İKİNCİ SİFR FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN SEKİZİNCİ KISMI
_ Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
Kelimelerin Farklılaşmasını Sağlayan Harekeler: Harekeler Küçük
Harflerdir
Harflerin harekeleri
altıdır, onlardan
Allah Teâlâ, onların
benzeri olarak kelimeler ortaya çıkardı:
Bu harekeler, önce ref (merfuluk), sonra nasb sonra kesre ,
Bunlar iraph harflerin harekeleridir. .
Ardından fetha sonra
zamme sonra kesre gelir.
Bunlar, sabit
harflere ait harekelerdir.
Sözün esası hazftır
ki, ölüm demektir
Ya da sükûndur
(durağanlık), hareke (t)lerden oluşan
Âlemlerin hali
budur. Bakınız, ölümlerdeki garip hayat sırrına! '
(Kelimeler İçin Harfler, Cisimler İçin Unsurlar Gibidir)
Allah Teâlâ bizi ve seni kendisinden
bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki: Harekeler küçük harfler diye
isimlendirildiği için, harfler bölümünde onlardan söz edeceğimizi taahhüt
etmiştik. Sonra, gördük ki, harfler birbirine eklenerek düzenlenip kelime -ki
(yara anlamındaki) kelem’den türetilmiştirolmadan harekeler âlemiyle harfler
âleminin karışımında bir yarar yoktur. Harflerin düzenlenmesi, yaratılışımız
hakkındaki şu ayetteki (duruma) benzer: ‘Onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde:279 Bu, düzenlendikten sonra söz; konusu
harflere harekelerin konulmasıdır. Böylece (ruh üfleme sayesinde) içimizden
birisi insan diye isimlendirildiği gibi (harflerin bileşip harekelenmesinden
de) kelime diye isimlendirilen başka bir yaratılış meydana gelir. İşte kelime
ve lafız âlemi, harfler âleminden böyle meydana gelir. •
Binaenaleyh kelimeler için harfler,
cisimlerimizin varlığını ayakta tutmak için su, toprak, ateş ve hava gibi
maddelerdir. (Söz konusu unsurların bileşiminden) Sonra Allah Teâlâ emrinden
olan ruhunu ona üflemiş ve insan olmuştur. Nitekim rüzgâr da istidat
kazandığında kendisine ruh üflenip cin olduğu gibi, ışıklar istidat
kazandığında ilâhî emirden olan ruhun üflenişini kabul ederek melek olmuştur.
Kelimelerin bir kısmı insana benzer,
bu kısım, çoğunluktur. Bir kısmı, meleklere ve cinlere benzer ki her ikisi de
cindir (görünmezdir), bunlar azınlıktır. Bu kısma örnek olarak, kesre yapan Ba
(ile anlamındaki edat) pekiştiren ve kesre yapan Lâm (tekit Lâm’ı ve
sebeplilik bildiren Lâm), yemin Vav’ı, Ba’sı, Te’si, atıf Vav1! ve
Fe’si, kı (koru) kelimesinin Kafi, şı (süsle) ifadesinin Şın’ı, ve ‘ı
(bilincinde ol) kelimesinin Ayn’ı gibi harfleri verebiliriz. Bu üç ifade,
vikaye (korumak, sakınmak), veşy (süslemek, işlemek) ve va’y (bilinçli olmak,
şuur) kelimelerinin emir kipidir. Bu tekil sınıfın dışındakiler ise en çok
insana benzer. Bununla birlikte tekil, insanın bâtınına benzer. Çünkü insanın
bâtını, gerçekte cindir (gizlidir).
Harekeler âlemi kendileriyle
hareke(t)lenmiş zatların varlığından sonra -ki söz konusu zatlar harflerden
meydana gelen kelimelerdirbulunduğu için, onlara dair açıklamalarımızı harfler
bölümünde yapmadık, lafızlar bölümüne erteledik. Bu bölümde zikretmek
istediğimiz kelimeler, lafızlar arasında yer aldığı için ilk olarak
harekelerden genel anlamda söz ettikten sonra, genel anlamda lafızlardan söz
etmek, âlemlerini belirlemek ve bu harflerin onlarla ilişkisini açıklamak
istedik. Ardından, kelimelere özgü harekelerden söz edeceğiz. Onlar, dilin
hareket ve belirtileridir. Söz konusu belirtiler, yazının hareketleridir.
Ardından ise daha önce belirttiğimiz gibi, benzerlik yanılgısı veren
kelimelerden söz edeceğiz.
Muhtemelen şöyle diyeceksin: Kesre
yapan Ba harfi vb. tekiller gibi bileşiklik olmaksızın hareketlen önceki
harflerden meydana gelen bu tekil âlemi tekilliği nedeniyle harflere
katıyordun. Hâlbuki burası, bileşiklik, başka bir ifadeyle kelimeler
bölümüdür?
Bu iddiaya şöyle cevap veririz: Harfler
âlemi harekeler âlemi olmaksızın tek başına var olduğu gibi kesre yapan Ba’ya
ruh ya da benzeri harflerin tekillerine harekelerin ruhları kendi başlarına var
olsunlar diye üflenmiş değildir. Ba ve Ba’nın benzeri olan harflere ruh başkası
nedeniyle üflenmiştir. Dolayısıyla bu durumda o (Ba harfi), bileşiktir. Bu
nedenle başkasına tamlama yapılıncaya kadar bunu vermez: Tamlama yapıldığında
ise şöyle denilir: Billahi, TAllah Teâlâi, VAllah Teâlâi. Vallahilea’bedenne
(Yemin olsun ki, ibadet edeceğim.) ve se-abedu (ibadet edeceğim). 'Uknutî li-râbbiki ve’s-cudî (Rabbine ibadet et ve secdeye kapan).5280 Bu harfi tamlama yapmaksızın tek
başına kullandığında ise kendisinden başka bir anlamı yoktur.
Bileşerek oluşan bu hakikatler, .
bileşimle var olur, onun yok olmasıyla yok olur. Çünkü hayvan (canlı), ancak
kendiliklerinde akledilir olan tekil hakikatlerin bileşimiyle var olabilir. Söz
konusu hakikatler, cisimlik, beslenme ve duyumsamadır. Binaenaleyh cisim,
beslenme ve duyu bir araya geldiğinde canlılık hakikati ortaya çıkar. Söz
konusu hakikat, tek, başına cisimlik ya da beslenme ya da duyu değildir. Bu
bileşimden duyuyu düşürüp cisimlik ve beslenmeyi birleştirdiğinde, artık ona
(hayvan değil) bitki dersin. Bu ise ilk hakikatten farklı başka bir hakikattir.
Zikrettiğimiz bu tekil harfler, bu
diğer lafzî bileşimde etkindir. Söz konusu bileşimi, duyanın ancak bu bileşim
sayesinde anlayabileceği hakikatleri ortaya çıkartmak için oluşturmuşuzdur. Bu
nedenle o bileşimde etkin olan tekilleri, ulaşılsın diye sizin için cin
(görünmezlik âlemi) gibi ruhanî âleme benzettik.
İnsanın şu dört hakikat arasmda
tasarrufta bulunduğunu görmez misin: Kendi hakikati, rabbanî hakikat, şeytanî
hakikat ve melekî hakikat. Bu hakikatler hakkında yeterli açıklama elinizdeki
kitabın hatıralarm bilinmesi bölümünde gelecektir. Kelimeler âleminde bu durum,
harflerden birisinin kelimeler âlemine girip hakikatinin gerektirdiği şeyi onda
meydana getirmesidir.
Söylediğimizi anla Allah Teâlâ bize
ve size kelimelerinin sırlarını öğretsin!
(Kelâmın Türleri: Zat, Fiil ve Rabıta)
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Bana cevâmiu’l-kelim (bütün hakikatleri toplama
özelliği) verildi.’ Allah Teâlâ ise şöyle buyurur ‘(İsa) O’nun kelimesidir, onu Meryem’e aktardı.™' Başka bir
ayette ise şöyle buyrulur: ‘Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmiştir,’282 Şöyle denilir: Hırsızın elini
Hükümdar kesti, hırsızı hükümdar dövdü. Kim hükümdarın emrinden bir şey alırsa
gerçekte veren hükümdardır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, hiçbirisi
dışarıda bırakılmamak üzere, âlemin bütün kelimelerini (hakikat) Allah
Teâlâ’dan almıştır. Bu meyanda Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e onlarm bir kısmını doğrudan aktarmıştır. Bu kısma örnek olarak meleklerin
ruhları ve ulvî âlemin büyük kısmını verebiliriz. Bir kısmını ise kendi
emrinden aktarmıştır. Böylece bir şey, vasıtalardan (dolaylı) meydana gelir. Bu
kısma örnek olarak, tespih eden ve öven bir ruh olarak uzuvlarında dolaşıncaya
kadar pek çok aşamadan ve âlemlerdeki yer değiştirmelerden sonra sana ulaşan
çiftçinin buğdayını verebiliriz. Örneğimizdeki buğday, her âlemde o âlemin
bireylerinin şekline göre kalıptan kalıba girer. Böylece her şey,
cevâmiu’l-kelim verilmiş olana döner.
İsrafil, üfleyeceği şeyi Hakka izafe
edilen Muhammedi hakikatten üfler. İsrafil’in üflemesi hakkında Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘O gün sûra üfleriz.™3 Burada kelime, birinci çoğul zamirle
Hakka izafe edilmiştir. Ayet üçüncü tekil şahıs ve meçhul sığayla da okunmuştur
(üfler ya da üflenir anlamında yenfah ve yunfah). Üfleyen İsrafil olduğu halde,
Allah Teâlâ üflemeyi kendi nefsine izafe etmiştir. O halde üfleme İsrafil’den,
kabul ise suretlerdendir. Bu ikisinin arasmda Hakkın sırrı, âdeta iki kelime
arasındaki bağ (rabıta) gibi, üfleyen ve üflemeyi kabul eden arasındaki anlamdır.
İşte bu, ne üfleyenin ne de üflemeyi kabul edenin bilebildiği en nezih ve
mukaddes fiil sırrıdır.
Üfleyene düşen üflemek, ateşin görevi
yanmak, kandilin görevi (üflendiğinde) sönmektir. Yanmak ve sönmek, ilâhî sır
sayesinde gerçekleşir: ‘Ona üfledi ve Allah Teâlâ’nın izni ile kuş oldu.’284 Başka bir ayette şöyle buyurur: ‘Sur’a üflenir ve Allah Teâlâ’nın diledikleri hariç yerlerde ve
göklerdeki herkes bayılır. Sonra ona bir defa daha üflenir bir anda ayağa
kalkıp bakınırlar.™5
Üfleme bir olduğu gibi, üfleyen de
birdir, farklılık istidat nedeniyle üflenilen şeydedir. Üfleyen ile üflenen
arasındaki İlâhî sır, her durumda gizlenmiştir.
Ey kardeşlerimiz! Bu İlâhî durumu
iyice anlayınız. ‘Biliniz ki, Allah Teâlâ aziz ve
hakimdir.’286 Hiç kimse
ulûhiyetin mahiyetinin bilgisine ulaşamaz. Ulûhiyete de idrak edilmek
yaraşmaz. ‘(Ulûhiyet), idrak edilemeyecek kadar aşkın ve yücedir.’ Bütün âlem
başından sonuna kadar birbiriyle sınırlanmıştır. Alemdeki şeylerin bir kısmı
diğerine ibadet eder, bilgileri kendilerinden kendilerine dönüktür. Onlarm
hakikatleri, algılayamadıkları İlâhî sır vasıtasıyla, birbirlerinden çıkar ve
yine onlara döner. Otoritesinde ortaksız ve iyiliğinde denksiz Allah Teâlâ
münezzehtir. ‘Aziz ve hakîm Allah Teâlâ’dan başka
ilâh yoktur.’287 /
; Kuşatıcı bilgi, varlık sırrının
tahsis edildiği İlâhî nur, kubbenin direği, Arş’ın çatısı, her şeyin varlık
sebebi olan cevâmiu’l-kelim, yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i
anladıktan sonra bilmelisiniz ki: Allah Teâlâ sizi başarıya erdirsin! Harfler
âleminden cevâmiu’l-kelim üç şeydir. Kendi başına varlığını sürdüren hiçbir
şeye muhtaç olmayan zat, kendi başına varlığını sürdüremeyen ve bu müstağniye
(zengine) muhtaç zat. Ancak bu muhtaç zattan bir nitelik müstağni zata döner.
Bu nitelik muhtaç zatın kendisiyle nitelendiği ve Özü gereği talep ettiği
niteliktir. Çünkü söz konusu niteliğin onun adma sabit olması, bu muhtaç zatın
kendisine eşlik etmesine bağlıdır. Dolayısıyla kendi başına varlığını sürdüren
müstağni zat için de bir açıdan yoksunluk geçerli olmuştur. Üçüncüsü ise iki
müstağni zat veya iki muhtaç zat veya bir muhtaç bir müstağni zat arasındaki
bağdır. Bu bağlayıcı zat, o iki zatın varlığına muhtaçtır.
Yönleri farklı olsa bile, her şeyin
birbirine muhtaç olması yönünden yoksunluk ve muhtaçlık, bütün zatlarda
bulunur. Mutlak anlamda müstağnilik sadece Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Allah
Teâlâ, zatı yönünden zengin ve övülendir. Bu noktada zenginliği zat, fakirliği
ise fiil, olay (hades) diye isimlendirebiliriz. Üçüncü zat ise aradaki bağdır
(rabıta).
Kelimeler üç kısımdır: Zat, fiil ve
bağ. Bu üç şey cevâmiu’lkelim’dir. Zat cinsi altına pek çok zat türü girer.
Aynı şekilde, fiil ve bağ cinsi altına da pek çok şey girer. Bu türlerin
ayrıntısını ve bağlamlarını elinizdeki kitapta açıklamaya gerek duymuyoruz.
Onlar hakkında Tefsiru’l-Kur’an adlı
kitabımızda genişçe söz etmiştik.
Söylediğimiz şeyi mukayese etmek
istersen, nahivcilerin sözlerine ve kelimeyi isim, fiil ve harf diye
sınıflamalarına bakmalısın. Aynı şekilde, mantıkçıların tasnifine de
bakabilirsin. Nahivcilerde isim bizdeki zat, onlardaki fiil bizdeki fiil,
onlardaki harf, bizdeki bağdır. Bizim fiil dediğimizin bir kısmı, hatta hepsi
kıyam (ayağa kalkmak), kuûd (oturmak) ve dâr (ev) gibi isimlerdir. Onlar fiili
şöyle tanımlar: Belirli bir zamanla sınırlanmış kelime. Biz ise kelimeler ile
bulundukları hal üzere hakikatlere göre olmayı kastettik. Böylece kıyam ve kâme
ve yekûmu ve kum (kalkmak, kalktı, kalkar ve kalk) kelimelerini fiil saydık ve
onları belirli ve belirsiz zamanla birbirinden ayırt ettik.
(Zeccarî’nin Mastar Hakkındaki Teorisi)
Zeccacî bunun farkına varmış ve şöyle
demiş: ‘Söz gelimi kıyam (kalkmak) gibi bir fiildir, mastardır.’ Zeccacî onunla
fiilin öznesinden meydana gelen şeyi kastetmiştir. ‘Bu ise fiil ismidir.’
Burada, kıyam, yani bu kelimenin sayesinde kâim (ayakta duran) diye
isimlendirilen hareketliden meydana gelmiş belirli bir hareketin ismi olduğunu
kast ediyor. İşte bu duruş, varlığının haline göre kıyâm (kalkmak), gerçekleşmesi
ve yok olmasına göre kâme (kalktı), gerçekleşme vehmine göre yekûmu ve kum
(kalkar ve kalk) diye, isimlendirilen şeydir. Bu fiil, her zaman bir harekedide
bulunur. Dolayısıyla o, tek başına varlığını sürdüremez.
Zeccacî şöyle ekler: ‘Fiil ondan
türetilmiştir.’ Burada, ayakta duran hareketliden meydana gelen fiilin
kendisini değil, kâme, yekûmu lafzını kast ediyor. ‘Üçüncü tekil şahıs zamiri,
fiil ismi -ki örnekte ayağa kalkmaktırlafzına döner ve kıyam’dan alınmıştır.
Çünkü ona göre, nekre (belirsizlik) marifeden (belirliden) öncedir ve belirsiz
olan nekre, sınırlanmış olan marifedir. Kalkma, zamanı belirsiz olandır.
Kalktı, şart edatı kendisine dâhil olsa bile, zamanı belli olandır. Kalkar ise
olumsuzluk edatı Lem kendisine dâhil olsa bile, zamanı belli olandır.
Bu, ‘öğelere ayrıştırma, bileşimin
alt dalıdır’ diyen kişinin görüşüdür. Ona göre bileşik, bileşik var olmuştur.
Ayırımı kabul eden kişinin görüşüne
göre ise bileşildik sonradan gelir. Onun görüşünü destekleyen rivayeder daha
çoktur. Çünkü daha yaygın olan marifenin nekreden önce geldiği ye söz gelimi
Zeyd lafzının belirli bir şahıs için konulup sonra lafızda ortaklık nedeniyle
nekreliğin ortaya çıktığıdır. Böylelikle nitelik, bedel ve benzeri şeylerle
tanımlama yapmaya gerek duyulmuştur. O halde muhakkiklere göre marife, daha
öncedir. Gerçi, diğer görüşlerin de haklı bir tarafı olsa bile, bu görüş daha
doğrudur.
(Cismanî ve Ruhanî Harekeler)
Bize ve meseleleri bizim gibi ele
alıp yüce mertebemize yükselenlere gelince, bizim gayemiz başka bir şeydir.
Bizim görüşümüz, bağıntı ve görelilikler ve açıklaması uzun sürecek kimi
yönleri dikkate almanın dışında genel anlamda o ikisinden birisi değildir. Söz
konusu yönleri başka kitaplarda açıkladığımız için bu kitapta tekrara gerek
yoktur.
Öyleyse harekelerin iki kısma
ayrıldığını belirtelim: Cismanî hareke^) ve ruhanî hareke(t). Cismanî
hareketin pek çok türü vardır. Bunlar elinizdeki kitapta zikredilecektir.
Ruhanî harekenin pek çok türü vardır. Bu kitapta onlardan sadece söylenmiş ve
yazılı sözün harekelerinden söz edeceğiz.
Rakamsal harekeler cisimlere benzer.
Lafzî harekeler ise onlar için ruhlar gibidir. Harekeliler, iki kısımdır:
Durağan ve değişken. Değişken bütün harekelerle veya bir kısmıyla harekelenendir.
Bütün harekelerle harekelenenlere örnek olarak Zeyd kelimesinin Dal harfi, bir
kısmıyla harekelenenlere munsarif (harekelenebilir) olmadıkları durumlarda,
gayr-ı munsarif isimler verilebilir. Çünkü onlar, Ahmed kelimesinin Dal harfi
gibi belirsizlik ve tamlamada harekelenebilirdir. Durağan olanlar ise hâulâi
(şunlar), hâzâni (şu ikisi) işaret zamirleri gibi mebni isimler, Ze, Ya gibi ir
ab harfinden önce gelen isimlerin harfleri gibi bir tek harekeye sahip ve
ondan ayrılmayan harekelilerdir.
Bilmelisin ki: Harekelerin felekleri,
telâffuz ve yazıda üstünde bu-
•
' ' . ' - N
lündukları
harflerin felekleridir. Burada ona bakınız! Onların da harflerin olduğu
gibiyalınları, halleri ve makamları vardır. Bunları Allah Teâlâ’nın izni ile
harfler ilmiyle ilgili el-Mebâdî adlı
kitabımızda zikrediyor TUZ.' , ' • ' V' '
Değişme ve durağanlık zat için sabit
olduğu gibi, aynı şekilde fiil ve bağ için de sabittir. Fakat o ikisi için bu
durum özellikle ref ve nasb durumunda ve niteliğin ve betimlemenin düşülmesi
halinde söz konusudur. Böylece bağ bileşimini oluşturma, iki durumdan
kaynaklanabilir: birincisi muvafakat ve istiare, İkincisi zorunluluktur.
Muvafakat -ki uyuşma demektirnedeniyle terkip, haze’bnumun, raeytü’bnemen ve
acebtü mine’b-nemin gibi terkiplerdir (Muvafakatin nedeni aradaki Elifin
kaldırılarak doğrudan sonraki harfe bağlanmasıdır). İstiare nedeniyle terkip,
yer değiştirme hareketidir. Örnek olarak yer değiştirme yaparak okuyan kişinin
kıraatine göre, kade flaha cümlesindeki Dal harfini verebiliriz. Zorunlu
terkip, iki sakin harfin bir araya gelmesi nedeniyle oluşan harekelemedir. ,
Bazen hareke, zatî terkipte uyma
harekesi olabilir. Gerçi bütün harflerin aslı, bizdeki fıtrat gibi,
yerleşikliktir (temkin) İti, o da
mebnîliktir. Burada düşünen kişi için sırlar vardır. Anne-baba, insanı mutlak
anlamda fıtrattan değil, şartlı fıtrattan ayırır. İşte harfler de böyledir.
Çünkü onlar da, kendi makamlarında yerleşiktir, oradan ayrılmaz, sabit ve
mebnidir. Bütün harfler kendi hallerinde durağandır. Konuşan, içindeki şeyi
dinleyene ulaştırmak istemiş, bu nedenle değişikliğe ihtiyaç duymuş, feleği
hareketlendirmiştir. Söz konusu felek, Ebû Talib’e göre harekelerin kendisinden
meydana geldiği şeydir. Başkalarına göre ise önce bu felek gelir, lafız veya
rakam ise ondan meydana gelmiştir. Bu konu, hakikatleri görmek isteyen
müritlerin araştıracağı bir konudur.
Biz ise ne sadece Ebû Talib’in
görüşünü benimseyip kendimizi onunla sınırlarız ne de başkasının görüşünü
söyleyip kendimizi onunla sınırlarız. Çünkü onlarm her birisi, belli
bakımlardan doğruyu söylemiş, ama tamamlamamıştır.
Ben şunu derim: İlk İlâhî hakikatler,
Ebû Talib’ten başkasına göre eserlerin mahallerine yöneldikleri yönün aynısıyla
ulvî feleklere yönelmiştir. Her birisi kendi mertebesinde bir hakikati kabul
eder. Bu felekler -Ebû Talib’ten başkalarına görelâtiflikte hakikatlere daha
yakın oldukları için kabulleri daha hızlı olmuştur. Çünkü onlar başka bir
şeyle meşgul olmadığı gibi mahalleri de ilgilerin kirlerinden arınmıştır. Çünkü
mahal nezihtir. Bu nedenle (Ebû Talib’ten) başkaları onu etkin sebep
saymıştır.
Bu görüşü ileri süren kişi keşke şunu
bilseydi: Bu ilk hakikatler, lâtiflikte kendilerine uygun -ki onlar insan
nefesleridirşeylere yönelmiş, böylelikle nefesler âleminin kendisine uygun
olduğu ulvî felek hareket etmiştir -ki bu Ebû Talib’in görüşüdür-. Sonra da bu
ulvî felek, aralarındaki münasebet nedeniyle, belirli bir gaye ile istenilen
organı hareket ettirmiştir. Çünkü ulvî felek lâtif olsa bile, nefes âlemimizin
aksine, yoğunluğun ilk derecesinde ve lâtifliğin son derecesindedir.
Böylece görüşler uzlaşmıştır. Çünkü
bizde ve yolumuzda görüş ayrılığının bulunması doğru değildir. Fakat hakikatin
bir kısmı açık, bir kısmı ise daha açıktır. Artık işaret ettiğim şeyi anla ve
iyice öğren. Çünkü o, ilâhî sırların en büyüklerinden şaşılacak bir sırdır. Bu
meseleye Ebû Talib el-Mekkî Kûtu’l-Külûb isimli kitabında işaret etmiştir.
(Harfler Aleminde Sabitlik ve Değişkenlik)
Sonra konumuza dönüp deriz ki,
konuşan kişi, maksadını anlatmak için bir değişikliğe gerek duyar, harfler ve
harekeler âleminde istediği şeyi yerine getirmeye elverişli harf ve harekeler
bulur. Çünkü harfler ve harekelerin, hallerinden ayrılmayacaklarını ve hakikatlerinin
batıl olmayacağını bilir. Konuşan kişi ise gerçekte değiştirmediği halde,
harfi değiştirdiğini zanneder. Bunun kanıtı şudur: Zeyd kelimesinin De’sine
Dal harfi oluşu bakımından dikkatle bakarsın. Ardından söz gelimi karne
(kalktı) fiilinden sonra gelmesi açısından bakarsın. Ona veya bir eylemini
bildirdiğin herhangi bir fiile odaklaşırsın. Bu durumda o harfe sadece (fiilin
öznesi olduğunu gösteren) ref harekesini verebilirsin. Böylece Dal harfi,
üzerinde var olduğu mebnîlikte kalmayı sürdürür.
Öznenin
(failin) De’sinin meful ya da mecrur’un De’sinin aynı olduğunu zanneden kişi,
meseleyi karıştırmıştır. Ayrıca o, ilk kelimenin İkincinin benzeri değil, aynı
olduğuna inanmıştır. Kuşkusuz varlıkta böyle bir şeyin olabileceğine inanan
kişi doğrudan uzaklaşmıştır. Takdir edilmişse ve bize ilham edilirse bu konudan
lâfızlar bölümünde kısmen söz edeceğiz.
Her şeyde asıl olan şeyin sabitlik
olduğu ortaya çıkmıştır. Kulu görmez misin: Onun sabidiği ve mülkiyet hakkı,
sadece kulluktadır. Kul herhangi bir gün rabbanî bir nitelikle nitelenirse onun
kulda ödünç olarak bulunduğunu söyleme! Fakat kuldan o niteliği kabul eden hakikate
bak! Bu durumda söz konusu hakikatin o nitelikte sabit olduğunu görürsün. O
hakikatin varlığı her ne zaman ortaya çıkarsa söz konusu özellikle süslenir.
Sakın şunu iddia etme: Bu kul,
Rabbinin özelliği sayesinde kendi özelliğinin dışına çıkmıştır. Çünkü Allah
Teâlâ kendi niteliğini çıkartıp ona vermiş değildir. Burada, sadece gerçek
bilgiye ulaşmamış kimseye göre, lafız ve anlamda benzerlik gerçekleşmiştir.
Böylece o, şunu iddia eder: ‘Bu, budur (Kul Rab’dir).’ Kuşkusuz biz, kulun O
olmadığını öğrendik. Binaenaleyh Hakka kul olmak yaraşmadığı gibi kul da Hakk
olamaz ki kendisine yaraşmayan kişide Rabbani bir özellik ödünç ve emanet
olarak bulunsun. Bütün bunlar, eksik değerlendirmedir ve hakikatleri
algılamaktan kör olan kişinin sözüdür. Çünkü bu durum kaçınılmazdır ve bu ona
gereklidir: Başka bir ifadeyle Rab, kul değildir.
Gerçi Allah Teâlâ hakkında ‘O,
bilendir’ denilebildiği gibi kul için de o bilendir denilebilir. Allah Teâlâ
(ve kul) için diri, irade eden, işiten, gören ve diğer nitelik ve algı
vasıtalarına sahip de denilebilir. Binaenaleyh tanımda Hakkın hayatını kulun
hayatı yapmaktan sakın. Aksi halde bir takım imkânsızlıklarla yüz yüze
gelirsin. Rabbin hayatını rubûbiyetin (rablik), kulun hayatını oluşun Hakk
ettiği şekilde tanımlarsan, hiç kuşkusuz kul için diri olmak gerekir. Kul için
bu mümkün olmasaydı, Hakk kendisinden başkasına emreden ve hükümran olamazdı. Hakk,
emredilen ve ezi-v len olmaktan münezzehtir! O halde emredilen ve
ezilenin başka bir şey' ve başka bir varlık olduğu sabit iken, onun diri,
bilen, irade eden ve kendisinden istenilen şeyi yerine getirebilecek bir şey
oİması gerekir. İşte hakikatler, bu hükmü verir.
Buna göre, hâzâ (bu!) zamirindeki He
harfi gibi, kendi harekesinden başkasını kabul etmeyen harf vardır. Cisimsel
ve ruhsal sureti açısından ise iki ve üç hareke kabul eden harf vardır. Buna
örnek olarak lehu, lehâ ve bihî’deki He harfini verebiliriz. Nitekim sen de,
nefsinle utanma duygusunu, suretinle kızarmayı ya da nefsinle korkma duygusunu
ve suretinle sararmayı kabul edersin. Elbise farklı renkleri kabul eder. O
halde, geriye arazları kabul eden hakikati ortaya çıkarmak kalmıştır: Acaba o
hakikat, tek midir yoksa onun özelliği varlık ve yokluk halinde arazlar gibi
midir? Bu sorun, akılcıların araştırma konusudur. Biz ise onu araştırmaya gerek
duymayız ve ona iltifat etmeyiz. Çünkü bu konu, derin bir deryadır. Mürit o
konuyu keşf yolundan öğrenmeye sevk edilir. Çünkü bu konu, keşfe göre kolay akla
göre çetindir.
Sonra konuya dönüp deriz ki: (a) Harf
ile var olan faillik hakikatine gelince (özne ya da müpteda) bu durum, fiilin
dilde özel bir yapıya tahsis edilmesiyle gerçekleşir. Böylece ‘kale Allah Teâlâu’
(Allah Teâlâ dedi) dersin, (b) Fiilden talep ettiğin bir hakikat harfte
bulunduğunda ise o hakikat nezdinde fiil ile mansup ya da meful diye -veya
hangi ismi verirsen verisimlendirilir. Bu ise kendisinden yardım istemen ya da
kendisini amaçlamana bağlıdır. Nitekim Allah Teâlâ, beni kendisiyle sorumlu
tuttuğu fiili yerine getirmemi ister. Binaenaleyh Allah Teâlâ bana ancak benim
dua etmemden sonra verdiği için, isteğim ya da vaadi nedeniyle istememin
yerini alan halim, (gerçekte) onu bana verdirmiştir. (Söz konusu vaade örnek
olarak) Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müminlere yardım etmek üzerimize borçtür.,2SS Böylelikle
benim Allah Teâlâ’nın yardımını istemem, bunu bana emretmesinden
kaynaklanırken onu bana vermesi ise benim onu istememden kaynaklanır. Böylece
‘daavtü Allah Teâlâe’ (Allah Teâlâ’ya dua ettim) dersin ve (Allah Teâlâ
kelimesindeki) H harfini mansup yaparsın. Hâlbuki o, daha önce merfu idi.
Böylelikle harekeler sayesinde, hakikatlerin farklılaştığını öğrendik. Bazı
insanların dilinde bu terim sabittir.
Bu durum, söyleyen bizden başkası
olduğunda böyledir. Biz söz konusu olduğumuzda ise önce hakikatleri biliriz ve
özel feleldere göre onları gereken feleklere yerleştiririz. Konuşan herkes bu
mesabededir. Bu ayrıntıyı bilmese bile herkes, farkında olmadan bunu bilir.
Çünkü telaffuz edilen şeyler, ya bir anlama delâlet eden lafızdır. Lafzı
araştıran kimse bu meyanda, şunu araştırır: Lafzın delâlet ettiği şey nedir?
Böylece konuşanın kastetmiş olduğu anlamı görmek ister. Ya da herhangi bir
lafızla delâlet edilen bir anlamdır. Bu durumda konuşan, öğrendiği şeyden haber
verendir ve onun dilbilgisi hatasına dikkat etmeyiz. Çünkü onun felekleri,
incelediğimiz felekler değildir. Aynı zamanda, bir kavmin değil de başka bir
kavmin yazıdan harekeleri düşmesinin nedeninden de sarf-ı nazar ettik: Bunun
sebebi nedir? Nereden kaynaklanır? Bütün bunlar, el-Mebâdî ve’l-Gâyât isimli kitapta ayrıntılı ele
alınmıştır. Çünkü elinizdeki kitabın gayesi, elden geldiğince özetleme ve kısa
anlatımdır. Bizim gibi siz de hakikatleri ve ruhlar ve anlamlar dünyasını
öğrenseydiniz hiç kuşkusuz, bütün hakikatleri, ruh ve manaları kendi mertebesinde
görebilirdiniz. Bunu anla ve dikkate al! Kuşkusuz biz, harekelerin
hakikatlerinin verdiklerinden bu kitaba yaraşanların bir kısmını zikrettik.
Sözü burada kesip, tekrar zikretmiş
olduğumuz kelimelerin bilinmesine dönüyoruz. Bu kelimelere örnek olarak
istiva, eyne (nerede), fi (içinde), kâne (idi), gülmek, sevinmek, şaşırmak,
bıkmak, neşelenmek, beraberlik, göz, el, ayak, yüz, suret, başkalaşmak, öfke,
hayâ, rahmet (salât), ferağ vb. gibi Kur’an ve hadiste yer alan ve teşbih ve
tecsîm (cisimleştirme) vehmi veren kelimeleri sayabiliriz. Ayrıca özellikle
akılda teorik düşünceye göre Allah Teâlâ’ya yaraşmayan ifadeleri verebiliriz.
(Kur’an ve Hadiste Teşbih ve Tecsîm Vehmi Veren
Lafiziar)
Kur’an Arapça indirildiği için
Arapçadaki özellikler onda da bulunur. Araplar ancak aşina oldukları
kelimelerle indirildiğinde vahyi anlayabileceğine göre, bu kelimeler Kur’an’da
öyle yer almıştır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur: ‘Sonra yaklaşmış ve sarkmış. Yayın iki ucu kadar veya daha yakın olmuş.’289 Araplarda, hükümdarlar en yakın ve
en saygın kölesini kendisine bu mesafede oturttuğu için, bu hitaptan Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbine olan yakınlığı anlaşılmıştır.
Arapların bu kelimeden yakınlıktan başka bir şey anladığını düşünmüyoruz.
Aklın kesin kanıtı ise Sınır ve mesafeyi reddeder. Dolayısıyla, bu bölümün
ardından gelecek üçüncü bölümde, bu gibi lafızların ifade ettiği benzerlikten Allah
Teâlâ’yı tenzih etmekten söz edeceğiz.
(Araplara Göre Lafiziar)
Araplara göre lafızlar dört kısımdır:
Birbirinden ayrı (mütebayin) lafızlar: Bunlar, isimlendirilenleri çoğalmayan
isimlerdir. Örnek olarak deniz, anahtar ve makas gibi isimleri verebiliriz.
İkinci kısım, eşit anlamlı (mütevatı) lafızlardır. Bunlar, herhangi bir türün
bireylerine verilmek üzere uzlaşılmış eşit anlamlı lafızlardır. Bu kısma örnek
olarak, adam ve kadın lafızlarını verebiliriz. Üçüncü kısım ise eş adlı
lafızlardır. Bunlar, aynı kipte oldukları halde farklı anlamlara verilebilen
lafızlardır. Örnek olarak ayn (göz, pınar, hakikat gibi farklı anlamlara
gelir), müşteri (alıcı, müşteri gezegeni gibi çok anlamlı kelime) ve insan
(insan, parmak ucu ve insanü’l-ayn, yani göz bebeği anlamına gelir) kelimelerini
verebiliriz. Dördüncü kısım, eş anlamlı lafızlardır. Bunlar farklı kiplerle
tek anlamda kullanılan lafızlardır. Bu kısma örnek olarak, esedhizbir-gazanfer
(aslan anlamına gelen üç ayrı kelime), seyf-hisam-sarim (kılıç anlamına gelen
üç ayrı kelime), hamr-rahik-sahba-handeris (şarap anlamında dört ayrı kelime)
kelimeleri verebiliriz. İşte bu dört kısım, doğalarda soğukluk, sıcaklık,
kuruluk ve yaşlık ana olduğu gibi lafız âlemindeki analardır.
Bu bağlamda müteşabih, müstear ve
menkul lafızlar da vardır. Bunların hepsi, terim itibarıyla, belirtilen ana
kısımlara döner. Çünkü müteşabih hakkında şöyle denilebilir: Müteşabih, lafzın
türlerinden beşinci türdür. Örnek olarak ışık kelimesini verebiliriz. Işık,
hem bilinene ve hem de kendisine benzeyen bilgiye denilebilir. Bilginin ışığa
benzeme yönü, duyulur bir şeyin ortaya çıkartılmasında gö>zle ışığın
ilişkisinde olduğu gibi, iç gözünün onun vasıtasıyla bilinene ulaşmasıdır. Bu
benzerlik doğru olduğunda, bilgi ışık diye isimlendirilmiş ve buradan ortak
anlamlı lafızlara katılmıştır. O halde hiçbir lafız, bu ana lafızlardan
ayrılmaz. İşte, bu bahsi inceleyen herkesin tanımı budur.
Biz ise bu konuda onlarla aynı
düşünüyoruz. Fakat onlarm ulaşamadığı yönden hakikatlere ulaşmamız nedeniyle,
bizde ilâve bilgiler vardır. Bize göre, bütün lafızlar söyleyişte ortak olsa
bile birbirine zıttır. Başka bir yönden ise söyleyişte zıt olsalar bile, bütün
lafızların ortak olduğunu öğrendik.
Bu meseleye harfler bölümünün sonunda
daha önce kısmen değinmiştik.
(Muhakkik ve İfade Araçları)
Bu durum ortaya çıkınca, ey değerli
dost, bilmelisin ki: Kuşkusuz ilâhı mertebenin gerektirdiği takdis, tenzih,
benzetmenin ve teşbihin reddini bilen ve onu tam olarak öğrenen muhakkik, ayet
ve rivayetlerin Allah Teâlâ hakkmda dile getirdiği zaman, yer, yön ve mekânla
sınırlanmak gibi ifadelerle perdelenmez. Bu rivayetlere örnek olarak Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ nerededir?’ deyişini verebiliriz.
Bu soru üzerine zenci cariye göğü işaret etmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem de onun iman sahibi olduğunu belirtmiştir: Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, akla göre hakkmda mekân caiz olmayan (Tanrı) için
mekân sormuştur. Hiç kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’yı
en iyi bilendir. Allah Teâlâ ise kendisini daha iyi bilir. Allah Teâlâ bir
ayette şöyle buyurur: ‘Gökte olandan emin misiniz?’290 Çeşitli ayetlerde de şunları
buyurur: ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir.’191 ‘Rahman Arş üzerine istiva etmiştir.’292 ‘Her nerede olursanız, 0 sizinle beraberdir.’291 ‘Üç hiji yoktur ki dördüncüsü O olmasın.:29* Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle
sevinir. Allah Teâlâ taşkınlığı olmayan gence şaşırır.’ Bu gibi (teşbih anlamı
taşıyan) ifade kalıpları hadiste geçer.
Allah Teâlâ’nın zamanları, mekânları,
yönleri, lafızları, harfleri, araçları ve bunlarla konuşan ve dinleyen her şeyi
yaratmış olduğu aklın kesin kanıtıyla sabittir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ
tarafından yaratıldı. Bu durumda muhakkik kesin olarak bilir ki: Bu gibi
lafızlar, teşbih ve örneklemenin verdiğinden başka bir anlama yöneliktir.
Ayrıca muhakkik, hakikatin böyle bir şey kabul etmeyeceğini de bilir. Fakat
inançları cisimleştirmeden kurtulmuş bilginler, kendi; aralarında derece
derecedir. Çünkü müşebbih (Tanrı’yı yaratıklarına benzeten kimse) ve
mücessimeye (Tanrı’yı cisimleştiren) de, bu konuların dışındaki şeyleri
bilmeleri yönünden bilginler adı verilir. O halde âlimlerin birbirlerine karşı
üstünlüğü, bu gibi lafızları Hakka yaraşmayan anlamlardan uzaklaştırmalarına
göredir.
Bu bağlamda bir grup âlim, ne teşbihi
ne de cisimleştirmeyi kabul etmiş, Allah Teâlâ’nın kelâmında ve
peygamberlerinin sözlerinde yer alan bu gibi ifadelerin bilgisini Allah
Teâlâ’ya havale etmiş, onları herhangi bir şekilde tevile kalkışmamışnr. Onlar,
Allah Teâlâ’nın bu lafız ve harflerde bildiği şeye, tevil etmeden ve tenzihin
her hangi bir yönüne yöneltmeden, sadece inanmakla yetinmiştir, hatta şöyle
denilir: ‘Bunların hiçbirinin anlamını bilmiyorum. Fakat yine de onun teşbih
anlamıyla bırakılamayacağını düşünüyorum. Çünkü Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’295 buyurur: Yoksa teorik düşüncenin
hükmüne göre teşbihi benimsemiyorum.’ İnançları teşbih ve ta’tîlden
(işlevsizlik) konınmuş zâhir ehlinden olan hadis bilginlerinin seçkinleri
böyle hareket etmiştir.
Tenzihi benimseyenlerden başka bir
grup ise bü ifadeleri teorik düşüncede Allah Teâlâ’ya yaraşmayan anlamlardan
uzaklaştırmıştır. Başka bir ifadeyle onlar, bu gibi ifadeleri tam olarak
tenzihin bir tarzına yorumlamıştır ki, söz konusu tarz, teorik düşüncede
Hakkın kendisiyle nitelenebileceği tarzdır. Hatta (akla göre) Allah Teâlâ
onunla nitelenmelidir.
Onlara göre, araştırılması gereken
şey şudur: Acaba bu kelimeyle bu yorum mu kastedilmiş, yoksa başka bir şey mi?
Bu tevil Allah Teâlâ’nın ulûhiyetine zarar vermez. Söz konusu bilginler, bazen
kelimenin dilde kullanımının gereğine göre, böyle bir ifadeyi iki veya üç
anlama tevil etmiştir. Fakat bu da, başka bir anlamda değil, yine tenzih
yönündedir. Onlar, bu rivayet veya ayetin dildeki tevili bağlamında sadece bir
yorum biliyorlarsa rivayeti o tenzih anlamıyla sınırlamış ve şöyle demişlerdir:
‘Bilgi ve anlayışımıza göre, rivayet ancak bu anlama gelir.’ İki veya daha
fazla anlam bulduklarında ise haber ya da rivayeti o bağlamlara yorumlarlar.
Bunlardan bir grup şöyle iddia
etmiştir: Allah Teâlâ’nın şunu irade etmesi mümkün olduğu gibi bunu irade
etmesi de mümkündür. Böylece tenzih yönlerini artırmışlardır. Ardından şöyle
derler: Yorumlardan hangisini kast ettiğini ancak Allah Teâlâ’nın kendisi
bilir.
Başka bir grupta ise bir karine
vasıtasıyla tenzihin bir yorumu güçlenmiş, böylece karine nedeniyle haberin o
yorumu hakkında kesin kanaat getirmiş, her birisi tenzihi gerektirmiş olsa
bile haberde diğer yönleri dikkate almamışlardır.
Tenzih
yapanların bir kısmı ise -ki onlar üstün grupturbizim arkadaşlarımızdandır.
Onlar kalplerini fikirden ve teorik düşünceden boşaltmış ve arındırmıştır.
Çünkü daha önce zikredilen tenzihçi gruplar, fikir, teorik düşünce ve araştırma
sahibiydi. Allah Teâlâ’nın başarıya erdirdiği Allah Teâlâ’ya hamd olsun hepsi
başarıya ermiştirbu mübarek grup ise ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: ‘Bizim
nefislerimizde şanı yüce Hakka hürmet duygusu yerleşmiştir. Öyle ki, O’ndan
bize gelen şeylerin bilgisine teorik düşünce ve araştırma yoluyla ulâşamayız.’
Bu grup, inançları korunmuş hadis bilginlerine benzemiştir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi hadis bilginleri, bu gibi ifadeleri teorik düşünceyle
incelememiş, tevil etmemiş, başka anlama çekmemiş, bunun yerine ‘(bu ifadeleri)
anlamadik’ demiştir. İşte, bizim arkadaşlarımız da onların söylediğini söylemiştir.
. ......
Sonra arkadaşlarımız, ‘bu ifadeleri
anlamada takip ettiğimiz farklı bir yol vardık diyerek, hadis bilginlerinin
mertebesinden ayrılmıştır. Söz konusu yol, kalplerimizi teorik düşünceden
boşaltıp, zikrederek edep, murakabe, huzur ve bize gelecek şeyleri kabul için hazırlanma yaygısında
Hakkın karşısında oturmaktır. Böylece Hakk, keşif ve kesinlik üzere, bizim
öğretim işimizi üstlenir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın şöyle bu yurduğunu
işitmiştir: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, O size
öğretir.’296 Başka bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size
furkan verir’197 buyurur:
Başka bir
ayette ise ‘Rabbim ilmimi artır\2n ‘Ona kendi
katımızdan bilgi verdik’299 buyrulur.
Bu grubun kalp ve himmetleri Allah
Teâlâ’ya yönelip O’na sığındığında, başkalarının kendisine tutunduğu araştırma
ve inceleme ve akılların sonuçlarını kalplerinden attıklarında, akılları
selim, kalpleri temiz ve (her türlü teorik düşünceden) boşalmıştır. Bu istidat
meydana geldiğinde ise Hakk kendilerine öğretmen olarak tecelli etmiş, bu
müşahede kendilerini söz konusu haber ve kelimelerin anlamına bir defada vakıf
kılmıştır.
İşte bu, mükaşefe türlerinden
birisidir. Çünkü onlar, adı geçen bilginlerin teorik algı vasıtasıyla tenzih
ettikleri kimseyi kalp gözleriyle müşahede ettiklerinde, onların bu keşif ve
müşahedede teşbih vehmi veren herhangi bir rivayeti bilmemeleri ya da bu
rivayeti belirlemeksizin tenzih yorumuyla bırakmaları geçerli değildir. Bilakis
onlar, kelimeyi ve ona verilmiş tenzih anlamını bilir. Böylece teşbih vehmi
veren kelimeyi kendisi için amaçlanmış anlamla sınırlamışlardır. Başka bir
rivayette ' bizzat bu lafız gelirse onun bu müşahede sahibinin bildiği başka
bir yorumu vardır. İşte bu, aramızdan bir grubun halidir.
Başka bir grubumuz ise bu keşfe sahip
değildir. Onlar için aktarma, ilham, yazı ve kavuşma söz konusudur. Onlar,
başkasınm bilmediği bir belirti sayesinde, kendilerine aktarılan şeylerde
(yorumlamada) hatadan korunmuştur. Böylelikle kendilerine söylenen, ilham
edilen veya aktarılan veya yazdırılan şeyi bildirirler.
Haberi söyleyenine (Allah Teâlâ ve
Peygamberi) teslim edip, onu teorik akılla yorumlamayan teşbih (benzetme) ve
ta’tîl’e (atıl kılma) sapmayan muhakkiklerde, farklı derecelerine göre
araştıran, içtihat eden ve inceleyen muhakkiklerde, keşf ve müşahede sahibi
muhakkiklerde, hitap ve ilham edilen bütün muhakkiklerde şu durum sabittir: Hakk,
sonradan meydana gelmişlerde bildiğimiz tarzda, tahdit ve teşbih ile
sınırlanmış bu ifade kalıplarının altına giremez. Bilakis, muhakkiklerin ve
bilginlerin farklı sınıflarına göre Hakkın kendiliğinde bulunduğu ve zatının
gerektirdiği Hakk göre bu ifadelerdeki tenzih ve takdis anlamları Allah
Teâlâ’ya izafe edilir.
Bu durum sabit olunca, hiç kuşkusuz,
böyle ifadelerin, muhatapların anlamasını sağlayan ifade araçları olduğu
ortaya çıkmıştır. Her âlem, kendi anlayışınca ve nüfuz ve basiretinin gücü
ölçüsünde, onlarda
hareket eder. Binâenaleyh insanın
sorumlu olduğu inanç, herkesin üzerinde yaratıldığı en kolay hitaptır. Teşbihi
benimseyenler üzerinde yaratıldığı fıtrat üzerinde kalsaydı, ne tekfir edilir
ne de cisimleştirme yaptığı söylenirdi. Gerçi onlar cisimleştirme yapmamış,
sadece varlığı kanıtlamak istemişlerdir. Fakat anlayışlarının kıtlığı
nedeniyle, varlık onlar için ancak böyle bir tahayyülle sabit olabilmiştir.
Dolayısıyla onlar için kurtuluş vardır.
(Hakkın Varlığı ve Âlemin Varlığı)
Marifet derecelerindeki mertebeleri
farklı olsa bile, muhakkiklerde bu durum sabit olunca, şöyle deriz: Hakikatler,
kendilerine vakıf olana şu bilgiyi yermiştir: Hakkın varlığı, öncelik,
beraberlik ve zamansal sonralıkla âlemin varlığıyla sınırlanmaz. Çünkü Allah
Teâlâ hakkında zaman ve mekânsal önceliği(ni düşünmek), hakikatlerin kençlisini
onu sınırlama anlamıyla söyleyenin yüzüne fırlatacağı bir düşülmedir. Ne var
ki, bunu anlatımı sağlamak için söyleyen farklıdır. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu maksatla onu dile getirmiş, Kur’an da onu
dillendirmiştir. Çünkü herkes, bu halukatleri öğrenmeye güç yetiremez.
Artık geride şunu söylemek kalmıştır:
Hakk, kendisi için kendisi nedeniyle mevcuttur. Onun varlığı mutlaktır,
başkasıyla sınırlanmaz, herhangi bir şeyin nedenlisi ya da nedeni değildin
Bilakis Hakk, nedenlileri ve nedenleri yaratan ezelî el-Meliku’l-Kuddûs’tur
(mukaddes hükümdar). Âlem ise kendisi sayesinde veya kendisi için değil, Allah
Teâlâ sayesinde mevcuttur. Onun varlığı, Hakkın zatındaki varlığıyla
sınırlanmıştır. Binaenaleyh âlem, ancak Hakkın varlığı sayesinde var olabilir.
Hakkın ve âlemin ilkesinin
varlığından zaman reddedildiğine göre, kuşkusuz âlem zamansızlıkta var
olmuştur.
Dolayısıyla işin gerçeği açısından
şunu söylememiz doğru değildir. Allah Teâlâ âlemden öncedir; Çünkü öncenin bir
zaman kipi olduğu, hâlbuki zamanın var olmadığı sabittir. Şunu da söyleyemeyiz:
Âlem Hakkın varlığından sonra var olmuştur. Çünkü sonralık da yoktur. Âlem Hakkın
varlığı ile beraber var olmuştur da diyemeyiz. Çünkü Hakk, âlemi yaratandır. O,
âlemin faili ve yaratıcısıdır. Âlem ise yoktu. Fakat şöyle söyleyebiliriz: Hakk,
zatı ile (ve zatı nedeniyle) vardır, âlem ise (ancak) Hakk dolayısıyla vardır.
Bir vehim sahibi şöyle sorabilir:
Hakkın varlığı karşısında âlem ne zaman var olmuştur? Bu soruya şöyle cevap
veririz: TSİ e zaman’ zaman sorusudur. Zaman ise nispetler âlemindendir ve Allah
Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Çünkü nispeder âleminin yaratılışı, var etme
yaratması (icat) değil, belirleme yaratmasıdır. Dolayısıyla böyle bir soru
geçersizdir. Nasıl soru sorduğuna bak! İfade kalıplarının bu manaları içinde
araştırmanı ve öğrenmeni engellemesinden sakın!
Şu halde, geriye sadece yokluktan
(var) olmayan sırf-halis varlık ile mevcudun kendi yokluğundan olan varlık
kalmıştır, Birincisi Hakkın varlığı, İkincisi ise âlemin varlığıdır. (Gerçek)
Bilginin imkânsız gördüğü ve kendisinden hiçbir şeyin geride kalmadığı takdir
edilmiş vehmin dışında, iki varlık arasında ne bir aralık ne de uzama vardır.
Fakat mutlak varlık ve sınırlı varlık, fail varlık ve edilgin varlık vardır.
İşte hakikatler bu bilgiyi vermiştir, ve’s-selâm!
Vaktin vâridi300 ihtira’ (tasarlayarak orijinal
yaratmak) lafzını Hakka vermeyi bana sordu, ben de şöyle dedim: Hakkın
kendisini bilmesi, âlemi bilmesinin aynısidir. Çünkü âlem, yoklukla nitelenmiş
olsa bile, sürekli Hakk tarafından müşahede edilir. Alem kendisini göremez,
çüıikü mevcut değildir. Bu konu keşifleri olmayan teorik akılcıların boğulduğu
bir deryadır. Hakk, sürekli vardır, dolayısıyla O’nun ilmi ezelî olarak
mevcuttur. Hakkın kendisini bilmesi, âlemi bilmesidir. Şu halde Hakkın âlemi
bilmesi, ezelî olarak mevcuttur. Hakk, âlemi yokluk halinde bilmiş ve
bilgisindeki surete göre onu var etmiştir. Bu mesele, kitabın sonunda açıklanacaktır
ki, söz konusu mesele, muhakkiklerin çoğundan gizlenmiş kader sırrıdır.
Âlemde ihtira (tasarlayarak yaratma)
geçerli değildir. Allah Teâlâ için ihtira’ belirli bir şekilde kullanılabilir,
fakat kelimenin gerçek anlamı yönünden kullanılamaz. Çünkü böyle bir şey İlâhî
mertebede eksikliğe yol açardı. O halde orijinal üretim, ancak kul hakkında
geçerli olabilir. Şöyle ki:-Bir şeyi orijinal olarak üreten, gerçekte varlıkta
ortaya çıkartmak istediği şeyin örneğini (başka bir yerden öğrenmeden) önce kendi
zihninde tasarlamadan onu yapamaz. Oiıu zihninde tasarladıktan sonra ise ameli
gücü o şeyi örneği bilinen bir şekilde (çünkü zihinde tasarlanmıştı) duyusal
varlığa çıkartır. Tasarlayarak yaratan, bir şeyi önce kendi zihninde, ardından
dışta zihninde tasarladığı şekilde var etmiş olmalıdır. Aksi halde, gerçek
anlamda orijinal yaratıcı sayılmaz.
(Bunu anlamak için şöyle bir örneği
farz edebilirsin): Bir şahsın sana varlıkta örneği bulunan belirli bir şeklin
düzenlenişini öğretip senin de onu öğrendiğini farz et. Ardından onu
öğrendiğin tarzda varlığa çıkartırsın; Bu durumda sen, gerçekte ve
kendiliğinde, o şeyi örneksiz var etmiş değilsin. Onu (başkasından öğrendiği)
örnek olmadan meydana getiren, örneğini zihninde tasarlayıp sonra sana
öğretendir. Bununla beraber insanlar, o şeyi başkasında görmediği için;
zihninde tasarlayarak yaratmayı sana nispet edebilir.
Sen ise kendinden bildiğin şeye dön,
o şeyi senden bilen (zannına) aldırış etme! Çünkü Allah Teâlâ kendisinde
bulunmayan bir şeyi meydana getiren kişi gibi âlemi inceden inceye ölçmüş
tartmış ya da âlem üzerinde düşünmüş değildir. Böyle bir şey Allah Teâlâ
hakkında caiz değildir. Allah Teâlâ, sahip olmadığı bir şeyi kendi, nefsinde
meydana getirmiş olmadığı gibi içinden ‘onu şöyle mi yapalım böyle mi yapalım’
diye de geçirmemiştir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ hakkında caiz olmayan
durumdadır. Çünkü bir şeyi zihninde tasarlayarak meydana getiren kimse var
olan şeylerde dağınık halde ki mevcut parçaları alır ve onları zihninde ve
vehminde birleştirir. Bu birleştirme, daha önce bilgisinde bulunmamış
olabileceği gibi bulunmasında da beis yoktur. Çünkü bu durumda o, tıpkı
orijinal anlamları üretmede şair ve fasih-yazarlar gibi, hiç kimse tarafından
öncelenmeyen ilk mesabesindedir.
Gerçi kendisinden daha önce aynı
şeyin yapılmış olduğu ve böylelikle duyanın çalıntı olduğu zannına kapılacağı
orijinal üretim tarzı da vardır. Bu nedenle, orijinal üretim iddiasındaki
insanın hiç kimseye bakmaması gerekir. Şu var ki orijinal üretimin hazzından
yararlanmak ve zevk almak istiyorsak, insanın özellikle kendi içinde meydana
gelen şeye bakması gerekir. Bazen kişi, bir şeyi meydana getirdikten sonra o
konuda kendisini önceleyen kimseye bir nedenle bakabilir. Ona baktığında,
perişan olur ve ciğeri parçalanır.
Bu meyanda orijinal üretimin en çök
görüldüğü kimseler bilginler, edipler, mühendisler, sanat erbabından ise
marangoz ve inşaatçılardır. Söz konusu meslek sahipleri, orijinal üretimin en
çok bulunduğu kimseler benzersiz üretenler, yaratılışları en temiz olan ve
akıllarını en güçlü şekilde kullanan kimselerdir.
Orijinal üretim, daha önce bilmediği
ve başkasının bilkuvve -ya da gayesi amel olan bilgilerden isebilkuvve ve
bilfiil olarak öğretmediği bir şeyi fikir vasıtasıyla ortaya çıkartan kimse
hakkında kullanılabilir. Allah Teâlâ ise âlemi ezelden beri bilir ve âlemi
bilmediği hiçbir hali olmamıştır. Şu halde Allah Teâlâ, bilmediği biir şeyi
meydana getirmiş değildir.
Allah Teâlâ’yı bilenlerde O’nun
ilminin kadimliği sabit olduğuna göre, bizim için de bilfiil yaratan olduğu
sabittir. Yoksa o kendi nefsinde bize dair bilgisinin sureti olan örneğimizi
meydana getirmiş değildir. Çünkü varlığımız, O’nun ilminde bulunduğumuz Hakk
göredir. Böyle olmasaydı, varlığa O’nun bilmediği bir şekilde çıkmış olurduk. Allah
Teâlâ bilmediği bir şeyi irade etmez, irade etmediği ve bilmediği bir şeyi ise
var etmez. O zaman ya kendi kendimize ya da rastlantıyla var olurduk. Böyle
olunca da, yokluktan var olmamız geçerli olmazdı. Hâlbuki kuşkusuz kesin kanıt,
yokluktan var olduğumuzu ve Allah Teâlâ’nın bizi bilip varlığımızı irade
ettiğini ve bize dair bilgisinde sabit surete göre yarattığını göstermiştir.
Biz dış varlığımızda yokuz. Şu halde, (bizi kendisine göre yarattığı) örnekte
orijinallik yoktur.
O halde geride sadece fiilde orijinal
yaratma kalmaktadır. Bu ise dışta örnek olmadığı için geçerlidir. Artık
zikrettiğimiz şeyi iyice öğren ve bundan sonra istediğini söyle. İstersen Allah
Teâlâ’yı ihtira’ ile nitelersin istersen ihtira’yı O’ndan nefyedersin. Fakat
sana öğrettiğim şeyi tam anladıktan sonra.
Bilgi, bilen ve bilinen ,
Hükümleri aym olan
üç (şeydir) , ,
İstersen, hükümleri de birbirine benzerdir
(diyebilirsin)
Gözleyen onu üç olarak kabul eder.
Gaybı gören ise bir olarak görür ,
Yücelerde ona ilâve yoktur!
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Bilgi, kalbin herhangi bir şeyi (ya da durumu) o şeyin
kendiliğinde bulunduğu Hakk göre elde etmesidir. Söz konusu şey, yok da
olabilir mevcut da olabilir. Buna göre bilgi, kalbin bir şeyi elde etmesini
zorunlu kılan bir niteliktir. Bilen kalp, bilinen ise elde edilen o şeydir.
Bilginin hakikatini tasavvur, son
derece güçtür. Fakat Allah Teâlâ’nın izni ile bilgiyi öğrenmek için onun
anlaşılmasını sağlayacak hususları sunacağım.
(Kalp ve İlâhî Mertebe)
Bilinmelidir ki: Kalp cilâlanmış bir
aynadır ve her tarafı yüzdür, asla paslanmaz. Bazen kalbin paslandığı
söylenir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kalpler demirin
paslandığı gibi paslanır’ buyurur. Bu anlamda başka bir hadis ‘Kalplerin
cilâsı Allah Teâlâ’yı zikretmek ve Kur’an okumaktır’ der. -Kur’an, hikmetli
öğüt olması yönünden kalbi cilalar.Bu gibi ifadelerde pas derken kastedilen,
kalbin yüzeyini örten karartı değildir. Kalp, Allah Teâlâ’yı bilmek yerine,
sebeplerin bilgisine yönelir ve onlarla ilgilenirse Allah Teâlâ’dan başkasıyla
ilgilenmesi kalbin yüzeyi üzerinde pas haline gelir. Söz konusu ilgi, Hakkın o
kalpte tecelli etmesini engeller.
Çünkü ilâhî mertebe, sürekli tecelli
etmektedir. Onun bizden perdelendiği düşünülemez. Bu kalp, övülmüş şerî hitap
yönünden tecelliyi kabul etmediğinde -çünkü o esnada başkasını (söz gelimi
sebeplerin bilgisiyle ilgilenmek gibi) kabul etmiştirbaşkasını kabul etmesi
pas, kir, kilit, körlük ve toz diye ifade edilir. Aksi halde, Hakk şaiıa
bilginin kalpte bulunduğunu bildirmiştir. Fakat onun bilgisinde Allah Teâlâ’dan
başkası vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’yı bilenlere göre kalp, gerçekte Allah
Teâlâ’yı bilir.
Söylediğimizi destekleyen hususlardan
birisi, ‘Kalplerimizde bizi çağırdığın şeye
karşı kilit vardır’ dediler”01 ayetidir. Bu ayete göre kalpler, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin özellikle davet ettiği şeye karşı kilitlidir.
Yoksa onlar, genel anlamda kilitli değildir. Kalpler, peygamberin davet
ettiğinin dışındaki işlerle ilgilenir ve davet edildikleri şeye karşı
körleşir, dolayısıyla artık hiçbir şey görmezler. Kalpler, daima cilâ,
parlaklık ve duruluk özelliğinde yaratılmıştır. Kızı! yakut olması yönünden -ki zat tecellisidirilâhı mertebenin
tecelli ettiği her kalp, müşahede eden yetkin ve âlim insanın kalbidir. Söz
konusu tecelliden daha üstün tecelli yoktur. Onun altında sıfat tecellisi
vardır. Daha sonra fiil tecellisi gelir. Fakat bu durum, tecelli edenin İlâhî
mertebe olması yönündendir. İlâhî mertebe yönünden tecelli edilmeyen kalp, Allah
Teâlâ’dan gafil ve O’na yakınlıktan kovulmuş kişinin kalbidir.
Allah Teâlâ sizi başarıya erdirsin!
Belirttiğimiz tarza göre kalbe bakınız! Bak! Onu ilim yapabilir misin? Böyle
bir şey doğru değildir. Bilgi kalbin özü gereği sahip olduğu parlaklıktır
desen, buna imkân yoktur. Fakat o (kalbin özü gereği sahip olduğu parlaklık)
bilginin sebebidir. (İlmin kendisi değildir). Nitekim bilinenin kalp için
ortaya çıkması da bir sebeptir. Bilgi bilineni kalpte meydana getiren şeydir
diye iddia edersen, bu da doğru değildir. Bilgi, bilinenden nefse yansıyan bir
örnektir diye -ki o bilinenin tasavvur edilmesidiriddia edersen, buna da imkân
yoktur.
O zaman, bilgi nedir? diye sorulursa
şöyle cevap ver: Bilgi, algılanan şeyin kendiliğinde bulunduğu Hakk göre
algılanmasıdır. Bu tanım, o şeyin algılanması imkânsız değilse böyledir.
Algılanması imkânsız olanı bilmek ise onu idrak edememeyi bilmek demektir.
Nitekim Hz. Ebû Bekir, idraki idrakten acizlik idraktir, demiştir. Böylece Hz.
Ebû Bekir Allah Teâlâ’yı bilmeyi, O’nun idrak edilemeyişi yapmıştır. Bunu
bilmelisin. Hakkın idrak edilemeyişi başkasını bildiği şekilde aklın çabası bakımından
(Hakkı) algılayamamaktır; idrak edilmesi ise Hakkın cömertliği, ihsanı ve
bağışı sayesindedir. Nitekim müşahede ehli arifler, teorik düşüncesi bakımından
aklın gücünden olmaksızın, O’nu bilmiştir.
(Allah Teâlâ’yı Oluş Yolundan Bilmek)
Bilindiği gibi, herhangi bir şeyi
bilmek, bu bilgiden önce iki bilinen arasında karşılıklı ilişki olan başka bir
durumu bilmeye bağlıdır ki, bu kaçınılmaz bir durumdur. Allah Teâlâ ile
yaratıkları arasında şeyler arasındaki ilişki yönünden herhangi bir ilişkinin
bulunmadığı da sabittir. Şeyler arasmda münasebet cins, tür ve şahıs
münasebetidir. Şu halde, aralarında bir karşılıklı ilişki olmadığı için
kendisiyle Hakkı bilebileceğimiz bir şeye dâir önceden bir bilgimiz yoktur.
Bunun örneği, beşinci doğa olan
feleklerin doğasını bilmemizdir. Dört âna doğa hakkında daha önceden bir
bilgimiz olmasaydı, söz konusu beşinci doğayı asla bilemeyecektik. Bu dört ana
doğada bulunmayan bir hüküm nedeniyle onların dışında kalmış halde felekleri
gördüğümüzde, aşağı ve yukarıya doğru hareket yönünden burada beşinci bir doğa
daha bulunduğunu anladık. Söz konusu yukarı hareket, esir ve hayada, aşağı
hareket ise su ve topraktadır.
Felekler ve ana unsurlar arasında
bulunan münasebet, tümünü birleştiren cins olan cevhere dayalı bir
münasebettir. Söz konusu münâsebet, aynı zamanda türsel münasebettir, çünkü o,
tek bir cinse ait tür olduğu gibi aynı zamanda kendisi de bir türdür. Bu
münasebet, aynı zamanda, şahıs münasebetidir. Bu münasebet olmasaydı,
doğalardan feleğin doğasının bilgisini öğrenemeyecektik.
el-Bâri (Yaratan Allah Teâlâ) ile
âlem arasında adı geçen yönlerden (cevher-cins, tür ve şahıs) hiçbir münasebet
yoktur. Dolayısıyla Allah Teâlâ, bazı kimselerin şahit ile gaibe istidlâl etmek
şeklinde zannettiği gibi, başkası hakkındaki öncesel bir bilgi sayesinde
bilinemez. Onlar, bu istidlâl yöntemiyle bilgi, kelâm ve irade vb. nitelikleri
Allâh’a verebileceklerini zannetmiş, bu nitelikleri Allah Teâlâ’ya yüklem
yapıp ardından onlarla nitelenmekten tenzih etmişlerdir.
Allah Teâlâ’yı bilmemiz hakkında
vardığımız kanaati destekleyen bir şey şudur: Bilgi, bilinene göre düzenlenir
ve bilinenin başkasından ayrılışına göre kendi zatında ayrışır. Bilinenin
kendisiyle ayrıştığı şey, ya cevheri yönünden akıl veya nefis gibi bir zat
olabilir ya da sıcaklık ve ateşin yakıcı olması gibi doğası yönünden ona ait
bir zattır. Akıl nefisten cevheri bakımından ayrıldığı gibi ateş de
başkasından zikrettiğimiz bir yönüyle ayrılır. Ya da bilinen, zatı sayesinde
başkasından ayrışmaz da, kendisine yüklem yapılan şey nedeniyle ayrışır. Buna
örnek olarak, oturan kişinin oturması ya da yazanın yazması gibi hal veya
siyahın siyahlığı, beyazın beyazlığı gibi bir durum verilebilir. İşte bu,
akılcılara göre, aklın idrâk sınırıdır. O halde akıl için nitelediğimiz şeyin
dışında kalan bir bilinen asla yoktur. Şu var ki, bir şeyin başkasından
ayrışmasını sağlayan özelliğini ya cevheri ya da doğası veya hali ya da durumu
yönünden bilebiliriz. Akıl, söz konusu şeylerin bulunmadığı hiçbir şeyi kesinlikle
algılayamaz.
Zikredilen bu hususlar Allah Teâlâ’ta
bulunmaz. Dolayısıyla, araştıran olması ve teorik düşüncesi yönünden akıl Allah
Teâlâ’yı bilemez. Teorik düşüncesi yönünden akıl Allah Teâlâ’yı nasıl
bilebilir ki? Aklın dayandığı kanıdar, duyu veya zorunluluk ya da tecrübedir.
Hâlbuki Allah Teâlâ, aklın kanıdama yönteminde kendisine başvurduğu bu
esaslarla algılanamaz. O zaman akıl için varlık kanıtı geçerli olabilir •
Akıllı, delil yönünden Rabbini
bildiğini ve Rabbinin kendisine bilindiğini nasıl iddia edebilir? Akıllı,
yapma ürünlere, doğal nesnelere veya türeyen veya meydana getirilen şeylere
bakıp bunlardan her birisinin kendilerini yapanı bilmediğini görseydi, hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ’nın kanıt vasıtasıyla bilinemeyeceğini öğrenirdi. Fakat
akıl, Allah Teâlâ’nın mevcut, âlemin ise özü gereği Allah Teâlâ’ya muhtaç
olduğunu ve O’ndan asla müstağni kalamayacağını bilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ey insanlar sizler Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız. Allah Teâlâ ise zengin ve övülendir.,m
Tevhit hakikatlerini öğrenmek isteyen
kimse Allah Teâlâ’nın kendisini birlediği tevhit hakkındaki ayedere bakmalıdır!
Hiç kimse bir şeyi o şeyin kendisinden daha iyi bilemez. O halde Hakkın
kendisini nitelediği şeye bakmalı ve Allah Teâlâ’dan onu sana öğretmesini
istemelisin! Bunu yaparsan, aklın kendi düşüncesiyle hiçbir zaman ulaşamayacağı
İlâhî bilgiyi öğrenirsin. Ben bu ayetlerin az bir kısmını bir sonraki bölümde
zikredeceğim-
Allah Teâlâ, bizi kendisini anlamayla
rızıklandırsm, âmin! Bizi, ayetlerini anlayan âlimlerden etsin, âmin!
***
Kur'an ve Hadiste
Geçen Teşbih Anlamlı İfadelerden Hakkın Tenzih Edilmesi
(Allah Teâlâ
zalimlerin nitelemelerinden münezzeh ve-yücedir)303
Kulun Rabbine bakışında Ellerin
kutsiyetinde ve tenzihinde
Gelip niteliğe ve teşbihe eklenen -
; . Araçlardan yüce olmasına.
Bir delâlet vardır
ki, kesin olarak gösterir:
Kulun mertebesini ve
yüksekliğini.
Ve de bilginin doğruluk ve ispatını
Bidatçinin ve yapmaciklığının ise kovulmasını.
(Bütün Bilgileri İlk Akıl Taşımaktadır)
Allah Teâlâ sana yardım etsin
bilmelisin ki: Ulvîsiyle süflisiyle bütün bilinenlerin taşıyıcısı, Allah
Teâlâ’dan doğrudan -vasıta olmaksızın(bilgi alan) akıl’dır. Dolayısıyla ulvî ve
süflî âlemin bilgisine dair hiçbir şey akla gizli kalmaz. Onun bağışı,
cömertliği, kendisine tecelli etmesi, nuru ve en yüce feyzinden ise nefsin
eşyayı bilmesi gerçekleşir. Akıl, Haktan alır nefse verirken, nefis ise akıldan
alır ve ondan fiil meydana gelir. Bu durum, aklın bilgisinin iliştiği
kendisinden aşağısında bulunan bütün şeylere sirayet etmiştir.
Burada kendisinden aşağıda bulunan
şeyler diye kayıt düşmemizin sebebi, ifade hakkında zikrettiğimiz durumdur. Allah
Teâlâ’nın ‘ta ki bilelim’304 ayet-i kerimesini aklında tut! Allah
Teâlâ, bilendir. Artık nispetleri öğren!
Bilinmelidir ki: Güçlü ve kendinden
geçmiş melekler âlemi, ilk akıldan hiçbir şey almadığı gibi ilk aklın onlar
üzerinde herhangi bir otoritesi de yoktur. Onlar ve ilk akıl, aynı
mertebededir. Bu durum, bizim içimizden Kutup’un hükmünün dışında bulunan
Efrad’a (Tekler) benzer. Bununla birlikte Kutup da, Efrad’dan birisidir. Fakat
Efrad arasında Kutup yönetme ile görevlendirildiği gibi Akıl da bilgi vermeye
tahsis edilmiştir.
(İlk) Aklın kendisinden aşağıda
bulunan şeylere (bilgi) vermesi, bilgisinin ilgili olduğu her şeye sirayet
eder. Bunun yegâne istisnası, tevhidin soyutlanmasının bilgisidir. Söz konusu
bilgi, her yönden diğer bilinenlerden farklıdır. Çünkü Allah Teâlâ ile
yaratıkları arasında asla bir karşılıklı ilişki yoktur. Bir gün böyle bir
münasebet Allah Teâlâ’ya nispet edilirse nitekim başka yazarlarla birlikte Ebû
Hamid el-Gazâlî kitaplarında bunu ifade etmiştirbu bir çeşit zorlama ve
gerçeklerden uzak varsayımdır. Yoksa Kadîm ile yaratılmış arasında hangi
bağıntı olabilir. Ya da, benzer kabul etmeyen, benzeri olana nasıl
benzetilebilir?
Böyle bir
şey, Ebû Abbas İbn Arif es-Sünhacî’nin kendisine isnat edilen Mehâsinu’l-Mecâlis isimli kitapta belirttiği gibi
imkânsızdır, esSünhacî şöyle demiştir: ‘Hakk ile kullar arasında inayetten
başka bağıntı, hükümden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bunun dışında
ise sadece körlük ve karıştırma vardır.’ Başka bir rivayette ise körlük yerine
bilgi geçer. .
Bu ifadenin
ne kadar güzel ve Allah Teâlâ hakkındaki bu bilginin ne kadar eksiksiz, bu
müşahedenin ne kadar nezih olduğuna balanız! Allah Teâlâ söylediği şeyle
kendisini yararlandırsın! .
(Aklın Allah Teâlâ’yı Bilmekten Aciz
Olması)
Allah Teâlâ’yı bilmek, akıl ve nefsi
tarafından algılanamayacak kadar yücedir. Akıl ve nefis, O’nu sadece mevcut
oluşu bakımından algılayabilir. Yaratıklar hakkında söylenmiş ya da bileşik ve
başka şeyler hakkında tevehhüm edilmiş her ne varsa kuşkusuz, düşüncesi ve
korunmuşluğu yönünden selim akla göre Allah Teâlâ o şeyden farklıdır. Böyle bir
tevehhüm, Allah Teâlâ hakkında caiz olmadığı gibi akla göre yaratıkların kabul
ettiği yönden öyle bir lafız Allah Teâlâ’ya verilemez. Allah Teâlâ’ya böyle bir
lafız verilmişse bunun gayesi, zihinlere konuyu anlaşılır kılmaktır. Bunun
nedeni, işitende Hakkın üzerinde bulunduğu hakikatin değil, varlığın
(bilginin) sabit olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri
yoktur.’
Fakat dinen Allah Teâlâ’yı bilmek
üzerimizdeki bir vecibedir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberine hitaben şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığım
bil.’305 (Buna göre
Allah Teâlâ âdeta) Şöyle der: ‘Senin düşüncene uygun bildirmemden (benim
vasıtamla) bil. Böylece bildirmeden önce olan inanç olmaksızın bilgi senin
adına sahih olduğu gibi ilim olarak da iman senin adına sahih olur.’ İşte, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e bu esasa göre emir vermiştir.
Bazı kimselerin düşüncesine ve bu
bahisteki görüşlerine göre, bu durum dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisine
nereden ulaşabiliriz? diye düşün-dük. İnsafla ve kendisinden umulan bütün
gayretini ortaya koyduktan sonra yetkin aklın verisine göre düşündük, Allah Teâlâ’yı
bilme hakkında O’nu bilmekten acizlikten başka bir şeye ulaşamadık. Çünkü biz,
bulundukları Hakk göre hakikatleri yönünden eşyayı öğrenmek istediğimiz tarzda
Allah Teâlâ’yı bilmek istedik. Binaenaleyh, benzeri olmayan, zihinde tasavvur
edilemeyen ve zihinde tutulamayan bir mevcut bulunduğunu öğrendiğimize göre,
akıl onu nasıl idrak edebilir? Allah Teâlâ’nın varlığım bilmek sabit olmakla
birlikte, aklın O’riu algılaması imkânsızdır. Yine de biz, Allah Teâlâ’nın
mevcut ve ulûhiyetinde tek olduğunu biliriz. İşte, Hakkın kendisini bildiği
tarzda zatının hakikatini bilmediğimiz halde, bizden öğrenmemiz istenilen
bilgi budur. Böyle bir bilgi, bizden istenen bilginin olmayışı demektir.
Allah Teâlâ aklın düşüncesine göre
hiçbir yaratığa benzemediğine ve hiçbir şey O’na benzemediğine göre ve bize ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını biliniz’ diye emredilmişken, öncelikle
öğrenmemiz gereken şey bilginin mahiyetidir. Kuşkusuz onu öğrendik.
Dolayısıyla başlangıçta bilginin bilinmesi hakkında öğrenmemiz gereken şeyi
öğrenmiş olduk.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar