Print Friendly and PDF

ON ALTINCI SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI

 



ALLAH TEÂLÂ’NIN PEYGAMBERİNE UYMA EMRİ

Allah Teâlâ, şeriat olarak belirlediği hususlarda peygambere uymayla ilgi­li şöyle der: ‘De ki; Allah Teâlâ’yı seviyorsanız, bana uyun, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Teâlâ son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.’376 Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın iki sevgisi veya ilgisi vardır. Başka bir ifadeyle, iradenin özel bir tarzı olan ilgiyle kullarına dönük sevgisi vardır. Birin­cisi, onları kendiliğinden sevmesidir. Bu sevgiyle onlara peygamberine uyma imkânı verir. Peygambere uyma, onlar adına sevgiden kaynakla­nan iki ilgi meydana getirir. Çünkü uyma, iki yoldan gerçekleşir. Birin­cisi farzların yerine getirilmesi iken diğeri nafile ibadederin yerine geti­rilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbinden aktardığı kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Kulum bana farz kıldığım ibadederi yerine getirmekten daha se­vimli bir şeyle yaklaşmadı. Nafile ibadederle de yaklaşmayı sürdürür. Ta ki onu severim. Sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli olurum.’ Nafile ibadederde Hakk kulun duyma (gücü) ve güçleri haline gelince, farzları yerine getiren kul için nasıl bir sevgi ortaya çıkar? Bu durumda ortaya çıkan şey, Hakkın ‘seçilmiş kulunun iradesiyle irade etmesidir.’ Bunun yanı sıra, kula dilediği şekilde Allah Teâlâ’nın ezeli meşiyetine göre, âlemde hüküm sahibi olmak imkânı verir. Bu ilgi, bi­rinciye dahildir. Bu durum ‘Onlar dileyemez, Allah Teâlâ dilemedikçe377 ayetin­de dile getirilir. Bulunduğu kimseyi Hakkın sevmesini sağlayan her ni­telik, peygambere uymak sayesinde kul adına gerçekleşebilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi o âdeti sünnet yapmıştır. Bunu yapması ise Allah Teâlâ’nın (emrinden) kaynaklanır, çünkü Peygamber, ‘arzusundan konuşmaz’ bizde ve peygamberde (gerçek) fail Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ peygamberden ve bizden fiili olumsuzlamıştır. Bazılarımızın zannettiği gibi (bize ait bir fiil yoktur). Bu durum şu ayette dile getirilir: ‘Ben bana ve size ne yapa­cağım bilemem. Bana vahyedilene uyarım, ben sadece apaçık uyarıcıyım:3711 Bu ayet ‘Peygamberin görevi tebliğdir379 ayetiyle aynı bağlamdadır. Uy­mak bize söylediğini yapmaktır. Bir davranışında ‘bana uyun’ derse, oha uyarız; demezse, bizi bağlayıcı olan, söylediğidir. Bize emrettiği ve yasakladığı konularda uymak gerekir. Hakkın sınırlarında durmak ise, yaratıkları hakkmdaki fiillerinde kendisine uymak amacıyla sınırlarında durmaktır. Bu ise ‘keramet’ ve ‘ayet’ diye isimlendirilen şeydir. Başka bir ifadeyle bu, uymanın doğruluğunun alametidir. Peygamberler de uyanlardır, çünkü Peygamber ‘Ben bana vahyedilene uyarım3110 der. Allah Teâlâ’nın fiiline uymanın peygamberde ortaya çıkarttığı netice mucize iken bizim için keramettir. Keramet himmet gücüyle ve -temas etmeksizinsadece yönelmeyle fiil yapmaktır. Bu sayede kulun elinde harikulade olaylar gerçekleşir. Bunlar, bir sebep olmaksızın, salt iradeyle Allah Teâlâ için gerçekleşebilir. Böyle bir fiil konulmuş açık bir sebepten çıktığında ise, bu kapsama girmez. Örnek olarak, kuşun görünür bir sebeple uçmasını verebiliriz. Bununla birlikte onu havada tutan Allah Teâlâ’dır. Başka bir ifa­deyle havada kuşu tutan sebepleri yerleştiren Allah Teâlâ’dır. İnsan havayı yardığında ve -görünür ve bilinen bir sebeple değilsalt iradesiyle ha­vada yürüdüğünde, bu davranışı iradesiyle eşyayı var eden Hakkın fiili­ne benzemiş olur. İşte bu fark, onunla bu fiilin sebebe bağlı olarak ger­çekleşmesi arasında bulunur. Bunun dayanağı ise (peygambere) ‘uyma’yı tam gerçekleştirmektir. Öyleyse şeriatte kendisine uyulan, gerçek­te Allah Teâlâ’dır. İradeyle fiile uyulan da Allah Teâlâ’dır. Hepsi Allah Teâlâ’nın irade ve meşiyetine bağlıdır. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O, Aziz ve Hakim’dir.’3*' Allah Teâlâ’nın sevgisinin bir tezahürü de, tövbe edenleri sevmesidir. etTevvab Allah Teâlâ’nın bir niteliği ve ismidir. ‘Allah Teâlâ et-Tevvabtır3s2 buyrulur. Öyleyse Allah Teâlâ, gerçekte ismini ve niteliğini sevdiği gibi onunla nitelen­diği için kulunu da sevmiştir. Fakat bu durum, kulun bu nitelikle Hak­kın kendisine izafe ettiği tarzda nitelenmesine bağlıdır. Çünkü Hakk, kendisini Allah Teâlâ’dan uzaklaştıran bütün hallerinde kuluna döner. Bu uzaklaştırıcı haller, günah, masiyet ve itaatsizlik diye isimlendirilir. Kul hemcinsleri ve benzerlerinden kötü bir davranış görür, sonra bu kötü­lüğe rağmen ona iyilik eder ve kötülüğünü bağışlarsa, ‘tevvab’ diye isimlendirilir. Yoksa o, Allah Teâlâ’ya dönen diye isimlendirilmez. Çünkü her­hangi bir durumda kendisiyle beraber olduğunu bilmeyen insan Allah Teâlâ’ya dönebilir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ya dönersiniz383 ayetinde,1 Allah Teâlâ’nın her durumda kendisiyle beraber olduğunu unutanı azarlamıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir4 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Biz ona şah damarından daha yakınız385 buyurur. Kul hesaba çekilme veya istek yönünden Allah Teâlâ’ya dönerse, bu da, gerçekte bulunduğu halden sa­hip olmadığı bir Hakk dönmektir.

Bütün haller, Allah Teâlâ’nın elindedir ve bu nedenle bu tarz dönüş, Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Allah Teâlâ’ya dönen insan, gerçekte itaatsizlikten uymaya, günahtan itaate dönmüş demektir. İşte bu, ‘tövbe edenleri’ sevmenin anlamıdır. Sana karşı günah işleyen insana tevvab (kötülüğe iyilikle dönmek) olursan, Allah Teâlâ da kendisine karşı işlediğin günaha karşı sana ‘et-Tevvab’ olur, iyilik yaparak sana döner. İşlerin hakikatlerini böyle öğrenip Allah Teâlâ’nın kullarına olan hitabının bağlamlarını anlamalısın. Bu­nun yanı sıra, mertebelerin ayrışmasını anlamalısın. Böyle yaparsan, Allah Teâlâ’yı ve O’nun söylediğini bilenlerden olursun. Allah Teâlâ tövbekarlar hakkındaki sevgisini hayızlıda yarattığı eziyeti zikrettikten sonra zikretti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Allah Teâlâ fitneye düşüp de tövbe edenleri sever’ buyur­du. Burada ‘sınanan’ kast edilir. Yani Allah Teâlâ’nın kullarından kendisine kar­şı günah işlemeyle sınadıklarını kastetmektedir. Allah Teâlâ yaptıkları günahın karşılığında iyilikle onlara davranır. Allah Teâlâ tevvab’tır. Yoksa Allah Teâlâ gü­nahlarla kulları sınamaz. Böyle bir şeyden Allah Teâlâ münezzehtir! Bütün fi­iller, fiil olmak bakımından Allah Teâlâ’ya ait iken onlar, Allah Teâlâ’nın kendileri hakkındaki hükmü nedeniyle ‘günah’ diye isimlendirilir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri, fiil olmak bakımından güzeldir. Bunu anlamalısın!

Allah Teâlâ’nın sevgisinin bir yönü de, temizlenenleri sevmesidir. Bir ayet­te ‘O temizlenenleri sever’386 buyurur. Temizlenmek, takdis ve tenzih ni­teliği olarak Allah Teâlâ’ya aittir. Kulun temizlenmesi, onda görünen bütün eziyetlerden kendisini uzaklaştırmasıdır. Bu özellik, bir başkasına göre övülen nitelik olsa bile, onun dini anlayışına göre kınanmıştır. Kul ken­disini böyle bir nitelikten temizlerse, Allah Teâlâ onu sever. Örnek olarak, büyüklük, ceberut, övünme, cimrilik ve kendini beğenmeyi verebiliriz. Bir kısmı ise kalplerin üzerindeki ‘ilahi mühür’ nedeniyle genel anlamda kalbe giremez. Bu durum ‘Allah Teâlâ her kibirlinin kalbini mühürler387 ayetin­de dile getirilir. Böyle bir insanda kavmine karşı büyüklük ve ceberut onun dışında gözükürken, bu durum, sadece inancında ve tahayyülün­de kalır. Gerçekte onun kalbi büyüklük ve ceberuttan korunmuştur. Çünkü o, acizliğini, horluğunu ve bütün varlıklara muhtaç olduğunu bilir. Bir Pire sokması ona acı verir, küçük-büyük abdestini gidermek için abdesthaneye gitmek zorundadır, açlığını gidermek üzere, birkaç parça ekmeğe muhtaçtır. Gece ve gündüz bu niteliğe sahip bir insanın kalbinde büyüklük ve ceberut nasıl olabilir ki? İşte bu, insanın kalbin­deki ‘ilahi mühiir’dür ve bu nedenle büyüklük öyle bir kalbe giremez. Bu özelliğin gözükmesine gelirsek, bu, görünen bir şeydir. Fakat Allah Teâlâ büyüklük için bu niteliklerle kişinin gözükebileceği ve bu davranışı ne­deniyle kınanmayacağı bir takım yerler belirlediği gibi büyüklüğün kı­nandığı bir takım yerler daha belirlemiştir. Yerli yerinin dışında, bu ni­teliklerden zatını temizleyen kimse, temizlenmiştir ve Allah Teâlâ onu sever.

Buna karşılık, Allah Teâlâ sevgisini böbürlenen inatçılardan söküp almış­tır. Böyle bir nitelik, ancak cahillerde bulunabilir vc cehalet kınanmıştır. Allah Teâlâ cahil olmayı yasaklayarak peygamberi Nuh’a ‘Cahillerden olmama­nı tavsiye ederim™* demiştir. Bir insan ya benzerine veya Rabbine ve Yaratanına karşı böbürlenebilir. Hemcinsine karşı böbürlenmek, insa­nın kendisine karşı böbürlenmesi demektir. Bir şey kendine karşı böbürlenemez. insanın böbürlenmesi ve gururlanması, bir bilgisizliktir. İnsanın Yaratıcısına karşı böbürlenmesi ise, imkânsızdır. Çünkü ya ya­ratıcısını biliyor veya bir yaratıcısı olduğunu bilmiyor olmalıdır. Biliyor ve O’na karşı böbürleniyorsa, böyle bir insan, Yaratıcısı için gerekli kemal niteliklerini bilmiyordur. Bilmiyor ise cahildir. Öyleyse Allah Teâlâ ona sadece cahil olduğu için kızmış ve kendisini sevmemiştir. Çünkü onun olması gereken yerin dışında böbürlenmesi bilgisizliğinden kaynaklanır. Bilgisizlik ölüm, bilgi ise hayattır. Bu durum ‘Ölü olup dirilttiğimiz. -m9 ayetinde dile getirilir. Kastedilen bilgiyle diriltmektir. ‘Onun için insan­ların arasında kendisiyle yürüdüğü bir nur yarattık.’39" Kastedilen, iman ve keşf nurudur. Allah Teâlâ onu insana ilham etmiş veya onunla insana ihsanda bulunmuştur. Bu niteliklerden temizlenmiş kimse, Allah Teâlâ’nın sevdiği kişi­dir.

Allah Teâlâ’nın sevdiği bir grup da, ‘temizleyenlerdir.’ Allah Teâlâ ‘Temizleyenle­ri sever’39' buyurur. Bunlar, kendilerini temizledikleri gibi başkalarını da temizleyenlerdir. Başka bir ifadeyle onlarm temizlikleri, başkalarına ula­şır. Başkalarını temizlerken onlar, ‘Hakkın vekili’ olarak Hakkın yerini alır Çünkü gerçekte temizleyen, (insanı kötülüklerin kendisine yerleş­mesinden) koruyan, muhafaza eden, gizleyen ve örten Allah Teâlâ’dır. Öyley­se kendisinin ve başkasınm zatını Allah Teâlâ nezdinde kınanmış bir özelliğin bulunduğu yer olmaktan koruyan kimse, zatını korumuş ve muhafaza etmiş, böyle niteliklerin onda bulunmasına engellemiş ve zatını onlar­dan saklamıştır. Böyle bir insan, kendisinden kaçmak üzere gerekli bil­gisine göre, zatını temizlemiştir. O, bilginin nuru ve hayatıyla, bilgisiz­liğin karanlık ve ölümünü kendinden uzaklaştırır. Bu durumda kıya­mette onun terazisinde bu nur bulunur. Bu nur onun önünde koşan nurlardandır ve o Allah Teâlâ nezdinde sevilen, onun inayetine, ilahi dostlu­ğa, halifeliğe tahsis edilenlerden olur. (Allah Teâlâ’ya) Yakın kimselerden velihalifeler ise onların üzerinde halife olan kimselerdir. Çünkü söz konusu insanlar, başkalarına göre Allah Teâlâ’nın özel anlamda halife yaptığı kimseler­dir. Her insan kendi organları üzerinde bir halifedir ve bunun ötesinde bir şey yoktur. Allah Teâlâ ona temizliğin ne olduğunu öğretmiş ve o bu te­mizlikle yönettiklerini (organlarını) temizleri

Allah Teâlâ sabredenleri de sever. Bu durum| ‘Allah Teâlâ sabredenleri sever92 ayetinde dile getirilir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini sınayıp belayı indiren Allah Teâlâ’dan başkasına şikayetten kendilerini geri tutanlardır. ‘Allah Teâlâ yolunda kendilerine isabet eden şeye karşı zayıf davranmadılar.”93 Kastedilen, onu taşımak karşısındaki zayıflıktır. Çünkü onlar Allah Teâlâ ('m yardımı) ile onu taşımışlardır. Ağır gelse bile, böyle yapmak, zorunludur. Ağır gelmeyen bela değildir. ‘Sarsılmadılar.’394 Yani belanın kaldırılması için başkasına başvurmadılar. Aksine Allah Teâlâ’nın salih kulu Eyyub için dediği gibi, belayı kaldırması için sadece Allah Teâlâ’ya iltica ederler. Eyyub ‘Bana zarar isabet et­ti, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin95 diyerek şikayetini başkasına değilAllah Teâlâ’ya havale etmiştir. Allah Teâlâ ise onu sabırlı bularak övmüştür. ‘Ne güzel kuldur o, tövbekardır,’396 Halbuki Eyyub şikayet et­mişti. Bu durum, sabredenin -başkasına değilAllah Teâlâ’ya şikayette buluna­bileceğini gösterir, hatta böyle yapmak zorunludur. Çünkü belayı Allah Teâlâ’ya şikayet etmemek, sabırda ilahi kahra direnme söz konusu olabilir ki, böyle bir şey Allah Teâlâ karşısında saygısızlıktır. Nebiler ise, bağlıdır. On­lar, Allah Teâlâ’dan gelen bir bilgiye göre davranır. Çünkü insan, sabrının kaynağının Allah Teâlâ olduğunu, yoksa sabrın kendinden, gücünden ve kuv­vetinden kaynaklanmadığını bilir. Çünkü AUah ‘Sabret! Senin sabrın da ancak Allah Teâlâ’nın yardımı iledir397 der. Öyleyse sana ait olmayan bir şeyle mi iftihar edeceksin? Allah Teâlâ, kullarını belanın kaldırılması için kendisine sığınsınlar ve belayı kaldırması için başkasına iltica etmesinler diye sı­namıştır. Böyle yaparlarsa, Allah Teâlâ’nın sevdiği ‘sabreden’ olurlar. Allah Teâlâ’nın nitelik isimlerinden birisi es-Sabur’dur. Allah Teâlâ, hediyesini üzerinde gör­düğü kimseyi sever.

Burada bir sır vardır ve Allah Teâlâ o sırda seni kendi yerine yerleştirir: Sabır eziyete karşı olabilir ve yaratıkları arasında Allah Teâlâ’ya ve peygambe­rine eziyet edenlerin bulunduğunu öğrendik. Allah Teâlâ kendilerini tanıya­lım ve onlarla savaşarak ya da -cahil olup öğrenmek isteyen kimseler iseleronlara öğreterek bu eziyeti ortadan kaldıralım diye bize onları tanıttı. Allah Teâlâ kendisini es-Sabur diye isimlendirmiş, kendisine eziyet ve­ren şeyleri bize bildirmiş ve tanıtmıştır. Biz de -kendisi es-Sabur diye nitelenmiş olmakla birliktebu eziyeti O’ndan uzaklaştırırız. Buradan şunu öğrendik: Bize ulaşan belayı Allah Teâlâ’ya şikayet edip de bizden kal­dırmasını istememiz, bizden ‘sabreden’ adını düşürmez. Nitekim kendi­sine eziyet edenleri bize bildirip eziyeti ortadan kaldırmamız O’ndan esSabur ismini düşürmediği gibi (belayı kendisine şikayet etmemiz) O’nun bizi sevmesini ortadan kalkmaz. Çünkü sahih hadiste şöyle deni­lir: ‘Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sabreden yoktur.’ Aklını dikkatini çekti­ğim hususa ver!

Allah Teâlâ şükredenleri de sever. O, kendisini ‘şükredenleri seven’39* ol­makla nitelemiştir. Şükür, Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden ve bi­lendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken) kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever. Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri bil­meyen bazı insanların iddia ettiği gibi, belaya şükür olmaz. (Onlara gö­re) Allah Teâlâ nimetini intikamında intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum, hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini bilmeyenlerin işi karıştır­masına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğim zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır. Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı beladır ki o da, kendi­sinden dolayı ilacı kullandığı hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düş­manıdır ve onu talep eder. Fakat bela, elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona karşı çıkar ki bu ise ilaç­tır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı kaldıracaktır.

Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder ve onu kul­lanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır. Bu konuyu düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur.                                    ,

İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu da iyileşmek ve has­talığın ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şükrederseniz, sizin için artıracağız.’399 İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet veren insana eziyet edersek, bu davranış, Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer. Halbuki onu kendisine acı veren hastalığı gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir. Allah Teâlâ peygamberi Davud’dan ken­disi için bir ev yapmasını istemiş -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlan­mış. Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek, evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş. Davud ‘Allah Teâlâ’m! O kanlar senin için akıtılmadı mı?’ de­yince, Allah Teâlâ ‘Haklısın, benim uğruma akıtıldı, fakat onlar benim kulla­rım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle yapıla­caktır’ demiş. Davud ‘Allah Teâlâ’m o benim (soyumdan) olsun’ diye dua edince, Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman’ın eliyle yapılacağını bildirmiş, Sü­leyman, Beyt-i Makdis’i inşa etmiştir. Düşünürsen, bu durum sana açık­ladığım hususun aynıdır. Buradan gerçek, olduğu hal üzere öğrenilir. İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu anlarsın. Bunu bilmezsen, onu anlamamış olursun! ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’400 İşte bu ‘odur-o değildir’ derken kastettiğimizin ta kendisidir. Hakikatleri bulundukları halde müşahede edemeyenler burada hayrete düşer. Kul bu eziyeti Hakkın mertebesinden uzaklaştırdığında -ki onda ilacı kullanmadaki (nahoşluk) bulunsa bileAllah Teâlâ davranışına karşı ona şükreder. Şükür ise, artışı gerektirir. Allah Teâlâ da şükrederek kullarından davranışlarını artırmalarını ister, onlar da amellerini artırır. Bu durum ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ hadisinde dile getirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendisine dönük şükrü için, Allah Teâlâ’ya şükretmek üzere ibadetini artırmıştı. Allah Teâlâ ise, amelin ya da mutlular için acının bulun­madığı ahirete gidene kadar, ‘ameller diyarında’ hidayetini ve razı oldu­ğu işleri yapma gücünü artırmıştır.

Şimdi, Allah Teâlâ’ya yapılan eziyeti kaldırmak üzere nahoş ilacı kullan­maya dikkat çekelim! Allah Teâlâ mümin kulunun canını almayla ilgili (kutsi bir hadiste) bu hususa dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ, kendisini ‘kulunun ge­cikmesini nahoş karşılamak’ ile nitelemiştir. Bunun nedeni, kulun ölü­mü sevmeyişidir. Halbuki -Allah Teâlâ kendisini bunu nahoş karşılamakla nitelese bilekul için ölüm zorunludur. İşte bu, hastanın ilaç içmede bul­duğu nahoşluğun ta kendisidir. Çünkü bilgi mertebesi bunu verir ve bi­linene aykırı bir şeyin gerçekleşmesi imkânsızdır. Öyleyse ilahi hakikat­lerin verisine göre, âlemin varlığının zorunluluğu gerekir. İmkân nere­de; zorunluluk nerede! Artık kalbini konuya ver ve anla ki, ‘Allah Teâlâ şükre­deridir ve bilendir.’401 Ayette kendisini şükretmek ve bilmek ile art arda nitelemiştir. Sen de amelini artır ki, Rabbinin kendisi için yaptığın ameline karşılık sana şükrüne karşılık verebil. Bu amel, oruçtur. Oruç O’na aittir ve Allah Teâlâ’dan eziyeti kaldırmak demektir. Bu durum ‘Benim uğruma bir velimle dost olan ya da benim uğruma birisine düşman olan...’ hadisinde dile getirilmiştir. Ayrıca ‘Benim uğruma birbirini se­venlere sevgim vaciptir, benim uğruma birbirini ziyaret edenlere, be­nim için birbiriyle oturup kalkanlara, benim için birbirine hediye veren­lere sevgim vaciptir’ hadisinde dile getirilmiştir. Allah Teâlâ, bizi nimet verip her durumda Allah Teâlâ’nın nimetini üzerinde gören ve şükredenlerden etsin!

Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum ‘Allah Teâlâ ihsan edenleri se­ver’402 ayetinde dile getirilir. Ihsan, Allah Teâlâ’nın bir niteliğidir ve O, Muhsin ve Cemil’dir. Öyleyse Allah Teâlâ, kendi niteliğini sevmiştir ve bu nitelik O’nda ortaya çıkmıştır. Kulun ‘muhsin’ diye isimlendirilmesini sağlayan ihsan, ‘görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadettir.’ Başka bir ifadeyle müşahede ederek, Allah Teâlâ’ya ibadettir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ise, hareket ve tasarruflarında kullarını gördüğü makamdır. Bu durum ‘0 her şeye şehittir (tanık)’403 ayetinde di­le getirilir. Başka bir ayette ‘Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir404 de­nilir. Allah Teâlâ’nın her şeyi müşahede etmesi, O’nun ihsanıdır, çünkü Allah Teâlâ, onu müşahede ederek yok olmaktan korur. Kulun kendisine intikal et­tiği her hal, Allah Teâlâ’nın ihsanıdır, çünkü onu o Hakk taşıyan Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle nimedendirme ‘ihsan’ diye isimlendirilmiştir. Sana kasıtlı ola­rak seni tanıyan kimse nimet verebilir. Bilmesi görmek olan ise sürekli ihsan eder. Çünkü seni bildiği için sürekli seni görür. Şeriatta ‘ihsan’ denilen şey budur. Şâri’ şöyle der: ‘Sen O’nu görmesen bile, O seni gö­rür.’ Başka bir ifadeyle, sen ihsan etmezsen bile, O ihsan eder. İşte bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabenin huzurunda ‘Kızım sana diyorum, gelinim sen anla’ kabilinden bilgi öğretmesidir. Burada muhatap (Cebrail), öğ­retilmek istenilen kişi değildi. O zaten bunu biliyordu. Muhatap, dinle­yenlerdi (sahabe). Bu nedenle Peygamber meseleyi böyle yorumlayarak şöyle demişti: ‘İşte bu, insanlara dinlerini öğretmek üzere gelen Cebrail idi.’

Allah Teâlâ, kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kendi yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.4ns Burada safta gediğin bulunmaması kastedilir. Çün­kü saflardaki gedilder, şeytanların yollarıdır. Yol ise, birdir ve O’nun yoludur. Noktalardan ortaya çıkan bu çizgi kesilip birbirine bağlı (mersûs) olmazsa, çizgi ortaya çıkmaz. Amaç ise, çizginin varlığıdır. İş­te bu ayette geçen Allah Teâlâ’nın yolunun varlığı için ‘mersûs’un anlamıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yolunun ortaya çıkması için gayret göstermeyen kim­se, Allah Teâlâ ehli değildir. Nitekim namaz kılanların safları bitişip insanlar omuz omuza gelmediği sürece, o saf Allah Teâlâ yolunda olmuş olmaz. Bu durumda Allah Teâlâ’nın yolu, ortaya çıkar. Bunu yapmayan ve safta gedikler bırakan kişi, Allah Teâlâ yolunu kesmek ve onu varlıktan silmek için çalışan kişidir. Allah Teâlâ kullarını böyle durumlarda ‘yaratıcılardan’ yapmak isteye­rek ‘Allah Teâlâ yaratanların en güzelidir406 buyurdu. İşte yol, tıpkı birbirine bitişik noktalardan var olmuş bir çizgi gibi, bu şekilde olabilir. Her iki nokta arasında noktanın bulunmadığı boş bir mekan yoktur. Bu du­rumda çizginin sûreti ortaya çıkar. Saflarda da, insanlar birbirlerine kenedenmedikçe Allah Teâlâ’nın yolu ortaya çıkmaz. Öyleyse saf, çokluğu ister. Allah Teâlâ’nın nezdinde bunun karşılığı ise, Allah Teâlâ’nın isimlerinin birbirine bi­tişmesidir. İsimlerin birbirine bitişmesiyle, ‘yaratıkların yolu’ ortaya çı­kar. Bu durumda el-Hay ismi zuhur eder. O’nun yanında, el-Alim ismi bulunur. Bu ikisinin arasında, başka bir isim için boşluk bulunmaz. O’nun yanında cl-Mürid, O’nun yanında el-Kail (Mütekellim), O’nun yanında el-Kadir, O’nun yanında el-Hakem, O’nun yanında el-Mukît, O’nun yanında el-Muksît, O’nun yanında el-Müdebbir, O’nun yanında el-Mufassil, O’nun yanında er-Rezzak, O’nun yanında el-Muhyi ismi bulunur. Diğer isimler de bu sıralamada yerini alır. Böylelikle yaratıkla­rın yolunun var olması için, ilahi isimler bitişik bir şekilde durur. Bu bi­tişiklik (mersûs) sayesinde ise, bu yol ortaya çıkar. Bu yolun ortaya çıkması ise, isimlerin bitişikliğine ilave bir durum değildir. Böylelikle yaratıklar, bu isimlerle nitelenir, çünkü onların (varlığı), isimlerin bitişliğine bağlıdır. Öyleyse yaratıkların isimlerle nitelenmesi, onların ahlak (hulk) halidir. Dolayısıyla isimler, âlemde ortaya çıkmayı sürdürür ve ancak böyle düşünülebilirler. Binaenaleyh âlem; diridir, bilendir, irade edendir, söyleyendir, kadirdir, hakimdir, mukîttir, muksittir, müdeb­birdir, mufassildir vb. Bu durum, tasavvuf yolunda ‘isimlerle ahlaklanmak’ denilen şeydir. Böylelikle isimler kulda ortaya çıktığı gibi bitişiklikleriyle de doğru yolun var edilişinde ortaya çıkarlar. Âlemde isimler arasmda bir gedik olursa, Allah Teâlâ’nın yolu kaybolur, şeytanların yo­lu ortaya çıkar. Onların yolları, bir rivayette geçtiği gibi, gedik bulunan saflar gibidir. Dikkatini çektiğimiz hususa aklını ver!

Kul Hakkın isimlerinde âlemi yaratmada Hakkın isimlerinin yerini alıp bu nitelikle şeytanlar -ki onlar safların gedikli olması gibi birbirle­rinden ayrıktırmesabesindeki düşmanlarla savaştığmda, zorunlu olarak galip gelir. Çünkü burada düşmanın kendisinden içeri girebileceği bir gedik yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ, bu niteliğe sahip insanları sever. Tek başına insan da, hareketli olduğu her işte bir saf gibidir ve bu durumda bütün hareketleri, Allah Teâlâ’ya aittir. Bu hareketlere Allah Teâlâ’dan başkasma ait bir şey gedik açamayacağı gibi kimse de karşı koyamaz. Düşmanların gözleri ona dikilmiştir, hareket ve davranışlarında ona bakarlar, belki bir boşluk bulunup o boşluktan kendisine girerler diye umarlar. Böyle­likle Allah Teâlâ’nın yolunu keserek onunla Allah Teâlâ’nın arasına girmeyi umarlar. Her fiil, bir çizgidir, çünkü o, ilahi isimlerin ve güzel niteliklerin bir toplamıdır. Fiiller çoktur. Böylelikle iş, kesifleşir, büyür ve âlemde bile­şiklerin sûreteri ortaya çıkar. Çünkü her iki çizgi ve ilavesi bir yüzey, her iki yüzey ise cisimdir. Her cisim, sekiz şeyden bileşiktir. Bu, bir zat­tan ve yedi nitelikten ortaya çıkan kemalin süreridir. Öyleyse bileşikliğin sonu cisimdir ve onun ardında bir mertebe yoktur. Cisim -arada bir görüş ayrılığı olmaksızınsekiz şeye dayalıdır. Buna ilave olan, daha çok cisim, yani yüzeyi daha çok olandır. Yüzeyi daha çok olanın ise çiz­gileri çoktur. Çizgiler çok olursa, noktaları çoktur. Dolayısıyla ilk cis­min oluştuğu şeye ilkin kabul ettiği veya ilk cismin kendisinden oluştu­ğu şeye ilave bir madde yoktur. O halde kim safını bitişik yaparsa, o bir yaratıcı olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ yaratanların en güzelidir:m Böyle­likle bu niteliği onlar adına sabit kılarak, kendisini ‘en güzel yapmıştır.’ Yoksa bu konuda takipçisi yapmamıştır. Çünkü O olmasaydı, bu yara­tanların varlığı ortaya çıkmazdı. Sen de Allah Teâlâ’nın sabit kıldığını sabit kıl ve onu ortadan kaldırma ki, Hakka uymayı bilme yararından mahrum kalmayasın! Öyle olursa, muhaliflerden ve cahillerden olursun. Bu nite­liğin sahibi, Allah Teâlâ’nın sevdiğidir. Allah Teâlâ’nın sevgilisi olana ise, sevenin neyi verdiği bilinemez, çünkü O, kendinden dolayı ona verir. Burada açık­lanması gereken bir konu ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ, velilerini se­ver. Seven ise, sevdiğini üzmez. Dünyada, O’nun velilerinden daha çok eziyet ve bela gören yoktur. Onlar, Allah Teâlâ’nın peygamberleri, nebileri ve tabileri hakkında manaları korunmuş kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın sev­diği kimselerken bu belayı nasıl Hakk etmişlerdir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı sever.5408 Bela bir iddiayla birlikte olabilir. Bir şeyi iddia etmeyen, iddiasının doğruluğuna delil getirmekle sınanamaz. İd­dia olmasaydı, bela da olmayacaktı. Şu var Ki peygamber, delil nedeniy­le sorumlu tutulmaz, çünkü o, bir iddiada bulunmamıştır. Bu nedenle de olumsuzlayana delil getirmek gerekmez denilmiştir. Halbuki gerçek böyle değil! Aksine olumsuzlamayı iddia ederken de delil gerekir. Bir konuda olumsuzlamayı iddia etmek, iddianın sabit olması demektir. Bu durumda olumsuzlayan kişi, bu iddiası yönünden delil getirmekle yü­kümlüdür, çünkü o, bir şeyi ispatlamaktadır.

Allah Teâlâ kullarından dilediklerini sevdiğinde, onlara bilmedikleri yön­den sevgisini verir. Onlar da nefslerinde Allah Teâlâ’ya ait bir sevgi bularak ‘Allah Teâlâ’yı seven’ olduklarını iddia etmişlerdir. Allah Teâlâ ise, seven olmaları bakımından onları sınamışken sevilen olmaları yönünden kendilerini nimetlendirmiştir. Allah Teâlâ’nın nimetlendirmesi, onları sevmesinin bir deli­lidir. ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’409 Allah Teâlâ’nın onları sınaması ise O’nu sevme iddialarından kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ sevdiği yaratıklarını sına­mıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’410                                 .

(GÜZELİ SEVMEK İLAHİ BİR ÖZELLİKTİR)

Bunlardan birisi de güzeli sevmektir. Güzeli sevmek, ilahi bir nite­liktir. Sahih bir hadiste Peygamberin şöyle dediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ gü­zeldir, güzeli sever.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘güzel’ derken, onu sevdiğimize dikkat çekmiştir. Biz de bu konuda iki kısma ayrılırız: Bir kısmımız kemalin güzelliğine bakar. Bu, hikmetin güzelliğidir. Böylelikle her şeyde O’nu sever. Çünkü her şey, sağlamdır ve hikmet sahibinin fiilidir. Bazılarının mertebesi ise, bu dereceye ulaşmamış, güzel hakkında bir bilgi sahibi olmamıştır. Sahip olduğu yegane bilgi bir amaca bağlı sınır­lı güzelliktir. Bu durum şeriatta ‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et’ hadi­sinde dile getirilir. Burada benzetme edatı, getirilmiştir. İdraki, sınırlı güzellikten fazlasına ulaşmayan kimse, O’nu kıbleyle sınırladığı gibi sı­nırlı güzellilde de sınırlar ve böylelikle güzelliği nedeniyle O’nu sever. Böyle bir insan bu konuda yükümlü değildir, çünkü o, imkânı ve takati ölçüsünde kendisi adına belirlenen şeyi yerine getirmiştir. ‘Allah Teâlâ insanı gücü ölçüsünde yükümlü tutar’4" Güzellik nedeniyle Allah Teâlâ’yı sevmek, bir yükümlülük olarak üzerimizde kalmıştır.

Allah Teâlâ âlemi son derece güzel ve sağlam yaratmıştır. Ebu Hamid elGazzâlî, ‘imkânda âlemden daha mükemmeli yoktur’ demiştir. Allah Teâlâ da, âlemin bir toplamı olan Adem’i kendi sûretine göre yarattığını bildir­miştir. Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki bilgisi ise, kendisi hakkındaki bilgisin­den ibarettir. Sadece O var olduğuna göre, âlem (ve özel olarak Adem) ancak O’nun sûretine göre var olmuştur. Alem dışta var edildiğinde ise, Allah Teâlâ’nın tecelli ettiği bir yer oldu. O halde Allah Teâlâ âlemde kendi güzelli­ğini görmüş ve kendi güzelliği sevmiştir. Başka bir ifadeyle âlem, Allah Teâlâ’nın güzelliğidir. Bu durumda Allah Teâlâ ‘güzeldir ve güzeli sevendir.’ Alemi böyle seven insan, hiç kuşkusuz ki, Allah Teâlâ’nın sevgisiyle onu sevmiş demektir. Güzeli ise, Allah Teâlâ sever. Çünkü yaratılışın güzelliği -yaratılışın kendisine değilonu yapana aittir. Alemin güzelliği, Allah Teâlâ’nın güzelliği­dir. Eşyanın güzellik tarzı ise, son derece incedir. Şöyle ki: Alemdeki iki sûreti var sayalım. Bunlar, söz gelişi (beşerî) doğanın kendilerini sevdi­ği iki cariye veya iki oğlandır. Bu ikisi, insanlık hakikatinde ortaktır ve dolayısıyla benzerdir. Organ ve uzuvların kemalinin esası olan sûretin kemali ise hepsinin ve tek tek bütün organların (bozulduktan) selame­tinden ortaya çıkar. Onlardan birisi güzellikle nitelenir ve kendisini gö­ren herkes onu severken diğeri çirkinlikle nitelenir ve kendisini gören herkes onu nahoş bulur. ‘Güzel’ ismini ona verip gören herkesin kendi­sini sevmesini sağlayan özellik nedir? Bu konuda seni kendini bilmeye ve kendin hakkında düşünmeye yöneltiyoruz. Bu durum, bir şahsın kendisiyle arkadaşlık ve dostluk yaptıktan sonra değilsadece görmeyle sevilmesi durumunda dikkate değerdir. Bunu düşünür ve incelersen, Allah Teâlâ’nın izniyle Hakkın kendisini ‘Güzel ve güzeli seven’ diye niteleme­sinin anlamını öğrenirsin. Bununla birlikte Allah Teâlâ, nahoş, zararlı, doğa­lara yadun olmayan, amaçlara uymayan şeyleri de yaratandır.

Allah Teâlâ’nın, kendileriyle nitelenenleri sevdiği özelliklerin bir kısmını zikretmiş olduk. Bunlar, çoktur ve zikrettiklerimiz ile onların ana kay­naklarına ve insanın onlarda nasıl hareket edeceğine dikkat çektik. Şim­di de, -Allah Teâlâ’nın izniylesevenin dikkat etmesi gereken ve seven diye isimlendirilmesini sağlayan sevginin özelliklerinin bir kısmını zikrede­ceğiz. Bunlar, sevginin tanımları gibidir. Bunların arasında sevenin öl­dürülmüş, telef edilmiş, isimleriyle ona (veya O’na) giden, uçan, sürekli uykusuz, gamını gizleyen, dünyadan ayrılıp sevgilisine gitmeyi arzula­yan, sevgiliye kavuşmayı engelleyen her şeyle ilişkiyi kesen, çok vah eden, sevgiliyi hatırlamakla rahadayan, onun yâdını zikreden, onun sevdiklerine uyan, hizmeti yerine getirirken saygıyı terk etmekten kor­kan, Rabbinin hakkını yerine getirirken yaptığı çok şeyi az gören, sev­gilisinin yaptığı az şeyi çok gören diye nitelenmesidir. Bunun yanı sıra seven, sevgilisine itaate boynunu eğer, ona karşı çıkmaktan çekinir, bü­tünüyle kendinden uzaklaşır, öldürülmesi karşılığında diyet talep etmez, doğanın kendinden kaçtığı zararlıya karşı sabreder -çünkü sevgilisi onu yönetmekle yükümlü tutmuştur-. Sevenin kalbi heyecanlıdır, sevgilisini beraber olduğu her şeye tercih eder, ispat halinde mahvdadır, kendini sevgilisinin istediği işe vermiştir, nitelikleri birbirine girmiştir, sevgilisi karşısında bir nefesi bile yoktur, bütünü sevgilisine aittir, sevgilisi karşı­sında kendini kınar, dehşet halinden haz alır, kendilerini koruduktan sonra sınırları aşar, sevgilisi hakkında kıskançtır. Sevgisi aklı ölçüsünde üzerinde hükümrandır. Cerhi zorbadır. Sevgisi, sevgilinin ihsanı nede­niyle artışı veya eziyet etmesiyle eksilmeyi kabul etmez. Kendi payını ve sevgilisinin payını unutur. Adap ile yükümlü değildir. Niteliklerinden kurtulmuştur, isimleri bilinmeyendir. Sanki o akıp gitmiştir ve (bir yandan da) öyle değildir. Vuslat ve ayrılığı ayırt etmez. Naz halinde kendinden geçmiştir. Aklı karışmıştır, ölçünün dışına çıkmıştır. Ken­dinden söz ederken sevgilisinin aynı olduğunu söyler. Sarsılmıştır, gay­ret göstermiştir. Sevgilisine ‘niçin şöyle yaptın veya böyle dedin?’ de­mez. Örtüsü yırtılmıştır. Gizlisi alenidir. Zamanın rezilidir o. Ne giz­lemeyi bilir ne seven olduğunu! Özlemi çoktur. Kim için ve kim hak­kında bu kadar özlemi olduğunu bilmez. Sevgilisini ayırt edemez. Se­vinçli ve üzüntülüdür. İki zıtla nitelenmiştir. Makamı susmak iken, ter­cümanı halidir. Bedeli sevmez. Sarhoştur, ayık değildir. Sevgilisinin razı olduğu işleri araştırır ve soruşturur. Halinin şahidinin verisiyle, sevgili­ye merhamet ve şefkati tercih eder. Tasalıdır. İşini bitirdiğinde yorgun­luk bilmez. Ruhu bir ihsan, bedeni bir binektir. Sevgilisinin nefsindekinden başkasını bilmez. Gözü aydınlıktır, sadece sevgilinin sözünü söyler. Onlar, Kur'an-ı Kerîm’in cümlesiyle isimlendirilenlerdir. Bunun nedeni, sevenlerin bütün nitelikleri kendilerinde toplamış olmasıdır. Onlar, Aişe’nin söylediği gibi, tıpkı Kur'an’dır. Ona Peygamberin ahla­kı sorulduğunda ‘Onun ahlakı Kurandır5 demişti. Bundan başka cevap veremezdi. Zünnun’a ‘Kuran’ın taşıyıcıları kimlerdir?5 diye sorulduğun­da şöyle demiş: ‘Onlar, keder buludarının üzerlerine yağmur yağdırdığı kimselerdir. Bineklere ve bedenlere binmişler, hüzün ve korkuyu ku­şanmışlar, yakîn kâsesinden içmiş, yakîne ulaşanların riyazetiyle kendile­rini terbiye etmişlerdir. Onlarm gözleri az ile aydınlanır. Gözlerini uy­kusuzlukla sürmelemiş, onu bakmaktan alı koymuşlar, ibredere bağ­lanmışlar, gözlerini filere yönlendirmiş, geceleri uykusuz geçirmiş, hıç­kırıklara boğulmuşlardır. Zayıf bedenlerle, kurumuş dudaklarla, akan gözyaşlarıyla ve öldürücü sızlamalarla Kuran5a eşlik etmişlerdir. Bu du­rum, o insanlar ile nimet (peşinde koşanların) ve arzu duyanların emel­lerinin nihayeti araşma girmiştir. Gözleri Allah Teâlâ’nın tehdidinden dolu do­lu olmuş, ikazı karşısmda saçları birbirine girmiştir. Böylece ateşin inil­tisi (sanki) ayaklarının altındadır. 05nun tehdidi, kalplerine dikilmiştir.5

Sevenin hali hakkmda bize rivayet edilen en hoş hikayelerden biri, şeyhin huzuruna giren bir şahıstan aktarılmıştır. Şeyh kendisine mu­habbetten söz etmeye başlayınca, adam erimeye ve terlemeye başlamış. Öyle ki, bütün cismi dağılmış ve şeyhin önünde bütünüyle suya dönü­şerek hasırın üzerinde kalmış. Arkadaşı şeyhin yanma girip kimseyi bu­lamayınca, ‘falanca nerededir?5 diye sormuş. Şeyh suyu göstererek, ‘işte budur’ demiş ve durumunu anlatmış. İşte bu, garip bir ayrışma ve şaşır­tıcı bir başkalaşmadır. Kişi yoğunluğunu yitirip erimiş ve sonunda suya dönüşmüştür. Böylelikle insan başta su ile canlıyken sonunda her şeye hayat veren bir Hakk dönmüştür. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her carili şeyi sudan ya­rattık412 buyurur. Buna göre seven, kendisiyle her şeyin hayat bulduğu kimsedir.

Babam veya amcam -hangisiydi hatırlamıyorumşöyle bir olaya tanık olduğunu anlatmıştı: Bir avcı bir orman güvercini avlamış. Ar­dından, avcının yakaladığı güvercini tanıyan hür bir kuş gelmiş. Güver­cine baktığında, avcının onu kesmiş olduğunu görmüş. Bunun üzerine yukarı doğru uçmaya başlamış. Onlar ise, kendisine bakıyormuş. So­nunda gözden kaybolmuş. Sonra kanatlarını kapatıp, başını yere doğru çevirmiş ve yere düşene kadar kendini bırakmış ve onların gözlerinin önünde ölmüş. Bu, bir kuşun davranışıdır. Efendisini sevdiğini iddia eden bir sevgilinin davranışı nasıl olabilir?

Muhammed b. Muhammed, Hibetü’r-rahman’dan, o Ebu Kasım b. Hevazin’den aktararak şöyle demiştir: Muhammed b. Hüseyin, Ahmed b. Ali’nin, o, İbrahim b. Fatık’ın, o da Semnun’un şöyle dedi­ğini aktardı. Semnun mescitte sevgi hakkında konuşurken küçük bir kuş kendisine yaklaşmış, yaklaşmış elinin üzerine konmuş. Sonra gaga­sıyla yere vurmuş ve biraz kanı akıp ölmüş. İşte bu, kuştaki sevgidir. Allah Teâlâ ona şeyhin sözünü anlama gücü vermiş, hal onu etkisi altına almış, orada bulunan .(seven olduklarını) iddia edenlere karşı delil olsun diye sevgi otoritesi onu eddsine almıştı. Allah Teâlâ, bize bu sevgiden bol nasip vermiş, fakat bizi sevgiye karşı güçlendirmiştir. Sevgi ve muhabbet hakkında öyle şeyler bilirim Ki, zannıma göre, onlar göğün üzerine konulsalardı gök parçalanırdı, yıldızların üzerine konulsalardı, dökülürler­di, dağların üzerine konulsalardı yürütülürlerdi. Bu, benim muhabbet hakkındaki tecrübemdir. Fakat Hakk beni muhabbette güçlendirdi ve bu güç varis olduğum kimseden gelir. O, sevenlerin başkamdir. Sevgide kendimde öyle sırlar gördüm Ki, kimse onları niteleyemez. Bu bağlam­da sevgi, tecelli ölçüşünce, tecelli mârifet ölçüsündedir. Kim muhabbet­te erir ve hükümleri kendinde gözükürse, böyle birinin sevgisi, ‘doğal sevgidir’. Ariflerin muhabbetinin ise görünürde bir izi yoktur, çünkü mârifet, muhabbetin izlerini siler. Bunun nedeni, âriflerin bildiği ve mârifetin sağladığı bir sırdır. Ârif-seven, ölümsüz diridir, soyut bir ruhtur, taşımış olduğu muhabbet hakkında doğanın bir haberi yoktur. Onun sevgisi, ilahidir. Özlemi, Rabbanidir ve duyulur sözün etkisinden uzak olan el-Kuddus isminden yardım almıştır. Bunun kanıtı, su haline gelene kadar eriyen kimsedir. Sevgi sahibi olmasaydı, hali böyle olmaz­dı. Kuşkusuz o, seven idi ve şeyhin sözünü duyana kadar erimemişti. Böylelikle gizli sevgisi kabarmış ve olan olmuştu. Konuşanın sözü ken­disini harekete geçirmediği sürece, sevende etkisi olmayan sevgi, ‘doğal sevgidir’. Çünkü doğa, başkalaşmayı ve kışkırtılmayı kabul eden şeydir. Örnekteki kişi, şeyhin konuşmasından önce de seviyordu, fakat kendi­sini suya çevirecek şekilde erimemişti. Bundan önce kemik, et ve sinir idi. Sevgisi ilahi olsaydı, ona harflerden oluşan kelimeler etki edemez, ruhaniyeti bu şardar tarafından coşturulmaz, sevgi iddiasında bulun­maktan utanır, kalbinde hayâ ateşi ortaya çıkar, anlatıldığı Hakk gelene kadar sevgi onu ayrıştırmayı sürdürmezdi. Başkalaşma doğal sevgi sa­hibinden başkalarında gözükmemiş, farklı tavırlarda yer değiştirmemiş­tir. İşte bu, ilahi-ruhani sevgi ile doğal sevgi arasındaki farktır. Ruhani sevgi ise ilahi ve doğal sevgi arasında bir araçtır. Buna göre ilahi sevgiye göre seven baki kalırken, doğal olan ölçüşünce sevenin hali değişir ve yok olur. Öyleyse yok olma ve fena, her zaman doğal sevgi bakımından gerçekleşir. Varlığın baki kalması ise, ilahi sevgi yönündendir. Cebra­il’in sevgisi ruhaniydi. O, bir ruhtu ve onun cismi bakımından doğaya dönük bir yönü vardı. Unsurların dışındaki doğal cisimler -unsurlardan oluşan cisimlerden farklı olarakbaşkalaşmaz. Unsurlardan oluşan ci­simler ise başkalaşan ilkelerden oluştukları için başkalaşırlar. Doğa ise kediliğinde başkalaşmaz, çünkü hakikatler, başkalaşmayı kabul etmez. Böylelikle Cebrail perdelenmiş, cisminin cevheri hikayede anlatılan kişi gibi erimemiştir. Bunu üzerine içerdiği doğa sevgisi nedeniyle bayılmış, varlığı ise ilahi sevgi sahibi olması nedeniyle baki kalmıştır. O halde ila­hi sevgi sahibi ‘cisimsiz ruh’ iken doğal sevgi sahibi ‘ruhsuz bedendir.’ Ruhani sevgi sahibi ise, ‘hem cisim hem beden’ sahibidir. Unsurdan oluşan doğal sevgi sahibi ise, kendisini başkalaşmaktan koruyacak sev­giye sahip değildir. Bu nedenle söz, doğal sevgi sahibinde etkin iken ilahi sevgiyle sevende etkisi yoktur. Buna mukabil ruhani sevgiyle se­vende ise kısmen etkindir. Muhammed b. İsmail el-Yemeni Mekke’de bize şöyle aktardı: Bize Abdurrahman b. Ali aktardı: Bize Ebu Bekir b. Habib el-Amiri aktardı: Bize Ali b. Ebu Sadık aktardı: Bize Abu Ab­dullah b. Bakeveyh eş-Şirazi aktardı: Bize Bekram b. Ahmed aktardı: Yusuf b. Hüseyin’in şöyle dediğini duydum: ‘Zünnun’un yanındaydım. Yanındaki insanlara sohbet ediyor, insanlar ağlıyor, içlerinden bir genç ise gülüyordu. Zünnûn ona ‘Delikanlı! insanlar ağlarken seni güldüren nedir?’ diye sorunca delikanlı şu mısraları okudu:

Tümü ateş korkusundan ibadet eder Kurtuluşu büyük bir haz sayıyorlar

Benim cennet ve ateş hakkında bir fikrim yok Sevgimin karşılığında bir bedel istemem ben

Bunun üzerine şöyle denilmiş: ‘Seni kovarsa ne yapacaksın?’ Deli­kanlı şu mısraları okumuş:

Sevgiye vuslat bulamazsam Ateşi mekan ve yerim sayarım

Sonra ağlamamla ehlini bunaltırım Gece ve gündüz şiddetli bir ağlamayla

Müşrik topluluğu benden bıkar Ben Yüce Mevla’yı seven bir kulum

iddiamda doğru sözlü değilsem Benim hakkım büyük bir azaptır

İşbiliyye’de ariflerden ve sevenlerden bir kadına hizmet etmiştim. Adı Fatıma b. Müsenna el-Kurtubi idi. iki yıl hizmetinde bulundum. Kendisine hizmet ederken, doksan beş yaşını geçmişti. Yüzüne bak­maktan utanıyordum. Yaşına rağmen, yanakları kırmızı, güzelliği ve latifliğiyle on dört yaşındaki bir kızı andırıyordu. O, Allah Teâlâ karşısında hal sahibiydi. Beni kendisine hizmet eden benzerlerime tercih ederdi. Şöyle derdi: ‘Falan gibisini görmedim: Yanıma girerken ‘bütünü’ ile giriyor ve hiç bir şeyi benim dışımda (başka bir şeyle ilgilenmek üzere) kalmı­yor. Yanımdan ayrılırken, bütünü ile çıkıyor ve hiçbir şeyi yanımda bı­rakmıyor.’ Şöyle dediğini duymuştum: ‘Allah Teâlâ’yı sevdiğini söyleyip O’nuııla ferahlamayan kimseye şaşarım! Allah Teâlâ, onun gözünün gördüğü ve her varlıkta baktığıdır. Bir an bile ondan habersiz değildir. Bu hal­deyken ferahlamayan insana şaşarım. Şu ağlayanlar! O’nu sevdiklerini nasıl iddia eder de ağlarlar? Hakkın yakınlığı O’na yakın olanların ya­kınlığından kat be kat fazla iken, ağlamaktan utanmazlar mı? Seven, Allah Teâlâ’ya en yakın insandır. Allah Teâlâ, onun müşahede ettiğidir. Peki kimden dolayı ağlarlar ki? Bu, şaşılacak bir iştir.’ Yine, şöyle derdi: ‘Evladım! Söylediklerim hakkında ne düşünüyorsun?’ Ben de ‘Anne! Söz senin sözündür’ derdim. Şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki! Ben hayrette­yim. Sevgilim, bana hizmet etmek üzere Fatiha suresini verdi. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, beni O’ndan alı koymadı.’ O gün ‘bana Fatiha suresi hizmet ediyor’ deyince, kadının makamını anladım.

Biz otururken, içeri bir kadın girdi ve bana şöyle dedi: ‘Kardeşim! Kocam Şureyş-Şuzûrie’dedir. Onun bir kadınla evlendiği bana söylendi. Bu konuda ne dersin?’ Ben de kendisine ‘Onun (buraya) ulaşmasını mı istiyorsun?’ dedim. Kadın ‘evet’ deyince, yaşlı kadına dönerek şöyle de­dim: ‘Anne! Bu kadının ne söylediğini duydun mu?’ ‘Ne istiyor?’ diye sorunca, ‘bir haceti var ve onun yerine gelmesini istiyor, istediği, koca­sının gelmesidir’ dedim. Şöyle dedi: ‘Pekala! Ben ona Fatiha suresini göndereceğim ve kadının kocasıyla birlikte gelmesini söyleyeceğim.’ Fa­tiha suresini okudu, ben de kendisiyle birlikte okudum. Fatiha suresini okurken onun makamını öğrendim. Şöyle ki: O Fatiha suresini okur­ken, havaî bir beden sûreti olarak onu inşa etti ve sonra bu sûreti (ada­ma) gönderdi.’ Onu bir surete çevirdiğinde, kendisine şöyle dediğini duydum: ‘Fatiha suresi! Şureyş şehrine git ve bu kadmın kocasını getir. Onu getirene kadar kendisini bırakma.’ Bir yol mesafesi kadar gecike­rek, evine ulaştı. Kadın, def çalar ve eğlenirdi. Böyle yapmasının nede­nini sorduğumda şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nın bana gösterdiği ilgi nedeniyle seviniyorum. Beni dosdarından yaptı, kendisi için seçti. Ben kimim ki,

o  Efendi beni hemcinslerimin çocuklarına üstün tutsun ki? Sahibimin izzeti üzerine yemin olsun ki, kuşkusuz beni niteleyemeyeceğim kadar kıskanmıştır. Gaflede bir şeye güvenerek yönelsem, yöneldiğim şeyde bana bir bela ulaşır.’ Sonra bana bu konuda garip sırlar gösterdi. Ben de hizmete devam ediyordum. Onun için boyu ölçüsünde ellerimle ah­şaptan bir ev yaptım. Vefat edene kadar orada kaldı. Bana şöyle derdi: ‘Ben senin ilahi annenim ve topraktan olan annenin nuruyum.’ Annem onu ziyarete gelince, kendisine şöyle demişti: ‘Ey Nur! Bu benim çocu­ğum, senin (manevi) babandır. Ona iyi davran ve üzme.’

Yunus b. Yahya Mekke’de beş yüz doksan dokuz senesinde bana şöyle demişti: Bana Ebu Bekir b. Gazzal haber verdi ve şöyle dedi: Bize Ebu’l-Fazl b. Ahmed haber verdi: Bize Ahmed b. Abdullah haber verdi ve şöyle dedi: Bize Osman b. Muhammed el-Osmanî haber verdi: Bize Muhammed b. İbrahim el-Müzekkir, ona Muhammed b. Yezid haber vererek şöyle dedi: Zünnun’un şöyle dediğini duydum: ‘Hac için yola çıktım. Tavaf ederken bir şahsın Kabe’nin örtülerine yapıştığını gör­düm. Ağlıyor ve ağlarken şöyle diyordu: ‘Belamı senden başkasından gizledim, sırrımı sana açtım. Seninle ilgilenerek her şeyden yüz çevir­dim. Seni tanıyıp senden habersiz kalana şaşarım! Senin sevgini tadan insanın senden uzak kalmaya nasıl dayandığına şaşarım!’ Sonra şu mıs­raları okudu.

Vuslat tadını bana tattırdın Bu benim sana olan şevkimi artırdı

Sonra kendi kendine şöyle söylenmeye başladı: ‘Sana süre veriyo­rum. Ne kanmaz şeysin! Seni örttü, ne utanmaz şeysin! Seninle müna­cat etmenin tadıyla seni kendine çekti, niçin düşünmezsin?’ Sonra şöyle demiş: ‘Azizim! Senin önünde bulunurken, beni uyuttun da seninle konuşmanın tadından alıkoydun. Niçin böyle yaptın, ey göz aydınlı­ğım?’ Sonra şu mısraları okudu:

Kalbim ayrılığa kandı ve bulamadı Ayrılıktan daha acı ve cefalı olanı

Ayrılığın aramızda olması yeter zaten Daha ne kadar ona özlem duyacağım

Zünnun şöyle devam etmiş: “Yanına geldim, meğerse bir kadın­mış.’

SEVGİLİSİNİN SIRRINI İFŞA EDEN AŞIĞIN HİKAYESİ

|

\ Bize Muhammed b. İsmail b. Ebu’s-Sayf aktardı: Bize Abdurrahman b. Ali aktardı: Bize Muhammed b. Nasır ve İbn Abdülbaki aktardı: Bize o ikisinden Yunus b. Yahya aktardı: Bize Hamd b. Ahmed aktardı: Bize Ahmed b. Abdullah aktardı: Bize Ahmed b. Muhammed el-Mütevekkili aktardı: Bize Ahmed b. Ali b. j Sabit aktardı: Bize Ali b. El-Kasım eş-Şahid aktardı ve şöyle dedi:

I        Ahmed b. Muhammed İsa er-Razi’nin şöyle dediğini duydum: Yusuf b. Hüseyin’in şöyle dediğini duydum: ‘Bir genç Zünnûn el-Mısrî’nin mec­lisine devam etmiş, bir süre görünmemiş, sonra tekrar yanına gelmiş. Yüzü sararmış, bedeni zayıflamış, ibadet ve mücahede izleri üzerinde görünüyormuş. Zünnıın şöyle demiş: ‘Delikanlı! Sana ihsan ettiği, ayırdığı ve verdiği ikramlarına ulaşman için Efendine böyle hizmet et­meni sağlayan şey nedir?’ Delikanlı şöyle demiş: ‘Efendim! Efendisinin kölelerinin arasından ayırdığı ve hâzinelerinin anahtarlarını teslim etti­ği, sonra da sırrını bildirdiği kölenin o sırrı ifşa etmesi uygun mu?’ Son­ra şu dizeleri okumuş:

Sırdaş yapılıp da sırrı ifşa eden birine

Bir daha güvenilmez, kovulur meclisten

Yaklaşması mutlu etmez kimseyi

Yerine koyarlar başka birini

Sırlarını ilan edeni dost seçmezler

Böyle birini dost ve ahbab edinmez kendilerine

Sonra şöyle demiş: ‘Aşığın sevgilisinin sırrını (öğrenmek üzere) ça­lışması doğru değildir. Onun emrini beklemesi gerekir. Açıklamasını emrederse açıklar, yoksa esas olan, gizlemektir.’ Allah Teâlâ bana beş yüz doksan dört yılında Fas’ta sırlarından birini verdi. Ben de açıklanmaya­cak sırlardan olduğunu bilmediğim için onu ilan ettim. Bunun üzerine Sevgili’den azar işittim. Susmaktan başka bir cevabım olmadı. Bununla birlikte şunu da söyledim: ‘Hakkında bir gayretin var ise, sırrı emanet ettiğin kişide onu korumayı kendin üstlenmelisin. Çünkü onu Sen giz­leyebilirsin, ben değil! Ben o sırrı yaklaşık on sekiz kişiye söylemiştim.’ Bunun üzerine bana şöyle dedi: ‘Ben bunu üstlenmem.’ Sonra ben Sebte’de iken bana o sırrı onlarm gönüllerinden çekip aldığını söyledi. Arkadaşım Abdullah b. Hadim’e şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ bana şöyle yaptı­ğını bildirdi. Kalk, Fas’a gideüm, bana söylenen haberin durumunu gö­relim.’ Yola çıktık. Toplulukla karşılaştığımda, Allah Teâlâ’nın o sırrı kendile­rinden çekip aldığını ve gönüllerinden sildiğini gördüm. Onlar bana sırrı sordu, ben de sustum. Bu, bu konuda karşılaştığım en garip işler­dendi. Bu delikanlının Zünnun’a söylediği vahşet haliyle beni cezalan­dırmadığı için Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Allah Teâlâ’nın yolu, zevk ile öğrenildiği için, delikanlı şöyle zannetmişti: Hakk ona nasıl davranmışsa, herkese böyle davranacak! Bu nedenle zevki sahih olsa bile, Allah Teâlâ hakkında ver­diği hüküm doğru değildi. Bu durum, Allah Teâlâ yolunda muhakkiklerin dı­şındaki kimselerde gerçekleşir. İşlerin mertebelerini ve hakikatlerini bi­len muhakkiklerde ise böyle hatalar ortaya çıkmaz. Bu, ulaşılması güç bir bilgidir.

Muhammed b. Yezid kanalıyla Zünnun’un şöyle dediği aktarılır: Bir kadına şöyle dedim: ‘Gamlar sevenin kalbini ne zaman kuşatır?’ Ka­dın cevap verdi: ‘Aşığın zihni hatıralar ve özlemle doluysa, gamlar kal­bini kaplar. Bilmiyor musun ki, şevk, hastalık meydana getirir. Hatır­lamanın yenilenmesi ise, hüznü meydana getirir.’ Sonra şöyle dedi:

Sana kavuşmanın tadının güzelliğini tatmadım Yaratıklara olan sevgi benden silindi

Ben de ona şöyle dedim:

Vuslatı arttığında ne güzel sevgilidir Muhabbeti vuslatın akabinde yükseldiğinde

Kadın ise şöyle dedi: ‘Bana acı verdin, acı verdin! Bilmiyor musun ki, O’na ancak başkasını terk ile ulaşmak mümkündür.’ Şöyle karşılık verdim: ‘Bana böyle bir şey söylerse, ona şöyle derim: ‘Varsa (başkası, onu terk edeyim).’

Birden çok raviden aktardır: İbn Ebu’s-Sayf Abdurrahman b. Ali’den aktararak şöyle demiştir: Bize İbrahim b. Dinar, bize İsmad b. Muhammed, bize Abdülaziz b. Ahmed, bana Ebu’ş-Şeyh Abdudah b.

Muhammed aktararak şöyle demiştir: Ebu Saad es-Sekafı, Zünnun’un şöyle dediğini aktarır: ‘Tavaf ediyordum. Hüzünlü bir ses duydum. Meğerse o Kabe’nin örtülerine yapışmış bir kadının sesiydi. Kadın şu mısraları okuyordu:

Sevgilim, Sen bilirsin Sevgilim, Sen bilirsin

Bedenimin ve ruhumun erimesi Sırrımı ifşa ediyor

Ey azizim! Sevgiyi gizledim Ama gönlüm ona dar geliyor

Zünnûn şöyle demiş: ‘Duyduklarım beni üzmüştü, duygulandım, ağladım.’ Kadın şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’m! Efendim, Mevlam! Sana olan sevgim uğruna beni bağışlamadın mı?’ Zünnûn şöyle demiş: ‘Bu söz, beni kızdırdı ve şöyle dedim: ‘Kadın! ‘Seni sevmem uğruna beni, de­men yetmedi de, senin beni sevmen uğuna mı diyorsun?’ Kadın ‘sana ne?’ dedi, sonra ekledi: ‘Ey Zünnûn bilmiyor musun, Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi vardır ki, onlar kendisini sevmezden önce Allah Teâlâ onları sevmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bir topluluk getirir; Allah Teâlâ onları, onlar da Allah Teâlâ’yı se­ver*'3 Allah Teâlâ’nın onlara olan sevgisi, onların kendisine olan sevgilerini öncelemiştir. Ben de şöyle dedim: ‘Benim Zünnûn olduğumu nereden biliyorsun?’ Kadın cevap verdi: ‘Yiğit adam! Kalpler sırlar meydanında koşarken seni tanımıştım.’ Sonra bana ‘Arkana bak’ dedi. Yüzümü çe­virdiğimde, göğün mü çekildiğini yoksa yerin mi büzüldüğünü anla­yamadım ve şöyle dedim: ‘Bu kadının sözü, Rabbi karşısında Hz Mu­sa’nın haline benziyor. Musa’ya Allah Teâlâ ‘dağa bak’ demişti.’

Allah Teâlâ’nın ‘muhabbet meydanları’ diye isimlendirilen bir takım mey­danları vardır. Her bir meydana muhabbetin özelliklerinden birinin adını verdi. Vecd meydanı, şevk meydanı gibi. Her hal ise bir dolaşma ve harekettir. Dolaşma ve hareketin gerçekleştiği her halin bir meydanı vardır. Bu, genel bir dunundur. Mârifederin de mertebe ve meclisleri vardır, fakat onlar, meydan değildir. Hakk sana kendisini tanırken dış varlıklardaki parçalanmayı gösterirse durum değişir. Bu parçalanmaya rağmen kendilerinde zuhur edenin isimleriyle tek hakikat olduğunu gö­rürsen, ‘sırlar meydanında’ sayılırsın. Hakkın eşyada onların isimleriyle zuhur eden hakikat olduğunu gördüğün yer, sırlar meydanıdır. Hakkın kendi isimleriyle eşyaya eşlik ettiğini gördüğün yer, ‘nurlar meydanıdır.’ İşi karıştırır ve bir şey görüp ‘o odur’, sonra başkasını görüp ‘o değil­dir’, bir şey daha görüp ‘o mudur, değil midir?’ dersen, (bulunduğun yer), ‘mertebe meydanıdır.’ Her kevnî varlığın bir alameti vardır ve onu sadece söz konusu meydanlarda dolaşan bilebilir. Alameti silen insan, alametin şehadet aleminde karanlık bedenlerde -ki onlar doğası gereği karanlık marifet nedeniyle aydınlıktırkendisinde bulunduğu kimseyi tanırlar. Buradan onları -tıpkı cariyenin yaptığı gibiisimleriyle isim­lendirirler.

Musa b. Ali Ahmimi’den bize aktarılmıştır: Uzun bir hikayede an­latıldığı üzere, Zünnûn, Yemen’de kendisini ziyarete gelen bir adamla karşılaşmış. Zünnûn adama şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin! Allah Teâlâ’yı seven kişinin alameti nedir?’ Adam cevap vermiş: ‘Sevgilim! Sevginin derecesi yüksektir.’ Zünnûn şöyle sormuş: ‘Ben de onu anlat­manı istiyorum.’ Adam cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’yı sevenlerin kalplerinden bir yarılma ortaya çıkar, böylelikle kalplerin nuruyla Allah Teâlâ’nın celalini görürler. Onların bedenleri dünyevî Hakk gelirken, ruhları perde, akılları semavileşir. Bunlar meleklerin safları arasında dolaşır, yakîn üzere o iş­leri müşahede ederler. Cennetini arzulayarak ya da ateşten korkarak de­ğil, kendisini severek güçleri ölçüşünce O’na ibadet ederler. Bunun üze­rine delikanlı hıçkırıklara boğulmuş.

Şöyle dedik: Bu sözü söyleyen, ariflerdendi, çünkü söylediğinde buna delil vardır. Onun söylediği, âlemde ancak kendileri olan üç lakap­tır. Şöyle dedi: Bedenleri dünyevîdir, çünkü Allah Teâlâ ‘yeryüzünde ilahtır4'4 buyurur. Dolayısıyla dünyada kendisiyle birlikte olanın hakikatlerini O’nun uğruna bırakması gerekir, çünkü insan âlemin bir top­lamıyken âlem onun bedenidir. Allah Teâlâ ise, şahdamarından daha yakındır. Şahdamarı bedendedir ve bütünüyle birlikte hareket etseydi hali eksik kalırdı. İkincisi ‘akılları semavîdir’ dedi. Çünkü akıllar, sınırlama özelli­ğine sahiptir, çünkü akıl sınırlar. Bu yönüyle ‘akıl’, ‘bağ5 anlamından ge­lir. Gökler ise makamlarıyla sınırlanmış meleklerin yeridir. Melekler şöyle der: ‘Her birimizin belli bir makamı vardır’ ve o makamı aşamaz­lar. Onu var eden, kendisini sınırlamıştır. Bu nedenle sözünü ‘melekle­rin safları arasında dolaşırlar’ diye yorumlar. Öyleyse onlar, göklerde akıllarıyla bulunur. Bileşik âlemde ise gök ve yer vardır. Üçüncüsü ise ‘ruhlarının perdeli’ olmasıdır. Allah Teâlâ bedeni düzenlediğinde, perdelen­miştir. Daha doğru bir ifadeyle, onlarda zuhur edişinden kendisini perdelemiştir. ‘Ona ruhumdan üfledim.’ Onların ruhları, bu yerde ruhun­dan ortaya çıkmıştır. Öyleyse onlar, asıllarını müşahede eden ve onun perde olduğunu bilenlerdir. Çünkü onlar varlıklarında kimin zuhur et­tiğini bilir. Burada bir takım sırlar vardır. Aşıkların hikayeleri çoktur.

Yüz on dördüncü kısım sona erdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar