                           ,

Salih’ten ibret al, sonra Lut’ave düşün

Onlara şefkatle ve samimi söz söyle,

Onları çağır,‘Sizde öğüiçü var mı?’diye

Varlıkta O’ndan başkası yok

‘Yoklukta’sabit bir varlık yok                                              .

Varlık O’nun, bizim değil, bir yönüyle de O bizim O’nun değil bir yönüyle

Bize tecelli eden suretler nerde?

Onlar gitmiş, başka suretler yerlerini almış

Gaybte gitseydi, aynı yok olurdu

Fakat baş gözüyle görülürdü                                                                  .

Ya da yok olur da yokluktan göremezdin                                  .

Oluş fiilen var oldu've O’nun zahiridir

Yokluktan çıkan şeydir o

Fakat o Hakkın varlığından zahir oldu, perdelenmez

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana yardım etsin, kamer (ay), ışığın artması ve eksilmesi esnasında ‘hilal’ ve ‘dolunay5 diye isimlendirilen şeyler arasın­da ara ve berzah makamıdır. İki uçta kendisini görmek nedeniyle sesler yükseldiğinde, ‘hilal’ diye isimlendirilmişken dolunay diye isimlendiril­mesi, görenin gözüne ışığın yayılmasından kaynaklanır. Kamerin bu iki hükmün dışında bir yeri yoktur. Bunun istisnası, güneşin ışınları altında gözlerin algısından gizlendiğinde gerçekleşen dolunay halidir. Bu ışın­lar, gözler ile ay arasına girerek ‘mahk’ diye isimlendirilir. Bununla bir­likte güneşe bakan yönden, dolunaydır' Nitekim güneşin kendisini sile­cek şekilde gözükmediği durumda bize bakan yönü dolunay diye isim­lendirilir. Bu iki makam arasında kendisinde ortaya çıkan ışığa göre di­ğer yönde eksilme gerçekleşir, iki yönden birisiyle gizlenmesi ölçüsün­de, diğer yönden ışık vasıtasıyla gözükür. Aydaki bu durum, felek kavi­sinin eğikliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla ay (bir yanıyla) sürekli do­lunay ve (bir yanıyla) sürekli tutulma halindedir. Bu, Allah Teâlâ’nın kendisini bilenlere öğretmek istediği sırdan kaynaklanır. Allah Teâlâ onlara bu örneği verdi ki, buradan insan-ı kâmili ve Allah Teâlâ’yı bilmeye koyduğu alamedere geçebilsinler. Çünkü insan-ı kâmil, O’nun suretine göre yaratılmıştır. Onun hallerinin bu surette başkalaşması, kendisinde gözüktüğü merte­belerin başkalaşmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Aya menziller takdir etti.’30' Halbuki onu doluniay veya hilal diye isimlendirmedi, çün­kü bu iki halde onun bir, daha doğrusu ikiden fazla menzili yoktur. Dolayısıyla ‘menziller5 kamer (ay) hakkında geçerli olabilir. Bu bağlam­da kamer için ‘sarkma’ ve ‘yaklaşma’ derecesinden söz edilebilir. Kamer, gayb (gizlenme) mertebesine girerken ve oradan görülür Hakk gelirken, (ışıktaki) artışı ve eksilmeyi kabul eder.

Allah Teâlâ kamer’i ‘bölünme’ ve ‘parçalanma5 özelliğiyle nitelemiştir. Bu ise, insan-ı kâmilin ilahi surete göre zuhur etmesi demektir. Bu surede zuhur ederek insan, ilahi sureti ikiye bölmüştür. Onun sureti, iki şekil­dedir: Birincisi, kamerin iki parçaya bölünmesidir. Bu durum, sahabe­den gelen rivayette yer alır. Rivayete göre, Arapların bir grubunun doğruluğuna mucize istemesi üzerine kamer parçalanmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oradakilere ‘şahit olun5 demişti. Allah Teâlâ ise ‘Kıyamet yaklaştı, Kamer parçalandı302 buyurur. Ayette Arapların talep ettiği parçalanma mı ger­çekleşti? Bilinmez. Gerçi gayetin zahirinden anlaşılan budur. Çünkü parçalanmanın ardından ‘Her ayet gördüklerinde, yüz çevirir ve sürekli bir

sihirdir o derler303 denilir. Ayın parçalanmasını gördüklerinde de aynı davranış ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberi oradakilere ‘şa­hit olun’ demişti. Bu, ‘talebinizin gerçekleşmesine şahit olun’ demektir. Onlar gözükene şahitlik edebilirlerdi. Acaba vuku bulan hadise gerçekte de öyle miydi yoksa bakanların gözüne mi öyle görünmüştü? Bu du­rumun kesin olarak bilinmesi mümkün değildir. Çünkü ihtimal, gözün görmesinde olduğu gibi, gerçekte de gerçekleştiğinin haber verilmesiyle ortadan kalkabilir. Haber verenin sözü, tartışmaya açıktır. (Peygamber­den ayı bölmesini isteyen) Araplar talepleri gerçekleştiğinde itiraz et­meyeceklerini şart koşmamışlardı ve dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den ta­lebin gerçekleşmesinden daha çoğunu yapması beklenemezdi. Sonra, insanlar farklı bölgelerden gelerek ayın o gece parçalanmış olduğunu bildirdiler. Bu nedenle Allah Teâlâ, kâfirlerin bu mucizenin ‘devam eden bir sihir’ olduğunu .söylediklerini aktararak ‘Sabit bir iş’304 demiştir. Öyleyse kamer (ay), berzahta bulunmasaydı, hilal veya dolunay haline gelmeye­ceği gibi tutulma ve açığa çıkma özelliğini de kabul etmezdi. Sürekli si­hir, yerleşik olan her işin hükmü altına girer. ‘Hakk ile bölünme’ ve bil­gideki bilgisizlik, budur. Bu durum ayette ‘Onların bilgideki derecesi bu kadardır305 ayetinde belirtilir. Ayette onu bilgi olarak ifade etmiştir.

Bilmelisin ki, ‘nazar’ ve itibar, ortaya çıkan sır ve bilgilerle ilgilidir. Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde, ‘basiret sahipleri ibret alın’306 demiştir. Yani göz nurunun verileri olan algılardan ve hükümlerden kalp gözleri­nizin müşahede yoluyla algıladığı şeylere geçiniz. Kalp gözleri daha yetkin ve güçlüdür. Ya da fikirden ona geçin. Bu ise, yüce mertebeden daha aşağıdaki görmedir. Her ikisi de görünenden gizli kalana ve bâtın olana geçmek demektir. Bunlar ‘tefekkür eden toplum için ayetlerdir.’307 Aynı zamanda onlar ‘takva sahipleri için ayettir.’ Takva sahibi, öğretim işini Allah Teâlâ’nın üsdendiği kimsedir ve onun bilgisine kuşku giremez. Te­fekkür yolunu kullanan ise, yaratılmış bir güce bakar; bazen doğruyu bulur, bazen yanılır. Doğruyu bulsa, ona doğruyu veren gücün kullan­dığı yöntemlerdeki farklılık nedeniyle yine kuşkuya düşebilir. Takva sa­hibi, basiretlidir. Tefekkür eden ise göz Ve basiret sahibi arasında durur; , yalnız başına gözle yetinmezken, basirete de ulaşamaz.

Bu menzilden, tıpkı kardeşleri olan diğer menzillerde yaptığımız gibi, bir meseleyi zikredelim. Bu, değerli ve üstün bir menzildir ve bu yolda nur menzili diye isimlendirilir. Çünkü Allah Teâlâ onu nur yapmıştır,

fakat ışığının sürmesi için yağm yardımına muhtaç olan ‘sirac (kandil)’ yapmamıştır, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘aydınlatıcı bir sirac idi.’308 Bunun anlamı, yardıma muhtaçlıktır ki, yardım vahiydir. Allah Teâlâ onu aydınlatıcı yapmış­tır, yani yardımı kabul istidadına sahip olması nedeniyle ‘ışık sahibi’ yapmıştır. Bu yönüyle, o fitilin başındaki ateşe benzer. Fitilden duman yayılır ve ışık kandilden fitilin başma doğru iner ve onun gibi bir kandil ortaya çıkar. en-Nur ilahi isimlerden biriyken Allah Teâlâ’nın ‘sirac’ şeklinde bir adı yoktur. Çünkü O’nun nuru bir şeyden yardım almaz. Bu bakış açısıyla, güneş karşısında ayın yerini öğrendin. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Kameri onların içinde nur yaptı, güneşi sirac yaptı.’309 Siracın nuru sı­nırlıyken, kamerin nuru sınırsızdır. Bu nedenle bütün ışıkları içersin di­ye, belirsiz gelmiştir. Her kandil (sirac) nur iken her nur sirac değildir.

Bilmelisin ki, ilahi sureti hakka’l-yakin bilmenin (tahakkuk) bir yö­nü şudur: Mutlak bilgi, bilinenlerle ilgisi yönüyle iki kısma, ayrılır. Bi­rincisi, âlemin takva yoluyla Allah Teâlâ’dan aldığı bilgidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir’310 ayeti ile Hızır hakkında söyle­diği ‘Ona katımızdan bilgi öğrettik311 ayetinde belirtilir. Diğeri ise, Allah Teâlâ kendisini yükümlülükle sınadığında, yaratılmıştan aldığı bilgidir. ‘Sizi deneyeceğiz, ta ki, öğrenelim:312 (Allah Teâlâ ile yaratıkları arasmda) surette bir ortaklık olmasaydı, yaratıklarının bilgisinin yaratılmış olması gibi bir hükmü, kendisi hakkında vermezdi. İnsan Hakkın suretiyle ortaya çı­karsa, Hakkın hükmünü kazanır. Bu durumda Hakk, onun duyması ve görmesi olur. Artık kul Hakk vasıtasıyla duyar ve hiçbir sesi kaçırmaz; Hakk vasıtasıyla görür, hiç bir şeyi gözden kaçırmaz. Görülen veya du­yulan şey, var veya yok olabilir, insan Hakkın suretinde olmadan Hakk insanın suretiyle gözükseydi, Allah Teâlâ hakkındaki hüküm insanın sureti -ki Hakkın sureti onda tecelli etmiştir-hakkındaki hükümle bir olurdu. Bu durumda Allah Teâlâ’ya insana nispet edilen hareket, yer değiştirme, yaşlanma, gençlik, sevinmek, öfkelenmek, razı olmak gibi fiiller izafe edilirdi. Bu iki bilgi türü hakkındaki söylediklerimiz nedeniyle Allah Teâlâ varlıkta iki ki­tap yaratmıştır: Birincisi ‘ana’ diye isimlendirdiği kitaptır. Onda varlığı kabul eden ve var olan şeyleri el-Mukit isminin hükmüyle yazar. Bu ki­tap, takdir (özelliğine) sahiptir ve onda mümkün varlıklar ve onlardan meydana gelen şeyler bulunur. Diğerinde ise yükümlülerden meydana gelen şeyler bulunur. Yükümlülük devam ettiği sürece, yazı da sürer ve yükümlülere karşı Allah Teâlâ’nın delili ortaya çıkar. Allah Teâlâ onları bu kitap saye­sinde sorgular, yoksa ‘ana’ diye isimlendirilen diğer kitap vasıtasıyla sorgulamaz. İşte bu, Hakk ve Mübin (açıklayıcı) olan önderdir. Allah Teâlâ onunla hüküm vermiş, kitabında peygamberin Rabbine şöyle demesini emrettiğini bildirmiştir: ‘Hakk ile hüküm ver.’313 Burada o kitabı kast eder ve o sayım kitabıdır. ‘Küçük-büyük her şey, onda sayılmıştır.’314 ‘Küçük bü­yük her şey yazılmıştır315 Bu ana kitapta -ki Zebur’dur ve anlamı yazı demektirhakkında hüküm yerilen şeydir.

Kitapların türleri çok olsa bile, Mevakiü’n-nücum’da onları sınıfla­dık. Bu türler, iki kitapla sınırlıdır, iki kitabın var edilmesi, her şeyin çift yaratılmasından kaynaklanır ve bu nedenle Allah Teâlâ iki kitap belirle­miştir. Allah Teâlâ ikinci kitap nedeniyle el-Habir, ‘ana kitap’ nedeniyle elAlim diye isimlendirilir. Öyleyse Allah Teâlâ, birinciyle el-Alim ikinci nede­niyle el-Habir’dir. İşlerde hüküm sahibi olan kaza, eşya hakkında ‘şöyle olsun’ diye hüküm veren ‘ilahi hüküm’ demektir. Kader ise, sayesinde herhangi bir varlıktan başkasına ulaşan bir maslahatın meydana geldiği şeydir. Misal olarak Allah Teâlâ ‘Külları için rızkı yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yaparlardı316 ayetini verebiliriz. Taşkınlık bolluktan meydana gelmişse, onlara karşı delil ortaya çıkmaz. Fakat Allah Teâlâ dilediği miktara göre onu indirir. Binaenaleyh Allah Teâlâ indirdiği her şeyi, dilediği belli bir ölçüye gö­re indirir ve her şeyi bir ölçüyle yaratır. Taşkınlık kudret var iken ger­çekleşirse, yaratıklara karşı delil meydana gelir. Çünkü onlar, yeterli öl­çüde yararlandığı halde, başkasının sahip olduklarından yararlanmasını engeller. İlavede başkasının yarar ve maslahatının bulunduğu bilinmeli­dir ve Allah Teâlâ ihsanı nedeniyle onu ‘borç’ saymıştır. Borç, varlığının bağlı olduğu kendi rızkında olamaz. Allah Teâlâ, bu sadaka fiilini kullarının genel maslahatlarından biri saymış, bu bağlamda ‘bir kısmını diğerlerinden üstün yapmıştır ki, birbirlerine hizmet etsinler.’

Allah Teâlâ kendisini kulların mertebesine indirince, onların hükümlerini kendisine uygulamıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ onlar hakkında ancak ken­dilerine göre hüküm vermiştir ve bu durum Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ke­sin delilinin bir tezahürüdür. Bu durum ‘Uygun bir karşılık’,317 ‘Yaptıkla­rına karşılık..,’m ve ‘İşlediklerine karşılık319 gibi ayetlerde belirtilir. Öy­leyse yaratılmışlara kendi amelleri azap etmiş olduğu kadar nimete (ve­sile) olan da kendi amelleridir. Öyleyse onlarda kendilerinden başkası hüküm vermemiştir ve bu nedenle sadece ‘kendilerini kınamalıdırlar.’ Allah Teâlâ şeytanın sözünü aktarırken şöyle der: ‘Hüküm verildiğinde, Allah Teâlâ size vaatte bulundu, ben de size vaatte bulundum, siz verdiğiniz sözden döndünüz, sizin üzerinizde bir otoritem yoktur.’ Yani bir delilim, bur­hanım ve gücüm yoktur. ‘Sizi davet ettim, siz de bana uydunuz320 Her davetçiye uyulması gerekmez. Bu nedenle peygamberin davetinin doğ­ruluğu hakkındaki mucizeler, davetin Allah Teâlâ’nın daveti olduğunu ispat eder. Şeytan ise, kendilerini davet ettiğinde insanlara delil gösteremez. Bu durum ‘Sizin üzerinizde otoritem yoktur3J1 ayetinde belirtilir. Şaşılır şey! İnsanlar burhan açıkça ortadayken, Hakkın davetini inkâr etmiş, onu reddetmiş, burhanı olmayan şeytanın davetini kabul etmişlerdir. Şeytan olara ‘Beni değil; kendinizi kınayın22 demiştir. Bu, onun ikinci ki­taba bakarak söylenmiş bir sözüdür ve o kitap sayesinde insanlara karşı delil ortaya çıkar. Şeytan Ana kitaba ve ilk Zebur’a baksaydı, ‘kendinizi kınayın’ demezdi. Hüküm birinci kitaba aittir, ikinci kitabın hükmü onu talep eder. Kader ise, ikinci kitaba aittir. Her ikisi de sınırlıdır, çünkü mevcuttur. Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki bilgisini, yazılı bir kitap sığdıramaz veya rakk-ı menşur veya Levh-i mahfuz onu içeremez. Onu yüce bir kalem de yazamaz. Öyleyse ‘başta ve sonda hamd ve hüküm, Allah Teâlâ’ya aittir. O’na döneceksiniz.”23 Yani hükme döneceksiniz ve kaza, bu demektir. ‘Ona’ zamiri hükme gider. Çünkü hüküm, zikredilen en ya­kın şeydir ve zamir uzağa gitmez. Bazen hal, karinesiyle yakındakini aşabilir. Kuran’ın kendisiyle indiği Arapça dili bu bilgiyi verir. Öyleyse kaza kader üzerinde hüküm sahibiyken kazanın kader üzerinde hükmü yoktur. Onun hükmü takdir edilendedir ve o kazanın hükmüne bağlı­dır, Öyleyse kaza, hakim iken kader vakti belirleyendir. Kader, el-Mukit isminden hareketle eşya hakkındaki vaktin belirlenmesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ her şeyi mukit’tir.,32i       .

Bu menzili Konya’da geçirdiğim bir gecede müşahede etmiştim. Ondan daha çetin bir gece yaşamamıştım. Bunun nedeni, menzilin hükmünün, gücünün otoritesinin etkisiydi. O gecedeki eksiklik nede­niyle Allah Teâlâ’ya hamd ettim. Bir sürekliliği olmamıştı, sadece takdir edil­miş bir işin gerçekleşmesiydi. Kendime döndüğümde, elime düşmüştü. Allah Teâlâ’nın bana indirdiği ve benim için takdir ettiği şeyi gördüm, eşya hakkındaki kaderini ayırt ettim. Onu Allah Teâlâ yolundaki kardeşime yazdım ve yaşadığım macerayı anlattım. Zaten böyle yapmak, kardeşler arasın­daki bir alışkanlıktır. Daha önce bana durumumu kendisine ayrıntılı an-

latmamı isteyen bir mektup yazmıştı. Böylece benim anlatma arzum onun talebi kesişti ve kendisine durumu bildiren bir mektup yazdım: ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla. Dostun, dostunun hallerini ran mektubu geldi!’

Ey efendilerin efendisi Şihabüddin İlgiyle halimi açıklamamı istedin ya

Ben köleler arasından kovuldum Ben vuslattan engellenen biriyim

Kadehine asi oldum kadrimi bilemedim .

Ben taşkın haddinde bir itaatkârım artık

Onlarm üzüntüsünü hicrana attım ta ki İşler birbirine karıştı

Bana oklarını atar, ben de ona Adamların yaptığı gibi davranırım

Kapıda durdum, şikâyet ediyor ve ağlıyorum Dostlarını kaybetmiş biri gibi

Rabbimin hakkını zayi eden bir kulum Ya ze’l-celal! Beni nasıl zayi edersin

Güzel ahlak göstermek senin işin Af da keremin bir parçası!

Galen’in kitapları başka bir şey için mi yazılmış?

Ağır hastalıklar tedavi etmekten gayri?

Mukavvim oklarını biriktirir Çatışma gününde korunmak için

Kul/köle kötü bir kul olunca Artık fazilet efendilerin düsturu

Benim sözüm, kendimi cezalandırmam Nasıl sensiz dalalette kalırım ki?

Acizliğimi ve zayıflığımı sorsaydın ‘İmkânsız saydınız’ diye bir söz söylerdim

Acizlik halinde duruyorum işte Mahcup ve utangaç bir biçare

Hüsnü zan istedim ondan kendim için Dilek ve ricada ısrar ederek

Doğa kötü bir doğa olunca Hüsnü zan iyi hasletlerden sayılır

Senin varlığınla Umudum birleşti                               ;

Artık onunla bir olunca, önemi yok bir şeyin <

Bilirim ki, günahım yükselseydi                          ,

Yine de affının karşısında değersizleşirdi

Bilgimden önce ihsanınla yükselmiştim Gerçek bilgiden sonra ise zelil oldum

Beni destekledin, kolaylaştırdın işimi

Tevhit bilgisiyle, ki söze gelmez                             ,

Bir çocuğun sığınmasıyla, Rabbim’den temenni ettim Davranışlarımdaki kötülüğü kovayım onun vikayesiyle

Müşahede ettiğim güzelliği müşahede edeyim Hayalin görmesinden münezzeh bir güzellik

Sınırlı suretlerden münezzeh Gerçek bir benzerden münezzeh

Onu görürüm, beni de görür O, ve fani olurum Kemal içinde kemal onun içinde kemal!

Beni müşahedede rahatlık tutar                  , ,

Esaret bağından kurtulan köle gibi


Benden başkası güzellikten haz almaz

İnayetin ve,iyi halin güzelliği o

Hilaller gördüm, güneş gibi doğan

Güneş nerede, hilalin ışığı nerede!                                              . ,

Karanlıklar kaçtı, yok artık karanlık

Ayrılık vaktine kadar, gece de yok

Cismimin gecesinden kurtuldum, inayetiyle

Gündüz gecelerden sıyrılır gibi

Mahv ayrılığın ispatı oldu

Nur ise vuslatın delili

Vuslattan sonra; sözümü dinleyin

Beni gölgeyle birlikte secdeye davet etti                                          .

Dostun yolunda harekete geçmek isteyip hakka’l-yakin ulaştığı şey­lere (tekrar) nüfiız etmek istediğinde, güçlükler ona direndi, araştırma güçlüğü işini zorlaştırdı. Bu güçlük, kendisiyle müşahede ve gayeye ulaşma arasında, varlığın hakikatlerini kesin olarak öğrenme arasında perde oldu. Bunun üzerine bu güçlüğün, kılıcı keskin kaderin güçlüğü olmasından korktum ve onu kurtulması güç bir iş olarak görerek ka­vuşmak istediğim gaye arasında bir engel saydım. Bu nedenle, fecri ol­mayan ve içinde neler barındırdığını bilmediğim bir gecede gayenin aşağısında kaldım. Bu nedenle bağlılık ipini talep ettim, sağlam ipe sa­rılmak istedim -ki o ip İslam (teslimiyet) ipidir. Bunun üzerine bana şöyle nida edildi: ‘Var olduğun sürece, talebine devam et.’ Bu talep üzerine anladım ki, ben, bir misal suretinde bulunuyorum ve hayali bir mertebede görünmekteyim. Bedeni yönetmem henüz kesilmemiştir, ruhumun ondaki hükmü, ortadan kalkmamıştır. Bu nedenle, hisse döndüğümde, iflasımın ortadan kalkmasıyla sevindim. Gördüğüm şeyi şiire çevirdim ve kalbimde bulduğum bazı halleri dostuma hitap etmek üzere yazdım. Dostum söylediklerime baktığında, onlara güvenmelidir. Allah Teâlâ’nın tuzağından, güvenmekten de sakınmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından ancak hüsrana uğrayan bir toplum güvende kalabilir. Öy­leyse dinle ve benim dilimde söylenen söze kulak ver! Şöyle denildi:


Bir güçlük karşıma dikildi Seferde yolun ortasında

Güçlüklerden sefer ettim . Taşkınlığa giden veya kâfir olan kimsede

Onun aşağısında, cehennem var Karanlık ve ateşle dolu                    .

Öfkeden atılır yüzlerine Günahkârların kötülükler

Sıcakları kaynamış,

Çatısı ise parçalanmış

Güneşi dürülmüş , Yıldızları dökülmüş       /

Geldim ki, size haber vereyim                      ,

Haberin anlamını öğrenin diye

Demeyin o kimseler gibi ' ‘Korkutmak fayda vermedi’ diyenler

Onların işi nasıldı dersen ‘Duymuşlardı fakat öğüt almadılar’ ,

Dediler ki, bir davetçi çağırdı size Bilinmeyen bir şeye

Korkuyla çıkarsınız Yayılmış çekirgeler gibi

Saçı başı birbirine karışmış bir halde Sürekli puslu bir günde

Bir azaba çıkarsınız Ateş içinde kalmaktır o

Peygamberlerini görseydin Kendilerine ısrarla davet ederken

Peygamberi şöyle nida etti ‘Ben zayıfım, yardım et’

Dedi ki, ey yağmur dökül Ve sen! Ey yerdeki pınar, fışkır

Ki sular hikmetli bir işte birleşsin Takdir edilen bir işti o

Dalgaları yoğunlaştı                       .

Bir büyük deniz haline geldi

Hüküm, ayırma hükmüydü Emir ise değişmeyecek bir emir

O’nun işi tek

Göz açıp kapatmak gibi

Levhalardan yapılmış bir genii Kurtuluş ve necat gemisiydi

Gözetim altında yürüyor İnkâr edene tehdit olarak

Ruhlar onu sevk ediyordu Muktedir hükümdarın emriyle

Cömertlik Cudi dağına indirdi gemiyi Dediler: ‘Artık korku yok, bugün’

Hakk nida etti, çıkın gemiden Ben vezirin kendisiyim

Yola dökülün, dediler: ‘Ey Rabbimiz! En güvenli yer, senin katın

Ey gök! Tut suyunu Akmasın artık, sen yeryüzü!

Çek suyunu, gizle ve ört om artık Emir sahibi hüküm vermiştir:

Düşman bozguna uğrayacak Onu öğüt olarak bıraktım

Öğüttür size o, yok mu öğüt alan Var olmuş ve sizden meydana gelecek

Her şey yazılmıştır Alemde yapılacak bütün işler

İyi ve kötü fiiller

Takdir edilmiş ve vakti belirlenmiştir

Zebur’da (birinci kitap) bize böyle geldi Ölüm acı bir zehir

Haşır ise ondan daha da acı Geminiz bedenleriniz         .

Dünya denizinde akar durur Ve siz o geminin yolcuları .

Bir tehlikedesiniz siz Sahiliniz bile yok

Kaza ve kaderden başka Süre isteyin ve gayret edin

Allah Teâlâ’dan kaçacak yer yok Müşahede ettiğim buydu

Seher vaktine kadar o gecemde Zorlayın ve ibret alın

Boğulan kimseden öğüt alın Öyleyse hepsi -yemin olsun ki­Bir sefer üzerindedir Bana bir iş göstermeden önce

Onda başka bir sır daha var Dinleyin sözümü ve ibret alın

Tatlı sözümden Hamd olsun o Allah Teâlâ’ya ki

İhsanıyla insanlara verdi Sizin ondan haberiniz yok

Belki bizdedir onun haberi Dedim ki: ‘Ne dersin nerededir?’

Dedi ki: İhtiyacı karşılamaya gitti Dedim ki: Onu beslerken görür müsün?

‘Evet’, dedi, ‘Seher vaktinde’

Dedim, ‘Tanır mısın?’

Dedi ‘Evet tanırım’

Ayın kız kardeşidir o

Dedim kime iner o?

Dedi ki, ‘insanların babasının üstüne iner’

Dedim ki, ‘Ne istiyor?’

Dedi ki, ‘öğüt olmak’

Bu sırrı başka bilen yok Annem beşerin annesinden başka

Ey genç! Diyorsun ki, daha çok bilgi ver Ne güzel haber veriyorsun


Onu öptüm ve sarıldım

Etek uçlarını toplamıştı                                                               .

Bir hedefe ta’n ettim Şiiri soyutladım ondan

Onu tarif etti sanki o Lavanta kokusu gibiydi

Onu bir ateşe benzer buldum                               ,

Sürekli yanan Mecusi ateşiydi sanki

Redifleri öyleydi ki Sarkmış bir hurmanın dalları

Ey bakış! İzhar ettin Varlıktan zuhur eden şeyleri

Netice olmasaydı, yine olmazdı Sırrın beşerde anlamı

Sır bize, ‘kün (ol)’ O’na ait Sürekli bir yaratılış var

Sır ile ‘ol’ bir araya geldiğinde                                       -

İbretler gözlere görülür

Misal veren kimse Gözü olan için onu verdi

Ortaya çıktığında bize verildi misal Dileyen kimse için, ibret al!

‘Evet’ dedim ve sonra Başka şeylere aittir o

Burada, ötede ve her neredeysek, ibret al                                              .

Dediler ki, ‘iş nasıldır, söyle’


Dedim ki: Peki, gizli değildir                                                                                                               .

Dost eşine yönelmiştir

Mutluluk ve sevinçle                                                                                                                '

Ona aktarmıştır

Taşıdığı suretleri

Eşiyle ilişkiye girince

Suretleri tasavvur ederek

Doğdukları takdirde çocuklar

Aynı cinsten olan suretlerdi 1                                                                                    .

Kim ki hakim imam sahibidir

Veya huri ve işveli sevgilisi vardır

Dişi olurlarsa, onlar dır

O olurlarsa, erkektir

Tıpkı tecellisi gibi, eşittir hem

Başkalaşmaksızın halden Hakk girmiştir

Dostum! Yazdıklarımı iyice düşün, sana söylediklerime aklını ver. Gördüklerini kalp gözünle değerlendirmek üzere alarak, sırr’ından iç güçlerine geç. Mihnet zamanı yakındır. Allah Teâlâ’nın seni niçin var ettiğini ve sana gösterdiği kemali biliyorsun. Allah Teâlâ senden sadece varlığının ge­reği olan ve müşahedenin (varlık sebebin hakkında) hüküm verdiği şeyi talep etmiştir, insaflı davranırsan, marifete ulaşırsın. Gördüklerimi sana açıkladıktan sonra kör davranırsan, ziyan olursun. Sözün en doğrusu, ‘ikale’sualidir. Vesselam!

Mektubun ulaşmasıyla dostum sevindi ve konu üzerinde derinden düşündü. Bu düşünme onu hasta etti. İrtihalinin ve hızla göç etmesinin nedeni bu hastalıktı. Birkaç gün ve saat kalabilmiş, sonra en yüce mira­cında maksada doğru yükselmişti. Vakti tamam oluncaya kadar, dürr-i beyza’da can çekişmesine şahit oldum. O gün arkadaşlarımın acele et­tirmesiyle yola çıkmıştım. Bu menzilin içerdiği güçlük ve korkuların bir kısmı budur. Onların suretlerini görmek, ağır gelir.

Bilmelisin Ki, geçmiş toplumlarm haberlerinin zikredilmesi, Allah Teâlâ’nın kendilerinden dolayı onları cezalandırdığı sebepler hakkında uya­nık olmamızı sağlama amacı taşır. Allah Teâlâ, bu sebeplerden dolayı o topİumları şiddetle cezalandırmıştır. Ölüme gelirsek, hayat, sınırlı nefesler­le belirlenmiş ömürlerdir. Korku, Allah Teâlâ’nın cezalandırmasından ve öfke­sinden kaynaklanabilir, yoksa O’na kavuşmaktan dolayı korkulmaz. Çünkü O’na kavuşmak, dostu sevindirir. Ölüm ise, kavuşmanın sebebi­dir. Öyleyse ölüm, müminin alabileceği en güzel hediyedir. Üstelik mümin onu biliyorsa, ölüm başka bir güzeldir!

Bu menzil bir takım ilimleri içerir. Bunların arasmda iki rahmet il­mi, koşma yakınlığının karış ve kulaç yakınlığıyla ilişkisinin bilgisi zik­redilebilir. Bu, sınırlı bir yakınlıktır. Dürülme ve parçalanma da bu menzilden öğrenilir. Bu menzil müteşabih ile muhkemi, ebedilik ilmini, deliller ilmini, uyma ve bundan dolayı mutlu ve bedbaht olanların bilgi­sini içerir. İşlerin sabit olması, hüküm ve hikmetlerin mertebesi, uygun cezanın mertebesi, -İsa’nın annesinin icabeti gibinahoş şeylere icabetin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Karıştırma, bu menzilden öğrenilir. Se­ni şaşırtmak üzere malın olduğu bildirilen,yönün dışındaki bir yönden mal ihsan edilir. Perde ortadan kalktığında ve göz keskinleşince bilirsin ki, sana verdiği şey, senin elinde olandır. Dolayısıyla sana kendi katın­dan ilave bir şey vermemiş veya O’nun katında olan şeylerden bir şey vermemiş, sadece suretler değişmiştir. Bu bilgiyi öğrenen, içtiği şeyden kanma fikrini kabul eder. Bu bilgiden mahrum kalan, sürekli susuzdur. Onu doyuran su, kendi yanındadır. O ise, yanında olduğunun farkında değildir. Bu, Allah Teâlâ’yı bilenlere verilen en yüce bilgilerdendir. Bu bilgi, yeryüzü için yağmur gibidir. Toprağm kanmak dediği şey, onun buhar­larıdır. Bunlar, yeryüzünden yükselir ve yağmur olarak tekrar ona iner. Böylelikle yerin değişmesiyle suyun sureti de değişir. Dolayısıyla yeryü­zü kendi suyundan içmiş, onunla kanmıştır. Yeryüzü ve toprak bu du­rumu bilseydi, bulutlar onu perdelemezdi. Böyle bir bilgiyi Allah Teâlâ hakkındaki bilgide iyice araştırmalısın! Allah Teâlâ’nın saha verdiği bilgi, şenden­dir ve bulunduğun Hakk göre vermiştir onu sana. Bulunduğu hal üzere Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilebilir. Öyleyse bilen herkes, bilgisini kendinden almıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ, peygamberi peygamber, veliyi veli bilebilir.’ Bü menzil, kurtuluş ve muduluk vesile­lerinin bilgisini içerir. Sabreden ve şükreden için güçlük ve kolaylık im­tihanlarını ve karşılıklı ilişkiler bilgisini bu menzil içerir. Bu ilişkiler ne­deniyle emrine karşı gelen kimse Allah Teâlâ’nın emrine bağlanmaz. Emrine bağlanan kimse, acaba uygun bir nedenle mi bağlanmıştır, yoksa bir uygunluk yok mudur? Aşağıda olanın üsttekine etkisinin nedeni, bu menzilden öğrenilir. Hayvanların insanlara musallat olması bu konuyla ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık ve­ririm.’325 Hayvanların tecelli kaynaklı bilgide insana ortaklığı, bu men­zilden öğrenilir. Haktan gelen her şeyin hereye döndürüleceği, bu men­zilden öğrenilir. Bir kısmını reddeden onu niçin reddetmiştir? İlahi hü­küm bu kimseler arasında bir midir, değil midir? Huneyn günü saha­benin niçin bozguna uğradığı, bu menzilden öğrenilir. Herhangi birisi tarafından delil olarak konulduğunda, daha üsttekinin aşağıdaki ile ce­zalandırılması, bu menzilden öğrenilir. One geçenler ve geride kalanlar, bu menzilden öğrenilir. Çokluktaki birlik bu menzilden öğrenilir. Mer­tebe ve derecelerdeki bilgi, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söy­ler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

Görme ve Onun Üzerindeki Kuvvet, Sarkma, Yüksel­me, Telakki ve Tedelli Menzilinin Muhammedi-Ademî Mertebeden Bilinmesi

Şaştım bir göze, nasıl kendini görür?

Onu söyleyeni idrakten ise acizdir

Ondan başkasına görünmez

Onun görülmesi gaybın ondan ortaya çıkmasıdır

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, bu menzille önceki menzil arasında bir karışıklık vardır. Bunun nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’yı görmemiz ile dolunay halinde ayı veya önünde bulut yokken güneşi görmemiz arasında benzetme yapmış olmasıdır. Hadiste, Allah Teâlâ’yı görür­ken bir sıkışıklık veya başkasından bize gelecek bir zarar veya sıkıntı olmayacağı belirtilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine Hakkın kullarına tecelli ediş tarzını daha önce herhangi bir peygamberin söylemediği şe­kilde açıklamış, bu nedenle Allah Teâlâ kendisini överek şöyle demiştir: ‘Mü­minlere karşı rauf ve rahimdir.’326 Başka bir ayette, ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik’327 buyurur. Miimin ile kâfiri ayırt etmeden, ilahlık id­diasında bulunan Deccal’den sakındırmak üzere de şöyle demiştir: ‘Size öyle bir söz söylüyorum ki, benden önce hiçbir peygamber ümmetine bu sözü söylememiştir. Halbuki her peygamber, ümmetini deccal’e kar­şı uyarmıştır. Bakınız! Deccal’in sağ gözü şaşıdır, Rabbiniz ise şaşı de­ğildir.’ Buradan rabbimizi hangi suretle göreceğimizi öğrendik. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şaşılık kabul etmeyen sureti kastettiği söylenemez. Böyle olsaydı, verilen haberin faydası ortadan kalkardı. Çünkü bu suret, özü gereği şaşılığın ondan olumsuzlanmasını gerektirirdi. Suret şaşılığı kabul etmeyen bir suret olunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize durumun böyle olmadığını söylemiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinde sağlamlığın eksiklikten ayrışmış olduğu benzerliğin gerçekleşmesini bildirir. Deccal şaşıdır, çünkü o suretin yarışma sahiptir. Çünkü deccal, Allah Teâlâ adamları­nın büyük kısmının sahip olduğu üzere, kemal mertebesini elde etme­miştir.

Konumuza dönerek, deriz ki: Hz. Musa Rabbiyle konuştuğunda, tamahkâr davranarak şöyle demişti: ‘Rabbim bana kendini göster de, sâna bakayım.’328 Hz. Musa talep edilebilecek bir şeyi istemiştir, çünkü pey­gamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir ve Musa kendisiyle idrak ettiği bir idrake sahiptir. Peygamber bir idrakle idrak eder, fakat o herhangi bir idrak değildir. Çünkü peygamber Allah Teâlâ’yı gözlerin idrak edemeyeceğini bilir. Gözler sadece idrak araçlarıdır. Hz. Musa’ya göremeyeceği söy­lendi. Bunun nedeni, bu konuda vahiyle gelen ilahi emir olmaksızın, onu istemesiydi. Peygamberler edepli insanlardır ve ancak kendilerine vahyedilen şeyin peşinden koşarlar. Bu durum, bilhassa ilahi mertebeyle ilgili hususlarda böyledir ve bu nedenle ona ‘beni göremeyeceksin’329 de­nildi. Sonra lütufkâr Hakkın kuluna merhameti yetişir. Çünkü Hakkı görme arzusu -ilahi emir olmadankendiliğinden Hz. Musa’yı böyle bir talebe yöneltmiş, bu durum ise edebi göz ardı etmeye yol açmış, buna karşılık da cezalandırılmıştı. Hz. Musa bu arzuyla adeta sarhoştu. Allah Teâlâ talebinin gerçekleşmesiyle ilgili bir umutsuzluğun Musa’ya yerleştiğini bilince, onu tecelli ederken sabit durup durmadığı hususunda dağa bakmaya yöneltmiştir. Dağ ise, mümkün bir şeydir. Allah Teâlâ dağa tecelli etmiş, dağ tecelli nedeniyle parçalanmıştı. Çünkü Allah Teâlâ onun ruhuna bedenleri yöneten ruhlar gibidağın suretini koruyacak bir özellikte ya­ratmamış olmasıdır. Allah Teâlâ dağın ruhunu, dağ Hakkı tespih etsin diye var etmiş, bu nedenle dağın ruhu korunmamış, tecelli kendisine etki etmişti. Hz. Musa’nın ruhu ise, dağın gördüğü şeyi -ki o yaratılışının sureti onun üzerinde bir perde idigörüp bayıldığında, Musa’da ko­runmuştu. Hz. Musa ayıldığında, ‘Musa’ olarak geri dönmüşken, dağ ‘dağ’ olarak geri dönmemişti. Buradan Hz. Musa, ilahi bir emirle ger­çekleşebilecek bir şeyi istediğini anlayarak, ‘Sana tövbe ettim’330 demiştir. Çünkü biliyordu ki Allah Teâlâ, tövbekarları sever. ‘Ben müminlerin ilkiyim.’ Kastedilen, bu mümkün şeyin gerçekleşmesiydi. Çünkü insan türünden herhangi birinin rabbini görmek istediği veya onu gördüğü zikredilmemiştir. Bu nedenle Hz. Musa, ‘müminlerin ilki’ olduğunu söylemiş, sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her birimizin rabbini göreceğini ve O’nunla kar­şılıklı konuşacağını bildirmiştir. Bütün bunlar, Hakkın bize tecelli ede­ceği sureti bildirme amacı taşır ki Hakkın bizi kendisine göre yarattığı surettir o. Biz ise, kesin olarak, peygamberlerinin zevkinin karşılaştırıl­mayacak ölçüde bağlılarının zevklerinden üstün olduğunu biliriz. Dola­yısıyla Hz. Musa’nın Rabbini görme isteğinin başarısız kaldığını zan­netme! Hakkı görme hakkında Hz. Ebu Bekir’in durumu bir sözünde şöyle zikredilmiştir: ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Bu görme Hz. Musa’nın rabbinden talep ettiği görme değildi, çünkü mer­tebesinin yüksekliği nedeniyle, bu görme onun adına gerçekleşmişti. Çünkü doğru sözlünün (sadık) zevki sıddîk (Ebu Bekir) olanın zevkiyle bir değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı görmek -aklen olmasa bilezevk ve rivayet yoluyla gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın görülmesi aklı hayrete düşürüp onu tereddütte bırakan hususlardandır. Allah Teâlâ’yı görmek, aklın üç hük­münden (zorunlu, mümkün ve imkânsız) birisiyle kesin olarak hüküm verebileceği bir mesele değildir. Çünkü nebilerin, velilerin ve Allah Teâlâ eh­linin Allah Teâlâ hakkındaki bilgileri, nazarî düşünceye dayanmaz. Allah Teâlâ onla­rı böyle bir halden temizlemiştir. Onların bilgileri, Hakka dair ‘mükaşefe fetihleridir.’ O’nu görenlerin bir kısmı görür ve sınırlamaz, bir kısmı ise O’nu kendisiyle görür, bir kısmı Hakkı kendi nefsiyle gö­rür, bir kısmı O’nu kendi katında görmez. Bu sınıf Hakkı görür, fakat gördüğünü bilmez. Çünkü onlar, Hakka dair bir alamete sahip olmadı­ğı gibi O’nun varlıkta zuhur tarzını bilmez. Bir kısmı, O’nu görmez, çünkü Hakkın burada âleme zuhur etmeyeceğini düşünür. Hakk, sadece âlemdeki varlıkların hükümleri ve suretleriyle zuhur edebilir. Alem O’nun tecelli ettiği yerdir. Dolayısıyla gören, tecellinin suretini idrak eder, hakikati idrak etmez. Böyle biri Hakkı görmediğini bilir. ‘En üstün misal Allah Teâlâ’ya aittir.™' Allah Teâlâ, hüviyeti yönünden görülmeyen Aziz, tecel­lisinde hikmet sahibi olandır. Öyle ki, gördüğü söylenir. Parlak bir ci­simde göze görünen surete bak da, neyi gördüğünü iyi düşün! Cisim­deki suretin seninle parlak cismi algılaman arasında bir engel olduğunu görürsün. Cisim suretin yansıdığı yerdir. Dolayısıyla onu hiç bir şekilde göremezsin. Hakk ise, mümkünlerin suretlerinin tecelli ettiği yerdir. Biriaenaleyh âlem ancak âlemi fakat Hakta görmüştür, yoksa Hakkı veya Hakk ile görmüş değildir.

Bilmelisin ki, görülen şey -ki Haktırnur olduğu gibi görmeyi mümkün kılan şey de nurdur. Öyleyse nur nura girmiş, sanki kendisin­den çıktığı aslına dönmüştür. O halde O’nu kendinden başkası görme­miştir. Sen -kendi yönündengölgesin, nur değilsin. Nur ile her şey id­rak edilir ve nur eşyadan biridir. Dolayısıyla sen, gölgende nuru taşı­man yönünden O’nu idrak edebilirsin. Gölge rahatlık, karanlık ise per­dedir. Hakkın yıldızı doğup kulun kalbine yerleştiğinde, kalp aydınlanır ve ışıldar, o nur sahibinden hayreti ve korkuyu giderir. Bu durumda kul, açıklayarak, imayla ve diğer haber yollarıyla Rabbinden haber verir.

Bilmelisin Ki, peygamberlerin sırt üstü uyumayı tercih etmelerinin nedeni, yüzün karşısında bulunan her şeyin onun ufku olduğunu bilme­leridir. Yüzün karşısında sadece ufuk bulunabilir. Bu bağlamda yeryü­züne yakın olan ufuk vardır, yüzün mukabilinde bulunan daha yüksek ufuklar vardır. Bu ufuk, sırt üstü uzandığında yüzünün mukabilindeki yerdir. Suretlerde tecelli gerçekkştiğinde, tecelli sınırlanır ve niceliği be­lirlenir. Bu konudaki en büyük yakınlık, dairenin iki yarımının ortaya çıkması için, dairenin bölünmesini sağlayan çizgidir. İki dairenin birbi­rine yakınlığı, birinci yakınlıktır. İkinci yakınlık ise, şah damarından daha yakın olan çizgi yakınlığıdır. Hakk, miraç ve iniş ‘münazelesi’nde (Hakkın inişi ile kulun yükselişinin kesişmesi) görülebilir. Bu esnada biz yükseliriz, Ö iner. Başka bir ifadeyle ‘tedani’ bizden, ‘tedelli (sark­ma)’ O’ndandır. Tedelli, üstte bulunandan gerçekleşir. Biz ise, yükselir ve terakki ederiz. Allah Teâlâ kendisine gelen konukları karşılar. Bütün bun­lar, Hakkın kendisinde tecelli ettiği sureti tanıtır. Bu suret, Hakk kulla­rıyla birlikte ‘Onu belli bir miktarla indirir’332 ayetinin hükmü altına gir­sin diye, bir sınır ve miktara sahiptir. Yaratılan her şey, yani miktarı olan her şey, bu hükme girer. Görme yaratılmış bir şeydir, dolayısıyla miktara bağlıdır. Tecellideki çeşitlenme, tecelli edilenden kaynaklanan bir zuhurdur Ve o da bir ölçüye göre meydana gelir. Hakkın ilah edini­len varlıklar hakkmdaki hükmüne bakınız. Allah Teâlâ -ilahi kıskançlık nede­niylekendisinden başkasına ibadet edilmeyeceğine hüküm vermiş, bu­nu takdir etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti:333 Şekilci alimler ayette geçen ‘kaza (hükmetti)’ ke­limesinin ‘emretti’ anlamında yorumlamıştır. Biz ise, onu keşiften hareketle, ‘hüküm’ anlamında yorumlarız ki, doğrusu budur. Çünkü onlar, eşyaya sadece ‘Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ettiklerini334 ka­bul etmiş, onları vekil atayanın suretiyle gözüken vekillerin konumuna yerleştirmişlerdi. Onlar, her surete ilahlığı nispet etmişlerdir. Bu neden­le Allah Teâlâ, o suretlerle Hakka yaklaşmaya çalıştıklarında makamın saygın­lığı korunsun duyarlılığıyla onların ihtiyaçlarını karşılar. İnsanlar ise, nispette yanılmış olsalar bile, makamda yanılmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Bunlar ancak isimlendirdiğiniz isimlerdir’335 demiştir. Yani siz onların ‘ilah’ olduğunu söylediniz ve onları isimlendirdiniz. Böyle değilse, onla­rı isimlendirin. Onları isimlendirselerdi, hiç kuşkusuz, ‘şu taştır’ veya ‘ağaçtır’ diyecek, söz konusu eşya isimleriyle ayrışacaktı. Çünkü her taşa ibadet edilmemiş veya ilah edinilmemiştir. Ya da her ağaca ve her ay­dınlık cisme veya canlıya ibadet edilmemişti. ‘De ki onları isimlendirin’336 ayetiyle, insanlara karşı ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’337 Bilmelisin ki, heva gücü olmasaydı, başka varlıklarda Allah Teâlâ’ya ibadet edilmezdi. Heva, bir kulun edindiği en büyük ilahtır, çünkü heva özü gereği hükümrandır ve ibadet edilen her şeyi ortaya koyan odur. Bu konuda şu mısrayı söyle­miştim:

Heva hakkı kendi sebebi olması

Kalpte heva olmasaydı, ibadet olmazdı hevaya

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hevasını ilah edineni gördün mü, onu bir bilgi üze­rinde saptırdı.’338 Heva gücünün insan üzerinde otoritesi olmasaydı, tapüğı şeyin ilah olmadığını bilen kimsede böyle bir etkisi gerçekleşmezdi. Kıyamet günü ise, Allah Teâlâ ölümü kesilmek üzere bedenlendirdiği gibi, hevayı bedenlendirir. Allah Teâlâ onu bedenlendirdiğinde, bulunduğu kimse­deki hükmüne göre onu ortaya koyar. O kişi hayrete düşer ve onun su­retinde azap görür. Mahal ondan boşaltılır ve nimete ulaşır. Anlamların bedenlenmesi, bize ve şekilci alimler tarafından inkar edilemez. Öyleyse onun buradaki hükmü de şu hadisteki durumun aynıdır: ‘Kalbinde zer­re miktarı kibir bulunan kimse, cennete giremez.’ Şeyhimiz Ebu Medyen -ki sözü doğrudurşöyle derdi: ‘Onun sahibi cennete girer de, kendisi bedenlenmiş bir suret olarak ateşte kalır.’ Ya da kibir, sahibine döner ve her Hakk sahibi hakkını alır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dışında edinilen ilahlar, iki gruptur. Bir kıs­mı, ilah olduklarını iddia eden fakat ilah olmadıklarını bilen kimseler­dir. Onlar, sadece önderliği sevmiş ve insanları saptırmak istemişlerdi. Bu kısma misal olarak Firavun’u vb. verebiliriz. Bunlar, tövbe etmedik­çe bedbaht olacak kimselerdir. Dilleri de, söylemiş olduğu bu iddiayla onların aleyhine şahitlik yapacaktır. Bunların aşağısında, kendisinden istenilip de talebi reddedenler vardır. Bir kısmı, bu iddiayı basiretle, ayık ve -bulundukları yerin gerektirdiği hal karinesiylekesin bilgiye sa­hip olarak iddia ederler. Çünkü onlar, Hakkın güçleri ve sahip oldukları şeyin aynısı olduğunu görürler. Söyledikleri sözleri ise, güçleriyle söy­lerler. Öyleyse söyleyen -onlar değilgüçleridir ve söz konusu güçler, (kutsi hadiste) bildirildiği üzere, Hakkın aynıdır. Nitekim söz söyledik­lerinde ‘âdetin aşılması’ ile gerçekleşen müşahede de bu bilgiyi verir. Bu insanlar, ‘Ene Allah Teâlâ’, ‘Ben Allah Teâlâ’m, benden başka ilah yoktur, bana ibadet edin gibi’ sözler söyler. Ebu Yezid ve kendisinden ayık, sebat ve temkin halindeyken böyle sözler aktarılan bazı kimseleri misal olarak verebiliriz. Bununla birlikte bu sözü söyleyen kişi, Haklcın fiilleriyle mümkünlerin varlıklarında zuhur eden olduğunu ve bazı varlıkların ise O olduğu hakkında hüküm verdiğini bilir. Bazı varlıkların O olduğunu ise zikretmemiştir. Bu nedenle bir arif Allah Teâlâ vasıtasıyla -kendi iddiasıncaEbu Yezid’i görmekten müstağni kalan bir talebeden söz etmiştir. Bu talebe, Ebu Yezid’i bir kere görmenin Allah Teâlâ’yı bin kere görmekten daha hayırlı olduğunu iddia etmişti. Ebu Yezid oradan geçerken, müri­de cBu kişi Ebu Yezid’dir’ denilmiş, kendisini görür görmez düşüp öl­müştü. Ölümünün nedeni Ebu Yezid’e sorulunca şöyle demişti: ‘O güç yetiremeyeceği bir şeyi gördü. Çünkü Allah Teâlâ ona benim yönümden te­celli etmiş, o ise buna güç yetirememiştir. Nitekim.Hz. Musa da bayıl­mıştı. Benim tecelli yeri olmam itibarıyla Allah Teâlâ’yı (müşahede), müridin kendisinde O’nu gördüğü tecelligâh yönünden Allah Teâlâ’yı (müşahede et­mekten) daha yücedir.’ Bir kısmı ise, bunu sarhoşluk halinde iddia et­miştir. Hallaç sarhoşça sözler söylemiş, (ameli) boşa çıkmış, sarhoşlu­ğun etkisiyle (gerçeği) karıştırmış ve kurtulamamıştır.

Gözledim acaba

Kalbim juad’a karşı sabredecek mi?

Ruhum ruhuna karıştı                                     '

Yakınlığımda ve uzaklığımda

Ben şenim sen de ben!

Ve Sen, benim muradım .

Bu kişi mutludur. Başkaları onun nedeniyle bedbaht olsa bile, onun günahı ve yükümlülüğü yoktur. Çünkü o, sarhoş, onun nedeniyle bedbaht olanlar yükümlüdür. Böyle birisi, mudulara katılabilir. Bütün âlem, kendisi nedeniyle sapmış olsa bile, onların sapmış olması, onun maksadı değildir. -

Öyleyse bunlar, kendileri adına ilahlık iddia eden üç sınıftır. Bu üç sınıftan biri bedbaht (Firavun vb.), diğer ikisi ise, mutludur. Diğer grup ise, haklarında ilahlık iddiası yapılmış, fakat kendileri böyle bir id­diada bulunmamıştır. Taşlar, bitkiler, hayvanlar, bazı insanlar, melekler, yıldızlar, ışıklar gibi kendisinin bir iddiası olmaksızın ilah edinilen bü­tün varlıklar, bu kısma girer. Bütün bunlar, mududur, fakat onları ilah edinenler bu inanç üzere ölürlerse bedbahttırlar. Kıyamet günü bu ilah­lar, kendilerini ilah edinen ve tövbe etmeden ölen insanlardan uzaklaşır: Tövbe ancak cin ve insan türü için geçerlidir. İlah edinilen kimse bu durumu bilip samimi davranmaz veya -kendisi iddia etmezse bilebu iddiadan yüz çevirmek yerine susarsa, yarın Allah Teâlâ kıyamette kendilerini bağışlamayacağını söylediği müşriklere azap ederken onlara da kendile­rine karşı zalim oldukları için azap eder. Onlar, kötü bir söz ve iddiayla yaratıkların haklarına tecavüz etmiş, onların kendi üzerlerinde hakları ortaya çıkmıştır. Onlar bunları talep eder. Öyleyse müşriklerin cezalandirilimsi, Hakk adına değil, başkalarının hakkından dolayıdır. Onların kendilerine zulüm yapması, Allah Teâlâ katında, başkasma zulüm yapmaktan daha büyük bir günahtır. Bunun nedeni, canına kıyana cennetin haram kılınmasıyla zikredilen delildir. Bu ceza, onun hakkında büyük bir teh­dit olmuştur. Kıyamette müşrikler bedbahtlık yerine girdiklerinde cehennemtaptıklarıda onlarla birlikte girer. Cennetlikler ve orayı dol­duranlar ise cehenneme girmezler. Çünkü onlar onlarla birlikte ateşe girmez. Fakat dünyada tasvir ettikleri ve ibadet ettikleri suretler kendi­leriyle birlikte ateşe girer. İbadet etmelerinin nedeni, ilah olduğuna inandıkları kimsenin suretine göre olmalarıdır. Öyleyse onlar, cezalan­dırılmak ve intikam alınmak amacıyla cehenneme girerler. İbadet edi­lenler ise, kendilerinden intikam alınsın diye cehenneme girmez, çünkü onlar böyle bir iddiada bulunmamıştı. Onlar sadece ibadet edenlere ib­ret olsun diye ateşe girer. Allah Teâlâ kendilerine taptıkları şeylerin Allah Teâlâ kar­şısında onlara bir; fayda vermediğini onlara göstermekle kendilerine azap eder, çünkü onlar haklarında iddia edildiği gibi ilah değillerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz ve ibadet ettikleriniz, cehennem odunusunuz. Oraya gi­rin.”39 Başka bir ayette ‘Yakıtı insan ve taş olan ateş..:’340 denilir. Başka bir ayette ‘ilah olsalardı, oraya girmezlerdi’341 denilir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İsa, peygamberden sonra gelen halifeler veya daha önce zikrettiğimiz ayık veya sarhoşken iddiada bulunan mutlu insanlardan ibadet edilenler hakkında şöyle der: ‘Bizim tarafımızdan onlar için iyilik öne geçmiştir. Onlar bundan uzaktır. Onlar çirkin söz duymaz, diledikleri yerde kalıcıdırlar.’342 Kimin arzusu Rabbi olursa, onun niteliği ayette belirtilenlerdir.,Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar orada kalıcıdır.’343 Ayette ‘hasis’ ke­limesinin zikredilmiş olması, duymanın sahibinde gerçekleştirdiği kor­kudan kaynaklanır. Çünkü bu esnada Allah Teâlâ öfkeli değildir ki, intikam­dan haz alsın! Çünkü Allah Teâlâ’ya ait gazap yükümlülük diyarında gerçekle­şir. Ahirette gazabın mudularda bir etkisi yoktur. Burası, şefaat, şefkat ve mutlulara merhamet yeridir. Orada Allah Teâlâ’dan başkası gazap edemez. Mutlular ise, çeşidi davranış türleriyle, ilahi gazabı teskin etmek üzere Allah Teâlâ ile meşguldürler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yerde şöyle der: ‘Yazık ya­zık!’ Burada gazabı teskin etmek ve Hakka muvafakat göstermek iste­miştir. Sonra bizzat o gruba şefaat eder. Bunun nedeni, Hakkın o yerde kendisiyle gözüktüğü (niteliğin) değişmiş olmasıdır. Mutlular arasından büyüklerden cehennemin ‘hasisi’ni duyana bu duyma bir korku getirir.

Bu korku, kendileri hakkında değil, ümmetleri hakkındadır. Ceza sınıra ulaştığında ve adalet müddetini tamamladığında, Allah Teâlâ’dan başkalarına ‘ilah’ olarak inanmalarını sağlayan arzulan bedenlenir. Onlar ‘ilah’ ol­duklarına inandıkları bu suretlere içlerinden ibadet etmekteydi. Böylece azap, isimlerin hükmü daimi kalsın diye, bedenlenmiş suretlerde ger­çekleşir. Bir diyarın sakini olan insanlar işe, nerede bulunurlarsa, nimet­te bulunurlar. Bu nimet sayesinde arzuların suretlerinin azap çektiğine bakarlar ve ondan nimedenirler. Çünkü orası, gözün görebileceği şekil­de, manaların fiilî suretler olarak bedenleneceği bir yerdir. Misal olarak, ölümün parlak bir koç suretinde bedenlenmesini verebiliriz. Yahya Peygamber, cehennem ve cennet arasmda ölümü kurban eder. Çünkü hayat (Yahya), ölümün zıddıdır ve ölüm hayatın varlığıyla ortadan kal­kabilir. Yaratılmış suretler, cehenneme ve cennete dolar. Çünkü Allah Teâlâ onlardan her birisini dolduracağını ve o ikisine ‘Hep birinizi ben doldu­racağım’ dediği bildirilmiştir. Sakinleri oraya yerleşip ehlinin doldura­mayacağı boş mekânlar kaldığında, Allah Teâlâ iki diyarın iradelerini ‘suretler’ olarak yaratır ve bu suretlerle o yerleri doldurur. İki fırkadan meydana getirilen bu suretler, (bir hadiste cehennemi dolduracağı söylenen) ‘iki ayak’ diye ifade edilen şeydir. Mudular hakkında ‘Rablerinin katında doğruluk kademi vardır’ denilir. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’ya itaat iradele­rinin ve ibadederinin ‘bedenlenmiş suretler’ olarak yaratılacağı ezeli inayetle sabittir. Kulların amellerinin kabirlerinde kendilerine aşina ol­dukları güzel suretlerle veya onları ürküten çirkin suretlerle geleceği zikredilmiştir. Bu suretler ile mutluluk ve bedbahdık diyarına girerler ve o iki yer bu suretlerle dolar. Bedbahdık diyarı Allah Teâlâ’dan kendisini doldurmasını isteyince, el-Cebbar ayağını oraya koyar. Öyleyse bedbahdarın da -tıpkı mudular gibibir ayağı vardır. Başka bir ifadeyle on­lara dönük ezeli bir inayet vardır ve azap o ayakta ortaya çıkar. Bu, on­ların arzularıdır (heva).

O halde muduların yeri -ki cennettirbütünüyle nimettir ve orada nimede çelişen bir şey yoktur. Bedbahdarın yeri ise, nimet ile azap ara­sında karışıktır, çünkü orada azap melekleri vardır. Onlar, Allah Teâlâ’nın ken­dilerini musallat ettiği kimselere azap ederken nimet görürler. Onların nimetleri, Allah Teâlâ adına intikam almayla gerçekleşir. Onlar, yasaklamayla değil, emretmeyle muhataptırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın emrine koşanlar dır. ‘Emrettiği hususta Allah Teâlâ’ya asi olmaz ve emredileni yaparlar.’344 Binaenaleyh müddeti dolduktan sonfa ateşte sadece hayal mertebesinde tahayyül edilen misale benzeyen bir azap kalabilir. Bunun nedeni ise isimlerin hükümlerinin sürekliliğidir. Her ismin hakikati, hükmünün ortaya çık­masını talep eder ve bir mertebeyi veya şahsı belirlemez. Bu durum, elAlim ve el-Mürid ismine bağlıdır. Öyleyse el-Muntakim isminin hükmü -beden veya cisimher nerede ortaya çıkarsa, hüküm ve tesirinin ortaya çıkmasıyla hakkını yerine getirmiş demektir. Dolayısıyla ilahi isimler, ebedi olarak iki yerde de etkin ve hakim olduğu için o iki yerin ehli olan kimseler de yerlerinden çıkmayacaktır.

Hakkı görmek, cennetliklere ait bir nimettir ve bu nedenle önüne cehennemliklere karşı perde çekilmiştir. Onların perdesi, azaplarının sü­residir. Öyle ki, görme onların azaplarını artırmaz. Nitekim dünyada da Kuran suresi onların kötülüklerine kötülük, hastalıklarına hastalık katar. Süre sona erdiğinde, perde önlerine çekilmiş olarak kalır ki, nimedensinler. Çünkü daha önceki üzüntü ve cezaya rağmen orada Allah Teâlâ kendilerine tecelli etseydi, bu ihsan tecellisi onların Allah Teâlâ karşısında yaptıkları nedeniyle utanmalarına yol açardı. Utanma ise, bir azaptır. Halbuki azabın süresi dolmuştur. Onlar, müşahede hazzını ve görme hazzını bilmez. Öyleyse onların payı, perdeyle nimedenmektir. Esas nimet ise, gerçekleşmiştir. Fakat kim adına? Allah Teâlâ’yı görmek nimeti ne­rede, perdeyle nimedenmek nerede! ‘Onlar, rablerinden o gün perdelenmiştir.’

‘Allah Teâlâ doğruyu, söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ulaştırır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar