[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN BİRİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ KIRK YEDİNCİ
SORU
Bismillah Sözünün Yorumu Nedir? Cevap:
Kul için bismillah, yaratmada Hakk için ol (kün) sözüne benzer.
Bazen insanların dilediği şeyler, bismillah sözünden ve onun vasıtasıyla
oluşur. Hallaç şöyle der: ‘Kulun Besmelesi, Hakk için ‘ol’ sözüne ben’zer.’
Kulların bir kısmı için ise -besmele değil‘kün’ sözü vardır ki, bunlar
büyüklerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Tebük savaşında şöyle
aktarılır: ‘Sahabe tanımadıkları bir şahıs görmüş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘Ebu Zerr ol’ demiş, bir anda Ebu Zerr olmuş. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem burada bismillah dememiş (ol demekle yetinmişti). Böylelikle
onun için ‘kün (ol)’ Hakk’ın kün (ol) sözü olmuştu. Çünkü Allah Teâlâ nafile
ibadederle sevdiği kimseler hakkında ‘Ben onun gördüğü gözü, duyduğu kulağı ve
kendisiyle konuştuğu dili olurum’ der. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in nafile ibadetleri bulunduğuna tanıklık etmiştir. Nitekim ‘Geceleyin
sana nafile olarak teheccüt kıl,3S buyurdu. O
halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in duyması, görmesi ve konuşması Hakk
idi. Kuran herhangi bir yaratılmış adına böyle açık bir tanıklık yapmamıştır.
Binaenaleyh farzları nafilelerini kuşatmayıp nafileleri artan kimsenin
belirtisi, Allah Teâlâ’nın onu bu özel sevgiyle sevmesidir. Onun alametini ise
Hakk’ın ‘duyması, görmesi, tutması ve bütün güçleri olması’ yapmıştır. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bütününün nur olması için dua
etmiştir. Çünkü ‘Allah Teâlâ gölderin ve yerin nurudur.’ Yine bu nedenle
hakimler, kul için arzulanan gayenin İlah’a benzemek olduğunu söylemiştir.
Sûfıler ise bunu ‘isimler ile ahlâklanmak’ diye dile getirmiştir. Böylelikle
ibareler değişse bile anlam aynıdır. Biz ilahi isimlerle ahlâklanışımızda,
kulluğumuzdan bizi perdelememesini Allah Teâlâ’dan diler ve niyaz ederiz.
YÜZ
KIRK SEKİZİNCİ SORU
‘Ey Peygamber Senin Üzerine Selam Olsun’
Ne Demektir? Cevap:
Nebiler
itiraz ya da teslim olmayı gerektiren bir haberle
geldiklerinde, mümine teslimiyet emredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e selam veren (teslimiyetle ilişkisi nedeniyle) kimse ise,
peygamberin bildirdiği her konuda ya da onun herhangi bir meselesinde illeti
sormaz. Peygamber illeti söylerse, tıpkı malulü kabul ettiği gibi kabul eder;
illeti söylemezse teslimiyet gösterir ve ‘Ey Peygamber! Senin üzerine selam
olsun’ der. Bunun anlamını kitabın namaz bölümündeki teşehhüt bölümünde açıklamıştık.
Bu ifadeyi peygamber söylediğinde ise, selam verilen Ruh’tur (Cebrail).
YÜZ
KIRK DOKUZUNCU SORU
‘Selam Bizim ve Allah Teâlâ’nın Salih
Kullarının Üzerine Olsun’ Ne Demektir?
Cevap: 1
Burada,
kendimiz için kendimize verilen selam kastedilmektedir.
Çünkü bizim içimizde bizden ve bize karşı itirazı gerektiren şeyler vardır.
Kendimizi o konuda lehimize teslimiyete zorlar ve itiraz etmeyiz. Özellikle de
itirazı gerektiren bir hükmün benim aynım olan bir mazharda zuhur edenden
ortaya çıktığını gördüğümde, teslimiyet gerekir.
Böylelikle zorunlu olarak teslim olur
ve bize ve salih kullara selam veririz. Bu, aradaki bağın ortaklık
bildirmesinden kaynaklanır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kullarına dönük
bu atıf, bu iyi niteliğe sahip olmamızı sağlar. Bu durumda bize olan selam,
gerçek bir anlam kazanır. Bu anlamı kitabın namaz bölümündeki teşehhüt
bölümlerinde açıklamıştık.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ nezdinden bir selam olarak mübarek ve hoş bir şekilde kendisine selam veriniz™ İlahi emre
bağlanırken, bütün mertebeleri elde edebilmemiz için kendimize selam vermemiz
emredildi. Bu durum, insanın namazında Rabbiyle (hazır olması nedeniyle)
kendisine yabancı olması gerektiğini gösterir. Kul bu sayede Rabbinin selamıyla
kendisine selam verebilir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ katından mübarek ve temiz bir selam537 demiştir.
Bu ise, Allah Teâlâ’nın kuluna selamıdır. Sen ise, bu selamda Hakk’ın sana
tercümanısın.
YÜZ
ELLİNCİ SORU
‘Ehl-i Beyt’im Ümmetimin Emanetidir?’ Ne
Demektir? Cevap:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Selman bizden’, yani Ehl-i
Beyt’tendir. Her köle efendisinin niteliklerine sahiptir. ‘Allah Teâlâ’nın kulu
olarak ayağa kalktığında.m Allah Teâlâ,
nitelik halamından kulunu kendisine tamlama yapmıştır. Başka bir ifadeyle onun
niteliği kulluk, ismi Muhammed ve Ahmed’dir. Kuran ehli, Allah Teâlâ ehlidir,
çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın niteliği olan Kuran ile nitelenmişlerdir. Kuran
ise, bir emanettir. Çünkü o ‘şifa ve rahmettir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ümmeti ise kendilerine gönderildiği kimselerdir. Peygamber’in
Ehl-i Beyfi, onun niteliğiyle nitelenenlerdir. Böylelikle kötü iyinin
bereketiyle mutlu olur. Bu sayede herkes, Allah Teâlâ’nın rahmetine girmiştir.
Bu ifadenin altında Muhammed ümmetine yönelik ilahi rahmete balanız! İşte bu ‘Benim
rahmetim her şeyi kuşatmıştır’39 ifadesinin
anlamıdır. Kuran Peygamber’i rahmet özelliğiyle niteleyerek ‘Müminlere
karşı rahim ve rauftur’40 der.
Ümmetten her biri, Allah Teâlâ’ya iman edendir. Kitabın önceki bölümlerinde
‘Selman bizdendir’ bahsinde bu konuyu açıklamıştık. Özetlemeyi amaçladığımız
için, burada Ehl
i beyt konusunu genişçe açıklamaya gerek yoktur.
Allah Teâlâ Peygamber’in eşlerini
niteler ve onlara tavsiyede bulunurken şöyle buyurur: ‘Evinizde
ağırbaşlılıkla oturunuz. İlk cahiliye gibi açılıp saçılmayın. Zekât verin,
namaz kılın, Allah Teâlâ ve Peygamber’ine itaat edin.*1 Ardından,
bir çirkinliğe nispet edilip de ayıp Peygamber’in evine dönmesin diye, onlara
bütün bunların Peygamber’in eşi olmaları nedeniyle kendilerine emredildiğini
söyler. Binaenaleyh Ehl-i beyt bereketi ve cAllah
Teâlâ sizden pisliği gidermek ister’42 ayetinde
kastedilen temizlik sayesinde, Peygamber’in eşleri kendilerine tavsiye edilen
işleri yerine getirir.
‘Sizi tertemiz yapmak ister’43 ifadesi ise
taşkınlıkla ilgili sözlerin pisliğidir. Bu ise ‘rics’ demektir. Rics, kaba
pislik demektir. Öyleyse Ehl-i beyt, Peygamber’in eşlerinin günahlara düşmesine
-ki bu günahın ayıbı Ehl-i Beyt’e dönerdikarşı bir ‘güvence’ olmuştur.
Aynı şekilde, Muhammed ümmeti de
cehennemde ebedi kalsaydı bunun ayıbı ve eksikliği Peygamber’in makamına
dönerdi. Bu nedenle cehennemlikler ‘Bize ne oluyor ki, kötülerden saymadığımız
adamlar görüyoruz’ derler. Kastedilenler, Muhammed ümmetinden ateşe girenlerdir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yeryüzünün doğularında ve batılarında
onlara peygamber gönderilmiştir. Allah Teâlâ nübüvvet evini dünyada belirttiği
şekilde dünyaya layık işlerden temizlediği gibi ahirete layık temizlik de cehennemden
çıkmaktır. Binaenaleyh cehennemde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
gönderildiği kimselerden hiçbir birleyen kalmayacaktır. Hatta peygamberin
gönderildiği kimselerden hiçbiri bedbaht olarak kalmayacaktır. Onlardan biri
cehennemde kalsaydı, cehennem ona serin ve esenlik olurdu. Bu ise, ahirette
Ehl-i beyt bereketidir. Ehl-i beyt’in bereketi ne büyüktür!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in gönderildiği andan itibaren kıyamet gününe kadar yeryüzündeki bütün
insanlara ‘Muhammed ümmeti’ adı verilir. Ona inananlar ‘kendisiyle birlikte’
haşredilecckken inanmayanlar ‘ona doğru’ toplanacaktır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği bildirildi. Burada
Peygamber için bilhassa ‘müminlere rahmet’ denilmemiştir. Bir rivayette Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ri’l ve Zekvan gibi asi kabilelere beddua ederken
‘Seni Allah Teâlâ sövücü ve lanet edici olarak göndermedi’ denildi. Yani Allah
Teâlâ seni bedduacı olarak göndermedi. Bir rivayette ‘Seni
kendisine gönderdiği kimseyi
rahmetinden kovma, ben seni rahmet olarak gönderdim’ denilir. Bu ifade ‘Biz
seni âlemlere rahmet olarak gön-derdik544 ifadesiyle
aynı anlama gelir. Öyleyse ümmeti olan insanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e doğru toplanacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise,
üzerinde yaratılmış olduğu ve kendisiyle gönderildiği böyle bir merhamete
sahiptir. Bu durumda Peygamber bu mertebenin merhameti gerektirdiği herkese
merhamet eder. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (her mertebeye göre
davranmayı bilen anlamında) ‘hakîm’dir*. Mertebenin merhameti gerektirmediği
kimseye ise Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereği olarak ‘yazık, yazık’ der.
Sonunda Hakk, birinci niteliğin dışında herkese yardım etmeyi gerektiren bir
nitelikte tecelli eder. Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bereket ve rahmeti, gönderildiği kimselerde ortaya çıkar. Bu sayede Allah Teâlâ
onun vasıtasıyla ümmetine merhamet eder ve kendilerini cehennemden cenneriere,
şayet cehennemde kalıcı iseler bedbahtlık halinden muduluk haline taşır. Çünkü
halcim, daima mertebenin hükmüne göre hüküm verir.
i
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kıyamette Allah Teâlâ karşısındaki durumu, bir hükümdarın nezdinde
yakın birinin haline benzer. Söz konusu insan hükümdarı bir kölesine
öfkeliyken görür. Bu esnada köle hakkında şefaatçi olması, hükümdara saygıyla
çelişir. Bunun yerine şöyle demesi gerekir: ‘Köleyi hükümdarın önünden
uzaklaştırın ve hapse atıp bağlayınız. Çünkü bu ahmak ve efendisinin nimetine
nankörlük eden köle, hiçbir iyiliğe layik değildir.’ Bütün bunlar, efendisinin
gözünün önünde gerçekleşir. Efendi, (kızgınlığı sona erip) memnun ve rahat bir Hakk
geçip
o yakın İçişinin bağlanarak hapse atılmış ve
merhametten mahrum bırakılmış -yine bir çeşit merhamet içinde olsa bileköle
hakkında efendiye şöyle demesi gerekir: Efendimiz! Falanca her hal ve durumda
senin kulundur. Senden başka acıyanı yoktur. Onu kovarsan, kime sığınacak. Onu
darlığa sokarsan, kim genişlik verecek? Onun umudu sende! Bu esnada
cezalandırılmış görüldüğünde kul için ‘efendisine saygı göstermemiştir’ demek,
(ilahlık ve efendilik) mertebesi adma bir eksikliktir. Mertebe i£e ‘saygı
görmemiştir’ denilmeyecek kadar yücedir. Onu bağışlayıp mutlulara kattığında,
iş gizlenmiş olur. Efendim! Ben bu yüce mertebeye zarar verecek bir şeyin
onunla ilişkilendirilmesine tahammül edemem.’
Efendinin içinde bulunduğu rahatlık
ile mertebenin söz konusu kişi hakkında şefaati gerektirdiği böyle bir durumda
söylenebilecek söz budur. Bu durumda efendi, bedbahtın halinin mutluluk haliyle
değiştirilip ona hoşnutluk elbisesinin giydirilmelisini emreder. Kul hapiste
kalmaya devam ederse, bu ev ve menzil onun mülkü haline gelir ve efendisi ona
mülk olarak bunu ihsan ederek azabı nimete döner. Bu ise, kudretteki
yetkinliktir, içinde bulunduğu yer onun evi ise, iş böyledir. Ya da efendi,
onun mudular evine çıkartılmasını emreder.
İşte Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendilerine gönderildiği insanlar da, kıyamet
günü Ehl-i beyt’in bereketi içindedir. Bu ümmet ne kadar da mutludur! Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki her şeriat onun şeriatı
olduğuna göre, Allah Teâlâ (Ehl-i Beyt kelimesindeki) beyt’i (ev) bâtınî
yorumuyla fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadarki süre olarak dikkate
alırsa, güneşteki aydınlık ve aydınlığın sürekli artışı, Adem’den var olacak
son insana kadar üzar -Ki hepsi Muhammed ümmetidir-, Böylelikle hepsi Muhammed
ümmetinden olduğu gibi bütün insanlar Ehl-i beyt’in bereketini elde ederek
hepsi mutlu olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kıyamet günü ben
insanların efendisiyim’ buyurur. Sözünü daraltıp ‘Ben ümmetimin efendisiyim’
dememiştir. Bunu söyledikten sonra ise, şefaat hadisini zikrederek şöyle
demiştir: ‘Onun ne olduğunu biliyor musunuz?’ Ardından kıyamette şefaat
hadisini zikretti. Bu ise, daha önce işaret ettiğimiz husustur. İşaret
ettiğimiz meseleyi anladıysan, dilediğini yap, Allah Teâlâ seni
bağışlayacaktır. ‘O, mağfireti geniş olandır.’ ,
YÜZ
ELLİ BİRİNCİ SORU
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Âl-i Muhammed’ Demesi Ne Demektir? Cevap:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Her peygamberin bir ailesi
ve silahı vardır. Benimki de mümindir.’ Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri
elMiimin’dir. Bu isim her türlü güçlüğe karşı bir silahtır. Al (gölge), şa.
hışlan yüceltir. Serapta şahsın büyüklüğü, âl diye
isimlendirilir. Muhammed’in âli, Muhammed ile büyüktür. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, kendisiyle birlikte bulunan herkesi büyülten
bir seraba benzer. Serabı su zannettiğin gibi, onu da büyük Muhammed
zannedersin. Hâlbuki serap sadece gözün görüşünde sudur. Muhammed’e geldiğinde
Muhammed bulamazsın. Allah Teâlâ’yı Muhammed suretinde bulur ve O’nu Muhammedi
gözle görürsün.
Seraba
geldiğinde gördüğün gibi onu görürsün. Fakat gerçekte onu gördüğün gibi
bulamazsın. Bu durumda Allah Teâlâ’yı onun yanında bulursun. Başka bir
ifadeyle, Allah Teâlâ’yı bilmenin serabı su olarak bilmen gibi (bir zan)
olduğunu öğrenirsin. Hâlbuki serap şu olmadığı halde göz onu su olarak görür.
Aynı şekilde, ‘Allah Teâlâ’yı bildim’ dersin. Mârifete ulaşınca, bu kez Allah Teâlâ’yı
bilmediğini öğrenirsin. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilmekten acizlik, O’nu
bilmektir. Senin öğrendiğin, yaratıklardan kimsenin elde edemeyeceği bir
bilgidir. Allah Teâlâ’ya dayanan kimse, Allah Teâlâ’yı bilenlerin ve sıradan
insanların nezdinde kalplerde büyür. Serapta bulunan kimsenin de boyu gözde
büyür ve bu şahıs ‘âl (gölge)’ diye isimlendirilir. Gerçekte bu kişi, gözün
gördüğünden farklı olarak, Allah Teâlâ’nın celali ve heybeti altında ezilmiş
bir haldedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de serabın Allah Teâlâ’nın
yanında silinmesi gibi silinir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onun nezdinde
bulunmasıdır. İşte bu söylediklerimizi anladıysan, ‘âl-i Muhammed’ sözünü de
anlarsın. .
YÜZ
ELLİ İKİNCİ SORU
Kelam Hâzinelerinin Karşısında Hüccet
Hâzineleri, Tedbir İlmi Karşısında İse Kelam
Hâzineleri Nerededir? Cevap:
Bütün bu
hâzinelerin yeri, her bakımdan ‘Yetkin hüccet Allah Teâlâ’ya aittir’45 sözüdür. Onun başı, tedbirdir.
Bunlar, ‘işi yönetir’46 ayetinde dile getirilen genel
hâzinelerdir. Bu hâzinelerde kelam hâzineleri bulunur. Çünkü tedbir ilminin
hâzineleri, farklı hazineler içerir. Bunlardan birisi de kelam ilminin
hâzineleridir. ‘Ayetlerini açıklar’47 ayetinde buna işaret vardır.
Kastedilen, sözle tafsildir. Kelam hâzinelerinde ise, itiraz edenin karşısmda
‘hüccet (kanıt) hâzineleri’ vardır. İtirazcılar, Allah Teâlâ’yı zevk yoluyla
bilmeyen akli kanıt sahipleridir. Çünkü onlar şeriatın getirdiği Hakk’ın
niteliklerini kabul etmez. Söz konusu nitelikleri Peygamber’den bir başkası
söyleseydi (söz gelişi bir velî), akıllılar kanıtlarıyla onu cahil sayarken
mümin (akılcılar) onu teldir ederdi. Hâlbuki o kişi sadece kendisine söyleneni
aktarmıştır. Bilgi zevk yoluyla gerçekleşmediği sürece, duyan kişinin
düşüncesi aklı yönünden onu inkârdan kurtulamaz.
Hüccet hâzineleri, kelam hâzineleri
içinde özel hâzinelerdir. Bu ise susturucu söz, hakikatin ve doğrunun sözüdür.
Onu vakıada tıpkı Kuran gibi böyle gördüm. Öyleyse Kuran, kanıt olan sözdür. ‘De ki
onun benzeri bir sure getirin™ Başka bir
ayette ise ‘İnsanlar ve cinler Kuran’ın bir benzerini getirmek
için bir araya gelseydi, birbirlerine yardım etseler bile, onun benzerini
getiremezlerdi’49 denilir. Çünkü Kuran hüccet hâzinelerinden
gelmiştir. Diğer kitap ve sahifeler ise kelam hâzinelerinden; yaratıklar ise,
tedbir ilminin hâzinelerinden gelmiştir.
YÜZ
ELLİ ÜÇÜNCÜ SORU
Allah Teâlâ’nın Bilgisinin Hâzineleri,
Başlangıç İlminin Hâzinelerinin Karşısında Nerededir?
Cevap:
Onların
yeri, var oluştaki ardışıklık içindedir. Allah
Teâlâ daima kendisinin ilah ve mümkünün de me’lüh olduğunu bilir. Mümkün için
yokluğun ezeli bir nitelik ve mümkünün sürekli Hakk’ın mazharı olduğunu da
bilir. Allah Teâlâ’nın bilgisinin hâzinesinin başlangıç ilmi karşısındaki yeri,
Allah Teâlâ isminin el-Mübdi ismi karşısındaki mertebesini bilmeye bağlıdır.
Nitekim ‘el-Mübdi ilminin hâzinesi el-Muid ilminin hâzinesine göre nerededir?’
denilir. Çünkü zarf sorusu, ya yer ya da zamanla ilgili olabilir. Burada ne
zaman ne yer vardır. Çünkü yer ve zaman ölçülebilir şeylere aittir. ‘Şiji şunun
neresindedir’ sorusu bir ölçüyü gerektirir. İlk mertebede söylenebilecek nihai
şey, bu mertebenin İkinciyi kabul etmediğidir. Söz konusu mertebe, özü gereği
varlığı zorunlunun mertebesidir. Mümkün hakkında ‘özü gereği zorunlu imkân
mertebesindedir’ deriz.
Bunu bilmek, sırrın sırrını bilmektir
ve en gizli şeydir o. Bu bilgi başkasma değil, Hakk’a özgüdür ve tahallî
(süslenme) ile bilinebilir.
‘Tahallî nedir* diye
sorabilirsin. Tahallî, ilahi huylarla nitelenmektir. Tasavvuf yolunda bu,
‘isimler ile ahlaklanmak’ diye ifade edilir. Bize göre tahallî, isimlerle
ahlâklanırken kulluk niteliklerinin kulda sürekli gözükmesidir. Kul bu
tahallîde, yani kulluk niteliklerinin kendisinde gözükmesinden habersiz
kalırsa, isimlerle ahlaklanmak onda bir vebale dönüşür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İşte
her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürleriz.’so
Gerçekte kulluk nitelikleriyle nitelenmek, ilahi niteliklerle ahlâklanmanın bir
ürünüdür. Fakat ‘insanların çoğu anlamaz.’ insanlar aklın sadece soyutlayıcı
bir te’ville kabul edebildiği Kuran ve Sünnet’te Hakk’ın kendisini nitelediği
niteliklerin anlamını bilselerdi, biz ve benzerlerimizden böyle sözleri duymaya
bir tepld göstermezlerdi. Çünkü kulluk -ki aklî anlamını kastediyorumvar olan
bir şey ise, o Hakk’ın aynıdır, çünkü varlık O’nundur. Mümkünlerin dış
varlıkları Hakk’ın mazharları olunca, Hakk’ın kendisine nispet ettiği şeyi
Hakk’a nispet etmek akıllara ağır gelmiştir.'Aklın gücünün ardındaki makam
nübüvvet vasıtasıyla ortaya çıkıp da sûfı taifesi iman yoluyla o esasa göre
davrandıklarında, düşünme yeteneği bakımından akim imkânsız saydığı şeyleri
keşf onlara vermiştir. İş, gerçekte aklın hüküm verdiği şekilde değildir. Bu
ise, tasavvufun özelliklerinden biridir.
Tasavvuf nedir5 diye
sorabilirsin Tasavvuf, zâhir ve bâtında (içte ve dışta) dini adaba sahip
olmaktır. Adab ise güzel ahlâktır. Tasavvuf, her şeye o şeyi memnun bırakacak
tarzda yaraşan şekilde davranmaktır. Yakaza ehlinden oluncaya kadar, buna güç
yetiremezsin.
Takaza nedir5 ki ehlinden
olayım dersen: Yakaza, (Hakk’ın kalbindeki öğütçünün zorlaması anlamında)
zorlayışında Allah Teâlâ’dan öğrenmek demektir. Allah Teâlâ’dan öğrendiğinde
ise, uyanırsın.
Uyanmak ne demektir? Uyanmak,
Hakk’ın kulunu inayet yoluyla zorlamasıdır. Bu ise, ubudet (sırf kulluk) ehli
için gerçekleşir.
Ubudet nedir? Ubudet,
kulun kendisine değil, Allah Teâlâ’ya aidiyetidir. Kendisine nispet edilirse
bu, ubudet değil ubudiyettir. Ubudet -‘seva’ makamının hükmüne girmeyecek
şekildedaha yetkindir.
‘Sevâ’ (eşitlik) nedir5 diye
sorabilirsin. ‘Sevâ (eşitlik)’ makamı, Hakk’ın yaratıklarında yaratıkların
hakta bâtın olmasıdır. Bu ise, Hakkın mahzarı olduğunu bilen kimsede meydana gelebilir.
Bu durumda o, Hakk karşısında bâtın olur. Fehvanilik buna göre meydana gelir.
Fehvâniyet nedir? Fehvâniyet, Hakk’ın
misal âlemindeki şifahi hitabıdır. Bu ise, ihsan hadisinde dile getirilen
‘görüyormuş gibi’ Hakk’a ibadet etmektir. Buradan ‘Hüve’nin (O) mahiyetini
öğrenirsin.
‘Hüve nedir’ diye sorabilirsin..
Hüve, müşahedesi mümkün olmayan zâtın gaybıdır. Dolayısıyla ne zâhirdir ne
mazhar! O, dilin kendisini açıkladığı amaçtır.
Dil nedir? Dil, âriflerin kulaklarına
Hakk’ın açıklayışının kendisiyle gerçekleştiği araçtır. Bu ise, mertebe
kelimesidir.
Mertebe
kelimesi nedir? Mertebe kelimesi ‘ol’ sözüdür. Ol, sadece görüş sahibine
söylenebilir. Böylece o, kendisine ‘ol’ diyeni görerek bilir. .
Görmek nedir? Gözle görmek -basiretle
değilmüşahede sahibinin olduğu yerdedir. Bu ise nitelik (na’t) sahipleri
içindir.
Na’t (nitelik) nedir? Na’t, el-Evvel
gibi yokluk nispetini talep eden şeydir. Onu sıfatın kulu bilebilir.
Sıfat nedir? Sıfat ‘Alim (bilen)’
gibi var olan bir anlamı talep eden şeydir. İlim ise, had ehli için geçerli
olabilir.
Had nedir? Had seninle onu ayıran
şeydir. Böylece ldm olduğunu öğrenirsin. Ayrıca onun ldm olduğunu da bilirsin.
Bu durumda onun karşısında gereken saygıyı yerine getirirsin. Bu ise, senin
bayramındır.
Bayram
nedir? Bayram, amellerin dönüşüyle tecelliden kalbine gelen şeydir (bayram
anlamındaki îd ile dönmek arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir). Bu ise,
Peygamber’in ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz. Kadem ehline ne mutlu!’
hadisinde dile getirilir. .
Kadem nedir? Kadem, Hakk’ın ilminde
kulu hakkındaki sabit bilgisidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların
doğru kademleri vardır.’5' Başka bir ifadeylfc Allah Teâlâ’nın
bilgisinde Rablerinin nezdinde ezeli bir inayet vardır. Bu ise Kürsü’de
ayrışır.
Kürsü nedir? Kürsü emir ve yasaklama
bilgisidir. Bir rivayette Kürsü’nün iki ayağın konulduğu yer olduğu söylenir.
Kastedilen, Arş’ın sınırladığı emir ve yasaklama kademidir.
Arş nedir? Arş sınırlı isimlerin ortaya çıktığı yerdir. ‘Benzeri
olma' yan’52 için benzerin sureti orada ortaya
çıkar. Bu ise sabit bir benzerdir.
Benzer nedir? Benzer, ‘Allah Teâlâ
Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ hadisinde yer alan ilahi surete göre
yaratılmış kimsedir. Allah Teâlâ onun hakkında ‘Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’53 buyurdu.
O, Hakk’ın suretiyle ortaya çıkan ve Hakk’ın vekili olan kimsedir. ‘O
gökte ve yerde ilah olandır.*4 O’nu vekili ortaya çıkartmıştır. Bu
vekil ise kendiliğinde hataya düşmesin diye, izzet perdesini müşahede eder.
izzet perdesi nedir? İzzet perdesi,
körlük ve hayret demektir. Çünkü o, kendiliğinde bulunduğu durumda emrin
bilgisine ulaşmayı engeller. Bu emrin hakikatine ise, mada’ ehli ulaşabilir.
Matla5 (muttala’) nedir?
Matla (veya muttala’), Hakk’ın gözüyle oluşa bakmaktır. Buradan bakan kişi,
mülkün mülkünün mahiyetini öğrenir.
Mülkün mülkü nedir? Mülkün mülkü,
kendisinden meydana gelen amel karşılığında kulu ödüllendirişinde Hakk’tır. Söz
konusu davranış, kula emredilen ya da emredilmeyen davranışlar
olabilir.-Melekût âlemi, bu meseleye tahsis edilmiştir.
‘Melekût âlemi nedir5 diye
sorabilirsin? Melekût âlemi manalar ve gayb âlemidir. Ona mülk âleminden
yükselinir.
Mülk âlemi nedir? Mülk âlemi şehadet
ve harf âlemidir. Onların arasında berzah âlemi vardır.
Berzah âlemi nedir? Berzah âlemi,
hayal âlemidir. Tasavvuf ehlinin bir kısmı onu ceberut âlemi diye
isimlendirmiştir ki, bana göre de öyledir. Kûtül-Kulûb yazarı Ebu
Talib el-Mekkî ‘Ceberut âlemi kendisinde bulunana azametin gösterildiği bir
âlemdir’ der. Söz konusu kimseler, melekût âleminin seçkinleridir
Ve kemal onlara aittir.
Kemalin mahiyeti nedir? Kemal,
nitelik ve eserlerden miinezzehliktir. Onu Eryen’de yerleşen kimse bilebilir.
Eryen nedir? Eryen, itidal demektir.
Bu ise, Allah Teâlâ’nın ‘Her şeye yaratılışını verdi, sonra
hidayet etti555 ayetinde dile getirildi. Eryen, gece
ve gündüz itidalinin gerçekleştiği çizgidir. Onlar bunu kemali betimleyen bir
benzetme olarak kullanmıştır. Sûfilerin içinden Abdülmün’im b. Hassan
el-Cülyani Muhtasaru Gâyeti’n-Necât isimli
kitabında bunu zik-
retmiştir. Ben kendisiyle karşılaştım
ve bunu ona sordum, yaptığım açıklamayı bana söyledi. Bu makam sahibi ise, rida
sahibidir.
Bada nedir? Rida oluşta
Hakk’ın nitelikleriyle ortaya çıkmaktır.
Oluş nedir? Oluş, var
olan her şeydir ve bâtılın zıddıdır.
Allah Teâlâ ehli ‘bâtıl’ derken neyi
kasteder? Onlar, bu sözle yolduğu kasteder. Bâtılın zıddı haktır.
Onlara göre zikrettiğin bu ‘hak5 nedir? Hakk, Allah
Teâlâ yönünden kulun yerine getirmekle yükümlü olduğu, Hakk’ın da kulları için
kendisine zorunlu kıldığı şeydir. Çünkü Allah Teâlâ, bilen ve bilgidir.
Bilen ve bilgi nedir? Bilen, Allah
Teâlâ’nın ilahlığını ve zâtını gösterip üzerinde herhangi bir halin
gözükmediği kimsedir. Bilgi ise, onun halidir. Fakat bunun böyle olması,
bilenin kendisiyle mârifet ve ârifı ayırt etmesine bağlıdır.
Mârifet ve ârif nedir? Arif,
-Rabbin başka bir ismi değilkendisini gösterdiği kimsedir. Bu sayede ondan
haller ortaya çıkar. Mârifet ise, onun halidir, ârif yaratılış âleminden olduğu
gibi âlim de emir âlemindendir.
Yaratılış ve emir âlemi nedir? Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Yaratma ve emir
O’nundur.’56 Emir âlemi,
Allah Teâlâ’dan yaratılmış bir sebep vasıtasıyla değil doğrudan var olan
şeydir. Yaratılış âlemi ise, Allah Teâlâ’nın yaratılmış bir sebep vesilesiyle
var ettiğidir. Gayb onda örtülüdür.
‘Sizin ıstılahınızda gayb nedir5 diye
sorabilirsin. Gayb Hakk’ın senden ve sana -O’ndangizlediği şeydir. Bu nedenle
ona ‘işaret’ edilir.
İşaret nedir? İşaret,
uzaklık nedeniyle nidadır. Bununla beraber, başkasının farkındayken yalanken de
olabilir. Bazen genel ve özel için, uzaklıkla beraber olabilir.
Sûfılere göre genel ve özel ne
demektir? Genel niteliklerde gerçekleşen ortaklık iken özel
niteliklerdeki yalnızlıktır. Bu ise, her şeyin tekliğidir ve özün özü
demektir.
Özün özü nedir? Özün özü, ilahi nur
maddesidir. ‘Neredeyse onun yağı
ateş temas etmeden yanar. O nur üstüne nurdur.’57 Özün özü, Allah
Teâlâ’nın ‘nur üstüne nurdur’58 ifadesidir.
‘Öz (lüb) nedir5 diye
sorabilirsin. Öz, Hakk5ın dışındaki şeylerle ilgili olup kalplerden
salanılan bilgilerdir. Hakk5ın dışındaki şeyler kabuktur.
Kabuk nedir? Kabule,
muhakkikin gözünü bozulmaktan koruyan her bilgidir. Bozulma gölge perdesinin
ardından ona yansıyan şeye karşıdır.
Gölge nedir? Gölge ziya
perdesi ardından rahatın varlığıdır.
Ziya nedir? Ziya
başkalarının Hakk5ın gözüyle gördüğüdür. Gölge, karanlığın
sonucuyken ziya nurun sonucudur. Göz ise, birdir.
Gölge ve ziyanın kendisinden meydana
geldiği karanlık ve nur ne demektir? Nur, oluşu kalpten uzaklaştıran her
ilahi ‘vârid’dir. Karanlığı ise, sûfiler zâtı bilmeye isim yaparlar. Çünkü zâtı
bilmek ile beraber bir başkası ortaya çıkmaz. Bu ikisini en çok bilenler, ceset
sahipleridir.
Ceset nedir? Ceset
herhangi bir nurani ya da unsurî cismin suretinde ortaya çıkıp başkası
tarafından görülen ruh veya manadır.
‘Burada ‘başkası5 derken
neyi kastediyorsun5 diye
sorabilirsin. Başkası, oturaklara âşık olan başkası demektir.
Oturak nedir? Oturak,
gelinlerin görüldüğü yerdir. Bu ise illîruhanî tecellilerdir.
‘İllî5 ne
demektir? İllî, herhangi bir meleğe ya da ruhanî bir (varlığa) izafe
edilen her ilahi isimdir. Örnek olarak Cebrail, Mikail ve Abdu II gibi
ifadeleri verebiliriz. Bu meleklerin elinde, mühür ve baskı bulunur.
Mühür ve baskı (tab5)
nedir? Mühür, Hakk’ın âriflerin kalplerindeki alameti iken tab5,
Halde’a mensup seçkinler hakkında öne geçmiş bilgidir.
ilahi derken neyi kastediyorsun? Beşere
izafe edilen ilahi isimdir. Örnek olarak Abdullah, Abdurrahman gibi isimleri
verebiliriz. Onlar, raûne’nin dışındaki kimselerdir.
Raûne nedir? Raûne, tab’
(doğa) ile beraber durmaktır. Enniyet ehli ise böyle değildir, çünkü onlar Hakk
ile beraber durur.
Enniyet nedir? Enniyet,
izafe yoluyla hakikat demektir. Enniyet ehli, Levha üzerinde itikâfta duran,
Kalem’i müşahede eden, Nun’a bakan, hüviyetten yardım alan, Ene’yi (ben) kabul
eden, zil sesi nedeniyle de birliği söyleyen kimselerdir.
Zikrettiğin bu lafızlar ne demektir?
Levh, belirli bir zamana kadar ertelenmiş olan tedvin ve yazı yeridir. Hüviyet,
bilinmeyen hakikat, Nun özet bilgi, ‘enayet’ ise, ‘seninle’ demendir. Kalem
ayrıntılı bilgi, ittihat İki zâtın tek bir zât haline gelmesidir: Ya kul ya da
Rab! Bu ise sayıda ya da doğada olabilir ki, bu bir haldir. Ceres ise, hitabın
gelen vâridin gücü nedeniyle bir tür zorlamayla özetlenmesidir. Bütün bunlara
‘nevale’ ehli ulaşabilir.
Nevale nedir? Nevale Efrad’a özgü
hediyelerdir. Bazen hediyeler fertlerden başkaları için de olabilir. Bununla
beraber onlar perde içindedir.
Perde nedir? Perde, amacını gözünden
gizleyen şeydir. Bunun böyle olması, perdenin mahda’dan sonra gelmesine
bağlıdır.
Malıda5 nedir? Mahda’
Kutub’un kendilerine hediyeler verilirken Efrad’dan (Fertler, Tekler)
gizlendiği yerdir. Mahda’ (gizlenme yeri), hediyelerin saklandığı hazinedir.
Saklayan ise, Kutub’tur. Muhammed b. Kaid el-Levani şöyle demiştir: ‘Yükseldim,
yükseldim, önümde tek bir ayak görüyordum. Şaşırdım. Bana ‘o senin
Peygamber’inin ayağıdır’ denildi. Bunun üzerine korkum dindi.’ İbn Kaid
Fertler’den idi ve üzerinde sadece Peygamber’inin olduğunu, başkasınm onu
geçemediğini zannediyordu. Haklıydı da. Çünkü o sadece kendi yolunu görmüştü.
Onun yolunda ise, Peygamberinden başkası yürümemişti. Bu söz Abdülkadir’e
(Geylanî) söylendiğinde, Abdüllcadir ‘İbn Kaid sözünde haklıdır, çünkü ben
söylediği yerde kendisini gördüm’ demiş. ‘Peki, sen neredeydin?’ denilince,
Abdüllcadir ‘Mahda’da idim, ona nevale benim yanımdan çıkartılmıştı’ demiş ve
nevaleyi isimlendirmişti. İbn Kaid’e kendisine çıkartılan nevalenin ne olduğu
sorulmuş, o da Abdüllcadir’in söylediğini söylemişti. Onlardan biri halvet
diğeri celvet ehliydi.
Halvet ve celvet nedir? Celvet kulun
Haklc’ın nitelikleriyle halvetten çıkmasıdır. Böylelikle, gözün algıladığı
şeyi yakar. Halvet ise, sırrın Hakk ile sohbetidir. Ne melek vardır ne başkası!
Burada bayılma gerçekleşir.
‘Bayılma nedir5 dersen
şöyle deriz. Bayılma Rabbani tecelli esnasında kendinden geçmedir. Bu ise
-korku ehli için değilümit ehli için gerçekleşir.
Korku ve ümit nedir? Ümit
gelecek hakkında arzulu olmak iken korku başlangıçta nahoş şeyden sakınmaktır.
Bu nedenle yüz çevirmeye yönelir. Bu ise algıladıktan (telakki) sonra kendine
dönmek demektir.
Algılamak nedir? Algılamak, Hakk’ta
yükseliş esnasmda sana gelen şeyi almandır.
Yükseliş nedir? Yükseliş
hallerde, makamlarda ve bilgilerde nefs, kalp ve ‘hak5 olarak yaklaşma
talebiyle yer değiştirmektir.
Tedani nedir? Tedani,
Hakk5a yakın kimselerin sarkmaya yükselişleridir.
Sarkma nedir? Sarkma,
Hakk’ın onlara inmesi ve onların da kendilerinden aşağıda bulunanlara
dinginlikle inmesidir.
Dinginlik nedir? Dinginlik, gaybın
harf ile tenezzülü esnasında, kalplerin bulduğu itminandır.
Harf nedir? Harf, Hakk5ın
sana kendisiyle hitap ettiği ibarelerdir. Örnek olarak ‘Kuran yedi harf üzere
indirildi5 gibi ifadeleri verebiliriz. Ayrıca harf, kara örtüdeki
bir surettir.
Kara örtü nedir? Kara örtü, Allah
Teâlâ’nın kendisinden âlemin cisimlerinin suretlerini açtığı Heba5dır.
Onlar, yeşil zümrütten meydana gelmiştir.
Yeşil zümrüt nedir? Yeşil
zümrüt, beyaz inciden ortaya çıkmış nefstir.
Beyaz inci nedir? Beyaz inci,
simsime bilgisinin sahibi ille akıldır.
Simsime nedir? Simsime,
son derece gizli, ibareye gelmeyen ve işaretle algılanmayan ince bilgidir.
Bununla beraber o, bir ağacın meyvesidir.
Bu ağaç nedir? Bu ağaç,
karga heykelinin (madde) yöneticisi insan-
1 kâmildir.
Karga nedir? Karga, tüm
cisim demektir. O, heba’yı kabul eden ilk surettir. Kartal, güvercin
vasıtasıyla ona bakar.
Kartal ve güvercin ne demektir?
Kartal, Hakk’ın kendisinde bütün heykellerde onların kendilerini hareket
ettiren ve dindiren ruhlarına üflediği ilahi ruhtur. Güvercin ise doğa ve akıl
arasındaki nefstir. Doğanın aşağısındaki ise Anka’dır.
Anka nedir? Anka heba demektir. Çünkü
o ne vardır ne yoktur! Bununla beraber, vakıada surete girer.
Vakıa nedir? Vakıa, ulvî âlemden
herhangi bir şekilde kalbe gelen şeydir. Bu şekil hitap, misal ya da başka bir
şekilde olabilir ve Gavs’ın eliyle gelir.
Gavs nedir? Gavs, zamanın sahibi ve
telddir. Bazen onun verdiği şeyler, İlyas’ın eliyle gerçekleşir.
İlyas nedir? Ilyas, kabz (daralma)
demektir. Bazen Gavs Hızır’ın eliyle verebilir.
Hızır nedir? Hızır bast (açılma)
demektir. Bu vergiler, zevaid türündendir.
Zevaid nedir? Zevaid, gayba iman ve
kesinliğin artışıdır. Bunun bir takım özel adamları vardır ki bölümün başında
onları zikretmiştik. Onlar sayılı kimselerdir. Sayıları artmayan ve eksilmeyen
on kişidir. Aralarında kadınlar da bulunabilir. İsim ve resim onları
destelder.
İsim ve resim ne demektir? Resim
ezelde aktığı şekliyle ebediyete akan bir niteliktir. İsim ise içinde bulunduğu
anda kulun haline hâkim olan ilahi isimlerdir. Bu da vasıl halinde gerçekleşir.
Vasıl nedir? Vasıl, kaçanın
algılanmasıdır. Bu, fetihlerin ilkidir.
Fetihler nelerdir? Fetihler zahirde
ibarenin, bâtında tatlılığın açılması, mütalâanın doğru olması için
mükâşefenin açılmasıdır.
Mütalâa nedir? Mütalâa, kendiliğinden
veya onlarm isteğinden, Hakk’ın arifleri âlemin hadiseleriyle ilgili konulara
muttali kılmasıdır.
Hakkın tasarrufu güven getirdi bana!
Kuruntuların afetlerinden sakın kendini
Zaman sona erer ve bir şey kalmaz
Elde avuçta bulunan '
Benimle ilgilen, başkasıyla ilgilenme
Başkasının işi benimkine benzemez
İkinci seni aldatmasın
Ben İkinciyim (ama) ikinci değilim
Benim sevgimle kendini kaybeden kimse
Ya beni görmek ister ya beni göreni
Ki ben görmek istediğinden daha yakınım ona
I
Beni mekânla düşünmesin ki
Benim gözümle beni onda görür
Başka’mn gözü beni göremeyecektir
Mütalâa, sadece hür kimseler adına
gerçekleşebilir. •
Hürriyet nedir? Hürriyet, Allah Teâlâ
için kulluk haklarını gerçekleştirmektir. Böyle biri, ilahi gayret nedeniyle Allah
Teâlâ’nın dışındaki kimselerden özgürdür. Çünkü ‘Allah Teâlâ kıskançtır ve
kıskançlığı nedeniyle taşkınlıkları (görünenleri) yasaklamıştır.’
Gayret ne demektir? Gayret tasavvufta
üç anlamda kullanılır: Birincisi sınırlarını aşmak hususunda Hakk için
gayrettir. İkincisi ise sırları ve esrarı gizleme karşılığında kullanılır.
Üçüncü ise, Hakk’ın gayretidir. Bu ise Hakk’ın velîlerini gizlemesidir.. Onlar,
himmet sahipleri olan sakınılanlardır.
Himmet nedir? Himmet, kalbin
kuruntulardan soyutlanması karşılığında kullanıldığı gibi bazen müridin ilk
doğruluğu karşılığında da kullanılır. Bazen de ilhamın duruluğuyla himmederin
toplanmışlığı karşılığında kullanılır. Bu ise, gurbet ehlinde böyledir.
Gurbet nedir? Gurbet üç anlamda
kullanılır: Birincisi maksada ulaşmak için vatanı terktir. İkincisi, kendisine
işleyen hakikat nedeniyle halden uzaklaşmaktır.. Üçüncüsü ise, (tecellinin
insanı kendinden çekip alması anlamında) ‘istilam’ nedeniyle mârifetten
korkarak Hakk’tan uzaklaşmaktır.
istilam nedir? istilam kalbe gelen
aşırı sevginin (veleh) niteliğidir. Onun otoritesi altında hile endişesi
dizginlenir.
Hile nedir? Hile emre itaatsizlikle
birlikte nimetlerin süregelmesi -ki bunu bazı şahıslarda gördükve saygısızlıkla
beraber halin korunmasıdır. İrak ehli üzerinde hâkim hal budur. Bildiğimiz
kadarıyla ondan sadece vaktin efendisi olan EbuVSuud eş-Şibl kurtulmuştur.
Ayrıca hile, bir sınır ve emir olmaksızın, ayet ve keramederin ortaya çıkmalıdır.
Bize göre böyle şeyler, keramet değil, alışkanlıkları aşmaktır. Şu var ki,
bunlar nimetleri' dile getirmek amacıyla gösterilebilir, ârifler, böyle bir
korkudan (rehbet) men edilmiştir.
Korku nedir? Zahirdeki korku tevhidin
gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bâtının korkusu ise bilginin değişmesine karşıdır.
Zâhir ve bâtının korkusu ise ezelin emrinin gerçekleşmesiyle ilgilidir. Fakat
o, arzu öne geçtikten sonradır.
Arzu nedir? Nefsin arzusu sevapla,
kalbin arzusu hakikat ile, sırrın arzusu ise Hakk ile ilgilidir Ki bu temkin
makamıdır.
Temkin nedir? Bize göre temkin, (değişmek
ve renkten renge girmek anlamındaki) telvinde sağlamlaşmak demektir. Sûfılere
göre temkin, kavuşanların halidir. Biz bu konuda söylediğimiz görüşü benimsedik.
Çünkü Allah Teâlâ ‘0 her gün bir iştedir’59 buyurur. Sûfıler ise Allah Teâlâ’nın
‘Allah Teâlâ gökleri ve yeri zail olmaktan korur’60 ayetini benimsemiştir. Gerçi bu ayet
de bizim vardığımız görüşü destelder. Öyleyse ‘telvinde temkin’ daha
yerindedir.
Telvin nedir? Telvin, kulun
hallerinde yer değiştirmesidir. Bu hal çoğunluğa göre eksik bir makamken bize
göre makamların en yetkinidir. Çünkü o, insan için amaca benzeme yeridir.
Bunun nedeni ise hücumlardır.
Hücum nedir? Hücum vaktin gücüyle
insanın bir yapmacıldığı olmaksızın bevadih’in ardından kalbe gelen şeydir.
Bevadih nedir? Bevadih, vehle
şeklinde gaybten kalbe ansızın ulaşan şeylerdir. Bu ise, ya bir sevinç veya
üzüntü nedeniyledir. Fakat bevadih olmaları için öncesinde levâmi bulunmalıdır.
Levâmi nedir? Levâmi tecelli
nurlarının iki vakitte sabit olmasıdır. Bu ise, tavâli’den sonra gerçekleşir.
Tavâli nedir? Tavâli,
tevhid nurlarıdır. Bu nurlar, mârifet sahiplerinin kalplerine doğar ve Levâih
sırlarda hüküm sahibi olduğunda diğer nurları söndürür.
Levâih nedir? Levâih
yüksekten sırlara parıldayan ve bir halden diğerine ortaya çıkan şeylerdir.
Bu, sûfilerin tanımıdır. Bize göre levâih, organla sınırlanmadığında, göze
parıldayan -olumsuzlayıcı olmaksızınzâtî nurlardır. Levâih, müsamere ehlinin
hallerindendir.
Müsamere nedir? Müsamere
Hakk’ın âriflere sır ve gayb âleminden olan hitabıdır. ‘Rûhu’l-Emin onu senin
kalbine indirdi.’ Bu ise, muhadesede özel bir haldir.
Muhadese nedir? Muhadese
Hakk’ın ârif kullarına mülk âleminden olan hitabıdır. Örnek olarak Hz. Musa’ya
ağaçtan nida edilmesini verebiliriz. Bu nida, müşahedenin dalıdır.
Müşahede
nedir? Müşahede, tevhid kanıdarıyla eşyayı görmek ve Hakk’ı eşyada
görmektir. Müşahede herhangi bir kuşku olmaksızın kesinliğin hakikati de
olabilir. Bu ise, mükâşefeden sonra gelir. Bir görüşe göre, mükâşefe
müşahededen sonradır. ,
Mükâşefe nedir? Mükâşefe,
emaneti anlayışla kavramak, halin ilavesini tam olarak yerine getirmek,
muhâdaranın verdiği işareti kavramaktır.
Muhâdara nedir? Muhâdara
kalbin burhan kanıtıyla hazır olmasıdır. Bize göre o, tahallî esnasında
üzerinde bulundukları hakikatlerine göre, isimlerin kendi aralarındaki
komşuluğudur.
Tahallî nedir? Tahallî
halveti tercih (yalnız kalmak) ve tecelli talebinin Hakk’tan meşgul ettiği her
şeyden yüz çevirmektir.
Tecelli nedir? Tecelli
örtünmeden sonra gayb nurlarından kalplere gözüken şeylerdir.
Örtünme nedir? Örtünme
seni fâni kılan şeyden perdeleyen her şeydir. Bir görüşe göre örtünme, oluş
perdesidir. Bazen örtünme adetlerle kalmak, bazen mahk otoritesi
gerçekleşmeden önce amellerin sonuçlarıyla kalmaktır.
Mahk nedir? Mahk, sahk
hali sabit olduktan sonra O’nda fâni olmalıdır.
Sahk nedir? Zorlayıcı
nedeniyle kahrın altında bileşimin ayrışmasıdır.
Zorlayan nedir? Zorlayan,
müminin kalbinde Halde’ın öğütçüsüdür. O, zamanın hükmüne göre çağırır.
Zaman nedir? Zaman
otoritedir, çünkü o senin ile gidiş arasına girer.
Gidiş nedir? Gidiş
kalbin sevgilisini müşahede ederek duyulan her şeyden habersiz kalmasıdır.
Sevilen kim olursa olsun böyledir. Bu ise, ayrımdan (fasl) öncedir.
Ayrım (fasl) nedir? Sevgilinden
umduğun şeyin yitirilmesidir. Bize göre ayrım, mücahedenin neticesi olan birlik
halinden sonra ondan farklılaşmandır.
Mücahede nedir? Mücahede
nefsi bedeni güçlüklere zorlamak, her durumda heva (arzu) gücüne muhalefet
etmektir. Fakat ancak riyazetten sonra arzu gücüne karşı konulabilir.
Riyazet nedir? Riyazet İki
türlüdür: Birincisi edep riyazetidir. Bu, nefsin doğasından çıkmaktır. Diğeri
talep riyazetidir. Bu ise, arzulanan şeyin sağlıklı olmasıdır. Kısaca riyazet,
nefsin ahlâkının süslenmesidir. Bu ise, bir illetten meydana gelir.
İllet nedir? illet
Haklc’ın kuluna sebepli ya da sebepsiz olarak uyarısıdır. Bu uyarı, lütfün ta
lcendindendir. Tasavvuf ehli onu ‘latife’ diye isimlendirir.
Latife
nedir? Latife, idrakte parıldayan ince anlama işaret eder. İbareye
sığmaz. O ise tefrid’e götürür. Latife insanın hakikati için de kullanılabilir. '
Tefrid (birleme) nedir? Tefrid, Hakk
ile kendinle durmandır. Şartı, tecrittir.
Tecrit (soyutlama) nedir? Tecrit,
fetretin hükmü nedeniyle, başka ve oluşu kalpten ve sırdan çıkartmaktır.
Fetret nedir? Fetret,
yakıcı başlangıç ateşinin sönmesidir. Bu hal, duranlar için vakfe haline
benzer.
Vakfe nedir? Vakfe,
veleh’ten kurtulmakla birlikte, iki makam arasında durmak demektir.
Veleh nedir? Veleh, sırrın
müşahedesiyle vecdin aşırılık halidir.
Sır nedir? Sır üç şekilde kullanılır:
Bilginin sırrı, onu bilenin hakikati karşılığında kullanılır. Halin sırrı, Allah
Teâlâ’nın ondaki muradı karşılığında kullanılır. Hakikatin sırrı ise
kendisiyle ruhtan işaretin gerçekleştiği şeyin karşılığında kullanılır.
Ruh nedir? Ruh kalbe gaybın bilgisini
özel bir şekilde aktarandır. Onu algılayan nefstir.
Nefs nedir? Nefs, şahidin hükmüne
göre kulun niteliklerinden nedenli olan şeylerdir.
Şahit nedir? Şahit, müşahedenin
sahibinin kalbinde meydana getirdiği sonuçtur. Bu sonuç, kalbin müşahede
edileni zabteitiği şekilde gerçekleşir. Vârid, şahide göre gelir.
Vârid nedir? Herhangi bir gayret
olmaksızın kalbe gelen güzel düşüncedir. Vârid, kalbe ilahi isimlerden gelen
her şeydir ve bazen hakka’l-yakîni sağlar.
Hakka’l-yakîn nedir? Hakka’l-yakîn,
ayııe’l-yakînden sonra nedeni bilmeyle ilgilidir.
Ayne’l-yakîn nedir? Ayne’l-yakîn
müşahede ve keşfin kendiliğinden ve ilme’l-yakînden sonra verdiği şeydir.
Ilme’l-yâkîn nedir? Ilme’l-yakîn
delilin verdiği kesinliktir. Düşünceden (hatır) sonra gelen kuşkular taşımaz.
Düşünce nedir? Düşünce kalbe ve içe
-rabbani olsun ya da olmasınyerleşmeksizin gelen hitaptır. Düşünce kalbe
yerleşirse ‘iç konuşma’ diye isimlendirilir. Sahibi ise nefese muhtaçtır.
Nefes nedir? Nefes, hakikatin otoritesi
nedeniyle, nefsin kötülüğünü söndürmek için Allah Teâlâ’nın kalp ateşine
musallat ettiği bir rüzgârdır.
Hakikat nedir? Hakikat, O’nun
nitelikleriyle senin niteliklerinin eserlerinin senden olumsuzlamasıdır. Çünkü
O senin vasıtanla sende ve senden fail olandır, fail sen değilsin. ‘Her canlının
perçeminden tutmuştur.*1 Bu olumsuzlama, adeta bir uzaklık
halidir.
Uzaklık nedir? Uzaklık, emre
itaatsizliklerde yerleşik olmaktır. Uzaklık bazen senden olabilir ve hallerin
değişmesiyle değişir. Bu durumda o, hal karinesinin verdiği şeyi gösterir.
Yakınlık da böyledir.
Yakınlık nedir? Yakınlık
itaati yerine getirmektir. Bazen yalanlık ‘kaabe kavseyn’, ‘iki yay ucu’
anlamında kullanılabilir. Bu ise, dairenin çeperini bölüp onu ikiye ayıran
çizgidir. Bu da, müşahede edilenin yakınlığının son noktasıdır. Bunu -mahv
ehli değilispat ehli anlayabilir.
Mahv ve ispat nedir? İspat
ibadet hükümlerini yerine getirmek, Halele’a kavuşturan şeyleri ortaya
koymaktır. Mahv ise, adet niteliklerini kaldırmak ve nedeni yok etmektir. Bu
da, Hakk’ın gizlediği ve olumsuzladığı şeydir. Zevk ondan meydana gelir.
Zevk (tatmak) nedir? Zevk, ilahi
tecellilerin başlangıcıdır Ki içmeye (şürb) götürür.
İçme nedir? İçme,
kanmayı gerektiren makamdan tecellilerin ortancasıdır. İçme kanmayı gerektirmeyen
bir makamdan olabileceği gibi bazen içenin mizacı kanmayı kabul etmeyebilir.
Kanmak nedir? Kanmak her
makamda tecellilerin sonudur. İçilen şarapsa, kanma sarhoşluğa götürür.
Sarhoşluk (sekr) nedir? Sarhoşluk,
rahatlatıcı güçlü bir vârid nedeniyle kendinden geçmektir. Büyüklerde
sarhoşluktan ayıldık meydana gelir.
Ayıklık (sahv) nedir?
Ayıldık, güçlü bir vârid nedeniyle kendinden geçmeden (gaybet) sonra hissetmeye
dönmektir.
Gaybet
nedir? Gaybet, kalbin yaratıkların hallerinden cereyan eden şeylerin
bilgisinden habersiz kalmasıdır. Bunun nedeni ise duyunun kendisine gelen huzur
ile meşgul olmasıdır. ’
Huzur nedir? Huzur
kalbin gaybeti esnasında Hakk’ın karşısında olduğunun bilincinde olmasıdır. Bu
durumda kalp fena haliyle nitelenir.
Fena nedir? Fena,
fiilinin yapıcısını Allah Teâlâ olduğunu görmelde kulun kendi fiilini
görmekten uzaklaşmasıdır. Bu ise, bekaya benzer.
Beka nedir? Kulun her
şeyi Allah Teâlâ’nın farktan ayakta tuttuğunu görmesidir.
Fark nedir? Fark, Hakk
olmaksızın halka işarettir. Bir görüşe göre fark kulluğu görmektir Ki, bu, cem’
halinin zıddıdır.
Cem’ nedir? Cem’, halk
olmaksızın Hakk’a işarettir. Cemu’l-cem’ buna göre gelir.
Cemu’l-cem’ nedir? Cemu’l-cem’,
cemali görmek esnasında Allah Teâlâ’ta bütünüyle silinmektir.
Cemal nedir? Cemal,
ilahi mertebeden el-Cemil ismiyle rahmet ve lütufların nitelikleridir. Alemde
görünen celalin sahibi olan cemal budur.
Celal nedir? Celal,
ilahi mertebenin kahrının özelliğidir. Viicûd onun nezdinde meydana gelir.
Vücûd nedir? Vücûd,
Hakk’ı vecdde bulmaktır.
Vecd nedir? Vecd kalbe
tesadüf edip onu kendini görmekten uzaklaştıran hallerdir. Öncesinde ‘tevacüd’
vardır.
Tevâcüd nedir? Tevacüd,
vecdi çağırmak ve vecd olmaksızın sahibinin bulduğu ünsiyet nedeniyle vecd
hali göstermektir.
Ünsiyet nedir? Kalpte
ilahi mertebenin müşahedesinin neticesidir. Bu ise, cemalin celalidir, çünkü
ondan heybet meydana gelmez.
Heybet nedir? Heybet Allah
Teâlâ’nın güzelliğini kalpte görmektir. Sûfilerin çoğu, ünsiyet ve bastı
cemalden sayar. Hâlbuki gerçek öyle değildir.
Bast nedir? Bize göre
bast, eşyayı sığdıran ve eşyanın sığdıramadığı kimsedir. Bir görüşe göre bast,
ümit hali, bir görüşe göre bir işaretin kabul, rahmet ve ünsiyete zorladığı
vâriddir. Bast, kabzın zıddıdır.
Kabz nedir? Kabz,
bulunulan anda korku halidir. Bir görüşe göre kabz, azarlanma ve ikaza işaret
eden kalbe gelen vâriddir. Bir görüşe göre ise vaktin varidini almaktır. Bu iki
hal mekân ehli için gerçekleşebilir.
Mekân nedir? Mekân,
kem^l ehli için gerçekleşen yaygıdaki bir yerdir. Onlar, makam ve hallere
ulaşmış, orada celal ve cemalin üzerindeki makama geçmişlerdir. Artık onların
ne özelliği ne de nitelilderi kalmıştır. Ebu Yezid’e ‘Nasıl sabahladın?’ diye
sorulmuş, ‘Benim sabah ve akşamım yoktur. Sabah ve akşam bir niteliğin
sınırladığı kimseler için olabilir. Benim niteliğim yoktur’ diye yanıt
vermiştir. Arkadaşlarımız bu söz hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Şatahat
mıdır, değil midir? Çünkü makam bunu gerektirir.
Şatahat nedir? Şatahat
iddia ve benlik kokusu bulunan her sözdür. Bu ise, şeriat ehli kimselerde
nadiren bulunur.
Şeriat nedir? Şeriat
kulluğa bağlanmayı emretmektir. Ona ‘tahakküm’ eşlik etmez.
Tahakküm nedir? Tahakküm
(kendini göstermek), velînin mertebesini göstermek üzere, istediği şeye
kalkışmasıdır. Bunu gördüğü ve kendini sıkan bir nedenle yapar.
Sıkılma nedir? Sıkılma,
müminin kalbinde bulunan öğütçünün etkisidir. Hal sahiplerinde ise, vecd ve
ünsiyet nedeniyle harekete geçmektir.
Hal nedir? Hal,
herhangi bir çaba ya da onu çekmek için gayret olmaksızın kalbe gelen her
şeydir. Bir şeyin hal olması için ortadan kalkıp benzerinin yerini alması
gerekir. Bu durum saflaşıncaya kadar devam eder. Bazen benzeri yerini
almayabilir. Buradan sûfıler arasında hallerin sürekliliği konusunda görüş
ayrılığı ortaya çıkmıştır. Bazı İçimseler benzerlerin sürekliliğini kabul
etmiştir. Benzerliğin sürekliliğini kabul edenler -ki benzer olduklarını
bilmezlerhalin sürekliliğini kabul ederler. Bunlar, hal kelimesinin ‘hulul’den
geldiğini düşünür. Halden sonra benzerin gelmeyeceğini düşünenler ise, devam
etmeyeceğini düşünmüş, hal kelimesinin de ‘kaybolmak’ anlamındaki havle’den
geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bu konuda şu mısraı okurlar:
Devam etseydi hal olmazdı Hal olan her şey yok
olmuştur
Bir görüşe göre hal, niteliklerin kul
üzerinde başkalaşmasıdır. Yerleştiğinde ise ‘makam’ adını alır.
Makam nedir? Makam
merasimin haklarını tam olarak yerine getirmektir. Makam sahibinin son hali
makamsızlıktır ki ‘edep’ demektir.
Edep
nedir? Edep sözüyle bazen şeriat adabını, bazen hizmet edebini,
bazen de Hakk’a karşı olan edebi kastederler. Şeriat edebi, şeriatın sınırında
durmaktır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın belirlediği sınırlardır. Hizmet edebi,
amelleri yerine getirirken aşırı davranmakla birlikte gerçek faillerini
görerek onları görmekten yüz çevirmektir. Hakk’a karşı edep ise, sana ve O’na
ait şeyleri bilmendir. Edepli kişi, vaktin hükmüne göre hareket eden ya da
vaktini bilen kimsedir. .
Vakit nedir? Vakit geçmişe ya da
geleceğe bakmaksızın içinde bulunduğun haldir. Yol (tasavvuf) ehlinin yorumu
böyledir.
Yol ne demektir? Yol, Hakk’ın ruhsat
bulunmayan meşru hükümleridir. Bunlar, azimeder ve kendi yerlerinde
ruhsadardır. Kendi yerlerinde ruhsatları yapanlar, azimet sahipleridir. Yol
ehlinin büyük kısmı ruhsadarı benimsemez, bu bir hatadır. Ruhsadarı hiç yerine
getirmeyen kimse, Allah Teâlâ’nın ruhsatlarını yerine getirenlere yönelik
sevgisini yitirir. Dolayısıyla onun bu konuda bir zevki olamaz. Örnek olarak,
(farz borcu olduğu için) kaza namazı kılan ve hiç nafile kılmayan birini
verebiliriz. Bu davranış son derece yanlıştır. Aksine meşru olan, nafile
kılmaktır. Farzlar eksik olduğunda nafilelerinden -Ki gönüllü ibadet
demektirfarzları tamamlanır. Farzlar eksik değilse, bu ibadetler tıpkı
niyetlendiği gibi, onun için nafile olur ve bunlardan dolayı Allah Teâlâ’nın
sevgisini ‘zevk’ eder. Böyle davranmayan kimse, Allah Teâlâ’nın şeriatını
geçersiz yapmıştır. Çünkü farzları tam olduğunda onları kaza etmek caiz
değildir. Böyle bir adam, kendi başına hüküm çıkartmış ve Allah Teâlâ’nın izin
vermediği bir şeyi yapmıştır. Allah Teâlâ bu ibadetleri ona nafile diye yazmaz
-çünkü o buna niyetlenmemiştir-. Böyle biri Allah Teâlâ karşısında saygısızlık
yapmıştır. Allah Teâlâ o ibadederi ‘gönüllü’ diye isimlendirmişken bu adam kaza
demiştir. Dolayısıyla nafileden meydana gelen ürün onun adına gerçekleşmez,
çünkü onlara niyetienilmemiştir. Şeriat onun yaptığı ameli kazanafile sayacağı
hakkında bir ifade de bulunmamıştır. Kavmin ‘seferinin’ kendisinde
gerçekleştiği yol budur.
Sefer nedir? Sefer, zildr ile Hakk’a
yönelme yolunu tutan kalptir. Bu ise Hakk ile ya da nefes ile gerçekleşir. Bu
durumda kalp yolcu diye isimlendirilir.
Yolcu nedir? Düşüncesiyle
akledilirlerde sefer eden kişidir. Din dilinde bu, ‘itibar (zahirden bâtına
geçmek)’ diye isimlendirilir. Böylelikle yolcu dünya hayatından ahiret hayatına
geçer ki böyle biri ‘amel sahibi sâliktir.’
Salik nedir? Sâlik, -bilgisiyle
değilhaliyle makamlarda yürüyen kişidir. Bu ise amel demektir. Böylelikle
bilgi onun kendisi haline gelir. Zünnûn şöyle der: ‘Fatıma en-Nisabûri’yle
karşılaştım. Ona hangi makamı söylediysem, o makamın kendisinde bir hal olarak
bulunduğunu gördüm.’ Bu durum, bazen mürit (isteyen) için değil, murad
(istenilen) için gerçekleşir.
Mürit ve murad (irade eden ve edilen)
nedir? Murad, iş kendisine hazır iken, iradesinden çekilmiş kimse
demektir. Böylelikle, herhangi bir güçlük olmaksızın, bütün alışkanlıkları ve
makamları aşar. Mürit ise kendi iradesinden soyutlanan ldmsedir. Ebu Hamid
şöyle der: ‘Mürit isimlerin kendisi adma geçerli olduğu ve isimle Allah
Teâlâ’ya yönelenler arasına giren kişidir.5 Biz ise mürit ismini İki
halden dolayı iki şahsa veririz: Birincisi güçlük ve sıkıntıyla yolu tutan
kişidir. Bu güçlük ve zorluk onu yolundan alıkoymaz. Diğeri, iradesi eşyaya
nüfuz eden kimsedir. Bu ise iradeyle özdeşleşen kimsedir. Murad ise, böyle
değildir.
İrade nedir? İrade
kalpteki bir elemdir. Sûfıler bu kelimeyi kullanır ve onunla temenni iradesini
kasteder. O da bunun bir kısmıdır. Burada, nefsanî hazlarla ilgili olan doğa
iradesi de vardır. Haklc’ın iradesinin konusu ise, ihlâstır ve ‘hâcise’ göre gerçekleşir.
Hâçis nedir? İlle
düşünce demektir. O, hiçbir zaman yanılmayan rabbani ille düşüncedir. Onu, ilk
sebep ve düşüncenin başı diye isimlendirmişlerdir.
Böylece sana makamların belli bir
ilişki tarzıyla mertebelerle irtibatını ve birbirine bağlanmasını açıklamış
olduk. Arkadaşlarımızın pek azı böyle bir ilişkiyi açıklama yolunu tutmuştur.
Bu ise, Arapçadâki zincirleme bağlamdır ve İbrahim b. Ethçm ve benzerlerinin
işaret ettikleri bilinmeyen bir yöntemdir. Ondan sûfılerin terimlerinin
lafızlarının açıklaması ortaya çıkar. Bundan iki yarar ortaya çıkar: Birincisi
sûfılerin terimlerinin öğrenilmesi, İkincisi ise terimler arası karşılıklı
ilişkilerin bilinmesidir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
YÜZ
ELLİ DÖRDÜNCÜ SORU
Ümmü’l-Kitab’ın -onu bütün
peygamberlerden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve bu ümmet adına saklamıştırTe’vili Nedir!1 Cevap:
Ümmü’l-kitab’talei
ümm (ana) kelimesi toplayıcı demektir. Ummü’l-lcura (şehirlerin
anası) buradan gelir. Baş, bedenin anasıdır. ‘Ummü re'sihî’ (başının anası)
denilir. Çünkü baş, insanın duyusal ve manevi güçlerinin toplandığı yerdir.
Fatiha suresi indirilmiş bütün kitapların anasıdır ve büyüle Kuran demektir.
Başka bir ifadeyle her şeyi içeren büyük ve yüce toplam demektir. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelim verilmiştir, şeriatı da bütün
şeriatiarı içerir. O, Adefn yaratılmazdan önce peygamber idi. Bütün şeriatiar
ondan diğer nebilere yayılmıştır. Diğer nebiler, bedeniyle bulunmadığında Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in yeryüzündeki veldl ve elçileriydi.
Bedeniyle var olsaydı hiçbirinin şeriatı olmayacaktı. Bu durum Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘Musa yaşasaydı bana uymaktan başka bir şey
yapamazdı’ sözünde dile getirilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
Tevrat’ı indirdik, onda hidayet ve nur vardır. İslam olmuş peygamberler
hidayete erenler için onunla hüküm verirler:62 Biz
Müslümanlarız. Bilginlerimiz de nebilerdir. Biz, her şeriat ehli için onların
şeriatlarıyla hüküm veririz, çünkü onlar bizim Peygamberimizin şeriatıdır.
Bunları onaylayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olduğu kadar şeriatı
da onlarrn asıllarıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bütün insanlığa
gönderilmiştir. Bu ise, başka biri adına gerçekleşmemiştir. ‘İnsanlar5,
Hz. Adem’den son kimseye kadar olan kimselerdir. Onlara gelmiş şeriatlar,
vekillerinin eliyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriadarıdır.
Çünkü Peygamber bütün insanlara gönderilmiştir. Öyleyse bütün elçiler, onun
vekilleridir. Peygamber bedeniyle ortaya çıktığında, bütün hüküm ona ait iken
her hüküm sahibi de ona dönmüştür. Öyleyse Peygamber’in mertebesi, dünyada dış
varlığının ortaya çıktığı esnada elçilerinden hiçbirine verilmemiş bir
özelliğin ona verilmesini gerektirdi. Bu özellik vekillerinde parçalanmış
şeyleri içeren bir büyüklük ve bir ilave olmalıydı.
Bu nedenle Allah Teâlâ ona
ümmü’l-kitab’ı verdi. Ümmü’l-kitab bütün sayfa (suhuf) ve kitapları içerir.
Onlarla birlikte Ümmü’l-kitab, özet bir şekilde, bütün ayetleri kendinde
toplayan yedi ayet olarak bizde ortaya çıkmıştır. Nitekim Allah Teâlâ’nın yedi
niteliği de bütün ilahi isimleri içerir ve her bir ilahi isim onlardan birine
gider. Üstad Ebu İshale el-İsferâyînî el-Celı
ve’l-Hafi isimli kitabında böyle yaparak bütün
isimleri yediye döndürmüştür. Üstad, ilahi isimlerden kelam sıfatına ait olarak
eşŞekûr ve eş-Şâkir isimlerini bulmuş, diğer isimleri de sıfatiara bölmüş,
onlar da kendilerini içerdiği için isimleri kabul etmiştir. Bu bağlamda bir
kısmını bilgiye, bir kısmını kudret ve diğer niteliklere katmıştır.
Ümmü’l-kitap da böyledir. Allah Teâlâ,
nebilere, yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vekillerine
indirilmiş kitap ve sayfaları ona katarak Peygamber ve bu ümmet adına
saklamıştır. Bu sayede onlar öncelik bakımından diğer nebilerden ayrışır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘en büyük imamdır.’ Bu kitabın kendisinde ortaya
çıktığı ümmeti ise ‘İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmettir.’63
Bunun nedeni, onların içinde Hakk’ın suretiyle ortaya çıkmasıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisinde zuhur ettiği devir de, kendilerinde
şeriatıyla bulunduğu önceki ve sonraki asırlara göre, bütün asırların en
hayırlısıdır.
Bu ümmetin toplayıcılığının bir yönü
de, Allah Teâlâ’nın velîlerine Allah Teâlâ’dan uzak insanların niteliklerinde
de bir yalcınlık payı ayırmış olmasıdır. Böylece lafız ve anlamda ortaklık
gerçekleşirken anlam değişir. Söz gelişi hırs için kötü bir nitelik deriz.
Bilgiyi öğrenme ve onunla Allah Teâlâ’ya yaklaşmada hırslı olduğumuzda ise,
övülen bir niteliktir. Hırs, lafzın kötü kullanımıyla yerilmiştir. Çünkü hırs,
kayıtsız anlamda kullanıldığında, kınanmış bir huydur. Övülen hırs
kastedildiğinde ise sınırlanır ve ‘iyiliğe haris’ denilir. Haset de böyledir.
Genel anlamda sınırlanmalcsızın hasetten Allah Teâlâ’ya sığınılır. Çünkü o,
genel kullanımında kötü anlam taşır. Özel kullanımında ise, övülen bir anlamda
kullandır. Bu nedenle Allah Teâlâ bu ümmetin velîlerinde böyle bir bakışı bir
araya getirmiştir. Onlar da, kınanmış isimlerdeki paylarını elde ederek hiçbir
şeyi yitirmemişlerdir. Çünkü onlar, bütün makamları toplayanlardır. Dolayısıyla
onlarm her şeyde bir tecrübe ve payı vardAr.
Bir nitelik geldiğinde, hangi niteliği
varsayarsan varsay
Onda bolca payımız ve;
meşrebimiz vardır
Nitelik ister kınanan, isterse övülen
türden olsun
Hepsi kavmin amaçladığı şeydir
O’nun niteliklerini bizim niteliklerimizde
görmez misin?
Bizim niteliklerimiz de O’nun niteliğidir, yalanlanma!
O’nun bir halde sevinci ve neşesi vardır . Bıktığı ve şaşırdığı
da bize bildirildi
Alay etmek, unutmak ve tereddüt de O’na ait
Hile ve tuzak da O’nun niteliği, hepsi düzenlenmiştir
Kulun da celal ve övgüsü vardır
İzzet ve tazim O’nun mertebesinde teşvik edildi
Bunlar llah’ın nitelikler indendir, düşünün!
Hakkında konuştuğum bu sözü övünüz
Ben velîleri de böyle överim
Yaratıklar için ‘örf olarçk kınama sayılan
özelliklerle
Açıkladığım bilgiyi inkâr eden kişi
Bilen ve Hakk’a yakın bir kul değildir
Velîlerden bir grup, haset
edenlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İki şeye haset edilir’
der. ‘Birincisi Allah Teâlâ’nın bilgi verdiği ve insanların arasında dolaşan
bir adamdır. Diğeri ise, Allah Teâlâ’nın mal verip de malını iyi yolda harcayan
bir adamdır.’ Erdemsizlikleri kabul etmeyip erdemleri ve hayırları toplamayı
seven üstün nefs sahipleri şöyle demişlerdir: ‘Haset yüce işlerde olabilir.
İşlerin en yücesi ise erbabıyla bilinenlerdir. Rablerin rabbi, niteliklerin ve
güzel isimlerin sahibi ise Allah Teâlâ’dır. Öyleyse geliniz! İsimleriyle
ahlâklanışta O’na benzeyiniz.’ Böylece bunu yapmışlar, aşırıya gitmişler, bu
konuda o kadar gayret göstermişlerdir ki artık bir şeye ‘ol’ dediklerinde o şey
meydana gelir olmuştur. Bu ise Allah Teâlâ’nın kendisiyle övüldüğü
mertebelerin en yücesidir. Haset olmasaydı, sûfıler bu makamı elde etmek için
çalışmazdı.
Bir grup velî ise, sihir yapanlardır.
Sihir, genel anlamıyla çirkin bir niteliktir. Velîlerin ondan payı ise Allah
Teâlâ’nın kendilerine harfler ilmini öğretmesidir. Harfler ilmi, velîlerin
ilmidir. Onlar, Allah Teâlâ’nın harf ve isimlere yerleştirdiği ve
kendilerinden hakikat ve hayal âleminde şeylerin ortaya çıktığı sırlı
özellikleri öğrenir. Öyleyse sihir, genel anlamda kınanmış olsa bile, özelde
övülen bir niteliktir. Bu yönüyle sihir, keramet ve harikulade kapsamındadır.
Fakat velîler ‘sihirbaz’ diye isimlendirilmez. Bununla beraber onlardan
harikulade olaylar görülür. Bu durum, onlar adına ‘keramet’ diye
isimlendilirken âlimlere göre sihrin ta kendisidir. Hz. Musa’nın sihirbazları
sihir bilgisini yitirmemişlerdi. Bununla beraber onlar, Hz. Musa ve Harun’un
Rabbine inanmış, Allah Teâlâ’nın dinine girmiş, ‘ahireti dünyaya, Allah
Teâlâ’nın azabını Firavun’un gücüne yeğlemişlerdi.’ Bununla beraber onlar,
sihri biliyordu. Sihir bize göre ‘simya ilmi’ diye isimlendirilir, çünkü o
alamet anlamındaki ‘sime’ kelimesinden türetilmiştir. Başka bir ifadeyle sihir,
bir takım alamederi bilmek ilmidir. Söz konusu şeyler, harflerin toplanışı, isim
ve kelimelerin dizilişinden meydana gelen şeyler üzerine konulan alamederdir.
İnsanların bir kısmına bütün bunlar
sadece ‘Bismillahi vahdehu (Tek olan Allah Teâlâ’nın adıyla)’ sözünde
verilmiştir. Böylelikle besmele o kişi için, bütün isimlerin yerini alır ve
yine o kul adına, Allah Teâlâ için ‘kün’ sözü gibidir. Besmele, Fatiha
suresinden bir ayettir. Buradan da besmele -diğer surelerin besmele’si
değiletkiri olur. İnsanların çoğu bundan haberdar değildir. Öyleyse, var
olanların genel anlamda kendisinden edilgin oldukları besmele, Fatiha suresinin
besmelesidir. Diğer surelerin besmelesi ise, özel şeylere aittir.
Salihlerin büyüklerinden ve âlemde
tasarruf sahibi birisi olan Fatıma b. Müsenna ile karşılaşmıştım. Ondan
harikulade olaylar, bilhassa Fatiha suresi vasıtasıyla ortaya çıkardı. Ben bu
durumu onda gördüm. O ise, herkesin Fatiha suresinin bu özelliğini bildiğini
zannederek bana şöyle demişti: ‘Fatiha suresini bildiği halde herhangi bir
şeyin bir insana direnmesine şaşarım. Niçin bunu okumuyorlar da istedilderi
meydana gelmiyor İti? Bu apaçık bir mahrumiyet değil midir?’ Onun hizmetinde
bulundum ve kendisinden istifade ettim.
Onlardan bir grup kâfirlerdir
(kendilerini örtenler, çiftçiler). Onlar, Melamiler gibi, makamlarım
gizleyenlerdir. Kâfirler, (sözlük anlamıyla) ziraatçılardır, çünkü onlar
toprakta tohumu gizlerler. Ünsiyet, melâmet ve rahmet ehli, Kuran’a ve bütün
eşyaya baktıklarında, gözleri güzellik ve cemale düşer, güzellikten başka
herhangi bir şeyi görmezler. Kuran okuduklarında ise, azap görenlerin
suretlerinde onlar için sadece iyi fiillerin içerdiği şeylerin suretleri
ortaya çıkar. Onların gözleri sadece böyle şeyleri görür. Bu, kendisini
‘kullarını cezalandırma’ ile nitelendirip kayıtsız anlamda bu nitelik
kendisinde bulunduğunda Allah Teâlâ’nın onlara gösterdiği şeydir. Böylece
onlar, her nitelikten kendi yollarında onlara layık şeyleri alır, onu en güzel
şekilde onlara yönlendirirler. Bu durumda, başkalarına göre azap olan şeyler,
onlar için nimet olur. Dış görünüş birdir, bakılan ise -bakanların farklılığı
nedeniyledeğişir. Öyleyse her bakılanın kendisine özgü bir gözü vardır.
Kayıtsız anlamda kâfir, kalbini ve
kulağını Allah Teâlâ’nın mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimsedir.
Velîlerden kâfir olan ise, kalbinde Hakk’ın mührünün bulunduğu kimsedir. Çünkü Hakk
bu kalbi evi edinmiş ve ‘Beni göğüm ve yerim sığdıramadı, mümin kulumun kalbi
sığdırdı’ demiştir. Allah Teâlâ kıskançtır, yaratıklarından herhangi birinin
O’na karşı çıkmasını irade etmez. Nitekim Harem de mühürlüdür ve birinin orada
avlanması ya da bir ağacı kesmesi helal değildir. Allah Teâlâ sadece kulun
kalbine bakar. Allah Teâlâ bir kulun kalbini mühürlediğinde, onun kalbine
Rabbinden başkası girmez. Onun kulağını da mühürlemiştir. Böyle bir kul,
herkesin sözüne Rabbinin sözüne baktığı gibi bakar. Onlar, anlamsız şeylerden
yüz çevirmiştir. Gözünde de perde vardır. Bu ise, inayet perdesidir. Onlar her
şeye Allah Teâlâ’yı gösteren bir ayet olarak bakar. Bu koruma, onların
gözleriyle delil ve ibret gözü olmaksızın bakmak arasında perdeye dönüşür. Bu
perde, onlar ile bakılması uygun olmayan şeylerin arasındadır. Öyleyse bu
perde, övülen bir perdedir. ‘Onlar için azap vardır.’ Azap kelimesi, uzubetten
(tat) gelir. ‘Azap büyüktür.’ Yani kıymeti büyüle bir şeydir. Çünkü azap, Allah
Teâlâ tarafından mümini tercih ederek böyle isimlendirildi. Mümin, Allah
Teâlâ’nın düşmanlarına elem verecek azabı (kendisi için) tatlı bir şey gibi
algılar. Öyleyse (tat anlamındaki) azap, müminlere göre böyledir.
Onlardan bir grup, sağır, dilsiz ve
kördür. Onlar düşünmez ve geri dönmezler. Bu kesimdeki insanlar, duyulması
helal olmayan şeyi ve efendilerinin sözünün dışındaki sözleri duymaktan
sağırdırlar. ‘Dilsizdirler’; onlar efendilerinin razı olmayacağı şeyleri
söylemezler. Kâfirler de Allah Teâlâ’nın zikrini söylemede ‘dilsizdir.’
Böylelikle bağlam değişmiş ve nitelik geçerli olmuştur. ‘Kördürler’; onların
gözü, eşyada fail olarak Allah Teâlâ’dan başkasını görmez. Velîlerden her biri,
Allah Teâlâ’ya dair bilgisindeki makamına göre, bu özelliklerde bulunur.
Onların bu niteliklerin övülen kısımlarından aldıkları şey de (bilgilerine
göre) değişir. Vaktimiz meselenin ayrıntıları için yeterli değildir. Meselenin
bu kadarına değinmek ile yarar gerçekleşmiştir. ‘Geıi dönmezler’; başka bir
ifadeyle sadece Allah Teâlâ’ya dönerler. ‘Akletmezler’; yani sadece Allah
Teâlâ’dan öğrenirler. Onlar, bu niteliklerden kınanmış fiillere dönmezler.
Çünkü Allah Teâlâ, o nitelilderle bedbaht kullarını nitelemiştir. Onlar
akletmez. Onlar, bu nitelilderde sadece yapılması övülmüş nitelikleri
‘aklederler.’ Bunlar, kendisiyle nitelenen herkeste gerçek anlamıyla bulunan
niteliklerdir. Bu insanlar bu niteliklere göre hareket ederken farklı farklı
davranır. Dolayısıyla mecaz anlamıyla onlarla nitelenmeleri söz konusu değildir,
onlarla gerçek anlamda nitelenirler. Bunu bilesin!
Bir grup ise, ‘zalimlerdir.’ Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra kitaba seçtiğimiz kulları varis
yaptık.’64 Seçilmiş
olan, velîdir. Seçilenler hakkında ise şöyle demiştir: ‘Bir
kısmı kendisine zalimdir.’65 Bu kişi,
nefsine sahip olduğu hakla vermeyendir. Nefsine şöyle der: ‘Nefsim! Dünyada
benim üzerimdeki hakkını senin adına ahirete erteliyorum.’ Bu kul burada gayret
ve çabayla çalışır; azimedere sarılır, ruhsadara yönelmez. Bütün bunlar nefsin
hakkıdır. Başka bir ifadeyle kendisi için kendine zulmeder. Öyleyse o,
nefsinden dolayı ‘zalimdir.’ Bu nedenle Allah Teâlâ seçtiği kimse hakkında ‘Onların
bir kısmı kendisi için zalimdir’66 demiştir.
Yani, Mutlu etmek istediği nefsinden dolayı zalimdir. Dolayısıyla bu ldşi, nefsine
sadece nefsi için zulmetmiştir.
Velîlerden bir grup ise gafillerdir.
Onlar, Allah Teâlâ’nın kendileriyle ‘namaz kılması’ nedeniyle ‘namazlarından
gafil kalan kimselerdir.’67 Onlar,
alınlarının Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu görürler. Allah Teâlâ namazda
onları ayakta tutar, rükû ettirir, secde ettirir, onlarla okur, onlarla tekbir
getirir, onlarla selam verir. Çünkü Allah Teâlâ, onların kulakları, gözleri,
dilleri, elleri ve ayaklarıdır.
Nitekim kutsi bir hadiste böyle denilir. Kim bu hali müşahede ederse, ‘kendi
namazından’ habersizdir. Halbuki Allah Teâlâ ‘namazdan’ dememiştir, çünkü
‘namazdan’ gafil değildir. Onların gafletleri, namazı kendilerine izafe
etmelerindendir. Bu nedenle hakikat ehli, ‘namazlarından
habersizdirler™ ayetiyle
buradaki kınamayı -Ki habersiz olanlara aittir-, kendi namazıyla Allah
Teâlâ’nın onunla namaz kılmasını düşüncesinde bir araya getirenle ilgili
saymıştır. Bu, en yetirin davranıştır. İki adamı bu büyük iki makamda mukayese
ettiğinde birisi, o ildsini birleştiren diğeri için meydana gelen hayırdan
eksik kalmıştır. Bu eksiklik, göreli olarak, diğeri için bir kınanmadır.
Nitekim, ‘Ebrar’ın iyilikleri, Hakk’a yalanların kötülükleridir’ denilir. Bir
ayette ise, ‘Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür’69 denilir.
Bir gnıp ise insanlara gösteriş yapan
riyakârlardır. Onlar, bu ümmetin âlimleri kendilerine uysun diye eylemde
bulunanlardır. Davranışlarıyla insanlara öğretmenlik yapar ve onlara öğretmeyi
amaçlarlar. Çünkü gören için fiil sözden etkindir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘Benim kıldığımı gördüğünüz tarzda namaz kılın’ demiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem namazı nitelemiş olsa bile, insanlar kendisini
görsün ve ona uysunlar diye, minberin üzerinde namaz kılmıştır. Bu durum,
amellerin hepsinde böyledir. Allah Teâlâ’ya yaklaştıran fiillerde velîlerin
gösterişten payları budur.
Velîlerden bir grup ise ‘yardıma
engel olanlardır.’ Onların bu (kınanmış) davranıştan payları, insanları
sebepleri görmekten perdelemektir. Böylelikle onların bakışlarını ‘sebeplerin
yaratıcısına’ çevirirler. Allah Teâlâ’dan başka yardımcı yoktur. Onlara şöyle
demek emredildi: ‘Senden yardım isteriz.’70 Yardım edenlerden yardım isteriz
denilmemiştir.
Bir grup ise kaş göz hareketi
yapanlardır. Onlar, çokça ayıplayanlardır. Allah Teâlâ’nın velîleri her şahsı
nefsin ayıplarına muttali eder. Çünkü herkes bunun farkına varamaz. Bir ârif
mertebe sahiplerinden her bir grup hakkında nefsin ayıplarını nitelemeye
başladığında, her grup daha önce kendisine örtülüyken ayıbının farkına varır.
Örnek olarak hükümdar ve onun mertebesiyle ilgili ayıpları, kadı ve bütün
valilerle ilgili ayıpları, aynı şekilde zahitlerin, salihlerin ve sıradan
insanların nefslerinin eksikliklerini verebiliriz. Velîlerin kaş ve gözle
kınamadan paylan bu kadardır.
Velîlerden bir grup, fâsıklar
(çıkanlar), bozanlar, kesenler ve bozgunculuk yapanlardır. Fâsıklar,
kendileriyle mutluluk ve Allah Teâlâ’ya yaklaşma arasına giren niteliklerden
çıkanlardır. Bozanlar, sözleşmeyi yaptıktan sonra Allah Teâlâ’ya verdikleri
sözü bozanlardır. Onlar, O’na itaat etmek üzere söz vermişlerdir. Hakk’a
yakınlık ve keşf makamına ulaştıklarında ise, Allah Teâlâ’nın onlar
vasıtasıyla fail olduğunu öğrenirler. ‘Sizi
ve yaptıklarınızı Allah Teâlâ yarattı.’71 Böylelikle onlar, güç ve fiillerinin
olmadığını görürler. Bu durumda fiili kendisine havale ederek, Allah Teâlâ’ya
verdikleri sözü bozarlar. Bu sözleşme, onu yapan bir fail ile birlikte geçerli
olabilir. Onlar ise, müşahede yoluyla, ameli yapanın Allah Teâlâ olduğunu
görür. Dolayısıyla sözleşme Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ ile yine kendisi
arasında gerçekleşmiştir. Böylelikle söz alınırken perdenin bu algıdan
kendilerini körleştirdiğini öğrenirler. Sözleşme perde ehline lazımdır. Bu
müşahede neticesinde onlarm sözleşmeleri bozulur. Onların amelleri, kendileri
bunu görmezken, Allah Teâlâ vasıtasıyla gerçekleşir. Öyleyse bu insanlar,
amellerini kendilerine izafe etmekten korunanlardır.
Aynı durum Allah Teâlâ’nın
‘bağlanmasını emrettiği şeyi kesmelerinde’ geçerlidir. Kastedilen,
(sıla-i)rahimdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rahim Rahman’dan bir
daldır, onu birleştireni Allah Teâlâ da birleştirir’ demiştir. Onlar, rahmi
Rahman vasıtasıyla birleştirir ve kesilmesi gerekeni de keserler. Bu durumda
Rahman’ın kendilerine ihsan ettiğini görürler. Bu grup ‘ortadan’ çıkarak
Şâri’nin sıla-i rahim ile ilgili sözüne bağlanır, insanlar, bu ifadeyi malla
yakınlara iyilik anlamında yorumlamıştır. Bu grup ise kastedileni, yakınlığı Allah
Teâlâ’ya bağlamak şeklinde anlarlar. Öyleyse onlar, rahimleri asıllarına
yöneltirler ki, o da Rahman’dır. Akrabalarına verirken de ‘veren ve alan elin Allah
Teâlâ’nın eli olduğunu öğrenirler.’ Çünkü rahim Rahman’dan bir daldır. Öyleyse
vermek Allah Teâlâ’dan olduğu gibi almak da Allah Teâlâ’dandır. Böylelikle bu
insanlar mal yoluyla sıla-ı rahim yapmaktan kesilir (geri durur). Çünkü onların
(mal verecek) bir elleri yoktur. Bununla beraber, görünüşte son derece ihsan
sahibidirler. İnsanlar ise, bunun farkına varmaz.
‘Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar’72 da bu
anlama gelir. Onların dünyalarının fesadı, yeryüzündeki bozgunculuklarıdır,
çünkü cennet göktedir. Bu fesat sayesinde gökteki ahiretleri düzelir. Onlar
oruç tutar, uykusuz kalır ve ağır yükleri kaldırırlar. Bütün bunlar beden
yerinin (arz) bozulması ve fesadıdır. Bu fiiller neticesinde bedenler zayıflar,
bitkinleşir ve yorulur. Bütün bunlar kitapta bedbahtların niteliğidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar /âşıklardır.’73 Sonra
onları şöyle niteler. ‘Onlar sözleşmeden sonra Allah Teâlâ’ya
verdikleri sözü bozanlar, Allah Teâlâ’nın
birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır.’74
Bir grup ise sapkınlardır (dâllûn).
Onlar, Allah Teâlâ’nın celal ve büyüklüğünde hayrete düşmüş şaşkınlardır.
Dinginlik ve itminan istediklerinde ise, Allah Teâlâ kendisi hakkındaki
bilgiden onları şaşırtan ve telef eden şeyleri kendilerine gösterir. Bu
durumda şaşırmış ve telef olmuş bir halde kalırlar. Allah Teâlâ’yı bilmekle
ilgili kendilerini dinginleştirecek bir şeyi elde edemezler. Kalpleri sürekli
ıstırap halinde, akılları hayrettedir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın velîlerinden
dalalette olanlardır. Onları farklı suretlerdeki tecelli hayrete düşürür.
Velîlerden bir grup ise,
saptıranlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben saptıranları
destekçi edinmem.’75 Onlar
bâtınî yorumda kendilerine uyan öğrencilere Allah Teâlâ hakkında hayret yolunu
ve O’nu bilmekten acizliği gösterenlerdir. Onlar, öğrencilerine her şeyin
sahipliğinin Allah Teâlâ’nın elinde olduğunu gösterir. Bununla beraber Allah
Teâlâ, kullarına amel yapmayı emreder. Amel yapan ise -kendileri değilonlar
vasıtasıyla Haktır. Böylelikle insanlar Allah Teâlâ’nın şanının gerektirdiği
mutlaklık ve sınırsızlığın farkına vardıklarında ‘saptıranlar’ haline gelirler.
Yani, yaratıkları Allah Teâlâ’nın celalinde hayrete düşürdükleri için hayrete
düşürenler haline gelirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
onları yapmadık.’76 Yani,
saptıranlar. ‘Onlara göklerin, yerin ve kendilerinin
yaratılışını göstermedik. Saptıranlardan yardımcı edinmedim.’77 Kendilerini
hayrete düşürürken yardımlaşmadık. Bilakis onları hayrete düşüren -kendileri
değilbenim. Bununla beraber, onlarm niyetlerine karşılık ecirleri vardır.
Onları -kendileri değilbenim hayrete düşürdüğümün ve onları destekçi
edinmediğimin kanıtı, insanların bir kısmının onları kabul etmesi, bir kısmının
ise kabul etmemesidir. İş onlara kalsaydı, herkesin kendilerini kabul
etmelerini yeğlerlerdi. Halbuki iş -onlarm değilbenim elimde olduğu için, bazı
insanlar onları kabul ederken bazılarının reddetmesini sağladım. Böylelikle
onlar, benim hakkımda hayreti kabul etmiştir. Bu nedenle onları.hayrete düşüren
benim, onlar değil! Şu ayet bu anlamda yorumlanabilir. ‘Ben saptıranları
destekçi edinmem.’78 Onları bu
konuda ben ödüllendiririm.
Velîlerin bir kısmı yalancılardır.
Onlar, namaz laldık, işittik ve itaat ettik diyenlerdir. Onlara din tarafından
emredilen iyiliklerden yapma iddiasında bulundukları şeyler söz konusu
olduğunda ‘işittik ve itaat ettik’79 deyiniz
denilir. Onlar bilir ki, işler Allan’ın elindedir. Allah Teâlâ ecir vermeseydi,
bu işleri yapamazlardı. Allah Teâlâ bir amele ‘o yerde gerçekleş’ demeseydi,
gerçekleşmezdi. Bununla beraber onlar, ameli kendilerine ait sayar. Bu yönden
de yalancıdırlar. Aynı şey bütün amellerde geçerlidir.
Velîlerden bir grup ise,
yalanlayanlardır. Onlar, bu iddia sahiplerini amellerinde gören gruptur. Söz
konusu kimseler amellerin kendi amelleri olduğunu ya da Allah Teâlâ’dan
olduğunu görürler, fakat kendilerine ait olduklarını iddia ederler. Bu grup
onları bu iddialarını ve amellerini kendilerine izafe edişlerini yalanlar. Bu
nedenle kendilerine ‘yalanlayanlar’ denilir. Kâmil insan, amelleri Hakk’ın
izafe ettiği şekilde kendine izafe edip Hakk’ın izafe etmediği şekilde izafe etmeyen
kişidir, çünkü kâmil, mertebeleri bilir. Bu bakıştan yoksun kalıp iddia
sahiplerini her durumda yalanlayan ise, değeri büyük olsa bile, saygısı eksik
olan kişidir. Bu eksiklik onun adına ‘veyl (yazık)’ diye isimlendirilir. Çünkü
o, genelde yalanlayanlar için geçerlidir. Söz konusu kişi kıyamet günü
yalanlayışında bir takım mertebeleri kaçırdığını görecektir. Söz konusu
mertebelerde ameli sahiplerine izafeyi onaylaması gerekirken bunu yapmamıştır.
Bu durumda şöyle der: ‘Yazık bize! Niçin bu konuda meseleye hakkıyla bakmadım
da bütün hayırların toplamı demek olan edep bilgisini elde etmedim.’ Bu kişi, ‘Yalanlayanlara
o gün yazık olsun!™0 ayetinin hükmü altına girer. Başka
bir ifadeyle onlar ‘Yazık bize, yazık bize!™1 derler. Mutlu olsalar bile, böyle
derler. O gün ‘pişmanlık günüdür.’
Bir grup ise, fâcirlerdir -Allah
Teâlâ kendilerinden razı olsun-. Onlar, siccînde bulunur. Bu kelime, sicn’den
(hapishane) gelir. Onlar, nefslerini hapseden ve onu yasaklanan fiillerde
tasarruftan geri tutanlardır. Bu anlamda (aynı kökten gelen) ‘fışkırma
(tefcîr)’ hapsedilmiş bir şeyde gerçekleşebilir. ‘Allah
Teâlâ’nın kullarının kendisinden içtiği fışkıran bir pınar...’82
Onlar, fâcirlerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın genele kapatmış olduğu mârifet kaynaklarına
gelirler. Çünkü çoğu fıtrat, bu kaynakların fışkırmasından mutlu olmaz. Bunun
nedeni -bozuk bakışa görebu durumun her şeyi mubah saymaya, hulule ve insanları
bedbaht yapan diğer şeyleri benimsemeye sevk etmesidir. Halbuki bu grup anlama
gelmiş ve bu gözler (pınarlar) kendiliğinden fişlermiş ve suyundan içmişler,
hidayetlerine hidayet katılmış, kanıtlarına kanıtlar eklenmiştir. Böylelikle
mutlu olmuşlar, mutlulukları artmış ve büyümüştür. Fâcirlerin kendisiyle isimlendirildiği
‘fücur’dan velîlerin payı budur.
Genel anlamda kınanmış her nitelik bu
esasa göre ele alınıp sınırlanarak övülen bir nitelik meydana gelir ve sana
ondan bir ad verilir. Buna mukabil, onun genel kullanımında sahibi kötü
nitelikle isimlendirilir. Yüce Kitabı ve Sünneti bu konuda inceleyip gereğine
göre davranmalısın. Çünkü bu inceleme, söz konusu niteliklerle nitelenen
bedbahdar ve muüular hakkında farklı hüküm'cri verecektir. Aklını bu işe
vermelisin! Bütün bunlar, Ümmii’l-kitabın bereketindendir. Böyle bir bakış, bu
ümmetin dışındaki başka bir ümmete açılmadı ve sadece Muhammed ümmeti bu
bakışta korundu.
Bu bağlamda kınanabilecek en büyük
nitelik şirktir (ortak koşmak). Velîlerin bir grubu Allah Teâlâ’ya ortak
koşanlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz™ Gerçekte
de durum öyledir. Örtseydi, O’na şirk koşulmazdı. Allah Teâlâ ismi, içerdiği
şeylerde kendisine ortak koşulan bir isimdir. Söz gelişi er-Rahman ismi ona ortak
olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İster Rahman ister Allah Teâlâ diye
dua edin: Hangisiyle çağırırsanız en güzel isimler O’na aittir.,a4 Böylelikle Allah Teâlâ ismine anlam
bakımından bir ortak getirmiştir ki o da er-Rahman ismidir. Müşrikler, ilahi
isimlerde ortaklığı kabul edenlerdir. Çünkü isimler, zâta delil olmada ortak iken
kendilikleriyle delil oldukları anlamlarda birbirlerinden ayrılırlar. Bu
anlamlara örnek olarak rahmet, mağfiret, intikam, hayat, ilim ve benzerlerini
verebiliriz.
Şirk böyle bir özelliğe sahip olunca,
bağışlanması mümkün diğer bütün nitelikleri nasıl ele alacağını anlamış
olursun! Bu durumda sahibini bedbaht yapan ortaktan dolayı korkma! Böyle biri
gerçek anlamda müşrik değildir. Sen ise gerçekte müşriksin. Çünkü ortaklık,
ortaklığa konu olan hakikatteki birliktir. Bu durumda ortaklardan her biri, o
konuda aynı hükme sahiptir. Aksi halde, kayıtsız anlamda ortak olamaz.
Bedbahtın kabul ettiği ortak, ortaklığın gerçekleştiği bir konuda Allah Teâlâ
ile beraber bulunamaz. Öyleyse bedbaht, gerçek anlamda müşrik değildir. Mutlu
müşrik ise, öyle değildir. Çünkü o, Rahman ve diğer bütün isimleri zâta delil
olmada Allah Teâlâ ismine ortak yapmıştır. Öyleyse bu İçişi, bedbahta göre daha
güçlü müşriktir. Birincisi yalancı bir iddianın ortalcçısıyken mümin doğru bir
iddiayla ortağı kabul etmiştir. Bu nedenle doğruluğu nedeniyle, bu ‘mümin
müşrik’ bağışlanmışken iddiasındaki yalan nedeniyle diğer müşrik
bağışlanmamıştır. İşte ‘mutlu müşrik’ diğerine göre bu isme daha layıktır.
Allah Teâlâ Bütün Peygamberleri Mağfiretle
Müjdelemişken, Peygamberimiz İçin Olan Mağfiretin Anlamı Nedir!1 Cevap:
Mağfiret, örtmek demektir. Allah
Teâlâ nebilerden Allah Teâlâ’nın Peygamberinin elçileri olduklarını
gizlemiştir. Bunu onlara ahirette gösterecektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem diğer peygamberlerin de şefaat edebilmeleri için
onlara şefaat eder. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in herkese
dönük şefaati, şefaatin farklı türleriyle, şefaat edilenin durumuna göre gerçekleşir.
Allah Teâlâ peygamberlerini özel mağfiret ile müjdelemişken bizim Peygamberimizi
genel mağfiret ile müjdelemiştir. Bu bağlamda onun masumluğu sabittir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bağışlanacak bir günahı olmadığı gibi günahın ona
izafesi, muhatap olması halamından söz konusudur. Kastedilen ise onun
ümmetidir. Bir mısrada şöyle denilir:
‘Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen işit.’
Nitekim ona şöyle denilir: ‘Sana
indirdiğimizden kuşkudaysan, senden öncekilere sor.’85
Bilindiği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir kuşku içinde değildi.
Kastedilen ümmetinden kuşku içinde olanlardır. Aynı şekilde ‘Sen
ortak koşarsan amelin boşa çıkacaktır’86 denilir. Kastedilen
ise, bu nitelikte ortak koşanlardır. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlar’87
buyrulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise günahtan masumdur. Bu
durumda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mağfiret ile muhatapken
kastedilenler gelmiş ve gelecek ümmetidir. Gelmiş olanlar Adem’den onun
zamanına kadarla insanlar, gelecek olanlar ise kendi zamanından kıyamet
vaktine kadar var olacak insanlardır. Çünkü hepsi onun ümmetidir. Çünkü her ümmet,
Allah Teâlâ’dan gelen bir şeriatın altındadır. Daha önce de söz konusu şeriatın
el-Bâtın ismi yönünden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı
olduğunu ifade etmiştik. Bu durum Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Âdem toprak ve su arasındayken peygamber olmasından kaynaklanır. O, nebi ve
resullerin efendisidir, çünkü o, insanların efendisidir. Nebi ve resuller de
insandır. Bütün bunları daha önce anlatmıştık. Böylelikle Allah Teâlâ ‘senin geçmiş
ve gelecek günahlarını bağışlar’88 ayetinde
peygamberliğinin bütün insanlara
yönelik
olmasıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i müjdeler. Başka bir ayette ‘Seni bütün
insanlara rahmet olarak gönderdik’89 buyurur. Herkesin onun
şahsını görmesi gerekmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaşarken Ali
ve Muaz gibi sahabesini elçi olarak ve davetini tebliğ etmek üzere Yemen’e
gönderdiği gibi diğer resul ve nebileri de ümmedere elçi olarak göndermiştir.
Bu durum Adem su ve toprak arasındayken peygamber olduğu andan itibaren
geçerlidir. Böylelikle bütün elçiler Allah Teâlâ’ya davet etmiştir, insanlar
ise, Adem’den kıyamete kadar onun ümmetidir. Allah Teâlâ geçmiş ve gelecek
ümmetinin günahlarının bağışlanacağını Peygamber’ine müjdelemiştir. Burada
hitap Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e iken, kastedilen insanlardır. Allah
Teâlâ hepsini bağışlar ve mutlu eder. Bu bağışlama, her şeyi kuşatan rahmetin
genelliğine layık iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mertebesinin
genelliğinin bir gereğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ayette
belirtildiği gibibütün insanlara gönderildi. Allah Teâlâ ‘Seni özel olarak şu
ümmete ya da kıyamet gününe kadar bu zamana gönderdik’ dememiş, bunun yerine,
Peygamber’in bütün insanlığa gönderildiğini belirtmiştir, insanlar ise,
Adem’den kıyamet vaktine kadarlci kimselerdir. Onlar, gelmiş ve geçmiş
günahların bağışlanması hitabıyla kastedilenlerdir. ‘Allah
Teâlâ büyük ihsan sahibidir.m .
Fakat dünyada bir mağfiret olduğu
gibi kabirde, haşirde ve cehennemden çıkıp çıkmamaya göre ateşte de bir
mağfiret vardır. (Ateşten çıkmayana dönük mağfiret nedeniyle) Cehennemde kalana
azabın ulaşması perdelenir. Bu ise, cehennemdeyken insanın tadına varacağı bir
nimetin yaratılmasıyla gerçekleşir. Öyleyse bu, acısız azaptır.
Tirmizi’nin sorularıyla birlikte
vereceğimiz cevaplar da -yeterli olmamakla birliktesona erdi. Söylemediklerimiz,
verdiğimiz cevaplara göre kıyaslanamayacak kadar fazladır. Çünkü özetlemek,
uzun konuşmaktan daha uygundur. İşlerin hakikatlerini dile getirme ve açıklamanın
bir sonu yoktur. Allah Teâlâ’nın bilgisi geniştir ve bize öğrettikleri bir sınırda
durmaz. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.’
Doksan birinci kısım sona erdi, onu
‘Tövbe’ hakkındaki yetmiş dördüncü bölüm ile doksan ikinci kısım takip
edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar