Sevgi, Sevgi, Sevgi
Yazan: Nermi Uygur
Sevgiye yönelen pekçok
yazar-çizer-düşünür, "sevgi" sözcüğünün boşandırdığı bir sürü bulanık
bulaşık tekerlemeyi, çamursu yapışkan kavramı sürüklemekte. Ola ki bu: yanlışa
düşme ürküntüsünden; bilgili görünme dileğinden; gelenekten geleneğe aktarılan
alışkanlıkların basıncından; kolay kolay önüne geçilemeyen heyecanların
itelemesinden ileri geliyor.
Her ciddi elealışın bu sakıncalı
durumlardan uzak durması gerekir.
*
Dikkatlerimizi sevgiye çevirir
çevirmez, aşınmış lâf-kalıplarının ağma takılıp kalmak istemiyorsak; bayat
düşünüşleri geveleye geveleye herşeyi sulandırmak istemiyorsak, tadına acısına
vara vara, elden geldiğince ayık ve tutarlı bir tutumla sevgi'ye yönelmeliyiz.
Gel gör ki, sanki yazgıymış gibi,
elden düşme duygu ve düşüncelere bırakıp gidiyor çok kişi kendini.
*
Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk,
insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk gibi en varlıksal
sözcüklerimizde topaçlanan türlü türlü sorunların ana-kavramı "sevgi".
Akıllara durgunluk veren öneminin, belki de, en güzel gerekçesi bu.
İşte bu nedenle sevgiyi, şöyle
azıcık yakından bilip öğrenmeye giriştiğimizde her yerde: birçok önde gelen
yaşama ve düşünme kavramını, iyice anlayıp açıklamaya girişmek zorundayız. Öyle
de, bunları da anlayıp açıklamaya girişince, sevgi kavramına, bu kavramda
yansıyan yansımayan herşeyin en içlerine gitmek zorundayız.
*
Gönlün kafanın bir köşeciğinde
değil, tüm varlıkta, tüm varolma çevresiyle insanın tüm varoluşunda sevgi.
*
Boğum boğum tuhaflık: Açık-seçik
konuşulmasa da, herzaman heryerde, en çok özlenen şey olduğu için olacak, en
çok konuşulan şey sevgi. Gene de en az 'biliniyor'. Çok özlendiği, sesli-sessiz
çok konuşulduğu için mi?
Sürüyle soruna sevgide çözüm
arıyoruz. Yanıtların onda bulunduğu inancıyla ya-pıyoruz bunu. Sürüyle düğüm
düğümlenir oysa "sevgi" sözcüğünde.
*
Önü ardı, içi dışı, yapısı
gelişmesiyle sevgi'yi öğrenmek için bilime koşanlar, üste-sinden kolay kolay
gelemedikleri bir şaşkınlığa düşmekte. Tıp'tan Eğitimbilim'e, Ekono- mi'den
Tanrıbilim'e, Ruhbilim'den Toplumbilim'e - daha nice tek tek bilimlerin birinden
öbürüne koşturup duruyorlar. Gene de derlitoplu bir sevgi-anlayışmdan yoksun
hepsi.
Alışılagelen yaklaşımla Sanat'a,
Yazın'a, Felsefe'ye de elatsan boşuna. Açıklığa ka-vuşturulması gereken dolanıklıkları
göze almadıkça, sevgi-gizemlerinin tadına varamazsın.
*
Sevgi'yi en iyi inceleyen alan:
sanattır, bilimdir, felsefedir - işte bu türden kesip at-malara (daha sert bir
nitelemeye gerek yok, ne de olsa) boş savlar deyip geçme eğilimin- deyim. Çok
sayıda yandaş bulsa da, pek ilgimi çekmiyor böyle gevezelikler.
Öyle ya, "sevgi"yi mi,
- hangi "sevgi"yi? "En iyi" mi, - hangi anlamda "en
iyi"? Sanat mı, - türlü türlü sanatlar var, hangisi, nasıl, dahası hangi
sanatçı? "Bilim" mi, - Biyoloji, Fizyoloji, Psikoloji, Psikiyatri,
Sosyoloji gibi bilimlerden hangisi? Felsefe mi, - nerde saklı böyle bir
felsefe?
Savların yolaçtığı bütün bu
soruları, hadi giderdik diyelim, - "inceleme" dediğimiz de ne tür bir
bilgi, ne tür bir etkenlik? Onu da çözümlediğimizi varsayalım, - gerçekten
gerekli mi sevgiyi incelemek.
*
Bir bakıma, koklana koklana
solmuş bir çiçek sevgi. Canlanması için gerçekten se-venlerin, seven
sanatçıların, seven düşünürlerin, seven bilimadamlarının, seven yazarların
yemyeşil katkıları gerekiyor.
Mitolojiler ile dinler, hem Tanrı
çokluğuna hem Tanrı tekliğine dayanan inançlar ve uygulamalar, dönüp dolaşıp
hep sevgi doğrultusunda toplamakta insanları: sevgi'ler sunuyorlar
yandaşlarına, sevgi'lerle bağlıyorlar kendilerine.
Din'in Mitoloji'nin, oldumolası
varolma-pınarı sevgi. Azıcık yaklaşmaya gör, çağlayış kulaklarında. Öylesine
çekici bir güç ki sevgi, korkuya dayanan inançlar bile, bir yerden sonra örtbas
edilen tutarsızlıklara, zorlama yorumlara, isteksiz düzenlemelere baş- vursalar
bile, sevgi'ye dayandırıp sevgi'yle pekiştirmeye çalışıyorlar varoluşlarını.
*
Önermelerinde, anlatımlarında,
akıl yürütmelerinde, kuramlarında sevgiye yer aç-mayan felsefeler, bilimler
sınırlı kapsamlı bir gerçeklikten öteye uzanamıyorlar. Açıktan açığa sözü
edilmese de: metafizikler, ahlak felsefeleri, toplum öğretileri, psikoloji
varsa-yımları, psikiyatri sağaltma tutamakları, ekonomi yönergeleri,
eğitimbilim yöntemleri, - daha nice bilimler, felsefeler, teknikler,
mantık-bilgi-uygulama oluşumları, en canalıcı yerlerinde, sevgi'den almakta
hızını başarısını. Birbirine akraba, birbirine karşıt düşünürler, bilginler,
eylemciler: Platon'lar, Augustinus'lar, Hume'lar, Schopenhauer'ler, Marx'lar,
Freud'lar, Jung'lar, Reich'lar, sevgi'nin kımıldatıcı gücünden derledikleri
esinle örgütlüyorlar yapıtlarını.
*
Ressam için resim, heykelci için
heykel, müzikçi için müzik nasıl gerçekteki ve taun rımdaki tüm yaşamı
doldurursa, seven için de sevgi gerçekteki ve tasarımdaki tüm yaşamı doldurur.
*
Resim, heykel, şiir, müzik,
roman, öykü, söylence gibi sanatlara dökülemeyen sevdiler, kurumaya yüztutmuş
derecikler gibidir.
*
Şiiri, romanı, masalı, öyküsü,
sahne oyunlarıyla, Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, her yazın, büyük
ölçüde, sevgi dolayında örgülenmekte.
İnsanın özüyle özdeş kıldığı
kadın erkek kahramanlar dalga dalga akmakta geçmişten günümüze, şimdilerden
sonralara dil dil, toplum toplum, kuşak kuşak, insan insan. Hangibirisini
anacaksın, saymakla tükenesi şey mi sevgi taşıyıcıları? Söyleşilerle,
anlatılar, açıklamalar, genellemeler, incelemelerle hep yeniden yaşanmakta
sevgi; şölen- hüzün, acı-tatlı, hep yeniden yaşanmakta sevgi.
*
Ne zaman, Uzak Doğu diye
adlandırılan toplum-kültür yörelerinin sevgi geleneklerine ilişkin bir
yazı-çizi elime geçse, bana nerdeyse apaçık kendini gösteren: gizemli
uyumlarla, tüy hafifliğinde iletişimlerle, bilgelik tüten öğütlerle,
birliktelik besleyen seçmelerle, odalarla, kokularla, türkülerle, düşlerle
sevgiye ilişkin algı ve anlayışım birbirinden güzel genişliklere açılır da
açılır.
*
Resim, müzik, mimarlık, heykel
yapıtlarına, olanın olanaklarının elverdiği ölçüde hiç bıkıp usanmadan sevginin
yüceleştirdiği etkenlikler gözüyle bakılabilir, bir bakı-
"Kutsal" diye bilinen
yerlerin kıyıbucağı duvar duvar, tavan tavan, taş taş, toprak toprak, maden
maden, ses ses, kâğıt kâğıt sevginin ne denli baştacı edildiğini göstermede
yeterli ve yetkili tanıktır. Sevgi dürtüsüyle, sevgi uyandırmak için opera,
senfoni, şarkı, kitap - türlü türlü sevgi anıtları sanatın her yöresinde var,
gören gözler, dokunan eller, işiten kulaklar varolduğu sürece.
*
Yalnız sanatla, yazınla, bilimle,
felsefeyle bağ kurmuyor sevgi. İnsan-toplum-kül- tür yaşamında büyük önem
taşıyan bir sevgi pazarı, bir sevgi ekonomisi, bir sevgi politikası, bir sevgi
endüstrisi var.
Bir dokun, binlerce dalbudak
içinde bulursun kendini: Tekbaşına "sevgi" diye bir gerçeklik yok.
Yaşamın gündüzünü gecesini, hergününü bayramını tümden kuşatan evrensel bir
gerçeklik o, - artık ne denli "o" diye üstünkörü betimlenebilirse
kuşkusuz.
*
Sevgi'nin en çok çağrıştırdığı:
istek ve özlem. Bir insana, bir canlıya, bir nesneye, bir olaya yönelmek; bu
yönelişi, özvarlık bakımından değerli ve önemli diye algılayıp yaşamak; bu
varlıksal ilişkiyi yitirmemek kaygısıyla hiçbir özveriden geri durmamak var bu
istek ve özlemde.
*
Doğarken etimiz kemiğimizle sevgi
ile, yatkınlık doğrultusunda bile olsa, sevgi ile birlikte doğmasaydık,
sonradan sevgi diye donatılmış kapsamlı ve ağırlıklı bir gerçeklik ortaya
çıkabilir miydi?
*
Tasarlanabilecek herşeyle, ama
var ama yok, herşeyle sevgi bağlantıları kurabilir insan.
Sevenin sevdiği başka bir insansa
sevgili'dir o. Teniyle canıyla bir bütün olan insanın erişebileceğim her yerini
(el, bilek, ayak, yüz, burun, boyun, bacak, topuk) vücudun sokulabileceğim
heryerini, bir bir, ayrı ayrı sevgi odağı yapabilirim. Uzak yakın bildik
yabancı, tüm canlı cansız, yapma doğal nesneler için geçerli bu. Kimi
arabasına, kimi evine, kimi bahçesine düşkün. Bazan örtbas etse bile, herkes
sevdiğim yüce bellemiş, herkesin sevdiği, kendisi için, geçici ya da sürekli
kutsaldır.
*
Gözardı edemeyeceğimiz birşey
var: hep sevgi, sevgi, diyoruz ama, önünde sonunda hep insan açısından
bakıyoruz sevgiye. Oysa sevgi: insan-dünyasım sarıp sarmalasa da, tüm
canlıların da öz gerçekliği. Bitki, hayvan, tüm canlı kuşaklarını tür tür
kımıldatan bağ sevgi.
*
Yalnızca dölleme, çiftleşme,
doğurma yönünden değil, türü ne olursa olsun, canlıların, hepsini
birarada-tutma yönünden, sevgi olmasaydı hiçbiri varolmazdı. Nice tartışmalara
yolaçsa da, maddenin içyapısı, gökcisimlerinin birbirini çekmesi, tek tek varlıkların
yanyana sürüp gitmesi, ne yana dönsek, herşeyi, ama herşeyi baştan beri ayakta
tutan sevgi'dir, diyesim geliyor. Gelip geçici bir izlenim değil bu; aklımın,
gönlümün kı- mıldatıcı öğesi bu.
*
Sözcüğün en geniş anlamında
sevgi, salt bir doğa gerçekliği olsaydı, hiçbir yapıp etmemize gerek duymadan
sürdürürdü gerçekliğini: Doğa vergisini, doğanın donattığı yatkınlığı, insan
akimın elinin bezemesiyle sağlanan bir insan başarısıdır sevgi. Özüne özgü
güzelliği de burda.
*
Canlı türlerinin sürüp gitmesini
olanaklı kılan sevgiyi de katın, pekçok sevgi, müzik gibi bir insan
yaratısıdır. Olmasa da olurdu, olmadan da olabilirdi belki. Öyle de, insan-toplum-tarih-kültür
evrenimiz müziksiz ne olursa öyle olurdu kuşkusuz.
Müziksiz yaşayanlar, sözümona
yaşayanlar, gönül, kulak yoksunları onlar - aşağ- samayla demiyorum bunu, onlar
da sevgilim, onlar adına üzüldüğüm için böyle deyiverdim işte. Sevgi
yoksunlarına gelince, tüm varlık yönünden yoksul mu yoksul onlar.
*
Doğayı bunca seviyorum, öyleyse o
da azıcık beni sevsin, doğrultusunda bir akıl yürütmeye, açık-seçik dile
getirilmese bile, sık sık rastlasam da, bir türlü akıl erdiremi-yorum.
Doğa: kimseyi sevmez, kimseden
tiksinmez de. Herkes eşittir onda. Hayal edilemeyecek genişlikte zamanlar,
uzaylar içeren bir süreç doğa. Herşeyin, herşeyin bu sürece uygun günübirlik
bir varlığı var. Sevme, sevmeme bu süreç içindeki bazı canlılara özellikle
insanlara özgü duygular, eylemler, atılımlar, coşkular, çekinmeler,
üstünlükler, du-yarsızlıklar. insanlar kişi kişi, topluluk topluluk, yaşayıp
gidiyor bu süreçte.
*
İnsan dünyasında ortaya çıkan
pekçok kültür yapıtı, sevgiden kaynaklanmakta, sevgiye kaynaklık etmekte.
*
Doğada rastladığımızı
söylediğimiz müziği andıran seslerle müziğin ne denli ilişkisi varsa, çepeçevre
sevgi de, olanca coşkulu fışkırışı ile en tatlı pekişmesini hep cinsel sevgiden
alsa bile, çepeçevre sevgi cinsel sevgiyle o denli örtüşebilir.
*
içgüdüsel kıvamlı görünen sevgiyi
aşıp sevgi sevgi genişleten her sevgi, doğada varsaydığımız, o sözcüğün en
güzel anlamında "ilkel" denebilecek sevgı-başlangıçları- nm,
dolayısıyla doğanın pekçok ötesine geçmiştir.
*
Genelde (derinlik-psikolojisinde
bile yetesiye belirginleştiğini söyleyemeyeceğimiz bazı ayrıcalıklı durumları
gözönüne alarak böyle diyorum) kadın için tüm sevgililerin kökü kaynağı erkek;
erkek için de kadın.
Kadın açısından bakınca: erkek
olmasaydı; erkek açısından bakınca kadın olmasaydı, - her ikisi için: ne doğa
sevgisi, ne eşya sevgisi, ne sanat sevgisi, ne de tüm öbür sevgililer diye birşey
olurdu.
*
Gençken: neleri seviyordum? nasıl
seviyordum? ne kadar seviyordum. Onyıllardan sonra şimdiyse: neleri, nasıl, ne
kadar seviyorum? Görünüşte nerdeyse birbirinin tıpatıp benzeri bu iki soru
öbeğine verilebilecek serinkanlı yanıtlarda tüm özgelişmem, insan, doğa, kültür
anlayışım, yosunlaşmalarım, bunalımlarım, atılımlarım, - tüm oylumu niteliği,
yöneltisiyle yaşamımın duyarlı bir depremölçeri bu yanıtlar; neyse ne,
varlığımın önemli bir göstergesi bu sözünü ettiğim yanıtlar.
*
Sevgi doğrultumda: eskiden
yapabildiklerim girerdi sevgi-çevreme. Sonra sonra yapamadıklarım da. Hâlâ
yapamadığım öyle çok şey var ki. Gene de bazan, sevgi-çevre- min dışı diye bir
yaşama-alanı tasarlayamıyorum artık. Sevgi-çevremin dışında kalan bir alan
yokmuş gibi geliyor, - bir yanılsama belki, yaşama-gerçekliğim bu ama.
*
Severken yaşayan, yaşarken seven
için en önemli şey: başkaları ayırdına varmasa da, dile getirilemeyen küçük
ayrıntılardır. (Ah, ayrıntılar!) Hertürlü biçimsellikten öte, sevgiye, yani
yaşama öz kazandıran öğelerdir ayrıntılar.
*
Savaşlar, acımasızlıklar, saldırganlıklar
almış yürümüş olsa bile, insanın varolduğu heryerde sevgi de gösterir kendini,
ama az ama çok.
Sevgi insandan olma, insan
sevgiden kopamama. Her ikisinin kökenleri daha derinlere gitse de gerçek bu.
*
Kavuştuğun şey, kişi gerçekten
sevmediğin birşey, bir kişiyse, kısacık bir süre sonra, olanca anlamını yitirir
senin için.
Kavuşsan da, bitmek tükenmek
bilmez sevdiğin şey, sevdiğin kişi.
*
Sevgiyi önce biriktir, sonra
harcarsın, - yok öyle şey! Birikir harcanır türden değil çünkü. Zorlamalı bir
yakıştırmayla, böylesi türden saysak bile, birikirken biriktirmeden harcanan,
harcanırken harcandıkça biriken bir gerçeklik o.
*
Düzmece sevginin kendine özgü
yazgısı var: kısa sürede ya sen onu yer bitirirsin, ya o seni yer bitirir.
*
Gerçekten sevgi varsa bir yerde,
bayağılaşmaya yer yok orda.
X-
Sevgisizlik mutsuz kılıyor,
sevgimizle mutlu değiliz.
*
Bir sevgiye ilişkin acıları,
ancak daha baskın bir sevgi-mutluluğu örtebilir.
*
Tam sevginin ne olduğunu ne
olmadığını öğrenir gibi oluyorsun, bir de ne göresin: sevecek zamanın kalmamış
artık.
X-
İnsana-topluma gerçek mutluluğu
sağlayan gerçek sevgiyse: bu gerçekliğiyle sevginin gerçekten gerçek olup
olmadığını sağlayan bir ölçeğimiz var mı? Varsa, ölçeğimiz ne? Yoksa, durumumuz
ne?
X-
Boş bir sözcük, akıl karıştıran
bir kavram, sıkıcı bir savsata, oyalıyıcı bir kuruntu olabilir sevgi. Kaldırıp
at, öyleyse. Attık, diyelim. Onun yerine ne koyacağız, peki?
X-
Tüm sevenlerin söylemiyle:
sevgisiz yaşama yaşamaya değmez. Sevginin en büyük ödülüyse, yaşamanın heryerine
sinen biyoloji-ötesi canlılık.
*
Sen-ben ilişkilerinde, biz-siz
ilişkilerinde, özetle tüm insanlar-arası, toplumlar-arası ilişkilerde en çabuk,
en güzel, en kalıcı, en etkili ilişki yolu yordamı, yol yordam sağla-maktan,
bağ kurmaktan öte, insana en çok yakışan erdem-özü sevgidir.
Öyledir de, böyle düşünmeyenlere
ne karşılık vereceğiz?
Ne mutlu sevgiyi sorun
yapmayanlara. Değil mi ki insanız, yapıyoruz işte: sevgi, saçmalık mı? Bir
kandırmaca mı? Herşeyimiz o mu? Ondan kutsal şey yok mu? İşte böyle: sora sora
sürdürüp gidiyoruz. Anlam aramamak elimizde değil çünkü. Sonunda so-
ru-sorguyla bir ilişiği olmadığında karar kılsak bile, başka türlü yapamayız.
Desene, so- run-olmaktan çıkarmak, sormaktan geçer.
Sevgiye boşverenlerle tartışmaya
girişmem. Gündemim dolu, zamansa kısa, kalakaldığı yerde otluyor deseler de,
varsın öyle sansın onlar, gündemim dolu, zamansa kısa, sevmeye bakarım ben.
X-
Sevgi, gelmiş geçmiş en büyük
yalan olabilir - ilk yalan, baş yalan. Olsun! Şöyle ya da böyle, onsuz olmuyor,
onsuz olmaz.
X-
Çağlar, toplumlar, ülkeler
boyunca en çok önem verilen, insan yaşamında yeralan erdemlerin en önünde
yeralan erdemler: insan saygısı, dayanışma, karşılıklı anlayış, söz verme,
özveri gibi erdemler, varlık ve kıvamlarının içerik ve çekimlerini etki ve
anlamlarını, hep sevgi ile, sevgi'den ötürü, sevgi'de buluyorlar.
X-
Boyunduruk boyunduruk üstüne -
öyleyse: seresepre sevgi birebir bu dünyaya. Ne zor, ne zor o da.
X-
Bir kez ondan yana döndün mü yüzünü,
yazgın belli artık: Sevgi, topraksı bir heykel. Gelip kıracaklar o heykeli. Sen
de hep yeniden yoğurup yapacaksın.
Hep sevgi, sevgi, - aşk nerde,
peki?
"Aşk" benim için,
herşeyden önce, dil'de. Yüzyıllardan beri dillerde, günümüzde de çok kişinin dilinde.
Dargın falan değilim aşk'a; tam
tersine, aşk'la anlatılmak istenen pekçok şeyle benim işim; özüm özlemim, aklım
gönlüm orda. Ne var ki, "aşk" diye bildirilene "sevgi"
diyorum ben. Seviyorum bu Türkçe sözcüğü. "Aşk"tan, bu Arapça kökenli
sözcükten daha sıcacık düşüyor içime, daha upuygun yankılanıyor orda. Yazmama,
konuşmama "aşk" girmeye görsün, nerdeyse bir yapaylık, yabancılık
havasında buldum buluyorum kendimi. Ayrıcalıklı durumlar yok değil gene de.
Eski kuşakların, yani varı yoğu "aşk" olan, "sevgi'ye" pek
elatmayan zamanların ozanlarına, ermişlerine, düşünürlerine eğilince, böylesi
durumlarla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Sürdükleri yaşamda, yaşama konuşma
geleneklerinde "aşk" ağır basıyor. Dil-duygusu benden başka
havalardaki gönüldeşlerimin içtenlikli anlatımlarım aktarırken ayırdma
varıyorum bunun. Hatta, bazan, çok çok seyrek de olsa, "sevgi"
diyeceğime "aşk" deyiveriyorum. Alıntı ötesi bir tutumla, genellikle
de tamtamına "sevgi" diyemeyeceğim, sevgimsi şeylerden sözeder- ken;
ya da, yerleşik düzeniyle "aşk"lı bir deyimi aktarırken,
"sevgi"ye kıyamadığım için olacak, "aşk'tan" daha uygun bir
deyim bulamıyorum.
*
Kuşkusuz, kim olursa olsun,
hiçkimse dilin gücüne toptan karşı koyamaz. Dilsel alışkanlıkları
görmemezlikten gelmek, bir yerden sonra, iyiden iyiye yıpratır yazarı. Bu tür
güçlüklerle alıp vereceğim olmasını istemem doğrusu. Gene de içten gelen bir
akışla, çoğun "sevgi"den yanayım, "aşk"tan değil.
Durup dururken çoğunluktan
ayrılır gibi olduğuma göre, azıcık oyalanmam gerekiyor "aşk"la.
Kendimi savunmadan çok (öyle şeylere zaman mı var?) dille bağımm, özde
anadilimle bağımın, bir-iki çizgisini, yani yazgımm temel oylumunu oluşturan
bir-iki çizgiyi belirtmem gerekiyor şimdi burda, - "sevgi" ne denli
elverirse o kadar, bazı şeylerin yansımasına elverecek de sanıyorum, ne de olsa
dil de, dilim de, herkes gibi benim sevgi yörem, sevgi yurdum.
*
Zaman zaman, birinden sözederken,
çevremdekilere uyup "aşık olmuş", diyorum. Hiçbir ard-düşünce
gütmesem de, sonra bakıyorum ki, alaysı bir hava kaplamış söyleyişimi. Ne de
olsa, en içten sevgiden sözederken, sonradan bakıyorum da, uzun uzun düşünüp
taşınmadan, "seviyor" deyivermişim, en küçük sallantıya kapılmadan.
Gerçi "âşıka Bağdat
sorulmaz" demiyorum, "âşık"tan kaçındığım için değil: eski-
denmiş Bağdat'ın uzaklığı, eskidenmiş o kervandan kervana deve sırtında çileli
Bağdat yolculukları.
"Çok naz âşık
usandırır" türünden bir uyarmanınsa, tektük ayrıcalıklar gösterse de,
anlamca-gerçekçe yerli yerinde olduğu inancındayım. Onun içindir ki, ille de,
"çok naz seveni usandırır" diye sözümona dilsel bir onanma
kalkışmıyorum doğrusu. "Aşk" ile "sevgi" arasında,
dolayısıyla da herbirine ilişkin türevler arasmda makina yöntemli bir
değiş-tokuştan uzağım; dilin öz gidişine aykın bir zorlama bu. "Çok naz
âşık usandırır" deyimini, nasıl olsa pek sık dilime takılmadığına göre,
olduğu gibi bırakıyorum. Tutarsızlık saymıyorum bunu. Deyimdeki
"naz-âşık" arasındaki ses akışı hoşuma bile gidi-
"Sevgi" bağlamında
genel duygum (kuşkusuz, dil evreninde bağlam'dan, genel'den ne kadar
sözedilebilirse o kadar): "sevgi"nin "aşk"ı da,
"sevda"yı da içerdiğidir. Günümüzde herkes için değilse bile, yaşayan
dilde, günübirlik dilimizde zamanla daha da belirgin bir biçimde böyle olacağı
inancındayım. Eskinin "aşk"ları, geçmişteki yerleri
yurtlarıyla gözden düşecek değil
böylece. Eskiden âşık olunurmuş, ben seviyorum. Es-kiden sevdalandırdı, ben
tutuluyorum; eskiden muhabbet değerliydi, benim içinse vur-gunluk.
"Sevgi türkülerine"
duyarlığım, "aşk şarkıları"ndan daha çok ama. "Aşk hikâyeleri"
geçmişte kaldı, gelecek "sevgi öyküleri"nin. Okuyan "aşk
kitabı" okusun, onları pek elime alamıyorum ben, "sevgi
kitapları" neyime yetmez benim. Dünün "aşk filmleri"ni
yadırgıyorum; günümün "sevgi filmleri" daha çok sarıyor. Televizyonda
bir "aşk komedisi" gösterildiği gece, tiyatroda bir "sevgi
güldürüsü" varsa, tiyatroyu yeğliyorum.
"Büyük aşk!" türünden
bir ünlem alaysı değilse kof ya da düzmeceymiş gibi geliyor bana. "Bilmem
ki, seviyorum işte!" türünden bir iççekmedeyse, sallantıdan çok alçakgönüllü
bir kesinlik var bence.
Varsın "aşk tekneleri",
"aşk basınları", "aşk ilaçları", "aşk çocukları",
"aşk evleri", "aşk kadınları", "aşk odaları",
"aşk hekimleri", "aşk danışmanları", istesek de istemesek
de, bol bol onay görsün dilde, gerçeklikte; sevgi'ye gölge düşürmez hiçbiri,
daha doğrusu, sevgiyi zedelemedikten sonra, herbiri kendince anlamlı şu
çokyönlü yeryüzünde. Sevgi bu, insan-toplum yaşamına öylesine renk renk bir
dağılımla yansıyor ki!
"Aşık",
"âşıkane", "aşkî" gibi sevgiye ilişkin sözcükler, düşe
kalka da olsa, hâlâ kullanımda. "Âşık" yerine "seven",
"âşıkane" yerine "sevenlere yakışır" doğrultusundaki
demeler bunlar. Bazan az bazan çokça rastladığım "vatan aşkı"na,
"vatan sevgisini, "yurt sevgisi"ni yeğleyenlerin sayısı artıyor
gün güne. Nitekim, "vatan âşıkları" abartılı güzeller;
"vatanseverler" ise düpedüz güzel.
"Âşıklık",
"âşıkdaşlık" işlek değil özel-kişisel dilimde; "âşıkdaşlık"
yerine "sevişme durumu", "âşıkdaşlar" yerine ise
"sevişenler" deyip geçiyorum. Böyle yaparken, özden, tatdan, anlamdan
birşey yitirdiğimi sanmıyorum doğrusu.
Bir de şu var: yeri geldiğinde,
"âşıkmış gibi yapma" diyeceğine, önemli bir ses-an- lam çizgisini
bulandırmaksızın, "candan sev", "gönül ver" önerilerindense
"âşık ol" türünden buyruksu bir öneriye hiç kalkışmayalım diyorum.
*
"Âşıklar"ı unutmayalım.
Dil-toplum inceliklerine duyarlı-duyarsız bilir-bilmezle- rin "saz
şairi" deyip geçtiği halk "ozanları". Bu yörede de durum şöyle:
halk ozanları arasmda telli saz çalan herkese "âşık" deniyor. Bana
kalırsa, her "halk ozanı"na "aşık" demek doğru değil.
Yazın-toplum gerçekliğine azıcık dikkatle eğilince görüleceği gibi: içinde
yaşadığı çevrenin hüzünlü şölenli olaylarını, büyük ölçüde özlemlerini
dizelerde dile getiren gezgin ozanlardır halk ozanları. Genelde
okur-yazardırlar bu ozanlar; hattâ, duru-dingin dünyagörüşlerinin bağrında
bazan hoş karşılamadığım, Divan Edebiyatı etkilerine bile açıktır bu ozanlar.
"Âşıklar"a gelince, genelde okuması yazması yok onların. Kendi
halinde, iyi insanlardır; ozanlıkları da, ayrıcalı örnekler biryana, pek
gelişmiş sayılmaz. Çevreden istek geldiğinde neşeli-yanık tıngırdatırlar
yanlarından hiç ayırmadıkları sazlarını. Edindiğim izlenim şu oldu hep: çevre
duvarlarını pek aşmaz topladıkları alkışlar. İlkokula giderken sık sık
uğradığım amcamın köy kahvesinde karşılaştığım âşıkların derviş davranışları tâ
içime işlemiştir. Ona ne kuşku, bu "âşıklar" ın yerini tutacak ne
insan var, ne sözcük var günümüzde.
*
"Sevgi"ye ilişkin
üçyüzlü bir güzelliği anmadan geçemeyeceğim burada. "Aşk"la,
"aşk"ta gerçekleşmeyen çağrışımlı bir gizem tüter hep
"sevgi"den. "Sevgi"deki o köklü kökenli
"sevecenlik", o tüm yaşamın güneşi "sevinç" "aşk'ta
yok doğrusu. Sevecen'li, sevinç'li, sevgi'li Türkçenin, duyarlı kulaklara
bilgece bir sevgi-armağanı bu.
"Aşk" ile
"sevgi" arasında, herzaman heryerde bir örtüşme kısalığı, bir uyuşmazlık,
bir tutmazlık, bir karşıtlık var diyemeyiz. Böyle bir deme, dilin, dolayısıyla
da Türkçenin daranlayışlı kurallara meydan okuyan yapısının hakkını vermemek
demektir. Dil olarak her dil karmaşık mı karışık, dolanık mı dolanık, sonsuz
katlı bir varlık. Değil mi ki dil, her dil, her anadil, geçmişinden geleceğine
milyonlarca insanın yaşamını herşeyiyle kucaklar. İşte bunun içindir ki hiçbir
anadile duyarlıktan uzak davranılamaz. İnsanın insan-olma hakkını çiğnemek gibi
bir davranıştır dile duyarlıksız davranış. Gece dille yatıp sabah dille kalkan,
gündüzünüyse dille geçiren, belki de tuhaf bir yaratık olduğuma göre, bu tür
davranışlarla ilgim yok. Yaşantılarının büyük bölümünü Türkçeyle paylaşarak
tadan, Türkçeyle paylaşmadıkça yaşama-zamanının tam tadına varamıyor- muş
izlenimine kapılan biriyim. Dildaşlarımın pekçoğu, bütün bunlarda nesnel bir bağlayıcılık
yok, diye kestirip atsa da, böylesi kestirip atmalara ters düşen bir sezgiyle,
hattâ kanıyla, Türkçenin durmadan içimi dolduran anlam ve ses kımıltılarıyla
yaşayıp gidiyorum. "Sevgi"de, "aşk"ta, ilk bakışta gerçek
değilmiş gibi gelen izler sürmem hiç de yadırganacak birşey olmasa gerek, diye
düşünüyorum.
"Aşk"tan
"sevgi"ye, "sevgi"den "aşk"a nice görünmez
anlamlar; yan-anlamlar, anlam kaymaları gerçekleşiyor çağrışım çağrışım.
Dil-insan-kültür-tarih-toplum tekçizgili bir gelişmeye indirgenebilir mi hiç?
*
Kişiye özgü gelenekler ne denli
ayrıcalıklı olanaklar tanırsa tanısın; çeşitli kuşakların, değişik ortamların
içinden konuşanlar, yazanlar kendi duygu, bilgi, esin ve yaratılarına yaslana
yaslana, yeri gelince dilin akıntısına karşı kürek çekseler de, bir yere dek
yürür bu elatışlar.
Nitekim, bunun en güzel
belgesini, kendi açımdan, tasavvuf geleneğinde buldum.
Yüzyıllar boyunca, Asya
içlerinden Anadolu'ya kişi-toplum-kültür-yönetim yaşamıyla derinden etkileyip
biçimlendiren Tasavvuf taki aşk'ı, kolay şey değil ama, gözönü- ne getirelim.
Bazan sevgi ile, sevmek ile pekçok şeyi kendime epeyce açık-seçik kılabiliyorsam
da, bildiğimiz yaşadığımız türden sevgi'ye, sevme'ye benzemeyen, hattâ bazan
sevgi'den, sevme'den başka anlam-katları içerdiğine inanıyorum aşk'ın. Böyle
bir aşk'ı o ermişlerim gibi yaşamamış da olsam, (yaşadım mı yoksa?)
Tasavvuftaki aşk'ın pek öyle herkesçe bilinen bir aşk olmadığı kanısı baskın
bende. Gerçekten var ya da yok, gerçekleşebilir ya da gerçekleşmez, orası
sorunlu kalabilir; yöneldiği odak gerçekten var ya da yok, orası bazılarımıza
çözülmez bir sorun gibi gelebilir. Tasavvuf erlerinin aşkı: ister ülkü olsun,
ister özel tatta gerçeklik olarak içlere sindirilsin, Tanrı aşkı deyimiyle dile
getirilen aşktır.
Tanrı aşkı, bilinen türden
birleşme özlemleriyle karşılaştırılamayan bir yaşantı. Bu özlemi yaşayanların
anlattığına göre: Tanrının salt güzelliğiyle (geleneklerde "Allah ceman"
diye geçen) gerçekliklerin gerçeğiyle birleşme. Hiçbirşeye benzetilemez ama o
biricik yaşantıyı yaşamayanlara, uzaklardan da olsa, az çok anlaşılır kılmak
amacıyla, yaşayanların bazan başvurduğu bir tutamakla: içleri yakan susuzluğun
giderilmesi, heryeri saran karanlığın ışıklanması gibi bir varlık, - ya da
yokluk aşaması.
İşte böylesi bir aşkı sözcüklerle
belirginleştirmek olası değil. Bu aşka erişemeyenlerin yalnızca Tanrı aşkı
deyiminden haber aldığı bir aşk, demekten başka yapabilecekleri birşey yok.
Sufilerin inancıyla: herşeye
değen biricik aşk Tanrı aşkı. Özünü böyle bir aşka bırakan sufi, düpedüz yoksul
gönlüne en yüce zenginliği sağlamış olduğu kanısındadır. Benliğini tutkulardan,
mal mülk yöneltilerinden kurtaran; içini yalın tutan; her türlü karışıklık ve
bulanıklıktan arman sufiye Tanrısal bir armağandır Tanrı aşkı. Aşk'la Tanrı'yı
isteyen (geleneksel sözcükle mürid olan) sufi, neleri isteyip neleri istemediği
insana hep gizli ve gizemli kalacak olan Tanrı da istiyorsa, gelip geçici
benliğini öldürüp isteğine dönüşür bir gün (geleneksel sözcükle, murad'ma
erer). İstediği Tanrı olan isteklinin, bu isteği zaten uyandıran Tanrı da
istiyorsa, istediğiyle yok-olmasıdır Tanrı aşkı.
Tanrı'ya götüren bir gelgeç yolu
dünya. Bu dünyanın her aşkı, ancak Tanrı aşkının bir yansısıysa, sufilerin
deyimiyle "eyvallah". Nitekim onlara göre: belirli bir süre konuğu
olduğumuz bu dünya, Tanrı aşkı'na giden bol sınamalı bir geçit. Ermek: bu
sınamaları geride bırakıp yetkin aşkı bulmak, bu aşkta Tanrıyla buluşmak, Tanrı
aşkında erimek.
Daha selamlaşmalarından bellidir
bazı sufiler: "Aşk ederim!" diye seslenirler gönüldeşine rastlayınca.
"Aşk ederim!" diyene verilen yanıtsa: "Aşk aldım!"
"Aşk olsun!" Sufi'nin varlık mantığında hem öncül hem vargıdır
"Tanrı aşkı", herşeyin başlangıcı ile sonu ordadır. Sufi doğrultusu
uyarınca: gönlünde azıcık Tanrı aşkı ürperen, hep daha çok dolmak ister bu
aşkla. Hiçbir çile döndüremez artık onu bu aşk yolculuğun-
Kuşkusuz, her insana kendine özgü
pay düşer sevgiden. Sufilere düşen sevgi: Tanrı aşkı. Kim Sufi'dir, kim
değildir, nerden bileceğiz. Herkesin kendi özüne yaraşan sevgi kaynağına
yönelmesi kadar doğal birşey olamaz. Sevgi barındıran sonsuz kaynak var, yeter
ki sevgi olsun.
Dilin ötesindedir çoğu sevgilerin
özlem özlem sunduğu kaynaklar, - kimi yakınlarda, kimi uzaklarda, çok
uzaklarda. Ola ki bu kaynakların büyük bir bölümü dile getirilemez. Gene de
ayrıcalıksız herkesin payalmasına açık bir sevgi kaynağıdır dil; ödüle yaraşan
anlayış gösterilsin, yeter.
Birçok sevgi dilden geçer; birçok
sevgiye ordan gidilir. Ötelerde sanılsa da birçok sevgi dilde kurduğu otağlarda
ağırlar konuklarını.
Az kişinin önem vermemesine, çok
kişinin de önem veriyormuş gibi yapmasına bakma: herkesi kavrayan yaşama
niteliğinin en önemli göstergelerinden biri, hiç kuşku yok buna, sevgi.
Sevgi olmasaydı neyle, nasıl
geçerdi yaşam? Akıl, sanat gibi bir-iki gerçeklikle birlikte sevgi'yi de çıkar,
boş, bomboş yaşam.
*
Sis, tutku, karmaşa, dalga,
deniz, durgun göl, gezi, serüven, tatlı iş, tanrılık öge, benzersiz gizem,
özlem, bilmece, zor varlık, erdem, safsata, gençlik ateşi, yaşlılık hüznü,
erişilmez aşama, görkemli başarı..., - daha nice nice benzetmelerin çevresinde
dönüyor da dönüyor sevgiyi azçok kavramaya çalışanlar, hiçten iyidir ama hepsi,
hepsi boşuna.
*
O sözcüğün, bir tek sevgi
sözcüğünün gözümüze kulağımıza çarpmasıyla hemen oracıkta oluşan bir duygu ve
duyarlık ikileminde buluyoruz kendimizi, - içimiz dışımız: hoşluk, ateş,
uyanma, payalma, çekiliş.
Sevgi'yi: sanki sözcüklerle
derlenebilirmiş gibi, sözcüklerle toparlayamayız. Gerekmez de; istediğim yok
zaten.
*
Sevgi, sevgi, sevgi...
Üstüne yok karmaşıklıkta: yalına
indirgenemez bir tüm gerçeklik. Bazı tedirginlik- k*ri dindirir gibi görünse
de, iler tutar yol-yordam arama sakın yalına indirgemede. Düpedüz
gözkamaştırır, giderek uyutur. Gözler açılınca da olanca karmaşıklığıyla,
ılolanık dolanık, açmaz açmaz karşımızda gene sevgi.
Sevgi, sevgi, sevgi... Kendimi
tutmasam üç kezle bile yetinmeyeceğim.
Şimdiye dek kitaplaşan
yazılarımda "birden-çok-kez'li" denemeler yaşadım. Biri: "Doğa!
Doğa!; öbürü: Shakespeare, Shakespeare, Shakespeare" Yaşama Felsefesi ile
Güneşle çağlarımın hep süregiden coşkularıydı bu çok-kez'ler. Kendi
bilinçaltıma inmiş değilim ama öyle sanıyorum ki, Doğa'nın da, Shakespeare'in
de sevgi'yle en içten içli dışlı olmasından kaynaklanıyor bu; nitekim bundan
itelenmiş oldum ben de o çok-kezli yinelemelere.
Sevgi, sevgi, sevgi - bol bol
gerçeklik ilintilerinin, tadına doyum olmayan dilsel, bilgimsi, hayalci
çağrışımların üşüştüğü yerde, bir tutamcık değinmeden öteye geçemez hiçkimse.
Sevgi bu, n'etsen toparlayamazsın.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar